CUMHURİYETİN BİRİNCİ YÜZYILI BİTERKEN KISA BİR GEÇMİŞ-GELECEK ANALİZİ
29 Ekim 2023 tarihi itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yüzyılı tamamlanmış ve ikinci bir yüzyıla adım atılmış oluyor.
Bu noktada geçen bir asırda kabaca hangi başlıklar öne çıktı şöyle kısaca bir hatırlamakta fayda var
Birinci Dünya Savaşı’ndan çok yorgun bir şekilde ve büyük kayıplarla çıkan ülkemiz, başta Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının gayretleri ve kahraman milletimizin üstün mücadele gücüyle gerçekleşen Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir çehreye kavuştu.
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ülkemizde çok önemli toplumsal ve kültürel değişimler yaşandı. Ekonomik anlamda da daha çok devlet eliyle ciddi bir kalkınma hamlesine girişildi.
Dünya bu devrede bir yandan savaş sonrasında toparlanmaya çalışıyor diğer yandan da 1929 İktisadî Buhranı’nı atlatmaya gayret ediyordu. İlave olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dünya dengesi çok sağlıklı kurulamadığından yeni bir savaş ortamına doğru da gidilmekteydi.
Derken 2. Dünya Savaşı patladı ve dünya dengeleri yeniden ters yüz oldu. Biz bu savaşın dışında kaldık ama sonrasında bildiğiniz gibi tercihimizi Batı bloğu yanında yer alarak yaptık. Bu tercihin yurt içindeki neticesi itibariyle ekonomide şahsî teşebbüslerin önü daha çok açıldı. Dış yardımlar devreye girdi.
Türkiye ekonomik, sosyal, askerî tüm başlıklarda Batılı kuruluşlarla yoğun temasa geçti. Bir yandan devlet yatırımları diğer yandan da şahsi girişimlerle karma bir ekonomik yapı ortaya çıktı.
Darbeler ve Müdahalelerin Olumsuz Etkileri
Geçtiğimiz yüzyıl içinde önemli darbeler ve müdahaleler yaşandı: 27 Mayıs 1960 ihtilali, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 askerî darbeleri, ve 28 Şubat 1997 MGK Kararları gibi sert müdahaleler maalesef ülkenin gelişmesini birçok açıdan ciddi bir şekilde etkiledi.
Vuku bulan askerî darbeler ve müdahaleler, kendilerinden sonra yapılan yeni anayasalar ile ülkenin siyasî, sosyal ve ekonomik yapısının değişmesine ve yeni şekil almasına yol açtı.
Mesela 1960 sonrası planlı kalkınma dönemi devreye girdi.
1980 sonrasında ise Merhum Turgut Özal’ın da etkisiyle Türkiye dış dünyaya daha fazla açıldı.
Ekonomik yapımızda ihracatın ağırlığı arttı, sermaye hareketleri itibariyle dünyaya daha uyumlu bir yapı ortaya çıktı.
Genel anlamı ile bakıldığında 1990’lı yıllar, ülkemiz için nispeten sıkıntılı bir dönem olarak tarihte yerini almıştır. Yüksek enflasyon, sürekli değişen koalisyon hükûmetleri, devamlı artan dış borçlar insanımızı ümitsizliğe sevk ediyordu.
2001 Yılında patlak veren kriz ve sonrasında alınan tedbirler kötü gidişin nisbeten duraklamasına yol açtı. Onu takip eden süreçte devreye giren Ak Parti iktidarları ile birlikte uzun süreli bir istikrar dönemi başladı.
Bu arada şu noktaya da dikkat çekmemiz gerekiyor ki Türkiye geçtiğimiz yüzyıl içinde yaşadığı coğrafyadaki yani çevresindeki değişimlerden ciddi oranda etkilenmiştir. Örnek olarak son dönemdeki gelişmeleri ele alırsak Arap Baharı ile birlikte Suriye’deki gelişmeler sonrasında ülkemiz çok ciddi bir göç sorununu yaşamaya başladığını görürüz. Bu hadiseler sonrasında 5 milyona yakın Suriyeliyi ülkemizde misafir etmek durumunda kalındığı herkesin malumudur.
Dış kaynaklı kışkırtmalarla PKK ve uzantısı şer grupları da ülkemizi önemli oranda yordu ve derecesi azalsa da halen yormaya devam ediyor.
Yine 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması da bizi üzen diğer önemli bir olay olarak bu yüzyıla damgasını vurdu.
Özetle Cumhuriyetimizin birinci yüzyılı önemli kalkınma çabaları yanında darbeler, kalkışmalar, ekonomik ve siyasî istikrarsızlıklar, çevremizde meydana gelen büyük ve sarsıcı olaylarla şekillendi.
Fakat tüm bu olaylara rağmen Türkiye 85 milyonluk nüfusu, dünyanın ilk 20 ekonomisi arasına giren ekonomik gücü, yurt dışındaki 5 milyonu aşan vatandaşı, tüm badirelere rağmen iyi bir şekilde işleyen demokratik yapısı ise önemli bir ülke olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca son yıllarda savunma sanayiindeki yatırımlarla daha da güçlenen askerî büyüklüğüyle, bölgesinde ve dünyada hatırı sayılır bir güç olarak varlığını etkili bir şekilde göstermeye devam etmektedir..
Türkiye gerek Türk dünyası gerekse de gönül coğrafyası üzerinde yer alan halklar için ciddi bir ümit kaynağıdır.
Önümüzdeki Yüzyılda Türkiye’nin hedefleri Neler Olmalıdır?
Geçen yüzyıl ile ilgili bu hızlı bakıştan sonra yeni bir yüzyıla girerken önümüzde hangi hedefler var? Kısaca da olsa biraz da onlara göz atalım.
*** Türkiye yeni bir yüzyıla girerken ekonomisini daha istikrarlı bir yapıya kavuşturmak durumundadır ki yakînen izlediğimiz üzere bunun için hükümet nezdinde ciddi gayretler sarf edilmektedir.
Kişi başına düşen milli gelirimiz 10 bin dolarlara yaklaşmasına rağmen bu seviyenin ötesine bir türlü erişilememiştir.
Uzun bir süredir ciddiyetle üzerinde durulan “Orta Gelir Tuzağı”nın aşılabilmesi, ülkenin önümüzdeki yüzyılda ulaşması gereken ciddi bir hedeftir.
Bu sebeple sanayide yapısal dönüşümü geçekleştirme yolunda özel bir gayretin gerekli olduğu açık bir hakikattır.
Bu çerçevede katma değeri yüksek ürünlerin imal edilmesi ve ihracatı için gerekli çalışmaların yapılması büyük önem taşımaktadır.
Bunun için ne lazım? Ülkemiz; bilim, teknoloji ve yenilik alanlarında daha fazla yatırım yapmalıdır. Ar-Ge faaliyetleri daha fazla teşvik edilmelidir.
*** Türkiye’miz yeni yüzyılda tarımsal üretimini ve hayvancılığını daha verimli bir yola sokmak zorundadır.
Ülkemizin hem kendi kendine yeter halini muhafaza etmeli hem de bu alanda dış ticaret yapabilme potansiyelini arttırabilmelidir.
*** Bugünlerde yine önemli bir gündem haline gelen, halkımızın bütün kesimlerini kuşatan daha demokratik ve sivil bir anayasayı yapabilme hedefimizdir. İnşallah bunu da ülke olarak başarabilmeliyiz.
Tabii bunlar kolay işler değil ama bizim gibi büyük ve iddialı bir ülke bu hedefleri gerçekleştirebilmek zorundadır.
Ülkemizde tarihsel olarak varlığını sürdüren farklı etnik unsurlar ülkemizin sosyal, siyasî ve ekonomik yapısı için bir zenginlik kaynağıdır. Bu unsurlar tarih boyunca bir arada, barış içinde yaşamışlardır. Bunun yeniden sağlanabilmesi önemlidir. Yeni anayasanın bu hedefe yönelik olarak da katkısı büyük olacaktır.
*** Ülkemizin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olmasını da geleceğimiz adına en büyük güvencemiz olarak burada kaydetmek istiyorum.
Dolayısıyla genç nüfusumuzun avantajını da kullanarak teknolojik gelişmelere daha açık bir zeminin oluşturulması da büyük önem taşıyor.
Son dönemlerde gençlerimizin bu alanlara ilgisi hepimizi ümitlendiriyor. İnşallah yeni yüzyılda bu alanda daha önemli mesafeler kat edebiliriz.
*** Bunun için Eğitimde, çağın gereklerine uygun, dinamik, üretken ve ilave olarak da kendi tarihi, coğrafyası ve kültürü ile barışık nesiller yetiştirecek bir mekanizmayı sürekli bir tarzda oluşturabilmeliyiz
Tahsil çağında yaklaşık 30 milyon genci olan 200’ün üzerinde üniversiteye sahip bir ülkenin bu alanda çok daha büyük gayretler sarf etmesi şarttır.
*** Ayrıca mevcut iş gücümüzün meslekî açıdan eğitimi konusunda da özel bir çaba gerekmektedir.
Burada zikredilmesi gereken bir nokta daha var ki o da şu:
Geçen yüzyıllarda değişimler çok hızlı değildi. Fakat yıllar geçtikçe değişim ve gelişimler çok hızlı olmaya başladı.
Özellikle 1980 sonrası bu süreçleri hepimiz yakînen yaşadık. Bu değişimin hızı her geçen gün daha da artmaya devam ediyor.
Türkiye’miz tüm bu baş döndürücü gelişmeleri yakından takip edebilmelidir ki diğer ülkelerin gerisinde kalmasın hatta önüne geçsin.
Bu hedefleri çok daha çeşitlendirebilmek mümkün fakat bu yazının hacmi çerçevesinde bu kadarıyla iktifa ederek yazımıza son vermek istiyorum.
Son cümle olarak Türkiye Cumhuriyetinin gerek kuruluşunu gerçekleştiren gerekse de bizlere kadar ulaştıran nesillere şükran borçluyuz.
İnşallah bizler de bugüne kadar olduğu gibi bundan sonraki dönemde de imkânlarımız ölçüsünde bu emâneti en iyi şekilde geliştirerek daha sonraki nesillere teslim ederiz.
TÜKETİM EKONOMİSİ YERİNE KANAAT EKONOMİSİNE GEÇMEK MÜMKÜN MÜ?
Bu yazımızda değerli hikayeci ve fikir adamı Mustafa Kutlu’nun son senelerde sıkca kullandığı Tüketim Ekonomisi yerine Kanaat Ekonomisi, suyun, havanın ve toprağın korunduğu insanca bir hayata dönüş kavramlarını kısaca ele almaya çalışıyoruz. İTO Meclisinde ilk olarak bir konuşma çerçevesinde dile getirilen bu düşünceleri bir yazı halinde sunmaya çalıştık.
Yazıda ana kavramlara geçmeden önce ülkemizde son dönemlerde ekonomik anlamda ortaya çıkan sorunlara kısaca değinilmeye çalışılmaktadır.
Çalışmamızın ana vurgusu ise zikri geçen sorunlar önemli olmakla birlikte çözümün kısa vadeli kararların ötesinde daha esaslı bir ufuk dahilinde olabileceğine dikkatleri çekebilmektir
ÜLKEMİZ ZOR DÖNEMLERDEN GEÇİYOR
Malum olduğu üzere Türkiye’miz bir çok anlamda zor bir dönemden geçmektedir.
Türk tarihinde bu tarz birçok zor dönem olmuştur. Burada uzun bir liste çıkarabiliriz fakat yazımızın hacmini çok fazla genişletmemek için bu çalışmamızda 90’lı yıllara kadar gitmekle iktifa edebiliriz
Ticari hayatın içinde yer almış ve yaşları 50’yi aşmış kişilerin hatırlayacağı üzere 1990’lı yıllarda memleketimiz zor bir dönem yaşanmıştı
Enflasyon ciddi boyutta idi. Devlet kamu maliyesi açısından sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Enflasyon üçlü rakamlara çıkmıştı.
Bu zor dönemlerin son kertesinde patlayan 2001 krizinde ülke olarak büyük sıkıntılar yaşadık. Önce Kemal Derviş dönemi ile ekonomide ciddi kararlar alındı.
Daha sonra Ak Partinin iktidara gelişiyle 2004’lerden başlayan restorasyon, 2010’ların ikinci yarısına kadar iyi kötü sürdü.
Önce gezi olayları, ardından FETÖ ile mücadele dönemi, 15 Temmuz darbe kalkışması bu kısmen istikrarlı gidişin zedelenmesine yol açtı.
Tabii Suriye’deki gelişmelerin tesiriyle Türkiye’ye neredeyse 5 milyon civarında sığınmacının girişi de bu gidişatta menfi rol oynayan önemli bir gelişme oldu.
2018 yazındaki dış ataklar ekonominin dengesini bozucu etki yaptı.
COVID-19 salgını ve bu süreçte ortaya çıkan olağanüstü durumlar, ekonomik ve sosyal dengelere ciddi oranda olumsuz tesir eden gelişmelerdi.
Keza Türkiye’nin büyük bir kısmını adeta yerle bir eden deprem felaketi de yine bu ekonomik dengelere menfi anlamda tesir eden büyük olaylardı.
Rusya-Ukrayna savaşı da özellikle enerji açısından ciddi açıklar oluşturdu.
Ülkeyi yönetenler bu dönemlerde şahidiz ki hakikaten olağanüstü çaba gösterdiler ve hala da göstermeye devam ediyorlar.
Şöyle bir soruyu sormamızın önünde bir engel yok sanırım….
Acaba zikrettiğimiz süreçler daha iyi yönetilebilir miydi?
Bu husus tartışmaya açık. Nereden bakarsanız ona göre bazı cevaplar verebilirsiniz. Fakat biz burada o hususu tartışmak istemiyoruz.
Dikkatimizi daha çok tüm bu zikri geçen olayların tesiriyle ortaya çıkan duruma odaklamak istiyoruz. Evet bu son ortaya çıkan resimde karşımızda özellikle ekonomik açıdan ciddi dengesizliklerin yer aldığını görebilmekteyiz.
Döviz artışı, enflasyon artışı, konut fiyatları ve kira artışı, araba fiyatları artışı, dolaylı vergilerde artış, son kararlarla birlikte faizlerde meydana gelen artışlar bunların başında geliyor.
Bilindiği gibi enflasyon dar gelirliyi ezen bir süreçtir. Zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapar maalesef. İstikrarı bozar ve genel gidişi tahrip eder.
Peki bundan sonra enflasyon nasıl frenlenecek ve onun yaraları nasıl sarılacak? Bu ciddi bir soru işareti.
Hükümet yetkililerimiz son günlerdeki açıklamalarında “2024’de enflasyonu kontrol edeceğiz.” diyorlar.
Fakat geçen her gün, belli toplum kesimlerindeki insanlarımız bu dengesiz gidişlerden müthiş bir şekilde yıpranıyorlar
Bizler de hem kendi dertlerimizle hem de etrafımızda bulunan ve mesleki teşekküllerde temsil ettiğimiz insanlarımızın dertleriyle muhatap oluyoruz.
İnsanlar; neler oluyor, diyor. Bu işler toparlanabilecek mi diye soruyorlar, neler yapmalıyız diyorlar
Bu problemlerin çözümü için Merkez Bankası müdahaleleri, Kur Korumalı Mevduata geçiş, şu aralar tekrara geriye dönüş, parasal tedbirlere yönelik kanuni düzenlemeler gibi çeşitli dönemlerde sürekli hamleler yapıldığına şahit olduk ve yenileri de her geçen gün önümüze gelmeye devam ediyor.
Kimi başarılı oluyor kimisi de yeterli olamıyor.
Şimdi yeni bir döneme girdik. Orta Vadeli Plan açıklandı.
Türkiye’de yaşayan kişiler olarak bu güne kadar bu tarz çok plan gördük. Kimisi başarılı oldu kimisi ise arzu edilen sonucu vermedi. Bizler bu yeni planın arzu edilen tesiri göstermesini bekliyoruz.
Ticaret ehli, mal ve hizmet üreten kesimler, yeni tedbirlerin güzel neticeler ortaya çıkaracağına inanmak istiyorlar. İnşallah muvaffak olunur. Umudumuz ve duamız bu yöndedir. Bizler de ticaret odaları ve benzeri teşekküllerde hizmet veren sorumlular olarak bu süreçte üzerimize düşen ne varsa yapmak durumundayız.
GELİŞMELERE BİRAZ DAHA GENİŞ BAKMAYA ÇALIŞIRSAK
Güncel gelişmeleri anlayabilmek için yapmaya çalıştığımız kısa bir analizden sonra meselelere daha geniş ve farklı bir pencereden bakmaya çalışmak istiyorum.
Bu çerçeve içinde sizlere bir kaç kelime ile hikâyeci ve düşünür Mustafa Kutlu’nun “Kanaat Ekonomisi” başlıklı fikirlerinden özetle bahsetmeye çalışacağım.
Bu incelemeyi yaparken Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun Mustafa Kutlu ile ilgili kaleme aldığı bir makaleden istifade ettiğimi de eklemek isterim. (1)
Mustafa Kutlu Ağabey, büyük fikir adamı merhum Nurettin Topçu’nun rahle-i tedrisinden geçmiş bir kişidir. Bu ekolde Anadoluculuk fikriyatı ağırlıktadır.
Kendisi birçok eserinde öncelikle çok ciddi “Kapitalizm” eleştirileri yapmaktadır.
Hayatın içinden gelmiş bir kişi olduğu için yaşayan insanları ve süregelen hayatı hem çok iyi analiz edebilmekte, hem de meseleleri ve çözümleri rahatlıkla anlaşılabilecek bir üslupta ortaya koymaktadır.
Onun sözleri içinden bugüne ışık tutan bir bölümü naklederek esas konumuza şu şekilde başlayabiliriz.
“Ülkemizin Batılılaşma yolunda attığı adımlar, geçmişin inkârı, Doğu-Batı sentezi denemeleri, hayatın her alanında bir tedirginlik, bir oturmamışlık ve bundan doğan bir köksüzlük bunalımı vücuda getirdi… Ne yazık ki Türkiye’de her ferdin yakın maziden çıkıp geldiği nokta, sisler arasında her geçen gün belirsizleşmektedir… Bu ortam tek tip insan, tek tip yiyecek, tek tip düşünce, tek tip üretim ve tek tip tüketim üzerine bina edilmiştir. Planları ve uygulamaları başka diyarlarda test edilmiştir. Bize ithal ve lanse edilmiştir. Elimiz kolumuz bağlı olarak bize sunulan konforu kaçırmamaya çalışırız…” (2)
Burada vurgulamak istenen şeyi şöyle açıklamak mümkün;
XIX. yüzyılın başlarından itibaren sanayi devrimi ile modern kapitalist sistem, dünya hâkimiyetini sağlamaya başlamıştır..
Bu sistem öncelikle askerî alanda gösterdiği başarılarla yerini sağlamlaştırmış, ardından da yenileşme dönemine başlamıştır.
Modern Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarının başında elbette vahşet ve sömürü gelmektedir..
Kapitalizm tarihçisi W. Sombart (1863-1941) kaleme aldığı bir eserinde (Der Moderne Kapitalismus‘ta) “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı.” derken bugünkü Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarından birini gösteriyordu.
Batıdaki “Aydınlanma çağıyla” zihniyet açısından da hâkim olan kapitalizm, Batı merkezli bir anlayışı herkese kabul ettirir olmuştur.
Bu anlayışa göre medeniyet, gelişme ve hatta demokrasi gibi kavramlar Batı’nındır. Ve bu hal varlığını doğrusal ilerleme düşüncesiyle sürdürür.
Aydınlanma çağının bir ürünü olan Doğrusal ilerleme düşüncesi insanlık tarihinin ilkellikten mükemmelliğe doğru ilerlediği temel fikrini esas alır.
Doğrusal-ilerlemeci anlayış, Batı merkezli anlayışla tamamlanır. Buna göre Batı
merkezdir, diğer ülkeler ise çevredir. Medenileşme Batılılaşma demektir.
Batılı olmayanlar medenî değildirler.
Modern kapitalist dünyada ise her faaliyet genel bir borçluluk çerçevesinde
yürütülür. İnsanlar daima finansal açıdan borçludur.
Ülkemizde de olay buraya doğru dönüşmedi mi?
Mustafa Kutlu işte burada şu sözüyle bir hatırlatma yapıyor; “ ‘Öyle bir zaman gelecek ki insanlar kazançlarının helal mi, haram mı olduğuna bakmayacaklar artık.’ şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu zaman gelmiş midir? (3)
Bu söz doğrultusunda bizim; başta üretim olmak üzere reel ekonomimizin, kredi sağlayanlara hizmet için yürütülen bir dizi çabadan başka nereye hizmet ettiğini sorgulamamız gerektiğine inanıyorum.
Bu açıdan önümüze çok önemli bir soru çıkıyor; Acaba biz, simgesel olanın yani para, kredi ve bunların türevlerinin, gerçek olanı yani üretim, ticaret ve benzerlerini peşinden sürüklediği bir sosyo-ekonomik sistem olan kapitalizmin kurbanı mı olduk?
Bu noktada , İHTİYAÇ EKONOMİSİ ve KANÂAT EKONOMİSİ kavramları bir teklif olarak gündeme geliyor
Bilindiği üzere kapitalizm öncesinde ekonominin tek bir amacı vardı: İhtiyaçların karşılanması.
İktisat, bir ihtiyaçların karşılanması çabasıydı, geçimi sağlayacak miktardan fazlası istenmezdi. Herkes mesleği ve emeği sayesinde karnını doyurur ve ihtiyaçlarını karşılardı.
Toplumlar kanâatkârdı, gerektiği kadarıyla yetinirlerdi.
Ancak şimdiki küresel sistem içinde kanâatkâr olmak mümkün mü?
Elbette mümkün değil. O zaman modern dünyanın en dokunulmaz putu haline gelen “ekonomik büyüme ve kalkınma” nasıl olacak?
Çünkü kanâat duygusu ihtiyaçları sınırlandırır, lüks ve israfı yasaklar.
Kapitalizm ise israfa dayanır, “her arz kendi talebini yaratır” ilkesi üzerinden hareket eder.
Böylece Batı’nın kalkınması veya sınâîleşmesi devam eder. Ancak bu aynı zamanda yeryüzü kaynaklarını israf eden bir sistemdir.
Çünkü kapitalizmin temeli olan kitlevî üretim ve kitlevî tüketim, israfın günümüzdeki kaynaklarıdır.
Bunlar aynı zamanda tabiatın kitlevî tahribini beraberinde getirir.
Öyle ki bizzat Batılılar, kaynağını kuruttukları hammadde rezervlerine ömür biçmek zorunda kalmışlardır.
Roma Kulübü 1970’lerde yaptığı bir araştırmada 2100’lü yıllarda büyümenin sınırlarına ulaşılacağı ve XIX. yüzyılın hayat seviyesinin dahi sürdürülmesine imkân kalmayacağı tahminine varmıştı.
Bu noktada tekrar Mustafa Kutlu’ya kulak verelim…
“Tabiatla savaşan insan bir kahraman değil; gözünü kan bürümüş bir katildir. Toprağı, suyu, havayı kirletiyor, ağzı-dili yok bitkileri ve hayvanları neslini kurutacak şekilde sömürüyor. Eline güç geçtiğinde tabiat bir yana kendi hemcinsini de “ham madde” olarak kullanıyor. (4)
Bu sözden anlıyoruz ki israf aslında “haddi” yani “Hududullahı” aşma anlamı taşıyor.
