AYASOFYA’DA YATSI VE TERAVİH NAMAZI

Geçen yıl Rahmet-i Rahman’a kavuşan kadim dostumuz Ahmet Haluk Dursun, Ayasofya Başkanı olduğu dönemde bir kaç sefer Ramazan-ı Şerif ayında Ayasofya Camii’nin bahçesinde iftar düzenlemişti.
Başkanlığının son senesinde yine Ramazan’da iftara davet edilmiştik. Memnuniyetle icabet etmek üzere akşam namazına yakın bir vakitte Cami-i Kebir’e vasıl olduk.
Nezih bir iftar sofrasının sonrasında Yatsı namazı vakti geldiğinde davetlileri Cami’nin içine ziyarete almaya başladılar. İçeri girerken, “cep telefonlarını kapıda bıraksak da ses olup uhrevi havayı bozmasa” diye bir gerekçeyle iki görevli telefonlarımızı alırken bir miktar fevkaladelik olduğu sanki içime doğmuştu. Yine de biraz sonra vuku bulacak olayları tahmin edebildiğimizi iddia edemem.
Muhteşem Mabedin ortasına doğru yürürken etrafı da hayran hayran seyrediyorduk. Rahmetli Haluğun ortadaki büyük avizenin altında, “Osmanlı Padişahlarının Kadir gecelerinde Ayasofya ziyaretlerinin mutad bir tören olduğundan” bahsettiğini hatırlıyorum
Derken birdenbire güzel sesli bir müezzin kamet getirmeye başladı. Ne oluyoruz demeden bir İmam efendi mihraba doğru yürüdü. Cemaate saflara dikkat ediniz diyerek farza başlamasın mı?
Herkes ne olduğunu pek de anlayamadan safa dizilmeye ve peyder pey tekbir getirmeye başladı. Fakat hala mevcut hale inanamıyorduk.
Şaşkınlıkla ama büyük bir keyifle eda edilen Farz namazının peşinden son sünnet ve akabinde Enderun usulu ile bir teravih namazı kılındı.
Cemaat artık kendinden geçmişti. Namaz bitiminde çıkışta, bir tarafta birbirine sarılanlar, diğer yanda biz şimdi ne yaptık diye etrafına bakınanlar. Herkes bir şekilde Rahmetli Haluk Dursun’u bulup teşekkür etmek istiyordu.
Kendisine teşekkür edip sarılırken yüzüne baktığımda gözlerinin içi gülüyordu…
Rahmetli, Ramazan öncesinde mihrabın arkasında bir bölüm yere belli bir döşeme yaptırmış ve muhtemelen böyle bir teravih programını sessizce planlamıştı. Ve Elhamdulillah başarmıştı. Bizler de bu kutlu gecede bulunma şerefine nail olmuştuk.
Rahmetli Haluk cemaat için küçük diş kiralarını da ihmal etmemişti. Gülsuyu ve lokum ikramları da vardı. Ben herhalde o gecekine benzer tarzda bir ruh haletine olsa olsa Kabe’de kıldığımız namazların bazılarında ulaşabilmişimdir.
İnsanın hiç ummadığı bir anda çok sevdiği birisiyle veya bir şeyle karşılaşması gibi bir şey diye anlatsam acaba ifade edebilmiş olabilir miyim emin değilim. Siz buna benzer bir şeyler tahayyül ederek belki ne anlatmak istediğimi kısmen idrak edebilirsiniz
Ayasofya’nın ibadete açılması gündeme geldiğinde ben nedense hep o geceyi hatırlarım.
İnşallah bir daha o ruh halini hissedebilmek nasip olur.

Sözün önemi…

Dijital alandaki gelişmeler arttıkça artık herkesin bugün ne söylediğinin yanında, dün aynı konu ile ilgili ne tür görüşler ifade ettiği de kolaylıkla bilinebilir bir hal aldı. Bu konularda da özellikle kamuoyu tarafından tanınan kişilerle ilgili çok sayıda film ve dosya sosyal medyada dolaşıyor. Biz de her gün bunlardan birkaç tanesi ile muhatap oluyoruz. Bu tür vak’alarda en ilgimi çeken nokta, dün bir konuda çok farklı bir görüşü yüksek tonda ve heyecanla ifade eden bir kişinin bugün farklı bir pozisyona geçtiğinde o gün söylediği sözün neredeyse tam tersini hemen hemen aynı tonda ifade edebilmesi…

Bu sabah rastladığım bu tarzdaki bir kısa video filmini izlerken de aynı hayret duygusunu yaşadım ve geçmiş yıllarda matbaacılık yaparken yaşadığım bir olay ve ondan çıkardığım önemli bir hayat dersini hatırladım:

Matbaacılığa yeni başladığım zamanlardı. Bir gün işyerine bir müşteri geldi. Elinde ofset baskı dışında bazı ilave çalışmaları da gerektiren bir iş vardı.

Bu işi akşama kadar basıp bana verebilir misiniz? diye sordu.

Ben şöyle bir baktım, gözüme zamanlama olarak çok riskli ve muhtemelen yetişmez gibi göründü. Kesin kanaat beyan etmeden,  usta başına da bir danışalım, dedim. O zaman matbaamızda usta başı olarak çalışan arkadaşı çağırdım. (Kendisi şu anda başka bir alanda çalıştığından gerçek ismini vermeyeyim ve bu hikayeye mahsus olarak kendisini Abdullah diye adlandırayım)

Abdullah usta, bu işi akşama kadar bitirebilir miyiz? Baskı yapacağız, sonrasında katlayıp, ciltleyeceğiz.  Sence yetişir mi?
Abdullah usta örneği eline aldı. İyice baktı, evirdi, çevirdi. Kendinden gayet emin bir şekilde:
Abi çok rahat yaparız, dedi.

Ben bu rahat cevap karşısında endişelendim ama bir taraftan yüzüne baktım, bizimki çok rahattı.
Abdullah usta,  bak sonra mahçup olmayalım diye yeniledim.
Yok abi hiç mahçup olmayız sen saat 19.00’a sözünü ver iş tamam.

Müşteri de bu rahat ve kendinden emin ifadeden pek memnun kalmıştı. Gün bitmeden işini halledebileceğine inanarak heyecanlanmıştı.
Pek de içim rahat olmasa da ‘eh peki’ dedim ve sözü verdim. Müşteri akşam saati gelmek üzere gitti.
Ben çok tedirgindim, arada bir imalathaneye girip çıkıyordum, nasıl gidiyor diye soruyor, süreçleri dikkatlice izliyordum. Zaman ilerledikçe bu iş nasıl yetişecek diye endişem gittikçe artıyordu.
Sonuçta teslim zamanı geldi. İş tam olarak bitmedi. Müşteri bahsettiğimiz saate kapıdan içeriye girdi. Ben hakikaten ciddi bir mahcubiyet duymaktaydım. Binbir özürler dileyerek bir günlük müddet daha aldık. Adamcağız çok üzüldü, muhtemelen biraz da kızdı ama efendi bir kişi olduğundan pek de fazla gürültü çıkarmadı.

Müşteri gidince ustabaşını çağırdım. Yahu Abdullah usta, ben sana iyi düşün, ölç, biç öyle söyle dememe rağmen o kadar rahat ve kendinden emin bir şekilde yetişir dedin ki anlayamadım. Bunu bana bir izah eder misin?
Ustabaşı sabah bana “bu iş elbet yetişir” derkenki ses tonu, vurgusu ve kendinden emin tavrı ile: Abi bana nasıl böyle hesap soruyorsun sen bu işleri bilmiyor musun? Sabah gelen bu tarz bir iş akşama yetişebilir mi? En az bir gün daha lazım. Mümkün değil abi mümkün değil bir günde yetişmezdi zaten..demez mi. Ben şoka girmiştim. Oğlum sen bana ve müşteriye sabah aynı tarzda bu iş akşama kadar olur dememiş miydin?
Yine aynı rahatlıkla: Yok abi yahu, öyle şey olur mu. İmkansız.., Ses, mimikler, ifade tarzı aynı sabahki gibi fakat içerik tam zıddı şeyler söylüyordu. Ya sabır…
Tabii ben dehşet bir şekilde sinirlenip onu yerine göndermiştim.

Bu olay bana büyük bir ders olmuştu.

Sonrası dönemlerde etrafımdaki olayları izledikçe baktım ki, hayatın bir çok alanında insanlar birbirlerine bu tarz davranabiliyorlar. Taban tabana zıt konularda konuşurken, icraat yaparken veya pozisyon alırken, her durumda neredeyse aynı tonda davranıyorlar. Dün söyledikleri bir şeyi hangi üslup, ton ve vücut dili ile ifade etmişlerse bugün onun tam tersi olan şeyi de aynı tarzda ifade edebiliyorlar.
Tabii böylesi durumlarda onlara inanan başkaları da ters köşe olabiliyorlar. Tıpki benim matbaa örneğinde olduğu gibi…
O günden sonra bir daha ben de, başkalarının kendilerinden emin gibi görünüp, vurgulaya vurgulaya bazen de bağıra çağıra söylediklere sözlere kendi kafamdaki ölçülere uymadıkça hemen inanamıyorum. Kendi kendime; ‘Hele biraz zaman geçsin, bakalım, bir test edelim diyorum.  Bugün mevcut şartlar böyle ama yarın o şartlar değiştiğinde de acaba bu kişi hangi noktada yer alacak, ondan emin olmadan çok bağlayıcı bir durum içine girmeyeyim diyorum.

Bu tip konularda acaba doğru olanı mı yapıyorum? Siz nasıl davranıyorsunuz?

Haydar Baş’ın vefatının ardından

1986 Yılında bir kaç arkadaşımızla ile birlikte Hacca gitmiştik. Grubumuzun yaş ortalaması 25-26 civarında idi. O günü şartlarında bir hayli gayret ederek özel vize almıştık. Tamamen müstakil olarak başladığımız bu yolculukta daha sonra orada bir organizasyona dahil olmuştuk. Organizasyonun ismi Mekke Merkez Hac Kafilesi idi. Aziziye’de 4 veya 5 katlı bir pansiyonu bu organizasyon için düzenlemişlerdi. Binada erkekler ve hanımlar ayrı ayrı bölümlerde kalınıyordu. Biz o sene hanımları almadan gitmiştik. Çünkü evli olan ben ve İbrahim Solmaz’ın çocuklarımızın yaşları daha çok küçüktü. Diğer arkadaşlar da henüz bekardılar. Organizasyonun sahipleri orada aynı zamanda öğrenim gören arkadaşlardı ve İbrahim’in  daha önceden tanıdıklarıydı. Bu sebepten de sanırım kafile içinde biraz da rahat hareket edebiliyorduk.

Yerimiz Kabe’ye biraz uzak olduğunda çoğu zaman sabah namazı için dahil olduğumuz kafilenin minibüsü ile Mescid-i Haram’a gidiyor, akşam saatlerinde ise aynı yolla dönüyorduk. Birçok akşam ise  yemek sonrası kaldığımız pansiyonun çatı katına çıkıp yoğun sohbet ediyorduk. Bazı geceler orada kaldığımız da olmuştu yanlış hatırlamıyorsam. Yemekler çoğu kere kafiledeki erkeklerle beraber genişçe bir odada yeniyordu.

Zaman içinde yeni dostluklar oluşmaya başladı. Kısa bir süre sonra grupta yaşça bizden büyük bir kişiyi İbrahim Solmaz tanıdığını ifade etmişti. Bizlere ‘bakın bu Haydar Baba diye tanınan  Kadiri şeyhi’ demişti. Ben o zatın ismini daha önce bir iki sefer duymuştum ama yakinen tanımıyordum. Haydar Hoca, kafile içindeki ilk sohbetlerde kendisini paslanmaz işi yapan biri kimliği ile tanıtmıştı. Hacca da hanımı ve validesi ile gelmişti. Dahil olduğu yer Kabe’ye bir hayli uzakta bir pansiyonu merkez seçmiş, vasat seviyede bir kafileydi. Kendisi de ailesiyle ayrı ayrı yerlerde kalmaktaydı. Yani Hac ibadeti için yaptığı tercih çok mütevaziydi.

Yine bir gün beraberce yenen bir yemek esnasında İbrahim, ‘Hocam biz akşamları çatıda çay içiyoruz sizi de bekleriz’ dedi. Hoca hafifçe heyecanlanmıştı. İbrahim teklifini yineleyerek, hocam biz sizi tanıyoruz merak etmeyin, bekleriz dedi.

O akşam Haydar hoca hemen yanımıza gelivermişti. İlk başlarda biraz tedirgin olduğunu hissetmiştik. Mevzulara pek derinlemesine girmemeye çalışıyor, konuların adeta üzerinden hafifçe geçiyordu. Biz ise belki de gençliğin verdiği heyecanla konuşmalarda meseleleri derinden derine müzakere etmeyi tercih ediyorduk. Bir seferinde lafın arasında ‘çocuklar, Türkiye’de bazı kişiler her durumda takip edilir ben de onlardan biriyim dikkatli olmak lazım’ gibi bir şeyler demişti.  Ben de ona ‘Hocam demiştim burada Aziziye’de dağ başında bir yerdeyiz. Etrafımıza bakınca tepeliklerden başka bir şey yok. Rahat edin lütfen’ diye cevap verdiğimi hatırlıyorum: Bu tarzda başlayan sohbetlerimiz Mekke’de kaldığımız 15 gün boyunca neredeyse her akşam çok derin bir şekilde devam etmişti. Hoca’ya her konuda sorular soruyorduk. Zaman içinde o da bizlere soruyordu. Tabii o dönemde gençliğin de verdiği rahatlıkla en detay konulara kadar giriyorduk. Neler düşünüyorsunuz, bu ülkeye, İslam alemine neler vaat ediyorsunuz? Ekonomik olarak neler yapacaksınız?  Devlet sistemi ile ilgili düşünceleriniz nedir vs vs.

Bazen bunaldığını hissediyorduk. Fakat en net hatırladığım. Her konuda Tevhidi öne alan bir yaklaşımımız var diyordu. İktisatta, siyasette ve sosyal hayatta birlik bizim temel düşüncemiz diye özetliyordu. Bir ara yine ekonomik, siyasi ve sosyal  sistemlerle ilgili  konulara girdiğimizde bakın bizim bazı kurullarımız var. İstanbul’a gittiğimizde ben sizi onlarla buluşturacağım aman ihmal etmeyelim demişti. Aradığınız sorulara o arkadaşlarımızla konuştuğunuzda daha doyurucu cevaplar bulacaksınız bundan eminim diye eklemişti.

