BANA HAYAL KURMAYI ÖĞRETTİ

Rahmetli Ahmet Şişman ağabeyi ilk tanıdığımda yanılmıyorsam 1984 yılı idi. Cağaloğlu, Klodfarer Caddesi üzerinde, Çemberlitaş Kız Yurduna yakın bir binanın giriş katında faaliyet göstermekte olan İnsan yayınlarına gitmek üzere, Alman plakalı Mercedes’inden inerken ilk defa karşılaşmıştık.

Almanya’da bir dönem din görevlisi olarak çalıştıktan sonra Yurda yeni dönmüştü sanırım.

Ahmet ağabeyin kuzenleri olan Kemal ve  Alaaddin Şişman bizim emsallerdi. Şişmanoğlu ailesinden daha çok onlarla tanışıyordum. Nazife Şişman hanım da Boğaziçi Üniversitesi’nden bazı derslere birlikte girdiğimiz bir arkadaşımızdı.

Aynı aileden olan Celaleddin Akça ile, okul öncesi eğitimde uzun yıllar birlikte gayret göstereceğimiz Elif Yuva’nın kuruluş çalışmalarına henüz başlamamıştık.

Cağaloğlu’nda yeni yeni hayat bulmakta olan Reklam Ajansımızın ilk müşterilerinden biri de Şişmanoğlu Mobilya idi. Onlara broşür, katalog türü çalışmalar yapıyorduk

O gidiş gelişlerde ismini duyduğumuz Ahmet ağabey Almanya’dan gelip aile işi ile ilgilenmeye başladıktan sonra bizim de daha fazla muhabbet ettiğimiz bir isim olmaya başladı

Tanıştıktan sonra bende bıraktığı  ilk intiba; Değişik bir insandı. İlk intiba son intibadır diyen bir dostumuzun sözünü hatırlarsak bendeki bu görüş daha sonra da değişmedi.

Bir şey söylediğiniz zaman, o, sizin dediğinizin muhakkak başka bir tarafından bakarak konuya ayrı bir boyut getirir ve başka bir şey daha söylerdi.

Ahmet ağabeyin , İlhan Akıncı ve Adnan Başdemir adlı arkadaşlarıyla beraberce kurmuş oldukları İnsan yayınları, o devirde dünyanın değişik bölgelerinden yazarların kitaplarını tercüme edip yayınlayan bir politika izlemekteydi. Tefhim-ul Kur’an isimli tefsirleri de yayınevinin önemli bir kitabıydı.

Bir gün, o zamanki ajansımız Es Ajansa, ortağı İlhan Akıncı ile gelip bize de bir çalışma yaptırdıklarını hatırlarım.

Günler birbirini kovaladı, işin şeklini değiştirmeye yönelik bir karar arefesinde, yanılmıyorsam 1990 yılı başları idi Ahmet ağabey beni telefonla aradı.

Beraber bir matbaa kuralım mı? Dedi.

Bu benim için değişik bir teklifti, önce kafam karıştı sonra görüşelim dedim.

İz yayıncılık ve Eramat

Cağaloğlu’nda Pierre Loti yokuşundan aşağıya doğru inerken, yolun sol tarafında  bulunan Kanarya apartmanının dördüncü katında buluştuk. Burası İz Yayıncılık’ın yeni bürosu idi.

İnsan yayınlarından ayrıldığını ve yeni bir yayınevi kurmakta olduğunu, benimle de bir matbaa kurup, yayınevinin kitaplarını burada bastırmayı düşündüğünü, yayınevi çalışmalarında da arzu ettiğim kadar onunla beraber olabileceğimi ifade etti.

Biraz düşündükten ve detaylar üzerinde anlaştıktan sonra başladık. İşi ben yönetecektim, o iki, ben de bir hisse koyacaktım, diğer kalan hisseyi de benim emeğime sayacaktık ve ortak olacaktık.

Topkapı’da iki katlı bir yer tuttuk, önce bir, kısa bir süre sonra da bir ikinci matbaa makinasını alarak matbaacılığa başladık. 57 x 82  Roland Parva ofset makinalarının yanında  bir tane de formaları elle beslenen kırma makinamız vardı

Yaklaşık bir yıl böyle devam ettikten sonra Rahmetli Ahmet ağabey, işi büyütmemizin iyi olacağını söylemeye başladı. Yoğun görüşmeler sonrası beni ikna etti ve Merter’de sadece giriş katı dolu olan 5 katlı bir binanın 4 katını tuttuk. Üst kata İz yayıncılık taşınacaktı, diğer katlara da Matbaa ve Mücellithaneyi kuracaktık.

Konunun gidişinden anladığınız gibi olay sadece yer tutmak değil, iki makinanın yanına büyük bir tesis ilave etmekti.

Kısa bir süre içinde Almanya’dan iki tır dolusu makine İstanbul’a geldi. Daha sonra buna bazı  ilaveler daha oldu.  Derken bodrum katı aynı zamanda ambalaj baskıları da yapan, bir katı kitap ve dergi baskıcılığı, en üst katı da mücellithane olan bir tesis ortaya çıktı. Ara katta da İz yayıncılık çeşitli yayıncılık şubeleri ile 350 metrekarelik bir büroda çalışmaya girişti.

Matbaa, Mücellithane, ambalaj bölümleri, İz yayıncılık çalışanları ile 50’ye yakın bir kişinin çalıştığı bayağı büyük bir teşkilat.

Ahmet ağabey ile yarı yarıya ortak olan ben küçük ortak durumuna düşmüştüm. Çünkü onunla beraber aynı oranlarda borçlanmaya cesaret edememiştim. Fakat enteresan bir durum şu ki yayınevinde ortak olmamama rağmen manen ben yayınevinin de ortağı gibiydim. Ahmet ağabey bana bunu çok rahat bir şekilde hissettirmişti. Yayınevinin müdürü kadim dost Hüsrev Şeref ile biz adeta kader birliği etmiş, işleri beraberce sırtlanmıştık.

Benim günlerimin önemli bir bölümü  matbaa ile birlikte yayınevinde geçiyordu. İmkan ve imkansızlıkları beraberce yükleniyorduk.

Durmak bilmiyor

Kitaplar çıkıyor, yazarlarla toplantılar yapılıyor, yurt dışından gemilerle kağıtlar geliyor… Müthiş bir hareket.

