Bardağa dolu tarafından bakabilmek

Bardağa dolu tarafından bakabilmek - Erhan Erken

Türkiye’nin asrın başındaki durumuna bakarak bugünkü halini düşündüğümüzde, sadece Osmanlı’nın güçlü dönemlerini göz önüne alarak uğradığımız toprak kayıplarını değil de belli bir dönemden sonraki kazançlarımızı ele alan bir bakış açısını gözden uzak tutmamak gerekiyor

Şimdi bu noktadan hareketle, özellikle Türkiye’nin güney sınırlarına dikkatlerimizi çevirerek durumumuzu özetle bir değerlendirmeye çalışalım..

MONDROS MÜTAREKESİ, MİSAK-I MİLLİ VE LOZAN

Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda elde ettiğimiz kısmi başarılara rağmen genel anlamı ile mağlup sayıldığımızdan dolayı, bize dayatılan Mondros Mütarekesi ( 30 Ekim 1918) ile çok dar bir alana sıkıştırılmıştık. Daha sonra ilan ettiğimiz Misak-ı Milli ile kendimize bu zor şartlarda bir hedef biçtik. ( 28 Ocak 1920) Misak-ı Milli belgesinde bugünkü güney sınırlarımız Musul ve Kerkük’ü de içine alır tarzda biraz daha güneye doğru uzanıyordu. Fakat o kararı alan Mebusan Meclisi çok kısa bir süre sonra dağılmak zorunda kalmıştı ( 11 Nisan 1920) Bu hadiseden kısa bir süre sonra ise Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi adıyla yeni bir Meclis oluştu. ( 23 Nisan 1920). Bu Meclis aynı zamanda yeni bir devletin kurulmakta olduğunun da adeta habercisiydi.

Bu arada 10 Ağustos 1920 tarihinde o dönemin Osmanlı yöneticilerinin imzaladığı fakat Mebusan Meclisi kapalı olduğundan orada görüşülerek Padişahın önüne gelemediği için uygulanma imkanı bulunmayan Sevr anlaşması da vuku bulmuştu. Bu anlaşma maddeleri de Türk milleti için çok ağır şartlar içermekteydi.

İstiklal harbi sonrasında Lozan’da, Misak-ı Milli’de hedef edindiğimiz güney sınırlarının bir bölümünü yeni Cumhuriyetin içine dahil edemedik . Musul ve Kerkük maalesef elimizden gitti. Hatay ili de sınırlarımızın dışında kaldı. Boğazlardaki daha önceleri tek başımıza olan kontrolü kaybettik.

Lozan’da 20 ve 21’nci maddeye göre İngilizler’in 1914’te topraklarına kattıklarını ilân ettikleri Kıbrıs’ın da yine onlarda kalacağı kabul edilmişti. Ancak adadaki Türkler iki yıl içinde Türk vatandaşlığını kabul edebileceklerdi.

Madde 17’ye göre Mısır ve Sudan’ın da İngiliz egemenliğine geçtiği kabul edilmişti. Ayrıca 22’nci maddeye göre Trablusgarp (Libya) üzerindeki haklarımızdan da vaz geçmiştik.

Lozan, bir yönüyle yeni Cumhuriyet’in o dönemdeki dünya devletleri nazarında kabul edildiğini gösteren bir belge olmakla birlikte öte yandan toprak kayıpları itibariyle belki de en dip noktalarımızdan birisi idi.

O günlerden bu günlere gelirken elde edilen kazanımlara baktığımızda bazı müsbet gelişmeleri zikretmemek haksızlık olur.
1936’da Montrö ile Boğazların kontrolünü olabildiğince ele aldık. 1939 Yılı başlarında Hatay Türkiye’ye dahil oldu.
1974 Kıbrıs harekatı ile Kıbrıs’ın neredeyse yarısı Türkiye’nin bir şekilde kontrolüne geçti.
Şu an Kıbrıs’ın çevresindeki enerji mücadelesinde Kıbrıs’ta bulunmamızdan dolayı hak iddia eder bir noktadayız. Bu kazanım sayesinde uluslararası sistemde adeta bir tutamak elde etmiş konumdayız. Hem kendi kıta sahanlığımız hem de Kıbrıs’taki kıta sahanlığı ve münhasır bölge avantajlarıyla doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesinde aktif bir politika sürdürebiliyoruz.

Birinci Dünya Savaşı sonrası güneyimizde iki devlet oluşmuştu. O devletlerden Irak tarafı İngiltere, Suriye tarafı da Fransa’nın manda sistemi çerçevesinde kontrolü altındaydı. Daha güneyi ile bağlantımız neredeyse kesikti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında o bölgelerde yeni ve kısmen bağımsız devletler kuruldu fakat bizim ilgimiz ve tesirimiz yine minimum seviyedeydi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu dediğimiz bölgede yeni devletler ortaya çıktıktan sonra bu ülkelerin önderliğinde 1969 yılında İslam Konferansı Teşkilatı oluşturuldu. Türkiye başlangıç düzeyinde bu teşkilat ile ilişkilerini minimum düzeyde tutmuş ancak 1976 yılında tam üyelik için başvurmuştu. Türkiye’nin üyeliği 1976’da kabul edilmişti. Türkiye Lozan sonrası ilişkisini büyük ölçüde kestiği halkları Müslüman olan coğrafyayla yeniden temas kurmaktaydı.