Arafat’a çıkana kadar gayet hoş bir dönem geçirmiştik. O zamanki haliyle konuştuğumuz konular içinde hemfikir olmadığımız noktalar bulunsa da bugünden geriye bakarak düşündüğümde pek de rahatsızlık verici bir halini hatırlamıyorum. Arafat’ta namazların cem edilmesi konusunda kafile başkanına bir itirazı olmuştu ve bu bizi biraz hayrete düşürmüştü. O ana kadar sessiz ve sakin duran Hoca ilk defa açık bir tartışmanın tarafı olmuştu. Sanırım seyahatteki tek göze batan hareketiydi..

Arafat sonrasında ve  Medine döneminde bir daha  görüşemedik. Hacdan sonra bir gün beni aramış ve  yakın çalışma arkadaşı olan Ali Gedik ile birlikte o zamanlar Es Ajans adıyla reklam işleri yaptığımız büromuza gelmişti. Yanında Hac döneminde bahsetmiş olduğu siyaset konusundaki kurulunda bulunan bir arkadaşı da getirmişti. O arkadaşla beni tanıştırmış ve  ‘birbirinizle bundan sonra temasta olun ve bana sorduğunuz soruların hepsini bu arkadaşla lütfen konuşun’ demişti. O arkadaşla daha sonra birkaç sefer daha görüşmüştük ama hoca ile yaptığımız sohbetler gibi bir ortamı yakalayamamıştık. Tabii Haccın havası daha farklı oluyordu. İstanbul’a gelindiğinde hayat şartları daha başka gündemleri öne çıkarıveriyordu.

1990’lı yıllarda Eramat adındaki matbaamızda, Hoca’nın Cemaat yayını olan İCMAL dergisini bir kaç yıl boyunca basmıştık. Sonrasında o ilişki şu an detayını hatırlayamadığım bir sebepten ötürü devam etmedi.

Bu olaylardan birkaç yıl sonra bir gün Hoca’yı müritleriyle Yeşilköy Havaalanında görmüştüm. Hoca ve üst yönetimi önde, millet arkada giderlerken ben direk hocaya doğru yönelmiştim. Niyetim bir selam verip hal hatır sormaktı. Etrafındakiler dur kimsin diye bağırırken Hoca ‘vay Erhan nerelerdesin’ deyip bana yönelmiş ve sarılmıştık. ‘Hocam bu nasıl bir haldir? Ben galiba usulsüzlük yaptım’ demiştim. ‘Yahu boşver, sen nasılsın ne haldesin, hiç aramadın sormadın’ gibi sözlerle bana muhabbetini göstermişti. Ben de ‘inşallah bir gün ararım’ deyip o kısa görüşmeyi tamamlamıştık.

Fakat o gün anlamıştım ki bizim Haydar hocanın vaziyeti daha bir farklılaşmıştı. Herhalde bu son görüşmemizdi ki üzerinden sanırım 23-24 sene geçmiştir.

Daha sonra Haydar Baş’ı hep izlemeye çalıştım. Aziziye’de tanıdığımız o kişiden daha başka bir insan vardı sanki karşımızda veya bana öyle geliyordu. Zaman içinde bir çok farklı noktaya savrulmuş, izah edilmesi çok zor ilişkilerin içine girmişti. Ben birçok konuda farklı düşünsem ve  bir çok yaklaşımını benimsemesem de Aziziye’de pansiyonun çatı katında sohbetler ettiğimiz Haydar hocanın samimi bir insan olduğunu düşünmüştüm. Zaten öyle düşünmeseydim daha sonra dergilerini de basmazdım.

Çoğu kere kendi kendime kaldığımda ‘yahu bir gün gideyim ve Hocam bu ne haldir? Durduğunuz noktayı bana bir daha anlatır mısınız lütfen? Bu halinizi nereye oturtuyorsunuz ? diye sormayı hep düşünmüştüm. Çünkü insanların sosyal şöhreti bir şekilde arttıktan sonra artık onlarda zaman içinde ortaya çıkan değişimin dışarıdan nasıl göründüğünü, çok az sayıda kişi kendilerine samimiyetle söyleyebiliyor. Özellikle, geçen zaman içinde politik bir figür olan kişiler için bahsettiğim türde bir ihtimalin neredeyse ortadan kalktığını maalesef çoğu kereler gözlemleyebiliyoruz. Hoca için de bu değişimin böylesi bir süreç içerisinde ortaya çıktığı ihtimal dahilinde olabilir.

Haydar Hoca ile bu tarz bir görüşme yapmayı birkaç sefer düşünmüş olsam da  nedense bir türlü yanına gidemedim. Gençlik halim olsaydı sanırım çok fazla derin düşünmez ve aklıma geldiği an  kendisine ulaşmaya çalışırdım. Ama yaşlar ilerleyince insan daha çok hesap yapıyor ve ha bugün ha yarın derken bir çok şeyi kaçırıveriyor.

Haydar Baş’ın vefat haberini duyunca içim adeta cızzz etti. 34 yıl evvelki o sahneleri hatırladım. Ve nedense böyle bir yazı kaleme alma ihtiyacı hissettim. Onunla ilgili Hac döneminde başlayan ve sonraki senelerde az da olsa devam eden hukukumuz içerisinde cereyan etmiş olan bir kaç hatıramı nakletmeyi arzu ettim.

Allah ( cc) Haydar Baş’ın taksiratını affetsin. Kendisine Rahmetiyle muamele etsin. Amin

CAN SIKICI VE İBRET ALINMASI GEREKEN BİR SOSYAL OLAY YAŞADIK

10 Nisan cuma akşamını cumartesiye bağlayan gece saat 22.00 ile 24.00 arasında milletçe çok çarpıcı bir sosyal deney daha yaşadık. Sokağa çıkma yasağı lafı duyulunca bir çok şehrimizde insanların önemli bir bölümü kontrolsüzce sokaklara fırladı. Kararın detayını ve genelgenin bütününü beklemeden panik yaptılar.

Kitlelerin genel karakteridir zaten; bazen umulmadık anlarda umulmadık tepkiler gösterebilirler.

Geçen akşamki olayda ise bu sonuç belki tahmin edilebilecek bir şeydi ama yine de sanırım kararı alanlar bu tarz bir gelişmeyi beklemiyorlardı Bir aydan fazla bir zamandır gergin bir halde, hadiselerin içinde zor günler geçiren kitleler ani verilen ve detayları yeterince açıklanmayan kararı duyunca kendilerince tedbir almaya çalıştılar. Yasağın iki gün olduğunu bir an için unutuverdiler. Sanki aylarca içeride kalacaklarmış gibi ürktüler.  Her biri ile tek tek konuşulsa büyük çoğunluğu yapılan eylemin doğru olmadığını muhtemelen belirteceklerdir. Fakat kitle psikolojisi birbirini tetikledi ve olan oldu…

Bu nahoş gelişme üzerine hükümeti eleştirmek isteyenlere adeta gün doğdu. Her biri bir köşeden ahkam kesmeye başladılar. Bazıları direk olarak saldırıda bulundular. Bir kısmı işi karikatürize etmeye çalıştılar. Bir diğer kısmı ise olayı destekler gibi yaparken arada bu kararı alanlara yönelik alttan alta darbeler vurdular.

TV’lere ve sosyal medyaya da iş çıktı. Kimi bu kararın ne kadar kötü alındığını anlatmaya çalıştı. Kimisi her durumda olduğu gibi akıl vermeye kalktı. Hükümete yakın medya kuruluşları ve yazarların önemli bir kısmı çok zor durumda kaldılar. Eleştirseler bir türlü sıkıntı olacaktı, izaha kalksalar olayın tutulur tarafı yoktu.

Sosyal medya daha kontrolsüz olduğu için zaten olayın en çok tartışıldığı yer o mecra oldu…

Her olaya muhalif bir tarzda yaklaşan ve salgın gibi çok girift bir olayda da aynı duruşu gösteren kişileri gördüğümde bazen şunu düşünüyorum: Oturdukları apartmanı bile yönetemeyecek çapsızlıkta kişiler, bu ölçüde kendi sağlığını bile düşünmeyen bir milleti özellikle böylesi bir salgın sürecinde idare etmenin ne kadar zor olduğunu tahayyül edemiyorlar. Edememeleri normal da kendilerini bir şey sanıp büyük büyük laflar söylemeye çalışıyorlar. Yok şöyle yapılmalıydı. Yok böyle yapılmamalıydı diye.

Bu kesimlerin içinden daha farklı bir grup da fırsattan istifade etmeye çalışarak, ( daha evvel bazı olaylarda da yaptıkları gibi) ortadaki hareketliliği adeta köpürtmeye çalıştılar. Bu işi yaparken de muhtemelen buradan hükümeti nasıl boşluğa düşürürüz diye hesaplar yaptılar.

Bir başka kesim ise kötü niyetli kişilerin ekmeğine yağ sürdüklerini fark etmeden hayret duygusu ile bu köpürtme işine ortak oldular. Sonuçta olayın kendisi zaten önemli bir kargaşa kaynağı  iken bir de tüm bu kesimlerin gayretleri de üzerine tuz biber ekince ortaya dehşetli bir kaos çıktı.

Topu topu iki saat süren bu sosyal manzara maalesef çok üzücü ve sinir bozucu bir mahiyet kazandı..

Esasında hafta sonu sokağa çıkmayı yasaklama kararı bugün gelinen noktada mantıklı bir karar gibi görünüyordu. Şu ana kadar yapılan yorumlar, ifade edilen gelişmeler, halkı böyle bir kararı gönüllü olarak kabul edebilecek kıvama getirmişti de.

Arka tarafında yatan düşünce de muhtemelen hafta sonu havaların da güzel olacağı varsayılarak millete biraz daha sokağa çıkmamaları yönünde fren yapma isteği idi. Az evvel de belirttiğim gibi özünde doğru bir karardı.

Fakat böyle bir kararı halka biraz daha erken duyurmak veya sokağa çıkamayacak insanların ihtiyaçlarını temin edebilecekleri yolları aynı anda göstererek ilan etmek gerekirdi tarzındaki eleştirilere hak vermemek mümkün değil. Bu nokta hükümetin eksi hanesine yazılabilecek bir husus olarak kayıtlara geçti

Lakin bu kararın karşısında kendi sağlığını düşünmeden kontrolsüzce sokaklara fırlayan bizim insanımızı ne yapacağız? Bu insanların durumu karşısında, ‘çok yazık’ demekten başka bir şey söylenemiyor maalesef. Kendini düşünmeyen bir insan topluluğuna başka ne denebilir ki. Günlerdir sabırla evde otur. Sosyal hareketliliği İstanbul gibi bir şehirde neredeyse %7’lere, %6’lara kadar düşür. Fakat en ufak bir panikte düşüncesizce sokaklara çık. İki ekmek ve iki paket makarna için birbirini ye. Sonuçta da bir çuval inciri berbat et.

Ya sadece muhalefet etmek için muhalefet yapanlar ve kötü niyetli sosyal köpürtücülerle ilgili ne tür bir yorum yapacağız?. Ben onların bu milleti ve bu devleti düşündüklerine artık neredeyse inanamaz hale geldim. Herhangi bir konudaki itirazlarının iyi niyetine de pek güvenemiyorum. Maalesef tek gayeleri hükümet veya daha da netleştirirsek Tayyip bey bir şekilde darbe yesin ve halk nazarındaki desteği zayıflasın.

Milletin salgından etkilenme oranını düşürmeye çalışıcı gayretler, başka ülkelerle mukayese edildiğinde bizim öne çıkan bazı güzel özelliklerimiz, ülke ekonomisinin uzun soluklu sokağa çıkma yasakları ile durma noktasına gelmesini önlemeye yönelik alınan tedbirler bu kesimlerin hiç umurunda değil diye görüyorum. Yoksa insanoğlu bu kadar göz göre göre olayları içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışmaz. Hatta bazen bu konu ile ilgili analizleri yorumlarken müsbet gibi görünen sonuçlardan bile rahatsızlık duyduklarını içten içe hissediyorum. Hep olayları en kötü haliyle yorumlama ve insanlara kötümserlik pompalama çabaları…

Bir de fırsattan istifade mevcut çalkalanmayı kullanmaya çalışarak, hükümetin kararı doğru ama yine yanlış yönettiler, yine yüzlerine gözlerine bulaştırdılar diyen müzmin muhalifler var. Onlar da bu nahoş olay üzerine hemen mevzuya girip bu toz duman içinde bir şeyler kapabilir miyiz diye arz-ı endam ettiler. Ülkenin ve dünyanın çok ciddi bir sıkıntılı süreçten geçtiği bir zamanda, bazen kısmi haklılığı olan muhalif görüşler umuma söylendiği zaman pek de hoş kaçmıyor. Dengeyi kaçırıyor, karamsarlıkları arttırıyor, top yekün yapılması gereken çalışmalardaki moral motivasyonu menfi etkiliyor.

En son olarak da bu karışıklığı hayret nazarıyla izleyip, ne olup bittiğinin arka planını değerlendirmeden her gördüğü konunun içine dahil olanlar var ki onların durumları da maalesef içler acısı: Bu insanlar belki kötü niyetli olmasalar da hadisenin sıcaklığına kapılarak her gördükleri videoyu/resmi paylaşıp, her karikatürü bir yerden başka bir yere naklettiler ve bu keşmekeşe menfi açıdan bir hayli katkı sağladılar.

İki saatlik bu yanlışlıklar ve aymazlıklarla dolu süreci çaresizlik içinde izleyen, üstelik hiçbir şey de yapamayan bir insan olarak kendimi adeta yedim bitirdim. Saat 24.00’den sonra ise dehşetli bir üzüntü ve yorgunluk hissettim. Kendi kendime hep şu soruyu sordum. Ben bu olayda kime kızıyorum? Neden kendimi bu kadar çaresiz hissediyorum? Sanırım bir çok kişi de bu olaylar karşısında kendisine aynı soruyu sormuştur. Cevabı ise tek boyutlu değil. Her bir etkenin burada kendi çapında bir katkısı var.. Çok yönlü ve birbirini tetikleyen fazla sayıda kaynağı olan bir kaos hali…

Sonuçta Millet olarak geçirdiğimiz bu kısa süren ama hayli yıpratıcı sosyal deneyden bir çok dersler alınmalıdır kanaatini taşımaktayım. İnşallah toplum olarak bizlere maliyeti çok ağır olmaz.

Allah bu acı olayın sonuçlarını hayırlara tebdil etsin ve bu milleti beterlerinden korusun diye dua ederek sözlerimi bitirmek istiyorum

Vesselam

11.04.2020

HEPİMİZ KARDEŞİZ

Salgın dolayısıyla ortaya çıkan durum bir çok vatandaşımızın ekonomik durumunu olumsuz yönde etkiliyor. Kardeşliğimizin gereği imkanlarımızı paylaşmamız çok önemli. Bu açıdan BİZ BİZE YETERİZ kampanyası çok yerinde bir teşebbüs. Her birimiz bu anlamlı gayretin içinde olmalıyız

Bu arada yapılan hayırların gizli olanı makbuldür hükmünü hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Belli sayıda Devlet büyüğümüzün vatandaşı teşvik kabilinden simgesel açıklamalarının dışında, bizlere düşen sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesidir.

