LİMANDA SÜKÜNET

Mücerret adlı dijital platformda 9 Aralık 2020 günü yayınlanan röportaj

Yıllarca kitap ve dergi basımıyla ilgilenmiş, dijital yayıncılıkla ilgilenmiş ve Dünya Bizim, Dünya Bülteni, Kuzey Haber Ajansı ile yayıncılıkta iz bırakmış Erhan Erken, kendi ifadesiyle, fırtınalı bir havada gemiyi batmadan ama biraz da yara alarak limana yanaştırdı ve şimdi limanda biraz sükûnet içinde duruyor.

Erhan Erken ile kitaplara, dijital yayıncılığa, Kariye Kitap-Hediye’ye ve birçok meseleye dair çok özel bir röportaj gerçekleştirdik.

İyi (Mücerret) okumalar

1961 yılında Fatih’te şu an oturduğunuz evde doğdunuz. Fatih’ten, Tarihi Yarımada’dan, hayatınız boyunca hiç kopamadınız. Çalıştığınız, üye olduğunuz, kurumların bile bir kısmı Tarihi Yarımada’da. Tarihi Yarımada’ya tutkuyla bağlanmanızın sebebi nedir, burada hayatınıza yön veren nasıl bir yaşam geçirdiniz?

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra bu şehri dört adet kazaya ayırmış. Bunların en önemli Nefs-i İstanbul denilen bölge. Yani bugünkü sur içi olarak tabir edilen eskiden Fatih ve Eminönü ilçelerinin bulunduğu yer. Daha sonra Eminönü de ortadan kalktı ve Nefs-i İstanbul bugün sadece Fatih tarafından temsil ediliyor. Diğer üç kaza; Pera dediğimiz Haliç’in diğer yakası yani Galata bölgesi ki, Karaköy’den başlayarak devam eden, Galatasaray, Taksim ve devamını içine alan bölge. Bir diğeri Eyüp ve Haslar bölgesi ki sur dışından Silivri’ye kadar gidiyor. Son olarak Üsküdar bölgesi. O da bugün Üsküdar’dan başlayıp Bağdat Caddesi’ne doğru devam eden alanı ifade ediyor. Benim anne tarafım 1920’li yıllarda Selanik’den İstanbul’a göç etmiş ve Fatih’te bugün Atikali Mahallesi sınırları içinde Cemali Sokak’da bir eve yerleşmiş. Rahmetli dedem biz Selanik’e Debre-i Bala’dan ( Yukarı Debre’den) geldik derdi. Annem de bu semtte doğmuş. Baba tarafım da yine  Selanik yakınlarındaki Kılkış  ( Osmanlı döneminde Avrethisar’a bağlı)  diye adlandırılan bir bölgeden Balkan harbinde Selanik’e, oradan da mübadelede yani 1920’lerde Manisa’ya göçmüşler. Daha sonra Rahmetli dedem, babam henüz 3 yaşındayken yani 1933’de İstanbul’a gelmişler. Babamlar da bir dönem Mercan’da, sonra Aksaray’da oturduktan sonra Fatih’te Çırçır denen semte gelmişler. Yani bir taraftan 100 yıldır, diğer taraftan yaklaşık 90 yıldır Fatih’te yaşan bir ailenin çocuğuyum. Bu da belli bir yerleşiklik sağlıyor herhalde. Hanımım da yine 100 yıldır Fatih’te yerleşik bir ailenin kızı ve mahalle komşumuz.

Ben şu an oturduğum evde doğmuşum. Burası esasında amcamın yaptırdığı bir ev. Daha sonra, bir yaşında biraz daha yukarıda Nişanca’daki aile evine taşınmışız. Çocukluk ve gençliğim orada geçti, yani şu anki evin 500 metre yukarısı bir yerde geçti. Evlilikten sonra 1994 yılından itibaren aile içi bir karar gereği şu anki eve tekrar geldik ve hala buradayız. Bu kadar yerleşiklikten sonra buradan kopabilmek  hem bana hem de aileme zor geliyor. Gerçi eş dost ve çevrenin büyük bölümü artık başka yerlere gittiler. Fatih’in nüfusunun resmi olarak dörtte biri Suriye’li göçmenlerle doldu. Her ne kadar burasının tarihi mekanları dışında içindeki insan unsuru büyük bir değişiklik gösterse de ne olduğunu çok keşfedemediğimiz bir hava bizi burada tutuyor. Geçenlerde hanımla, “Bu Fatih’in nesi bizim için önemli?” diye bir muhabbet ediyorduk. Onun bir lafı belki bu durumu daha net olarak ortaya koyabilir. “Erhan, düşünsene dünyada başka bir Fatih var mı?”  Herhalde bu sorunun cevabı bizi hala burada tutuyor

Arkadaşlarımla yapmaya başladığımız tartışmalar Allah’ın bir lütfu olarak tecelli etti ve okuma serüvenime tesir etti

Çocukluğunuzdan beri binlerce kitap okuyup biriktirdiniz. Kitap okuma ve biriktirme serüveniniz nasıl başladı, ilk karşılaştığınız ve zihninizi açan kitaplar hangileriydi? ilk karşılaştığınız ve zihninizi açan kitaplar hangileriydi?

İlkokul ve Ortaokulda çalışkan bir öğrenciydim. Dersler ve ders dışı zamanlarda okumayla ilişkim yoğundu. Lise dönemlerinde varlığımla ilgili sorular ve bunların cevapları beni derslerin dışında başka alanlarda daha fazla okumaya yöneltti. Ortaokul ve liseyi okuduğum Galatasaray’da o dönemlerde solcu ve marksist görüşlü arkadaşların sayısı çok fazlaydı. Ben onlara göre fikri açıdan bir hayli ayrı düşüyordum. O sebepten benim ortaokul ve lise dönemlerimde takma ismim molla idi. Arkadaşlarımla yapmaya başladığımız konuşma ve tartışmalar belki de Allah’ın bir lütfu olarak tecelli etti ve okuma serüvenime müspet manada tesir etti. Yaptığımız her tartışma, bana sorulan her soru, beni kendi düşünce yapımı daha derinleştirebilmek, kendimi ve inandıklarımı sorgulamak noktasında motive ediyordu. Bu da beni daha fazla okumaya teşvik ediyordu. Yaradılışla ve akaidle ilgili kitaplar, İslam’ın sosyal siyasi ve ekonomik yapısı ile kitaplar o dönemlerde benim daha çok başvurduğum kaynaklardı.

Sönmez Neşriyat Müdür Ali İhsan Yurt, Mehmet Şevket Eygi, İsmail Erünsal, Ertuğrul Düzdağ gibi büyüklerimizin birbirleriyle ettikleri sohbet bizleri derinden etkilerdi

Yıllar boyunca farklı gruplarla arkadaşlık yaptınız. Bunların hepsi de çok kaliteli insanlardı. Çok farklı kurumlarda çalıştınız, aynı anda farklı işler yaptınız. Bu yüzden harmanlanmış fakat kendinize has bir dünyanız var. Yaşamınız boyunca hayatınıza kimler tesir etti, zihin yapınızı nasıl oluşturdunuz ve sizi okumaya kimler yönlendirdi?

İlk kütüphanemi oluşturmaya niyetlendiğimde rahmetli dayım ile birlikte bazı kitaplar almıştık. Nurul İzah, Şifa-i Şerif, Müzekkin Nüfus, Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsiri, (İlmihali zaten evde vardı) hemen sayabileceklerim içinde bunlardan birkaçı. Kütüphanemde her gözüme çarpışta bana o günleri hatırlatır. Bunlar o dönem için belki benim yaşıma göre biraz daha ağır kitaplardı. Evimizin hemen yanı başındaki Kumrulu Mescid Camii’nin o zamanki imamı Hasan Kılıç hoca ve müezzini Kadir Temir ağabey temel İslami kitapların bir bölümünü tanımam ve ilk defa okumam noktasında bir hayli katkı sağlamıştır. Keza ilk Arapça derslerini okuduğumuz o zamanki İsmail Ağa Camii’nin müezzini Haspi hocanın da teşviklerini hala şükranla hatırlarım. Lise ikinci sınıfta rahmetli Mehmet Şevket Eygi ile tanışmıştık. Galatasaray Lisesi’nde bizden çok önce mezun olmuş bir ağabeyimizdi. O bizim hem İslami eserleri hem de batılı fikri eserleri okumamızı tavsiye ederdi. Ayrıca Osmanlıca öğrenmemizi şiddetle teşvik etmiştir ki benim ilk Osmanlıca dersi almam onun bulduğu bir hoca kanalıyla olmuştur. Erol Özbilgen ağabey bazen lise yıllarında bizlerle sohbet eder ve muhakkak edebiyat ve tarih bölümlerine yönelmemizi salık verirdi.

Yine lise dönemlerinde sıkça gittiğim Beyazıt’taki Enderun Kitabevi’nde sohbetlerine katıldığımız büyüklerimizin kitap ve okumayla ilgili tavsiyeleri de bize hayli tesir etmiştir. Enderun’daki muhabbetlerde yayınevinin sahibi İsmail ağabey, Sönmez Neşriyat Müdür Ali İhsan Yurt, Mehmet Şevket Eygi, İsmail Erünsal, Ertuğrul Düzdağ gibi büyüklerimizin birbirleriyle ettikleri sohbet bizleri derinden etkilerdi. Lisenin son yılları ve Üniversite devresinde daha sonra Bilim ve Sanat Vakfı ve Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kuruluşunda da beraber olduğumuz arkadaş çevremizle topluca kitap okumak ve beraberce mütalaa etmek noktasındaki birlikteliğimiz de hepimize kitaplarla haşır neşir olma noktasında çok faydalı olmuştur. İsminin saydığım ve burada daha bir çoğunu sayamadığım bu kişilere ve arkadaş gruplarına çok şey borçluyum

Türkiye’nin ve İslam dünyasının yükünün adeta omuzlarımızda olduğunu hissederdik

Aynı anda birçok yerde bulundunuz, aynı anda birçok iş yapmaya çalıştınız. Bilim Sanat’ın yönetim kurulunda, Müsiad’ın yönetim kurulunda, Ticaret Odası yönetim kurulunda bulundunuz. Dünya Bizim, Dünya Bülteni, Kuzey Haber Ajansı’nda aynı zamanda bulundunuz. Eskiden çoğu insan sizin gibi birden fazla yerde bulunurdu. Birden fazla yerde bulunmanın, farklı işlerde çalışmanın size ne faydası oldu?

1980’li yıllar Türkiye’nin birçok anlamda yol ayrımı yaşadığı yıllardı. Toplum o yıllardan sonra önemli bir değişim ve dönüşüm geçirdi. O dönemde bunu ne kadar fark ediyorduk bilemiyorum ama bugünden geriye baktığımda o değişim ve dönüşümün içinden geçiyor olmak bizim nesilde bazı etkiler oluşturdu diye değerlendiriyorum. Mesela bizim nesilde bir tür vatan kurtarma merakı vardı. Sanırım Osmanlı’nın son dönemlerindeki okuyan, yazan, memleket meselelerine kafa yoran gençler arasında da buna benzer bir halet-i ruhiye mevcuttu. Biz (özellikle yakın çevrem olarak) tüm Türkiye’nin ve İslam dünyasının yükünün adeta omuzlarımızda olduğunu hissederdik. Bunun için hem İslami İlimler, diğer alanlarda aynı anda gelişme sağlama peşindeydik.

Lisede ve Üniversitede yabancı dille eğitim yapan okullarda okusak bile yanına muhakkak Arapça’yı da ilave etme arzusu çok baskındı. İslami İlimleri ana diliyle okuyup o alanda da gelişme arzumuz çok yoğundu. Bu öğrendiklerimizin hayat içinde de tatbik edilmesi gerektiğine inanıyorduk. Dolayısıyla hayattan da kopuk olmamak lazımdı. Hanefi mezhebini önemli imamı İmam-ı Azam’ın hem tüccar hem fakih oluşu beni çok cezbetmişti. Ben niye bu tarz bir insan olmayayım diye kendime bir aralar bayağı bayağı İmam-ı Azam’ı hedef olarak almıştım. Bugünden geriye baktığımda hakikaten çok yüksek seviyeli bir hedefmiş.