Çünkü ihtiyaç sınırını yani Hududullahı aşarak mal biriktirme, daha çoğunu isteme, ihtiras ve gelecek kaygısı çekme dünyamızı bitiren kapitalist sistemin temel direkleridir.
Bu sistemin kurbanı olan insan, kalabalık şehirlerde hırs ve eşyaperestlik içinde tüketime dayalı bir hayat yaşamaktadır. Hava, su ve dolayısıyla insan bozulmuştur. Çünkü kapitalist sosyal nizâm da gücünü bu hayat tarzından alır.
İşte bu kapitalist sisteme karşı gündeme gelen “kanâat ekonomisi” ise tabiata saygılı ve insan fıtratına uygun bir hayata işaret eder.
“Dünya; Allah’a, Peygamber’e ve öte dünyaya inanmayanların hâkimiyet, zenginlik, refah, konfor ihtirası sebebiyle giriştikleri sanayi-endüstri-teknoloji yarışının sonucu yangın yerine döndü. Yangında ilk kurtarılacakları ise şöyle sayabiliriz: Toprak-Su ve Hava.” (5)
Bu sözde toprağa inanç ve yeniden yüzümüzü ona döndürme arzusu olduğunu görüyoruz.
Su ve ekmek, hayatımızın olmazsa olmazıdır ve bunları da bize toprak verir.
Toprak aynı zamanda kanâatkâr bir nizamın da adeta öğretmenidir.
Kutlu, bu noktada tabiata dönmeyi toprağa önem vermeyi tavsiye ediyor.
Bu bence ciddi bir uyarı. Ülkemiz için de çok geçerli.
Çünkü Türkiye son yüzyılda büyük bir kırsaldan şehirlere akını yaşadı. Köyler ve kırsal alanlar adeta boşaldı.
Tarım ve hayvancılık yapan insan sayımız gittikçe azaldı.
Türkiye tarımsal açıdan kendine yeter bir ülke iken bugün tarımsal üretim ve hayvancılık açısından ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı.
Şu an yaşadığımız hayat pahalılığının altında yatan en önemli sebeplerden birinin de bu olduğunu hepimiz biliyoruz.
Çünkü köylü üretendi, besleyendi, çoğaltandı, arttırandı. Ancak şehirli olan bu insanlar artık üretmiyor, tüketiyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Çoğaltmıyor, yok ediyor.
Hatırlarsanız özellikle de COVİD-19 salgını sonrası bu soruyu kendimize daha çok sorduk. Acaba daha farklı bir hayat olabilir mi, diye.
Özellikle İstanbul’da yaşayanlar son dönemlerde İstanbul’un kuzey bölgelerinde daha yeşillikli alanlara doğru meyletmeye başladılar.
Kiralar çok artınca şehirde yaşamak zorlaşınca insanlar memleketlerine doğru gitme yolları arar oldular, sanki anlatılanları duymuşlar gibi;
Ne diyor üstad; “Kalbin sesini dinleyip bir şekilde toprağa dönmek gerekir. Zira toprakla aramıza giren her şey bizi Allah’tan uzaklaştırıyor. Bir şeyler yapamasak bile en azından işin farkında olabiliriz. Toprağa dönüşün manası budur.”
İNSAN MI EKONOMİ İÇİN, EKONOMİ Mİ İNSAN İÇİN?
Günümüzde “az gelişmiş ülkeler” kalkınmayı bir hayat tarzı olarak benimsemiş görünüyorlar.
Ancak bu ülkeler “kalkındıkça” kalkınmış kapitalist ülkelerle aralarındaki fark kapanacağına daha da artıyor.
Çünkü dünya nimetlerinin dörtte üçü, dünya nüfusunun ileri kapitalist üçte birinin tekeli altındadır.
Bu durumda kanâatkârlığa dayalı geleneksel ekonomileri tarihe gömen kapitalizmin büyüme ve kalkınma tuzağına sanki bizler de düşmüş gibiyiz.
Büyüdükçe daha da borçlandığımızı, borçlandıkça daha çok israf ettiğimizi görüyoruz.
Bu noktaya vardığımızda “Tüketim Ekonomisi”ne karşı “İhtiyaca Göre Üretim Ekonomisi”ni yani başka bir deyişle “Kanâat Ekonomisi”ni bir teklif olarak değerlendirmek sanki çok mantıklı geliyor.
Ekonomi, insan için olmalıdır yoksa insan, kapitalist ekonomi için bir piyon, hizmetçi ve malzeme olmaktan kurtulamıyor.
Çünkü Kapitalizmde
“Tüketici hâkimiyeti” değil “Tüketicinin kullanılması” söz konusudur.
Bizim iktisadi anlayışımızda tüketiciyi kullanmak değil tüketiciyi korumak esastı.
Mesela Osmanlı’daki narh ve ihtisap defterlerinin çağdaş yaklaşımla, tüketicinin ne kadar etkin korunduğunu gösterir.
Bu anlamda medeniyetimizde ekonomi;
Kapitalist sistemde olduğu gibi hasislik, cimrilik değil yardımlaşmadır, muhabbettir.
Başkasını ezmek değil, başkasını gözetmektir.
Her şeyi kâr için mubah görmek değil, doğruluktur.
Başkasını menfaat için aldatmak değil, sözünün eri olmaktır.
Bu değerlerle “Ahilik Felsefesini” yaşatan esnafımız, tüccarımız toplumsal olaylara karşı olan duyarlılığını her zaman muhafaza ederek çözümler üretmiştir.
Çünkü onlar, en bunalımlı dönemlerimizde bile toplumsal patlamaları önleyen bir istikrar abidesi gibi rol üstlenmişlerdir.
Bu vesileyle tükenmeyen bir gayretle çalışan, alın teri ile kazanan tüccarımıza, esnaf ve sanatkârımıza helalinden kazançlar temenni ediyorum.
SONUÇ OLARAK,
Günlük ve mevsimlik mücadele ve gayretler içerisinde maalesef daha derinlikli düşünmeye az vakit buluyoruz.
Sürekli önümüze gelen problemleri çözmek için gayret sarf ediyoruz.
Sadece biz mi böyleyiz. İnanın değil.
Etkili yerlerde bulunan birçok dostumuz ve arkadaşımızda da maalesef buna benzer yaklaşımlar görüyoruz.
Bu tür konuları dile getirmekteki amacımız hiç olmazsa arada bir yaşamakta olduğumuz ve belki de bize bir şekilde dayatılan bu hızlı hayatın dışına çıkmaya çalışıp alternatif yollar aramak için kafa yormaktır.
Mesela bu noktada şöyle bir teklifi gündeme getirebiliriz: Son dönemlerde toplumumuzda Teknofest gibi teknolojinin önemini gündemimize oturtan ve özellikle gençler arasında ciddi şekilde yayan çalışmalar oluyor. Bu tür etkinlikleri milyonlarca insanımız ilgi ile izliyor, katılmaktan büyük bir keyif alıyor. Bunlar çok önemli çalışmalar. Tıpki bunun gibi tarımın ve toprağın önemini vurgulayan, kanaatin öneminin gündeme taşıyan etkinlikler yapılabilir ve bunlar da zikri geçen kavramların yaygınlık kazanmasına yol açabilir.
Bizlerin bu topluma bir hizmet sunabilmesi inanıyorum ki ancak bu tür bireysel ve gruplar halinde düşünme temrinleri yaparak, yeni yollar arayarak mümkün olacaktır.
Unutmayalım ki bizim vazifemiz aramaktır. “Aramakla her zaman bulunmayabilir fakat bulanlar ancak arayanlardır”
Sözlerimi Mustafa Kutlu’nun bana çok anlamlı gelen bir sözü ile bitirmek istiyorum.
”Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin. Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin. Bir şey yap adil olsun. Haktan hukuktan ayrılmasın. Zalime haddini bildirsin, mazlumun payını versin. (6)
Son not: Üstad Mustafa Kutlu’nun burada ancak bir bölümünü nakletmeye çalıştığım düşüncelerini daha detaylı öğrenmek isteyenlere Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun linkini verdiğim makalesini okumalarını tavsiye ediyorum
1.Tabakoğlu, A. (2022). İktisat Kavramlarının Kapitalizm ve İslam İktisadındaki Tezahürleri: Mustafa Kutlu ile Kadîmin Peşinde. İslam Ekonomisi ve Finansı Dergisi, 8(2), 319-344, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2574371
- Kutlu, M; Geçmiş ve Gelecek. Dergâh Yayınları, İstanbul 2019, p. 378
- Kutlu, M; Sır, Dergah yayınları, İstanbul 2012
- Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
- Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
- Kutlu, M; İlmihal Yahut Arzuhal., Dergah Yayınları. İstanbul, 2018
YENİ BİR KIRMIZI SABAHLIĞIN YOL AÇTIĞI SONUÇLAR
Dünyamızda ekonomik anlamda etkisini çok ciddi oranda hissettiren liberal kapitalist iktisadî düzenin en önemli özelliklerinden biri, bilindiği üzere tüketiminin sürekli teşvik edilmesidir.
Daha fazla tüketim daha fazla üretimi gerekli kılmakta bu da daha fazla büyümeyi ve bu yolla ekonomik refahı sağlamayı hedeflemektedir.
Evet gerek dünyamızda gerekse de ülkemizde üretim ve tüketim miktarları devasa boyutlarda artmaktadır
Fakat bununla birlikte sistemin yapısı gereği hem ülkeler arasında hem de ülkelerin iç yapılarındaki toplumsal kesimler arasında zaman içinde ciddi uçurumlar oluşmaktadır.
Üstelik azdırılmış tüketim isteği bireyler ve toplumlar için ciddi sorunları da ortaya çıkarmaktadır.
Ben bu yazıda tüketimin etkisini çarpıcı bir şekilde gösteren bir örnekten bahsetmek istiyorum.
Hikâyemizin kahramanı Denis Diderot: Diderot 1713 ile 1784 arasında yaşamış bir Fransız filozof.
Avrupa’daki Aydınlanma Çağı’nın en önemli düşünürlerinden biri.
Yazdıkları ve felsefesi, Fransız Devrimini hazırlayan fikirler arasında yer almıştır.
Yeni felsefî ve bilimsel düşünceleri ve bilgileri, Avrupa ölçeğinde yayma amacıyla tasarlanan Encyclopedie adlı ünlü ansiklopedinin baş editörüdür.
Kendisinin büyük bir kütüphanesi olduğu da bilinmektedir.
Anlatıldığı üzere Diderot’ya bir arkadaşı bir gün güzel kırmızı bir sabahlık hediye ediyor. ( bazı kaynaklarda bu sabahlığı kendisinin satın aldığı şeklinde geçmektedir.)
Bu sabahlık, Diderot’nun adeta hayatının şeklini değiştiriyor.
Filozofumuzun yeni kırmızı sabahlığı o kadar güzelmiş ki öncelikle çalışma odasındaki diğer eşyaların arasında güzelliği ile adeta sırıtıyormuş.
Diderot yeni sabahlığı ile kütüphanesinde oturduğu ve dolaştığı her yerde kendinin değişik bir halet-i ruhiye içinde hissetmeye başlamış
Çok geçmeden, önce oturduğu koltuğu değiştirmiş, sabahlığa uygun gösterişli bir koltuk almış
Derken çalışma masasını, odanın perdelerini, tablolarını vs. vs. diyerek birbirine uyum sağlamayan tüm parçaları yavaş yavaş yeni anlayışa göre değiştirmeye başlamış.
Bu bütünlük gereksinimi Diderot’ya, tüm eşyalarını yenileme arzusunu da beraberinde getirmiş.
Sonuçta kitaplarıyla birlikte daha önce mutlu bir şekilde içinde oturduğu dairesini tamamıyla değiştirmiş.
Böylelikle eşyaları da yeni sabahlığının gösterişine uyumlu hale gelmiş.
Ancak bir daha hiçbir zaman eski sabahlığı ile olduğu kadar mutlu olamamış…
Çünkü yeni bir sabahlık almasına karşın bir türlü mutlak zenginliğe ve iç tatmine erişemeyen Diderot, zaman içinde eski sabahlığının içindeki özgürlüğünü kaybettiğini farketmiş.
Önceleri eski sabahlığının eteğiyle tozlanan kitaplarını silebiliyor ya da kaleminin ucundan üzerine damlayan mürekkebi sorun etmiyorken şimdi tüm bu basit şeyler bile onun için problem haline gelmeye başlamış.
Diderot’un başta ona güven ve özgürlük vaat eden yeni sabahlığı, sonuç olarak onu adeta kapana kıstırmış.
Fransız filozof Denis Diderot 1772 yılında, yaşadığı bu deneyimini yazıya dökerek “Eski Sabahlığımdan Ayrılmanın Pişmanlıkları” (Regrets Sur ma Vieille Robe de Chambre) başlıklı bir makale yazmış.
Yazısında “Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim fakat yenisinin kölesi oldum.” demiş.
Diderot’un bu deneyimi daha sonra birçok düşünce akımına ilham vermiş.
1988 yılında Antropolog ve tüketim kalıpları uzmanı Grant McCracken, bu bütünlük arzusunu ve bu arzunun satın aldığımız şeyleri nasıl şekillendirdiğini tanımlamak için ilk olarak “Diderot Etkisi” terimini kullanmış.
Bu kavramı şöyle tanımlamış: “Mülk, araba, eşya gibi yeni bir şey edinmemiz genellikle daha fazla yeni şey edinmemizi sağlayan bir ‘tüketim sarmalı’ üretir.”
Sonuç itibariyle mutlu ya da tatmin olmak için asla ihtiyaç duymadığınız şeyleri satın almaya başlarsınız.
Diderot’nun yıllar önce gözlemlediği bu etkiyi farkında olmasak da hepimiz belki de her gün yaşıyoruz.
Ve sonunda bir kravat için yeni bir takım elbise, bir halı için bütün mobilyalar ve duvar boyaları değişebiliyor.
Veya yeni bir yönetici için göreve başladığı bir kurumda önce oturduğu koltuğu beğenmeyerek başladığı serüven odasının tüm dekorasyonunu değiştirmeye kadar varabiliyor.
Diderot’nun sabahlık örneğini çok çeşitli alanlara taşıyabiliriz
Buradaki ana espri, tahmin edilebileceği üzere dizginlenemeyen tüketim arzusunun önce bireyleri, sonra da bireylerle birlikte toplumları nasıl menfi etkilediğini düşünebilmeyi sağlayabilmek.
Mesela bu örnekten hareketle ülkemizde sürekli artan lüks tüketim ürünleri çılgınlığını mevzu bahis edebilmek mümkün.
Bu örneği çok da hayati bir gerekliliği olmayan lüks tüketim ürünleri ithalatının, ülkemizin cari açığına olan olumsuz etkisi ile de bağlantılayabiliriz.
Tabii bir adım daha atarak konuyu bireysel lüks tüketimden kamudaki gereksiz lüks tüketim maddeleri ve araçlarına kadar da sıçratabiliriz.
Konu uzar gider.
Bu yazıda kırmızı sabahlıkla başlayan hikayenin sonunu sadece belli noktalara bağlama gibi bir niyet taşımamaktayız. Aksine, belli bir noktadan sonra okuyan her kişinin hikayenin sonunu kendi hayal gücünün ulaşabileceği yere kadar taşımasını murat etmekteyiz..
Ama özetle ifade edersek dikkat çekmek istediğimiz nokta, aşırı ve lüks tüketimin bireylere kısa dönemli hazlar yaşatsa da uzun dönemde hem bireysel hem de toplumsal açıdan birçok sıkıntıya da yol açabileceğini vurgulamaya çalışmak..
Bizim medeniyet tarihimize baktığımızda, insanın eşya ile ve hemcinsi ile münasebetlerine ciddi bir önem verildiğini ve bu sahalarda güzel örnekler ortaya çıkarıldığını görebilmekteyiz
Mesela “Fakr” denmiş, ihtiyaçtan fazlasının peşine düşülmemiştir.
“İsâr” denmiş, vermek/paylaşmak teşvik edilmiştir.
“Fütuvvet” denmiş, diğerkâmlık öne çıkarılmıştır.
“Ahilik” denmiş, Anadolu’da kardeşlik iktisadının temelleri atılmıştır.
Son cümle olarak geçmiş dönemlerde rastladığımız bu güzel örneklerin yanında günümüzün şartlarına uygun başka örneklerin ortaya çıkabilmesi için gayret etmenin hepimizin üzerine düşen bir vazife olduğunu düşünmekteyiz.
Bu örneklerde her alanda ölçüyü kaçırmamak, mümkün olduğu kadar israfa yol açan tercihler yapmamak, bize emanet olarak verilen tabiatı hoytarça kullanmamak ve başlangıçta yapılacak hatalı hareketlerin daha sonraları daha büyük ziyanlara sebep olacağını düşünebilmek gibi hususlara özel dikkat sarf etmek icap etmektedir.
* Bu yazı 13 Temmuz tarihinde İTO Meclisinin açılışında yapılan konuşma için kaleme alınmıştır.
SAHİP OLMAK MI, YOKSA OLMAK MI?
Geçenlerde evde kütüphanemi karıştırırken eskiden çok severek okuduğum ve onun içinden bazı örnekleri bir çok yerde paylaştığım bir kitap yeniden gözüme takıldı.
Kitabın adı; TO HAVE OR TO BE yani SAHİP OLMAK VEYA OLMAK.
Muhtemelen birçoğunuz bu kitabı duymuş ve belki de okumuşsunuzdur.
Yazarı: Erich Fromm, Yahudi kökenli, Almanya doğumlu, Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof
Batı kapitalizmine de Rusya’daki Marksist yapıya da muhalif görüşler ileri sürmüş bir kişi. 1900 ile 1980 arasında yaşamış ve geriye ilginç eserler bırakmış.
Erich Fromm kitabında “sahip olmak” ve “olmak” kavramları çerçevesinde üç örnek şiire yer vermiş
Bu üç şiirlerde de nedense ÇİÇEK VE O ÇİÇEĞE YAKLAŞIM üzerinde duruluyor
İlk örnekte, Tennyson 19.yy’da yaşamış bir İngiliz şair. Bakın bu şiirde beğendiği bir çiçeğe nasıl yaklaşıyor?
Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek
Seni o çatlakların arasından alacağım
Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım
Küçük çiçek, eğer anladığım gibi ise her şey
Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen,
Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana
Burada şair çiçeği görünce ona sahip olmak istiyor. Onu yerinden koparmak ve kökleriyle eline almak istiyor. Burada fark edildiği üzere çiçeği düşünmüyor, sadece kendi zevkini ve hazzını düşünüyor
İkinci örneğimizdeki mısraları kalem aşan Basho ise 17.yy’da yaşamış bir Japon şairi.
Dikkatlice bakacak olursam
Çalılıklar arasında görüyorum onları
Çiçek açan nazuna’ları!
……..
Japon şairi burada çiçeği görüyor ve ona hayran oluyor. Onu bulunduğu yerde seyretmeyi yeterli görüyor. Koparıp eline almıyor. Çiçeği yerinden etmeyi düşünmüyor. Sadece seyretmekten zevk alıyor Onun varlığına saygı gösteriyor.
Bu da Alman edebiyatçı Goethe’den bir çiçek şiiri
Ormanda yürüyordum
Öylesine ve kendimce
Ve hiçbir şeyi aramamak
İşte buydu niyetim
Sonra gölgeler arasında
Bir çiçek gördüm
Yıldız gibi parıldayan
Bir göz gibi gülümseyen
Yerinden koparmak isterken onu
İncecikten bana
Solup ölmemi mi istiyorsun?
Tutup kopararak beni deyiverdi.
Onu kökleriyle birlikte
Hiç incitmeden çıkarıp
Güzel evin başındaki
Büyük bahçeye taşıdım
Büyük sakin bahçede
Ektim onu yeniden
Şimdi o küçük güzel çiçek
Büyüyor durmadan çiçek açıp gülerek.
Burada sahip olmak isteği var. Bu istekle birlikte çiçeğin varlığına saygı duyan bir düşüncenin varlığı da görülüyor… İkisi ortası bir durum
Belki orta yol: Hem sahip olmak hem de olmak aynı zamanda tahakkuk ediyor. Tabii ideali belki Japon’un yaklaşımı ama Goethe’nin tarzına da kapı açık bırakılabilir…
Şiirlerde görüldüğü gibi; Güzel bir çiçeği gördüğümüzde içimizde ona karşı sevgi oluşabilmelidir. İnsan olmanın gereği bu değil midir?
‘Sahip olmak” güdüsüyle harekete geçen bir insan onu koparıp saklamaya çalışırsa çiçeğin varlığına zarar vermiş olur. Birinci örnek işte bize bu hali anlatmaya çalışıyor..
Ancak “olmak” güdüsüyle hareket eden insan çiçeğin varlığından dolayı içinde inanılmaz sevinç duyar ve onun varlığıyla kendi benliği sanki bir bütünmüşçesine sever çiçeği.
Mühim olan başka varlıkların yaşamasından dolayı duyulan mutluluktur. İkinci ve üçüncü şiirde işte bu olmak ile ilgili halet-i ruhiyeyi görüyoruz…
Erich. Fromm burada şu nokta üzerinde duruyor ki ona hak vermemek elde değil: Çağımız insanı kendisini, “olduğu gibi” değil sahip olduklarıyla hatta sahip de olmayıp nerdeyse doğrudan tükettikleriyle tanımlamaktadır.
Bugün artık bir şeylere sahip olmak, onları kendi zevki, hazzı veya çıkarı için kullanmak ve TÜKETMEK İSTEĞİ neredeyse en önemli hedef haline gelmiştir
Burada şu soruyu sormak bence anlamlı olur. İnsanın ihtiyacı kadarına sahip olması ve gerektiği kadar kullanması ( harcaması) daha iyi değil midir?
Çağımız insanının gerçek anlamda insan olarak yaşaması için “sahip olmak” merkezli bir yaşamdan “olmak” merkezli bir anlayışa geçmesi daha iyi olmaz mı?
‘Olmak” ilkesinden kasıt insanın yaşamla aktif bağlantıya geçmesi ve her şeye kendi gerçek benliğini vererek yaşayabilmesidir. Yani yaptığı eylemle “bir olabilme” becerisidir…
Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye, ‘sahip olmak’ demek,
Onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak, dilediğince ve hesapsızca kullanmaktır.
Sahip olmak tamamen kötü bir şey midir? O da doğru değil elbette.
Ama bu mülkiyet ve sahiplik duygusunu sadece kendi çıkarı için, karşısındakilerin halini, varlığını, özgürlüğünü, insanlığını ve hakkını düşünmeden kullanmak, insanı insanlıktan çıkarır, onu başka bir şey yapar…
‘Sahip olmak’ın karşıtı olan ‘Olmak’ ise,
Her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı ve kendi gelişimi içinde sevmek, kişinin herkeste (değişik oranlarda) var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir.
Kendini yenileştirmek, geliştirmek, sevmek, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönelmek, onlarla iş birliğine gitmek ve vermek demektir.