Rahmetli Ahmet Şişman her yeni hareketin üzerine bir başka hareket daha koyuyor, yayınevinin yanında başka alanlara da açılıyorduk. Mustafa Özel’in yönetiminde, benim de kısmen içinde yer aldığım İktisat ve İş Dünyası Bülteni bu sıralarda yayın hayatına başladı. Derken Ahmet abinin eski dostu ve çok önem verdiği bir entelektüel olan Ali Bulaç’ın yönetiminde Bilgi ve Hikmet Dergileri yayınlanmaya başladı.

Bu yayınlar içinde, camianın o dönemdeki neredeyse tüm entelektüel birikimi sergilenmekteydi.

Belli bir süre sonra Ertuğrul Düzdağ  İz Yayıncılık’ta kitaplarını yayınlamaya başladı.

Adeta bir efendilik timsali olan Ebubekir Eroğlu’nun Yönelişler Dergisi de Merter’den yayına devam eder oldu

Her yeni yayın Merter’i biraz daha cazibe merkezi yapıyordu. Tekstil firmalarının merkezi olan Merter şimdi kültür hayatının da merkezi olmaya doğru gidiyordu.

Yayınevinin mütavazi ama birikimli editörü Prof. Dr. İlhan Kutluer, Sürurlar Süruru Mehmet Ali Metinyurt, tashih ve redaksiyonda Rahmetli Hamit Can, Metin Karabaşoğlu, ve daha bir çokları…

Tabii yazarlar, hocalar, kültür ortamından istifade etmek isteyen gençler mekanımızı canlı birer kültür yuvası haline getirmişlerdi

Rahmetli Ahmet ağabeyin en büyük hayallerinden biri de gazete çıkarmaktı. Biz öyle bir gazete çıkarmalıyız ki burada Müslümanların bütün birikimi yer almalı derdi. Her toplantıda bu konu dile gelirdi.

İzlenim nasıl kuruldu

Fakat daha sonra bu hedefe giden yolda önce bir dergi çıkarıp sonra gazeteye yönelelim görüşü  ağırlık kazandı ve biz bir dergi üzerinde yoğunlaşmaya başladık.

Derginin yönetimi için kendi aramızda yaptığımız görüşmelerde başlangıçta benim ismim üzerinde bir mutabakatımız oldu. Fakat daha sonra, ‘Erhan, bu derginin yönetimini üçlü bir grupla mı yapsak acaba’ diye sormaya başladı. Bana güvendiğini biliyordum, lakin benden daha tecrübeli olduğu için böylesi önemli bir projede yanımda birilerinin daha olmasını düşünüyordu. Ben ise bir grup oluşsa da nihai sözün bana ait olmasında diretiyordum.

Grup olarak düşündüğü isimler benim de rahatlıkla kabul edebileceğim kişiler olmasına rağmen tek endişem şu idi. Dergi projesinin kaldıramayacağımız bir yöne gidip, var olan yapımıza da menfi tesir edebileceğinden korkuyor ve nihai söze sahip olarak bunu kontrol etmeyi hedefliyordum.

Rahmetli Ahmet ağabeyin zaptedilemez bir müteşebbis olduğunu bildiğimden her an olayın şekli değişebilirdi. Bu süreç bir miktar böyle sürdü ve Rahmetli benim teklifim konusunda tereddütünü yenemedi. Ben de o zaman buraya başka birini bulalım, ben sürece destek olayım demek durumunda kaldım.

Fakat bu kararın devamında Matbaa işimizi ayıralım diye teklif ettim. Tezim şu idi. ‘Tam kontrol edemediğim dergi sürecinde bir problem olursa bu matbaaya da menfi tesir eder ve maazallah batarız dedim. Seni ailen kurtarabilir fakat benim ailem bunu kaldıramaz ‘ diye de ilave ettiğimi hatırlıyorum.

Rahmetli, bana çok kızdı. İkna etmeye çalıştı. Samimiyetini bildiğimden ve kendisine büyük bir saygım olduğundan dolayı bu süreci onu kırmadan, fazla üzmeden, projelerine zarar vermeden nihayetlendirmemiz gerektiğini düşünüyordum.

Şu teklifi yaptım; matbaa yönetiminde en iyi idarecileri, usta başını ve ustaları sana bırakayım, ben de aynen ortak gibi koşturayım ama bana müsaade et.

Baktı kararlıyım. İstemeye istemeye evet dedi.

Büyük hayalleri gerçekleştirmekti işi

Yalçın Çetinkaya’yı derginin başına düşündük. Ahmet ağabeyin arzu ettiği bir ekip derginin muhtevasını oluşturacaktı ve benim de Hüsrev Şeref’e yardımcı olmam konusunda anlaştık. Birlikte ben, daha çok ambalaj yönüne ağırlık veren bir matbaa oluşumuna başladım.

Aynı bina içinde katları ve personeli  ayırdık.

Benim yayıneviyle gönül bağım hiç kopmadı. İlişkimiz yine devam etti ama Rahmetli her fırsatta canının sıkıldığını bana hissettirdi.

İzlenim dergisinin ilk sayısı için Hüsrev abi ile baskı yerleri aradık, beraber koşturduk ve sonunda ilk ürün çıktı. Yönetiminde yer almasam da İzlenim benim de bir çocuğum gibiydi.

Ahmet ağabeyin bir dönem gazete için hayal ettiği mozaik kısmen oluşmuştu. İzlenim, önceleri aylık daha sonra bir dönem haftalık ve devamında yine aylık olarak 1997 yılına kadar devam etti.

Matbaayı ayırdıktan bir müddet sonra ben kısa dönem askere gittim. Tam askerdeyken 5 Nisan gelişmesi yaşandı ve Türkiye’de iktisadi bir deprem oldu.

Rahmetli Ahmet Şişman’ın aile şirketi bu depremde çok ciddi etkilendi, tabii matbaa ve yayınevinin de dengesi bozuldu.

Ahmet Şişman bu süreçte Persan ailesini yayınevine ortak aldı. Daha sonra Yeni Şafak gazetesini yine onlarla çıkarmaya başladı.

En sıkıntılı zamanında bile kültür ve hizmet hayatına ait çalışmalarına devam etti. Gazete ile bir dönem ilgilendi ama bir kere işin sihri kaçmıştı.

Fakat tüm bu problemli durumlar bile Yeni Şafak gazetesinin onun hayalleri doğrultusunda yayınlanmasına engel olamadı.

Yeni Şafak, daha sonra Albayrak ailesine geçti, İz yayınları ise Persan ailesi kontrolünde başlangıç ilkeleri çerçevesinde bugüne kadar devam etti ve ediyor.