Ayrıca, Devletin ilan ettiği kampanyanın dışında, yakın çevremizden başlayarak, akrabalarımızı, komşularımızı ve mahallemizdeki zor duruma düşen kardeşlerimizi özellikle takip etmeliyiz. Unutmayalım ki, zor zamanlarda imkanları tükenen insanlar için bir saat bile çok önemlidir. #bizbizeyeteriz

SATRANÇ OYUNU

Zbigniew Brzezinski Polonya Kökenli bir ABD’li siyaset adamı. 1977-81 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yaptı. 1990’lı yıllarda kaleme aldığı ‚’Büyük Satranç Tahtası’‚ adlı kitapta uluslararası ilişkileri bir satranç oyununa benzetmişti. Bu kitabında dünyanın mevcut dengesini ve gelecekte muhtemel olarak vuku bulabilecek olayları farklı yönlerden bakarak resmetmeye çalışmıştı.

Brzezinski’nin uluslararası politika ilgili kullandığı bu kavram konuyu daha iyi kavrayabilmek için hakikaten yararlı bir benzetme.

Özellikle de Türkiye gibi bir ülkenin dış politikasının bugünkü durumu ve muhtemel senaryolar üzerinde durulacaksa zor bir satranç oyunu ile karşı karşıya olduğumuz tesbiti yapılabilir.

Öncelikle Ülkenin güney sınırları ile ilgili meselelerde yorum yapılacak veya dış politika yapıcıları olarak kararlar alınacaksa, sınırların ötesinde bu bölgelerle ilgili çok sayıda devletin hem Türkiye ile ilişkileri hem de birbirleri ile ilişkilerinin hesaba katılması gerekiyor. Burada olay sadece Türkiye-Suriye veya Türkiye-Irak ilişkisi olmanın ötesinde bir boyuta sahip.

Suriye ile ilişkilere bakıldığında Suriye yönetiminin, sınırları dahilinde, kendisi için tehlikeli olarak gördüğü bölgelere ve topluluklara 2011 yılında bu yana artan bir dozda zulüm yapmaya devam ettiğini görüyoruz. Ülkedeki iç savaş ve halka karşı yapılan bu zulüm neticesi oradaki insanlar bizim ülkemize doğru yöneldiler..

Türkiye 4 Milyona yakın mülteci ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu insanların büyük bölümü ülkemizdeki insanlarla akraba. Hem bu yüzden hem de vicdanen bu insanlara gelme diyebilmek mümkün değil. Zaman zaman azalsa da bu göçü teşvik edecek saldırılar devam ediyor..

Suriye’nin kuzeyinde yani bizim güney sınırlarımızda, rejimin otorite boşluğundan istifade ile rahatça hareket zemini bulan terörist güçler Türkiye için ciddi bir tehlike oluşturuyorlar. Ülke güvenliği açısından onların ya bertaraf edilmeleri ya da buralardan uzaklaştırılması gerekiyor. Bu unsurların yurt içindeki uzantılarıyla bağlantıları ve beraber çalışıyor olmaları ülke açısından ciddi bir sıkıntı doğuruyor.

Fakat bu noktada bir bakıyorsunuz stratejik müttefik dediğimiz ve bir çok uluslararası kurumda beraber çalıştığımız ABD, sun’i bir organizasyon olarak yakın zamanlarda ortaya çıkartılmış DEAŞ’ı bahane ederek bu Türkiye düşmanı unsurları destekliyor.

Tüm bunlara rağmen Türkiye, Fırat Kalkanı harekatı vasıtasıyla Özgür Suriye Ordusu ile birlikte, BM kurallarına göre meşru müdafaa hakkını kullanarak bir koridor açmaya muvaffak oldu. Daha sonra Afrin bölgesine yönelik de Zeytin Dalı Harekatına girişti. Tüm bunlar ülke güvenliğini tehdit eden dış saldırılara karşı meşru müdafaa hamleleri. Fakat ABD ve diğer ülkeler meşru müdafaa hakkımızı kabul etseler de yine de bir çok platformda bu olaylara sıcak bakmadıklarını ifade ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Bu ifade ediş bazen tehditkar tavırlara kadar varabiliyor.

Fırat nehrinin doğu tarafı ile ilgili hassasiyetlerimiz konusunda da ancak kısmi bir netice alabildik. O bölgeye yönelik yapılan son askeri harekat olan Pençe Harekatı, özellikle büyük güçler tarafından sınırlı bir seviyede tutulmaya çalışıldı. Buna rağmen güvenlik birimlerimiz belli bir bölgede ve derinlikte olmak üzere sınır ötesinde de bir güvenli bölge oluşturabilmeyi başardı.

Fakat burada dikkat çekecek husus ABD ve Rusya’nın Türkiye’yi rahatsız eden ayrılıkçı terörist topluluklarla ilgili Ülkemizin taleplerine karşı nedense fazla duyarlı davranmamaları ve bazen ayrı düşseler de çoğu kere bu taleplere beraberce karşı durmaları. PKK, PYD ve YPG güçleri yabancı ülkeler tarafından nedense Türkiye için ifade ettiği ölçüde zararlı ve tehlikeli görülmüyor. Burada bu güçlerin gerektiği zaman Türkiye’ye karşı operasyonel bir maşa olarak kullanılabilmesinin de büyük bir rolü var gibi görünüyor.

Suriye’deki girift ilişikiler içerisinde bir diğer önemli insiyatif de 2016 yılında devreye giren Astana süreci. Cenevre’de başlayan ateşkes görüşmelerinin yeniden canlandırılması için devreye sokulan bu süreçte, Türkiye, Rusya ve İran iç savaşta mücadele eden güçleri bir araya getirmeye ve belli bir zeminde buluşturmaya çalışıyorlar.. Bu görüşmelerde ilgili ülkeler çatışmasızlık alanları oluşturmayı ve saldırılardan kaçan toplulukları buralarda tutabilmeyi kararlaştırıyorlar. Bir dizi toplantılar sonucunda bir mutabakata varılıyor. Zikri geçen bölgelerde kontrol noktaları kuruluyor.

Fakat belli bir zaman geçtikten sonra maalesef hava tekrar değişiyor ve bombalamalar başlıyor. Uzun bir süredir güney sınırlarımızın dışındaki olaylara bakışta belli bir mutabakat dahilinde hareket ettiğimiz Rusya’da da tavır değişikliği hissedilmeye başlıyor..

Güvenli bölgeleri Ruslar ile mutabakat halinde beraberce oluşturan ve buralara kontrol noktaları kuran Türkiye’nin askerlerine karşı Rusya’nın desteği ile harekata girişen Suriye’li güçler saldırılar düzenliyorlar.. Türkiye tam bir karşı hamle ve sürpriz bir atakla karşı karşıya kalıyor.

Rusya destekli Suriye ordusunun İdlib civarına yapmakta olduğu son saldırılar üzerine buralarda yaşayan halk kuzeye yani Türkiye sınırlarına doğru gelmeye başlıyorlar.. Yeni dalgalar halinde gelmeye teşebbüs edenleri sınırlarımızın dışarısında tutmak için Türkiye, hem hükümet olarak hem de gönüllü kuruluşlar kanalıyla ciddi bir gayret sarfediyor.

Bu noktada Rusya’nın güneyimizde ortaya çıkan son gelişmelerdeki tavır değişikliğinin muhtemel sebepleri üzerinde biraz daha detaylı durmaya çalışalım.

LİBYA KONUSU

Sebeplerden bir tanesinin Libya konusu olduğu kuvvetle muhtemel.

Libya ile Türkiye ilişkisini daha iyi anlayabilmek için kısa bir tarihi arka plan okuması yaparsak;

Bir ülke düşünün ki bundan 100 sene evvel bugünkü sınırlarının çok ötesinde bir etki alanına sahip ve dünyanın çok önemli coğrafyalarındaki insanlarla akrabalık, dostluk , kardeşlik bağı ile bağlı olmuş. Bugün çok daha sınırlı bir yüzölçümüne sahip olsa da daha önceki dönemde ilişkide olduğu tüm coğrafyalardaki gelişmeler onu bir şekilde ilgilendiriyor. Türkiye işte böyle bir devlet.

Libya özelinde konuya bakarsak: Osmanlı bürokratlarından ve aydınlarından bir bölümü için Fizan, hatırlarından hiç çıkaramayacakları bir bölge idi . Üstelik ismi, uzaklık ifade eden darb-ı mesellerimiz arasına bile girmişti.

Sunusi tarikatı özellikle Sirenayka bölgesinde çok etkili bir hareketti. Kuzey ve Sahra Afrikasında toplumsal tabanı bir hayli genişti. Baba Sunusi ve Muhammed Mehdi zamanlarında Sahra’nın en büyük kütüphanesini kurmuşlardı. 1850’lereden sonra merkezlerini Cagbub’a taşımışlardı. Bu hareket Afrika’da önce Fransız daha sonra İtalyanlar ve Birinci Dünya Savaşı sırasında da İngilizlere karşı bölgelerinin kahramanca savunmaya çalışmışlarıdır.  . Sunusi ailesinden Ahmet Eş Şerif Es Sunusi Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’da diyar diyar dolaşıp Milli mücadele için gayret sarfetmişti. Ömer Muhtar Libyalılar için olduğu kadar bizler için de bir Milli kahraman durumundaydı.

Osmanlı Devleti zamanında, sınırlar içinde yer alan iki adet Trablus’un birine Trablus Şark birine de Trablus Garp adı verilmişti. Bugün Libya’nın bizim de tanıdığımız meşru hükümeti işte Trablus Garp bölgesinde alıyor.

1911 Yılında İtalyan’ların Libya’yı İşgal etmesi üzerine Osmanlılar yerel güçlerle birlikte bu bölgeleri savunmaya çalıştılar. Daha sonra Balkan Savaşı’nın çıkması ile Osmanlı kuvvetleri buralardan çekilmek durumdanda kaldılar. Fakat Sunusi ailesi liderliğindeki güçleri imkan nisbetinde desteklemişlerdi.

Lozan anlaşmasında Libya ve Sudan ile olan bağlantımızın kalmadığı hususu anlaşma metninin içine konuldu.

Bu maddeye rağmen bölge ile ilişkimizin tamamıyla kesilebilmesi mümkün müydü? .

Elbette mümkün değildi. Belli bir dönem kesiklikten sonra bu bölge ile gönül bağı, tarih bağı, din bağı ve akrabalık bağları üzerinden ilgimiz tekrar canlanmaya başladı.. Türkiye çok sorunlu bir politik figür olmakla birlikte Kaddafi döneminde bile bu ülke ile önemli işbirlikleri içine girdi. . İş adamlarımız ve müteahhitlerimiz ciddi yatırımlar gerçekleştirdiler.

Son aylarda Türkiye, ve Libya ( Trablus’daki meşru hükümet) Deniz Yetki Alanları Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası imzalayarak karşılıklı olarak kıyıları olduğunu deklare ettiler.. Bu  anlaşma ile iki ülke, Akdeniz’ de geniş bir hareket alanına sahip oldular ki bu da uluslararası alanda önemli bir başarı olarak tarihteki yerini aldı.

RUSYA İLE MASADA EL SIKIŞMA SAHADA BİLEK GÜREŞİ

Türkiye bugün Libya’da uluslararası camianın ve BM’nin meşru olarak kabul ettiği Trablus’ daki yönetimi destekliyor. Bu yönetimin karşısında da HAFTER adında bir dönem uluslararası camianın terörist olarak nitelediği bir kişi ve onun toplama askeri gücü var. Ortadoğu’da beraber hareket ettiğimiz, kendisinden S 400 savunma sistemi alma yolunda olduğumuz, üstelik doğal gaz projeleri ile sıkı sıkıya bağlandığımız Rusya, Wagner adlı askeri milis gücü ile Hafter’in yanında yer alıyor. Masada Rusya ile el sıkışıyoruz. Fakat sahada ( hem Suriye hem de Libya’da) Rusya ile dolaylı bilek güreşi yapıyoruz..

Orta Doğu coğrafyasındaki bir çok Müslüman Arap ülke de ( başta BAE ve Mısır olmak üzere) Hafter’i destekliyorlar. Tabii Avrupa’dan da mesela Fransa gibi ülkeler Hafter’in yanında. Libya krizi son günlerde Türkiye için çok önemli bir sınav alanı olarak gündemi meşgul ediyor.

Orta doğu bölgesine YENİDEN dönersek:

Müslümanlar için yeryüzünde tartışmasız üç önemli mescid var . Mescid-i Haram Mekke’de. Mescid-i Nebevi Medine ‘de ve Mescid-i Aksa Kudüs’te

Osmanlı bu üç noktaya da tarih boyunca çok büyük hürmet etmiş. Her yıl Mekke ve Medine’ye sürre alayları göndermiş. Her üç Mescide ve çevrelerine hizmet etmeye çalışmış. Derken 20’nci yüzyılın başında o dönemki dünya politikasının yön vericileri bizleri oradan koparmak için ciddi bir hamle yapmışlar. Daha sonrasında o bölgelerle aramıza geniş bariyerler inşa etmişler. Nevzuhur ülkeler, Uydu yönetimler, Osmanlı’ya ihanetleri karşılığında kendilerine ve nesillerine belli toprak parçalarının verildiği aileler, kabileler vs. .

O dönemlerde Türkiye kendi gücünü toplama gayreti içinde olduğundan bu konuda pek bir şey yapamamış fakat ilgisini de hiç bir zaman tam olarak kesmeyip içten içe canlı tutmaya çalışmış. Zamanı geldiğinde ilişkilerin yeniden kurulmaya başladığını gördüğümüzde bu ilginin zor dönemlerde de alttan alta devam ettiği sonucunu çıkarabiliyoruz.

Mesela Osmanlı son dönemlerinde ciddi sıkıntılarla uğraşırken bile Bağdat ve Hicaz demiryollarını inşa etmeye girişmiş. Bugün bile ilgili ülkelerdeki aklı selim sahibi kişiler bu yolların önemini ifade ediyorlar. Bu emperyalist güçler o yolları sürekli kullanılamaz hale getirmek için uğraşmışlar.   Daha sonraki dönemlerde imkan buldukça sınır kapıları inşa etmişiz, kara yolları yapmışız. Bu bölgelerle bizim ilişki kurmamızdan rahatsız olanlar ise o kapılar ve yolların fırsat buldukça güvensiz bir hale dönüşmesi için uğraşmışlar.