Bir noktadan sonra bütün gayretime rağmen ilmi çalışmalarda ilk başlarda arzu ettiğim derinliğe varma noktasında nefesimin yetmediğini hisseder oldum. Fakat ilmi olarak istediğim mesafeye ulaşmak mümkün olmasa da ilimle uğraşan insanların önünü açma noktasında çalışabilirdim. Bu niyete uygun olarak bahsettiğim gayelere uygun faaliyet yapan çevrelere daima yakın durmaya veya imkan nispetinde içlerinde yer almaya çalıştım. Mesela aynı anda Müsiad ve Bilim Sanat Vakfının yönetiminde olmayı böyle bir yaklaşımla izah etmek mümkün olabilir sanırım. Bir toplum içinde varoluşlarını aynı kaynakla anlamlandıran tüccarlar, alimler, siyasi yöneticiler ve gönül ehli kişiler birbirlerine bir bütünün parçaları gibi bakabildikleri oranda o toplumda hatırı sayılır bir gelişme olur fikrini gençlik dönemlerinden beri muhafaza ederdik. Bu fikrimizin eskiden olduğu gibi şimdi de önemli ve doğru olduğunu düşünüyorum. Fakat bu saydıklarım içinde ilim konusu, daima bir adım önde olmalıdır diye düşünürdük. O sebepten  her bulunduğumuz yerde meselelere ilmi daima yukarıda tutarak bakmanın önemli olduğunu aynı zamanda da tüm kesimlerin birbirlerinin değerini gerektiği şekilde bilmeleri gerektiğini savunmuşuzdur

Kuzey Haber Ajansı’nda 2012 ile 2018 arasında dünyanın farklı noktalarında 13 ofisimiz vardı

2007-2018 yılları arasında; dijital yayıncılık alanında yayın yapan Dünya Bülteni, Dünya Bizim sitelerinin ve Kuzey Haber Ajansı’nın idareciliğini üstlendiniz. Bu süreç içersinde başarılı, ilgi çekici dijital içeriklere imza attınız. Akif Emre’nin bizzat uğraştığı Elveda Endülüs: Moriskolar belgeseli en önemli eserlerinizden sadece biri. Dijital yayıncılığın Türkiye’de yeni yeni başladığı bir dönemden nasıl oldu da insanların ilgisini çektiniz ve uzun süreli yayın hayatınıza devam ettiniz?

Benim hayatımın içinde çeşitli dönemlerde yayıncılıkla ilgim daima olmuştur. 1986 Yılında Elif Yuva adlı bir okul öncesi eğitim çalışması içine girmiştik. Orada kısa bir süre sonra veliler için İkbal adlı bir aile bülteni çıkarmaya başlamıştık. Bu dergi 2007 yılına kadar belli aralıklarla yayınına devam etti. Bilim Sanat Vakfı Bülteni’ni 1990 yılında ilk olarak çıkarmaya başlayan ekibin içinde yer almıştım. 1992 yılında Mustafa Özel’in çıkardığı İktisat ve İş Dünyası Bülteni içinde de bir dönem aktif olarak bulundum. İzlenim Dergisi’nin ilk çıkışında bir hayli katkım olmuştur. MÜSİAD’ın Çerçeve adlı dergisi ve dernek bültenlerinin yayınlanması sırasında ( özellikle 1994-2001 yılları arasında ) yayınlardan sorumlu yönetim kurulu üyesi olarak bir hayli emek sarfetmişimdir. Bunları söylememi sebebi bir yandan matbaacılık ve ambalaj işleri ile uğraşırken diğer yandan bu faaliyetler benim özel ilgi alanımı oluşturmaktaydı. 2007 yılına geldiğimizde bizleri birçok hayırlı çalışmada destekleyen bir dostumuzun da yüreklendirmesi ile dijital yayın alanına girdik. Rahmetli Akif Emre’yi de bu çalışmalarda bizimle beraber olması için ekibin içine davet ettik. O da kırmadı ve bizimle birlikte oldu. 2016 yılına kadar da Dünya Bülteni’nin yayın yönetmenliğini yaptı.

Buradaki ana yaklaşımımız doğru haberi doğru kaynaklardan alarak yayınlamak, Türkiye’de ve dünyada vuku bulan olayları derinlikli analizlerle yorumlayabilmeye çalışmaktı. Batılı haber kaynaklarının çarpıtıcı etkilerine karşı özellikle İslam Dünyası içinde referans olabilecek bir mecra haline gelmeyi gaye edinmiştik. Ayrıca, Dünya Bizim adıyla kültür ve sanat alanında özgün haberler veren kardeş bir mecramız daha vardı. Ona da Rahmetli Asım Gültekin ile başlamıştık. Daha sonra benim yaşça iki numaralı oğlum Mehmet, 2018 yılına kadar yayın yönetmenliğini sürdürdü. Ayrıca bu bünyede Son Devir adlı bir başka haber sitemiz, önce Caf Caf sonra da Püfterem adlı mizah yayınlarımız da bir dönem faaliyetlerini sürdürdü

2008-2012 yılları arasında çok kaliteli 4 adet de belgesel yaptık. Onlar da çeşitli TV kanallarında oynadı ve bir hayli beğeni kazandı. İlk belgeselimiz “Almanya’da Türk İzleri” idi. TRT’de oynadı ve izlenme ölçüsü olarak ilk 100’ün içine girdi. Hakikaten güzel ve içerik olarak dolu bir belgeseldi. Daha sonra Almanya’ya göçün 50’nci yılı münasebetiyle “Almanya Treni” diye ikinci belgeseli yaptık. O da TV 24’te oynadı.” Kıbrıs’ta Vakıf Malları belgeselimiz” konusu itibariyle yavru vatandaki vakıf eserlerini konu alan çok stratejik bir belgeseldi. O da TRT’de oynadı. En son belgeselimiz “Endülüs’te Moriskolar”ın yapımına bizim çalışmalarımızı hem maddi hem de manevi olarak destekleyen dostumuz ile yaptığımız bir İspanya seyahatinde karar vermiştik. Dönüşte bu kararımız rahmetli Akif ile paylaştık. O da böyle bir belgeselin senaryosunu yazmayı ve çekimleri yönetmeyi arzu ettiğini söylemişti. Bu şekilde başladık ve ortaya hakikaten güzel bir ürün çıktı. Fakat bu belgeseli maalesef TRT’de oynatamadık. Sadece TV24 yayınladı. Üzüntümüz bu belgeselin hakkettiği seyirci ile buluşamaması oldu. Daha sonra Balkan ülkelerinde bazı TV sahibi dostlarımıza verdik, onlar da alt yazı ile yayınladılar. O zamanlar henüz Kuzey Haber Ajansı’nın teknik imkanları yoktu o sebepten bu belgesellerde teknik yapımlarımızı hep kadim dostlarımız Yedirenk ile gerçekleştirdik.. Şu an bu belgeseller, arzu edenler tarafından, Kuzey Haber Ajansı’nın Youtube sayfasında izlenebilir. Bu çalışmalar tamamen hizmet amaçlı çalışmalardı ve hiçbirinin maddi bir kazanç gayesi olmadı.

Yaklaşık 10 yıl bu çerçevede faaliyet gösterdik ve 2018 yılı itibariyle Kuzey’in faaliyetleri son buldu. Dijital alandaki çalışmaları da Bilimevi adlı bir arkadaşımıza devrettik. Şu an kendisi sağ olsun bu yayınları sürdürmeye gayret ediyor. 2012 yılında TRT’nin haber ve kültür programları yapan bir firmanın kurum ile ilişkilerinin kesilmekte olduğunu öğrendik. Yapılan programlar bizim Dünya Bülteni ve Dünya Bizim’de yapmaya çalıştığımız yayına benzer bir muhtevadaydı. Bu programları alırsak çok daha geniş bir sahaya ulaşabileceğimizi düşünerek heyecanlandık ve kurum yöneticileri ile temas ettik. Bizimle çalışabileceklerini söyleyince biz de TRT ile ilişkisi sona eren önceki firmanın makine parkını ve teknik donanımını satın aldık. Oradaki kadronun önemli bölümünü bizim firmada işe başlattık. Yurt dışı ofislerini TRT’nin de desteği ile biz işletmeye başladık. Kuzey Haber Ajansı 2012 ile 2018 arasında önce TRT TURK daha sonra TRT AVAZ, son dönemlerde de TRT ARABİA’ya haber ve kültür programları yaptı. Hanlardan Plazalara, Elif’ten Z’ye ve Hattı Müdafaa adlı ilave dizi programları hazırladı. Dünyanın farklı noktalarında 13 ( bir ara 15’e kadar çıkmıştık) ofisimiz vardı ve buralardan yaptığımız özel haber ve dosyaları günde üç sefer yayınladığımız programlarda değerlendiriyorduk. (Bir o kadar TRT Arapça‘da program hazırlanıyordu.) Benim hayatımda yaparken büyük keyif aldığım çok anlamlı bir çalışmaydı. Kuzey Haber Ajansı ofislerinden aldığımız özel haberlerin bir bölümünü TRT’deki yayınlardan sonra dijital mecralarda da farklı bakış açılarıyla değerlendirebiliyorduk. Bu da haber ve kültür sitelerimize ayrı bir kalite katıyor, önemli bir sinerji oluşturuyordu. Bir zaman sonra TRT’de yöneticiler değişti. Başlangıçta bizim program türümüze sıcak bakan yöneticilerin yerine gelenler bu tür programları düşünmediklerini ifade ettiler. Biz kendimiz çok önemli işler yaptığımızı zannediyor olsak da muhataplarımız için pek de bir değer ifade etmemeye başladık. Bu süreç 2018 Şubat’ında hazin bir şekilde son buldu. Her şeyin bir ömrü olduğu gibi bunun da ömrü bu kadarmış dedik ve çalışanlarımızla helalleşip Kuzey Haber Ajansı’nın İstanbul’daki çalışmalarını nihayete erdirdik.

Sosyal medya mecralarının çok fazla gelişmesiyle dijital haber ve kültür sitelerinin ilk dönemdeki önemleri azaldı

İslami camiada dijital yayıncılık farklı bir evrede artık. Siz de İslami camiada dijital yayıncılığa ilk giren kişilerdensiniz. Bizde dijital yayıncılığın ne eksiği var, bu eksiğin giderilmesi için neler yapılabilir?

Dijital yayıncılıkta bir dönem bir hayli güzel yayınlar vardı. Başarılı haber ve kültür siteleri faaliyet yaptılar. Fakat sanırım sosyal medya mecralarının çok fazla gelişmesiyle dijital haber ve kültür sitelerinin ilk dönemdeki önemleri azaldı. Akıllı telefonların gelişmesi ile o aletleri elinde bulunduran kişilerin büyük bölümü adeta kendi mecralarını yönetir oldular. Herkes haberci, herkes yayın yapıyor ve aradaki ulaşım kanalları çok yaygın olduğundan üretilenleri hem dağıtıyor hem de dağıtılanlara ulaşabiliyorlar. Bu durumda dijital yayın yapanların bu özelliklerin çok üzerinde daha farklı şeyler üretmeleri gerekiyor. Bence yeni bir ses oluşturabilmek için bu alanlara yönelmek gerekiyor.

Bir de şunu unutmamak gerekir. Kaliteli ürünün her an taliplisi bulunur. Bizim önemsediğimiz, haberde ve yorumda nitelikli yayınlar ortaya çıkarmak için hakikaten konusuna vakıf kişileri bir araya getirmeye gayret etmek gerekir. Bu yayınların özgün olması, bağımsız yayın yapabilmesi, doğruyu ve hakkı her durumda söyleyebilmesi, insanımıza moral verebilmesi, doğru hedefler gösterebilmesi gerekir ki arzu ettiği kaliteli muhataplarına ulaşabilsin. Ben yayın hizmetlerinin sadece çok izlenmek için değil, izleyenlere faydalı şeyler katabilmek için kurgulanması gerektiğini önemsediğimden her alanda olduğu gibi bu alanda da ihtiyaç hiç bitmez. Tabii bu alanlar masraflı alanlar olduğu için bu alanlara katkı sağlayacak, yine bu değerleri önemseyen sermaye sahipleri ile beraber çalışabilmek de başarının bir diğer önemli bir ayağıdır.