Ahmet Şişman bana hayalin büyük kurulmasını gösteren önemli kişilerden biridir. Hedefe kitlenmeyi, en zor zamanda bile ümidini yitirmemeyi, oluşan her düşünceye farklı bir yönden bakabilmenin mümkün olduğunu gösteren insandır.

İstişaresiz iş yapmazdı

İslami düşüncenin yaygınlaşması için samimiyetle çalışmanın güzel bir örneğini onda görmek mümkün olmuştur. Ben onun iş hayatındaki cesaretinin boyutlarını bazen tartışsam da samimiyeti konusunda hiçbir zaman tereddüt etmemişimdir. Ortak olduğumuz süre zarfında çok farklı noktalarda kalsak da beni ikna etmeden bir karar aldığına şahit olmamışımdır.

Bu nokta ortaklıklarda çok önemlidir. Yaşça ve tecrübece benden ileri olmasına rağmen bu hassasiyete sürekli riayet etmiştir ve ben de bu hususu her fırsatta ve her zeminde ifade etmeyi bir vazife bilmişimdir.

Kültürel ve düşünsel faaliyetlerde para kazanmak dürtüsüyle hareket ettiğine şahid olmadım. Her karar öncesinde ‘ortak, biz bu işte kaç para batırabiliriz, imkanlarımız ne kadar para kaybetmeye yeter’ sorusunu sormuştur ki bu her babayiğidin yapabileceği bir şey değildir.

Yaptığı ve yapacağı  çalışmaların hep en iyi kişilerini bulup onlarla iş yapmayı  tercih etmiştir. Projeleri sadece finanse etmemiş, o projelere daima kendi ana rengini vermeyi ilke edinmiştir. Müslümanların en farklı düşünen kesimlerinin bile aynı çatı altında beraberce olmalarını önemsemiş ve kendi kurduğu yapıları onların ürün verebileceği bir tarzda organize etmeye çalışmıştır.

Beraberce yapmaya çalıştığımız yayıncılık eksenindeki çalışmalar dışında bizim diğer eğitim çabalarımıza da ailesi ile birlikte karşılıksız destek olmuş, her fırsatta yararlı eleştiriler getirmiştir.

Çağırdığımız tüm aktivitelere imkanı ölçüsünde gelmiş, eğitim ve kültür alanındaki her projesini bir şekilde duyurmuş, katkımızı istemiş ve bizi bu çalışmalara dahil etmeye çalışmıştır.

Eğitim çalışmalarını ucuz ve olabildiğince fazla sayıda kişinin katılımına açık yapalım ana ilkesini muhafaza etmiş ve bizim çalışmalarımızı, siz seçkincilik yapıp işi pahalıya çıkarıyorsunuz bak ben bunları çok daha ucuz ve kaliteli yapacağım diye hizmette adeta yarış etmiştir.

Tabii bu eğitim faaliyetlerine de hiçbir zaman bir gelir getirme aracı olarak bakmadığını  da burada zikretmemin bir vecibe olduğunu ifade etmek isterim.

Rahmetli Ahmet Şişman çok farklı alanlarda hizmet üreten bir insandı. Ensar Vakfı, TGTV, Birlik Vakfı, İmam hatiplerle ilgili diğer çalışmalar, kendi ticari yatırımları ve bu alandaki mesleki organizasyonlar, son dönem Özbekler Tekkesindeki Sanat ve Kültür faaliyetleri ve daha bir çokları…

Hatıralar yazılmalı

Benim burada anlattıklarım onun portresinin sadece belli bir yönünü konu edinmektedir. Onunla farklı  alanlarda yakın çalışanların anlatacakları hatıralar, portreyi daha eksiksiz hale getirecektir kanaatindeyim.

Son söz olarak şunu söyleyebilirim. Hiçbir kul kusursuz olamaz. Hayatı bu kadar fırtınalı geçen, çok farklı alanlarda önemli hizmetler yapmaya çalışan, yanında insanlar istihdam eden, birileriyle beraber karar verme durumunda olan, ticari hayatında büyük badireler atlatan bir insanın muhakkak ki hataları olmuştur, istemeden de olsa birilerinin hoşuna gitmeyen işler yapmıştır. Fakat ben onun özünde var olan; büyük gaye uğrunda sıra dışı, kaliteli, gelenek oluşturan ve iz bırakan faaliyetleri yapma isteğinde samimi olduğuna inanıyorum. Bu samimiyet, onun kullar gözünde ve gönlünde her halükarda hoş görülmesini de beraberinde getirmelidir.

Cenazesinde çok farklı kesimden insanın yaz sıcağında akın akın Fatih camiine ve Edirnekapı mezarlığına koşmasının Ahmet Şişman’ın bu samimiyetinin gönüllerde kabul gördüğünün bir nişanı olduğuna inanıyorum

Rahmetli Ahmet Şişman kendi döneminin çok önemli bir rol modeli olarak ömrünü tamamlamıştır.

Allah-u Teala’nın ona Rahmetiyle muamele etmesini diliyorum, Mekanı Cennet olsun. Amin

ERHAN ERKEN

18 Temmuz 2011 Pazartesi DÜNYA BİZİM

24 YIL ELİF YUVA’DAN KİMLER GEÇTİ

Bu metnin yazımına ilk defa 2004 yılında başlanmıştı.

Elif Yuva’nın 18 yılının kısa tarihi olarak ilkin 2005 yılında Boğaziçi Yöneticiler Vakfının Bülteninde yayınlandı. Daha sonra 2011 yılına kadar tesbit edebildiğimiz kadarıyla yeni gelişmeler ilave edildi.  Elif Yuva‘ya emeği geçenlerden Allah razı olsun.

Dile kolay tam 18 yıl geçti…(…yıl 2005)

1987 yılında, Basınköy’de yazlık bir evde, ilk talebelerinin kendi çocuklarımız olduğu, ilk öğretmenlerinin da yine kendi aramızdan seçildiği bir çerçevede başlamıştık, Elif YuvaMacerasına…

Sevimli bir WOSWOS minibüs ile yavrularımızı İstanbul’un dört bir yanından getirip aşk ve şevk ile eğitim yapıyorduk…

Hanımlarımız ciddi bir seferberlik ruhuyla olaya sahip çıkmışlardı

Rahmetli İkbal Hanım, sabah erken saatte gidip yemeklerini yapıyordu çocukların.