Fakat yine de aramızda sınırlar ve çeşitli ülkeler olsa da Türkiye’den kara ve deniz yolu ile Hac ve Umreye gitmeye çalışmışız. Daha sonra hava yolları da devreye girmiş. Ticaret yapmaya gayret etmişiz. Çünkü o bölgeler Türkiye’ye sarsılmaz bağlarla bağlı . Bu bağ yönetimler düzeyinden daha çok halklar düzeyinde canlı bir şekilde devam ediyor.

Tabii Orta Doğu bölgesinde petrolun varlığı ve petrolün Batılı sanayiler için hayati öneme haiz olması da bizim bu bölgelerden uzak tutulmamız için batılı sömürgeciler tarafından bilinçli olarak takip edilen bir hedef olmuş.

Batılı ülkeler Mekke ve Medine’nin yönetimi için Suudi ailesini bu toprakların başına koymuş ve onlarla sıkı bir maddi menfaat mekanizması oluşturmuşlar. Kudüs için de seçilen en önemli müttefik İsrail Devleti. İsrail küçük ama etkili bir çıban başı olarak o bölgede sürekli sorun çıkarıyor ve bu toprakları adeta kendi öz vatanı gibi lanse ediyor.

Yine stratejik müttefikimiz gibi duran ABD son günlerde Türkiye’nin hissiyatını nazar-ı itibare almayarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmekten çekinmiyor.. Burada ABD Sadece bizim de değil o bölgedeki Müslüman ahalinin de hissiyatını ciddiye almıyor ve bu tarz bir insiyatif kullanıyor.

Söz buraya gelmişken dikkati çeken bir diğer noktaya daha temas etmeyi arzu ediyorum. Ne zaman Türkiye kendi dış politikasında ciddi bir mesele ile uğraşsa Türkiye’nin hassas olduğu başka bir meselede onun isteği ve düşüncesi hilafına bir oldu bittinin yapılması. Son örnekte de böye oluyor. Türkiye güney sınırlarının dışında Suriye’nin saldırıları, Rusya’nın tavrının değişmesi ve Libya’da Hafter krizi ile uğraşırken bir bakıyorsunuz ki ABD İsrail ile el sıkışıp yüzyılın planı diye bir anlaşmanın can sıkıcı maddelerini açıklıyor. Bu maddeler içinde en önemlisi de Kudüs’ün tamamen İsrail insiyatifine terk edilmesi kararı. Kudüs tarihin her döneminde Müslümanlar için çok büyük önemi olan bir ülke. Bugün de bu önem aynı tarzda devam ediyor.

Tüm bu dengeler içinde özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası politikada aktif olan rolünü ABD’ye bırakmak durumunda kalan, ama olayların gerisindeki sessiz ama derinden etkisini daima muhafaza eden İngiltere’nin tavırlarını da dikkatlice izlemekte yarar var. Çünkü İngiltere ve geniş bir organizasyon olarak İngiliz Milletler Topluluğu uluslararası Satranç oyununda dikkate alınması gerek önemli bir ülke..

Bu oldu bittilere karşı güçlü bir şekilde sesini çıkaran ve etkili bir tarzda savunmasını yapan ülke olarak Türkiye’yi görüyoruz. Bu yazının kaleme alındığı saatlerde İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ABD’nin Kudüs’ü tamamiyle İsrail’e verme niyetini de içinde barındıran Yüzyılın Planı’nı reddettiğini açıklaması sevindirici bir gelişme olarak ilan edildi Esasında beklenti olarak Hristiyan ülkelerin de Kudüs konusunda daha dikkatli ve İsrail oldu bittilerini kabul etmeyen bir halde bulunmaları gerektiği düşünülebilir fakat İsrail nedense onlar için tercih edilebilir bir ülke olarak değerlendiriliyor ki bu tarz bir tutum takınıyorlar.

PETROL NAKLİYESİNİN ÖNEMİ

Körfez bölgesinin petrol kaynaklarının buradan taşınması için önemli bir yol Basra körfezi ve Hürmüz boğazı. Aynı zamanda bu yol Aden körfezi üzerinden devam edip Kızıldeniz ve Süveyş kanalını takip ederek Akdeniz’e çıkıyor. Buralar tarih içinde çok uzun süreler ya Osmanlı kontrolünde veya Osmanlı ile dost yönetimlerin elinde bulunmuş yerler. Buraların halkları ile uzunca bir süre adeta akrabalık münasebeti içinde olmuşuz. Fakat bugün Basra körfezi çevresindeki bir çok ülke batılı sömürgeciler tarafından adeta ablukaya alınmış ve Türkiye’ye karşı her tür operasyonun içinde yer alıyorlar. Burada kısmen Katar’ı sağlam bir duruş içinde görmekteyiz.

Aden körfezinin dibindeki Yemen ise kardeş kavgasının en yoğun gerçekleştiği bir yer. Bu bölgenin karşı tarafında Afrika cenahında ise Somali ve Cibuti yine petrol yolu üzerindeki çok stratejik noktalar.

Türkiye tarihi bağları ile buralarla teması canlı tutmaya çalışıyor fakat batılı sömürgeciler direk ve çoğu zaman da dolaylı yollarla daima Türkiye’yi bir şekilde buralarda yıpratmaya çalışıyorlar.. Son yıllarda Somali’de meydana gelen kanlı suikastler hep dünyanın başka bir tarafında bu ülkelerin menfaatlerine uymayan bir şey yaptığımız zaman karşımıza çıkıyor. Enteresan bir diğer nokta, bu kanlı eylemleri yapanlar da maalesef maşa tarzında kullanılan örgütler. Yine bir çoğu ile aynı kıbleye doğru namaz kılıyoruz. Bu üzücü hal ise İslam ümmetinin önemli bir sınavı.

Orta Doğu’nun ve özellikle Arap aleminin ağabeyi durumundaki Mısır, Türkiye’nin tarih içinde İslam dünyasına liderlik etme yolunda bazen kısmi rekabet ettiği bir ülke olmasına rağmen ilişkimizin kesilmediği bir coğrafya.. Oradaki yönetimler tarihi süreç içinde de bazen merkeze başkaldırmışlar. Fakat halkı ile ciddi bir sorunumuz olmamış. Bir ilim merkezi olarak Osmanlı alimleri ve aydınlarının bir ayağı hep burada olmuş. Rahmetli Mursi zamanda çok iyi olmasına rağmen onun devrilmesinden sonra Mısır ile ilginç bir kopukluk yaşıyoruz ki bunu da sömürgeci devletlerin başarıyla yaptığı fakat bizim de karşı koyamadığımız bir satranç hamlesi olarak not etmemiz gerekiyor.

Cezayir ve Tunus da 19.yy’ın sonlarına kadar ilişkimizin yoğun devam ettiği Akdeniz ülkelerinden. Osmanlı denizcileri ve onların torunları hep buralarda geniş bir etki bırakmış. Halkları ile dini, kültürel ve tarihi bağlarımız var. Onlarla ne zaman ilişkiyi geliştirsek oralarla ilgili bir sömürgeci güç ilginç bir şekilde bizim başka bir alanda önümüze engel çıkarıyor.

Son dönemlerde bu Türkiye bu ülkelerle de derinlikli ilişkiler kurmaya gayret ediyor. Özellikle son Libya krizi vesilesiyle karşılıklı görüşmeler bir hayli fazlalaştı.

BALKANLAR, KAFKASLAR VE TÜRKİ CUMHURİYETLER

Balkan savaşları ve Birinci Dünya savaşı sonrasında çekilmeye mecbur kaldığımız Balkan coğrafyası, Rumeli veya Avrupa-i Osmani, her an akrabalarımızın yaşadıkları bölgeler olarak ilgi alanımız içerisinde yer alıyor. Özellikle Batılı ülkeler ise bu bölgeleri adım adım bizden koparmaya çalışıyorlar. Balkanlar üzerinde Avrupa Birliği ülkeleri ve özellikle Almanya ile örtülü ama ciddi bir rekabeti yaşamaktayız. Tabii Rusya ile de bu bölgeler üzerinde tarihi rekabetimiz bazen azalarak bazen de artarak devam ediyor.. Bu mücadelede bizimle rekabete giren ülkeler oradaki Müslüman unsurları her durumda devre dışı bırakmaya gayret ediyorlar. Türkiye bu konuda da çeşitli hamlelerle ilgiyi canlı tutmaya gayret ediyor.

Karadeniz kıyısındaki bölgeler, başta Kırım, Kafkaslar ve doğumuzda Azarbeycan; hepsi birlikte gözleri bizde olan bölgeler. Biz de oralarla tarihten ve din kardeşliğimizden gelen bir duygu ile bağlılığımızı sürdürüyoruz. O bölgelerden Türkiye’ye göç etmiş genişçe bir nüfus kitlesi bulunuyor.

Bu bölgelerle geliştirdiğimiz her temas karşısında başka bir yerde Rusların farklı bir hamlesi ile karşı karşıya kalınıyor. Tabi Türkiye de Rusların başka bir coğrafyada bizim karşımıza çıkardığı sorunlara karşı bahsi geçen bölgelerdeki hamlelerini arttırmaya çalışıyor. Son günlerde Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Ukranya’daki ziyareti sırasında Rusya’nın Kırım’ı ilhakını Türkiye olarak tanımadığımızı beyan etmesi bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir hareket olarak not edilmeli. Satrancın bir yönü savunma ise bir yönü de gerektiğinde etkili bir tarzda hücum edebilmek.

İlave olarak Türki Cumhuriyetler de Türkiye’nin ilgi alanında coğrafyalar.; Anadoluya gelen kitlelerin büyük bölümü kökleri itibariyle Orta Asya’ya kadar dayanıyorlar. Türkiye’deki tasavvufi oluşumların bir kısmı yine Orta Asya civarından buralara kadar gelmiş alimlerin izlerini taşıyor.

Tarihi bir hakikat olarak ortada durduğu üzere zamanında büyük bir dünya devi olan bir ülkenin bakiyesi olduğumuzdan tabii ki ilgi alanımız çok geniş. İstemesek bile olaylar bizleri etkiliyor.. Dolayısıyla bunlar beni ilgilendirmez deme şansımız da pek yok gibi. O zaman tüm bunlara karşı çok kontrollü davranışlar göstermek zorunluluğundayız.

VE ÇİN

Son olarak Çin konusuna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.

Çin, son dönemlerde dünya politikasında etkin bir güç olma yolunda ciddi hamleler yapıyor. BM’de veto hakkına sahip 5 ülkeden biri. Dünya politikasında dengeleyici güç olma potansiyeline de sahip.

Türkiye uluslararası arenada oynamaya çalıştığı satrancın içinde Çin unsurunu da çok etkili bir şekilde hesaba katmak zorunda. Çünkü Çin, yazının başından beri bahsettiğim tüm coğrafyalarla ilgili hesabı olan bir ülke. Özellikle son dönemlerde üzerinde çalıştığı Bir Kuşak ve Bir Yol projesi Türkiye’nin mecburi ilgi alanındaki ülkeler ve topluluklarla bire bir alakalı. Türkiye’nin içindeki ve çevresinde bir çok karayolu, demiryolu ve deniz yolu projelerinde Çin etkin bir ülke olarak yer alıyor. Türkiye’nin de bu önemli gücü bir çok projesi içinde hesaba kattığını müşahade etmekteyiz… Bu arada dikkati çeken ilginç bir başka nokta da Çin’in Türkiye ile münasebetlerinin sıcak olması gerektiği her durumda Uygur ve Doğu Türkistan meselesinin özellikle batılı kaynaklar tarafından hemen ısıtılması. Bu durum Türkiye açısından dikkatle ele alınması gereken bir nokta.

Bu noktada ‚Uygur ve Doğu Türkistan konusu ilgi alanımız dışında mı kalmalı?”diye bir soru akla gelebilir.

Hayır öyle demek istemiyorum. Lakin o meseleye karşı tavır koyarken başka alanlardaki işbirliği imkanlarını da zedelememek gerekir görüşünü öne çıkarmak istiyorum.

ÇOK ALTERNATİFLİ DIŞ POLİTİKA

Bu noktada Türkiye’nin bir dönem uygulamaya çalıştığı çok alternatifli ve olabildiğince fazla sayıda uluslararası örgütü değişen olaylarda değerlendirebilen bir dış politika uygulamasının ciddi bir yarar sağlayacağını gözden uzak tutmamak gerekiyor.

Dış politikada bazen bire bir ilişkiler önemli olduğu gibi, farklı ağırlıktaki uluslararası örgütleri de gerektiği zamanlarda devreye sokabilmek çok ciddi yararlar sağlamakta

Türkiye dış politika hamlelerini genelde uluslararası anlaşmalar ve normlara göre yapma ilkesinden vaz geçmemeye çalışan bir ülke. Güç kullanması gereken noktalarda bile bu gücü kullanırken BM kararlarına ve uluslarası teamüllere uymaya gayret ediyor. Mesela Suriye’ye karşı yapılan askeri harekatlarda BM’nin 51 nolu maddesine özellikle uyulmaya gayret edilmiş ve bu hususun altı kalın çizgilerle çizilmişti.

Türkiye’nin karşısında yer alan büyük güçler uluslarası sistemin kontrol noktalarında olmalarına rağmen (Bu güçler genelde BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip 5 üyesi) kural ve kaidelere uymamayı ve keyfi davranmayı seçebiliyorlar. Güç merkezli realist bir yaklaşımı haklı çıkarıcı davranışlar uluslararası sistemin hakkaniyetli işlemesi önünde en büyük engeller olarak yer alıyor.

Yine Türkiye’nin son dönemlerde başarıyla uygulamaya muvaffak olduğu gönüllü teşekküller ve yarı kamusal yardım ve kültür kuruluşları eliyle yapılan soft power ( yumuşak güç) politikaları da kayda değer başarılar sağlamakta Burada TİKA; YUNUS EMRE; MAARİF VAKFI, DIŞ TÜRKLER VE KIZILAY gibi kurumları zikretmemiz önem taşıyor. Bu kurumlarımızın daha verimli ve sağlıklı bir eşgüdüm içerisinde çalışmaları ayrıca bunların yanına DİYANET’i ve bazı gönülü kuruluşları da dahil ederek alternatifleri çoğaltmayı başarabilmeliyiz. Bu alanlarda şu ana kadar yararlı çalışmalar yapılmakla birlikte koordinasyonun daha etkin olması gerektiği gözlerden kaçmamaktadır.

SONUÇ OLARAK,

Türkiye’nin dış politikasında zaman zaman bazı bölgeler ve unsurlar daha fazla öne çıkıyor gibi görünüyor. Fakat şunu hiç bir zaman unutmamak gerekiyor ki uluslararası ilişkiler esasında birbirlerinden tamamen bağımsız olaylar değil. Hemen hepsi adeta bütün bir satranç oyunun farklı farklı köşelerde, devam eden kısımları.