1990 SONRASI
1990 Sonrası soğuk savaşın bitim dönemlerinde ABD güdümündeki uluslararası sistem, o dönemki körfez savaşını da gerekçe göstererek 36’ncı paralelin kuzeyinde uçuşa kapalı bir alan ilan etti.

Bu hadisenin görünen yüzünde Birinci Körfez Savaşı esnasında Saddam Hüseyin’e karşı bir kez daha ayaklanan Kürtleri Irak Ordusu’nun gerçekleştirebileceği yeni katliamlardan koruyabilmek amacı vardı.  BM Güvenlik Konseyi aldığı 688 sayılı karar gereğince 36. paralelin kuzeyinde yer alan Irak topraklarını  “uçuşa yasak bölge” ilan ederek o dönemde Saddam’ın Irak Ordusu’nun buralara saldırılarını engellemekteydi.

O alan başka bir açıdan bakıldığında daha sonraları da üzerinde birçok büyük gücün çeşitli operasyonlar yaptıkları ve Türkiye’nin güneyinde doğudan başlayan ve Akdeniz’e uzanan adeta bir koridoru oluşturmaktaydı.

Bu koridorda uluslararası etkin güçler tarafından adeta kullanılmaya müsait ayrılıkçı bir Kürt Devleti hedefi açıkça göze çarpmaktaydı. Sonraki yıllarda hep bu hedefe yönelik hamleleri izledik.

Bu tarihten sonraki yıllarda Irak tarafında Özerk bir Kürt yapısının yavaş yavaş oluştuğunu görmeye başladık.
Türkiye’nin içinde hüküm süren PKK hareketi bu bölgelerde ana üssünü oluşturup sınırlarımız dahilinde eylemler yapıyordu. Türkiye açısından sıkıntılı bir bölge idi fakat buraya karşı da farklı politikalar üretmek gerekiyordu.
Türkiye bir yandan bu gelişmeye muhalefet ederken bir yandan da yumuşak güç kullanarak, ticari ve sosyal hamleler yaparak bu bölge ile temas kuruyordu. Bugün nispeten oralarda belli bir etki uyandırmayı başardı. Özerk Kürt devleti yönetimi PKK ile arasına belli bir mesafe koymak durumunda kaldı.

TÜRKİYE’NİN GÜNEYDEKİ SINIR KAPILARI
Bölgede karayolu üzerinden Sınır kapıları açıldı. Oralardan insan ve mal geçişi artar hale geldi. O vasıta ile eski dostlarımızla kontakları geliştirme çabaları gerçekleştirildi ve halen de bu çaba sürdürülüyor..

Türkiye’nin Irak ile sınır uzunluğu 378 km’dir ve burada resmi olarak faaliyet gösteren Habur ( İbrahim Halil) sınır kapısı iki ülkeyi ticari ve insani olarak birbirine bağlayan önemli bir geçit noktasıdır. Başka birkaç gayri resmi kapının dışında Ovaköy’de de bir kapı açılması çalışmaları sürdürülmektedir.

Suriye ile 911 km’lik sınırımızda aramızdaki en önemli kapı Hatay’dan geçen Cilvegözü kapısıdır ve Suriye iç savaşına kadar önemli bir işlev görmüştür. Nusaybin de de çok fonksiyonel bir kapı oluşturulmuş fakat daha sonra iç savaş şartlarında bu kapı işler hale getirilememiştir. Kilis’in güneyinde Öncüpınar, yine Gaziantep’in güneyinde Karkamış, Suruç’un güneyinde Mürşitpınar ( Aynel Arab bölgesi), Akçakale ( Tel Abyad ) ve Urfa’nın güneyinde Ceylanpınar ( Resuleyn) kapıları da Türkiye’nin Suriye üzerinden güneye açılmasını sağlayan kapılar olarak tarihi süreçte birçok dönemler önemli işlevler görmüşlerdir. ( Bu noktada daha detaylı bir analiz için TOBB bünyesinde belli bir süredir gerçekleştirilmekte olan Türkiye’nin Kara Sınır Kapılarının Modernizasyonu projesini daha yakından incelemekte yarar var)

Karayollarının dışında Sultan Abdulhamit döneminde yapılmaya başlanan ve bir dönem kısmen isleyen Bağdat ve Hicaz demiryollarının da yeniden ele alınması belli bir tarihten sonra gündeme gelmeye başladı. Bugün özellikle Irak ve Ürdün heyetleri ile yapılan görüşmelerde özellikle iş dünyası ve gönüllü teşekküller nezdinde bu konu sürekli olarak gündeme getirilmektedir

SURİYE İÇ SAVAŞI VE SINIR ÖTESİ HAREKATLAR
Arap baharı furyasının ortaya çıkması ve Suriye büyük bir kargaşanın içine. sürüklenmesinden sonra bu kapılar çevresinde büyük hakimiyet mücadeleleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün de askeri hareketlenmelerin büyük bölümü zikri geçen bu kapıların civarında ortaya çıkmaktadır.