İstanbul’a henüz doğalgaz gelmemişti ve kömür kazanlı bir kaloriferle ısıtıyorduk içinde eğitim yapılan mekânı…

İkbal hanım ve ilk şoför amcamız Rahmet-i Rahman’a kavuştular…

İlk talebelerimiz Hatice, Ali, Merve, Asım, Rüveyde, Ebubekir, Mustafa ve ismini anamadığımız diğerleri bugün üniversiteye gidiyorlar.

Üstüne üstlük Hatice evlendi ve yuva sahibi bile oldu…

İlk öğrencilerimizden Kübra, geçen yıl Elif Yuva’da stajyer öğretmen olarak hizmet gördü.

Daha sonraki dönemden Yusuf Kot’un isminin, geçenlerde Yeni Şafak Gazetesi ile beraber dağıtılan‘‘Çocuklar Gezegeni’’ isimli kitabın renklendirme başlığı altında zikredilmesi bizleri çok mutlu etti.

İlk Müdiremiz Afife Hanım bugün kardeş yuvamız olan Bayrampaşa’daki Bayram Yuva’nın müdürlüğünü yapıyor. Yılların tecrübesi ve artan heyecanıyla…

Ağabeyi Kemal Kıdıl, yani bin küsur çocuğumuzun Kemal Hoca’sı, ömrünü  bu sevdaya vakfetti ve bugün Elif Yuva’nın yanı sıra, Bayrampaşa’daki İstanbul’un en güzel yuvalarından biri olan Bayram Yuva’da, hem yuvadaki çocuklara hem de tüm ilçenin çocuklarına yönelik hizmetler üretmeye çalışıyor.

Aramıza öğretmen olarak katılan Bahar Hanım, bugün Elif Yuva’nın sorumlu müdürü.

Yenikapı’da bir dönem müdür yardımcılığı yapan Nezahat Hanım ‘Okul Öncesi Dönemde Din Ve Ahlak Eğitimi’ alanında doktora çalışmasını bitirdi.

Çocuk eğitimi çalışmamız, ilk başladığı yıllarda çektiği araç gereç sıkıntısını bugün artık çekmiyor. Çünkü geçen yıllar ülkemizde çok şeyi değiştirdi.

O dönemin en maharetli bilgisayarı Apple’ın Macintosh Plus’ı idi. Daha renklenmemişti, bugünkü gibi cd’ler, animasyon programları yoktu.

Bilgisayarların renkli çıkışlar da yoktu, cep telefonu henüz kullanılmıyordu.

Dijital fotoğraf makineleri ve videolarla kayıt yapılıp, onlar bilgisayarlarda ve vcd’lerde izlenemiyordu.

Çocuklara sevgili Kemal Güler’in çizdiği resimlerin içini boyatarak faaliyet yapıyorduk.

Televizyonlar bile tek kanallıydı. Sadece TRT yayın yapıyordu. E-mail, Web sitesi gibi kavramlar henüz hepimiz için yabancı kavramlardı.

En modern yazı  makineleri elektrikli daktilolardı…

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

18 Yıl evvel dünya henüz çift kutupluydu.

Berlin duvarı  yıkılmamıştı…

Gençlik dönemimizin güçlü gibi görünen Komünist (!) Devleti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çözüldü, Amerika tek süper güç konumuna yükseldi.

Mao’cu Çin, kapitalistleşme yolunda büyük mesafe kat etti.

Bugün siyasetten çekilmiş  olan, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş, 12 Eylül sonrası  yasaklı dönemden daha kurtulamamışlardı. Bu gün artık Türk siyaset hayatında onların adı çok az anılıyor.

Rahmetli Özal bile daha Başbakan’dı.

Elif Yuva faaliyete başladığı zamandan bu güne ülkemizde üç Cumhurbaşkanı değişti.

O dönemin kudretli Cumhurbaşkanı bugün Marmaris’te resim yapıyor.

18 yılda 1994 ve 2001 tarihlerinde ülkemiz iki büyük ekonomik kriz yaşandı. Körfez bölgesine iki büyük müdahale yapıldı.

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi de yine bu zaman aralığında vuku buldu.

28 Şubat krizi post modern darbe adıyla tarihimizde çok ciddi bir etkiye sebep oldu.

İlköğretim kesintisiz olarak 8 yıla çıktı, Kur’an Kursları, hafızlık eğitimi ve İmam Hatip okulları bu süreç sonrasında ciddi bir yara aldılar.

Bu süreç bir çok alanda çok derin izler oluşturdu.

Elif Yuva’nın kuruluşunda hizmeti geçen insanlar da tüm bu olaylardan hem madden, hem manen, hem de fiziken etkilendiler.

Dünyaya, siyasete, ekonomiye, dinin insan hayatında oynadığı role bakışını  yeni baştan sorgulayanlar, kısmen veya tamamen farklı bir mecraya girenler oldu.

Kimileri krizlerde işlerini kaybettiler. Hayatın cilvesi bazı kişileri merdivenin üst basamaklarına bazılarını da altlara doğru yöneltti.

İstisnasız hepsi yaşlandılar, saçları ve sakalları beyazladı, belleri büküldü…

Bazıları kayınpeder, kayın valide bile oldular.

Yakında dedelik ve büyükannelik haberlerini alırsak bu bizleri şaşırtmasın.

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

Bir neslin gençlik çağlarında başlayıp orta yaş sürecine(!) geçişini bünyesinde barındırdı bu tarihi aralık…

Eğitim konusuna önem veren, bu amaçla çocuklara küçük yaşlardan itibaren bir şeyler aktarmayı düşünen insanlar, Elif Yuva çalışmasına bir şekilde destek verdiler.

Bazen toplantılarına katıldılar, bazen bültenine yazı yazdılar, bazen arabalarıyla çocuk taşıdılar, bazen para verdiler, bazen bir telefonla da olsa arayıp hal hatır sordular, bazen yapılanları yeterli bulmayıp daha iyisini farklı mecralarda yapmaya çalıştılar, ama eminiz ki devamlı yapılanları ve yapılamayanları takip edip, kalben dua ettiler…

Yenikapı ve Bakırköy süreçleri çok keyifli devreleri olduğu kadar çok sıkıntılı dönemleri ile de hayatımızda önemli bir yer edindiler.

Bugün kurumsallaşan ve hepimizin iftihar vesilesi olan oluşumların bazılarının ilk nüveleri mahiyetindeki toplu iftarlar ve istişare toplantılarının bir bölümü bu mekânlarda gerçekleşti.