Bu kısa yazı çerçevesinde Türkiye’nin tüm dış poltika meselelerine değinmek ve onlarla ilgili yorumlar yapmak iddiasında değiliz. Yazının hacmini daha fazla genişletmemek için bazı bölümleri kısa geçmek bazı noktalara da değinememek gibi bir durumda kaldık.

Fakat burada özellikle dikkat çekmeye çalıştığımız husus dış politikaya bakış ile ilgili bir perspektifin altını çizebilmek. Suriye ile uğraşırken bilmeliyiz ki oradaki bir hamlenin karşılığı bazen Libya’da atılmakta. Kanal İstanbul’u konuşurken bu konunun bir tarafında Türkiye’nin dünya denizyolları içindeki hakimiyet mücadelesini veya dış ticaretindeki önemli bir köşe taşını da konuşuyoruz. Montrö anlaşmasından bahsederken kökü Osmanlı dönemine kadar uzanan bir Boğazlar meselesini ve onun taraflarının dünkü, bugünkü ve muhtemelen de yarınki pozisyonlarını değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

Yunanistan ile bir meseleyi çözmeye çalışırken aynı zamanda bilmeliyiz ki bu konu Doğu Akdeniz’deki doğal gaz mücadelesinin de bir alt gündemi veya Balkanlardaki bir oluşumun bizim önümüze getirdiği bir konu .

Dolayısıyla tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dış politika yapımcılarının işleri çok zor. Fakat Dış politika ile ilgili yorumlar yapan bir çok kişi bazen bir parçayı ele alarak neyin nasıl olmaması gerektiğini tek başına bir meseleymiş gibi rahatlıkla ifade edebiliyor. Sadece analiz ettiği olayla ilgili gördüğü eksiklikleri dile getiriyor. Kısmi bir konudan bütünün tamamına yönelik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor. Bu sonuçlar da maalesef bir çok hatayı bünyesinde barındırıyor

Oysa oyunun tamamını görerek neyin nasıl yapılması gerektiği ve bunun kısa, orta ve uzun vadede nasıl olması icap ettiğini kurgulamak çok ciddi bir çaba istiyor. Bu çabanın hem Dışişleri kadroları, hem de bu konularla uğraşan akademisyen ve araştırmacılar tarafından derinlemesine ve detaylı bir şekilde ortaya konulması ülkemiz ve dünyamız için hayati bir önem taşıyor.

Ağustos böceğinin sesini duyabilmek..

İstanbul Ticaret Odası her ayın ikinci perşembe günü Meclis üyeleri ile bir toplantı yapar. Bu toplantıda rutin konuların görüşülmesi dışında, üyeler gerek sektörleri ile ilgili gerekse de genel konuları ele alarak, kürsüde görüşlerini ifade ederler. 2019 Ağustos ayı Meclis toplantısında ben de söz aldım.

Konuşmamın ana hareket noktası Temmuz ayında Türkiye’de, bir ay içinde yayınlanan kitap sayısı adedi olarak bir rekor kırılmış olmasıydı. Bu gelişme ile ilgili meclis üyesi arkadaşlarımı bilgilendirmek ve bu noktadan hareketle yayın dünyası, kitap, kültür, düşünce konularında hem iş dünyası hem de bu konuşmaya muhatap olacak kişiler nezdine bir farkındalık oluşturmayı hedeflemiştim.

Konuşmama yıllar evvel Sedat Kaya adlı bir gazetecinin kendi köşesinde yayınlanan bir yazısından alıntılar yaparak başladım. Yazı özetle şöyle idi.

1905 Yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt, kendi dönemindeki Kızılderili liderleri ile bir toplantı düzenlemiş.

O dönemin Kızılderili şefleri trenle New York’a getirilmişler. Bir heyet kendilerini karşılamış ve şehri gezdirmeye başlamış.

Sokaklardaki insan seli, arabaların, iş makinalarının gürültüsü Kızılderili şeflerini bir hayli şaşırtmış.

Derken bir aralık Kabilelerden birinin şefi olan Kara Geyik dikkat kesilmiş, yanındakilere bir Ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söylemiş.

Yanındaki diğer reisler de onu onaylamışlar fakat diğer beyaz adamlar böyle bir şey olamayacağını, olsa bile onun sesinin bu gürültü içinde duyulabilmesinin mümkün olmadığını ifade etmişler.

Kara Geyik ısrar etmiş, bindiği arabayı durdurmuş ve ileride bir parka doğru gitmeye başlamış. Derken orada bir ağustos böceğinin görmüş. İşte demiş ses buradan geliyor.

Herkes hayretler içinde kalmış.

“Olamaz” demişler, “Sende doğaüstü güçler var.”

“Hayır” demiş Kara Geyik,

“Ağustos böceğinin sesini duymak için doğaüstü güce ihtiyaç yok. Bu sizin ilginiz ile bağlantılı bir şey.

Bakın demiş şimdi size bir şey göstereceğim:’

Hemen cebinden metal bir 50 sent çıkarmış ve kaldırımda yürüyen insanların arasına yuvarlamış… Para metal gürültüsü çıkararak belli bir yol almış.

Bir anda sesi duyan herkes “acaba benden mi düştü.” diye paraya bakmaya başlamışlar.

Kara Geyik yanındakilere sormuş.

‘Benim ne demek istediğimi şimdi anlayabildiniz mi?’

“Anlamadık” demişler

Bakın demiş;

“Bir insan için önemli olan nelere değer verdiğidir. Çünkü her şeyi ona göre duyar, ona göre görür ve ona göre hisseder. Siz doğaya değer verseydiniz, Ağustos böceğinin şarkısını duyardınız. Paraya değer veren insanlar en küçük bir metal sesinde hemen dikkat kesiliveriyorlar’…

Daha sonra beni dinleyenlere şu soruyu yönelttim.

Bu hikâyeyi niye anlattım? Şimdi bunun üzerinde biraz konuşalım müsaade ederseniz…

Cevap sadedinde ise aşağıdaki tarzda sözlerime devam etim.

Biz tanım olarak iş adamıyız. Ticaret odasında 400 binin üzerinde tüccar ve sanayiciyi temsil ediyoruz.

Bugün gündemimizin en önemli yerlerine para, çek, karlılık oranı, ebita (favök), ihracat, ithalat, gayrisafi milli hâsıla, geçinme endeksleri gibi maddi değerler oturmuş vaziyette.  Gündemimizi haddinden fazla doldurmakta olan bu başlıkların arasında bizi insani olarak yücelten değerlere yeterli oranda yer ayırabiliyor muyuz?

Oysa biz iş adamı kimliğinin daha üstünde bir kimliğe sahibiz. Çünkü biz insanız.

İnsan için Şeyh Galip şöyle der:

‘Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen “

Biraz daha sadeleştirerek ifade edersek

“Kendine saygıyla muhabbetle bak, çünkü âlemin özü sensin.

Sen, kâinatın göz bebeği olan insansın.”

Buradan hareketle insan çok değerli bir varlık ve insan için paradan puldan maddiyattan daha önemli değerler var veya olmalı.

İnsan, âlemin özü, kâinatın göz bebeği…

Kültür, sanat, felsefe, köklü bir medeniyete ait olma, düşünce, tabii hepsinin en önünde iman bu değerlerden bir bölümü

Bunları elde edebilmek bilgi ile olur, öğrenmekle olur, öğrendiklerimiz üzerinde derinden derine düşünmek ile yani tefekkür etmekle olur

Düşünmek deyince hemen şöyle bir izahat yapayım. Bu kelime için,  insanın kendi içine düşmesi yani kendini derinliğine tanıması kavramından gelir derler ki bu da benim çok hoşuma giden bir izah tarzıdır.

Bu özellikleri kazanmak için öncelikle okumak, kitaplarla haşir neşir olmak, âlim ve arif kişilerle sohbet etmek gerekir.

Düşünce hayatıyla ilgili konulara, okumaya ve kitaba ilgi duymak, bu noktalara dikkatini vermek ağustos böceğinin şarkısına kulak kabartmakla eş değer bir eylemdir. Çoğu kişinin para şıkırtısının peşinde koştuğu bir dünyada ağustos böceğinin namelerini önemseyen yani kendi insani değerlerinin farkına varmış bireyler olabilmeye çalışmak gerekiyor.

Bunun için de bizler okumalıyız, çevremizi de okumaya, öğrenmeye, ufkumuzu açmaya teşvik etmeliyiz

Bu gayretlerin sonuçları hem bizim üzerimizde kendinin gösterir, hem de çoluğumuzda, çocuğumuzda, torunumuzda, yani yakın ve uzak çevremizde müspet bir şekilde müspet bir tarzda dallanır ve budaklanır.

Bu tarz faydalı ortamlar ve ilgiler başkalarına da sirayet eder adeta bulaşıcıdır

Mesela bizler, yani topyekûn hepimiz, yapabildiğimiz ölçüde bu tarz bir yaklaşımı hayatımıza uygulayabilmeliyiz…

Bu noktaya gelmişken benim konuşmamdan biraz ayrılarak küçük bir ilave yapmak istiyorum:

İTO’NUN KİTAP FUARLARI NOKTASINDAKİ GAYRETLERİ

Frankfurt Kitap fuarında Türkiye’nin konuk ülke olduğu 2008 yılında biz de İTO olarak çok farklı şeyler yapmıştık.

Muhteşem bir Konser, Dünyanın en büyük ebrusunun,  fuar bahçesinde Hikmet Barutçugil Hoca tarafından yapılması, paneller, sergiler ve daha birçok etkinliği o yıl İTO organize etmişti.

O sene faaliyetlerimizi anlatırken şöyle bir temel cümle kullanmıştık:

İş adamı dediğimiz kişi sadece para ile pul ile ilgilenmez veya ilgilenmemelidir Kitap, yayın ve çeşitli sanat etkinlikleri bizim için insanın olmazsa olmaz değerlerinin ortaya çıkmasını sağlayan unsurlardır.  Bunun için bu fuarda ( Frankfurt’ta) İTO olarak aktif durumdaydık. Yeni bir iş adamı tipi oluşturmalıyız diyorduk. Bence bu nokta her dönemde geçerli bir husus olarak önümüzde durmaktadır.

İTO olarak bu ilgimiz devam ediyor ve yayıncılık sektörümüz de başarılı bir grafik çiziyor

Yeniden konuşmamıza dönersek…

Sözün geldiği noktada konuşmamızın ana ekseni olan temmuz ayı kitap adetleri ile ilgili bilgiyi de arkadaşlarımızla paylaştım.

Temmuz ayında Türkiye’de 55 Milyon kitap üretildi. Bu bir rekor olarak kayıtlara geçti. Bunun içinde eğitim kitapları oranı %70 olarak gerçekleşti.

Temmuz ayındaki nicelik olarak gelinen bu noktaya karşı yine bazı mecralarda bu sayısal artışın kalite olarak aynı seviyelerde olmadığı, yayıncılık alanında hala ciddi bir içerik ve nitelik sorunu olduğunu ifade eden açıklamalar da yer aldı.

Bu yorumlara kısmen hak vermekle birlikte elde edilen sayısal başarıdan sevinmenin önemli olduğu, nicelik başarısının zamanla nitelik artışını da beraberinde getireceğine inandığımızı da belirtmenin moral motivasyon olarak yararlı olduğunu öne sürmekteyiz.

Bizler hem yayıncılık yönümüz hem de her şeyin ötesinde insan olmamızın bir gereği olarak kitabı önemsiyoruz. En başta yüce kitabımız her şeyin üzerinde yer alıyor. Diğer tüm kitapların O’nu daha iyi anlamak için okunması gerektiğini ifade etmekteyiz. Tabii Kuran-ı Kerimin yanı sıra kâinat kitabı da çok önemli. Yaratılmış olan tüm güzelliklere ibret nazarı ile bakmak insanı yükselten bir eylem. Tıpkı Kara Geyik ’in tüm başka gürültülerin arasında Ağustos Böceğinin sesinin duyması ve onu arayıp bulması gibi.

Hem Kur’an sevgisi, hem O’nu daha iyi anlamaya yarayacak tüm kitapların önemini ve sevgisini yayabilmenin değerli bir şey olduğuna inanmaktayız.

Bu noktada kürsüde bir örnek hikâye daha paylaştım:

Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan ama daha çok Mark Twain takma adıyla tanınan Amerikalı yazar bir keresinde hocasıyla olan görüşmesini kısaca şöyle aktarıyor:

Hocam bir kitap okudum ama zihnimde kitaptan hiçbir şey kalmadı.

Hocası ona bir hurma uzatıyor ve bunu ağzında çiğne ve ye diyor

Yedikten sonra soruyor. Şimdi sen büyüdün mü?

Hayır diye cevap veriyor Twain..

Hocası devamla: Belki büyümedin fakat bu hurma senin vücudunda dağıldı, et, kemik, sinir, deri, tırnak, hücre ve daha ismini sayamayacağımız birçok şey oldu.

Okuduğun kitap da öyle. Bir kısmı kelime dağarcığını geliştirdi, bir kısmı bilgi ve irfanını arttırdı, bir kısmı ahlakını güzelleştirdi. Bir kısmı yazı üslubunu inceltti, bir kısmı hayata farklı bakmanı sağladı. Bu noktaları çok daha fazla arttırmak mümkün. Her ne kadar sen bunları çok somut olarak fark edemiyorsan da zaman içinde ve yeri geldiğinde hissedeceğinden eminim.

Özetle kitap okumak o kadar çok şeye yarar ki birkaç şey söyleyerek bunu anlatamayız.

Esasında bu örnek kitabın, okuma ve onun üzerine tefekkür etme eyleminin önemini gayet güzel bir şekilde ortaya koyuyor sanırım.

Bizler, fazlaca okumamız lazım. Çünkü biz okursak çocuklarımız okur, gençlerimiz okur.

Bugün birçok kişinin şu tarzda şikâyetlerini duymaktayız. Efendim gençlik okumuyor. Gençlik internetle, sosyal medya ile uğraşıyor, bu gençlik şöyle, bu gençlik böyle.

Peki şu soruyu kendimize soralım: Bu gençlik niye böyle?

Çünkü bu gençlerin büyükleri de böyle, anneleri böyle, babaları böyle. Gençlerin okumadığından şikâyet edeceksek öncelikle onların ebeveynlerinin okumadıklarından şikâyet etmek gerek.  Şöyle bir misal anlatılır. Baba ile oğlu yürürlerken, babası oğluna evladım ayaklarını bastığın yere çok dikkat et oldu mu?  Çocuğun cevabı çok düşündürücüdür. Baba demiş aman sen bastığın yere çok dikkat et çünkü ben senin adımını kaldırdığın yere basıyorum.