Bizi ziyaret edenlerden aldığımız yorumlara göre “Kariye Kitap-Hediye” muhabbet yönü ağır basan bir mekan olarak ilgi gördü

2020 Eylül ayı itibariyle yeni bir girişimde bulundunuz. Salgın sürecinde insanlar ticari işlerini devam ettirmekte sıkıntı çekerken siz yeni iş kurdunuz. “Kariye Kitap-Hediye”yi bu zor süreçte hangi ihtiyaca binaen açtınız, kuruluş sürecinden bahseder misiniz?

2018 yılı başlarında sözünü ettiğimiz yayın faaliyetlerini bir şekilde tatil etmek durumunda kalınca ‘Limandan ilk izlenimler ‘diye kendi bloğumda bir yazı yazıp dostlarımla paylaşmıştım, “Fırtınalı bir havada gemiyi batmadan ama biraz da yara alarak limana yanaştırdım ve şimdi limanda biraz sükunet içinde duruyorum” demiştim. O süre içinde biraz geç de olsa yeni başladığım doktora çalışmalarına ağırlık verdim ve birkaç sömestr Medipol Üniversitesinde bazı seçmeli derslere öğretim görevlisi olarak girdim. Yayın dünyası ile ilgim bu arada da hiç kesilmedi. Çünkü 1997’den beri İTO’da yayıncıları temsilen meclis üyeliği yapmakta ve yayıncı derneklerde arkadaşlarımızla çalışmalar içinde bulunmaktaydım.

Bu süreçte kendime bir irtibat yeri oluşturma arayışına başladım. Araya salgın döneminin kesikliği girince bu arayış biraz uzadı ve 2020 yaz sonu itibariyle Kariye’deki mekanı hazırlamaya başladık. Burasını hem bir çalışma ofisi hem de yayın ve kültür dünyası ile ilgili bir mekan nasıl yaparız diye düşündük. Bulduğumuz formül şöyle oldu. Bir tarafıyla ikinci el kitapların alım satımı işi yapalım, diğer yanı ile de özellikle gelenekli sanatlar sahasında çeşitli hediyelik malzemeler tedarik ederek onları ihtiyacı olanlarla buluşturalım. Yani bu mekanda hem kitap ve dergi olsun hem de geleneksel sanatlarda ürün ortaya çıkaranların ürünleri ile bunlara ihtiyaç duyanlar bir şekilde buluşabilsin. Bu çalışma bir tür kültürel girişimcilik olarak gelişti. Buradan maddi bir kazanım ortaya çıkacak mı pek kestiremiyorum fakat ilk izlenim olarak bizi ziyaret edenlerden aldığımız yorumlara göre muhabbet yönü ağır basan bir mekan olarak ilgi gördü. Tek handikabımız salgın dönemi içinde olduğumuzdan bu muhabbet fonksiyonumuzu yeterince yerine getiremiyoruz. Biz de, “kısmet böyleymiş, bu dönemi Allah’ın izniyle daha çok bir hazırlık devresi olarak değerlendirelim.” diye düşündük. İnşallah bu arada, mekanımızı daha iyi nasıl şenlendirebiliriz noktasında yeni yeni zenginlikler bulabiliriz.

Bazı şeyleri maddi karşılık beklemeden ihtiyacı olanların bir şekilde istifadesine sunabiliriz

Yıllarca kitap ve dergi basımıyla ilgilenmiş, dijital yayıncılıkla ilgilenmiş, birçok basılı eseri biriktiren biri olarak burada sahaflık mı yapacaksınız, yoksa burayı kültürel bir mekan haline getirip kitap okunan, muhabbet edilen bir mekana mı evireceksiniz? “Kariye Kitap-Hediye” zaman içerisinde nasıl bir evrilme yaşayacak?

İlk etapta ismimizi “Dünden Bugüne” diye koymayı düşünmüştük. Hatta o ismi dijital alanda satın bile aldık. Fakat daha sonra biraz fazla uzun olacak diye değerlendirip içinde bulunduğumuz semti isim olarak kullanalım dedik. Kitap ve kültürel çalışmalar konusunda neredeyse 40 yıla yakın bir süre belli bir çevre içinde yer aldık. Eksiğiyle gediğiyle bir birikim oluştu. Bu esasında hem bir nimet hem de elde edilen bir değer varsa bunun başkaları ile de paylaşılması gereken bir değer. Bu tür bir mekanda dünden bugüne gelen faydalı bir şeyler varsa bunları paylaşabilmenin bir yolunu bulmaya çalışacağız. Mekanımızdaki kitap ve dergi noktasındaki her şey satışa konu değil. Bizim için önemli olan bazı şeyleri maddi karşılık beklemeden onlara ihtiyacı olanların bir şekilde istifadesine sunabiliriz diye düşünüyoruz. Bu niyetimizin ne şekilde uygulanabileceğini sanırım zaman gösterecek. Tabii zaman içinde mekanımızda iş ne kadar önemli olacak veya arzu ettiğimiz muhabbet ortamı ne ölçüde sağlanacak bilemiyoruz? Yoksa içlerinden biri daha fazla mı öne çıkacak? Veya hem iş hem de muhabbet, birbirlerini rahatsız etmeden tatlı bir denge içinde bir arada bulunabilecekler mi? Bu konuyu Allah ömür ve imkan verdiği ölçüde beraberce göreceğiz inşallah Hediyeliklerimiz konusunda ise yaklaşımımız şu şekilde: Eşimize, dostumuza, çeşitli vesilelerle almayı düşündüğümüz hediyelikler için farklı alternatifler üretmeye çalışıyoruz. Geleneksel sanatlar alanında farklı yönleri olan ürünler yaptırmak için uğraşıyoruz. Özellikle bizim hanımla birlikte antikacılar ve eskici pazarlarını dolaşıyor, buralardan zevkimize uygun şeyler tedarik ediyoruz. İlginç ve farklı hediyelikler üretenlerin ürünlerini imkan nispetinde mekanımızda bulundurmaya gayret ediyoruz. Bakalım zaman bizi nerelere götürecek? İnanın, biz de bir yandan hadiselerin içinde aktif olarak yer alırken diğer yandan da ilgi ile kendi serüvenimizin nerelere doğru yöneldiğini ve yöneleceğini izliyoruz..

EĞİTİM ÜZERİNE

Eğitimin amacını nasıl tanımlıyorsunuz?

Farklı tanımlar ve bakış açılarına göre eğitimim amacı ile ilgili şunları söyleyebiliriz

Eğitim, insanoğlunun yaratılışında mevcut olan kabiliyetlerinin ve özeliklerinin (bu özellikler ruhi, bedeni ve zihni mahiyette olabilir) gelişmesini sağlar

Kınalızade’nin tarifine göre kişiyi dini ve dünyevi vazifelerinin hakkıyle yerine getirebileceği bir hale ulaştırır.

Nesiller arasında kültür aktarımını sağlar

İnsanoğlunun becerisini geliştirir ve onu meslek sahibi yapar

Modern dönemlerdeki kullanımıyla iyi yurttaş yetiştirme ve tebaayı denetleme aracı olarak işlev görür

  • Eğitim anlayışınızı açar mısınız?

İnsanoğlu beşikten mezara kadar eğitimin konusu olan bir varlıktır. Eğitim düzenli bir şekilde kurumlar kanalıyla yapılabileceği gibi hayatın içinde ve yaşayarak gerçekleşen eğitim de (aile, mahalle, cemaat v.s veya iletişim organları marifetiyle de gerçekleşen eğitim) en az kurumsal eğitim kadar hatta çoğu zaman ondan da etkili bir yoldur.

İnsanoğlunun çeşitli alanlarda gelişimi ile birlikte eğitim araçları da çeşitlilik göstermektedir.

Fakat her dönemde gerek kişisel gerek kurumsal gerekse de davranışsal açıdan rol modeller eğitimde çok önemli ve etkili bir yer tutmaktadır

Burada ana gaye Kınalızade’nin tarifinde anlatıldığı gibi ‘kulun dini ve dünyevi vazifelerini hakkıyla yerine getirebileceği bir hale ulaştırılabilmesidir’ Bu hedefe ulaşmada hangi yol ve yollar daha verimli, zamanın ve zeminin ruhuna en uygun metod hangisi olacaksa onun veya onların tercih edilmesi gerekmektedir. İnsanların karakter özellikleri, adetleri, gelenek ve görenekleri farklı olduğundan onlara en iyi hitap eden yollar kullanılmalı, tabii ve reel kanallar kullanılmaya çalışılmalıdır.

Bu tarz bir yaklaşım sayesinde ancak insanlık her devir bir öncekinden daha güzel bir yaşam standardına kavuşabilir, insanlık vasıflarına daha uygun bir hayatın yaşanması gerçekleşebilir.

  • Eğitim anlayışınızın temelleri sağlam mı?

Yukarıda zikrettiğim hususlar benim için çok önemli olan belli kaynaklara dayanarak edinilmiş kanaatler ve bilgilerdir. Dolayısıyla kaynaklara nisbetle sağlam olduğuna inanmaktayım. Beşikten mezara kadar İlim öğrenmek, ilmi kimden aldığımızı bilmek en önemli hareket noktamızdır. Tarih boyunca Allah(cc) kullarına hep peygamberler göndermiş ve bu yüce kişiler insanlar için rol model olmuştur. Bu peygamberler belli topluluklar oluşturmuş ve bazen küçük bazen de büyük olmak üzere örnek toplumsal yapılar ortaya koymuşlardır. Vahye dayalı bilginin toplumsal bir hüviyet kazanamadığı, bazı peygamberlerin adeta tek başlarına kaldıkları dönemlerde bile nelerin olmaması gerektiği ile ilgili bilgiler bize hakikati göstermiştir.

Neredeyse tüm peygamberlerin ve önder kişilerin bir meziyetleri ve meslekleri olmuştur. Nerdeyse tüm mesleklerin piri olan bir Peygamber vardır. İdris Peygamber terzilerin, Davut Peygamber Demircilerin, Lokman Peygamber doktorların rol modelidir.

Asr-ı Saadet tüm insanlık için örnek bir toplum modelidir..

Aslolan insanların yaşadıkları hayat sürecinde daima Hakkın ve doğrunun yanında tercih yapmaya çalışmaları, kendilerinden sonraki nesle bunları aktaracak mekanizmalar kurma gayreti içinde olmaları ve adeta tarihe iz bırakabilmeleridir. Sonraki nesillere düşen de tarihi süreçte Hakkın ve Hakikatın gerçekleşmesi yönünde bırakılmış güzel izlerin peşini sürmek, onları canlı tutmaktır. Rahmetli Sebahattin Zaim bir röportajında şöyle diyordu; İnsan daima kamerayla çekim yapan kameraman ve ışıkçı gibi olmalıdır. Hep doğruyu ve hakkı aydınlatmalı ve onları insanlara göstermeli, kötünün ve zararlının üzerine ışık tutmamalı ve onu insanlara mümkün olduğunca göstermemelidir.

  • Eğitimde düzelme nerden başlamalı, nasıl yapılmalı?

Düzelme olacaksa bu önce kişinin kendisinden başlamalıdır. Dalga dalga en yakınından en uzağa doğru gitmelidir diye düşünüyorum. İnsan kendine nasıl istikamet verecek diye sorulduğunda en önemli başlangıç noktası kişinin varlığı ile ilgili doğru soruyu sorup ona doğru cevap verebilmesi ile alakalı.

İnsan niçin yaratıldı ve insanın varlığına karar veren irade ondan ne istiyor?