Şimdi kocaman olan yavrularımızın bazılarının sünnet merasimlerine de ev sahipliği ederken, Elif Yuva, vazifesini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyordu.

İmkânsızlıktan tıkandığımız devreler oldu. Çok bunalıp bu işi bırakalım dediğimiz ve dostların maddi ve manevi destekleri ile tekrar devam kararı aldığımız bazı anlar, 18 senelik süreçte bizi aynı anda üzen ve sevindiren devreler olarak zihinlerimizde yer edindi.

Geçen 18 yılda eğitimdeki genel felsefemizde önemli bir değişim olmadı:

Çocuk, Aile ile birlikte eğitilmelidir.

Eğitimcilerin eğitimi de en az onlar kadar önemlidir.

Mekân eğitimin ayrılmaz bir unsurudur.

Eğitim malzemeleri de bu üçlüyü tamamlar nitelikte olmalıdır; prensiplerini daima ön planda tutmaya çalıştık

Bu 18 yılda program üzerinde çok yoğun şekilde çalışıldı… Bugün Elif Yuva, kardeş kuruluş olan Bayram Yuva ve daha birçok okulda henüz kitaplaşamamış olan bu programın takip edildiğini görmek bizleri cidden çok mutlu ediyor…

Elif Yuva’da, 2003-2004 Yılı ile birlikte ÇOKLU ZEKA UYGULAMASI adı altında bir çok disiplinin eğitimde kullanıldığı bir yöntem denenmeye başlandı.

Ailelere yönelik gerek Elif Yuva’da gerekse de Bayram Yuva’da aile seminerleri düzenli olarak yapılıyor.

İlköğretim çağındaki çocuklarımıza da imkân ölçüsünde programlar düzenleniyor.

Ağır aksak da olsa İKBAL Aile Eğitimi Bültenimiz çıkıyor. Son yayınlananla  birlikte ONBİRİNCİ sayıya ulaşan İKBAL’in daha iyiye gitmesi için, ilgi duyan ve onu önemli bulan arkadaşlarımızın katkılarını beklediğimizi ayrıca zikretmeye gerek yok diye düşünüyoruz..

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

Türkiye’de ve dünyada bunca değişime rağmen bu eğitim süreci içinde bazı şeyler değişmeden ama gelişerek devam ediyor.

En azından devam etmesi için uğraş veriliyor.

2004-2005 Eğitim Yılı  başlarken Elif Yuva Bakırköy İncirli’de yeni yavrularını  bekliyor.

Sadece yavrularını  değil, kendisine motivasyon, güç ve moral verecek eskimeyen ve yepyeni dostlarının bu hizmete katkı sağlamalarını da bekliyor.

18 Yılların daha da çoğalması, dünden yarına daha güçlü ve değişen şartlara temel özelliklerini değiştirmeden adapte olabilen sağlam kurumların oluşabilmesi için bu katkıların sürekli olmasını diliyor.

Daha nice 18 yıllara.

Sadece bizle beraber değil, bizlerden sonra da aynı ana gayeye yönelik olarak sürecek nice 18. yıllara.

Saygı, selam ve muhabbetlerimizle…

24. yılın içinden geçerken film devam ediyor……. (…2011 başları)

….diye bitirmiştik bu yazıyı o zamanlar…

Okuyan ve aynı  tarihin içinde yer alan dostlardan çok olumlu tepkiler almıştık.

Derken aradan 6 yıl daha geçti..

Elif Yuva’nın Bakırköy’deki yerinin sahibi Ali bey amca Rahmet-i Rahman’a kavuştu

Mirasçıları  bizi o mekandan çıkardılar ve binayı sattılar.

Bize yıllarca gönlünü  açan Ali amcamızın hatırına Yenge hanımın tek bir isteğiyle terk ettik Bakırköy’deki o güzel bahçeli yerimizi.

Tam o tarihlerde Bayrampaşa’da bir yuva daha açmak nasip oldu; Bayram Yuva 2.

Çok istememize rağmen, Elif Yuva ismini yeni mekana koyamadık

Fakat bunda da bir hayır vardır deyip tescilini aldığımız bu ismi, kapısına asılacağı yeni bir yuvaya koyarız umuduyla bir kenarda beklemeye aldık

Mühim olan isim değil içeriktir diyerek avutmaya alıştırdık kendimizi…

Elif Yuva ile beraber ilköğretim çağındaki çocuklar için başladığımız Çocuk Kulübü ve Etüd Eğitim merkezi çalışmalarımız 2005 yılı  itibariyle semeresini vermeye başladı.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi üç adet farklı mekanı ile birlikte 1000’e yakın ilköğretim çocuğuna hizmet veriyor Bayrampaşa’da.

2005 Yılından bu güne 6000 civarında çocuğumuz bu eğitim yuvasından hizmet aldı.

Ağır aksak çıkan İkbal Aile Eğitimi dergimiz, Bayrampaşa İkbal olarak uzunca bir süre yayınlandı.

Onun yanında 30’lu sayıları geçen Hayal Treni adlı sadece çocukların hazırlayıp çıkardığı ayrı bir yayınımız da hayatını sürdürüyor.

Çocuk dostu Ahmet Mercan, yayınları ve daha birçok programı özveri ile organıze ediyor bizlerle beraber.

Aynı adla var olan isimdaşlarından çok daha farklı bir formatta sürdürdüğümüz Bilgi Merkezi ve Bilgi Evi çalışmamız, çok ilgi gördü ve İstanbul dışına da taşar hale geldi;

Bir hayırsever grupla birlikte Adıyaman ve Aydın’da da aynı tarz Bilgi Merkezleri kuruldu.

Elif Yuva ailesi oralara da bilgi birikimlerini taşımaktalar.

İstanbul Esenler de, iki bilgi evi ile bu güzel çalışma kervanına katıldı.

2000 civarında çocuğumuz da bu sivil insiyatif çerçevesinde hizmet görüyor.

Tabii hiç değişmeyen çalışma ilkemiz olan aileleri de eğitimin içine çekme düsturumuz aynen devam ediyor.

Hem çocuklar, hem aileleri, hem de meslek içi eğitim gören öğretmenlerimiz ve tabii ki bizler de her gün yeni şeyler öğreniyoruz

İlk günlerde adeta Kızıl Elmamız olan iyi eğitim güzel mekanlarda olmalıdır hayalimiz son dönemlerde gerçekleşmeye başladı.

Yuva ve bilgi merkezi mekanları artık bir hayli güzel.