Kitap ve okuma sevgisini yayma noktasında en önemli hususlardan birisi ziyarete gittiğimiz kişilere onların hoşuna gidebilecek bir kitap götürmekten geçer. Bu noktada isabetli kitap seçimini yapabilmek için bilgisine güvendiğimiz dostlarınıza da danışmakta yarar olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca bayramlarda ve özel günlerde çocuklara da özellikle onların yaş seviyelerine göre kitap hediye etmek çok yararlı.

Üniversitelerde kütüphane önemlidir

Konuşmanın sonlarına yaklaşırken üniversite kütüphaneleri ile ilgili de birkaç noktaya temas ettim.

Toplantının olduğu tarihlerin kısa bir süre öncesinde yani 2019 Temmuz ayında dünyadaki en önemli üniversitelerin listesi yayınlanmıştı. Bu üniversitelerin başında Harvard Üniversitesi yer almaktaydı. Bizim üniversitelerimiz 500’lerden sonra başlıyordu. Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi bu seviyelerde listeye girmişlerdi. Ondan sonra, binlerden itibaren bizim üniversitelerden bazılarının isimleri yer almaktaydı. Burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta bu sıralama ile o üniversitelerin kütüphaneleri arasındaki ilişkiydi. Tabii kütüphane tek kıstas olmamasına rağmen kütüphaneler üniversitedeki hoca ve öğrenci kalitesine olumlu tesir eden mühim faktörlerin başında gelmektedir. Harvard Üniversitesi dünyanın en önemli kütüphanelerinden birinin olduğu bir yerdir. Türkiye’de de Boğaziçi Üniversitesi bu özelliği bünyesinde barındırmaktadır.

Dolayısıyla üniversitelerin başarısında kütüphaneler önemli bir yer tutar ve sistemin merkezinde yer alır.

Biz de görevde olduğumuz dönemde İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Sütlüce kampüsünü yaparken onun en güzel yerlerinden birini kütüphane olarak düzenlemiştik. 3 bin 500 metrekare alanı olan güzel bir kütüphane mekânı oluşturulmuştu. Oranın içerik olarak da sürekli beslenmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Burada İTO Meclis üyelerine ve diğer iş adamlarına da önemli bir iş düşüyor. Üniversite kütüphanesinin daha da büyütmesine katkı sağlamak. Mesela İTO’nun tüm yurt dışı fuar aktivitelerine katılan üyeler ellerinden geldiği ölçüde üniversite ile irtibatlı olarak bu seyahatlerinde acaba ben üniversite kütüphanesi için hangi kitapları alabilirim diye sorabilmeliler. Bu belki tüm meseleleri çözmez fakat tahminlerin ötesinde bir sinerji oluşturur…

Bu yazıyı tasarladığım tarihlerde yani Ekim ayının başlarında yayın dünyası yeni bir rekora daha imza attı. Eylül ayında 56 milyon 450 bin gibi bir sayıya ulaşan yayıncılar tüm zamanların kitap yayınlama rekorunu kırmış oldular.

Bunun yanı sıra Ekim ayının başında Yenikapı’da Arapça Kitap Fuarı kapılarını açtı. Bu yıl beşincisi düzenlenen Arapça Kitap Fuarı, Türk yayıncılığının uluslararası düzeydeki önemli bir başarısı olarak her yıl gelişerek devam ediyor.

İTO Meclisi’ndeki konuşmamız şu sonuç cümleleri ile nihayete erdi:

Sonuç olarak insanı insan yapan önemli değerlerin daha fazla gündemde olabilmesi ve toplumsal hayatın merkezine yerleşebilmesi için yayın dünyası ve kitabın önemli olduğunu bir kere daha ve altını çizerek ifade etmek istiyorum. Yayın dünyasının son aylardaki başarılarının hepimize ilerisi açısından umut vermesi gerektiğini de ilave etmeyi bir görev biliyorum.

İktisadi gelişmenin insan ve toplumun kültürel gelişmesi olmadan çok da büyük bir önemi olamayacağı da açıktır. Bunun için kitaplarla dost olmak, bilgi ve tefekkürü daima hayatımızın merkezine oturtmak durumundayız.

DUYGULARIN KARŞITLIĞI (AMBİVALANS) ÜZERİNE BİR İZAH DENEMESİ

Son zamanlarda yaşadığımız olaylar birbirine zıt gibi görünen bir çok duyguyu bir arada hissetmemize neden oldu. İnsanın hayatı boyunca belli dönemlerde benzer süreçler vuku bulsa da son dönemde olduğu kadar art arda bazı gelişmelerle karşı karşıya kalmak, içinden geçtiğimiz hali daha derinden değerlendirmeye çalışmayı gerekli kılıyor.

Benden 6 yaş genç olan kız kardeşim Esra bundan dört yıl kadar önce ciddi bir rahatsızlığa yakalanmıştı. Hastalığın seyri içinde çeşitli cerrahi operasyonlar ve ilaç tedavileri gördü. Hem kendisi hem de ailemiz açısından zor bir dönemdi. 2019 Yılının ortalarına doğru hastalığı biraz daha ağırlaşmaya başlamıştı.

2019 Yılının ilk aylarında ailemizde farklı yönde başka bir gelişme yaşanmaya başlamıştı. En küçük çocuğumuz Hatice’ye bir talip çıkmış ve bir yandan da hayırlı bir işte yeni bir sayfa açılmıştı

2019 Yılının Haziran ayının 21’nde Hatice’nin nişanını yaptık. Aynı tarihlerde Esracığım ani gelişen iltihabik bir durumdan ötürü hastanedeydi. Çok arzu etmesine rağmen yeğeninin nişanına katılamadı. Tabii bizler de bir taraftan Hatice’nin nişan törenine sevinirken aklımızın ve kalbimizin bir tarafı da hastanedeydi ve Esra’nın mahzunluğu bizlerin de kalbini buruklaştırıyordu.

Esra’nın bazen hastanede bazen de evde tedavisi devam ederken öte tarafta evlilik hazırlıkları da tüm hızıyla sürüyordu. Tabii bu süreçte duygularımız da karmakarışıktı. Sonuçta evlilik tarihi olarak Eylül ayının 14 ve 22’si tesbit edildi. Damat tarafı Aydın’lı olduğundan ilk tören orada yapılacak 22’sinden sonra da çocuklar kendi evlerine geçecekti. 19 Eylül günü de kına töreni için ayarlanmıştı.

İnsanoğlu ölüm gerçeğini teorik olarak daima gündeminde tutsa da yaşanan hayat içinde ne sağlıklı gibi durana ne de belli bir hastalığı olana bu hakikatı tam olarak yakıştıramıyor nedense.

Biz de Esra’nın hastalığı ağır bir vak’a olmasına rağmen bunu ona yakıştıramıyor, bazen aklımıza gelse de bu başladığımız süreci sanki onunla beraber tamamlarız diye düşünüyorduk. Veya kendimizi öyle inandırıyorduk.

Derken ağustos ayında tablo daha ağırlaşmaya başladı. Biz bazen, acaba bu nikah işini ertelesek mi diye düşünsek de bu ertelemenin özellikle hasta için daha büyük manevi yıkım getireceğine hükmederek hazırlıklara devam ettik. Tabii hazırlık safhasında da sürekli açmaz yaşanıyordu. Yeni evlilerin evleri için yapılan her hazırlık bir sevinç uyandırırken ailenin diğer yanında o gün içinde yaşanan ağrılı ve acılı bir gelişme hazırlık safhasındaki sevincin paylaşılmasını bile bazen gereksiz kılıyordu.

Esra ise arada bir durumun nezaketi ile ilgili uyarılarda bulunuyor; “ Sakın haaa bir şeyleri ertelemeyin. Yapılan hayırlı bir iş. Hayırlı işlerde erteleme olmaz. İnşallah ben de sıhhatim el verdikçe yanınızda olurum diyordu”

Ağustos’un 17’sinde kardeşim Esra’yı son defa olarak hastaneye kaldırdık.

Çeşitli müdahaleler yapılıyor fakat doktorlar lisan-ı münasiple tıbbi olarak yapabileceklerinin neredeyse sona erdiğini ve şu an yapılanların sadece hastayı kısmen rahatlatmaya yönelik olduğunu ifade ediyorlardı.

Bu arada başka bir hayırlı işin daha tahakkuku tam bu araya rastladı. Yeğenim İbrahim ile çok sevgili dostumuz Irmak ailesinin biricik kızı Hatice’nin nişanı 24 Ağustos gecesi yapıldı. Biz o gece ağır durumdaki Esracığımı annemlerle bırakarak içimiz kan ağlaya ağlaya nişana gittik.

Baldızım Halime hanım aile adına bana bir konuşma yapmamı söyledi. Bu halde ne anlatayım Halime demiştim. Enişte, hayat ; sevinci ve hüznü ile bir bütün, içinden ne geliyorsa öyle söyle dedi. Ben de o gece hayatta farklı farklı olayları ayrı parantezler içinde ifade etmemiz gerekiyor yoksa bu işin içinden çıkmak çok zor diyerek hem sevinci hem de hüznü ifade etmeye çalışan bir konuşma yaptım. Belki de hayatımda yaptığım en zor konuşmalardan biriydi. Güleyim mi ağlayayım mı bilemeden bir şeyler söyledim. O toplantıdaki hüznü sevince  tamamen hakim kılmadan fakat gönlümün derinlerindeki acıyı da tüm gayretime rağmen saklayamayarak bir şeyler söyledim. Karışık duygularla geçen gecenin sonrasında yeniden hastaneye dönmüştük

Bu olaydan 2 gün sonra  27 Ağustos günü sabaha karşı sevgili kardeşim ruhunu teslim etti. O günün ikindi namazı sonrasında cenaze töreni gerçekleşti.

Hepimiz açısından çok üzüntülü seyreden süreç yeni bir safhaya geçmişti. Dört yıl boyunca ailenin hayatında çok önemli bir yer tutan Esracığım aramızdan çekilmişti. Onun boşluğu nasıl doldurulacaktı?

Taziye ziyaretlerine gelenler, aile içinde ve misafirlerle birlikte çekilen zikirlerin, okunan hatimlerin onun ve tüm geçmişlerimizin ruhuna bağışlanması en önemli gündemlerimiz arasında yer almaya başlamıştı.

Nabi’nin beyitinde geçtiği gibi ölüm hadisesi sonrasında bizler yoğun bir hazan mevsimini iliklerimize kadar hissediyorduk

Ne diyordu şair

Bâğ-ı dehrin hem bahârın hem hazânın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz

Türkçesi de şöyle ifade edilebilir

Biz dünya bahçesinde hem baharı hem de son baharı gördük

Neşenin de hüznün de en kesif halini gördük

İbrahim’in nişanı, Hatice’nin hazırlıkları tam bir bahar havasını gerektirirken kardeşimin vefatı da sanki hazan mevsimini anlatıyordu.

Aile arasında bu süreçte çok zor bir karar almıştık. Hatice’nin nikah programını iptal etmeyecek, sadece “kınayı” ileri bir tarihe erteleyecektik.

Bu sıkıntılı süreçte ailenin bir diğer kısmı da gerek içinde yaşanılacak evin eksikleri, gerekse de diğer hazırlıkları yerine getirmeye çalışıyordu. Yine şairin ifade ettiği bahar havası da bir yandan esmekteydi. Kısa bir süre sonra bir evlilik gerçekleşecekti ve bu evlilik sonrası iki genç yeni bir yuva kuracaklardı. Bu hadise ise adeta bir ilkbahar neşesi içinde olmalıydı ki kurulacak yuva inşallah mutlu bir temele otursun.

Aynı zaman diliminde, aynı geniş sülale içinde, aynı insanlar hem baharı hem de hazanı beraberce yaşamak durumundaydılar.

 OLAYIN BİR DİĞER YÖNÜ

Evlilik olayının bir de bireysel bir yönü vardı ki orada da zıt duygular bu sefer bir olay üzerinde birleşmekteydiler. O da özellikle evlenen çocukların anne ve babalarının içinde bulundukları ruh hali.

Anne ve baba olarak  bir yandan çok sevdiğiniz evladınızın yeni bir yuva kurmasını, sevdiği insanla birlikte yeni bir hayata kucak açmasını can-ı gönülden istemektesiniz. Bu olayın tahakkuk etmesi için de elinizdeki  imkanları seferber etmekten hiçbir zaman kaçınmıyorsunuz. Oturulacak mekanın hazırlanması, eşe dosta haber edilip nikah, düğün gibi törenlerle evliliğin ilan edilmesi, onun öncesinde ailelerin örfüne göre söz, nişan, kına vesair diğer hazırlık törenlerinin yapılması hepsi bu mutlu hadisenin tamamlayıcısı olan organizasyonlar. Gelin olacak kız veya damat adayı da bu süreçte yeni hayatına hazırlanmak ve onun heyecanı duymak gibi bir halet-i ruhiyenin içerisinde.

Fakat evlenecek gençlerin anne ve babalarında çoğu kere sevinç duygusunun dışında ve hatta bunun tam tersi başka bir duygunun da hakim olduğunu görmekteyiz. Bu da derin bir hüzün. Yıllarca beraber olduğunuz, aynı mekanı paylaştığınız ve büyümesi için adım adım ilgilendiğiniz evladınız evden gidiyor. Gerçi onun mutluluğu sizi bir yandan sevindiriyor ve o sevinç derinden duymakta olduğunuz hüznü örtüyor. Fakat yine de içinizden bir şeylerin kopup gittiğini hissediyorsunuz.

Bizim hikayemizde de bu olay benzer şekilde cereyan etti. Üç oğlumuzun birbiri peşi sıra evlenmesinden sonra 2014 yılından bu yana bizim çekirdek ailemiz; hanım, ben ve kızım Hatice’den oluşmaktaydı. O beş yılda çok fazla şey paylaşmıştık. Şimdi o trionun önemli bir halkası ayrılıyordu. Bu ayrılış temelli bir ayrılış değildi. Kızımız farklı bir evin, artık kendi evinin hanımı olacaktı ama gönüllerimiz de beraber olacak kalacaktı.  Esasında başka bir taraftan bakıldığında aileye yeni bir oğul kazanmış oluyorduk. Bu da güzel bir şeydi. Tüm bunlar iyi hoş da kızımız evden gidiyordu. En önemli gerçek de buydu. Bu nokta  insana bir yandan mutluluk verirken diğer yandan da ciddi bir gönül sızısı oluşturuyordu.

İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ HALE İSİM BULABİLMEK..

Gerek kardeşimin hüzünlü hikayesi, aynı zamanda cereyan eden evlilik serüveni, ilave bir gelişme olarak İbrahim’in nişanı, gerekse de Hatice’nin evliliği konusunda birbirinden zıt duyguları aynı anda yaşıyor oluşumuzu derinden düşünürken, bu üç olayda da çok benzer bir durumun varlığını müşahede etmekteydim. Tüm bu olaylarda gerek yatay gerekse de dikey boyutta birbirine zıt duyguları yaşamıştık

Bu hali nasıl izah edebilirdim?