Sahip olmak ve olmak kavramlarına farklı noktalardan bakarak bazı açılımlar sağlayabiliriz:
Örnek olarak otorite ve güç açısından baktığımızda şunları görebilmemiz mümkündür
Sahip olanların otoritesi, fiziksel bir güce dayanır. Bu güç yok olduğunda otorite de son bulur. Bu tür bir otorite hiç de verimli bir otorite ve güç kullanım şekli değildir. İnsanların üniformalar ve unvanları, kişiye yetki veren kaliteler olarak kabul etmeleri kişiler arasında sıhhatli olmayan bir ilişki şeklini doğurur
Olmak ilkesine dayanan bir otorite ise tehdide, rüşvete, emir vermeye değil gelişmiş kişiliğe bağlıdır.
Bizler bugün farklı farklı derecelerde de olsa belli otoritelere ve göreceli olarak güçlere sahip değil miyiz? Bu nokta sanki tam bizlere hitap ediyor. Burada kendi durumlarımızı samimiyetle değerlendirmek mecburiyetindeyiz
Diğer bir örneği sevmek konusunda verebiliriz…
Sahip olmak türünde sevgi, karşısındakini çok da düşünmeden onu elde etmek ister. Karşısındakini bir şekilde kendi denetimi altında tutmaya çalışır. Bu tür bir sevgi muhatabına hayat vermek yerine onu boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşebilir.
“Olmak” tarzındaki sevgide ise seven kişi kendisi kadar hatta kendinden daha fazla karşısındakinin duygularını düşünür. Hakiki sevgi belki daha çok vermektir, almak değildir.
Bir şeylere ya da pek çok şeye sahip olmak, yaşamamızın tek gayesi olmamalıdır. Esas olan bir şeylerin kendimize ait olması değil o şeylerin hayat içinde anlamlı izler olarak yer alabilmesidir.
Bir insanı mutlu eden, belki ona kendini hatırlatan bir söz, bir gülümseme veya bir selamdır. Başkalarının hayatını anlamlandıracak bir dokunuş insanlığa bırakılacak anlamlı bir eserdir ve kalıcı bir izdir.
Bu izler ve nakışlar insanları hakikaten var kılar…..
“Sahip olmak’ güdüsünden kendimizi kurtarabildiğimiz ölçüde ‘olmak’ ilkesine yaklaşabiliriz.
Özetle ‘olmak’ için, ‘ben’ tutkusundan ve her şeyi kendi benliğimizin, kendi çıkarlarımızın açısından değerlendirmekten sıyrılmak zorundayız.
Sadece hazlarımız peşinde koşmak; kendi dışımızdakilerin hayat, mülkiyet, özgürlük haklarını hiçe sayıp bunları sadece kendimize doğru döndürmeye çalışmak, insana belki kısa dönemli bir haz, bir zevk verebilir.
Ama insan olmak bu mudur?
İnsanoğlunun yaradılışımıza uygun yüksek duygulara sahip insan olmasını özetle şu şekilde ifade edebiliriz ;
İnsan olabilmek kendi dışımızdaki varlıkları da düşünebilmek, paylaşabilmeyi bilebilmek, kendimizden sonra da verebildiklerimizle bu dünyada daha kalıcı bir iz bırakabilmektir. Peşinden koşulması gereken değerler herhalde bunlar olmalıdır.
İşte o zaman insan yaratışındaki o güzelliğe yaklaşır, değeri yükselir ve yükseldikçe de kamil insan olur. Yoksa maazallah hayvanlaşabilir hatta hayvanlardan bile daha aşağı seviyelere düşebilir. Birbirini acımasızca sömürür, zulmeder ve her türlü kötülüğü yapar. Dünya tarihi bu tür çok fazla örnekle doludur.
Bu konuya Şeyh Galip’in meşhur mısralarını son vermek istiyorum
1700’lerin sonunda yaşamış olan Merhum Şeyh Galip şöyle demişti?
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
“Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş;
Çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”
İnşallah yeni yüzyılda bu kalitede insanlar olarak hem kendimiz hem de insanlık alemi için güzel örnekler oluşturabiliriz…
*Bu yazı 12 Ocak 2023 tarihinde İTO Meclisinin başlangıcında yapılan konuşmadan uyarlanarak kaleme alınmıştır. Bu yazının hazırlanması sırasında Prof. Dr. Nihat Alayoğlu’nun benzer bir çalışmasındaki notlarından da istifade edilmiştir.
SİYASETNAMELERLE ŞEKİLLENEN SİYASET
Siyaset en geniş anlamıyla yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Adil hükümdarlar, tecrübeli devlet adamları, bilgi ve hikmet sahipleri siyaseti, daha erdemli bir topluma erişme sanatı olarak görmüşlerdir.
Tarihimizde siyaset adamlarına ve hükümdarlara yönelik olarak devrin ilim adamları tarafından siyasetname adıyla bilinen metinler kalem alınmıştır. Bu belgeler içinde siyasi düşünce ve uygulamalara yönelik olarak çeşitli tavsiyeler, nasihatler yer almıştır. Mesela bu siyasetnameler içinde en meşhurlardan biri olan Koçi bey risalesi Dördüncü Murad’a hitaben kaleme alınmıştır.
Büyük ilim adamı İbn-i Teymiyye’nin de bu tarz bir eseri meşhurdur. İmam-ı Gazali’nin Nasihatü’l Mülük adlı eseri de bu kabildendir. Mesela İtalyan Machiavelli’nin kitabı da bu kabil bir siyasetnamenin batılı versiyonudur.
Eski Başbakanlık Müsteşarı ve çeşitli bakanlıklarda vazife almış olan Prof. Dr. Ömer Dinçer beyin siyasi alandaki görünür işlevleri yanında diğer önemli bir yönü de İşletme hocası olmasıdır. Ömer hoca 2018 yılında bir kitap yayınladı. Bu kitapta bizim tarihimizdeki 45 siyasetnameyi incelemiş. Kitabın adı: Siyasetnameleri Yeniden Okumak.
Bu yazımızda sizlere bu kitaptan bazı bölümleri kısaca nakletmek istiyorum:
Ömer Dinçer’in incelediği bu 45 siyasetnamede gördüğü ve kitapta da altını çizerek naklettiği bir husus var: Siyasetnamelerde politika ve yönetim hiçbir zaman ahlaktan ayrı düşünülmemiştir. Bu anlamda siyasetnameler aynı zamanda birer ahlak kitabıdır. Bu kitaplarda öne çıkan en önemli konu da ERDEMLİLİK olmuştur. İbn-i Teymiye erdemliliği emanet (güvenilirlik) olarak vasıflandırmıştır. Şeyzeri adlı alim buna edep demiştir. Yusuf Has Hacip ise haya ve utanma duygusu olarak açıklamıştır…
Kınalızade Ali Efendi erdemi ‘eşyayı layıkı ne ise öyle bilmek, ef’ali ( yani fiilleri, eylemleri) layıkı ne ise öyle kılmaktır. ( yapmaktır.) diye tanımlamıştır. (Dinçer 2018, s.47)
Siyasetnamelerde liderlerin, siyasi yöneticilerin sahip olması gereken özellikler zinciri bir çok yerde küçük farklılıklar gösterse de genelde şu temel başlıklarla anlatılmıştır.
AKIL, BİLGİ, GÜZEL AHLAK,(EDEP) CESARET, DOĞRULUK, SİYASET VE ADALET
Bu çember öncelikle akıl ile başlıyor, bilgi ile aydınlanıyor, edeple güzelleşiyor, cesaretle güçleniyor, ve istikamet buluyor son olarak da gayretle süreklilik kazanıyor.
Doğru siyaseti seçmek için akla, siyaseti doğru yapmak için bilgiye, yapılan siyasetin halk tarafından kabul edilmesi için ahlak ölçülerine uymak gerekir. Hükümdarın doğru ve samimi olması ise ADALETİ sağlar. Adalet aklın gereğidir. Yusuf Has Hacip dermiş ki. ADALET beyle ( yönetici ile) halk arasında uyumu sağlar
Yöneticinin edepli olabilmesi için gerek şart onun bilgi sahibi olması yani işinin gereği olan bilgiyle donanmış olmasıdır. Aynı zamanda kendi nefsi arzularına uyup dilediğini yani her istediğini de de yapmaması gerekir.
Orhun Abidelerinde de lider için şu vasıflardan bahsedilmektedir:
Lider (bey) bilgili, töreye bağlı, doğru ve cesur olmalıdır.
Kutadgu Bilig ise liderin altı vasfı olmalıdır der. Adalet, doğruluk, iyilik, erdem (akıl ve bilgi) cesaret ve haya
Görüldüğü gibi birçok özellik farklı farklı metinlerde ortak olarak ele alınmıştır.
AHLAKLI olmanın yanında diğer önem verilen nokta ise sizin de dikkatinizi çekmiş olduğunu düşündüğüm ADALET
Bu noktada birkaç cümle ile Adalet Dairesi üzerinde durmak istiyorum.
Adalet dairesi bir ülkede iktidarın devamın sağlayan fonksiyonlardan oluşan bir dairedir. Bu dairenin amacı devlet ve toplum düzeninde birlik, refah ve sürekliliğin sağlanmasıdır.
Yunanlı düşünür Aristotales Adalet dairesinden ilk defa bahseden kişi olarak ifade edilir. Şöyle der:
Alem bir bahçedir, çifti (duvarı) devlettir. Devlet iktidardır onun koruyucusu kanundur. Kanun siyasettir. Yürütücüsü hükümettir. Hükümdar bir tür çobandır, destekçisi ordudur. Orduyu geçindiren Maldır. Mal rızıktır ve bunu biriktiren ise Halktır. Halkı yönetime itaat ettiren ise ADALETTİR.
Siyasetnamelerde adalet halkın üzerinden zulmü kaldırmak, güçlünün zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın (halkın) can ve malını güven altında tutmak şeklinde tanımlanmaktadır
Aristotales’in adalet dairesinden hareketle Kınalızade’nin de detaylı bir Adalet dairesi tarifi vardır:
Adl’dir mucibi salah-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
Cihan bir bağdır dıvarı devlet (Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
Devletin nazımı Şeriattır (Devletin nizamını kuran Şeriattır)
Şeriata olamaz hiç haris illa Melik (Mülk) (Allah kanunu ancak saltanat ile korunur).
Melik zapt eyleyemez illa Leşker (asker) (Saltanat, ancak ordu ile zaptedilir)
Leşkeri cem edemez illa Mal (Ordu , ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)
Malı cem eyleyen Raiyettir ( Reayadır Halktır). (Malı sağlayan halktır)
Raiyyeti kul eder padişah-ı aleme Adl. Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan da ancak adalettir ) ( Dinçer 2018, s51)
Bu metni günümüz anlayışı ile şöyle de çevirebiliriz
Dünyanın kurtuluşu için adalet gereklidir
Dünya bir bahçedir ki onun duvarı Devlet mekanizmasıdır
Devletin nizamını sağlayan hukuktur
Hukuk ancak siyasi bir sistem ile işler hale gelir
Siyasi sistemin bekası için askeri ve güvenlik gücü çok önemlidir
Bu sistemi kurmak için illa ciddi bir gelir kaynağı gerekir
Bu gelir kaynağını sağlayan Halktır
Halkı siyasi sisteme bağlı hale getirecek yegane güç ise Adalettir.
Siyasetnamelerde tavsiye edilen önemli nokta şu ki: siyasi düşünce iki merkezi kavram etrafında şekillenmelidir. Bunlar birbirlerinden ayrılmaz. Bunlar: Birbirlerinin üzerine kurgulanması gereken Siyaset ve Ahlaktır.
Ahlaka dayalı bir siyaset anlayışı da o ülkede Adaletli bir düzenin tesis edilmesini sağlar.
14 ve 28 Mayıs tarihlerinde Türk milleti olarak sandığa gidip hem Cumhurbaşkanını hem de parlamento için vekilleri seçtik. İnşallah bu seçim sonrasında Ahlak ve Erdemlilik üzerine oturan bir siyasetin oluşması mümkün olur. Hem seçilenlerin hem de seçenlerin bu konuda ellerinden gelen gayreti göstermeleri gerekir ki arzu edilen bu netice tahakkuk edebilsin.
Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin
- Bu metin 13 Nisan 2023 tarihinde İTO Meclisi’nin açılış konuşmasında kullanılmak üzere kalem alınmıştır. Erhan Çardaklı bey ve grafikleri hazırlayan arkadaşlara da katkılarından dolayı teşekkür ederim
Dinçer Ö; Siyasetnameleri Yeniden Okumak, Klasik Yayınları, İstanbul, 2018
FÜTÜVVET RUHU
1980’li yıllarla birlikte Küreselleşme kavramı dünyada yeni bir boyuta ulaşmaya başladı. Dünyanın bir noktasında meydana gelen bir gelişmenin çok kısa bir sürede başka alanlara da yayılabilmesi için her geçen gün imkânlar daha da artıyor, dolayısıyla dolaşımın hızı da artıyor.
Bunun da ötesinde 2000’li yıllarda dijitalleşmenin ulaştığı nokta adeta baş döndürücü bir seviyeye geldi. Tabii bu süreç de küreselleşmenin tesiriyle orantılı olarak çok hızlı bir şekilde gelişerek devam ediyor.
Eğitim, sağlık, finans, ulaşım, imalat ve özellikle günlük yaşantımızı her geçen gün daha fazla etkileyen alanlarda bunu yaşıyoruz.
Ülkemiz gibi dinamik bir ekonomiye sahip, uyum yeteneği ve gelişim kapasitesi güçlü bir ekonominin de bir an önce dijital dönüşüme ayak uydurması gerekiyor. Bu alanda bugüne kadar önemli mesafeler kaydedildi. İnşallah artarak devam eder.
Tabii bu çok dinamik bir süreç. Ortaya çıkan her yeniliğe adapte olabilmek hatta olabilecek olanları da öngörebilmek bu çerçevede ciddi önem taşıyor.
Türkiye’yi 5G ile birlikte devasa bir Nesnelerin İnterneti ( Internet of Things) , dönemi bekliyor. Hatta bu dönemin içine girmiş de sayılabiliriz…
Son yıllarda aşina olduğumuz bir diğer kavram da malum Endüstri 4.0. Endüstri 4.0 temel olarak Bilişim Teknolojileri ile Endüstriyi bir araya getirmeyi hedefliyor.
Ardından da 6G geliyor. Ve Çin 5G mobil iletişim teknolojisinden 100 kat daha hızlı olacak 6G’yi, 2030 yılında kullanmaya başlayacak.
Bir de yıllık geliri 1 trilyon dolara ulaşacak ‘Metaverse’ dünyası var. Bunda da katılımcı değil ev sahibi olarak yer almamız gerekiyor. İnşallah başarırız..
Dünyanın ilk 20 ekonomisi içindeki Türkiye bütün sektörlerde gelişmeleri takip ediyor ve ekonomisini şekillendiriyor.
Biz de iş dünyası olarak bu gelişmelere ayak uydurmak hatta belki de yön verebilmek ve bu çerçevede de dünya ekonomisi içinde anlamlı bir yer alabilmek için gayret gösteriyoruz.
Tüm bu gelişmeler ve her gün sürekli duyduğumuz bu sihirli kelimeler, esasında yüzyıllardır bildiğimiz ve aşina olduğumuz bir kavram ile çok yakından ilgili.
Nedir o? LOKMA MÜCADELESİ. Ve bu mücadelenin niteliği; toplumların yapısını, girdaplarını ve insanî değerlerini belirliyor
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN bir sözü var; Lokma mücadelesini çok güzel anlatır:
“İnsanın nurunu ve kemâlini arttıran lokma,
Helal kazanılmış lokmadır.
Bir lokmanın içinde eğer
Hile ve kıskançlık görürsen
O lokmadan gaflet ve cehalet doğarsa
Bilesin ki haramdır o lokma.
İlim, hikmet, aşk ve şefkat doğarsa
Bilesin ki helâldir o lokma.
Lokma bir tohumdur, meyvesi düşüncedir
Lokma bir denizdir, incisi endişedir
Helâl lokma, ruhta ibâdet meyli doğurur.”……
Biz başta buna “lokma mücadelesi” demiştik ama HZ MEVLANA bu işe insan kemâlâtını inşa eden ilim, hikmet, aşk ve şefkat ile gaflet ve cehalet mücadelesi olarak görüyor.
Bunun için bir toplumda maddi refah artarken manevi değerlerin zayıfladığı hissediliyorsa aslında bu, mücadelenin gaflet ve cehalet tarafının ağırlık basmaya başladığının bir göstergesidir. Peki böylesi bir durumda refahın ne kadar değeri vardır?
Bu hususa her daim özel bir dikkat gösterilmesi şarttır
Bizim ait olduğumuz medeniyette ilim, hikmet ve şefkat toplumunun oluşması için esnafların, tüccarların yani iş insanlarının çok etkin rol almaları gerektiğini bizlere öğütlüyor.
İş hayatı içindeki insanlarımızın çalışmalarında ahlâkî kurallara riayet etmeleri, ticareti bir iyilik seferberliği, çarşı- pazarı ise sevgi ve dürüstlük ile toplumu ayağa kaldırma mücadelesi olarak görmelerinin önemini her daim vurgulamamız gerekiyor.
Bunun için sevgi, saygı, hoşgörü, güven, paylaşma gibi temel değerlerimizin yeniden inşa ve ihya edilmesi hepimize düşen önemli bir sorumluluk.
Ve bu sorumluluk her kesimin omuz vermesi gereken önemli bir yüktür. Esasında bu zoraki değil keyifli bir yük olarak değerlendirilmeli
Tarihimizin belli dönemlerinde bu güzellikler nasıl gerçekleştirilmiş diye baktığımızda ise önümüze daha önceki aylarda yine bir meclis toplantısında bahsettiğimiz siyasetnâmeler ile bu hafta kısaca bahsetmeyi düşündüğümüz fütüvvetnâmeler çıkıyor.
Fetâ, sözlükte “genç, yiğit, cömert”, fütüvvet ise “gençlik, kahramanlık, cömertlik” anlamlarına gelmektedir.
İlk olarak 1000’li yılların başlarında yazılmış olan Fütüvvetnâmeler, insanlara ve özellikle gençlere; meslek, meşrep ve ibadet eğitimi vererek onları sosyal hayata hazırlamak üzere kaleme alınmışlar.
Allah’ın rızasını kazanmak ve geçimlerini helâl yoldan temin edebilmek için belirli bir disiplin altında yetişen bu insanlar, Anadolu irfanının sonraki nesillere başarıyla aktarılmasına vesile olmuşlar.
Fütüvvetnâmelerde işlenen konuların, birçok yönden günümüz modern toplumlarının hem maddi hem de manevi ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte olduğunu görmekteyiz..
Abbasi halifesi Nâsır li-Dinillah tarafından yeni bir şekil verilen fütüvvet teşkilatının Anadolu’daki kolu ise Ahilik olarak biliniyor.
Tarihe dikkatli bir gözle bakanlar, Ahiliğin kurucusu Ahi Evran’ın kişiliğinden ve hoşgörü ile yoğrulmuş ticari ahlak anlayışından büyük dersler çıkaracaklardır.
Çok bilinen bir tekerleme ile;
‘Elini, sofranı, kapını açık; gözünü, dilini, belini bağlı tut ( veya kapalı tut)’ sözünde büyük manalar saklıdır.
Ahîlik teşkilatı, yüzyıllar boyunca esnaf ve sanatkârlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiştir.
Adaleti, verimliliği ve dayanışmayı temsil etmiştir.
Aynı zamanda çalışma kültürü ve iş ahlakının; doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin adı olmuştur.
Bütün güzel meziyetlerin birleştiği sosyo-ekonomik bir düzenin adı olarak günümüze kadar gelmiştir.
Ahilerin kurdukları teşkilat bir bakıma bugünkü Esnaf Odaları, Ticaret Odaları, Sanayi Odaları gibi kurum ve kuruluşların adeta temelini teşkil eder.
İşte bizler yani ticaret odaları mensupları bu geleneğin günümüzdeki temsilcileriyiz.
Malumunuz olduğu üzere 1800’lü yılların ikinci döneminde ahiliğin bir tür devamı olan loncaların fonksiyonunu kaybetmesi ile onların yerine organizasyonel yapısı batıdan alınan Ticaret Odaları teşekkül ettirilmiştir. Ama onların ruhunda ahilik özellikleri her daim var olmuştur.
Bu sistemin tarihsel kökeninin fütüvvet yoluna uzandığını da belirtmiştik;
Fütüvvet yolunu da başta Hz. Ali ( ki Hz Ali için söylenen şöyle bir söz vardır ki çok manidardır: ‘Ali gibi feta, zülfikar gibi kılıç yoktur.’ ) Ahî Evran, Ertuğrul Gazi, Edebâli, Osman Gazi, Hacı Bektaş Velî, Mevlana, Yunus Emre, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi, Fatih Sultan Mehmed ve Aziz Mahmud Hüdayi ve niceleri gibi büyüklerimiz oluşturmaktadır.
Onlar her dönemde fütüvvet tohumlarını gençlerimizin, toplumumuzun gönüllerine ekerek yeşertmişlerdir.
Ve onlar sayesinde belirli dönemlerde hakikaten erdemli bir toplum kurulması mümkün olmuştur.
Meselâ Anadolu’da Selçuklu Fütüvvet Yıldızı, Orta Asya’da ise Türkistan Yıldızı olarak bilinen medeniyetimizin önemli simgesi bu anlamda bize çok değerli bir mesaj veriyor;
İç içe geçen iki kareden oluşan Selçuklu Yıldızı’nın her bir ucu bir erdemi temsil ediyor.
Bunlar sırasıyla Merhamet, Şefkat, Sabretmek, Doğruluk, Sır Tutmak, Sadakat, Cömertlik ve Rabb’ine Şükretmektir.
Büyük hadis âlimi ve sûfî Abdurrahman Sülemi, Kitâbü’l-Fütüvve adlı eserinde “gençliğin 40 fütüvvet yasası”nı şu şekilde sıralamıştır. ( Şentürk, 2021)
Fütüvvet ehli;
- Herkesi kardeş bilmişler ve “kardeşlik hukuku”nun gereklerini yerine getirmişler.
- Önce arkadaşlarının ihtiyacını, sonra kendi ihtiyaçlarını görmüşler.
- Zorlukta ve kolaylıkta, darlıkta ve bollukta her hâlde istikamet üzere olmuşlar.
- Allah’a ibadet niyetiyle ve ayrım gözetmeden tüm mahlûkata ve beşere hatta küçüklerine bile edep ve şefkatle hizmet etmişler.
- İnsanların onlara nasıl davranmasını istiyorlarsa onlar da öyle hatta daha iyi davranmışlar.
- Az yemişler, az uyumuşlar, az konuşmuşlar ki bugün bu sağlıklı yaşam için verilen en önemli reçetedir
- Ne kin tutmuşlar ne de haset etmişler, sadece zalime düşmanlık etmişler.
- Kardeşleriyle iyi geçinmişler; bunun için uyum göstermişler ve ihtilaftan kaçınmışlar.
- Arkadaşlarına ve muhtaçlara istetmeden ve boyun büktürmeden yardım etmişler.
- Ayıpları örtmüşler. Demişler ki kendi ayıplarınla o kadar meşgul ol ki başkalarının ayıplarıyla uğraşacak vaktin kalmasın.
- Nasihati yalnızken vermişler. Kimden gelirse gelsin, güzel öğütleri, uyarı ve tenkitleri tevazu ve memnuniyetle kabul etmişler.
- Ehil kişilerle istişare yapmışlar ve istişareye uymuşlar.
- Cömert olmuşlar, muhtaçken bile tokgözlü ve kanaatkâr olmuşlar.