Bayrampaşa Belediyesi’nin başta Hüseyin Bürge olmak üzere eğitim gönüllüsü Başkanı ve Yöneticileri 2001 yılında Bayram Yuva 1 ve 2008 yılında Bayram Yuva 2 adlı mekanları okul öncesi eğitimin hizmetine sundular. 2005 yılında başlayan Bayrampaşa Bilgi Merkezi de yine bu ekibin özverili katkıları ile önemli bir örnek kurum haline geldi

İnşallah bu güzellik yetişen çocuklarımızın iç dünyalarını da güzelleştirir

Bu arada hedeflerimizden biri olan Vakıflaşma hayali de gerçekleşme safhasına geldi

Eğitim, sağlık ve çevre vakfı kurumsal yapısı ile tüm çalışmalarımızı kuşatmaya başladı….

Aradan geçen 6 yılda gençlerimiz de büyüdüler, hatta orta yaşlara  geldiler…

18 yıllık serüveni anlatırken üniversite talebesi dediklerimiz master ve doktora seviyelerine ulaştılar.

Amerika’da, İngiltere’de, Avrupa’da ve yurt içindeki farklı şehirlerin üniversitelerinde lisans, yüksek lisans ve doktora yapan Elif Yuvalıların sayısı her geçen gün fazlalaşıyor.

O zaman bir tek Hatice evli iken bugün gelin ve damatlarımızın sayıları da bir hayli çoğaldı.

1987 yıllarında gencecik insanlar olan ilk müteşebbislerden anneanne, babaanne, dede, kayınvalide ve kayınpeder olmanın keyfini yaşayanların sayısı artmaya başladı

Tabii bu arada şu hoş gelişmeler de yaşanıyor…

Eskiden yuvada, yaz okulunda arkadaşlık yapanlar, (ya bir ilim meclisinde, ya tasavvufi bir etkinlikte, ya da bir sohbet toplantısında…)farklı farklı guruplar halinde birbirlerinin buluyorlar, üstelik bazen de birbirlerinin kardeşlerine abilik ve ablalık yapıyorlar.

İşaret etmeden geçemeyeceğim bir başka güzel gelişme de Bayrampaşa’da kurduğumuz izcilik kulübünün liderliğinin Elif Yuva’nın ilk talebeleri olan Rüveyde ve Zeynep tarafından yapılıyor olması..

Gençler içinden yazarlar da çıkmaya başladı. Mehmet ve Salihadunyabizim.com‘da gayet hoş yazılar kaleme alıyorlar ve ciddi sayıda okunuyorlar.

18. yılda sanatsal aktivitelerinden bahsettiğimiz Yusuf KotCafcaf adlı mizah dergisinin yazı işlerini müdürlüğünü başarılı bir şekilde yürüttü ve kısa bir mola için askerlik hizmetine gitti, geldi. Bakalım askerlik sonrası sade hayat ile mizah arasında nasıl bir yol izleyecek?

Mustafa, Sultanahmet’te güzel bir otel işletmeye başladı.

Geçen gün internette haber siteleri arasında dolaşırken çok izlenenlerden birinin yayın yönetmeni olarak tanıdık bir isme rastladım; Yuva talebelerinden Halid Emre Aydın.

Kemal Hoca birkaç yüz çocuktan binlerce çocuk ve gencin amcası olma seviyesine yükseldi.

Afife Hanım istikrarlı bir şekilde, kendini geliştirerek ve derinleştirerek okul öncesi eğitim alanındaki yöneticilik kariyerine devam ediyor.

Nurgül Hanım Bilgi Merkezi’nin rehberlik servisinde hizmet veriyor ve Yuvalar Eğitim komisyonuna katkı sağlıyor.

Facebook ve twitter gibi sosyal medya mecralarında tüm bu çalışmalar ve etkinlikler paylaşılıyorlar… Güzellikler paylaşıldıkça daha da artacak.

 

Ve bu film devam edecek inşallah…

Yazıyı  yayına koyarken hüzünlü bir son dakika notu;

Dünya halinde gelmek olduğu gibi gitmek de mukadder. Bu çalışmalar içinde tüm maddi ve manevi varlıklarıyla yer alan Şişmanoğlu ailesinin önemli bir ismi olan Ahmet Şişman ağabeyimizi geçenlerde Rahmet-i Rahmana uğurladık. Mekanı cennet olsun…

Erhan Erken

Ağustos 2011  Dünya Bizim

ECYAD KALESİ YIKILIRKEN

Ecyad Kalesi’nin yıkılması üzerine duyulan acı ile kaleme alınıp dosyalarda saklanan bir yazıdır

 

Suudi Arabistan’ın Mekke şehrindeki Ecyad Kalesi’nin Suudiler tarafından yıkılması karşısında derin üzüntü duymuş bulunmaktayız. Bu olay, Suudilerin Osmanlı eserlerine karşı şimdiye kadarki tavırlarına uygun bir davranış olarak çok sürpriz bir gelişme değildir.

 

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişinin üzerinden seksen seneye yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, bu büyük devletin tasfiyesi henüz tamamlanamadı. Günümüzde Osmanlı’nın maddî ve manevî mirası yeterince korunamıyor. Bugün, Düvel-i Muazzama’nın mirasçısı olduğunu göğsünü gere gere söyleyen hiçbir ülke yok yeryüzünde.

 

Osmanlı artığı topraklar üzerinde kurulmuş olan genç Türkiye Cumhuriyeti bile, zorla kabul etmek durumunda kaldığı borçların dışında cedlerinin tarihî ve kültürel mirasına uzunca bir süre duyarsız kaldı. Devletin sahip çıkamadığı bu mirasa millet kısmen sahip çıkmış görünüyor. Bu durum ise devlet ile millet arasında bazı problemlere ve sıkıntılara yol açıyor.

 

Eserler, onların ne için inşa edildiğine önem verilmeden yaşatılırsa, zamanla gerçek kimliklerini kaybederek, tıpkı ruhun, ölümle terk ettiği bir ceset durumuna düşer.

 

Osmanlı eserleri sadece geçmişten günümüze kalan bir hatıra olarak değil, bir medeniyetin günümüze uzantısı şeklinde değerlendirildiği oranda bir mana ifade edebilir.

 

Osmanlı; yıkılmış, izleri silinmiş ve yok olmuş bir medeniyetin değil, bazı problemler geçirmiş, değişen şartlar karşısında kendi tezlerini tamamı ile insanlığın hizmetine sunamamış, fakat potansiyel olarak kıyamete kadar, her devre uygun tezleri olan bir medeniyetin, yedi asır devam etmiş bir uygulamasıdır.