Bu yaşamakta olduğum halin bir kelime ve/veya kavram karşılığı var mıydı?

Diye araştırmaya başladım.

Kızımın nikah günü gelen misafirlerimize kısa bir teşekkür konuşması yaparken bu halet-i ruhiyemi uygun bir kavram ile izhar etmeyi murat ediyordum.

Derken karşıma AMBİVALANS kavramı çıktı

Neydi ambivalans? Birbirine zıt duyguların aynı anda ya bir kişiye ya da bir duruma karşı bir arada bulunması.

Genelde Psikiyatride rastlanılan bu kelime, edebiyat alanındaki metin incelemelerinde de benzer tarzdaki durumları açıklayabilmek için kullanılıyordu.

Edebiyatta genelde hem aşk, hem de sevgili ile ilgili konularda bu karşıtlığı sıkça görüyoruz. Yukarıda naklettiğimiz Nabi’nin mısralarında bunun bir türünü daha önce zikretmiştik.

Bir başka beyitte Nedim şöyle diyor:

Böyle âteşle gelüp âb gibi geçmekten

Kasdın âzâre mi tatyîb-i dil-i zâre midir

Bu beyitte ise sevgilisinin geliş amacıyla ilgili tereddüdü süren şair Nedim, “sevgilinin (yakıcı) bir ateş ve (çılgınca akan) bir su gibi gelip geçmekten maksadının (kendisini) azarlamak mı, (yoksa) inleyen gönlünü tedavi etmek mi olduğunu (hala) anlayamamakta olduğunu ifade etmek istiyor. Beyitte, “belirsizlik” noktasında, yine olumlu ve olumsuz ihtimallerin söz konusu olduğunu gözlemlemekteyiz.

Bununla birlikte âb ( yani su), “âteşle gelip âb gibi geçmek” bağlamı içerisinde birlikte düşünüldüğünde, sevgilinin gelip geçişinin bu takdirde âteşle gelmek, sevgilinin hışımla gelişine, âteş gibi yakıp geçeceğine işaret etmekte; âb gibi geçmek de, bunu destekler nitelikte, bu geçişin, coşkun akan bir su gibi ne derece hızlı ve yıkıcı olacağına delalet ediyor..Duyguların çeşitliliği ve zıtlığını anlatan farklı bir beyit..

Edebi metinlerde de görülen benzer zıtlıkları bu yazı hacmi içerisinde yeterli addederek sonuç bölümüne doğru gelirsek; .

Ambivalans kavramı ile ilişkilendirerek anlatmaya çalıştığımız  bireylerin duygularında veya peşi sıra gelen olayların içeriğinde ortaya çıkan zıtlık konusu ile ilgili en kadim olanı Hayat ve mematın ( ölümün ) daima ve birbirinin adeta peşi sıra yaşanıyor oluşu. Hem birbirinin zıddı gibi duruyor hem de birbirlerini tamamlıyorlar

Yine mü’minin yer yüzündeki hali nasıl olmalıdır sorusunun karşılığında dile getirilen iki kavram var. Mü’min bu dünyada korku ve ümit ( havf ve reca) arasında olmalıdır diye tavsiye ediliyor. Müslüman bir kişinin, bir yandan Allah’ın Rızasını talep ederek, ona mazhar olabilme ümidini her daim muhafaza etmesi gerekiyor. Diğer yandan da istemeyerek de olsa işlediği günahlardan dolayı Allah( cc)’dan hakkıyla korkması ve çekinmesi icap ediyor.. İkisi de aynı anda insanda birleşmeli ki hayatı dengeli bir halde yaşayabilmek mümkün olsun

Çok sevgili kızım Hatice’nin nikahı öncesi, konuklarımıza yaptığım teşekkür konuşmasında, hem aynı dönemlere rastlayan kardeşimin vefatı ve kızımın evlilik sürecindeki, hem de kızı evlenen bir babanın yaşadığı birbirine zıt duyguların ifade edilmesindeki hali anlatabilmek için ambivalans kavramını seçtiğimi ifade ettim. Bunları ifade ederken de başka bazı noktalarda kavramın kullanılış örneklerini vermeye çalıştım.

Son olarak şu hususu ifade ederek yazımı nihayete erdireyim; Bu kavramın gerek Osmanlıca’da gerekse de başka mecralarda kullanılıp kullanılmadığını, kullanıldı ise  nasıl ele alındığını merak ediyorum? İlk araştırmalarımda şu ana kadar bir mesafe alamadığımı ifade edebilirim. Fakat  bu konuda da gayretlere devam etmek gerekiyor.

ERHAN ERKEN

İSTANBUL 25.09.2019

 

 

 

 

 

 

 

Yararlanılan kaynaklar:

*Ramazan Arı; NEDİM’İN SEVGİLİ KARŞISINDA YAŞADIĞI TEKİNSİZLİK VE AMBİVALANS; Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 10/16 Fall 2015, p. 127-138

*https://saglik.sozlugu.org/ambivalence/

Moral verici iki olay…

15 Eylül pazar günü cereyan eden iki olay benzerlikleri itibariyle üzerinde durulmaya değer bir özellik arz ediyor. Bu sebepten onları sizlerle paylaşmayı arzu ettim:
Bahse konu olaylardan direk bizim de içinde yer aldığımız birisi şöyle gelişti: Benim kredi kartımın bir tanesi cumartesi günü şehir dışına ailece yaptığımız seyahatimizde bazı harcamaları yapması için kendisine emaneten verdiğim ortanca oğlumdaydı. Uzun süren bir yolculuk sonunda gece geç saatlerde evlerimize döndük.
Pazar sabahı bizim oğlan aradı ve ‘baba kredi kartını bulamıyorum herhalde yolda düştü. Bir zahmet bankayı arayıp işlem yapmaya kapatır mısın’ dedi.
Bir daha bakındık, bulamayınca katılım bankasının ilgili numarasını aradım. Karşıma çıkan hanım, ‘beyefendi sizin kartınız zaten dün akşam saat 00.30  gibi kapatılmış’ dedi.
‘Allah Allah ben aramadım, kim kapattırdı acaba’ diye sordum.
‘Efendim kartınız Üsküdar Bulgurlu civarında bulunmuş ve bulan kişi bizi arayarak kartın kendisinde olduğunu bir zahmet gereğinin yapılmasını rica etmiş. Biz de ihtiyaten kapatmışız’. Telefondaki hanım kıza ilk tepki olarak; “ Elhamdulillah bu ülkede hala bu tarz güzel insanlarımız var. Ne mutlu bize” dedim ve teşekkür ettim.
Hakikaten çok mutlu olmuştum ve o gün etrafıma bu olayı sevine sevine anlattım. Derken öğleden sonra kartın ait olduğu finans kurumundan başka biri aradı. Olayı bir de o teyit etti. Kendisine ‘ bu kartı bulan kişi acaba kimdir bize ismini verirseniz gidip teşekkür etsek’ dedim. İsmini verince benim oğlanla paylaştım. Baba dedi;  ‘o kişi bizim evin hemen yakınındaki bir esnaf. Ben hep oradan alış veriş yapardım ve adamı çok beğenirdim. Şimdi daha çok sevdim. Hemen gidip teşekkür edeyim’
İkinci olayımız
Şimdi bu olayı bir kenara not ederek diğer hadiseyi nakledeyim
İkinci olay da aynı gün sanki sözleşmişler gibi cereyan eden başka bir kayıp hadisesi.
Yakın bir akrabamız ailesiyle birlikte yurt dışından İstanbul’a bir program için gelmişlerdi. Pazar günü Fatih’te Akşemseddin Caddesi üzerinde bir marketin kenarındaki ATM gişesine para çekmek için gitmiş. Biraz uğraşmış, bakmış farklı bir banka ve ilave ücret ödemesi gerekiyor. Vaz geçmiş. Gişelerin önünden ayrılmak üzere iken kendi deyimiyle dikkatini dağıtacak bir olay olmuş. Zihni o olayla meşgulken oradan ayrılmış.
Akşam vaktinde bir bakmış cüzdanı ve yurt dışında kullandığı hattının üzerinde olduğu telefonu yanında yok. Acaba bunu nerede bıraktım diye düşünürken hatırlamış ki en son ATM gişesinin yanında cüzdanını çıkarmış.
Ne yapsın? Hemen gişenin kurulu olduğu yerin yanı başındaki marketi aramış. ‘Sizin güvenlik kameralarınız kapınızın önünü gösteriyordur. Bana yardımcı olabilir misiniz? Cüzdanımı ATM’nin yanında unuttum sanırım. İçinde de İngiltere’ye girebilmem için çok önemli bir belgem var. Gelip bakabilir miyiz?’ diye sormuş.
Demek ki market yöneticileri de halden anlayan insanlarmış ki kapatmak üzere olmalarına rağmen olumlu cevap verince hemen oraya yönelmiş ve beraberce güvenlik kamarasının kayıtlarını izlemeye başlamışlar. Kısa bir süre sonra ilgili yere gelmişler.
Görüntüde bizimki cüzdanı bırakıp gidiyor. Evet sahne tam olduğu gibi. Derken 10 dakikalık bir bekleme sonrası bir kişi geliyor ve cüzdanla telefonu alıyor.
Beraberce dikkatle bakıyorlar. Marketin yan komşusu lokantanın çalışanı. Onu hemen tanıyorlar.
Fakat saat geç olduğundan lokanta kapalı ve o kişi gitmiş. Bir süre çevre esnafta soruşturduktan sonra telefonu bulunuyor ve bizim tanıdık cüzdanı alan kişi ile konuşuyor.
‘Evet, ben orada sahipsiz cüzdanı görünce alıp dükkana koydum. Hatta orada sizin hanımınızın telefonu da yazıyordu ve ona mesaj attım emanetler bende diye. Fakat sizden cevap çıkmayınca meraklanmıştım. Sabah sizden haber çıkmazsa da karakola teslim edecektim’, diyor
Mesaj attığı numara yurt dışı hattı olduğu için ve bu aralar onu kullanmadığından hanımı da fark edememiş
Bizim tanıdığın sevincini düşünebiliyor musunuz? Kendi hatasıyla ortaya çıkan bir hüzün ve yitiğin bulunmasının verdiği mutluluk.
Ertesi sabah erken saatte dükkana giden tanıdığımız cüzdanına ve telefonuna kavuşuyor
Bu iki olay sonrası bende uyanan ilk izlenim toplumumuzda son dönemlerde ahlaki erozyondan çok sık bahsedilirken bu iki olayda da tam tersine olumlu ahlaki davranışlar sergilenmesi. Bu çok memnuniyet verici bir durum. İlave olarak bu davranışları sergileyen kişilerin küçük ve orta boy işletme sahibi veya ustası olmaları. Yani esnaf geleneğinden gelmeleri. Burada toplumumuzda uzun yıllar canlı bir şekilde yaşayan ahilik sisteminin ve fütüvvet ruhunun da etkisi olduğunu düşünebiliriz.
Tam da bu günlerde ahilik haftasının kutlandığı bir zamanda bu olaylar sanki güzel bir tevafuk olmuş.
Toplumun genlerinde yerleşmiş olan güzel hasletlerin olumsuz etkilere rağmen kolay kolay kaybolmadığını görmek de hem bugünümüz hem de gelecek açısından ümit verici bir tespit. Allah bu tip insanlarımızın sayılarını çoğaltsın

Elektriğimizi kim kesti?

Geçen Cuma günü annem Fatih Nişanca Caddesinde giriş kattaki evinde, apartmanın merdivenlerinde bir iki ses olunca kapıyı açıp bakıyor. Yanında da benim iki numaralı oğlum Mehmet var. Merdivenlerde birisini görüyorlar üst kattaki akrabalara gelmiş, onlara hoş geldiniz diyorlar. Fakat elektrik panosunun önünde tanımadıkları genç bir kişi dikkatlerini çekiyor

Annem soruyor:

Evladım hayırdır sen kimsin?

Elektrik idaresinden geliyorum.

Elektrik faturalarını daha geçen gün bıraktılar, sen  orada ne yapıyorsun?

Genç arkadaş gayet rahat bir şekilde:

Elektrikleri kesiyorum.

Annem büyük bir şaşkınlıkla hemen harekete geçiyor..

Oğlum niye kesiyorsun hayırdır? Kimin elektriğini kesiyorsun? Biz elektrik faturalarını muntazaman öderiz. Kaçağımız göçeğimiz yoktur. Ne oldu dur bakayım bir dakika diyip hemen kapı önüne çıkmaya çalışıyor.

Teyze senin giriş kat ile alttaki bodrumunkileri kesiyorum.

Neden peki biz ne yaptık diye annem celalleniyor.

Teyze elektrikte Necdet Erken yazıyor, onun da vefat ettiği tesbit edilmiş. Burada kim oturuyorsa onun ismi yazmalı. Onun için kesiyorum.

Haydaaa diyor annem ve daha da sinirleniyor..Oğlum sen manyak mısın? Necdet Erken benim kocam. İki sene evvel vefat etti. Bu ev taa 1950’lerden beri burada duruyor ve o zamandan bu yana biz ailece burada oturuyoruz. Bu ev önce ahşap idi sonra da Rahmetli babam bu şekilde yeniden inşa etti. Ben, bu haliyle 60 yıldır, ahşap şeklini de düşünürsen 70 yıldır burada oturuyorum. Sen ne yaptığının farkında mısın?

Genç arkadaş gayet sakin konuşmaya devam ediyor:

Teyze ben anlamam mevzuat böyle, kesmek zorundayım..

Size daha evvel tebligat gönderilmiş ona uyaydınız

Derken yanındaki oğlum da devreye giriyor.

Kardeşim bu evde 10 gün evvel halam vefat etti. Yani bu hanımın biricik kızı. Bizler yaklaşık 1 aydır ağır bir hasta ile kah evde kah hastanede oluyoruz. Herhalde gözden kaçmıştır. O tebligatı görmemişizdir. Sen bize bir miktar müsaade ediver bir bakalım filan gibisinden bir şeyler söylüyor.

Neyse genç arkadaş kerhen bir bakış atarak. Ne yapalım yetkim yok ama hadi size az müsaade deyip adeta lütfederek elektriği kesmeden çıkıp gidiyor.

Annem bu olay üzerine hemen telefona sarılmış ve beni aradı. Olayı anlattı. Benim de kısa bir süre önce buna benzer bir şey şu an oturduğum evde başıma gelmişti. Bizim evde de elektrikler Rahmetli amcamın üzerineydi. Amcam 1987’de vefat etmişti. Benim kullandığım iki kat ve merdiven o zamandan beri Rahmetlinin üzerineydi. Ben, biraz da oturduğum apartmanda en eski olduğumuzu adeta belgeleyen bu halden gizli bir hoşnutluk duyuyordum. Ayrıca faturaları her elime aldığımda da Rahmetli amcama bir Fatiha okumama vesile oluyordu.