Bu soruya doğru cevap verebilmesi için insanın doğru bilgi kaynağına ihtiyaç var. Burada da iman ön plana çıkıyor. Doğru bilgi kaynağı yüce Allah’tan gelen vahiy ve O’nun Elçisinin sözü ve yaşama şekli ise o zaman bu kaynaklardan elde edeceği bilgiler ile varlığının hakiki gayesine varacak insanoğlu. Bu gayeyi keşfettikten sonra da ona uygun ameller aksiyonlar yapacak. Kendinden önceki dönemde bu tarz davranışlar gösteren insanların tecrübelerinden istifade edecek. Onları öğrenecek, hayatında uygulayacak, en yakınından başlayarak çevresine anlatacak, bu gayeye yönelik organizasyonlar oluşturacak veya var olanları bu gayelerle uygun hale getirmeye çalışacak

  • Başarının sadece rakamsal ifadelere yüklendiği bir dünyada, erdemli bir nesil nasıl yetişir?

Erdemli bir neslin hem ahlaki değerlerle hem de insani kabiliyetler ve özellikler ile donanımlı olması gerekiyor. Çağın gerektirdiği bilgiler, alet ilimleri, maharetler olabildiğince gençlik tarafından kazanılmaya çalışılmalı. Fakat aynı zamanda dini ve ahlaki değerler her zaman ve şartta bunların üstünde yer almalı. Amaçlara ulaşmaya çalışılırken sürekli doğru yollar kullanılmalı, hedefe varmak ve güç elde etmek gayesiyle meşru olmayan araçlara tevessül edilmemeli.

Erdemli nesil sadece kendini, ailesini, hemşehrini, cemaatini düşünmemeli. Tüm insanlığın iyiliğine ve hayrına çözümler peşinde koşmayı kendine ilke edinmeli. Tüm insanlığın kurtuluşu için gayret sarf eden bir Peygamberin ümmeti olduğu bilincini daima hatırlamalı.

  • Eğitimin okullarla endeksli ve belirli süreye ait görülmesinin zaaflarından bahseder misiniz?

Eğitim beşikten mezara kadar süren bir faaliyettir. Okul dönemi onun sadece bir bölümüdür. Tarihin farklı dönmelerinde farklı okul ve mektep türleri ortaya çıkmıştır. Süreçleri ve bunların süreleri farklı olmuştur. Toplumlardan toplumlara, zamandan zamana değişiklik göstermiştir. Bundan sonra da muhtemelen bu değişiklik devam edecektir.

Sıbyan mektebi, idadi, rüştiye, medrese diye süren bir devre sonrasında ana okulu, ilkokul, orta okul, lise ve üniversite diye belli bir dönem devam etmiştir. Daha sonra orta okulun kalktığını görüyoruz. Lise süreleri sürekli değişmekte, okul türleri değişmekte, yüksek öğrenimin şekli farklılıklar göstermekte. Ayrıca normal okulların yanında dershanelerden oluşan yepyeni bir eğitim şekli ortaya çıkmakta.

Toplumun ileride alması düşünülen şekli hedefleyenler bu hedeflere uygun olarak okulların sürelerini, yapılarını ve müfredatlarını planlamakta ve bu sayede bir sonraki nesli eğitmeye çalışmaktadırlar.

Tabii bir toplumun ileride alması gereken şekli belirlemede kim, nasıl ve hangi meşru ölçüler içinde hak sahibi olmaktadırlar?.

Özgür bir toplumda bu kararı kimler ve nasıl vermelidirler.? Bu tip bir soru ve buna verilecek cevaplar çok büyük önem taşımaktadır.

Toplumda bu konuda net bir konsensüs oluşmadığı dönemlerde resmi okulların yanı sıra farklı eğitim tipleri ve arayışları da meydana çıkmaktadır. Veya toplumun genel istekleri nazarı itibare alınmadan verilen bu tip bir karar karşısında toplumun eskiden beri gelen gelenekleri, aile yapıları ve değerleri, çocukların ve gençlerin eğitimine farklı şekillerde müdahale etmektedir. Bu durumda da okul ile toplumun diğer katmanları arasında farklılıklar ortaya çıkmaktadır.

Burada önemli olan genel eğitimin hedeflerine ve yapısına karar verenlerin halkın çoğunluluğunun isteklerine, eğilimlerine, ülkenin tarihi değerleri, kültürel yapısı ve ait olduğu medeniyetin genel özelliklerine uygun yapılanmaları bulup uygulayabilmeleridir. Aksi halde genele yönelik okul faaliyetleri istenen başarıyı sağlayamazlar.

 

  • Talebe kimdir? Ne talep eder ve ona nasıl yaklaşılmalı?

Talebe bilindiği gibi bir şeyi talep eden yani isteyendir. İnsan her türlü şeyi talep edebilir. İyiyi, kötüyü, ilmi, cahilliği, zenginliği, fakirliği, vel hasıl her şeyi

Aslolan iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı talep etmektir. Bir de talep edenin talep ettiği şeyin talep ettiği kişide veya yerde bulunup bulunmadığıdır. Yani talep ettiği şeyi ona sağlayacak doğru yerden mi bu talebi yapıyor yoksa yanlış adreste dolaşıp vakit mi kaybediyor? Tüm bunlar doğru talep ile doğru arzın buluşup buluşamayacağını sağlayacak noktalardır.

Bu genel noktalardan sonra özetle şöyle söylenebilir ki; kişi ne istediğini biliyorsa, gönülden istiyorsa ve isteğini doğru yerden talep ediyorsa amacına ulaşması kuvvetle muhtemeldir. İlim için şöyle söylenir: Allah ilmi isteyene parayı istediğine verir. Her isteyen tüm isteklerine istediği oranda ve zamanda tıpa tıp ulaşması her zaman mümkün olmaz ama maksadına ulaşanlar ancak arayanlar ve ısrarla isteyenlerdir.

  • Öğretmen kimdir? Neyi temsil eder?

Öğretmen kelime manası itibariyle bir şeyi öğreten kişidir. Her şeyin öğretmeni olabilir. İyiyi de kötüyü de, doğruyu da yanlışı da öğreten kişiye kelime manası itibariyle öğretmen denebilir. Bir de eskiden kullanılan muallim kelimesi vardı ki bu ilim öğreten manasında daha özel anlamlı bir kelime idi.

Bugün genelde ilköğretim seviyesinde hizmet gören eğitimcilere öğretmen denmektedir. Lise dönemine geçildiğinde hoca kelimesi daha çok kullanılmaktadır.

Dini ilimlerle ilgili muallimlere de hoca denmektedir. Camiilerde imamlık yapanlara da genellikle hoca denmektedir.

Toplumumuzda önemli bir kültürel ve sosyal değişim yaşandığından ve köklü müesseseler itibariyle de belli bir kesiklik oluştuğundan dolayı, birçok alanda kelimeler ve kavramlar düzeyinde karışıklıklar ortaya çıkmaktadır. Bazı kavramlar gelenekten gelirken aynen kullanılmakta, bazılarının muhtevası değişmekte, bazıları için de ithal kelime ve kavramlara ihtiyaç duyulmaktadır.

İlim sahasında ve eğitimde de bu sıkıntı çokça yaşanmaktadır.

Rahmetli Üstad Nurettin Topçu’nun 1959 yılında verdiği bir konferansta Muallim konusundaki sözlerinden bir bölümünü nakletmek istiyorum; Rahmetli Topçu şöyle diyor; ‘Devletleri ve medeniyetleri yapan da yıkan da muallimlerdir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür, alçalmıştır. Muallime değer verildiği, muallimin hürmet gördüğü ülkede insanlar mesut ve faziletlidir. ‘

‘İlk çağda muallim, hakim yani hikmet adamı idi. Ortaçağda muallimlik rolu, zahidlerin din adamlarının eline geçti. Halkı yetiştiren, ruhlara istikamet veren onlardı. Rönesanstan sonra muallimi, zekayı, tabiat hadiselerinin arkasından ve onların ışığında ışığında ilerleten laboratuarlarla atölyelerde buluyoruz.19. Asırda ise, teknikle tecrübenin üstadı olan bu muallimle yan yana ve ona rakip olarak romantik aşkın telkincisi muallimi görmekteyiz.’

Milletimiz hangi muallim tiplerini tanıdı?

Milletimizin ruhi temelleri olan İslam’da, peygamber ilk muallimdi. Öğreten o, inandıran o, yürüten o idi. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş, devleti mektep haline getirmişti.’

‘Muallimin mesuliyetleri çoktur ve cemiyet hayatının her sahasına uzanmaktadır. Bir memlekette ticaret ve alış veriş tarzı bozuksa bundan muallim sorumludur. Siyaset, milli tarihin çizdiği yoldan ayrıldıysa, milletinin tarihi karakterini kaybetmişse, bundan sorumlu olan yine muallimdir. Gençlik avare ve davasız, aileler otoritesizse bundan da muallim sorumlu olacaktır. Memurlar rüşvetçi, sorumlu makamlar ilitmasçı iseler muallimin utanması icap eder. Din hayatı bir riya veya taklit merasimi haline gelerek vicdanlar sahipsiz ve sultansız kalmışsa bunun da mesulu muallimleridir.’

Muallimin ruh yapısını meydana getiren karakterleri anlatırken de özetle şu noktalara dikkati çeker;

–          Muallim her şeyden evvel hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkardır, kullanıcısı değil yapıcısıdır, seyircisi değil aktörüdür. O en güzel en doğru hayat örneğini yapar, hazırlar, bize sunar; biz yaşarız

–          Muallim geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde, buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealcidir.

–          Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir.Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden  sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. Muallim halk gibi her yaşayan gibi yaşayamaz. Peygamberimizin (a.s) bunu pek güzel anlatan bir sözü var:’ Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız ve zevklerinizi yapmazdınız.’

–          Muallim hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Biz kibirli isek o mesul, biz sabırsız isek yine o mesuldur. Biz bütün bunlardan habersiz isek, bundan da o mesuldur.

–          Muallim sahip olduğu bu mesuliyetle içimizde en fazla hür olan insandır. Çünkü mesuliyetimiz, hürriyetimizin kaynağıdır.Muallimin çalışmasını idari ve siyasi endişelerle kayıtlandırmak öğretim idealine dışarıdan emirle yöne vermek istemek, onun yapısı bakımından hür olan şahsiyetini budamak, kısırlaştırmak, ölüme mahkum etmektir.

–          Maarif demek muallim demektir. Milli eğitim Bakanlığı sadece onu düzenleyen bir cihazdan başka bir şey değildir. Kitap, program, imtihan ve bütün öğretim meselelerini çözümleyecek olan bir milletin muallim ordusudur.’

Rahmetli Topçu bir ara şu soruyu soruyor; ‘bu kadar yükü muallime yüklemek, ilk bakışta fazla gibi görünüyor. Lakin hepimizin ruh yapısı muallimin elinden çıktığı düşünülürse, hiç de yanlış değildir.’

Tabii 1960 lı yıllarda muallimin toplumda oynadığı rol, ondan beklentiler, nesiller üzerindeki etkisi bu gün de aynı şekilde midir.? Nurettin Topçu’nun o gün için muallimden beklediği vazifeleri ve fonksiyonları bugün muallimler ile birlikte kimler ve nasıl yapmalıdır ve yapmaktadır.

Sosyal değişimle birlikte bu hususlar üzerinde çokça kafa yormak mecburiyetindeyiz.

 

 

  • Başarıyı nasıl tanımlayabiliriz?

Başarı bence izafi bir kavram; Bir şeye, bir yere, bir pozisyona göre ölçülebilecek bir değerdir. Başarıyı ölçebilmek için bir başarı ölçüsü koymak gerekir. Bu ölçü nasıl ve kim tarafından konulacak?

Kişinin kendi şahsi özellikleri ve kabiliyetlerinin oluşturduğu bir başarı çıtası mevcuttur. Kişinin bulunduğu ortamın gerektirdiği bir başarı seviyesi bulunabilir. İçinde yaşanılan şehrin, ülkenin hedeflediği başarı tarifleri ve sınırları mevcuttur. Bir de başarı alanlara ve konulara göre de değişir. Her alanın başarı sınırı farklıdır.