Suriye iç savaşı, süreç içinde çok farklı yönlere evrilirken ve komşumuz bir şekilde yeniden bölünmeye çalışılırken güney sınırlarımızda ayrılıkçı Kürt Devleti’nin taşlarını döşemek için kantonlar oluşturulmaya girişildi. Türkiye bu hamleye karşı çeşitli şekillerde direnmeye başladı ve bu direnç hiç azalmadan devam ediyor.
Bir yandan Suriye’de iç savaş sürerken, ortaya çıkan kantonlardan Cezire ve Kobani kantonları zaman içerisinde birleşti. Oralarda belli düzeyde bir Kürt yönetimi oluştu. Emperyalist güçlerin ve onların maşası durumundaki ayrılıkçı yapıların görünen en büyük hedefi Cezire , Kobani ve Afrin kantonlarının birleştirilmesiydi. Türkiye’nin de dikkatinin yoğunlaştırdığı nokta bu çemberin tamamlanmamasıydı ki yapılan asker harekatlar bu hedefe ulaşmayı kısmen sağlamış oldu.

Dış güçler bir yandan bir devlet yapısı öte yandan da askeri bir gücün oluşması için de ciddi bir gayret gösterdiler ve bu gayret halen farklı başlıklar altında devam ediyor.. Suni olarak ortaya çıkartılan DEAŞ adlı bir yapıyı tesirsiz hale getirmek için Türkiye’nin uzun yıllardır başını ağrıtan PKK’nın yurt dışı versiyonu PYD ve onun silahlı gücü YPG Batılı ülkeler tarafından ciddi şekilde güçlendiriliyor ve burada Türkiye’nin hassasiyetleri göz ardı ediliyor. Bu gelişme Türkiye için belki de son yıllarda karşılaşılan en can sıkıcı durum.

Tabii tüm bu hamlelerde Ortadoğu’da güçlü devlet yapılarını istemeyen İsrail’in direk ve örtülü çalışmalarını da sürekli hesaba katmak gerekiyor
Buna rağmen, Fırat Kalkanı, Zeytin dalı, El Bab harekatları ve ismi konulmayan çabalarla şu an Afrin’de yani Hatay’ın hemen yanıbaşında bir bölge Türkiye’nin bir şekilde kontrolüne girdi. Halep’e gidilen yol nisbeten açık. İdlip’te Türk askerlerinin kontrol noktaları var. Yani Fırat’ın batısında nisbeten aktifiz ve o hayal edilen şer koridoru şu an tamamen işlemiyor.

(Türkiye tüm bu harekatları genel olarak BM’nin 51’nci maddesinde atfen gerçekleştirdi ki bu madde ülkelere dışardan yapılacak saldırılarda meşru müdafaa hakkını vermekte.)

Bu harekatlar sırasında Rusya ve İran ile kurulan kısmi ittifaklar ve görüşme süreçleri  ( ASTANA Süreci) de denklem içinde bazen işe yarayan ama dikkatli olunmazsa ileride başka türlü baş ağrılarına sebep olabilecek gelişmeler.
Şu anda Fırat’ın doğusunda yakın bir zamana kadar sadece Menbiç’de ABD ile kısmi bir kuvvetimiz bulunmaktaydı. Son gelişmeler sırasında Suriye ordusu bu şehirde kontörlü ele almış görülüyor.
Bu yeterli mi? Tabii ki yetmez ama bu da bir adım olarak düşünülebilir.

BARIŞ PINARI HAREKATI
Peki güney bölgemizde en azından 30 küsür km’lik güvenli bölge oluşturma hedefimiz ne ölçüde gerçekleşecek?
Türkiye uzun süredir bu konuyu dillendirmekteydi. Son safhada ABD kısmen bu hususu dikkate almış gibi göründü ve ortak bir merkez üzerinden bu işin yapılabileceğini belirtmişti.

Fakat Türkiye belli bir süre bekledikten sonra ABD’nin kendisini oyaladığı kanaatine sahip olarak kendi başına bir harekata girişerek bu bölgedeki terör unsurlarını ortadan kaldırmak yönünde bir kararlılık gösterdi.
Ekim ayının sekizinci gününde Türkiye Fırat’ın doğusuna yönelik harekata artık başlayacağını duyurdu. ABD Türkiye’nin bu tarz bir harekata başlayacağının anlaşıldığı ve bundan dolayı ABD’nin bölgedeki askerlerini çektiğini açıkladı. Fakat bu açıklama içinde Türkiye’nin bu harekatını desteklemediklerini de belirttiler. Tabii bunun devamı olarak Türkiye’ye hava harekatı için bilgi ve teknik olarak yardımcı olmayacaklarını ilave ettiler. Burada görünen nokta ABD’nin bu bölgedeki sorumluluğunu kısmen terk etmeye yönelik bir eğiliminin olduğu. Fakat bu eğilim Trump’ın demeçlerinde görülse de ABD’deki diğer politika yapıcılar nezdinde de aynen paylaşılıyor mu o konu muhtemelen bundan sonraki dönemde daha net olarak ortaya çıkacak.  Fakat açık olan nokta 911 km’lik sınır boyunda oluşturulması hedeflenen güvenli bölge denilen alanın Türkiye açısından en az 30 km olmalı isteğine karşı ABD’nin bu alanı daha kısıtlı tutma ve alanda Türkiye’yi hakim durumdaki tek güç olarak bırakmama arzusu. Bu arzunun diğer bir çok devlet tarafından da paylaşıldığı harekat başladıktan sonra belli olmaya başladı.