 

Bugün sadece Osmanlı artığı topraklarda değil, dünyanın bir çok bölgesinde, bu medeniyete dâhil olan milyarlarca insan mevcuttur. Bu insanların varlığı ve zorlamasıyla yıkılışının 80’inci yılına yakın devrelerde Osmanlı’nın kuruluşunun 700’üncü yılı kutlanmıştır.

 

Osmanlı yıkılsa da onun temsilcisi olduğu medeniyet varlığını sürdürmektedir. Fakat, tarihi olarak devamlılığının açıkça zikredilememesi, bu medeniyete ait olan tüm simgelerin, hatıraların ve eserlerin sahipsiz gibi görünmesine yol açmaktadır.

 

Türkiye, Osmanlı’nın sadece borçlarının değil temsilcisi olduğu medeniyetin, tarihin ve coğrafyanın da mirasçıdır. Bu husus, devlet olarak kabul etse de etmese de bu, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da değişmeyen ve değişmeyecek olan bir gerçektir.

 

Türkiye’nin siyasi sınırları Edirne’den Van’a, Sinop’tan Antalya’ya kadar olsa da, medeniyet ve tarih perspektifinden bakıldığında bir yandan Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, diğer yandan da Kırım’dan Sahra Afrika’sının ortalarına ve Yemen’e kadar uzanmaktadır. (Bu bile gerçeğine göre daraltılmış bir sınır olarak yorumlanabilir.)

Böyle olmasa Ecyad kalesinin yıkılması Türkleri hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Tıpkı Çeçenistan’daki Rus zulmünden, Bosna Hersek’teki savaşa, Afganistan’daki mücadelelerden, Irak’ın işgaline kadar tüm konuların Türkiye’deki insanları (devleti yönetenleri de) birinci elden ilgilendirdiği gibi.

 

Siyasi sınırların dışında olan ve aynı medeniyet havzasına ait olduğumuz olaylarla ilgilenmek durumunda olan Türkiye, devleti ve milleti ile birlikte, kendi sınırları içindeki tarihi ve kültürel miras ile aynı tarzda anlamlı bir ilişki kurarak, iç problemlerini çözebilmelidir. Osmanlı vakıf eserlerine gereken ihtimamı göstermeyen, o eserleri değerli kılan medeniyete “çağdışı” deyip aşağılamaya çalışan, tarihi ve stratejik açıdan sınırları dışındaki bu tip olaylara tepki gösterip içeride farklı bir politika uygulayan idarecilerin ülke yönetiminde olduğu dönemlerde Türkiye, inandırıcılığı ve maalesef gücü de olmayan bir ülke görüntüsü vermektedir.

 

Ulus devletlerin zamanla ortadan kalktığı, dünyanın bir yandan küreselleşme politikaları uygularken bir yandan da tarihî ve kültürel temele dayanan büyük topluluklar halinde örgütlenmeye doğru gittiği bir devrede, Osmanlı artığı ülkelerin ve milletlerin de kendi durumlarını yeni baştan ele alma mecburiyetleri vardır.

 

Ecyad kalesinin yıkılışını bu açıdan yeniden düşünmekte yarar vardır. Ecyad kalesi başlı başına çok önemli değildir. Önemli olan o kalenin ait olduğu medeniyet havzası ile var olan ilişkinin yıkılması veya sarsılmasıdır. Eserlerin ayakta olması da başlı başına önemli değildir. O eserlere ruh veren kültür ve medeniyet ile ilişki devam ediyorsa o eserin bir anlamı vardır, yoksa o değerler bile bir fosilden, ruhsuz bir cesetten başka bir şey değildir.

ERHAN ERKEN

OCAK 2002

 

 

İNSANIMIZIN KİMLİĞİ

Bu yazı Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden az sonra ve Aydın Menderes’in siyasette yeni bir figür olarak ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde kaleme alınmış bir yazıdır

 

Türkiye’de yaşanan insanların yüzde olarak çok önemli bir kısmı Müslüman’dır. Bu topraklarda yaşayan insanların anne ve babaları köken itibariyle Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut vs. olabilir, Fakat ait oldukları daire İslâm dairesidir. İnsanlarımız beraberce yaşanmış bir tarihe sahiptir. Atalarımız, aynı düşmanlara karşı, bulundukları toprakları birlikte savunmuşlardır. İnsanlarımız topyekün aynı Allah’a, aynı Peygamber’e inanarak, aynı kıbleye yönelir.

Tarihin belli bir döneminden itibaren Türkiye’de yaşayan insanlarımızın da dâhil olduğu büyük İslâm topluluğu, teknoloji ve maddi zenginlik itibariyle Batılıların gerisinde kalınca, içlerinden bir bölümü kabahati kendilerine şahsiyet ve kimlik veren İslâm’da aramışlar ve Batılı düşünceye hayranlık besler hale gelmişlerdir. Sonuçta hepimizin bildiği değişim gündeme gelmiş ve birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi Türkiye sınırları dâhilinde de, ülke yöneticileri halkın geçmişi ile bağlantısını kesmeye yönelik birçok kararı alıp uygulamıştır.

Tüm bu uygulamalar halkın özünde var olan dini inancı tamamen söküp atamamış ve zamanla insanımız aslî değerleri ile bağlantı kurmaya başlamıştır.

İslâm’a karşı olan kesimler, insanımızı dininden koparamayacaklarının bilincine varınca dinin kendileri açısından tarifini yeniden yapmaya çalışmışlardır. Bu kişiler bununla da yetinmeyerek, insanlarımızı, yeniden tarifini yapmaya çalıştıkları dini kabul etmeye zorlamışlardır ve bu zorlama halen de devam etmektedir.

Tarif yapılmaya çalışılan dinin dünyevî hayata teklif edeceği fazla bir yaptırımı görünmemektedir. Dayattıklarının her tür ideoloji ile (liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, sosyal demokrasi vs) ortak birçok yönü vardır ve beraber bulunmalarında hiçbir mahzur yoktur. Çünkü onların sunuyor oldukları din anlayışı, tamamen insanların vicdanına hitap eder, soyuttur, muğlâktır, herkes nasıl anlarsa öyledir.

Bununla birlikte memleketimizde yaşayan Müslümanlar, iman ettikleri dinin müdafaasını yapmaya kalktıkları zaman suçlu damgası yemekte, dini, dünyevi çıkarlarına alet ediyor diye kötü, zararlı, marjinal veya fundamantalist olarak bir kenara itilmeye çalışılmaktadır.