Yani özetle, alana, kişiye, ortama, devre ve daha birçok farklı alt gruba indirgenebilecek başarı tarifleri yapılabilir, sınırlar tesbit edilebilir. Bu sınırlar kişiler için yapılabileceği gibi toplumlar, ülkeler ve medeniyetler için de yapılabilir.

Dolayısıyla önce tarifleri yapmalı, kim ve kimler için başarıyı konuştuğumuz açıkça ortaya konmalı, sonrasında da başarı veya başarısızlık değerlendirilmelidir.

 

 

  • Kültür, gelenek, değerler nesillerden nesillere hangi yollarla geçiyor? Eğitimin farklı şubelerinin bu geçiş içindeki rolü hususunda neler söyleyebilirsiniz?

 

Kültür, gelenek, değerler nesiller arasında bir çok yolla geçiyor. Eğitim bu geçişin genel bir ismi. Fakat daha önceki cümlelerimizde kısmen değindiğimiz gibi eğitimin çok farklı yolları, zamana ve zemine göre değişen metodları mevcut.

Bu süreç bazen kurumlar içinde gerçekleşiyor. Toplum bir eğitim kurumları zinciri ile donatılıyor. Çocuklar ve gençler hayatlarının belli bir döneminde bu süreçten geçiyorlar ve onlara bir önceki neslin devraldığı ve geliştirdiği bilgiler, davranışlar ve doğru diye kabul edilen değerleri aktarılıyor.

Ayrıca bu aktarım süreci içinde başka enstrümanlar ve diğer köklü kurumlar da (mesela aile, cemaat, mahalle v.s) yer alıyor.

Eğitim kurumları ile bu saydığımız köklü kurumlar ve daha küçük boyuttaki diğer yapılar arasında bazı dönemlerde uyumlu bir ilişki kurulabiliyor. Bazen de bu uyum istenen kıvamda olamıyabiliyor. ( Tabii bu kültür ve değer aktarımı nerde gerçekleşirse gerçekleşsin buna tanım gereği bir tür eğitim demek mümkün)

Tarihi süreçte eğitim kurumları yanında belli sosyal ve ekonomik organizasyonlar önemli bir aktarım mekanizması olarak işlev görüyorlardı. Mesela tekkeler ve zaviyeler uzunca bir dönem ahlaki değer aktarımı açısından işlevsel yapılar olarak hizmet gördüler. Loncalar, sadece ekonomik açıdan değil,  bulundukları bölgelerde tekkelerle de irtibatlı olarak toplumun sosyal ve kültürel yapısını da örerlerdi.

Aile her dönemde bu aktarım işlevini gören bir yapıydı. Özellikle de büyük aile yapıları kültür ve gelenek aktarımı için çok fonksiyonel organizasyonlardı.

Zamanla bu bahsi geçen kurumların bazen yerine geçen  bazen de yanında yer alan yenileri de ortaya çıktı.. Tekke ve zaviyelerin ortadan kalkması ile onların yerini kısmen yeni tür vakıflar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları almaya başladı. Belli büyük ve teşkilatlı cemaatler kısmen tekke fonksiyonunu görseler de daha modern yapılar olan dernek ve yeni tür vakıflar da bu tarzda hizmet görür oldular.

Aileler çekirdek aile haline gelmeye başladı. Büyükannelerin, dedelerin, dadıların, lalaların yerini şehirlerde kreşler ve gündüz bakımevleri almaya başladı. Mahalle eski gücünü yitirdi. Camii cemaatı kavramı eski fonksiyonunu kaybetti. Tahrir defterlerinde o bölgedeki sayımda bir numarada yazılan İmam sadece camilerde namaz kıldıran devlet memuru halini aldı.. Herkesin kendi iş yeri ve sosyal muhitindeki organizasyonlar gerek mahalle gerekse de camii cemaatı işlevini alır oldu.

Aile ve mahalle yapısının gücünün yitirmesi ile birlikte onların yerini alan modern organizasyonlar kişiler için eğitim kurumu ve kültürel aktarım fonksiyonu gören yerler haline geldiler.

Geleneksel ve Dini değerleri az soluyan çevrelerde çeşitli batılı menşeli sosyal kulüpler, uluslar arası örgütlerin büyüklü küçüklü şubeleri de bu arada önemli vazifeler görmekteler. (Lions, rotary ve mason dernekleri, gençler için leo ve rotaraklar v.b)

Tabii bu arada iletişimin baş döndürücü gelişimi ile birlikte çeşitli kitle iletişim araçları, tv, sinema, internet, dijital oyunlar v.s gibi araçlar da eğitim ve kültür aktarımı açısından da önemli kanallar olarak incelenmeye değer.

Bugün kültürel aktarım, bilginin ve değerlerin insanlardan diğer insanlara geçişini sağlayan mekanizmalardan hangisi veya hangileri daha etkili sorusu bence çok hayati bir soru.

Geleneksel bir aktarım modeli olarak yaygın okul eğitimi bu kanallar içinde ne tür bir yer tutuyor.?

Yoksa bambaşka bir yol veya merkez mi bu aktarımın yönünü, derecesini ve içeriğini belirliyor.?

Rahmetli Nurettin Topçu’nun Mektep ve Muallime yüklediği misyonu bugün kimler ve hangi kurumlar gerçekleştirebiliyor.?

Resmi olarak okulları ve yüksek öğretim kurumlarını yöneten Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK gibi organizasyonlar bu gelişimi ne ölçüde kontrol edebiliyorlar?.

Başka kaynakların etkisiyle yönlendirilen gelişmeleri takip etmekten ve onların peşinde sürüklenmekten öte ne ölçüde etkili olabiliyorlar?

Teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim, başarılar dilerim

MÜLAKATI YAPAN ; AHMET MERCAN

EĞİTİM YAZILARI DERGİSİ

 

VAROLUŞUN SIRRINI KAVRAMAK

Ahlâk merkeze alındığında medeniyet ölçeğinde İslâm nasıl bir meydan okuma ile karşı karşıya kalmıştır? Medeniyet bilinci ve onun vazettiği Ahlâk, bugünün dünyasında nasıl okunmalıdır?

Ahlâk, bir değerler sistemi içinde ve o değerler sisteminin temel dinamiklerine bağlı olarak anlamını bulan bir kavramdır. Dünya üzerinde bugün hâkim durumda gözüken batı medeniyeti ve onun vazettiği ahlâk anlayışı, İslâm dini tarafından örnek alınması tavsiye edilen ahlâk anlayışından birçok noktada farklılık göstermektedir.

 

İslâm dini açısından örnek insan Hz. Peygamber (a.s)’dir. Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini ifade eden İslâm peygamberi, genel anlamı ile ideal bir insan prototipi çizmiş ve O’nun izinden gitmeye çalışanlar, O’na yaklaştıkları oranda ideale yaklaşmışlardır. Bu vasıftaki insanların sayısının nisbî olarak çoğaldığı toplumlar, tarih boyunca göreceli olarak huzur ve güvenin hüküm sürdüğü topluluklar olmuşlardır.

 

Dünyanın, özellikle son 200 yıllık tarihi içerisinde, Batı Medeniyeti hâkimiyetini sürekli olarak artırmış ve son çeyrekte de bu yayılma baş döndürücü bir hal almaya başlamıştır.

Bireyi öne alan, insan aklını kutsallaştıran, vahye dayalı inanışları yaşanan hayatın tümüyle dışına çıkarmayı hedef edinen bu medeniyet, geldiği nokta itibariyle insanların bir bölümüne maddi refah sağlarken, büyük bir kesimini de acımasızca sömürmüş ve sömürmeye de devam etmektedir. Bu medeniyet, bununla birlikte ortaya çıkan sıkıntıların ve problemlerin kaynağı olarak da kendi dışındaki sistemleri ve inanışları suçlu tutmaktadır.

 

Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş olan bir Peygamberin izinden gitmesi gereken Müslümanlar, her hal ve şartta, O’nun güzel ahlâkını tüm insanlığa en iyi şekilde tanıtmalıdır. Bu, onların dünyadaki varlık sebebidir.

 

İslâm Dünyası bu meydan okumaya anlamlı cevaplar üretebildi mi?

İslâm dini, Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği ‘hak din’ olduğu için tarih içinde her dönemde onu en iyi şekilde yaşayan ve nesillerden nesillere aktaran topluluklar var olmuştur ve kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Fakat içinde yaşadığımız dönemde maalesef İslâm Dünyasının özgün sesi, tüm insanlığı kuşatacak tarzda çıkamamakta ve cılız kalmaktadır.

 

Batılı düşünce ve hayat tarzının etkisiyle, İslâm Dünyası içinde, kaynağını orijinal İslâm düşüncesinden almayan, inanca ve ahlâka müteallik özentili, kompleksli, kendine güvenden yoksun,  hatalı akımlar da maalesef ortaya çıkmaktadır. Bazen bu akımlar İslâm’ın orijinal mesajını gölgeleme tehlikesi bile oluşturabilmektedir.

 

Fakat tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, İslâm dünyasının farklı kesimlerinden gelen ümit verici bazı sesler, baş döndürücü bir tarzda yayılan batılı düşünce biçimine ve onun dayattığı hayat tarzına rağmen yine de muhataplarına ulaşabilmekte ve dünyanın farklı noktalarında yeni filizlenmeler ortaya çıkmaktadır.

 

Türkiye’de ahlâkın dönüşümü nasıl oldu? İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte yaşanan dönüşümün ahlâk planında süreklilik ve kopuş unsurları nelerdir?

Sosyolojik anlamda Türkiye’de yaşanan değişimi birçok ilim adamı ‘induced changed’ yani bünyenin dışından gelen bir etki ile ve ikna yoluyla meydana gelen değişim olarak değerlendirmektedir. Bunun karşılığı ise ‘organic changed’ denen tabii bir yolla ve toplumun kendi iç dinamikleriyle gerçekleştirdiği değişimdir.

 

Osmanlı’nın son döneminde klasik âlim tipinin yerine geçen, batı düşüncenin tesiri altında yetişmiş ve kendilerine aydın ya da münevver denen kesimin öncülüğünde gerçekleşen bu dönüşüm, toplumun geleneksel kökleriyle bağlantıyı zayıflatma hedefine yönelik bir hareketti.

Bu dönüşüm İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri olan ülkemizde ciddi bir tarzda yaşandı. Fertlerin ve toplumun dinle olan ilişkileri adeta yeniden tanımlandı. Toplumun önündeki ideal tipler yeni baştan dizayn edildi. Bu dönüşümün sağlanabilmesi için toplumun geçmişiyle ilişkisi adeta her yönüyle kesildi.

Fakat zamanla bu bağlantı kısmen de olsa yeniden kurulmaya başlandı. Fertler, tarihleriyle bağlantı kurdukça o tarih içinde var olan inanç ile ve o inanca dayalı ahlâki özellikler ile çok hızlı bir temas sağlamaktalar.

 

Şu anda bir yandan batılı hayat tarzının etkisi, öte yandan da kökler ile kurulan irtibat içinde yeni nesiller yönlerini bulmaya çalışıyorlar.

İslâm Dünyası ve özelde Türkiye’nin toplum hayatında, insan ilişkilerinde, siyaset dünyasında, ekonomik alanda, eğitim sahasında ihtiyaç duyduğu yeni insan kimdir, nasıl biridir?

Bu insanın öncelikle Yaratıcısı ile dost olması gerekmektedir. O’nu her şeyden ve herkesten çok sevmeli ve O’nu kırmaktan ve üzmekten şiddetle kaçınmalıdır. O’nunla dost olabilmek için O’nun ‘sev’ dediklerini sevmeli, ‘sevme’ dediklerinden de uzaklaşmalıdır.

 

Yaratıcısın en önemli eseri olan diğer insanları, Yaratıcısından ötürü sevmeli ve onlarla dost olmalıdır. Onlara, iyilikle ve adaletle davranmalı, yanlışlıklarını gördüğünde münasip bir dille uyarmalıdır.

Kul hakkından şiddetle kaçınmalı, Allah’ın huzuruna diğer insanların hakkı ile çıkmaktan korkmalıdır.