Türkiye’nin kararlı tutumu ve harekata girişmesi ilk bakışta bir çok dengeyi yerinden oynatmışa benziyor. Kısa bir sürede askeri açıdan 911 km’lık sınırın karşı tarafında belli bölgelerde hakimiyet sağlandı. Çok az ülke dışında dünya devletlerinin büyük bölümü harekatı desteklemediklerini beyan ettiler. BM zemininde Türkiye’nin meşru müdafaa hakkının kısmen kabul edildiği fakat sınırların değişmezliğine vurgu yapıldığı görüldü. Harekat çerçevesinde Suriye rejiminin ABD’nin boşalttığı bölgelerde hakim olma isteği ortaya çıktı.

Bu yazının yazıldığı sürelerde ABD tarafı Türkiye ile görüşmeler yaparak askeri harekata son verilmesi ve Türkiye’nin güvenli bölge isteğinin kendileri tarafından sağlanacağı yönünde garantiler verdiler. Terör odaklarının bahse konu olan bölgeyi terk edeceklerine ve silahlarını bırakacaklarını ifade ettiler. 120 Saatin sonunda hadiselerin ne tür bir seyir göstereceğini beraberce izleyeceğiz inşallah Bu görüşmeler devam ederken ABD’deki başka güç odakları Türkiye’nin üzerinde hem ekonomik hem de hukuki yaptırım silahları ile belli tesirler oluşturmaya çalışıyorlar.

( Yazının ilk yayınladığı zamandan sonra bu sefer Rusya da devreye daha fazla girdi. Türkiye’nin güvenli bölge arzusu dikkate alınmakla birlikte harekatın ilk safhasında Türkiye tarafından kontrol altına alınan yerler dışında Rusya’nın ve rejim güçlerinin Türkiye ile birlikte buralarda kontrolü sağlamı üzerinde duruldu. Fakat önemli husus sınır boyunda belli bir derinlikte Türkiye’yi rahatsız edecek terör unsurlarının barındırılmaması görüşmelere taraf ülkelerce teyit edilmiş oldu)

İlk etapta Türkiye, güneyinde kendisine tehdit oluşturacak bir askeri ve siyasi yapının oluşmasını kısmen engellemiş oldu. Belli alanlarda askeri bir hakimiyet de sağlandı. Yine Türkiye, sınırları ötesinde kalıcı olmak istemediğini ısrarla belirtmenin yanında kendisini rahatsız edecek gelişmelere de müdahale edebileceğini fiili olarak göstermiş oldu.

Bu süreç şimdilik Türkiye’nin istediği gibi bir yola girmiş görünse de ilerleyen zamanda tüm tarafların tarihi seyir içinde hedefledikleri noktalara varabilmek için fırsat buldukları her durumda farklı sebepler ve araçlarla hamle yapabileceklerini gözden uzak tutmamak gerekiyor.

GELİNEN NOKTA YETERLİ Mİ?

Bu gün için ulaşılan hedefler Türkiye için yeterli mi?
Henüz yeterli olduğu söylenemez.

Fakat Birinci Dünya Savaşı dönemini, Mondros’u, hatta Lozan’ı bile düşünürsek bugün için hepsine göre daha fazla bir kazanım elde etmiş durumdayız.
Misak-ı Milliye göre Musul ve Kerkük hala kontrol dışında duruyor. Oralardaki demografik yapı değişikliklerini önlemeye çalışsak da bu konuda henüz yeterince mesafe alamıyoruz.

Irak’ın farklı parçalara ayrılması yolunda devam eden sürece de ciddi bir şekilde müdahale edebildiğimiz söylenemez. Oysa güneyimizdeki coğrafyanın çok parçalı bir yapı arz etmesi hem bölgemiz hem de bizim açımızdan çok sağlıklı değil. Emperyalist güçlerin parçala ve yut politikalarına karşı mevcut sınırların güçlü siyasi yapılar olarak devam etmesi bizim açımızdan daha güvenilir bir manzara arz etmekte.

Suriye’den gelen 4 milyona yakın kardeşimiz ülkemizde misafir. Bunun maddi yükü dışında ülke içinde uyandırdığı farklı algılar da zaman içinde birçok sıkıntıyı beraberinde getirme ihtimalini barındırmakta. Dünyanın büyük devletleri ve diğer komşular bu duruma karşı Türkiye’ye yeterli desteği göstermiyorlar. Güvenli bölge isteğine kulak tıkıyorlar, maddi yardım sözlerini yerine getirmiyorlar. Üstelik bu zor durumdaki insanların Türkiye’den başka bir ülkeye gitmesine de hiç sıcak bakmıyorlar. Nerden bakarsanız bakın çok haksız bir pozisyon. Fakat Türkiye tüm bu zor koşullara karşı kendi sınırları içine sığınmış bu insanlara belli kural ve kaideler çerçevesinde yardımcı olmaya devam ediyor.

Tüm bunlara ilaveten Suriye’de daha adil bir yönetim arzumuz henüz gerçekleşmekten uzak. Ayrıca Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafaza edebileceğine dair bir somut emare de ortalıkta görünmüyor.

Buraya kadar nakletmeye çalıştığımız gelişmeler devam ederken, Türkiye’nin bu ısrarlı tutumu ve uyguladığı politikalar ile güney bölgesinde zaman içinde daha fazla kazanımlar elde edebileceği noktasında umutlarımızı muhafaza ediyoruz. Tabii tüm bunları zaman gösterecektir.