- Dostlarının yardıma ihtiyacı olduğunda kendi mallarını kullanmaları için müsaade etmişler.
- Allah için harcadıklarını esas servetleri olarak görmüşler.
- Daima en üstün ahlak ve en faziletli ameli tercih etmişler.
- Cezalandırmaya güçleri yettiği hâlde bile affetmişler; azarlama ve cezalandırma yerine bağışlamayı tercih etmişler.
- “Dininde ve ahlakında cimri ol, malında cömert ol yani din ve ahlakından hiçbir şey feda etme ama malını feda et.” diyerek yaşamışlar.
- Allah’ı ve Hz. Peygamberi (s.a.v.) her şeyden daha çok sevmişler ve o yüce Sevgili’nin (s.a.v.) bütün emirlerine uymuşlar.
Bütün bu basitmiş gibi görünen fütüvvet maddelerini şöyle gözümüzle ve gönlümüzle bir tarttığımızda şunu anlıyoruz ki erdemli toplum olmak için ilk vazife bize düşüyor.
İlk önce kendimiz uygulayıp da çocuklarımıza, gençlerimize, çalışma arkadaşlarımıza, dostlarımıza bunları öğütlediğimizde göreceğiz ki hayatımız 10 katı, 100 katı daha da güzelleşecek. Belki hakikaten uygulayabilsek öğütlemeye bile gerek kalmaz…
Lokmalarımız, ilim ve hikmetin yıldızı ile parlayacak.
Haberler güzelleşecek, iş hayatımız düzene kavuşacak, şu an içinde bulunduğumuz 10 derdin belki de 5’i hiç olmayacak.
En önemli husus şudur ki; Erdemli toplum düşüncemizden hiçbir zaman vaz geçmeyelim.
Bu noktada bazen kötü örnekler büyütülüp öyle bir hale geliyor ki ümitlerimizi kaybetme noktasına varabiliyoruz.
Hiçbirimizin buna hakkımız yok. İnana insanlar olarak ümidimizi hiç bir zaman kaybetmemek zorundayız.
Mevlânâ’nın fütüvveti mükemmel bir şekilde özetleyen şu şiiriyle yazıyı tamamlamak istiyorum:
“Güneş gibi ol şefkatte ve merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, çömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.( alçakgönüllülük)
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
Son cümle olarak şu hususu zikretmek isterim ki: Her zaman, geçmişine ve toplumsal değerlerine sahip çıkarak geleceğine yön verecek, düşünme ve sorgulama melekelerine sahip dinamik, heyecanlı ve inançlı gençler yetiştirmenin gayretinde olmalıyız.
- Bu metin 8 Haziran günü İTO Meclisinde yapılan açılış konuşmasından derlenmiştir.
- Bu yazının hazırlanmasında katkılarından dolayı Erhan Çardaklı beye teşekkürler
- Şentürk, R (2021): Fütüvvet, Erdemli Gençlik, Önder İmam Hatipliler Derneği Yayınları, İstanbul
YAŞANAN HAYATIN HIZLI AKIŞI BİZLERİ RAHATSIZ EDİYOR MU?
İçinde yaşadığımız hayat gün geçtikçe sanki daha fazla hızlanıyor. Özellikle büyük şehirlerde ikamet edenler bunu eminim ki daha fazla hissediyorlar. Gerçi akıp giden hayatı vasıflandırırken sadece onun hızından bahsetmek durumu resmetmek için tam anlamıyla yeterli olmayabilir. Onun yanında karışıklığı, yoruculuğu, pahalılığı, gürültüyü, kalabalığı ve çok fazla hareketliliği de zikretmek gerekebilir.
Sabah ve akşam saatlerinde ülkede 20 milyona yakın ilk-orta ve lise öğrencisi, 8 milyonun üzerinde üniversiteli, 1 milyon civarında öğretmen, 200 bine yakın akademisyen, 30 milyonu aşan istihdamdaki insan, ana ve ilkokula giden çocukların önemli bir kısmının anne ve babaları, serbest çalışan birkaç milyon esnaf ve tüccar büyük bir telaşla evlerinden çıkıyor, ya okullarına, ya da vazife yaptıkları yerlere doğru yola koyuluyorlar. Otobüsler, trenler, metrolar, vapurlar, özel arabalar ve servisler vızır vızır insanları taşımaya çalışıyorlar. İnsanlar da büyük bir koşuşturma içinde bu vasıtalara biniyor, iniyor, içerlerinde itiş kakış yolculuk yapıyor, trafikte yorucu saatler geçiriyorlar.
Bazen yüksekçe bir yerden Eminönü ve Sarayburnu’nun karada ve denizdeki karmaşasına baktığınızda bu halet-i ruhiyeyi derinden hissedebilirsiniz. Veya bir metrobüs durağını genişçe gören bir yerden oradaki kalabalığı izlediğinizde benzer bir duyguya kapılabilirsiniz. Bir sabah vakti Fatih’teki Vatan Caddesinin bir başından öteki başına doğru şöyle bir yürüyüş yaparsanız, vergi dairesinden, belediyeye, emniyetten göç idaresi veya kaymakamlığa kadar binalara girip çıkan, metronun duraklarının etrafında yığılan insanları hayretle müşahede eder ve kuvvetle muhtemeldir ki sizler de bahsettiğim yorumlara hak verirsiniz. Tabii Anadolu yakasında da birçok noktada benzer örneklere rastlayacağınıza eminim.
Bu örnekleri daha fazla artırmak ve başka büyük şehirlere genişletmek de mümkün. Burada anlatmak istediğimiz özellikle büyük şehirlerde hayatın yukarıda bahsettiğimiz tarzda hızlı ve yıpratıcı olduğunu bir nebze de olsa altını çizerek ifade edebilmek.
Hayatın resmetmeye çalıştığımız hale evrilmesi karşısında insanoğlu neler yapabilir diye bu durumdan pek de memnun olmayan birçok kişinin kafa yorduğuna şahit olmuşuzdur. Bunlardan biri de ben olduğum için bu arayışa dikkat çekmeye çalışmam herhalde normal sayılabilir.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Acaba kısmen de olsa bu tarz bir hayatın dışına çıkabilmek mümkün olabilir mi?
Belki radikal bir karar vererek içinde yaşanılan şehri değiştirmek ve daha sakin bir yere gitmek gibi bir alternatif denenebilir. Tabii tek başına yaşamayan ve yaşadığı yerle birçok bağlantısı olan kişiler için bahsettiğimiz seçenek pek de kolay bir yol değil. Bunu deneyen bazı dostlarımız oldu. Tası tarağı toplayıp yaşadıkları büyük şehri terk ettiler. Ya memleketlerinde ya da daha sakin bir şehirde yeni bir hayat kurmayı denediler. Birçok kişi de özellikle yaz aylarında memleketlerine adeta kaçarak şehir hayatına kısmen ara verebiliyor ve bu yolla rahatlayabiliyorlar.
Buna ilave olarak hayat ritmini, mesela işini ve/veya şehir içinde yaşadığı semti değiştirmek de imkan dahilinde. Bu yolu deneyip hayatının yönünü farklı istikametlere çeviren kişilere de rastlayabiliyoruz.
Peki bu hızlı hayat içinde bize çölde bir vaha gibi fonksiyon görecek başka hangi yollar olabilir?
Bu soruya da çeşitli cevaplar verilebilir ve her biri kendi açısından bizlere farklı açılımlar sağlayabilir
Onlardan bir tanesi olarak son yıllarda benim de iştigal alanım olan kitapçılar ve sahafları ziyaret etme alternatifi üzerinde durabiliriz. Bizim gençlik yıllarımızda İstanbul Beyazıt’taki Sahaflar çarşısı bu konuda önemli merkezlerden birisi idi. Onun dışında yine Beyazıt’da Beyaz Saray Çarşılarının bodrum katındaki kitapçılar çarşısı da insanı yaşanan hayatın adeta dışına çıkaracak nitelikte bir mekandı. Farklı farklı kitapçılarda oranın müdavimi olan kişilerin etrafında oluşan sohbet halkaları katılanları çeşitli açılardan adeta doyururdu. Yeni çıkan dergiler genelde ilk olarak Beyaz Saray’a gelir ve orada meraklıları ile buluşurdu.
Bizim yakın arkadaş çevresi için favori mekanımız Rahmetli İsmail Özdoğan ağabeyin sahibi olduğu Enderun Kitabevi idi. Özellikle hafta sonlarında daha çok oraya devam eder ve Enderun’a gelen ağabey ve üstadların sohbetlerini büyük bir keyif ile dinlerdik.
Bu iki kültürel merkeze ilaveten etrafta Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Marmara Kıraathanesi. Küllük vs gibi başkaca sohbet mekanları da vardı ki onlar da bu muhabbetli ortamın adeta tuzu biberi mesabesindeydi.
İstanbul’da Beyaz Sarayın fonksiyonunu bu aralar kısmen Laleli’deki Yumni Kitapçılar Çarşısı görebiliyor denilebilir.
Yine bugün için söylersek, İstiklal Caddesi üzerinde, başta Galatasaray Lisesi’nin karşı cenahında ve yine Taksim’in ara sokaklarında irili ufaklı bu tarz birçok sahaf dükkanı insanı bahsettiğimiz şekilde farklı bir aleme taşıyabilecek nitelikte mekanlar. Son dönemde Üsküdar’da açılan sahaflar çarşısını da bu anlamda önemli noktalardan biri olarak sayabiliriz. Yine Fatih’te başta İnkilab kitabevi olmak üzere benzeri sohbet ve kültür mekanlarını bulabilmemiz mümkün.
Tabii buralardan yeterli ölçüde istifade edebilmek için sizin talepkâr ve arayıcı olmanız büyük önem taşıyor. İştigal ettiğiniz alan da olabilir, onun dışındaki başka konular da olabilir ama farklı bir şeyleri öğrenmeye ve yeni düşünceleri keşfetmeye niyetli olmanız önemli bir gereklilik. Bu çerçevede sahaf veya kitapçıda huzurlu bir ruh hali ile kitapları karıştırmak, daha önceden incelemeyi tasarladığınız eserlerle ilgili o dükkandaki kişiler ile sohbet etmeye gayret etmelisiniz. Siz arayıcı ve keşfetme niyetlisi bir halde olursanız kuvvetle muhtemeldir ki sizin bu ilginize muhatap olabilecek birilerine rast gelirsiniz. İşte o noktada sohbeti derinleştirmek size veya muhatabınıza bambaşka kapılar açabilecektir. Belki de bu tip mekanların en önemli fonksiyonlarından birisi de budur. Dükkanın sahibi veya yöneticisi hakikaten işini severek yapan bir kişi ise, bu tip bir ortamın doğmasından büyük bir keyif alıyordur, bundan kesinlikle emin olabilirsiniz.
Nereden mi biliyorum? Biz de iki yılı aşkın bir süredir Edirnekapı Kariye’de bu tür bir yer işletiyoruz. Kitapla, kültürle, okuma ve yazma ile ilgili birileri gelip kitapları, dergileri karıştırınca büyük bir mutluluk duyuyoruz. Hele hele bahsi geçen türde kişiler ısrarla bir şeyler arıyor ve soruyorsa bu mutluluğumuz daha da artıyor. Misafirimize hemen çay veya kahve cinsinden bir şeyler ikram etmeye ve onu bir köşeye oturtmaya çalışıyoruz. Bazen farklı farklı çevrelerden arkadaşlarımız ve dostlarımız, çoğu zaman da programsız olarak dükkanımızda bir araya gelebiliyor ve enteresan fikir alışverişleri ortaya çıkıyor. Yeni tanışmalar, yeni dostluklar oluşuyor. Bazı sohbetler bizler için de aydınlatıcı oluyor ve o konularla ilgili eldeki eserlerin yetersizliğini fark ettiğimizde hemen ilgimizi bahsi geçen alanlara doğru kaydırmaya ve o sahalardaki eserleri de elden geldiği oranda temin etmeye gayret ediyoruz. İlgili gördüğümüz kişilere kendi kişisel koleksiyonlarımızdan bahsediyoruz. Görmemişse gösteriyor ve haberdar etmeye çalışıyoruz. Bu gayret bizlere değişik bir haz veriyor.
Bizim mekanda kitap dışında geleneksel sanatlardan kendi gayretlerimizle oluşturmaya çalıştığımız büyüklü küçüklü tablolar da yer alıyor. Ayrıca farklı alanlarda el sanatları çalışmalarını da sergiliyoruz. Kitap, hüsn-i hat, ebru, tesbih, kamarçin, kalem işi gibi eserler yan yana geldiğinde içerde farklı bir hava oluşuyor. Bazı ziyaretçiler bu mekanın kendilerini başka bir atmosfere götürdüğünü söylüyor. Kimisi Diriliş Ertuğrul’un film seti gibi diyor, kimisi ise adeta zaman tüneline girdim diyor. Bahsi geçen örnekler bu tür mekanların adeta farklı bir boyuta açılmış pencere gibi, insanları hayatın rutin akışının dışına çıkarabilme fonksiyonunu kısmen ifa edebildiğini gösteriyor.
Tabii sadece bizim dükkanın bu tür bir işlevi olduğunu iddia etmek isabetli olmaz. Kitapçı ve sahafların önemli bir kısmının üç aşağı beş yukarı benzer bir havaya sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yukarıda izah ettiğimiz tarzda bir arayışı olanlar başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde bu tür fonksiyon gören mekanları bulabiliriler. Esas mesela aramaya niyetli olmak ve samimiyetle bu niyetin peşinden gitmek.. İnanıyoruz ki arayanlar kendilerini bu hızlı ve yorucu hayatın dışına çıkarabilecek, zihinlerini ve gönüllerini dinlendirebilecek, taleplerine göre de doyurabilecek mekanlara devam ederek şehir hayatının yıpratıcı etkilerine karşı hoş bir kalkan oluşturabilirler.
Burada ilk etaptaki gayemiz bir kalkan oluşturabilmek. Peki kalkan oluşturabilmenin ötesinde bu tür mekanlarda elde edilebilecek o ruh sükunetini ve huzuru şehrin farklı alanlarına da taşıyabilmek mümkün olabilir mi? O kadarını bilemiyorum. Ve belki de o derece iddialı olmaktan çekiniyorum.
Ama inşallah bir gün o da olur ve hayatın hızlı akışı daha insani bir boyuta doğru yönelebilir…
*Şehir ve Kültür Dergisi Haziran Sayısında yayınlanmıştır
KİBİRLİ LİDERLİK VE GÜÇ SARHOŞLUĞU YAZISI ÜZERİNE
Murat Ülker beyin Linkedin’de yayınlanan bu yazısı çok hassas noktalara temas eden bir muhtevaya sahip. İçinde liderlik var, kibir var, ego var, yöneticilik özellikleri var, güç var…
İnsanların güç ile imtihanları tarih boyunca en büyük sınavlardan biri olmuştur. Bu hem güce sahip olanlar hem de güce ve güçlülere muhatap olanlar için böyledir. Bizler de hayatımızın birçok safhasında bu sınavla karşı karşıya kaldık hâlâ da bu sınav farklı tonlarda devam ediyor
Yazıda da belirtildiği üzere gurur, kibir, ego, narsizm vb noktalar çeşitli seviyelerdeki liderler ve yöneticilerde sıkça görünen özellikler. İlk etapta ortaya çıkmasa bile potansiyel olarak daima var olan hususiyetler. Önemli olan bunların hem iç hem de dış faktörlerle kontrol altına alınması ve faydalı yönlere doğru yöneltilebilmesi. Gerçek anlamlı istişari zeminlerin oluşturulması, lider ve yöneticilerin karar alış süreçlerinin belli bir karar alma prosesinin içine alınabilmesi önemli.
Yazıda geçen: “İşletmelerde ise açık-şeffaf iletişim, öneri toplama, istişare toplantıları, neyi yanlış yaptık ve ne öğrendik, 360 derece geri bildirim, OKR ve KPI ile yönetim gibi usullerin hepsinden istifade gerekir” bölümü kısmen bu konuya yönelik yararlı usulleri tarif etmiş.
Ayrıca yöneticelerin ve liderlerin gücü arttıkça iç derinliklerinin artmasını sağlayacak mekanizmalar da olabilmeli. Dua, tevbe istiğfar, zikir meclisi vb. Yazıda bu dua ve istiğfar noktasına da işaret edilmiş.
Eskilerde iyi işleyen tasavvufi yapılar sanırım bu tip fonksiyonlar da görüyordu. Neredeyse tüm lider ve güçlü kişilerin manevi önderleri, meşreplerine göre devam ettikleri tekkeleri vardı. Bugün bu yapının yerine ne konabilir bilemiyorum. İnsanların hem iç derinlikleri artmalı hem de modern dünyanın oluşturduğu tahribatlar temizlenebilmeli. Bu yönetici/ liderler için olduğu kadar normal seviyedeki kişiler için de gerekli bir husus.
Hayatım boyunca bir çok yapıda kurmay grupların içinde yer aldım. Bazısında benden önde kişiler vardı, bir kısmında da ben ön taraflarda rol aldım.
Bu yazıyı okurken hep o dönemlerden parçalar gördüm. Tesbitler çok önemli. Fakat bu tesbitlerin iyi işleyen yapılara dönüşmesi hiç kolay değil. Bir çok hayati tesbitin doğruluğunu kabul eden lider ve/ veya yöneticinin buna yönelik mekanizma kurulması ve uygulanması safhasında ayak dirediğini, işin gidişini bozduğunu bugüne kadar çokca gördük, halen de görüyoruz. Lider veya yönetici, sahip olduğu gücün kontrol edilmesini, paylaşılmasını, yönettiği organizasyonun yararına olduğunu bilse bile çoğu kere gönülden isteyemiyor. Bu sanırım baş edilmesi gereken önemli bir insani zaaf. Kibir, gurur, ego, nefs-i emmare vs farklı isimleri var..
Velhasıl benim için çokca düşünmeye ve bolca hafızamı tazelememe yarıyan bir yazı oldu. Ciddi bir emek verilmiş. Elinize sağlık. Teşekkürler
Erhan Erken
GEÇMİŞTEN GELECEĞE KÜLTÜR ŞEHRİ İSTANBUL
26 Şubat 2022 tarihinde SEKAM toplantıları başlığı altında zoom üzerinden gerçekleştirdiğim sunumun metne çevrilmiş şeklidir.
Öncelikle şöyle bir sorunun cevabını vererek konumuza başlayabiliriz
İstanbul ile ilgili konu gündemimize nasıl geldi? Ben doğma büyüme İstanbulluyum. 60 yıldır bu şehirde yaşıyorum. Dolayısıyla sadece bu gerçek bile İstanbul ile ilgilenmemizi gerektiriyor. İlave olarak bugüne kadar çeşitli kurumlarda yer aldık ve buralarda şehir ile ilgili konular öncelikle ilgi alanımız içinde bulundu. Karşı karşıya kaldığımız meseleler daha detaylı bir ilgi alakayı gerekli kıldı.
Mesela geçmiş dönemlerde ( 2013 yılı idi sanırım) “Hanlardan Plazalara” diye Kuzey Haber Ajansı bünyesinde TRT için bir program yaptık. O programda İstanbul’da özellikle 1980’lerden sonra şehrin merkezindeki iş alanlarının çevreye doğru taşınmasını konu edinmiştik. Bu programda ele aldığımız konu bizim de kendi hayatımız içinde bizatihi şahit olduğumuz bir çok olayı da içine alıyordu. Bu bahsettiğimiz süreçte (yani daha çok 1980’lerden sonra) İstanbul’un merkezinde diye tanımladığımız eski İstanbul, veya Beyazıt Eminönü Fatih sınırları içinde olan iş yerleri ve hayat İstanbul’un dış bölgelerine doğru kaydı. Tabii bunun çok çeşitli sebepleri var: Uluslararası konjonktürden gelen sebepleri var. Türkiye’nin seksenlerden sonra liberal politikaların tesiri ile dışarı daha çok açılmasının getirdiği tesirler var.. Biz bahsettiğim programda çeşitli sektörlerde bunun etkilerini, bunun nasıl olduğunu anlatan bir belgesel yapalım dedik ve 13 bölümlük bir söyleşi- belgesel türü bir program yaptık ve orada bunu çeşitli yönleriyle ortaya koymaya çalıştık.
Bunun arka planında şöyle bir birikim de vardı. Ben 94 yılından sonra yaklaşık 10 yıl MÜSİAD’ın yönetim kurulunda yer aldım. 2005’ten sonra da İTO yönetiminde bulundum. Orada muhatap olduğumuz problemlerin büyük bölümü İstanbul’un merkezden çevreye doğru gidişi ve ekonomik hayatın değişimiyle alakalı insanların yaşadığı problemlerdi. Bu insanlar bulunduğumuz yerlerde bu problemlerin neden ve nasıl olduğu, nasıl çözüm bulunması gerektiği ile ilgili de sorular soran ve bizle birlikte bu sorunlara çözüm arayan insanlardı. Hanlardan Plazalarda da biraz da yıllar içinde muhatap olduğumuz konuyu işledik. Yani İstanbul’da daha evvel iş hayatı ve önemli meselelerin döndüğü yerler hanlarken, çarşılarken, bugün için daha çok bunlar plazalara, sanayi sitelerine, Büyük Alış Merkezlerine doğru kaymaya başladı. Çeşitli sektörlerde bu taşınmalar sırasında nelerin değiştiğinin nelerin de sabit kaldığını anlamaya çalışmıştık. Sektörlerin duayenleri ile bu süreçleri detaylı olarak konuşmuştuk. Bunlar İstanbul’la ilgilenme serüvenimiz içinde belli başlı konularda daha derinleşmeye sebep oldu.
Son 3-4 yıldır Medipol Üniversitesi’nde doktora programına başladım. Orada da bu konuyu bir tez olarak ele aldım. Çeşitli özelliklerine göre seçmiş olduğumuz üç sektörde İstanbul’da merkezden çevreye doğru taşınmanın arka planını anlamaya çalışan bir tez yapmaya gayret ediyorum. Birkaç ay içinde becerebilirsek kısmet olursa bitirmiş olacağız. Tabii belli bir yaştan sonra bunlar çok zor oluyor. Burada akademik hayat içinde yer alan dostlarımız bu işin ne denli zor olduğunu benden iyi bilirler. Hele bir de yaş ileri olunca çeşitli meşgaleler içinde insan daha fazla zorlanıyor. Bu tez sürecinde çalışmanın bir gereği olarak İstanbul ile bir çok şeyi okuma fırsatı oluyor. Sürecin içinde yer almış birçok kişi ile birebir mülakatlar yapıyoruz. Dolayısıyla buradaki hazırlık sürecinde not aldığım konuları birkaç yerde paylaşma imkânım oldu. Nazım Ekren kardeşim SEKAM bünyesinde bu konuda bir sohbet yapalım deyince ben de uygun buldum ve böyle bir program gündeme geldi..