 

İnsanın dışındaki tüm diğer varlıklar ile dost olmalı, onları, Yaratıcılarından ötürü sevmeli ve kendisine emanet edildiğini bilip iyi davranmalıdır. Hayvanlar ve tüm diğer canlılar, hepsi bu cümleden ele alınmalıdır. Çevre, acımasızca tahrip edilmemeli, hayvan nesillerinin devamına titizlik gösterilmeli, tabiatta var olan dengeye, onu bozucu tarzda müdahale edilmemelidir.

 

En son olarak insan kendi ile dost olmalıdır. Kendi ile barışık olmalı, niçin yaratıldığının farkına varmaya çalışmalıdır. Bunun için kendine lüzumlu bilgiyi hangi kaynaktan alacağını çok iyi bilmeli ve varoluşunun sırrını kavramaya çalışmalıdır. Ümitsizliğe hiçbir zaman düşmemeli, her işinde Rabbine iltica etmeli ve O’na güvenmelidir.

 

Özetle tarif etmeye çalıştığımız bu insanla ilgili çok daha fazla özellik sayılabilir kanaatindeyim. Fakat bu dört madde, alt başlıkları ile birlikte bizlere bir hareket noktası verecektir kanaatini taşımaktayım.

 

Mülakat: İbrahim Ethem Gören

(*) Bu mülakat Boğaziçi Bülteni 28’inci sayısında yayınlanmıştır.

 

MÜSİAD YÖNETİMİNDE 10 YIL

-Uzun yıllardır çeşitli yönetim kademelerinde bulunduğunuz MÜSİAD’ın, kuruluşundan bugüne gelişim süreci ile ilgili gözlemleriniz neler oldu?

 

On yıldır yönetiminde bulunduğum ve her genel kurulda, bir sonraki yıl için oluşturulan  Yönetim Kurulu listelerinde yer almanın heyecanını yaşadığım MÜSİAD’ın , 13’üncü genel kurulunda, bu sefer divan başkanlığı vazifesini yaptım. Böylesi bir durum, insanı çok değişik duyguların içine sürüklüyor.

Yılların çok hızlı geçtiğini bir kere daha yakinen görüyorsunuz. Geçen yıllar ile birlikte ömrün de bitmekte olduğunu hissediyorsunuz ve hüzünleniyorsunuz.

Diğer yandan, yönetim kadrolarındaki insanların  değişmesine rağmen, gelişme sürecinde içinde yer aldığınız MÜSİAD’ın, dimdik ayakta durduğunu, 26 şubesi ve iki binin üzerinde üyesi ile, Anadolu’nun dört bir yanında kök salmaya başladığını, insanımıza ümit ve güç verdiğini görüyorsunuz, seviniyorsunuz..

 

1990 yılında kurulan Müsiad’ın, kurulduğu tarihte dünyanın ve Türkiye’nin şartları çok farklı idi. Soğuk savaş sonrası döneminin henüz başlarındaydık. 12 Eylül darbesi sonrası Türkiye’de siyaset yeniden şekilleniyordu. Irak, başındaki Saddam ile birlikte Orta Doğu’da yeni bir güç odağı olarak ortaya çıkmaya başlıyor, buna karşılık bu bölgeyi dizayn etmek isteyen büyük devletler de bu hadise çerçevesinde  bölgeyle daha aktif olarak ilgileniyor ve sıcak müdahaleler yapılıyordu.

Rahmetli Özal ile birlikte başlayan Türkiye’nin dış dünya ile daha fazla entegre olması hali Müsiad yöneticilerini ve üyelerini de derinden etkiliyor ve iş adamlarımızın ticari faaliyetlerinde dış ticaretin rolü artıyordu.

Refahyol döneminde Müsiad, siyasi iktidar ile ilişkilerinde çok değişik bir imtihanın içine girdi. Bir noktadan bakıldığında iktidara çok yakın olarak görünüp bu halin getirdiği problemler ile uğraşırken, bir yandan da, var olduğu düşünülen yakınlığın, üyelerinin meşru zeminlerdeki haklarını korumaya yeterli derecede fayda sağlayamamasının sıkıntılarını çekti

28 Şubat döneminde, özellikle Müsiad ve üyelerinin içinde yer aldığı geniş bir çevre ciddi baskılara uğradı. Fakat bütün bunlara rağmen, Müsiad, çalışmalarını aksatmadı, aksine, azmini ve kararlılığını arttırdı.

11 Eylül saldırıları ardından dünya ölçeğinde başlayan yeni bir dalga ve Müslümanlara yönelik baskılar karşısında da Müsiad farklı bir sınavın içine girdi. Üyelerinin yurt içinde  ve yurt dışında ekonomik aktivitelerini fazlalaştırmak, işletmelerini daha rasyonel şekilde yönetebilmelerini sağlamak, bütün bunların yanında da ait oldukları medeniyetin özelliklerine uygun yaşayabilmeleri noktasında özgüvenlerini arttırmak için ciddi çalışmalar yaptı.

3 Kasım sonrasında iktidara gelen ve halkımız için ümit olan Ak Parti döneminde de Müsiad, bir yandan ümitlerin artarak devam etmesini sağlamak, öte yandan da eksik gördüğü noktalarda yapıcı eleştirilerini ve katkılarını yönetimdeki kadrolarla paylaşmak gibi bir fonksiyonu icra etmektedir.

 

 

-MÜSİAD’ın, misyon ve vizyon çerçevesinde, yeni dönemde neleri başarabileceğine inanıyorsunuz?

Müsiad 14 senelik mazisi olan köklü bir kuruluştur. Hedefleri, bu hedeflere ulaşabilmek için çalışma prensipleri, değişen ülke ve dünya şartlarına göre kendini revize edebilecek mekanizmaları mevcuttur. Yeni dönemde, başlamış ve sürdürmekte olduğu çalışmaları devam ettirmenin yanında 3 Kasım ve 28 Mart seçimleri sonrasında ülkede ortaya çıkan yeni siyasi yapı ve ekonomik gelişmeler çerçevesinde gündeme gelebilecek  yeni sorunlarla da muhatap olmaktadır ve bundan sonra da olacaktır.

Müsiad’ın iktidardaki kadrolarla çevre olarak yakınlığı derneğin çalışmalarında başarı sağlamak, üyelerinin ekonomik gelişmelerine katkıda bulunmak için çok önemli bir avantaj fakat aynı zamanda da dikkatli davranılmazsa çok tehlikeli bir özelliktir.

Müsiad bu hassasiyete her zamankinden daha çok dikkat  etmelidir.

Aynı zamanda kamusal ve yarı kamusal alanlardan ısrarla uzakta tutulmaya çalışılan kesimlerin Türkiye’deki sayısal ağırlıkları oranında temsillerinin sağlanması da yeni dönemin en önemli sınavlarından biri olacaktır. Müsiad, bu çalışmalarda yapıcı ve dengeleri gözetici mahiyette çok ciddi bir ağırlığa sahip olacaktır.

Türkiye’nin özellikle son on yılında reel kesimlerin dışında ranta dayalı alanlara yönelen ve oralarda biriken milli gelirin, yeni dönemle birlikte reel ekonomiye doğru kanalize edilmesi Müsiad’ın en temel beklentilerinden birisidir. Bu hususta alınmakta olan tedbirlerle ilgili hükümetle bazı konularda farklı düşüncelere sahip olan Müsiad, fikirlerini açıkça ve etkili bir şekilde savunabilmeli, halkın ümitlerini menfi yönde etkilemeden yapıcı eleştirilerini yapabilmeli, araştırma ve raporlarını her zamankinden daha dikkatli hazırlamalıdır.

Siyasi rüzgarla ters düşme korkusuyla hakikatleri söyleyememek, aynı mahallenin insanlarının, aynı gemide seyahat eden yolcuların birbirlerine karşı yapabilecekleri en büyük kötülüktür. Fakat bununla beraber doğrunun doğru ve güzel bir üslupla ve neticeye tesir edebilecek bir formatta dile getirilebilmesi de Müsiad’ın yeni dönemindeki en önemli sınavlarından biri olacaktır.

Müsiad’ın bugüne kadar geldiği başarılı nokta, yeni bir yönetim ve başkan ile birlikte, inşallah çok daha ilerilere götürülecek ve emanet bundan sonra da sürekli bir şekilde yeni ve ehil arkadaşlarımıza , kardeşlerimize devredilecektir.

Hepsine şimdiden başarılar diliyorum..

 

-Bilindiği üzere, değişim ve dönüşüm sözü son yıllarda sıkça kullanılıyor. Ne var ki,  bu değişmenin sınırları pek sağlıklı olarak belirlenmiş değil. Değişme adına değişime açık olanlarla, kendiliğimizi koruyarak, yeniliklere karşı temkinli olma gereğini savunanlar var.

Değişime paralel olarak bir de küresel dalgalanmalar yaşamakta dünyamız. Bu öyle bir dalga ki, yerelliği ve özgün kimliği silerek, insanları tek tip hegemonyaya mecbur kılıyor. İşadamlarına ticari ve sınai  faaliyetleri yanında, ayrıca bir kültür ve medeniyet idraki kazandırılması konusundaki fikriniz nedir?

Bildiğiniz üzere, kurumların devamlı olabilmeleri için, içinde bulundukları ortamdaki değişimlere ve gelişmelere uyum sağlayabilmelerinin yanında, kendilerini önemli ve farklı kılan özeliklerini muhafaza edebilmeleri gerekmektedir. Ancak bu sayede varlıklarının bir anlamı olabilir.

Asıl önemli olan ise,  var olmanın yanında tarihte anlamlı bir iz bırakabilmek ve gelenek oluşturabilmektir.

MÜSİAD bu amaçla kurulmuş, değişen dünya ve ülke şartları içinde, ilim, siyaset ve iktisat saç ayağı üzerinde oluşan toplumsal yapıda, ticaret ve sanayi kesimine yeni bir tanım getirmeye çalışmıştır.

İşadamlarının dikkatlerini bir yandan ülkenin unutulmuş, unutturulmuş iktisadi değerlerine çekerken, bir yandan onları yurt dışına ve ihracata yönlendirmiştir. Bu gaye ile karış karış dünyanın dört bir yanına geziler düzenlenmiş, fuarlara iştirak edilmiş, ülke içinde ihtisas fuarları organize etmiştir…

Bütün bunların yanı sıra MÜSİAD, iş adamlarımıza, ait oldukları medeniyetten pencere açmaya çalışmış,  onların, tarihleri ile ve içinde yaşaya geldikleri coğrafya ile doğru ve sağlam bir ilişki kurabilmelerine zemin hazırlamıştır.

Homo ekonomicus  adıyla bir araştırma yaptırarak, halkımızın %99’unun mensup olduğu İslam Dini’nin, sanayici ve iş adamlarımıza ne tür müsbet özellikler kazandırması gerektiğini ortaya koymaya çalışmıştır.

Yüce Peygamberimizin (a.s) Medine Pazarı uygulamasından, günümüz ticaretinde nasıl yararlanılması gerektiği üzerinde önemle durmuş ve fuar çalışmaları ile Medine Pazarı kavramı arasındaki ilişkiyi sürekli canlı tutmaya gayret göstermiştir.

Globalleşen bir dünyada yerel özelliklerin öneminin kaybolmaması gerektiğinin altını  çizen Müsiad, globalleşme ve küreselleşme eğiliminin yanında, dünyamızda özellikle iktisadi sahada, bölgesel birlikteliklerin de öneminin azalmadığını , hatta bilakis artmakta olduğunu tesbit etmiştir. Buna bağlı olarak Türkiye’nin kendi bölgesiyle, İslam Ülkeleriyle ve Türki Cumhuriyetlerle münasebetlerini arttırması gerektiğini savunmuş, uzun zamandır içinde yer aldığımız bölgesel birlikteliklerin devamından yana tavır almış ve bu konuları mevcut iktidarlara sürekli tavsiye etmiştir.

 

Önce Ahlak ve Teknoloji derken, teknolojik gelişmelerin  arka planında var olan kültür ve medeniyet boyutuna özellikle dikkat çekmiştir.