SURİYE VE IRAK DIŞINDAKİ NOKTALARA KISACA BAKIŞ

Suriye ve Irak dışındaki noktalara da kısaca bakarsak şunları görmekteyiz.

Türkiye aynı zamanda körfezde Katar’da bir askeri üs oluşturmuş durumda. Bu da o alana yönelik önemli bir hamle olarak dikkat çekiyor. Türkiye Lozan’da artık hiç bir bağlantısının olmadığını deklare ettiği Libya’da da şu an ayrılıkçı Hafter güçlerine karşı Ulusal konseyi destekleyen bir politika uyguluyor. Bu girişim de hem Akdeniz’deki genel hakimiyetimiz hem de daha evvel çekildiğimiz bir bölge ile yeniden temas kurma arayışı olarak göze çarpıyor.
Türkiye yine Birinci Dünya Savaşı sonrası tamamen terk ettiği Afrika’da şu an kırkın üzerinde ülkede büyükelçilik açmış durumda. TİKA ve Türk yardım kuruluşları bu kıtada yoğun bir gayret içindeler.

Türkiye Afrika’da ellinin üzerinde ülkeye THY ile uçuş düzenliyor. Keza Balkanlar ile de aynı tarzda yoğun temaslar devam ediyor. TİKA, YUNUS EMRE ENSTİTÜLERİ, DIŞ TÜRKLER VE AKRABA TOPLULUKLARI gibi kurumlar eliyle buralarla köprüler kuruluyor. Türkiye’de 2018 yılı verilerine göre 125 binin üzerinde üniversite seviyesinde yabancı uyruklu öğrenci eğitim görüyor. Bu sayı ise her geçen gün daha da artıyor.
Özetle Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşları akabindeki içe kapanıklık döneminden sonra Türkiye geçmişe göre çok daha etkili bir politika izliyor ve kazanımlar elde ediyor.
Kaybedilen alanlarla yeniden temas kuruyor ve oralarda etkili olmaya çalışıyor
Gücümüzün yettiği oranda elde edilen bu gelişmeleri hafife almamak gerekiyor.

SONUÇ OLARAK

Bugün yaşanmakta olan olayları, kısa vadeli gelişmeleri göz ardı etmeden değerlendirmenin önemine inanmakla birlikte, daha yukarıdan; bazen onar,  bazen ellişer, bazen de yüzer yıllık periyotlarla bakmanın bizlere daha farklı bir bakış açısı kazandıracağına inanmaktayız: Bu cümle ile bağlantılı olarak geçtiğimiz yüzyıllık süreçte Türkiye’nin birçok kazanım elde etmiş olduğunu müşahede etmekteyiz.

Tabii daha kapsamlı bakışlarla bu süreleri biner yıllık zaman dilimlerinde uzatabilen yaklaşımlara da ihtiyaç duyulduğunu ifade etmekte yarar vardır. Bu analizlerin toplumların tarihi süreçlerini takip etmede büyük yarar sağlayacağı açıktır

Ülkenin dış politikada etkin olabilmesi ve bu etkinin sürdürülebilmesi için halkın ve yönetimlerin ortak değerlere ve hedeflere sahip olması büyük önem taşıyor. Bu mutabakatı yakalayabilmek ve buradan hareketle uzun dönemli hedefleri ortaya koyarak, bunu top yekün bir tarzda uygulayabilmek inşallah gelecek açısından ümitvar olmamıza imkan verecektir.

Yararlanılan Kaynaklar:

1/ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ANTLAŞMASI – TBMM https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/3-30.pdf

2/ Suriye’de hangi sınır kapısı kimin elinde?: NTV Haber; 08.07.2018

https://www.ntv.com.tr/dunya/suriyede-hangi-sinir-kapisi-kimin-elinde,VKT3aKQ1b06DQ-IPDUs_Jg

3/ Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU:  Kürdistan Bölgesel Yönetimi: Rantçı Devlet Yaklaşımı Çerçevesinde Bir Değerlendirme :  https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/540849

4/ Prof. Dr. Davut Dursun; İslam Konferansı Teşkilatı maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/islam-konferansi-teskilati

5/ Prof. Dr. Şerafettin Turan: Lozan Antlaşması, Maddesi. TDV İslam Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/lozan-antlasmasi

6/ Prof. Dr. Baskın Oran ( ed); Türk Dış Politikası ; Cilt 1 (1919-1980)

Erhan Erken

İlk yayınlanma tarihi 23 Ekim 2019 Dünya Bülteni

Ağustos böceğinin sesini duyabilmek..

İstanbul Ticaret Odası her ayın ikinci perşembe günü Meclis üyeleri ile bir toplantı yapar. Bu toplantıda rutin konuların görüşülmesi dışında, üyeler gerek sektörleri ile ilgili gerekse de genel konuları ele alarak, kürsüde görüşlerini ifade ederler. 2019 Ağustos ayı Meclis toplantısında ben de söz aldım.

Konuşmamın ana hareket noktası Temmuz ayında Türkiye’de, bir ay içinde yayınlanan kitap sayısı adedi olarak bir rekor kırılmış olmasıydı. Bu gelişme ile ilgili meclis üyesi arkadaşlarımı bilgilendirmek ve bu noktadan hareketle yayın dünyası, kitap, kültür, düşünce konularında hem iş dünyası hem de bu konuşmaya muhatap olacak kişiler nezdine bir farkındalık oluşturmayı hedeflemiştim.