İstanbul’un geçmişten günümüze ve bundan sonrası ile ilgili bütün konuları böyle bir sunum çerçevesinde ifade edebilmek, anlatabilmek takdir edersiniz ki kolay bir şey değil. Mümkün de değil zaten. Ama burada önemli ve paylaşılmasında fayda gördüğüm konuları, yetiştirebildiğimiz kadar sizlerin önüne sunmak ve belki bunun üzerine biraz tartışmak gibi bir arka planı var bu sunumun. İnşallah faydalı bir sunum olur
Bu tür bir sohbete başlarken öncelikle Kültür Şehri İstanbul denildiğinde ne kastettiğimiz üzerinde birkaç kelime ile durmak isterim. Biliyorsunuz Kültür dendiğinde karşımızda çok sayıda tanım çıkıyor. Bir de Medeniyet kavramı var. Kültür ve Medeniyet bazen birbirlerinin yerine de kullanılıyor. Tabii medeniyetin de farklı bakış açılarına göre çok fazla tanımı var. Ama ben burada kültür dediğimiz zaman böyle bir konu çerçevesinde şöyle bir tanımı tercih ediyorum: Bu tanım Türk Dil Kurumunun tanımları içinde yer alıyor. ‘Tarihsel, toplumsal gelişme sürecinde ortaya çıkarılan maddi ve manevi tüm değerler ve bunların oluşumunda sonraki nesillere aktarımında kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine etkisinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne kültür denir.’ Bu tanımda tarih ve toplumsal gelişmede bir birikim ortaya çıkıyor, maddi manevi tüm değerleri kapsıyor… Bunların belli bir denge içerisinde bir araya gelmesi ve bu dengenin nesilden nesile aktarılmasını anlatmaya çalışıyoruz. İstanbul gibi bir konu mevzu bahis olduğunda bu tanım uygun bir tanım olarak karşımızda duruyor. Çünkü İstanbul yüzyıllardır belli bir birikimin nesillerden nesillere aktarıldığı bir şehir.
Burada altını çizmemiz gereken bir nokta daha var.: İstanbul’dan bahsederken bir çok kişide şöyle bir yaklaşım var. İstanbul evet bir çok güzelliğin bir arada olduğu bir şehir. Boğaz güzel, yalılar güzel, erguvanı şöyle iyi, balıkları şöyle güzel diyerek anlatılan bir İstanbul var. Fakat bizim konuya yaklaşımımız bu noktadan değil. Bizimki daha başka bir bakış açısı. Burada yaşayan atalarımız bu şehre nasıl bakmışlar? Onu nasıl imar etmişler? Bu şehirde yaşarken hayatlarını hangi sabiteler etrafında yönlendirmişler.? Bu bakış açıları onların şehir ile ilişkisini nasıl etkilemiş? Bizim İstanbul’a bakarken öne aldığımız noktalar buraları. Bizim bakış açımıza göre İstanbul’da yüzyıllardır yaşayan Müslümanlar buraya bir işgal niyetiyle gelmemişler Burada yerli olma niyetiyle gelmişler ve sahip oldukları zihniyetlerinden hareketle yüzyıllar boyunca bu şehirde adeta bir nakış yapmışlar. Bu şehirde bir şeyleri nakşetmeye çalışmışlar. Yaşarken evlerini, ibadethanelerini, ticari ilişkilerini, mimarilerini, musikilerini, edebiyatlarını sahip oldukları zihniyetlerine göre şekillendirmişler. Tabii çevrelerini de bu anlayışla şekillendirmişler. Olabildiğince bunları bir bütün olarak anlamlı bir yere koyarak, şekli unsurlarını da yerine getirmişler ve bir şehir oluşturmuşlar. Bizden evvel yaşayan insanların birçok şeylerini eleştirebiliriz. Siyasi yanlışlıklarını, sosyal yanlışlıklarını..vs. Çünkü onlar da insan oldukları için bir yığın hata da yapmışlar ama sonuçta kültürel olarak bizlere bir çok zenginliği içinde barındıran güzel bir nakış eseri bırakmışlar. İstanbul’a bakarken, İstanbul’u konuşurken açıkçası beni burası ilgilendiriyor. Hem kendime ve hem de İstanbul ile bir şeyler anlatırken başka insanlara hep şu soruyu soruyorum: Bizden evvelki insanlar kendi dönemlerinde, kendi imtihanlarını bir şekilde yerine getirdiler ve hepsi şu an Rabbü’l-Alemin’in huzurunda hesaplarını veriyorlar. Onlar yaşadıkları hayatın ve oluşturdukları bu nakışın hesabını veriyorlar.
Peki biz bugünden yarına nasıl bir nakış bırakıyoruz?
Bugün var olan İstanbul’a bakarak eski dönemde oluşturulmuş olan bu nakışı, bu kültürel mirası anlamaya çalışalım. Yani bu insanların kendi sabitelerine, kendi zihniyetlerine göre oluşturdukları bu yapıyı anlamaya çalışalım ve biz de bugünden yarına nasıl bir şey bırakacağız? Bunun arayışında olalım. Bunun üzerine tefekkür etmeye çalışalım. İstanbul’da dolaşırken hep bunu anlamaya çalışalım. Ben genelde İstanbul’a böyle bakmaya çalışıyorum.
BAZI SOKAK VE BÖLGE İSİMLERİ NEREDEN GELİYOR?
Buna bazı örnekler verelim. Mesela İstanbul’un sokaklarının isimlerinin arka planında daima neler var diye bakmaya çalışıyorum. Ben şimdi Fatih’te Hırka-ı Şerif Mahallesi Balipaşa Caddesi diye bir yerde oturuyorum. Benim yüz metre yakınımda Hırka-ı Şerif Camii var. Malum olduğu üzere Peygamber Efendimizin (sav.) iki tane hırkası var İstanbul’da. Biri sahabe-i kiramdan Veysel Karani’ye hediye ettiği hırka – ki bu hırka benim yüz metre yakınımdaki Hırka-i Şerif Camiinde her yıl sergilenen hırka- öbürü de yine başka bir sahabeye hediye ettiği hırka. O da Topkapı Sarayı’nda. Bizim yakınımızdaki yerde Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit bu hırkanın muhafazası ile ilgili bir cami yaptırmış. Bu camiyi dik olarak kesen üzerinde bizim de oturduğumuz Balipaşa Caddesi bulunuyor. Bali Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Savaşı’na katılmış komutanlardan birisidir. Burada çok ciddi iki tarihi birikim var.
Bizim caddenin yan tarafında ise Keçeciler Caddesi bir boydan bir boya uzanıyor.. Ben bu Keçeciler ismi neden konmuş diye arka planına bir bakayım istedim. Sonra öğrendim ki eskiden kervanlarda yük hayvanlarının üzerinde taşınan eşyaları taşımak için en çok kullanılan malzeme keçe imiş. İstanbul’a kara yoluyla girişte en önemli nokta Edirnekapı’sı. Surlar üzerinde önemli kapılardan biri. Bize de yaklaşık 1-1,5 km uzaklıkta bir yerde. Eskiden mal taşıyan kervanlar genelde Edirnekapı’dan İstanbul’a girerlermiş. Edirnekapı’dan sonra hemen gelen semt Karagümrük. Kara gümrük yani karadan gelen yolcular için gümrük hizmetlerinin görüldüğü yer. İsmi de buradan geliyor. Yani bugün Batıdaki Kapıkule Sınır kapısı, güneydeki Cilvegözü Sınır kapısı gibi bir yer. Burası gümrük yeri. Karagümrük’de, gümrük işlemleri oluyor. Ve buralara gelen kervanların keçe ihtiyaçlarını gören en önemli yer de bizim bulunduğumuz bölgeler imiş. Yani bulunduğumuz muhitlerde bu işler oluyormuş. Keçe imalatı, keçe satışı keçe tamiri gibi hizmetler yapılırmış. İsmi de oradan gelirmiş..
Yani bu birkaç örnekten de hareket edersek İstanbul’da her bulunduğumuz noktanın nerdeyse tarihi bir arka planı, bir hikayesi var.
Mesela biraz daha ileriye doğru gidiyorsunuz, Fatih Camii var onu da geçiyorsunuz, orada Saraçhane diye bir semt var. Şimdilerde Saraç tabiri genelde çantalar, bavullar ve bu tür deri işleriyle ilgilenilen bir iş kolu olarak anlaşılıyor. Fakat eskiden daha çok atların, develerin dizginleri veya üzengileri benzeri şeyler hep deriden yapılıyormuş. O dönemin binek hayvanları yani ulaşım araçlarının malzemelerinin üretildiği, satıldığı tamir edildiği bir iş kolu. Bugünkü tabir ile anlamaya çalışırken bir tür otomotiv yan sanayi gibi diye düşünebiliriz. Onun hemen yanı başında At Pazarı’nda atlarını bırakıyorlar, yani Gümrük kapılarının yakınlarındaki büyük araç oto parkları gibi bir mekan. Saraçhane’de de bir saraç çarşısı var ve saraç işleri görülüyor. Fatih Sultan Mehmet Fatih Külliyesinin yanıbaşında bu Saraçlar çarşısını kurmuş o zamanlar. Sonra bu çarşı başka yerlere taşınmış ama adı kalmış
Bir diğer yakınımızda Vakıf Gureba Hastahanesi var. Bezmialem Valide Sultan’ın vakıf zihniyetiyle yaptırdığı bir hastane. Garip gureba burada şifa buluyorlar.. Bunların hepsi kültürel motif içerisinde bir değer ifade ediyor. Bir denge ile bir şeyler oluşturmuşlar. Ben bu dengeyi anlamaya çalışıyorum. Ve hep acaba; “Bu dengeyi yapanlar hangi niyetle, ne şekilde yaptılar? Daha evvel de birkaç sefer vurguladığım gibi Nasıl bir nakış yaptılar? Biz bundan sonra ki döneme nasıl bir nakış yapacağız?” diye bu soruları sormaya çalışıyorum, kendime. Dolayısıyla da şehre bakışım birazcık da buralardan ileri geliyor. İlk geliş böyle yani bu işe bakışım, arka plana bakışım, kültüre bakışım, şehre bakışım, bunun medeniyetle alakası nedir? Gibi birkaç kelimeyle bu şekilde izah etmek istedim.
MUHTELİF ŞEHİR TANIMLARI
Şehirlerle ilgili Ahmet Davudoğlu’nun 2004 yılında katıldığı bir konferansta yaptığı tanımlardan bahsetmek istiyorum. Onu önce makale daha sonra da kitap haline getirmiş. O çalışmasında Şehirler ile ilgili 5 çeşit sınıflama yapmış. Sizler de rastlamışsınızdır ve bununla ilgili başka sınıflamalar vardır muhakkak da benim burada kullanacağım genelde bu sınıflamadır. Birincisi medeniyete öncü kurucu şehirler diye bir tanım getiriyor. Bu şehirler için Medine ve Roma‘yı gösteriyor. Yani Medine ve Roma; biri İslâm Medeniyetinin, biri Katolik Batı Medeniyetinin öncü şehirleridir.. Buralarda daha fazla detaya girmeden biraz özet tarzında anlatmaya çalışıyorum.
İkincisi, medeniyet tarafından kurulan şehirler. Bunların örnekleri: Bağdat, Kurtuba, Paris, Londra sayılabilir. Bunlar da bir medeniyet oluştuktan sonra onun etkisiyle kurulan şehirlerdir diye tanımlanmış.
Üçüncüsü medeniyet oluşumu sonrasında, o medeniyete ait özelliklerin aktarıldığı veya taşındığı şehirler. Bunlar: Konya, Bursa veya Balkanlar’da Saraybosna, Üsküp belki Manastır’tır. Bunlar genelde belli bir aktarımla ortaya çıkmış şehirler. Mesela özellikle Balkan şehirlerinde gezdiğiniz zaman birçoğu İstanbul’un, Bursa’nın aktarımı gibidir. Ben ilk defa Manastır’a gittiğim zaman, Manastır’ın meydanının fotoğrafını çektim ve burası nereye benziyor? diye düşündüm. Baktım ki burası Eyüp Sultan’a çok benziyor esasında. Çeşmesi, havuzu, camisi aşağı yukarı aynı formda. Belli bir dönemden sonra şehirlerin meydanlarında hep saat kuleleri var. Çok önemli bir şey. Neden? Çünkü eski dönemde muvakkithane çok önemlidir. Her yere belli bir format içerisinde saat kuleleri koymuşlar. İnsanlar zamanlarını ayarlasınlar diye. Hem de ortak bir kültürel motif bu saat kuleleri. Yani o meydan bir nevi Eyüp Sultan’ın aktarımı gibi. Veya çarşılarına gidiyorsunuz, bizim İstanbul’un, Bursa’nın çarşısına benziyor. Üsküp’ün, Saraybosna’nın oradaki çarşılar birbirine çok benziyor. Bir aktarım var. Bir hayat çeşitli kurumları ile adeta bir yerden bir yere aktarılmış. Bunları hanlarda da, kapanlarda da, bedestenlerde de, çarşılarda da görüyorsunuz.
Dördüncü tanım medeniyet dönüşümü esnasında önemini kaybeden şehirler. Bunun belki en tipik örneği Selanik‘tir. Selanik Osmanlı devrinde bir İslâm şehridir ama mübadele sonrası Yunanlıların eline geçtikten sonra bugün Selanik’te sadece bir tane minare görürsünüz. Namaz kılacak yer de bir tane bodrum katında, oradaki Roman vatandaşlarımızdan Osman Amca’nın derneğinin kurduğu bir Osmaniye Mescidi’dir. Başka da bir yer bulamamıştım ben Selanik’e gittiğimde. Bizim dedelerimiz 1920’lerde oraları bir İslam şehri olarak bırakıp gelmişler. Fakat bugünkü durumu maalesef içler acısı. Bir medeniyet açısından maalesef önemini kaybetmiş. Mesela Endülüs’e gittiğinizde belki Kurtuba da öyle bir yer. Kurtuba’da duruyor hâlâ bazı eserler ama onlar kilise haline getirilmiş. Veya Toledo diye bir şehir var mesela orada İslam eserlerinden hiçbir iz bırakmamışlar maalesef.. Sanki Selanik gibi yani. Tamamen kaldırmışlar ortadan. Bu da medeniyet dönüşümü esnasında, o medeniyet açısından önemini kaybetmiş ve farklı bir şekle bürünmüş bir şehir.
Beşincide ise farklı medeniyetleri buluşturan, dönüşen ve dönüştüren şehirler diye bir tanım yapmış Davutoğlu. Bunların örnekleri olarak: Kudüs, Kahire ve İstanbul’u zikretmiş. Hakikaten bakınca İstanbul buna çok uyuyor. İstanbul tarih içinde birçok değişiklik geçirmiş, dönüşmüş ve dönüştükten sonra da etrafını etkilemiş bir şehir. Hatta baktığımız zaman Doğu Roma’nın çok önemli bir şehri iken daha sonra bir nevi Medine’ye kardeş bir şehir olmuş. Ama aynı zamanda İstanbul’un içinde Roma özellikleri de tamamen ortadan kalkmamış. Yani duruyor bazı kiliseler, önemli noktalar camiye çevrilmiş ama gezerken mesela Sultan Ahmet meydanında bile dolaşırken Marmara Üniversitesi’nin rektörlüğünün arkasındaki duvara baktığınızda eski hipodromun duvarını hatırlayabiliyorsunuz. Bunu İstanbul’da görüyorsunuz. Tabii Fatih Sultan Mehmet’in bakışında da biraz böyle bir şey var. İstanbul’u fethettiği zaman kendisi için hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimin unvanını kullanıyor, hem Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Şehri dönüştürüyor ama tamamen eskiyi ortadan kaldıran bir hâle getirmiyor. Bir miktar da içinde diğer unsurların da kaldığı bir şehir oluyor. Yapılan bu tanımlama belki hakikatin tamamını vermeyebilir ama en azından şehirle alakalı zihnimizde oturtacağınız bir kurgu olarak görülebilir. Mesela Ayasofya Fetih Mescidi olmasına rağmen içinde kiliseden gelen birçok unsuru görebilirsiniz. Ben işte bu aralar diyelim Kariye semtinde bir işyerinde bulunuyorum.: Yanı başımda Kariye Camii var. Burası eski ve kendi döneminde çok önemli bir kilise imiş. Kariye şu an tekrar cami oldu ama hâlâ içindeki o havayı seziyorsunuz. Yani o hava tamamen ortadan kalkmamış. Gerçi şu an namaz kılınmıyor ama namaz kılınan camileşmiş kiliselerde bile o formları görebiliyorsunuz.
İstanbul’un 8500 yıllık bir tarihi olduğu ifade ediliyor. Evliya Çelebi, İstanbul’u ilk kuran Hz. Süleyman’dır diyor… Çok ilginç bir yaklaşım. Hatta birçok kaynakta Hz. Süleyman’ın sarayını Sarayburnu civarına yaptığı ifade ediliyor. Ve yine İsmail Kara’nın bir konuşmasında dinlemiştim. Topkapı Sarayı’nın da bu niyetle buraya kurulduğu da söylenebilir diye bir görüş var. Yani işi Hz. Süleyman’a kadar dayandıran bir bakış açısı var. Önceden İstanbul antrepo gibi bir balıkçılık şehriymiş ama burayı tam olarak ilk kuran kişi milattan sonra 330’da 1. Konstantin bunun farkına varıyor ve burayı Yeni Roma adıyla bir başşehir yapıyor ve burayı hakikaten Katolikliğin merkezi Roma’ya karşı yeni Roma olarak tesis ediyor. Latinler 1204 yılında şehri çok ciddi bir şekilde işgal ediyorlar. Yani şehrin üzerinden adeta silindir gibi geçiyorlar, şehri tarumar ediyorlar. Hatta papazların şöyle söylediği ifade edilir: “İstanbul sokaklarında Kardinal serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” Çünkü Latinler, 1200’lü yıllarda, o güzel şehri yakıp yıkmışlar. Bizanslılar şehri sonradan tekrar toparlamışlar.
FATİH SULTAN MEHMET SONRASINDA İSTANBUL
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği zaman şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu ifade ediliyor. Bayağı düşük bir nüfus. Fatih’in hükümdarlığının son dönemlerinde 100 bin civarına çıktığı kayıtlarda geçiyor. Fatih Sultan Mehmet 1455’te bir sayım yaptırıyor. O sayımda galiba 12-15 bin arası bir aile sayısı çıkıyor. Buradan yaklaşık 50 bin kişi gibi bir rakama varılıyor. Daha sonra İstanbul üzerinde bir icraata başlıyorlar ve farklı farklı şehirlerden İstanbul’a insanlar getiriyorlar. Evliya Çelebi’nin ifadesine göre Konya’dan Aksaray’a getiriliyor bir grup insan bugünki Aksaray’a yerleştiriliyor. Ege’nin Balat’ından Milet’ten, Haliç’in kıyılarında ki Balat’a insanları getiriyorlar. Bursa’dan, Eyüp’e getiriyorlar. Samsun Çarşamba’dan, Fatih Çarşamba’ya; Trabzon’dan Beyazıt civarına planlı göçler oluyor. Bu gibi çeşitli şehirlerden İstanbul’un çeşitli bölgelerine belli bir göç planlanıyor. Tabii ilginç olan ise Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a fetihle geldikten sonra yanılmıyorsam 3 ay falan kalıyor. Burayı komutanlarından birine bırakıyor ve Edirne’ye dönüyor. Yani siz buradaki ana çalışmaları yapın, şuralardan şu insanları getirin, insanların şehrin dışına gitmesini engelleyin, ticari hayatı dengeli bir şekilde yapmaya çalışın gibi belli talimatları veriyor ve ancak 3 sene sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Sayımı falan yaptırıyor. Kolları sıvıyorlar.
İstanbul’un onarılmasında veya düzenlenmesinde, Fatih Vakfiyesinde şu söz çok güzel ve işin ana mantığını ortaya koyan bir söz: “Hüner bir şehr bünyad etmektir, reâya kalbin âbâd etmektir.” Esas maharet bir şehri onarmak, yeniden inşa etmek ama aynı zamanda burada yaşayan insanların kalplerini de kazanmak, onları mutlu etmektir. Yani şehre böyle bir bakış var. Hem insanlar burada mutlu olsunlar kaçırmayalım onları olabildiğince buraya zengin unsurları toplayalım hem de güzel bir şekilde onaralım. Vakfiye’deki bu söz bence durumu iyi anlatan bir sözdür. Genelde Fatih Sultan Mehmet’in burada uyguladığı ve Osmanlı’da genelde gördüğümüz kadarıyla, kaynaklardan okuduğumuza göre külliye merkezli bir şehir oluşturma yaklaşımı var. Esasında ilginç bir şey tabii. Külliye yerine bazı yerlerde imaret kelimesi de kullanılmış. Mesela Osman Nuri Ergin genelde imaret tanımını daha çok kullanıyor ama imaret kavramı sonraki zamanlarda büyük çoğunlukla yemek yapılan aş evi gibi yerler için kullanılmış. Külliye ismi ise daha çok kullanılmış. Bunlar genelde mahiyet itibariyle vakıf kuruluşlardır. Osmanlı’nın öncesinde Anadolu’da da var bunlar tabii. Mesela Anadolu’da Artuklular’da var. Ribat gibi modeller var.
ŞEHRİN GELİŞİMİNDE KÜLLİYE YAKLAŞIMI
Osmanlı’da genel yapıda ortada bir cami var. Bu caminin büyüklüğüne göre ya Selatin cami veya daha ufak çaplı camiler olabiliyor. Etrafında sıbyan mektebi, büyüklüğüne göre medresesi, hamamı, muhakkak yakınında bir yerinde çarşısı, imareti -fakire fukaraya yemek verilen yer- tabhanesi -hastalara bakan bir sağlık merkezi- var. Yani insanların toplanabileceği bir çekim merkezi oluşturuyorlar. Bu külliyelerin etrafında bir şehir oluşuyor. Şehrin merkezinin çevresinde yine benzer forma uygun mahalleler oluşuyor. Mahallelerin de belli bir kurgusu var. Yolların büyüklükleri, genişlikleri, şehrin dışına gidildikçe çıkmaz sokakların hâkim olduğu yani mahremiyetin de olduğu bir şehir kurgusu oluyor. Esasında bunu İstanbul’da birçok yerde görüyoruz. Fatih Sultan Mehmet de bizim gördüğümüz ve izlediğimiz kadarıyla bu formu uygulamış. Mesela bu çarşılara da çok önem vermişler. Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya’ya gelir getirmesi için ilk defa bugünkü Kapalı Çarşı’nın içerisinde bulunan Cevahir Bedesten’ini kuruyor. Kapalı Çarşı daha onun etrafında şekilleniyor. Bir rivayete göre hayatının son zamanlarında şu an yine Kapalı Çarşı’nın içerisinde yer alan Sandal Bedesteni’ni kuruyorlar. Bazı kaynaklarda Kanuni zamanında yapıldığı söyleniyor ama esas ağırlıklı görüş Fatih’in son zamanlarında yapıldığı tarzında. Kapalı Çarşı da iki tane bedestenin üzerinde büyüyor daha sonra Galata’nın orada da bir tane bedesten yapılmış. İstanbul’daki bedestenlerden bir tanesi de odur. Çarşı bunların etrafında oluşuyor. Meselâ çarşı ( caar şu) kelimesi Farsçada da dört köşeden ibaret dükkanlardan geliyor. Bedestenler bu şekilde büyüyor ve şu an ki Kapalı Çarşı ortaya çıkıyor.