Nasıl bir hayat, nasıl bir insan, nasıl bir toplum ve nasıl bir dünya sorularının ciddi bir şekilde sorulup, cevapları üzerinde toplumsal bir mutabakat oluşturulmadan gerçekleştirilecek teknolojik gelişmelerin veya transferlerin, toplumumuza uzun dönemde mutluluk getirmesinin şüpheli olabileceği, Müsiad’ın dikkatini çekmeye çalıştığı en önemli noktalardan biri olmuştur.

Son olarak Müsiad, iş adamlarımızın toplumun kültür ve sanat değerleri ile ciddi bir biçimde ilgilenmeleri gerektiği hususuna özellikle dikkat çekmektedir ve bunun en bariz örneği olarak her fuarının en büyük alanını sanat sergisi olarak ayırmaktadır.

 

-Yılan hikâyesine dönen bir AB-Türkiye ilişkileri var ortada. Ne içindeyiz, ne de büsbütün dışında. Sizce nereye varacak bu uzun flört hali. Ufukta  sağlıklı bir evlilik görülüyor mu?

 

MÜSİAD,  tarih boyunca yüzü genelde batı yönüne dönük bir toplumun çocukları olarak, son 40 küsur yıllık Avrupa Ortak Pazarı ve  Avrupa Birliği  projelerine hep ihtiyatla yaklaşmış, fakat bununla beraber, dış ticaretinin %50’sinden çoğunu Avrupa Birliği ülkeleri ile yapan Türkiye’nin, bu ülkelerle ile olan ekonomik ilişkilerine özel bir  önem vermiştir.

 

Ekonomik, sosyal ve siyasi ilişkilerde tek yönlü değil çok boyutlu bir ilişkinin gerekliliğini sürekli vurgulamıştır.

Bizim tezimize göre, Türkiye’nin  üstüne düşen husus, insan unsuru, yönetim anlayışı, ekonomik gelişmişlik, devlet ve millet ilişkileri yönünden kendi niteliklerini arttırabilmek olmalıdır.

Türkiye’nin AB’ye girebilmesi konusu Türkiye açısından olduğu kadar AB açısından da çok büyük önem taşımaktadır. AB için , yukarıda saymaya çalıştığımız özelliklere sahip olması gereken bir Türkiye’yi kendi bünyesine alıp almamak en önemli imtihandır.

Ülkemiz,  bu özelliklere sahip olabilmek için AB’ye girmeyi ister bir görüntü içinde olmamalı, halkımız yukarıda kısaca sayılan niteliklere layık olduğu için onlara bu nitelikleri kazandırmak arzusu, iktidarların en önemli hedefi olmalıdır.

Bütün bunların yanı sıra Türkiye’nin içine dahil olmaya çalıştığı AB ve içinde yer aldığımız Uluslar arası sistem de adalet, güç ve hakkaniyet ilişkisi ve ülkelere/insanlara farklı standartların uygulanması konularında seviye olarak maalesef kötü bir noktadadır. Bosna, Afganistan ve Irak işgalleri, Keşmir, Filistin ve Kıbrıs konuları bu konuda en bariz örneklerdir.

Bu noktada çağımızın içinde bulunduğu seviye maalesef örnek bir seviye değildir. Türkiye bu seviye ile iktifa etmemesi gereken bir ülke olmak zorundadır.

Ülkemizin heyecanla sonucunu beklediği Aralık 2004’deki, Avrupa Birliğinden müzakere için takvim alma hedefi büyük bir problem olmazsa gerçekleşecek gibi görünmektedir. Fakat tam üyelik konusunda tarih hiç de yakın görünmemektedir.

Müsiad açısından, bu gidiş, bir medeniyet tercihi olarak göründüğü oranda toplumumuz için uzun vadede faydadan ziyade zarar getirir endişesini taşımaktayız.

Bu endişe Müsiad içinde hararetle tartışılmaktadır ve bu tartışmayı toplumumuzun çeşitli katmanlarına da süratle yaymak en önemli vazifelerimizden biri olmalıdır kanaatini taşımaktayım.

 

-Kurumların kalıcılığı, daha çok bir gelenek oluşturmalarına bağlıdır. Bu cümleden olarak MÜSİAD sizce bir gelenek oluşturmuş mudur?

 

Müsiad’ın kurulduğu günlerdeki dünyanın ve Türkiye’nin şartları hepinizin bildiği gibi çok değişmiştir. Bu değişimin çok iyi okunması icap etmektedir. Derneğin ve bizim gibi çalışmalar yapan tüm kurumlarımızın faydalı hizmetler görebilmesi için yeni şartlara uygun bazı değişiklikler ve geliştirme çalışmalarının yapılması gerekmektedir. Fakat gelenek oluşturabilmenin en önemli unsuru olan, kalıcı değerlerimizin muhafazasına da, özellikle ihtimam gösterilmelidir.

 

Neleri değiştireceğimize karar vermek kadar, neleri muhafaza edeceğimize karar vermek de aynı derecede önemlidir.

Esasında, eş zamanlı olarak yapılması icap eden; gelişime ayak uydurma ve kalıcı olması gereken değerleri muhafaza etme çalışması, sadece MÜSİAD’ın   değil, bizimle aynı tarihi ve toplumsal değişim sürecini yaşayan tüm kurumlarımızın  yapması gereken bir faaliyettir.

 

Ancak bu sayede tarihte iz bırakabilen yapılar oluşturabilir, kendimizden sonraki nesillere de kalıcı eserler bırakabiliriz. Müsiad bu güne gelinceye kadar bir çok noktada hatırı sayılır bir gelenek oluşturmuştur. Fakat konjonktürün süratle değiştiği, Türkiye’de ve dünyada bir çok yerleşik yapının sarsıldığı ve pozisyon değiştirdiği günümüzde Müsiad da değişimlerden etkilenmekte ve bazen yerleşik değerlerini de yeniden tartışmak lüzumunu hissetmektedir. Bu tartışmalar sonucunda İnşallah daha sağlam bir yapıya ulaşılacaktır.

Dünyada ve Türkiye’mizde çok ciddi gelişmelerin olduğu tarihi bir sürece tanıklık ediyoruz.

Önemli kırılma ve yeniden düzenleme çalışmaları çok yakınlarımızda ve bazen de bizim içinde yer aldığımız bölgede cereyan ediyor.

Tarihimizden alacağımız dersler, ait olduğumuz medeniyetin bize kazandırdığı eşsiz değerler ve eğer samimiyetimizi kaybetmezsek,  her an yanımızda olacak olan Allah’ın yardımı, bu zor şartlarda hepimizi ve tüm insanlığı selamete çıkaracaktır inancını taşımaktayız.

 

MÜSİAD BÜLTEN 2004

 

 

KİTAPLARDAKİ TEORİ YETMEZ, HAYAT PRATİĞİ DE GEREKİR

 

İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Üyesi ve Boğaziçi Yöneticiler Vakfı (BYV) Mütevelli Heyeti Başkanı Erhan Erken ile iş dünyasının beklentileri ve üniversitelerin mezunlarına verdiği katma değer üzerine kısa bir sohbet ettik.

 

Erhan Erken, yayıncılık-matbaacılık, ticaret, eğitim kurumları işletmeciliği gibi pek çok alanda faaliyet gösteren şirketler kurdu. 20 yıla yaklaşan bir süredir pek çok eğitim müessesesinde kurucu olarak yer aldı. Eğitimin alt yapısının gençlik olduğundan hareketle çocuklara ve gençlere yönelik birçok projeyi hayata geçirdi. Anaokulundan etüt merkezine; bilgi merkezinden öğretmen/eğitici kurslarına kadar eğitim ve öğretimle alakalı çok geniş bir alanda hizmetler sundu; eğitim-öğretim mahreçli onlarca makale kaleme aldı.  Bu süreçte çocukları/gençleri yetiştirecek ekipleri/kadroyu teşkil etti. Bir yanıyla işletmeci/girişimci bir yanıyla da eğitimci olan Erhan Erken aynı zamanda İTO Yönetim Kurulu Üyesi ve İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Mütevelli Heyeti Üyesi.

 

Türkiye’de gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bunca mezun insan arasında yetişmiş, iyi vasıflı birilerini bulmak gerçekten zor. Kritik yönetici kadroları için iş daha da vahim bir hal alıyor.

Her “eğitimli eleman”ın “nitelikli eleman” olmadığı ve ikisi arasında bir fark olduğu aşikâr. Bu farkın kapatılabilmesi için kim, neler yapabilir? Üniversiteler, MEB, Sivil Toplum Kuruluşları veya kişinin bizzat kendisi açısından soruyorum.

 

Bu konuda benim en önem verdiğim hususlardan bir tanesi çocukların tahsil hayatlarının en başından itibaren ciddi bir gözleme tabi tutularak kabiliyetlerine göre yönlendirilebilmeleridir. Bizde bu husus maalesef ihmal ediliyor. Nitelikli bir eleman, hayatının ilk dönemlerinden itibaren kaliteli eğitimcilerin elinde özelliklerine en uygun tarzda yönlendirilen ve yetiştirilen insandır. Eğitim sürecindeki bir ferdin hayatının hangi döneminde kendisine ne tür bir eğitimin verileceği dikkatlice analiz edilerek kararlaştırılmalıdır. Ülkemizde maalesef herkese aynı, tür standart bir eğitim verilmektedir.

Analitik düşünce çocuklarımıza yeterli ölçüde verilememektedir. Çocuklarımıza öğrenmeyi öğrenme, araştırma yapma, kendi kendine yeterli olma gibi hususlarda yeterince yardımcı olunamamaktadır.

Kendi sanayicilik tecrübem içinde gördüğüm nice ustalar veyahut kalfalar vardı ki bunlar hayatlarının daha erken dönemlerinde kabiliyetlerine ve özelliklerine göre ele alınıp yetiştirilebilselerdi çok mükemmel bir endüstri mühendisi, çok başarılı bir sistem analisti olabilirlerdi. Şu anda kimi normal bir usta olarak emekli oldu kimisi de en çok ustabaşı olarak hizmet edebildi. Bu değerler bizim ülkemizin değerleridir.

 

Mesela iş yerimize temizlik işleri için aldığımız bir elemanın uzun yıllar içinde izlediğimde mükemmel bir organizatör veya başarılı bir siyaset adamı olabileceğini görmüşümdür. Fakat bu eleman bugün sadece bir makinenin ustasıdır.

Bu konu en başta hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın ele alması gereken bir husustur. Bu gün yaklaşık 15 milyon çocuğumuz milli eğitim sistemi içinde eğitim görmektedir. Okuma yazma oranını %100’e çıkarmak, milli eğitimimizin uzun yıllar en önemli hedefi olmuş; çocukların ufkunu açmaya değil, onları ortak bir standart içinde yetiştirmeye daha büyük önem verilmiştir.

 

STK’lar, milli eğitim sistemine tavsiyelerde bulunmak, imkan ölçüsünde yönlendirmek, bazen de spesifik örnekleri ortaya koymak noktasında daha aktif olmalıdır.

Üniversitelerimiz de bilim merkezi olma konusunda daha duyarlı olmak mecburiyetindedir. Bugün, üniversitelerimizin en üst kurulu olan YÖK, üniversitelerimizin öğretim kalitesi olarak yükselmesinden ve oradaki gençlerimizin daha iyi yetişmelerinden çok, mevcut pozisyonları ve statüleri korumaya yönelik, -maalesef- dogmatik bir yaklaşım içerisindedir. İyi niyetin ve adaletin olmadığı ortamlardan verimli bir ürünün çıkmayacağı aşikârdır. Türkiye’miz de maalesef bu hatalı tutumların bedelini ödemektedir.

 

Tüm şartlara rağmen fertler, kendi çabalarıyla ve sistem içindeki -kısmen- verimli unsurların gayretleri ile belli bir düzeye gelebilmektedir. Eğitim-öğretim sistemlerinin iç dinamiklerinin çalışamadığı/iyi çalışmadığı yerlerde bireyler çok daha fazla gayret etmek mecburiyetindedir.