Konuşmama yıllar evvel Sedat Kaya adlı bir gazetecinin kendi köşesinde yayınlanan bir yazısından alıntılar yaparak başladım. Yazı özetle şöyle idi.

1905 Yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt, kendi dönemindeki Kızılderili liderleri ile bir toplantı düzenlemiş.

O dönemin Kızılderili şefleri trenle New York’a getirilmişler. Bir heyet kendilerini karşılamış ve şehri gezdirmeye başlamış.

Sokaklardaki insan seli, arabaların, iş makinalarının gürültüsü Kızılderili şeflerini bir hayli şaşırtmış.

Derken bir aralık Kabilelerden birinin şefi olan Kara Geyik dikkat kesilmiş, yanındakilere bir Ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söylemiş.

Yanındaki diğer reisler de onu onaylamışlar fakat diğer beyaz adamlar böyle bir şey olamayacağını, olsa bile onun sesinin bu gürültü içinde duyulabilmesinin mümkün olmadığını ifade etmişler.

Kara Geyik ısrar etmiş, bindiği arabayı durdurmuş ve ileride bir parka doğru gitmeye başlamış. Derken orada bir ağustos böceğinin görmüş. İşte demiş ses buradan geliyor.

Herkes hayretler içinde kalmış.

“Olamaz” demişler, “Sende doğaüstü güçler var.”

“Hayır” demiş Kara Geyik,

“Ağustos böceğinin sesini duymak için doğaüstü güce ihtiyaç yok. Bu sizin ilginiz ile bağlantılı bir şey.

Bakın demiş şimdi size bir şey göstereceğim:’

Hemen cebinden metal bir 50 sent çıkarmış ve kaldırımda yürüyen insanların arasına yuvarlamış… Para metal gürültüsü çıkararak belli bir yol almış.

Bir anda sesi duyan herkes “acaba benden mi düştü.” diye paraya bakmaya başlamışlar.

Kara Geyik yanındakilere sormuş.

‘Benim ne demek istediğimi şimdi anlayabildiniz mi?’

“Anlamadık” demişler

Bakın demiş;

“Bir insan için önemli olan nelere değer verdiğidir. Çünkü her şeyi ona göre duyar, ona göre görür ve ona göre hisseder. Siz doğaya değer verseydiniz, Ağustos böceğinin şarkısını duyardınız. Paraya değer veren insanlar en küçük bir metal sesinde hemen dikkat kesiliveriyorlar’…

Daha sonra beni dinleyenlere şu soruyu yönelttim.

Bu hikâyeyi niye anlattım? Şimdi bunun üzerinde biraz konuşalım müsaade ederseniz…

Cevap sadedinde ise aşağıdaki tarzda sözlerime devam etim.

Biz tanım olarak iş adamıyız. Ticaret odasında 400 binin üzerinde tüccar ve sanayiciyi temsil ediyoruz.

Bugün gündemimizin en önemli yerlerine para, çek, karlılık oranı, ebita (favök), ihracat, ithalat, gayrisafi milli hâsıla, geçinme endeksleri gibi maddi değerler oturmuş vaziyette.  Gündemimizi haddinden fazla doldurmakta olan bu başlıkların arasında bizi insani olarak yücelten değerlere yeterli oranda yer ayırabiliyor muyuz?

Oysa biz iş adamı kimliğinin daha üstünde bir kimliğe sahibiz. Çünkü biz insanız.

İnsan için Şeyh Galip şöyle der:

‘Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen “

Biraz daha sadeleştirerek ifade edersek

“Kendine saygıyla muhabbetle bak, çünkü âlemin özü sensin.

Sen, kâinatın göz bebeği olan insansın.”

Buradan hareketle insan çok değerli bir varlık ve insan için paradan puldan maddiyattan daha önemli değerler var veya olmalı.

İnsan, âlemin özü, kâinatın göz bebeği…

Kültür, sanat, felsefe, köklü bir medeniyete ait olma, düşünce, tabii hepsinin en önünde iman bu değerlerden bir bölümü

Bunları elde edebilmek bilgi ile olur, öğrenmekle olur, öğrendiklerimiz üzerinde derinden derine düşünmek ile yani tefekkür etmekle olur

Düşünmek deyince hemen şöyle bir izahat yapayım. Bu kelime için,  insanın kendi içine düşmesi yani kendini derinliğine tanıması kavramından gelir derler ki bu da benim çok hoşuma giden bir izah tarzıdır.

Bu özellikleri kazanmak için öncelikle okumak, kitaplarla haşir neşir olmak, âlim ve arif kişilerle sohbet etmek gerekir.

Düşünce hayatıyla ilgili konulara, okumaya ve kitaba ilgi duymak, bu noktalara dikkatini vermek ağustos böceğinin şarkısına kulak kabartmakla eş değer bir eylemdir. Çoğu kişinin para şıkırtısının peşinde koştuğu bir dünyada ağustos böceğinin namelerini önemseyen yani kendi insani değerlerinin farkına varmış bireyler olabilmeye çalışmak gerekiyor.