Yine Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırdığı Fatih Cami en önemli külliyelerden bir tanesidir. Bugün de gördüğümüz gibi onun da medreseleri, sıbyan mektebi, tabhanesi, kütüphanesi var. Bunların hepsi de vakıf olarak çalışan yerlerdir. Yani burada insanlara hizmetler karşılıksız sunuluyor ve hepsinin vakfiyeleri var. Genelde kervansaraylar, çarşılar ve hamamlar gelir getirici yerler olarak düşünülmüştür. Diğer yerlerde de insanlardan para alınmıyor ve masrafları buralardan görülüyor. Mesela Fatih Sultan Mehmet, Fatih Cami’nin hemen yanına Saraçhane Çarşı’sını kurmuş. O önemli bir çarşıdır. Bugün Fatih’in cenaze kapısından çıktığınızda aşağı doğru inerken Karaman Caddesinde yani bugün ki İtfaiye’ye doğru giden yol üzerinde kuruluyor, ilk Saraçhane Çarşısı. Sonra deprem geçiriyor ve Gedikpaşa tarafına taşınıyor. Düşünün o zaman için o kurguda camisi, çarşısı bir şekilde oluşmuştur. Daha sonraki dönemlerde Fatih Sultan Mehmet paşalarına da talimat veriyor. Mesela en önemlilerinden bir tanesi Mahmut Paşa’ya bir yönlendirmesi var. Ona Veli Paşa da denmiş. Mahmut Paşa’da bugün ki Mahmutpaşa semtine ismi verilen yerde; camisi, öldükten sonra defnedildiği türbesi, hamamı, mahkemesi, mektebi, medresesi, kütüphanesi, çeşmesi, etrafında hanlar olan ve 265 tane dükkândan ibaret olan bir çarşı kuruyor. Yani bir nevi küçük bir şehir nüvesi oluşturuyor burada.
Yine Fatih Sultan Mehmet’in önemli paşalarından olan Murat Paşa var. Daha çok Fatih’in son dönemlerine doğru 1471-72’de bugünkü Aksaray’daki ilk camiyi yapıyor ve ondan sonra yanına imareti, hamamı yapmış. Ölümünden sonra da kardeşi Mesih Paşa medreseyi tamamlamış. Yani bugünki Aksaray tarafındaki Muratpaşa’nın olduğu alan da Fatih’in ilk yönlendirmesiyle yapılmış. Çünkü bunları yapmasını söylüyor.
Kendisinin yine Eyüp Sultan Cami’nin etrafında oluşturduğu külliye önemlidir. Yani Eyüp Sultan’ın da önemini biliyorsunuz. Ebu Eyyûb el-Ensari hazretlerinin mezarının yerini buluyorlar. Oranın tabii bulunmasıyla ilgili çok çeşitli rivayetler var. Gerçi simgesel bir şey de olabilir. Eyüp Sultan’ın varlığı İstanbul’u Medine’ye bağlayan bir çizgiyi öne çıkarıyor esasında. Çünkü Medine’nin en önemli simgesel kişilerinden birisi Ebu Eyyûb el-Ensari hazretleridir. İstanbul’u bir yönüyle hem Peygamber Efendimiz’ in (sav.) o çok bilinen hadis-i şerifi ile İslam Tarihine bağlıyor, hem Medine’nin simgesel sahabisi Eyüp Sultan hazretlerinin varlığı ile Medine’ye bağlıyor, hem de İslam medeniyeti ile bağlantıyı kuvvetlendiriyor.. Yani orada da Eyüp Sultan’ın şehrin oluşumunda ciddi bir etkisi ve çok simgesel bir rolü bulunuyor.. Sonraki dönemde bütün kılıç kuşanma törenleri Eyüp Sultan’da yapılıyor. Ve o bölgede camisiyle, türbesi ve çevresindeki mezarlıklarıyla ve ulemasıyla yepyeni bir yapı oluşuyor.
Mesela Vefa da öyledir. Vefa Hazretleri’nin bulunduğu yerde de bir külliye kurmak istiyorlar ama Vefa Hazretleri pek yanaşmamasına rağmen yine orada bir camî, yanına bir medrese gibi bir şey yapıyorlar. Fakat Vefa Hazretleri’nin ölümünden sonra orası bir külliye haline geliyor. Yani diyeceğim bakış açısı itibariyle Fatih’ten başlayarak İstanbul’un gelişmesinde hep vakfiye ve külliye kültürü bizim gördüğümüz kadarıyla çok önemli. Şehir bunun etrafında oluşuyor ve adeta nakşediliyor.
Tabii Fatih’ten sonra da külliye yapımları devam etmiş. Mesela 15. Yüzyılda Davutpaşa, Çemberlitaş’daki Atikali Paşa gibi yerler hep külliye. 16. Yüzyılda ortaya çıkan Beyazıt Camii’nin etrafı da bir külliyedir. Yavuz Sultan Selim Camii ve çevresi de bir külliyedir. Haseki bir külliyedir. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan, Atik Valide Sultan, Nişancı Mehmet Paşa gibi bunlar hep 16. Yüzyıl’daki külliyelerdir.
Mesela Sinan’dan sonra Cerrah Mehmet Paşa’nın bulunduğu yerde bir külliye var. Gazanfer Ağa külliyesi var. 17. Yüzyılda Yeni Cami külliyesi de önemli. Hatice Turhan Sultan’ın bitirdiği Yeni Cami. Onun etrafında Mısır Çarşı’sı var. Mesela o bölgede bir hamam var. Esasında 1930’lar da o hamam yıkılıyor ve oraya han yapılıyor. Yani İstanbul’da Sultan Hamam’ı dediğimiz zaman külliyedeki hamamdan mülhem bir yeri kast ediyoruz. Yani bütün semtlere baktığımızda hepsinin altında ya bir külliye ya da İstanbul’a damga vurmuş birisini görüyorsunuz.
Mesela 18. Yüzyılda Çorlulu Ali Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa gibi isimler de o dönemin külliyeleri. En son dönemde 19. Yüzyılda Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan -2. Mahmut’un hanımı ve hem okulu hem camisi var- külliyeleri var.
Bu külliye kültürü hakikaten önemli ve tasavvuf ehlinin bulunduğu yerler de birer külliye mantığıyla oluşmuş aslında. Örneğin Aziz Mahmut Hüdayi’nin bulunduğu yer bir külliye, Yahya Efendi’nin çevresi bir külliye, en son dönemde meselâ Boğaziçi Üniversitesi’nin bulunduğu yerde Nafi Baba Tekkesi ve çevresi var, Zincirlikuyu’ya kadar giden bir alan. Bunların hepsi bir tür külliye. Mesela Sümbül Efendi, o dönemin baş asitanesidir. Kendi döneminde tasavvuf dünyasının merkezi orası. Onun müridi Merkez Efendi o bölgede önemli bir külliyedir. Yani bu cami, medrese etrafında oluşan bir şehir yerleşmesini görüyoruz. Burada hanım sultanların da çok katkıları var.
İstanbul’da benim gördüğüm en ciddi şeylerden bir tanesi külliyeler etrafında şehrin oluşturulması. Tabii mahallelerin oluşması, evlerin şekilleri de önemli noktalardır. Hepiniz biliyorsunuz ev yapılarında Haremlik ve selamlığın kullanıldığı, dışarıya karşı daha muhafazalı, içeriye karşı daha geniş mekanların yapılması eski dönemlerdeki evlerin en önemli özelliklerindendir. Bir hanenin içerisine girdiğinizde pat diye evin içine giremiyorsunuz. Önce bir selamlıkta karşılanıyorsunuz. Evler genelde bahçeli ve camların daha küçük olduğu, tuvaletin konduğu yerden banyonun şekline kadar hepsinin ona göre düzenlendiği bir mantık var. Yatak odasında yatan insanların ayaklarını kıbleye doğru uzatmadığı bir ev tipi. Zihniyetiniz neyse mimariniz de bunu oluşturuyor. Bugün birçok mimari çizimlerde tuvaletler konusunda bazı yerlerde hiç dikkat edilmez mesela tuvaletler kıbleye doğru yönelmiştir.. İşte bu da bir bakış açısıdır. Zihniyetiniz neyse evi ona göre yapıyorsunuz, camiyi ona göre yapıyorsunuz, mahalleyi ona göre oluşturuyorsunuz. Bence bizim dedelerimiz bu noktada bir şekilde iyi bir nakış oluşturmuşlar diye düşünmekteyiz. Bizim bakış açımıza göre bu hususlar çok önemli hassasiyetler olarak dikkatimizi çekmektedir..
İSTANBUL’DA FETİH CAMİLERİ
İstanbul’un fethi gerçekleştikten sonra ilk olarak 3 tane cami Fetih cami olarak ilan edilmiştir. Bunun bir tanesi Ayasofya bir tanesi Rumeli Hisarı Fetih Cami, bir tanesi de Yedikule Fetih Cami. Tabii ilginç olan şey bundan yaklaşık belki bir 10 sene evveline kadar bu 3 camide de hiç namaz kılınmıyordu ve Rumeli Hisarı ile Yedikule Camiinin bulunduğu mekanlar maalesef çeşitli konserlerin yapıldığı yerlerdi. Benim çok içimi acıtırdı bu konu. Neyse şimdi Elhamdülillah Ayasofya’da namaz kılınır oldu. Rumeli Hisarı’nda tekrar bir cami yapıldı. Yedikule’de de cami onarımına başladılar. En son geçenlerde Fatih Belediye’sinin bir programına gittim. Yedikule Cami’de onardıklarını gördüm. Bunlar tabi güzel gelişmeler. En azından simgesel olarak da olsa hoşumuza giden şeyler.
Bir de ilave olarak Bizans Dönemi’nde İstanbul’un merkezi genelde Ayasofya ve çevresi idi. Mesela İstanbul’a girişler o zaman Yedikule tarafındaki Altın kapıdan olurmuş. En prestijli giriş orası imiş. Bugün Yedikule’nin içerisindeki o altın kapı onarılıyor. Oradan giren yol Messe denen bugün ki Divan Yolu’na kadar gelen bir yola çıkıyor. Oradan Ayasofya’ya bağlanıyor. Bir yerlerde okumuştum çok hoşuma gitmişti ve tanım olarak da uyuyor bayağı: Osmanlı, şehrin merkezini Ayasofya’dan daha içeriye doğru yani Fatih Cami’ne, Edirnekapı’ya, Süleymaniye tarafına doğru kaydırmıştır. Ayasofya’dan merkezi daha içeriye doğru kaydırmış ve yerleşimi oraya doğru yapmıştır. Bu yerleşim sırasında da önemli olaylardan bir tanesi de, İstanbul’un yedi tepesinin üstüne esasında muhakkak bir külliye dikmişler. İstanbul’un yedi tepesi: Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultan Ahmet Cami’nin bulunduğu tepe bir tanesidir. Çemberlitaş, Nuruosmaniye’nin olduğu yer ikinci tepedir. Beyazıt Cami, İstanbul Üniversitesi ve Süleymaniye’nin bulunduğu yer üçüncü tepedir. Fatih Camii dördüncü tepedir. Yavuz Sultan Selim Cami beşinci tepedir. Edirnekapı’daki Mihrimah Camii altıncı tepe ve Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi’nin olduğu yer yedinci tepedir. Baktığımızda yedi tepeyi daha çok külliyelerle süslemişler.
ESKİ İSTANBUL’UN 4 ANA BÖLÜMÜ
Fatih Dönemi İstanbul’u dört ana bölümde mütalaa ediliyor. Bunun bir tanesi Nefs-i İstanbul denen bölge yani Sur içi Bölgesi, ikincisi Eyüp Sultan ve Haslar Bölgesi, üçüncüsü Üsküdar ve dördüncü de daha çok gayrimüslimlerin yaşadığı Galata ve Pera bölgesidir. Galata ile Pera’nın, Nefs-i İstanbul ile karadan ilişkisinin kurulması esasında 1800’lerin ortalarına dayanıyor. Tanzimat’tan sonra Unkapanı ve Galata köprüleri o zaman yapılıyor. Yani orada iki kesim arasında direk bir ilişki kuruluyor. Otomotivin, lastik tekerlerin devreye girmesi gibi meseleler de gündeme geliyor. Bunların da tesiri olduğunu tahmin ediyorum ama Tanzimat sonrası iki yaka arasında daha sıkı bir bağlantı kurulmuş oluyor.
Genelde İstanbul’da Edirnekapı tarafından demin de saydığımız kara girişi, Eminönü ve Sirkeci tarafı da deniz girişi olarak belirlenmiş. Yenikapı tarafından da liman yapılması hep konuşulmuş ama Eminönü deniz trafiği için önemli bir yerdir. Orada yemiş iskelesi, yağ iskelesi ve balık pazarı falan var. Birçok ürün için ayrı iskeleler tanzim edilmiş. Meyve sebze halleri de var. Kapalı Çarşı’dan, Eminönü’ne kadar ve Sultan Hamamı’nın da olduğu yerlerden de geçen ticari alan deniz yoluyla Marmara’nın diğer taraflarına doğru giden bir ticari yol kurulmuş. Yani deniz yolu Eminönü tarafından, kara yolu daha çok Edirnekapı tarafından yürüyen bir yapı oluşturulmuş.
TANZİMAT SONRASI İSTANBUL
İstanbul’da şimdiye kadar genelde Fatih döneminden başlayarak, daha çok İstanbul’un hangi ana fikirler etrafından imar edilmesi meselelerinden bahsettik. Batılılaşmadan sonra tabi şehrin içinde farklılıklar da oluşuyor. Yani özellikle Tanzimat sonrası şehrin içinde Boğaz civarındaki köylere doğru gidişler başlıyor. Önce daha çok sayfiye yeri olarak sonra yerleşimler şeklinde başlıyor. O bölgelerde Müslümanlar ve gayrimüslimlere göre yerleşimlerin şekli değişiyor. Bu da önemli bir şey. Yani merkezden daha Boğaz tarafına doğru gidiş Tanzimat sonrası oluyor. Mimari olarak baktığımızda belki en önemli şeylerden biri bu modernleşmeyle birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde en hâkim olan unsur barok sitili olan bir mimari olmasıdır. O, Tanzimat dönemleriyle birlikte barok sitili yapılar İstanbul’daki farklı bir anlayışı da ortaya koyuyor. Genelde 18. 19. yüzyıllarda bu Gayri Müslim Balyan ailesinin çok tesiri vardır. Balyan ailesi çok geniş bir ailedir. Dolmabahçe Sarayı, Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Kuleli, Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı gibi yapılar hep barok sitili ve özellikle Balyan ailesinin eliyle yapılmış olan yerlerdir. Bu dönemden sonra batılı bir mimarı tarz Osmanlı’nın içine girmeye başlıyor. Tabii işte o zamanlar tiyatronun girişi, ilk turist kafilelerinin gelişi ve ona uygun Pera Palas’ın yapılması vardır. Yani modernleşme farklı unsurlarıyla Osmanlı’nın hayatına girmeye başlıyor.
Osmanlı aile yapısında evden dışarı çıkma, fazlalaşmaya başlıyor. Mesirelere gitmeler falan başlıyor. Yaşanan hayatın evin dışına daha fazla taşması ve o mahremiyetin bu dışarı çıkmalarla birlikte daha az dikkat edilir bir husus olması hep bu Batılılaşmanın tesiriyle başlıyor. Bu da İstanbul’da daha çok görülen bir şeydir. Bu gelişmelerin Anadolu’ya doğru yayılması çok daha sonralarıdır. Belki bu tarihi süreleri çok hızlı geçiyoruz. Bunların hepsinin üzerlerinde çok daha detaylı durmak gerekebilir lakin konuşmayı belli bir sürede bitirebilmek için maalesef bazı yerleri biraz hızlı geçiyoruz. Kusura bakmayınız.
CUMHURİYET SONRASI İSTANBUL
Biraz zaman da daraldığı için Cumhuriyet sonrasına dair de birkaç cümle söylemek istiyorum. Osmanlı mimari tarihinde bu barok sitili çok dikkatimi çeker, bir de sonrasındaki o 1908’den sonraki ulusal mimari akımı da çok önemli bir dönem olarak dikkatimizi çekmektedir. O konu üzerinde de bir miktar durmakta yarar var. Ulusal Mimari akımı 1908’den 1930’a kadar sürüyor.. Özellikle bu akımın en önemli iki kişisi Mimar Kemalettin ile Mimar Vedat Tek Bey’lerdir. Bunlar Batılı eğitim görmüşler. Fakat o dönemin de tesiriyle Türk ve İslâmî unsurları da işin içine katan bir mimari anlayışları var. Yani barokta tamamen batılı bir sitil var, Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat Bey’de Batılı bir eğitim almalarına rağmen içinde kendi ait oldukları medeniyete, kültüre uygun motiflerin olduğu bir arayış vardır. Onların eserlerine baktığımız zaman da bunun örneklerini görüyoruz. Meselâ Vedat Tek’in eserlerine baktığımızda Büyük Postahane’nin karşısında Hobyar Camii, Sultan Ahmet’teki Defteri Hakanî, Sütlüce Mezbahası, Haliç Kongre Merkezi, Tütün Deposu falan Vedat Tek’in imzasını taşıyan eserlerdir. Meselâ Mimar Kemalettin’in de: Dördüncü Vakıf Han, Laleli’deki Tayyare Apartmanları, Çapa Fen Lisesi, Bebek Cami, Yeşilköy Cami, Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi gibi eserlerde imzası vardır. Ben Mimar Kemalettin’i hep rahmetle anıyorum. Onunla ilgili bir şey anlatılır çok da hoşuma gider. Cumhuriyet sonrası Sultan Ahmet Cami hakkında konuşulurken, orayı cami fonksiyonundan çıkartmak isteyenler var. Bu iş için oluşturulan heyetten bir tanesi caminin tepesine delik açılmasını tavsiye ediyor. Yani yukarıyı açalım diyor. Mimar Kemalettin orada buna şiddetle müdahale ediyor, olmaz diyor. Yani bazen diyorum ki caminin tepesinin delinmesine mani olması bile inşallah kurtuluşuna vesile olacak mahiyette önemli bir harekettir.. Bu olayı mimari açıdan anlatmış. Ne kadar önemli bir eser olduğundan falan bahsetmiş ve engellemiştir. Allah ondan razı olsun. Kendi döneminde yapabileceği en güzel şeylerden birini yapmıştır. Bu ulusal mimari akımı da bence hakikaten İstanbul’da üzerinde çalışılması gereken bir konudur.
Tabi hızlı hızlı geçiyoruz arada kaçırdığımız detaylar olabiliyor kusura bakmayın, siz oraları zihninizde bağlarsınız inşallah. Cumhuriyet sonrasında Osmanlı’nın Dersaadeti olan İstanbul çok ciddi bir değer kaybediyor ve merkez İstanbul’dan Ankara’ya kayıyor bildiğiniz gibi. Çok önemli olan şey de Mustafa Kemal Atatürk 1919’da İstanbul’dan gidiyor ve sonra İstanbul’a tekrardan 8 sene sonra yani 1927’de geliyor. O zamana kadar İstanbul’a hiç gelmiyor. Çünkü hem güvenlik sorunları hem de Türkiye’nin merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya kaydırılması olayları vardır. İstanbul biraz kendi haline bırakılıyor. Nüfusu çok düşüyor. Atatürk işte ilk 1927’de geliyor. 3 ay falan kalıyor. Nutuk’un önemli bir bölümünü burada yazıyor. Tekrar Ankara’ya dönüyor. Tabi İstanbul’a biraz şüphe ile bakılıyor, Osmanlı’nın son döneminin bütün suçu İstanbul’a yükleniyor. Hattâ edebiyatta da geçen Tevfik Fikret’in Sis adlı bir şiiri vardır. O şiir İstanbul’un sisler içinde eskinin bir nevi bütün kötülüklerinin üstüne kapandığı bir yer olarak ifade ediyor. Tabi bunun aksi olarak Yahya Kemal de hep Aziz İstanbul der. Yani onu mukaddes bir şehir olarak ortaya koyar. Bu ikisi arasında bir gidiş gelişi vardır İstanbul’un. Yani Tevfik Fikret’in Sis şiirinde yerin dibine batırdığı İstanbul var bir de Yahya Kemal’in İstanbul’u mukaddes bir şehir olarak görmesi var. Belki Yahya Kemal bize biraz daha güzel geliyor ama o dönemler bazı insanlar İstanbul’a Tevfik Fikret’in bakışı gibi sisli bir İstanbul olarak bakıyorlar.
HENRY PROST’UN DÜZENLEMELERİ
1937’de Mustafa Kemal Atatürk son dönemlerinde, İstanbul’a Henri Prost diye bir planlamacı çağırıyor. Henry Prost yanılmıyorsam ya mastır ya da doktora tezini Ayasofya üzerine yapmıştır. Fas’ta çalışmış yani bir İslâm ülkesinin düzenlemesinde de çalışmıştır. İstanbul ile ilgili bir plan hazırlıyor. Ve onun planı Demokrat Parti zamanına kadar uygulanıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra İnönü de onu uyguluyor. Demokrat Parti zamanında Henry Prost’un düşünceleri daha çok abartılarak da kullanılmış, geliştirilmiş. Taksim, Aksaray, Beyazıt gibi meydanların oluşturulmasında da Henry Prost’un fikirlerinin katkısı vardır. Fransız Devrimi zamanında kullanılan kamusal alan meydan teorisi var. Yani o zamanlarda kitlelerin meydana toplanmasıyla alakalı teşvik edilen bir mimari akım var. Henry Prost’un da bu akımdan etkilendiği belirtiliyor. Prost’u eleştiren bazıları şehirdeki mahremiyeti ortadan kaldırıcı bir bakışı var, diyorlar. Sonuçlarına baktığınızda da çıkmaz sokakların en fazla kaldırıldığını o zamanlarda görüyorsunuz. Çünkü Osmanlı kültüründe çıkmaz sokak ciddi bir mahremiyet ifade ediyor. Yani 15-20 tane evin bir nevi ortak bahçede toplandığı bir yerdir. Yabancı, bekâr giremiyor ve orada aileler güvenli bir şekilde oturabiliyorlar. Arabaların geliştiği, tekerlekli arabaların dolaştığı, gelişen bir ülkede çıkmaz sokaklar ne kadar mümkün, bugün ki şartlarda? O da tartışılabilir tabi ama Osmanlı mantığında çıkmaz sokakların bir mahremiyet kültürü vardır. Henry Prost bu mahremiyeti ortadan kaldırdı ve şehri, insanların kadınıyla erkeğiyle toplanabildiği meydanların oluştuğu bir yapı olarak ortaya koymaya çalıştı. Bu önemlidir. İkincisi İstanbul’un ana bulvarlarını genelde Roma’nın etkili yerlerinden geçiriyor. Yani mesela Yenikapı’dan Unkapanı’na giden Atatürk bulvarı Bozdoğan Kemeri’nin ( Valens Kemeri) altından geçiyor. Ve İstanbul’un Zeyrek ile Küçükpazar’ın, bugün ki İMÇ çarşılarının olduğu bir mahalle ve İstanbul’un tarihi unsurlarının yoğun olduğu bir yerdir. Orası yarılıp iki ayrı parçaya ayrılıyor. Bunlar çok önemli şeylerdir. Mesela İstanbul’da büyük spor salonları öneriyor. Örneğin Spor Sergi Sarayı, Mithat Paşa Stadyumu gibi, büyük kitlesel müsabakaların, gösterilerin yapıldığı yerler. İstanbul’da küçük sanayiyi Haliç kıyısına getiriyor Henry Prost. O zaman sanayi hamleleri olurken Haliç’in kıyısına çeşitli fabrikalar konduruyorlar. Tabi bunlar daha sonra Haliç’in kirlenmesine neden oluyor. Komplocu bir düşünceyle ben bir yerde okudum. Eyüp Sultan bölgesindeki o İslami unsurların da fabrikalaşmayla birlikte çeşitli kesimlerin de gelişiyle ve orada kozmopolitleşmeyi de sağlayan bir tarafı var. Tabi o kadar ince düşündü mü adam, bilmiyorum ama Eyüp Sultan ile şehrin ana merkezinin koparan bir şey oradaki fabrikalaşma. Bu tabi daha sonradan Haliç’in kirlenmesine de sebep olan unsurlardan oluyor. Henry Prost’un daha bayağı maddeleri var ama içinden çekebildiğim ilginç hususlardan birkaç tanesi bunlar.