Geçen aylarda bize de o kırmızı renkli ikaz belgeleri gelmişti. Elektriği üzerinize alın yoksa keseriz filan gibi yazılar yazan belgeler. Ben de hemen internet üzerinden o işlemleri yapmıştım.

Annem arayınca bizdeki durumu anlattım. Anne dedim bu işi yapanların  en önemli hareket noktası sanırım evlere DASK sigortası yaptırmak bir de güvence bedeli yatırılmasını sağlamak. Önce DASK yaptıralım sonra internet üzerinden bizim Mehmet bu işi halleder.

Mehmet’i telefona aldım ve onunla bu işi nasıl yapabileceğimiz üzerine konuştuk.

Mehmet hemen işe girişti. Telefonla DASK sigortası yaptırıldı.  Fakat anlatıldığına göre sonrasında iş yürümez olmuş. Meğer daha evvel Rahmetli kardeşim bu elektrik faturası ile ilgili internet üzerinden bir başka işlem yapmış ve orada kendisinin telefonu kayıtlı imiş. Kardeşim Rahmetli olunca ve telefonu da kullanılmaz bir duruma düşünce öncelikle sistemden onun telefonunu sildirmek gerekiyormuş. Mehmet bir iki telefon görüşmesi yapmış, destek almaya çalışmış fakat nafile yapamamış.

O zaman geriye kalan seçenek anacığımı bu işlemi yaptırabileceğimiz bir irtibat noktasına götürmek. O da hemen mümkün değil. Çünkü annem ayaklarından dolayı pek uzun mesafe yürüyemiyor ve o sırada da kapıda bir araba yok. Bu işi pazartesi gününe bırakalım demişler. Bir sonraki gün de annemi bizim eve aldık ve  konu hafta başına kaldı.

Pazartesi günü benim dışarılarda yoğun bir meşguliyetim vardı. Oğlum Mehmet de konuyu eğilemedi ve elektrik mukavelesinin işine bakamadık. Annem de bizim evde ve yine yoğun bir taziye ziyareti trafiği var. Allah eksik etmesin.

Bir sonraki gün yani Salı günü annemi öğlene doğru evine götürdük. Elektrik devir işi o bir buçuk gün içinde gündemimizden çıktı. Sanırım bu olayda tek ihmal noktamız burası. Saat 16.00 sularında ben bir arkadaşımızın annesinin cenazesi için Fatih Camii’ne doğru gitmeye niyetlenmişken telefonum çaldı.

Karşımda canı çok sıkkın bir şekilde annem:

Erhan bizim elektriklerimizi kesmişler

Nasıl olur görmediniz mi?

Hayır oğlum görmedik. Bugün bir hayli taziyeye gelen oldu o esnada herhalde biri içeri süzülüp kaşla göz arasında kesivermiş.

Burada araya girip hemen fikrimi belirteyim. Görüyorsunuz değil mi ne kadar önemli bir konu. Adamın tek hedefi var. Bir boşluk bulup elektriği kesivermek. Misafirler gelip giderken o aradan içeri giriveriyor ve hemen işini halledip çıkıp gidiyor. Büyük başarı…

Anne dedim şu an için yapabileceğim hiçbir şey yok Mehmet’i arayalım bir şey yapabilirse yapsın dedim ama tabii onun da o saatte yapabileceği bir şey yoktu.

Hemen Boğaziçi Elektriğin 444’lü danışma hattını aradım. Karşıma bir hanım kız çıktı.

Ona durumu anlattım. Sonuç olarak da dedim ki . Şu an elektriğini kestiğiniz evde oturan annem 83 yaşında.Yanında bir yardımcı kadın ve karşısında taziyeye gelmiş misafirleri var.  O apartmanda 60 yıldır oturuyor. Ondan evvel bekarken ve ev ahşap halde iken de otururlarmış. Beyi yani babam iki sene evvel vefat etti. Fakat orası bizim aile evimiz ve annem babamın vefatından sonra da  o evin içinde oturmakta. Bu nasıl bir zihniyet ki bu kadının evinin elektriğini gelip kesiveriyor. Elektrik kaçak değil, paraları bugüne kadar on yıllardır aksatılmadan ödeniyor. Tamam sizin bir mevzuatınız var eyvallah da karşınızdaki kişilerin de özel bir durumları var. Bu kadın 10 gün evvel kızını toprağa vermiş. Aylardır hastane ile ev arasında gidip geliyor. Siz bir kağıt gönderdiğinizi söylüyorsunuz ama anacığımın onu görecek hali bile olmamış. Üstelik zaten 60 yıldır kocası ile oturduğu bir kat burası. Açıkçası olayın buralara geleceğine ihtimal vermemiş. Kendinden o kadar emin ki.

Ben telefondaki hanım kıza şöyle sordum:

Bu tip olaylarda o bahsettiğiniz mevzuatta hiçbir ara hüküm yok mudur?

Telefondaki hanımın cevabı şu şekilde oldu: Efendim EPDK mevzuatına göre bir hanede elektrik faturası orada oturan kişinin üzerine değilse ve/veya anlaşmalı olan kişi vefat etti ise bu kabul edilebilir bir durum değil. Elektrik mukavelesi evin sahibi oturuyorsa onun, değilse kiracının üzerine olmak zorunda. (Babam Rahmetli olduğunda elektriği annem üzerine almak zorundaymış). Bunun böyle olmadığı tesbit edildiğinde elektriğin hemen kesilmesi gerekiyor. O arkadaş birkaç gün mühlet vererek hatalı bir hareket yapmış. Kurum bu detayları nereden bilsin.

Bu kadar izahatı yeterli buldu ki lafın sonunu getirebilmek için: Başka yapabileceğimiz bir şey var mı? Benden başkaca bir talebiniz var mı?

Karşımdaki hanım kız yazılı olan kurallara göre konuşuyor. Tabii bir yandan bakıldığında haksız değil. Bu sistemi kuranların ona biçtikleri rolü yerine getiriyor. Bizim sinirlerimizi ayağa kaldıran olayın tek muhatabı ve tek yüklenicisi de o olmamalı. Fakat ben de bu sıkıntımı birilerine anlatmak zorundayım yoksa patlarım

Bu sefer ben başlıyorum konuşmaya: Kardeşim bu kurumlar vatandaşa hizmet için kurulur. Kurum dediğin de insanlardan oluşur. Bu yapılan hareketler vatandaş ile devletin arasını açan hareketlerdir.

Telefondaki müdahale ediyor: Efendim burası özel bir kuruluş Devlet değil

Kardeşim bana biraz evvel EPDK’dan bahsettin. Orası neresidir? Kamu kurumu değil mi? Bu işler onun gözetiminde yapılmıyor mu? Üstelik yüklenici kurum bu işletmenin imtiyazını Devlet’ten almadı mı? Devlet ona bu imtiyazı belli koşullarda vermedi mi? Dolayısıyla vatandaş da bunu özel diye bilmez ve burada da muhatap olarak Devleti sorumlu tutar, ona kızar, ona darılır. Bu tip kızgınlıklar Devlet Millet yakınlığına menfi tesir eder. Bu da çok yanlış bir şeydir.. İnsanlara bu tip kötü muamele etmemelisiniz. O kurum dediğiniz yerleri yöneten kişiler yönetim şeklinin içine bu tür özel halleri de düşünerek bazı maddeler koymak zorundadırlar.

Ben şu an annemden yaklaşık en az 1 km uzaktayım ve bir cenazeye gidiyorum. Yanında da ona bu konuda hemen yardım edebilecek kimse yok.  Annemin buz dolabındaki malzemeler bu sıcakta belli bir saatten sonra bozulur. Buzları akar. Karanlık olduğunda bu kadıncağız orada ne yapacak? Biz onu bu akşam hemen oradan almak zorundayız. Düşünebiliyor musunuz sizin o kurumsal düzenlemeleriniz ne tür bir sıkıntıya yol açıyor? Üstelik biz yıllardır sizin kayıtlı müşteriniziz. Kaçak değiliz. Yerimiz yurdumuz belli. Ve siz bize zulmediyorsunuz. Evde misafirler varmış bu kadıncağız şimdi onlarla ne yapacak? Hadi gidip anlaşma yapalım desek elektrik hemen açılamaz. Kaldı ki bu saatte onu yapabilmek imkanı da yok. Lütfen söyleyin bana ben şu an ne yapabilirim?

Efendim bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Benden başka bir isteğiniz var mı?

Şimdi benim sizden tek istediğim var. Benimle yaptığınız bu konuşmayı lütfen ilgili yerlere iletiverin ki bizim durumuzda olan başkalarının da canı yanmadan bir tedbir geliştirsinler.

Bir de konuşmalar kayıt altına alınıyor diyorsunuz ya, bu kayıtları dinleyen birileri benim gerekçelerimi ve bu olayın detayını da dinlesinler ki belki bir çözüm üretirler.

Telefonu kapattım cenazeye gittim sonrasında da Fatih Camii’nden dönüşte annemlere uğradım.

Baktım anacığımın durumu pek fena. Tansiyonu yükselmiş. Elektrik kesilince kafama bir haller oldu diyor. Biraz yatırdık. Tansiyon ilacını verdik ve sonrasında onu da alıp bizim eve gittik.

Bugün de elektrikle ilgili işlemleri bir şekilde yaparak açtırmaya çalışacağız..

Bu olay benim de çok canımı sıktı. Kural ve kaide denen şeylerin önemine inanan ve sistem kurma konusunda bugüne kadar bulunduğum her yerde bu noktayı savunan biri olarak kurulan sistemlerin esasında insan odaklı olması hususunu ıskalamamanın önemini bu örnekte bir daha görme imkanı bulduk. Üstelik bizzat kendi üzerimizde.

Bir sistem kurulmuş, herkes işini yapıyor. Fakat sonuçta bu sistem vatandaşın ciddi bir mağduriyete uğramasına sebep oluyor.

Bir de bu örnekte şunu net olarak görüyoruz. Bizim devletimiz ve kurumlarımız  kayıt altında bulunan, her an ulaşabildiği vatandaşlarına karşı daha az insaflı davranıyor maalesef.

Devlet belli bir imtiyazı özel kurumlara verdiği zaman o kurumlara işletme sırasında insanlara insanca davranın tavsiyesinde bulunmuyor. Anlaşmaların içine insani yönü maalesef yeterince dahil edemiyor. Sonuçta vatandaşın rahatı ve huzuru için kurulan yapılar bizzat vatandaşa sıkıntı veriyor.

Devlet ve/veya onun imtiyazı ile iş yapan mekanizmalar yıkmak, durdurmak, ceza vermek konusunda çok daha hızlı davranıyorlar. Mesela ne durumda olursa olsun kendi mevzuatlarına küçük de olsa aykırı duruma düşen bir müşterilerinin durumunu değerlendirmeden hemen elektriğini kesiyorlar. Fakat kış aylarında sürekli arıza yapan ve kesilen elektriklerden dolayı  mağdur duruma düşüp kendisini arayan müşterilerinin çoğu kere telefonlarına bile çıkmıyorlar. Bu arızalardan ve kesilmelerden dolayı bozulan elektrikli aletlerin hesabı bu kurumlardan hiçbir zaman sorulamıyor.

Mesela , Devlet adına hizmet gören kamu görevlileri ana yollarda trafik akışını yavaşlatan ve/veya durduran önemli noktalara müdahalede geç davranabilirlerken, ara sokaklarda trafik akışına direk hiçbir tesiri olmayan araçları en ufak bir hatalı durumda hemen çekici ile çekip uzaklardaki otoparklara götürebiliyorlar. Vatandaş bir yandan arabasını bulmaya uğraşıyor bir de ceza ödüyor..

Fakat vatandaşına yeterli oranda otopark alanı açamayan merkezi otorite veya belediyelerden hiçbir şekilde hesap sorulamıyor…

Yani inşa ederken, vatandaşın hayatını rahatlatırken yeterli olarak çalışmayan sistem yıkarken veya cezalandırırken tıkır tıkır işleyiveriyor..

Trafik polisleri çok kalabalık yollarda hiç ortada görünmüyorlar fakat kenar köşe geçitlerde denetim yapıp bol bol ceza kesebiliyorlar.

Vatandaş Devlete olan borcunu gününde ödeyemediğinde gecikme zammı adı altında yüksek düzeyde faize mecbur kalırken, devletten veya belediyelerden yaptığı hizmet karşılığı alacağı uzun vadelere yayıldığında bu süre için ek bir ücret talebinde bile bulunamıyor.

Bu ve bunun gibi örnekler şu ihtiyacı ortaya çıkarıyor ki: Devlet ile vatandaş arasında bir sosyal kontrat varsa her iki taraf birbirlerine aynı oranda sorumlu davranabilmelidirler. Hatta Devlet veya genel anlamıyla Kamu, kendisine meşruiyet ve  güç veren vatandaşına karşı daha anlayışı davranabilmelidir. Fakat bir çok örnekte olduğu gibi bunun tersi durumlarla sıkı sık karşılaşmaktayız…

Anacığımın başına gelen bu halin hiçbir vatandaşımızın ve büyüğümüzün başına gelmemesi için idarecilerimizin daha sağduyulu ve vatandaşın hayatını kolaylaştırıcı bir üslup içinde davranmalarını dileyerek sözlerime son vermek isterim.

SON GELİŞME

Bu yazının yayınlandığı günün ertesi sabahında Boğaziçi Elektrik kurumu adına bir hanım telefonla beni aradı. Bir sorun yaşamışsınız size daha doğrusu annenize yardımcı olabilirim dedi. Telefonla bilgileri aldı ve ön mukaveleyi yaptım şimdi size esas mukaveleyi göndereceğiz ve annenizin imzalaması sonrası işlem bitecek dedi. Aynı zaman içinde idareden de birileri gelip elektrik saatlerimize bakmış. Telefondan bir kaç sonra bir vazifeli arkadaş gelip gerekli belgeleri ve imzayı almışlar, annemle mukaveleyi tamamlamışlar.

Boğaziçi Elektrik Kurumu’nun bu davranışı hakikaten takdire şayan bir durum. Bir sorun olduğunu görünce onu çözme noktasında harekete geçmişler. Bizi sevindiren husus ülkemizde iyi örneklerin de gerçekleşiyor olması. Bizim başımıza gelen bu olay belki de bundan sonra bizim durumumuza benzer olaylar için bir sorun çözme mekanizmasının üretilmesine yol açacak. Belki bu yolla daha verimli ve vatandaşı mutlu edecek uygulamalar bulunacak. İnşallah bu dileğimiz gerçekleşir.

 

Erhan Erken: 11.09.2019

İlave 12.09.2019