Bunun için de bizler okumalıyız, çevremizi de okumaya, öğrenmeye, ufkumuzu açmaya teşvik etmeliyiz

Bu gayretlerin sonuçları hem bizim üzerimizde kendinin gösterir, hem de çoluğumuzda, çocuğumuzda, torunumuzda, yani yakın ve uzak çevremizde müspet bir şekilde müspet bir tarzda dallanır ve budaklanır.

Bu tarz faydalı ortamlar ve ilgiler başkalarına da sirayet eder adeta bulaşıcıdır

Mesela bizler, yani topyekûn hepimiz, yapabildiğimiz ölçüde bu tarz bir yaklaşımı hayatımıza uygulayabilmeliyiz…

Bu noktaya gelmişken benim konuşmamdan biraz ayrılarak küçük bir ilave yapmak istiyorum:

İTO’NUN KİTAP FUARLARI NOKTASINDAKİ GAYRETLERİ

Frankfurt Kitap fuarında Türkiye’nin konuk ülke olduğu 2008 yılında biz de İTO olarak çok farklı şeyler yapmıştık.

Muhteşem bir Konser, Dünyanın en büyük ebrusunun,  fuar bahçesinde Hikmet Barutçugil Hoca tarafından yapılması, paneller, sergiler ve daha birçok etkinliği o yıl İTO organize etmişti.

O sene faaliyetlerimizi anlatırken şöyle bir temel cümle kullanmıştık:

İş adamı dediğimiz kişi sadece para ile pul ile ilgilenmez veya ilgilenmemelidir Kitap, yayın ve çeşitli sanat etkinlikleri bizim için insanın olmazsa olmaz değerlerinin ortaya çıkmasını sağlayan unsurlardır.  Bunun için bu fuarda ( Frankfurt’ta) İTO olarak aktif durumdaydık. Yeni bir iş adamı tipi oluşturmalıyız diyorduk. Bence bu nokta her dönemde geçerli bir husus olarak önümüzde durmaktadır.

İTO olarak bu ilgimiz devam ediyor ve yayıncılık sektörümüz de başarılı bir grafik çiziyor

Yeniden konuşmamıza dönersek…

Sözün geldiği noktada konuşmamızın ana ekseni olan temmuz ayı kitap adetleri ile ilgili bilgiyi de arkadaşlarımızla paylaştım.

Temmuz ayında Türkiye’de 55 Milyon kitap üretildi. Bu bir rekor olarak kayıtlara geçti. Bunun içinde eğitim kitapları oranı %70 olarak gerçekleşti.

Temmuz ayındaki nicelik olarak gelinen bu noktaya karşı yine bazı mecralarda bu sayısal artışın kalite olarak aynı seviyelerde olmadığı, yayıncılık alanında hala ciddi bir içerik ve nitelik sorunu olduğunu ifade eden açıklamalar da yer aldı.

Bu yorumlara kısmen hak vermekle birlikte elde edilen sayısal başarıdan sevinmenin önemli olduğu, nicelik başarısının zamanla nitelik artışını da beraberinde getireceğine inandığımızı da belirtmenin moral motivasyon olarak yararlı olduğunu öne sürmekteyiz.

Bizler hem yayıncılık yönümüz hem de her şeyin ötesinde insan olmamızın bir gereği olarak kitabı önemsiyoruz. En başta yüce kitabımız her şeyin üzerinde yer alıyor. Diğer tüm kitapların O’nu daha iyi anlamak için okunması gerektiğini ifade etmekteyiz. Tabii Kuran-ı Kerimin yanı sıra kâinat kitabı da çok önemli. Yaratılmış olan tüm güzelliklere ibret nazarı ile bakmak insanı yükselten bir eylem. Tıpkı Kara Geyik ’in tüm başka gürültülerin arasında Ağustos Böceğinin sesinin duyması ve onu arayıp bulması gibi.

Hem Kur’an sevgisi, hem O’nu daha iyi anlamaya yarayacak tüm kitapların önemini ve sevgisini yayabilmenin değerli bir şey olduğuna inanmaktayız.

Bu noktada kürsüde bir örnek hikâye daha paylaştım:

Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan ama daha çok Mark Twain takma adıyla tanınan Amerikalı yazar bir keresinde hocasıyla olan görüşmesini kısaca şöyle aktarıyor:

Hocam bir kitap okudum ama zihnimde kitaptan hiçbir şey kalmadı.

Hocası ona bir hurma uzatıyor ve bunu ağzında çiğne ve ye diyor

Yedikten sonra soruyor. Şimdi sen büyüdün mü?

Hayır diye cevap veriyor Twain..

Hocası devamla: Belki büyümedin fakat bu hurma senin vücudunda dağıldı, et, kemik, sinir, deri, tırnak, hücre ve daha ismini sayamayacağımız birçok şey oldu.

Okuduğun kitap da öyle. Bir kısmı kelime dağarcığını geliştirdi, bir kısmı bilgi ve irfanını arttırdı, bir kısmı ahlakını güzelleştirdi. Bir kısmı yazı üslubunu inceltti, bir kısmı hayata farklı bakmanı sağladı. Bu noktaları çok daha fazla arttırmak mümkün. Her ne kadar sen bunları çok somut olarak fark edemiyorsan da zaman içinde ve yeri geldiğinde hissedeceğinden eminim.

Özetle kitap okumak o kadar çok şeye yarar ki birkaç şey söyleyerek bunu anlatamayız.