Demokrat Parti döneminde bu gelişme daha ileri boyutlara gidiyor. Millet Caddesi, Vatan Caddesi, diğer büyük bulvarların açılışı falan bunların hepsi Demokrat Parti zamanında olmuş ve o zamanda çok tarihi eser yıkılmıştır. Yani İstanbul’un tarihi eserlerinin büyük bölümü ortadan kalkmış. Tabi bir yandan baktığımızda eleştiriyoruz, bir yandan baktığımızda birimiz iktidarda olsaydık ve Türkiye arabaların geliştiği bir tercih yapsaydı–tabi bu da önemli bir tercih- Burada küçük bir parantez açayım siz motorlu, tekerlekli arabaların ulaşımda etkin olduğu büyük bir tercihi yaptığınız zaman otomatik olarak kara yollarına, şehrin içindeki yolların açılmasına ve şehirlerarası yolların açılmasına yönelik bir tercih de yapmış oluyorsunuz. Ama demir yoluna, metroya yönelik bir tercih yaptığınızda şehir içinde arabaların çok fazla gideceği büyük yollar değil o yüzden daha farklı şeyler yapılabilirsiniz. Mesela Avrupa’da bazı yerlerde bunu görüyorsunuz. Merkezde çok fazla araba yok. İkinci, üçüncü ve dördüncü bölgelerde var. Ama İstanbul’da ve Türkiye’de biz motorlu, tekerlekli taşıtlara yönelik bir tercih yapmışız. Bunda da muhtemelen 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’yla yakın olmanın, otomotiv sanayiye yakın olmanın, daha sonra Türkiye’de açılacak montaj sanayinin altını döşeyici bir şey olarak bu tercihin neticesi büyük yollar, arabaların geçeceği alanlar yapılmış. Bunu bir eleştiri veya bir artı diye söylemiyorum bir vakayı tespit bazında söylüyorum. Demokrat Parti bence böyle bir tercih yaptı. 2. Dünya Savaşı sonrası Batı ve Amerika tarafına gittiğimiz için onların yönlendirmeleriyle böyle bir şey yaptık ve şehri de buna göre kurguladık.
PİCCİNATO – DALAN VE SONRASI
Mesela Vatan Caddesinin bulunduğu yer eski Bayrampaşa Deresi. ( Bir diğer adı da Likos dersi) Bütün etrafı bostanlarla kaplı, sağda solda bir yığın caminin, mescidin olduğu bir yer. Orası yol olmuş işte Millet Caddesinin olduğu yer de keza öyledir. Sonrasında Prost’un böyle bir katkısı veya İstanbul’u bozan artı ve eksi tarafları vardır. Benim gördüğüm kadarıyla ikinci önemli adam 1957’lerde İstanbul’a çağrılan İtalyan Piccinato’dur. Bu kişinin en önemli katkılarından biri Prost zamanında yapılanlar şehrin doğal dokusunu bozdu, biz bunu daha farklı bir şekle sokalım demesidir. Birinci hamle olarak İstanbul’un içinden sanayiyi olabildiğince İstanbul’un dışına çıkaralım diye bir teklif sunuyor. İstanbul’un tarihi eserlerini ön plana çıkaralım. Yani mesela bu Haliç’in kenarlarını temizleyelim falan diye fikirler söylüyor. Bu bence önemli bir şey. Rahmetli Turgut Cansever’in de bir dönem onunla çalıştığı ifade ediliyor. Onun da sanayii İstanbul’un dışına çıkarma teklifi vardır. O dönemlerde onun planlamalarına yüzde yüz uyulmamış ama benim gördüğüm kadarıyla Bedrettin Dalan döneminde İstanbul’da yapılanlar bu Piccinato’nun tavsiyelerine çok uygundur. Yani Bedrettin Dalan o zaman askeri idarenin de tesiriyle daha doğrusu sadece Bedrettin Dalan demeyelim, askeri yönetim de böyle bir iradeye sahip benim algıladığım kadarıyla, Turgut Özal da bu yaklaşıma uygun bir politikacı. 3030 sayılı Büyük şehir kanununu çıkartıyorlar. Bu çok stratejik bir şeydir. Ve büyük şehirlerin kendi başına gelirlerinin olduğu, kendini yönetebildiği bir yapı ortaya çıkıyor. Bu yapı ile birlikte İstanbul merkezdeki o ağırlığı çevreye doğru taşımaya başlıyor. Bütün o iş yerlerini, Haliç’in kıyısını temizlemeye başlıyorlar. Haliç’in etrafındaki fabrikaları yıkıyorlar. Tarlabaşı’nı ortadan kaldırıp orayı düzetiyorlar ama en önemli hamle Bedrettin Dalan döneminde Haliç’in kenarının temizlenmesi ve oradaki fabrikaların ve iş yerlerinin şehrin dışına doğru çıkarılmasıdır. Tabi burada önemli unsurlardan bir tanesi de Türkiye’de 1950’lerden başlayan çok ciddi bir göç var. Bu göç çok planlanan bir göç değil. Ben tez sürecimizde 1960’dan sonra 5 yıllık kalkınma planları var ya onlara baktım. Oralara tek tek baktığımız zaman devletin Ankara’dan bu göçü tam manasıyla görebildiğini ve planlayabildiğini algılayamıyoruz. Devletin planları maalesef hep arkadan gelmiş. Yani göç planlamadan önce gidiyor. O kadar hızlı bir göç var ki. Tarım alanlarından sanayi alanlarına doğru bir gidiş var ve bunlar genelde büyük şehirlerde toplanıyor. Ve planlama hep bu büyük şehirlerdeki toplanmanın düzenlenmesi için çalışıyor.
Özal döneminde ise buna tamamen uygun bir şekil yapılmış. Benim izlediğim kadarıyla tam o dönemlerde neoliberal politikalar dünyada ve tabi ki Türkiye’de etkili hale gelmeye başlıyor. Türkiye ekonomik olarak dışa açılıyor. İhracata dayalı bir yapı gelişiyor. Aynı zamanda yani tüketimin çok önde olduğu bir düşünce de Türkiye’de Özal dönemiyle birlikte devreye giriyor. Yani bu dönem kapitalistleşmenin en yoğun olarak arttığı bir dönem oluyor. Özal’ı sağ taraf genelde çok tutar. Müslümanlar için de çok önemli bir kişidir Rahmetli Turgut Özal. Ama bir yandan baktığımızda da Özal dönemi Türkiye’de neoliberal düşüncenin, kapitalist düşüncenin Türkiye’nin içine girmesini sağlayan çok stratejik kararların alındığı bir dönemdir. Yani o zaman ABD’de Reagen ve İngiltere’de Teacher’ın gelişmekte olan ülkeleri sistemin içine çekmekle ilgili bir kararları vardır. Ve bizim gibi ülkelere de baskı yapıyorlar. Bizim gibi ülkeler de buna uygun bir pozisyon alıyorlar. Para konvertible bir hale geliyor. İhracata teşvikler veriliyor. Yurt dışına açılıyorsun. Tabii “Bunlar kötüdür.” diye söylemiyorum ama vaka bu. Bu vaka ile birlikte işletmelerde artan talebe göre üretim hacimleri artıyor. Mevcut iş yerlerinin mekanları yetmez hale geliyor. Mesela ben kuyumcuları izliyorum. Benim babamlar da Kapalı Çarşı’da kuyumculuk yaparlardı. Amcamlar kuyumcu makinası üretirlerdi. Bileziklerin, yüzüklerin üzerine desen atılan makinalardan yaparlardı. Fakat 1985’de işi bıraktı amcamlar. O dönemden sonra yurt dışından CNC imalat tezgahları ithal edilmeye başlandı. Bunlar daha büyük makinalardı. 85’den itibaren kuyumcular ihracata başladılar. 1985’lerden sonra bu işler Kapalı Çarşı’daki hanlarda yapılamaz hale geldi. Daha sonraları Kapalı Çarşı Kuyumcukent’e taşındı. Tekstil için Sultanhamam önce çok önemliydi, Onlar da Bayrampaşa’ya, Bağcılar’a, Zeytinburnu’na daha sonraları Merter’e taşındılar. Gittikçe Tekstilkent’in, Giyimkent’in yapılması gerekti. Çünkü şehrin içindeki alan yetmez oldu. Gıdacılar da mesela Eminönü tarafındaydı, meyve sebze hali oradaydı. Kuru gıda toptancıları oradaydı. Hepimizin yaşları ona uygun biliyoruz o halleri. Orası yetecek gibi olmadığı için bir bölümünü Bayrampaşa’daki Hal’e götürdüler. Bir bölümü için Rami Kuru gıda sitesi yapıldı Daha sonraları önemli bir kısmı Mega Center’ı inşa edip oralara gittiler.. Şehrin dışına doğru gitme yönünde zorlamalar arttı..
Dolayısıyla alışveriş sekilleri değişmeye başladı. Mesela doksanlardan sonra ilk büyük toptancı marketi METRO kuruldu. Daha sonra Alışveriş merkezleri yapılmaya başladı. Bunların hepsinin artan tüketim kültürü ile derin bağlantıları vardı. . Türkiye’nin dışa açılmasının etkisi, merkezin artık yeterli hale gelmemesi, çevreye taşınma istediği. Bu gelişmelerde tüm bu etkenler çok büyük önem taşımaktaydı.
Bence Piccinato’nun düşünceleri de bunun teorik alt yapısını sağlayan bir şey. Bedrettin Dalan’ın hamleleri de böyle bir şey. Ondan sonra da işte şehir bugünki şekle doğru evrilmeye başladı. Bir yandan eski İstanbul’un silüetini önemsiyoruz bunu kaybetmemeye çalışıyoruz ama başka bir taraftan bakarsak bambaşka farklı bir şehir ortaya çıkıyor. Eskiden nefs-i İstanbul kale içindeyken şimdi nefs-i İstanbul diye bir yer var mı onu bilemiyorum yani burası şu an yaşayan bir müze haline geliyor. Şimdi farklı bir İstanbul var. Veya bir tane İstanbul yok belki 10- 15 tane İstanbul var. Kartal civarında gelişen bir İstanbul var. Kayaşehir’de İstanbul var. Bahçeşehir tarafında bir İstanbul var. Eskiden külliyelerin etrafında kümelenen şehirler, bugün AVM’lerin etrafında kümeleniyor. Şimdi bu pandemiden sonra belki dijital alışveriş merkezleri daha da fazla gelişecek? Yani gelişmelere böyle bir yere doğru gidiyor. Biraz hızlı gittim ama hakkınızı helal edin.
İNSAN NEREDEN GELDİ NEREYE GİDİYOR?
Bu kadar konuştuktan sonra şöyle bitirebilirim. İnsanın hayatında iki tane önemli soru var; Biz nereden geldik, nereye gidiyoruz? Dinimiz de buna güzel bir cevap vermiş: Allah (cc) bizi kul olarak gönderdi ve zamanımız geçtikten sonra emr-i hak vaki olunca öleceğiz ve ahiret aleminde bu yaşadıklarımızın hesabını vereceğiz. Tabii bu sorulara başka türlü cevap verenler de olabilir. Ama herkes için bu iki soruya verilecek cevaplara göre insanoğlu hayatını düzenliyor. Yani düzenlememiz gerekiyor. Böyle bir kararı verdikten sonra her işinizi ona göre yapmanız gerekiyor. Eviniz, işiniz, gücünüz, siyasetiniz, ekonominiz neyiniz varsa bu iki soruya göre şekillendirmek gerekiyor. Geçmişte yaşayan insanları bir çok yönünü eleştirebiliriz. Fakat bu insanlar camilerini, evlerini, namazgâhlarını, âhilik sistemini, loncalarını, iktisadi hayattaki yapılarını iyi kötü bütün gayretleriyle; Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Sorularına uygun olarak düzenlemeye çalışmışlar ve adeta bu cevaplara uygun olarak hem hayatlarını hem de çevrelerini bir nakış gibi işlemişler. Hatasıyla, sevabıyla. Eski İstanbul bunun bir örneği idi. Daha sonra Cumhuriyet sonrası bu emanet bize kadar bir şekilde geldi. Bizim yaşadığımız dönemde ise İstanbul’da 10-15 tane garip İstanbul ürettik. Biz yaşarken oldu bunlar. Yani bunun müsebbibi bizim dışımızda kimseler değil. Suçu hepimiz birbirimize atabiliriz. Hepimiz yani yaşayanlar bu toplantıyı görenler de bundan sorumlu. Bizim dönemimizde; “Bu nasıl oldu? Niye oldu?” diye bunun üzerine düşünmemiz gerekir. Ben gençlere bu konuları anlatırken hep bunu söylüyorum. Hep gençleri falan suçlarlar ama asıl suçlu ihtiyarlardır. Bu işi de kötü yaptıysa ihtiyarlar yapmıştır. Aman ne olur biz böyle yaptık ama siz bizim gibi yapmayın bakın biz İstanbul’u çok bozduk, siz buraya bir mana verin düşünün nereden geldim nereye gidiyorum diye kendi kendinize sorun ve ona uygun bu şehre bir nakış yapın diyorum çocuklara. Sadece İstanbul’a değil Aydınlı mısın Aydın’a da öyle bak. İzmirli misin İzmir’e de öyle bak. Ankaralı mısın Ankara’ya da öyle bak. Buraya kendi nakışımızı kendi motifimizi vermemiz lazım. İstanbul bu noktada bence kuvvetli bir örnek hepimiz için. İnşallah bundan sonraki dönemde hayatımızın kalan tarafında iyi nakışlar yapabiliriz diye ben kendi kendime dua ediyorum. Sizler de hepiniz daha iyi bir İstanbul, daha iyi bir Türkiye, daha iyi, daha güzel şehirler olur, diye dua edelim deyip söyleyecek çok laf var ama yani burada kesebiliriz. Üzerinde konuşulacak bir şey varsa da soru cevaplarla biraz daha konuşabiliriz. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Biraz çok hızlı ve karışık gittik hakkınızı helâl edin.
SORULAR VE CEVAPLAR
Niyazi Eruslu: Kıymetli başkanımıza çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel bir sunum yaptı. İstanbul’u A’dan Z’ye bize tekrar yaşattı. Teşekkür ediyoruz. Ben İstanbul’un tarihi özelliğinden dolayı Sur içinde Almanya’daki gibi şehir trafiğini dışına çıkartıp oraya yürüme şeklinde sadece tarihi binaların ve müzelerin yani tarihi kültürü olan bir yaşam alanı olarak yeniden dizayn edilmesinin nasıl olacağını soracağım size.
Erhan Erken: Niyazi hocam bence bunun üzerine iyi düşünmek lazım. Bir yerde hayat yaşanmazsa orası yaşayan bir müze haline gelebilir. O tehlike var. Mesela Uzakdoğu’da Saklıkent’e gitmiştik. Çin Medeniyeti’nin şehirleri yolları falan var. İçerisinde insan yaşamıyor. Yani turistik olarak güzel yer. Tamamen hayatı müzeleştirmek ve insandan arındırmak değil belki ama ağır sanayileri, imalatları oradan çıkarılan fakat içinde alışverişin ve yaşama alanlarının olduğu bir yer olmalı eski İstanbul. Öbür türlü orası müze olabilir. Mesela bugün Sultan Ahmet civarını yaşayan bir müze haline getirdiler maalesef. Yani Sultan Ahmet eskiden gazetelerin, yayınların falan olduğu çok canlı bir yerdi. Cağaloğlu, Sultan Ahmet o civarlar… Şimdi Cağaloğlu’nu boşalttılar. Babıali’den devam eden tarafa kadar oralardan iş yerlerini ve tabii olarak da insanları çıkarttılar. Ve oraları turistik bir mekân yaptılar. O bölge artık hayatın yaşandığı bir yer değil. Caminin içinde hayat olacak ki, hayat yaşanacak. Büyük Camilerin etrafı maalesef boşalmış vaziyette İstanbul’da. Yani Süleymaniye’nin etrafında oturan insan yok. Yani yatsı namazında cemaat bulamazsın. Beyazıt’ın, Sultan Ahmet’in etrafında da yok. Bir Fatih, biraz da Yavuz Selim paçayı kurtarıyor. Ama büyük camilerin etrafında yaşayan insan yok. Çünkü oradan insanlar gidiyorlar. Fatih bile çok tehlikeli şu an. Fatih’te de eski Fatihliler burayı terk ediyor. Biz duruyoruz burada ama perişan ettiler burayı. Yani öyle bir şey olmalı ki orada insanlar da oturmalı, belli alışveriş yerleri de, pazarları da olmalı. Belki büyük yıpratıcı sanayiler mesela kamyonların girdiği falan şeyler olmamalı. Böyle bir kurgu daha sıcak geliyor bana ama o şansı da kaybettik şu an. Son dönemde Cağaloğlu’nda kitapçılar çarşısı yapmak gibi bir niyet oldu. Siz bütün kitapçıları buradan kovaladıktan sonra şimdi orada yeniden çarşı yapmaya çalışıyorsunuz ama bitti, geçti, kayboldu gitti bu iş. Yani insandan tamamen arındırmak da ayrı bir arıza çıkartabilir. İnsanın da, hayatın da yaşandığı bir şekilde koruyabiliriz diye bir kanaatim var benim ama tabi bu ne kadar olur, onu da bilemiyorum açıkçası.
Burhanettin Can: Hocam öncelikle Allah razı olsun. Çok teşekkür ediyorum. Şimdiden doktora tezinize SEKAM olarak talip olduğumuzu beyan edeyim. Yönetim kurulu üyeleri nasıl olsa hepsi burada, onu da anti parantez söylemiş olayım.
Erhan Erken: İnşallah, dua edin de bitirebileyim Burhanettin abi.
Burhanettin Can: Yapabileceğim bir şey varsa, Niyazi hocayla birlikte Mete Hoca da burada yani bayağı akademisyen var hocam yardım edelim.
Erhan Erken: Dualarınızı bekliyoruz öncelikle.
Burhanettin Can: Memnuiyetle, ben telefonla ararım sizi hocam. Şimdi hocam bir başka önerim İstanbul’u bilenler olarak bir anlatım oldu. Harita koyarsanız daha sonraki anlatımlarda yani şurası burası diyorsunuz siz beyninizde görselleştirebildiğiniz için harika, bir sıkıntı yok. İstanbul’un silüetini kim bozdu hocam? Bu bir. İkincisi de tarihi Yarımada fuhuş, uyuşturucu merkezi, yabancı işgali ve çeteleşme var. Bir göç olayından bahsettiniz ya acaba özel bir plan mı var? Bu tarihi yarımadayı Fener Patrikhanesi’ne dönüştürmek tarzında tamamen özel bir proje var mı, yok mu? onu bilemiyorum. Ama İstanbul’un silüeti maalesef 25-30-40 katlı gökdelenlerle bozuldu. Bir başka tehlike de çok önemli bir noktaya değindiniz. Haliç’e fabrika dediniz ya hocam, şu an Haliç’te en büyük sıkıntı eski gemi yapım yerinin ilerisine marina yapıldı. Ve bunun orada yaygınlaşmasıyla oteller yapılacak. 5-6 katlık oteller yapılacak. Bunun orada yaygınlaşmasıyla beraber nasıl Fatih’te bir göç başladıysa Eyüp Sultan’dan muhtemelen onun yansıması olarak yeni bir göç dalgası olabilir. Bu konularda bizi aydınlatabilirsen çok faydalı olur hocam. İstanbul silüeti bir, tarihi Yarımada’nın fuhuş, uyuşturucu, çeteleşme ve yabancı işgali iki, bir de Haliç’te marinanın oradan kaldırılabilmesi için neler yapılabilir? İnşaat halinde, yeni başladı. Çok teşekkür ediyorum.
Erhan Erken: Bizim Süleyman Zeki Bağlan diye bir abimiz var, bilirsiniz, tanırsınız.