 

Bazı iş çevreleri tarafından, mezun olan gençlerin verimli birer eleman olarak çalışabilmesi ve tatmin edici bir ücretle iş bulabilmesi için en az 2-3 yıl tecrübe kazanmak amacıyla çalışması ve bu esnada ücret konusuna hiç önem vermemesi uygun bir yöntem olarak dile getiriliyor. Katılıyor musunuz? Bu konuda yeni mezun gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Gençler meslek hayatlarının ilk yıllarında maaş konusunu birinci öncelik olarak ele almamalıdır.  Uzun dönemde kendileri için en uygun iş dalı ve pozisyon, maaştan daha önemlidir. Maaş konusunda ise hakkaniyete uyan bir seviye tutturulması her iki taraf için tavsiye edilecek bir noktadır. İşveren açısından iyi bir genç, yatırım yapılacak bir değerdir. Bu değeri ucuza çalıştırmak, bir zaman için mümkün olur. Hakkaniyete uymayan maaş politikaları, üzerine yatırım yapılan elemanların yitirilmesine yol açar.

 

Gençler ise çalışma hayatlarının ilk yıllarını daha ziyade öğrenme amaçlı olarak düşünmeli; ileride almayı düşündükleri pozisyonlara uygun iş kollarında ve iş yerlerinde çalışma hayatlarına başlamaya gayret sarf etmelidirler.

 

Ben, işletme alanında ortanın biraz üzeride büyüklükteki işletmeleri yani orta seviyedeki KOBİ’leri gelişme açısından ilk dönemler için çok faydalı görmekteyim. Çünkü bu tip şirketler gençlere birçok departmanı aynı anda görebilme imkânını sağlayarak onları daha iyi geliştirebilir. İş hayatının biraz daha ileri devrelerinde kurumsal kültürü olan, daha büyük çaplı işletmelerde çalışmak da kariyer açısından önemli yararlar sağlayacaktır kanaatindeyim.

 

Üniversiteden mezun olan bir öğrencinin, sizin açınızdan “nitelikli eleman” olarak kabul edilebilmesi için hangi yollardan geçmesi gerekiyor?

 

Bir öğrencinin mezun olduktan sonra nitelik açısından eksik yönlerini tamamlamaya kalkışması ona ciddi ölçüde zaman kaybettirecektir. Aslolan öğrencilerin tahsil hayatları içinde hayata hazırlanabilmeleridir.

Öğrencinin, hangi sahada çalışmak istiyorsa onunla ilgili olarak gerekli donanımları almaya üniversite yıllarında (esasında bu süre çok daha öncelere kadar gidebilir) başlamış olması şarttır.

 

Mesela yabancı dil öğrenimi, bahsettiğimiz donanımların en önemlilerinden biridir. Hangi alanda olursa olsun, mezun olan gencimizin, en az bir yabancı dili, yapacağı çalışmalara yetecek tarda yazma, anlama ve konuşma olarak halletmiş olması ilk gerek şartlardandır.

Lisans düzeyinde, sadece aldığı derslerin kitaplarını okumuş olması belki yeterli not almak için kâfi gelebilir. Fakat alanında iyi olabilmek, daha detaylı okuma ve araştırmaları gerektirir.

 

Staj, sadece adet yerini bulsun diye yapılacak bir angarya değil; çalışma hayatını tanıma noktasında önemli bir araçtır. Bu konuda gerek staj veren işletmelerin gerekse de staja giden gençlerimizin daha dikkatli olmaları her açıdan faydalı olacaktır.

İyi bir ortalama ile mezun olabilmek de iş hayatında aranılan değerlerden biridir.

Öğrencilerin tahsil hayatları boyunca sadece derslerine çalışmaları onları nitelikli yapmaz. Derslerle birlikte öğrenciliğin sınırları dâhilinde sosyal faaliyetlere katılmak da ciddi bir pratik sağlar. Çünkü hayat sadece kitaplardan öğrenilemeyecek kadar girift bir şeydir.

Bu çalışmalar öğrencileri insani ilişkiler konusunda hazırlar, onlara pratik düşünme imkânı verir, bildiklerini uygulamak konusunda yardımcı olur. Kısaca derslere mani olmayacak oranda sosyal faaliyetler çok yararlıdır.

 

Ayrıca iş hayatına doğru yerde başlamak da gençler için daha sonraki hayatlarında fayda sağlayacak önemli bir noktadır. Bu hususta tecrübeli büyüklerin kariyer yönetimi konusunda tavsiyeleri altın değerinde öğütlerdir.

 

İş dünyası, nitelikli eleman ihtiyacını nasıl karşılıyor? Üniversiteden mezun olanların mezuniyet sonrası eğitiminde iş dünyasının daha fazla sorumluluk alması gerekmez mi? Mesela üniversiteler yahut MEB’le  işbirliği halinde, bir çözüm üretemezler mi?

 

Ülkemizde mesleki eğitim maalesef ciddi ölçüde baltalanmaktadır. İmam-hatiplerin üniversitelere devam etmesini engellemek isteyen azınlık bir kesimin ciddi propagandaları neticesi, ülkemizin orta öğretimi çok sağlıksız bir noktaya sürüklenmiştir.

 

İlköğretimin kesintisiz olarak sekiz yıla çıkarılması ve meslek okullarının üniversiteye girişte ham puanlarının düşük bir katsayı ile çarpılması, bir yönü ile çocuklarımızın yeterli düzeyde yönlendirilebilmelerine imkân tanımamakta, diğer bir yönüyle de üniversiteye gitme şansını kaybetmek istemeyen gençlerimiz meslek liselerini tercih edememektedir.

Meslek liseleri iş dünyasına ara eleman yetiştirmesi gereken bir eğitim birimi iken, bu fonksiyonlarını etkili bir tarzda yerine getirememektedir. Bu durum, olaya tarafgir ve ideolojik bir gözlükle bakan kişilerden dolayı, “sakin” bir şekilde müzakere edilememektedir.

 

Fakat son dönemde iş dünyası, nitelikli ara eleman konusuna daha fazla duyarlı hale gelmiş ve sistem üzerinde ciddi oranda baskı kurmuş bulunmaktadır. Her meslek gurubu yoğun bir şekilde kendi meslek lisesini açmaya çalışmakta ve oradan yetişecek gençlerin yüksek okullara gidebilmelerinin önünü açmak için sistemin aktörlerini zorlamaktadır. Bu hâl tahminimce zaman içinde daha da ivme kazanacaktır.

 

İlaveten, üniversite-sanayi işbirliği maalesef ülkemizde istenen düzeyde gerçekleşememiştir. Bununla birlikte hadiseye taraf olan tüm kesimler bunun önemini kavramaya başlamıştır. Üniversiteler, sanayi ve iş dünyası ile yoğun bir temas içinde olmalıdır. Her iki kesim birbirini geliştirebilmelidir. Ar-Ge konusunda çalışan insan sayısı ülkemizde çok düşüktür. Üniversiteler, Odalar, STK’lar, KOSGEB ve MEB bu konularda son dönemlerde artmakta olan ilgiyi daha da teşvik etmeli ve faydalı yönlere doğru kanalize edebilmelidir.

 

Tüm bunlar, nitelikli eleman yetişmesi konusunda zemini daha verimli hale getirecektir.

Ülkemizdeki oda ve borsalar uzun yıllar üniversite öğrencilerini ihtiyaç ve başarı burslarıyla destekledi. Şimdi bu kuruluşlar birkaç adım daha ileri giderek kendi üniversitelerini kurmaya başladı. İstanbul Ticaret Odası öncülüğünde İstanbul Ticaret Üniversitesi kuruldu. Bunu, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin TOBB Üniversitesi izledi.  Mütevelli Heyeti Üyesi bulunduğunuz İstanbul Ticaret Üniversitesi iş dünyasının beklentilerine yönelik olarak öğrencilerine diğer üniversitelerden ayrı olarak hangi katma değerleri sunuyor? Üniversitenizde pratik ve ticari hayatı kucaklayan ne tür eğitim programları uygulanıyor?

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi beşinci yılının içinde olan bir eğitim kurumu. İlk hedef olarak bir şehir üniversitesi hedefiyle öğrenime başlamış ve daha çok belli konulara dikkatini teksif etmeye çalışmış bir üniversite burası. İleriki yıllarda üniversitemiz değişen şartlara göre yeni hedeflere yönelme konusunda değerlendirme yapacaktır.

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi 350 bin tüccarın üye olduğu bir odanın desteğinde faaliyet gösteren bir üniversitedir. Bu üniversite, ticaret hayatının bizatihi içinde, o hayatın tüm sorunlarını bilen bir zeminde faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla sorunların özüne vâkıftır ve onlara yönelik akademik çözümler üretilmesi konusunda ciddi anlamda şansa sahiptir.

Aynı zamanda üniversitemizde eğitim gören gençlerimiz gerek staj imkânı gerekse de mezun olduktan sonra iş imkânları konusunda önemli bir avantaja sahiptir.

İstanbul Ticaret Üniversitesi bir yönüyle özel bir vakıf üniversitesi olmakla birlikte İTO’nun özelliğinden dolayı yarı kamusal bir statüye sahiptir. Bu hususiyet, üniversiteye özel sektör zihniyetiyle işleyen bir devlet üniversitesi özelliği vermektedir.

İstanbul Ticaret Üniversitesi arkasında yer alan büyük gücün desteğiyle eğitim alanında ihtiyacı olabilecek birçok şeye daha kolay ulaşabilmekte, gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde geniş bir iletişim ağına sahip bulunmaktadır.

 

Üniversitemizin kısa sürede ciddi bir büyüme göstermesi de sahip olduğu bu özelliklerinden dolayıdır. Bundan sonra da bu büyümeyi, eğitim kalitesini daha da arttırarak, uluslararası düzeyde tanınan bir üniversite haline gelme noktasına kadar taşımayı hedeflemekteyiz.Bu hususta İTO ve bağlı kuruluşlarıyla, Üniversitemiz arasında kurulacak anlamlı ve stratejik köprülerle, daha kapsamlı ve sinerji oluşturan çalışmalara imza atılacaktır.

İş piyasasında arz ve talebi oluşturmak amacıyla Sivil Toplum Kuruluşlarına büyük görevler düşüyor. Bu cümleden hareketle Başkanı bulunduğunuz Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda öğrencilerle iş dünyasını buluşturmak ve öğrencileri iş hayatına hazırlamakla ilgili ne tür faaliyetlerde bulunuyorsunuz?

Vakfımız beşeri sermayenin bir ahenk içerisinde ülke kalkınmasının itici gücü olmasını temin için gerekli yönlendirme ve koordinasyon hizmetlerini sürdürmektedir. Bu cümleden olarak geride kalan 9 yıllık hizmet yılımızda öğrenci ve yeni mezun kardeşlerimize yönelik olarak iş dünyasıyla tanışma toplantıları, iş dünyasına hazırlık seminerleri, işe ilk adım seminerleri, iş/sanayi sektörlerini tanıtma seminerleri, fabrika/işyeri/okul gezileri düzenledik ve geniş katılımlı staj organizasyonları tertip ettik. Malum olduğu üzere üniversitelerin İdari Bilimler Fakültelerinde staj ihtiyari. İsteyen staj yapıyor, isteyen öğrenci de yapmıyor. Hâl böyle olunca İİBF’de okuyan öğrenciler staj yeri bulmakta zorluk çekiyor. İmkânlar ölçüsünde öğrenciler için her yıl düzenli olarak staj imkânı temin etmeye çaba sarf ediyoruz.

 

Tüm bunları yaparken hadisenin talep yönünü de ihmal etmemeye gayret ediyoruz. İş camiası vakfımızdan Boğaziçi Üniversitesi mezunlarını istihdam talebinde bulunuyor. Mezun ve mensuplarımıza bu noktada da yardımcı oluyoruz. Mezun kardeşlerimizi iş dünyasıyla buluşturuyoruz. İş dünyasına böylelikle iyi eğitim almış, bir yabancı dili iyi konuşabilen Boğaziçi Üniversitesi mezunlarını yönlendiriyoruz.

 

(*)MÜLAKAT;İBRAHİM ETHEM GÖREN

MÜSİAD ÇERÇEVE ARALIK 2005