Esasında bu örnek kitabın, okuma ve onun üzerine tefekkür etme eyleminin önemini gayet güzel bir şekilde ortaya koyuyor sanırım.

Bizler, fazlaca okumamız lazım. Çünkü biz okursak çocuklarımız okur, gençlerimiz okur.

Bugün birçok kişinin şu tarzda şikâyetlerini duymaktayız. Efendim gençlik okumuyor. Gençlik internetle, sosyal medya ile uğraşıyor, bu gençlik şöyle, bu gençlik böyle.

Peki şu soruyu kendimize soralım: Bu gençlik niye böyle?

Çünkü bu gençlerin büyükleri de böyle, anneleri böyle, babaları böyle. Gençlerin okumadığından şikâyet edeceksek öncelikle onların ebeveynlerinin okumadıklarından şikâyet etmek gerek.  Şöyle bir misal anlatılır. Baba ile oğlu yürürlerken, babası oğluna evladım ayaklarını bastığın yere çok dikkat et oldu mu?  Çocuğun cevabı çok düşündürücüdür. Baba demiş aman sen bastığın yere çok dikkat et çünkü ben senin adımını kaldırdığın yere basıyorum.

Kitap ve okuma sevgisini yayma noktasında en önemli hususlardan birisi ziyarete gittiğimiz kişilere onların hoşuna gidebilecek bir kitap götürmekten geçer. Bu noktada isabetli kitap seçimini yapabilmek için bilgisine güvendiğimiz dostlarınıza da danışmakta yarar olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca bayramlarda ve özel günlerde çocuklara da özellikle onların yaş seviyelerine göre kitap hediye etmek çok yararlı.

Üniversitelerde kütüphane önemlidir

Konuşmanın sonlarına yaklaşırken üniversite kütüphaneleri ile ilgili de birkaç noktaya temas ettim.

Toplantının olduğu tarihlerin kısa bir süre öncesinde yani 2019 Temmuz ayında dünyadaki en önemli üniversitelerin listesi yayınlanmıştı. Bu üniversitelerin başında Harvard Üniversitesi yer almaktaydı. Bizim üniversitelerimiz 500’lerden sonra başlıyordu. Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi bu seviyelerde listeye girmişlerdi. Ondan sonra, binlerden itibaren bizim üniversitelerden bazılarının isimleri yer almaktaydı. Burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta bu sıralama ile o üniversitelerin kütüphaneleri arasındaki ilişkiydi. Tabii kütüphane tek kıstas olmamasına rağmen kütüphaneler üniversitedeki hoca ve öğrenci kalitesine olumlu tesir eden mühim faktörlerin başında gelmektedir. Harvard Üniversitesi dünyanın en önemli kütüphanelerinden birinin olduğu bir yerdir. Türkiye’de de Boğaziçi Üniversitesi bu özelliği bünyesinde barındırmaktadır.

Dolayısıyla üniversitelerin başarısında kütüphaneler önemli bir yer tutar ve sistemin merkezinde yer alır.

Biz de görevde olduğumuz dönemde İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Sütlüce kampüsünü yaparken onun en güzel yerlerinden birini kütüphane olarak düzenlemiştik. 3 bin 500 metrekare alanı olan güzel bir kütüphane mekânı oluşturulmuştu. Oranın içerik olarak da sürekli beslenmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Burada İTO Meclis üyelerine ve diğer iş adamlarına da önemli bir iş düşüyor. Üniversite kütüphanesinin daha da büyütmesine katkı sağlamak. Mesela İTO’nun tüm yurt dışı fuar aktivitelerine katılan üyeler ellerinden geldiği ölçüde üniversite ile irtibatlı olarak bu seyahatlerinde acaba ben üniversite kütüphanesi için hangi kitapları alabilirim diye sorabilmeliler. Bu belki tüm meseleleri çözmez fakat tahminlerin ötesinde bir sinerji oluşturur…

Bu yazıyı tasarladığım tarihlerde yani Ekim ayının başlarında yayın dünyası yeni bir rekora daha imza attı. Eylül ayında 56 milyon 450 bin gibi bir sayıya ulaşan yayıncılar tüm zamanların kitap yayınlama rekorunu kırmış oldular.

Bunun yanı sıra Ekim ayının başında Yenikapı’da Arapça Kitap Fuarı kapılarını açtı. Bu yıl beşincisi düzenlenen Arapça Kitap Fuarı, Türk yayıncılığının uluslararası düzeydeki önemli bir başarısı olarak her yıl gelişerek devam ediyor.

İTO Meclisi’ndeki konuşmamız şu sonuç cümleleri ile nihayete erdi:

Sonuç olarak insanı insan yapan önemli değerlerin daha fazla gündemde olabilmesi ve toplumsal hayatın merkezine yerleşebilmesi için yayın dünyası ve kitabın önemli olduğunu bir kere daha ve altını çizerek ifade etmek istiyorum. Yayın dünyasının son aylardaki başarılarının hepimize ilerisi açısından umut vermesi gerektiğini de ilave etmeyi bir görev biliyorum.

İktisadi gelişmenin insan ve toplumun kültürel gelişmesi olmadan çok da büyük bir önemi olamayacağı da açıktır. Bunun için kitaplarla dost olmak, bilgi ve tefekkürü daima hayatımızın merkezine oturtmak durumundayız.