Tarihçi Süleyman abi ile de bizim aynı zamanda bir akrabalığımız da var hanımlarımız kardeş çocuğudur. Süleyman abinin sizin dediğiniz komplo teorisinin daha ileri boyutları vardır. Yani bunlar İstanbul’un içini bir şekilde yaşayan müze yapmak istiyorlar. Ve özellikle 2010 kültür başkentinin ilk çıkış zamanlarında hepiniz takip etmişsinizdir. İstanbul’da ki özellikle Bizans eserlerinin onarılmasıyla alakalı bir yaklaşımı vardı. Yani 13-15 tane eser vardı. Onlar üzerine başladı. Kuruluş kadrosunun içinde de bu işe hakikaten uygun farklı zihniyetli insanlar vardı. Sonradan bir müdahale yapıldı da onun yapısı değişti. 2010 kültür başkenti muhabbeti biraz daha düzgün işlerin yapıldığı bir tarafa doğru döndü. Ben de tahmin ediyorum açıkçası, tabi komple teorisi her zaman hoşa gider ama bir arkadaş vardı paranoyadan çok şikâyet etme paranoya her zaman fena bir şey değildir insanı çok şeyden korur derdi bana. Bazen o da faydalı oluyor, diye düşünüyorum. Yani Bizantologlar, İstanbul’u tekrar Bizanslaştırmak isteyenler çok ustaca çalışıyorlar. Ve bunların ciddi kongreleri var. Süleyman Zeki Bağlan abi de bunları takip eder adım adım neler söylüyorlar, neler ediyorlar? diye. Mesela bir katalogları var adamların, bakıyorum bazı camiler de var içinde, bir inceledim altında eskiden kilise varmış. Bak bu cami, cami ama altında kilise var, burası bizim diyorlarmış yani böyle yaklaşımları var. Bizim surların Dünya Bankası’nın kredisi ile onarılması şimdi İstanbul’un surları falan çok güzel ama Kostantin’in yaptığı surlardır esasında. Biz surları onarıyoruz. İstanbul’un içini boşaltıyoruz. Sonra mesela bizim sağ olsun belli belediyelerdeki abilerimiz İstanbul’un sokak isimlerini değiştirdiler. Fatih bölgesinde tarihi sokak isimleri değiştirildi. Biz mesela nüfusumuz Sinan Ağa Mahallesi’dir, Sinan Ağa Mahallesi Zeyrek oldu Sinan Ağa kalktı. Babamlarla oturduğumuz ev Kocadede Mahallesiydi, Kocadede kalktı. Bir yığın yer kalktı. Yani İstanbul’un hafızası üzerinde birileri oynadı. Bu bilinerek yapılan bir iş midir? Ben rastgele olduğunu zannetmiyorum. Yani Nefs-i İstanbul dediğimiz yer üzerinde bunun yaşayan bir müze içinde ışıklandırılmış camiler, tarihi eserler olsun ama insan yaşamasın gibi bir niyet olduğuyla alakalı şüphelerim var. Meselâ Ayasofya, Rumeli Hisarı ve Yedikule Fetih Cami’nde yıllardır namaz kılınamamasının altında başka hiçbir sebep olmaz. Sen orayı fetihle alıyorsun ama adamlar namaz kıldırmıyor sana orada. İşte kanun, kural şudur budur falan kılamıyorsun. Bu marina hikayesini duymadım ben ama yani bizim insanlarımız da bazen parça parça şeyleri beraber düşünemiyorlar. Mesela böyle bir şeyi biri düşünüp buna ok dediyse bunun devamında o bölgelerin hakikaten nüfus yapısını değişeceğini hesaplamaları lazım. Hesaplamıyorlarsa çok özür dilerim ama bu bir aymazlık. Kim buna izin verdiyse problemli bir alan diye düşünürüm ben. Çünkü mesela bizim şu an Fatih bölgesinde kontrolsüz Suriye nüfusunun bu kadar artması da bence İstanbul için büyük tehlike. Suriyeli kardeşlerim Müslüman kardeşlerimdir. Başımın üzerinde yeri var ama Fatih gibi bir yerde sen 250-300 bin kişiyi bir yere yığarsan buranın demografisi bozulur. Ve burada yıllardır yaşayan Fatihliler burada oturmaz artık. Benim bütün akrabalarım taşındı buradan, bir biz kaldık. Annem, ben, hanım işte bir iki kişi daha yakın akrabalardan kaldı. Gitmemiz lazım esasında çünkü kuşatılmış vaziyetteyiz. Yeni Belediye Başkanı Ergün Bey o noktada güzel bastırdı. Fatih’e gelişi durdurdu. İnşaatlara yıktığı kadar yapma hakkı verdi falan ve giden nüfusu geri getirmeye çalışıyor. Ne kadar olur bilmem, bunun üzerine ince düşünmek lazım. Bizim yönetici büyüklerimizin bir bölümü bunlar üzerinde sanki çok ince düşünmüyorlar gibi bir hisse kapılıyorum. Niye böyle düşünmüyorlar? Çok büyük işler yaparken bunu küçük mü görüyorlar ama bu küçük dediğin iş bir Dersaadet’in, Osmanlı’nın, İslâm coğrafyasının baş şehrinin ortadan kalkması ile ilgili bir şeydir. Dolmabahçe Sarayı’nın, Dolmabahçe Caminin arkasında Gök Kafes’in yapılmasına bu ülke izin verdi. Her gün vapurlarla insanlar geçiyor. Vefa’da İlim Yayma Vakfı’nın yıktığı yeri yapmasıyla ilgili kopartılan gürültünün onda biri Gök Kafes için koparılsa bugün Gök Kafes yıkılırdı. Bu tuhaf bir şey veya Maslak bölgesinin veya Ataşehir Bölgesinin bu kadar kontrolsüz bir gökdelen haline gelmesi hangi imar planından geçti? Bunlar hep büyük şehirden geçti. İmar planlarının başındakiler baktığın zaman bizim gibi düşünen insanlar. Ya buralarda bence ince düşünmüyorlar, sanki Burhanettin Hoca bilemiyorum. Kimseyi de suçlamak istemiyorum ama böyle biraz daha ideolojik bir bakış lazım. Biraz daha yaşadığın yerde hesap verme korkusu olması lazım. Hesap verme korkusu yok demiyorum da ama yani bu ince düşünce olmayınca sonuç böyle oluyor. Biz şimdi burada konuşuyoruz 20-30 kişi ama eski İstanbul elimizden gidiyor. Böyle bir durumdayız maalesef.
Burhanettin Can: Allah razı olsun, çok teşekkür ediyorum. Ayrıntısını sonra konuşuruz Erhan hocam. Çok teşekkür ediyorum, Allah razı olsun.
Erhan Erken: Eyvallah, eyvallah.
Moderatör: Ben sonraki soruya geçeyim o zaman. Mehmet Çelen Bey, buyurun. Sesinizi açmayı unutmayın yalnız hep unutuluyor her seferinde hatırlatmak gerekiyor.
Mehmet Çelen: Erhan Hocama da sunumlarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Gerçekten İstanbul’un mimarisi ile ilgili çok güzel şeyler öğrendik. Eline sağlık. Tam bir kültür deyince düşünceye maddi manevi şeylerle hatırlamak gerekiyor. Ben biraz geciktiğim için acaba dinleyemedim mi? Sormak istedim. Yani düşünce ilmi bilimsel çalışmalar İstanbul için nasıl? Entelektüel faaliyetler olarak bu konuda da kısa öz bilgi verebilirseniz memnun olacağım. İkinci husus da biraz daha esprili söyledi. Ne kötü yapılmışsa, ihtiyarlar yapmıştır, diye. Kendi de örnekler verdi. Kafes Gökdelen’in yapılması, Haliç kıyısına fabrikaların yapılması birkaç kişinin yapabileceği işler değil yetkili işleridir. Yani bu noktada bence daha iyi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Hatta Burhanettin Hocamın verdiği örnekte önemli ama komplo teorisi olarak değil de ciddi ciddi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Çok çok sağ olun var olun.
Erhan Erken: Yani şimdi İstanbul ile ilgili konuşurken birçok şeyi ihmal ettik. Mesela ilmi hayat, edebiyat, belki güzel sanatlar, ticari hayat, eskiden İstanbul’da nasıl bir hayat vardı? İlmi hayatla ilgili nasıl bir şey ifade edilebilir, bilemedim. Nerden başlayacağım bilemedim açıkçası, ne tür bir şey duymak istediğinizi kavrayamadığım için nereden gireceğimi kestiremedim bir açıklarsanız yardımcı olurum.
Mehmet Çelen: Yani İstanbul alındıktan sonra ilmi faaliyetler, üniversiteler, düşünce hayatı, edebiyat nasıl gelişti. Kıraathaneler var, onların toplumsal fonksiyonları üzerinde neler söyleyebiliriz. Özetle yani.
Erhan Erken: Evet, yani İstanbul’a ilk kahvenin 1500’lü yıllarda geldiği söyleniyor biliyorsunuz. İlk kahve gelmiş ve kahvehaneler açılmış. Önce kahveye karşı bayağı bir direnç varmış. O konuyla ilgili Kırklareli Üniversitesi’nde bir arkadaşın güzel bir çalışması var. İstanbul’da Kahvehaneler ve Kıraathaneler diye. Oradan ben de okumuştum. Meselâ bir dönem kıraathanelerden evvel, berberler o fonksiyonu görürmüş. İstanbul’u toplama yeri. Sonra kıraathanelerle, kahvehanelerle birlikte bir toparlanma olmuş. Ben bazen berberlerin etrafında niye insanlar bu kadar toplanır diye düşündüğümde onu okuduktan sonra demek ki eskiden böyle bir fonksiyon da ifade edermiş, dedim. İlim hayatı itibariyle de bence bu külliye dediğimiz yerlerin etrafında ilim hayatıyla ilgili bayağı bir yapı var. Yani başta sıbyan mektepleri çok ciddi bir şey ondan sonra medreseler önemli. Tabi 1850’lerden bir Saffetpaşa Nizamnamesi var. Onunla birlikte eğitimde Batılılaşmanın da tesiriyle yeni bir şey deneniyor. Birkaç tane akım var orada… Bir tane Tuba Nazariyesi diye önce yüksek öğretimdekileri yetiştirip sonra aşağı doğru inelim diye bir şey var. Daha sonra aşağıdan yukarıya doğru yetiştirme modeli var. Mesela sibyan mektebi, idadi, rüştiye falan o tür yapıların oluşması var. Onların hepsi belki batılılaşma döneminde takip edilecek şeyler. Sultan Abdülhamit’in döneminde benim izlediğim kadarıyla çevre bölgelerde Türkçenin yerleşmesiyle ilgili bir çalışma var. İstanbul’da falan da bu sıbyan mekteplerine çok önem veriliyor. Tanzimat’ın tesiriyle batılı okullara çok önem veriliyor. Yani belki bu eğitim hayatını ayrı bir ders olarak işlemek gerekir. Yani medreseler nasıl çalıştı? Fonksiyonları ne zaman azalmaya başladı? Tekkeler burada nasıl bir işlem gördü? Mesela tekkelerin işlevi de bence güzel sanatlar, kültür hayatıyla ilgili önemli bir fonksiyon görmüş, benim izlediğim kadarıyla. Saadettin Ökten Hocanın bir tane kitabında okumuştum. Çok ilgimi çekmişti. Bu ayet-i kerimede de geçen. “Şahiden ve mübeşşiren ve nezira” diye bir ibare var. Yani, “Biz seni hem bir şahit hem bir müjdeleyici hem bir korkutucu olarak gönderdik” anlamına gelir. Saadettin Ökten Hoca burada diyor ki beşiran bölümü eskiden tekkeleri kapsardı, neziran bölümü de cami ve medreseyi kapsardı. Yani biri kaideleri, şeriatı ortaya koyardı. Tekkeler de daha ruh inceliğini sağlardı ve bunlar ikisi birbiriyle dengeli çalıştığı dönemlerde bizim toplumumuz iyi bir dengeye sahipti. Ama ne zaman tekkeler bozuldu ve tekkeleri tamamen kapattık. Sadece kuru bir ibare kaldı ortada. Onun için kuru bir İslamiyet’i kurulaştırdı. Bunun üzerine düşünmek lazım. Osmanlı tarihine baktığımda tekke ve medresenin dengeli çalıştığı dönemde yani insana bilgi aktaran yerlerin hem ruh derinliği hem de ibarelerin iyi anlatıldığı dönemlerde daha güzel bir şehir ve ülke olmuş. Onun içinde sanat da var. Meselâ; selimden hep bahsediyorlar. Kalb-i selim, akl-i selim bir de zevk-i selim yani insanın hem kalbi hem ilmi hem de sanatsal gelişmesi. Tasavvufun, ilmin ve sanatın geliştiği insan iyi bir insandır. Eğitimde, üçünün de önemli olduğu mekanizmalar kurulmuş. Aralarında kavga da etmişler yani tekke-medrese kavgaları olmuş ama iyi işlediği zamanlarda dengeli bir yapı ortaya çıkmış. Belki bunların hepsini ayrı bir bapta inceleyebiliriz gibi geliyor bana. Batılılaşma ile birlikte neler değişti? Mesela bugün tekkeler fonksiyonunu kaybetti. Vakıflar dernekler var onun yerine ve tekkelerin fonksiyonunu ne kadar görüyor? Tartışılır.
Burhanettin Can: Erhan hocam, bunu söz olarak kabul edebilir miyiz?
Erhan Erken: Yani ben bunu tek başıma becerebilir miyim bilmiyorum Burhanettin abi de belki bu konunun tarihini daha iyi bilen birileriyle bu şekilde bir şey yapılabilir. Anlatabildim mi? Ama önemli olduğunu düşünüyorum.
Burhanettin Can: Allah razı olsun, teşekkür ediyorum.
Erhan Erken: Yani Mehmet hocam cevabı tam veremedim ama öyle bir dokundum, çıktım. Mazur görün olur mu? Sanki tam istediğiniz cevabı veremediğimi zannediyorum.
İsmail Ekmekçi: Öncelikle şehirler ile ilgili nazım planlar söz konusu oluyor. Bu nazım planlar ile ilgili Osmanlı Döneminde ne gibi uygulamalar vardı? Daha sonra Cumhuriyet’in başlarında İtalyan ve Fransız amcalarımız gelmişler. Onlar bazı çalışmalar yapmışlar. Bunlar bir nazım plan şeklinde mi uygulanmış ve bu büyük şehir uygulaması başladıktan sonra o nazım planı uygulaması merkezi hükümet tarafından mı empoze edilmeye başlanmış yoksa şu an bu uygulamalara nasıl uyuluyor, Erhan hocam?
Erhan Erken: Osmanlı Dönemi’ndeki nazım planlarla ilgili açıkcası çok ciddi bir araştırmam yok. Yani orayı okuduklarımdan ve izlediklerimden değerlendirebiliyorum ama o tarzda bir daha sonrakiler gibi bir nazım planı üzerinde çalışmadım muhtemelen arşivde falan çalışanlar bununla ilgili bir şey yapmış olabilirler. Ama benim o konuda çok bir bilgim yok. Bir şey demem yanlış olabilir. Sonraki dönemlerle ilgili Prost’un, Piccinato’nun çalışmaları bir nevi nazım planıydı esasında. Prost daha çok Fransız ve parça parça yazıyor bunları. Onun tercümelerinde ciddi sıkıntılar olduğunu ifade ediyorlar. Ben mesela Prost planını hep parça parça buldum. Yani uygulamalarını takip ediyorsun ama bütünü bir yerde yok. Benim rastladığım kadarıyla. Ama dil probleminden de, tercüme probleminden de dolayı bir planlama görsen de tam bir yerde işte Prost planı budur, diyemiyoruz. Tüm detayıyla ben rastlamadım. Anlatabildim mi? Piccinato da bir şey hazırlamış fakat o nazım planı haline gelmemiş. Altmışlardan sonra belediyede bir nazım planı bölümü kuruluyor esasında. Rahmetli Turgut Cansever bir dönem onun başında bulunmuş. Fakat şehirle merkezi otorite arasında gidiş gelişler var. Yani Turgut Cansever de çok fazla istediğini yaptırmamış. Özal döneminde sonra yapılanlarda benim izlediğim kadarıyla kervan yolda düzülür mantığı çok fazla var. Mesela ben birkaç yerde çok etkili kişilerle röportaj yaptım. Tezimde 20-25 kişiyle konuştum. Belediye başkanlığı, oda başkanlığı yapmış belediyede genel sekreter olmuş kişilerle röportajlar yaptım. Birçoğunda şunu fark ettim ki işler çok hızlı giderken zaman içinde karar veriyorlar. İki Telli Organize Sanayi Bölgesinde büyük bir karartma yapılmış, çerçeve çizilmiş. Fakat onun içinde detaylar yok. Orası zaman içinde gelişmiş. Birisi sağa, birisi sola çekmiş. Şu anda da halâ bu tartışmalar yürüyor. Bununla ilgili en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesi’nin bir çalışması var. 2004’lerde kuruluyor bu ama o da belediyenin mekanizması içinde kanuni bir yerde değil. Bir istişare kuruluşu gibi. Onun başında da o zaman Hüseyin Kaptan diye bir zat var. O vefat etti. Allah rahmet etsin. Çok geniş bir planlama yapıyor. Herkesi çağırıyor, görüşüyor falan ve o adamın planlamasının içinde unsur şehir içinden sanayiyi tamamen çıkarmaktı. Bu tabi çok iddialı bir şey. Onun planı uygulansa şehir içinde sanayi olmayacak. Tabi birçok iş dünyası buna muhalif. Sanayisiz olmaz, belli işletmelerin olması lazım, diyenler var. Hattâ bizim üniversitede bir hoca vardı. İbrahim Bey. Metropoliten’in son başkanıydı. Bizim Ticaret Üniversitesi’ne almıştık onu. Onun döneminde Hüseyin Kaptan’dan sonra kapatılıyor orası. Yeniden bir planlama dairesi falan var ama oralarda hep çeşitli baskı gruplarının etkilediği bir yapılaşma çok etkin İstanbul’da. Bir karar var ama diyelim ki bugün ki Bahçeşehir o dönemin önemli bir arazi grubunun sahip olduğu geniş toprak parçası üzerine kurulmuş. Yepyeni bir şehir için orası tercih edilmiş. Düşünebiliyor musunuz?.
Ama benim gördüğüm, Prost’da ciddi bir planlama var. Piccinato dediğim zatta ana noktalarını saydığım noktalar var. Bir de benim gördüğüm en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesinin planları tamamen uygulamaya konulmamış ve lağvedilmiş 2009’da. Parça parça uygulanıyor bazı yerleri ama bütün plan devreye girmemiş. Böyle bir kısaca cevap verebilirim yani.
Selman Çelik: Benim mimarlık tarihi üzerine doktora tezim henüz yeni tamamlandı. Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da meydanlar üzerine tezimi yaptım.
Normalde bizim literatürde mimarlık tarihi işçilerine sorduğumuz zaman Osmanlı’da meydan yoktur. Selatin Camilerin iç ve dış avluları vardır diye genel bir algı vardır. Ama bizim tez sonucunda 240 farklı meydan tespit ettik. Yani bu sadece Sur İçi değil, günümüz İstanbul sınırları içinde kalan ama fetihten cumhuriyet sürecine kadar tespit ettiğimiz alanlar. Bir de 14 farklı kategoride ayrıca analiz etmiş olduk. Benim soracağım şey şu: Baktığımız zaman 240 tane meydandan sadece 24 tanesi günümüzde halâ meydan işleviyle kullanılmaya devam ediyor. Yani onda biri kadar. Geri kalan meydanlar sizce özellikle de Sur İçi’nden örnek verecek olursak günümüzde de meydan işlevi korunarak tekrardan meydan haline dönüştürülmeli midir? Sizin görüşleriniz nelerdir bu konuda? Yoksa hayır bu dönem farklı eskiye dönmenin çok da bir manası olmaz mı dersiniz?
Erhan Erken: Meydanların cesameti, büyüklüğü hangi ölçüde? Merak ettim. Meselâ, Taksim Meydanı gibi mi veya ne bileyim Beyazıt Meydanı gibi mi? Yani Beyazıt Meydanı’nda, Taksim’de, Aksaray’da belli alanların açılması için Aksaray’ın eski resimlerine baktığımızda da görüyoruz çok ciddi bir yıkım var. Çok ciddi bir yerleri yıkıp yapıyorlar. O dediğiniz cami bahçeleri falan da hakikaten Süleymaniye’nin bahçesi bir meydan fonksiyonu görebilir. Ama o meydanların cesameti ne kadardır meselâ? Onu ben merak ettim. Sizin teziniz de benim tam ilgi alanım da valla, ben görmek isterim yani çok hoşuma gider.
Selman Çelik: Tabi hocam, gönderirim inşallah. Daha çok bu Avrupa’daki meydanlar gibi düşünmeyin. Çünkü Osmanlı daki bizim tez kapsamında incelediğimiz meydanlar daha çok daha minik meydanlar gibi kalıyor. Ama bunları daha gözünüzde canlandırmak açısından söyleyecek olursak, 14 farklı kategoride özetlemiş olduk. Bunlar yine cami meydanlarıyla başlıyor. En çok semt meydanları var. Örnek verecek olursak; Karagümrük Meydanı, Kadırga Meydanı tarzı. Kilise meydanları var birkaç tane. Köprü meydanları var. İskele meydanları var. Çeşme meydanları var. Hususi bazı özel saray meydanları var. Genel saray meydanları var, bir kent meydanı hüviyetinde olan. Ayrıca tek bir kent meydanı olarak Sultan Ahmet Meydanı var, Bizans’tan kalan. Bunun gibi toplamda 14 farklı kategoride meydanlar var. Ama bunları Avrupa ölçeğindeki orta çağdan kalmış vs. günümüzde de hâlâ kullanılan tarzda bir meydan olarak düşünmüyoruz, tez kapsamında. Daha çok ölçekte meydanlara bakıyoruz. Hatta mesela eski adreslere baktığımız zaman Osman Nuri Ergin’in bazı yerleri hep bir meydancık sokağı olarak tanımlamıştır… Bizde aslında meydancık olarak gördüğümüz bazı yerleri aldık. Tabi kaynaklarda da yani meydan olarak geçen yerler. Osmanlı kaynaklarında, eski haritalarda meydan olarak geçen yerler bunlar. Bunların büyük bir kısmı yine Osman Nuri Ergin’in nüfus sayımı için yapılan sokakların isimlendirilmesi çalışmasından da tespit ettiğimiz meydanlar var ama hani sizin soracağınız soruya tekrar dönecek olursak daha çok küçük semt meydanları var. 240 meydandan 67 tanesi örnek olarak en çok türde sayı olarak semt meydanları var.
Erhan Erken: Şimdi mesela eskilerin büyük bahçeleri esasında rahatlatıcı alanlar. Yani bence Osmanlı’da da o rahatlatıcı alanlara çok önem vermişler benim anladığım kadarıyla. Mahallelerde mesela çıkmaz sokaklar mahremiyeti sağlayan alanlardır. Mesela diyelim Fatih Cami’nin bahçesi ve meydanı Fatihlilerin bir rahatlama yeridir. Sultan Ahmet’in, büyük camilerin meydanları hep bir rahatlama yeridir esasında. Ben de bu ihtiyacın önemli olduğunu düşünürüm açıkçası. Fakat o Prost’taki meydan mantığı benim gördüğüm Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan mimaride bir espace libre diye bir kavram var. Türkçesi kamusal alan, serbest alan diyebiliriz. Bu akımın içinden geliyor ve şehirde yolların da birleştiği çok büyük toplanma alanlarından bahsediliyor. Fransız Devrimi’nin de tesiriyle kitlelerin toplanabileceği çok büyük alanlar yani Prost’un etkilendiği akımın o olduğunu okudum ben. Siz bu tür çalışma yaptığınız için benden daha iyi bilebilirsiniz, bunu tahmin ediyorum. Adamın İstanbul’da bunun örneklerini uyguladığını okudum. O zaman da baktım Taksim Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Aksaray Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Yani Aksaray’da diyelim ki Valide Cami’nin de bir rahatlama alanı olarak meydanı var. Muratpaşa Cami’nin de bir meydanı yani meydancıkları var hepsinin. Veya Vatan Caddesi’nin o bostanların orada da açıklık alanlar var. Yenikapı’ya giden bölgelerde de açıklık var ama özellikle evleri yıkarak bütün o caddenin toplandığı Fransızlar’daki o meydan mantığına uygun yerler açma fikri var adamda. O bana mesela ilginç geldi. İnsanları etkilemiş dedim. Taksim’i, Beşiktaş’ı, Beyazıt’ı böyle yapmışlar. Mesela Beyazıt’ın şekli kaç sefer değişmiş. Havuz yapılmış, çok yer yıkılmış, bir yığın hamam falan yıkılmış, kütüphanenin bir bölümü yıkılmış. Oralarda çok ciddi alanlar açılmış. Bunun mantığı da o espace libre denilen akımın tesiri. Ama meydan fikrinin ben önemli olduğunu düşünüyorum, açıkçası. Osmanlı’da camilere mutlaka ıhlamur, çınar ağacı dikiliyor. İnsanlara boş yer bırakılıyor. İnsanlara sayfiye alanlar bırakılıyor. Bunun ben insanî olarak çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Yani sizde mimar olarak mutlaka biliyorsunuzdur, o sefer tası gibi evleri. Mesela Osmanlı’da bahçe çok önemli. Yani evlerin hepsinin arka taraflarında ciddi bahçe var. Bunlar rahatlatıcı alanlar. Şimdi bu yeni mimaride birçok yerde bahçe mahçe yok. Son dönemlerde yatay mimari falan deniyor ama geçti gitti. İstanbul’da onun sağlanması artık pek mümkün değil. Yani ben meydana karşı değilim. Fakat Prost’taki o meydan mantığı, biraz daha Fransızların meydan mantığı birazcık daha Fransızların meydan politikasının bize zorlayarak uygulama şekli olarak geliyor açıkçası. O dikkatimi çekti yani Prost’ta. Bimiyorum sizin dediğinize uygun mu bu ama.
Ben sizin çalışmanızı da görmek isterim. Çok memnun oldum. İnşallah istifade etmek isterim.
Selman Çelik: Tabi inşallah. Daha sonra inşallah göndereceğim size. Hayırlı akşamlar, teşekkür ederim.