Bu insanların siyâsi arenada sadece seçmeye ve seçimler sırasında seçime katılma oranını yükseltmeye hakları vardır. Seçilmeye, kendi kimliklerini ortaya koymaya hakları yoktur. Böyle bir cür’eti göstermeye görsünler, ülkenin tüm “zinde güçleri” onları doğduklarına pişman ederler. İktisadi sahada, sanayici olmaya, meslekî birlikler oluşturmaya, ülkenin anayasasının müsaade ettiği kadar bile hakları yoktur. Hasbelkader mühim bir yatırım yapacak olduklarında hemen bir kısım kamuoyu harekete geçer, sermayelerinin Rabıta, Suud, İran bağlantıları(!) araştırmaya başlanır. Peki, tüm bu yorumların dışında meydana gelen diğer gelişmeleri de nasıl açıklayacağız?

Türkiye son on beş yılda liberalizmin ve kapitalizmin ciddi olarak müesseseleşmesi noktasında büyük mesafe alınan bir devre geçirdi. Bu devrede iktidar dümeninde olan insanları bir göz önüne getirelim ;

Bu insanların büyük çoğunluğu musallî, yani namaz kılan insanlardı. Gençliklerinde veya orta yaş dönemlerinde, bu yazıyı okuyan birçok kişinin bizatihi kendileriyle veya onların ağabeyleriyle, babalarıyla belki birlikte çalışmışlardı. Birçoğu ehl-i tarik idi. Dedeleri, babaları sakallı, nineleri, anaları çarşaflıydı, hatta birçoğunun hanımlarının başları örtülü idi. Ama ne oldu? Türkiye’ye çağ atlatmak olarak sunulan Batıya entegrasyonun en şiddetli devresi, bu insanların yönetimindeki bir Türkiye’de gerçekleşti.

Bu insanları “muhafazakar aydın” tanımıyla ifade edebiliriz. Vicdani olarak Müslüman’dılar fakat zihinleri Batılı tarzda çalışmaktaydı. Batılı tarzda çalışmadan kasıt, zihinlerindeki temel doğru-yanlış tarzdaki kavramlar Batılı bir dünya görüşü çerçevesinde belirlenmişti. Bu insanlar adeta çift kişilikli, çift kimlikli insanlardı. Kimliklerinin bir yüzünde, yani vicdanî yüzde, yani dünyevî pratiğe yansımayan yüzde İslâmiyet, ama hayatla karşı karşıya geldiklerinde kullandıkları yüzde ise Batılı ideolojilere teslimiyet vardı. Yine bu yüz, Türkiye’de insanlarımızı dinlerinden, tarihlerinden tamamen koparamayacaklarını kavrayan kesimlerin oluşturmaya çalıştıkları yeri dînî anlayışa ve insan tipine uygun bir profil çizmekteydi.

İslâm’a taban tabana zıt ideolojilerin müessese olarak kökleşmesinde bu insanlar büyük vazife ifa ettiler. Müslüman kitleler de onların İslâm’a dönük yüzlerine aldanarak, sadece orayı görme, diğer yüzü ise görmeme noktasında kendilerini şartlandırdılar. Bunun sonunda da muhafazakâr aydınlarımızın başı çektiği siyasi iktidarlar, Müslüman kitlenin dayandığı temelleri sarsmaya ve yıpratamaya çalışan dünya görüşlerinin kökleşmesine sebep oldu.

Memleketimizde liberalizmin ve kapitalizmin yerleşmesi süreci başka bir gelişmeyi de gündeme getirdi. Devletin yapısı, yöneten yönetilen ilişkileri, şimdiye kadar tabu olarak kabul edilen bir çok mesele, globalleşen dünyaya entegrasyon sürecinde ulusal kimlik kavramı ve sair düşünceler, ‘değişim’ ana başlığı altına tartışılmaya başlandı. Bu tartışma, insanları, devletin yeniden yapılanmasından insanımızın kimliğinin yeniden tarif edilmesine kadar varan noktalara getirdi. ‘Kimlik’ konusunun derinlemesine tartışıldığı, tabuların göz ardı edildiği bir ortamda da İslâmiyet’le olan mesafemiz, dînin hakiki mahiyetinin anlaşılmaya çalışılması, tarihimizle ve kültürümüzle kurulacak bağların ne ölçüde olacağı mevzubahis edilir oldu.

İnsanımızı İslâm dininden sıyırmak isteyen kesimlerin, bambaşka bir din anlayışı ortaya çıkartarak, onu ‘İslâm’ adıyla insanlarımıza kabul ettirmeye çalışmaları süreci, öyle enteresan zıtlıklara yol açtı ki, bu yolu tercih edenleri bile hayrete düşürdü. Dîne köstek olmak için alınan her tedbir, yaptığı tahribat yanında, ülkede dînin hakikatini kavramada müspet yönde bir fonksiyon görür hale geldi. Dîne karşı tavır alan kesimler bile, kendilerini ister istemiz dîni bir motifle tanımlamak, dinle bir bağlantıları olduğunu belirtmek zorunluluğu içerisinde hissettiler.

Türkiye’de dînin hakikatini kavramak, gereklerini hayatında uygulamak isteyenler, bunu engellemek, mecrasından saptırmak isteyen kesimler ve bunların arasında kalan hangi noktada bulunursa bulunsun hemen herkes, bu gelişim içinde bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor.

Değişim ana başlığı ile girilmiş olan bu yolda, niyetleri İslâmi gelişmeyi kontrol altına almak veya mecraından saptırmak olan zihniyetler bile sonuçta dîni gelişmenin önündeki engellerin kaldırılması, ülkede din merkezli bir hayatın yaşanılır olması sonucunun ortaya çıkmasına hizmet ediyorlar ve böyle giderse de hizmete devam edecekler. Çünkü bir kere İslâm, tarih, kültürel devamlılık, köklerimizle bağlantı gibi mefhumlar, kamuoyunun gündemine girmiştir ve gittikçe daha ciddi bir tarzda varlığını hissettirmektedir.

Gözden uzak tutulmaması gereken önemli nokta şudur: Dînin hakikatlerini yaşama gayreti içinde olan insanlar, bir yandan bu gidişi hızlandırıcı bir tavır içinde olurken, diğer bir yandan da teorik ve pratik sapmalara karşı her zamankinden daha fazla hassasiyet göstermek zorunluluğundadır. Bu zorunluluk, evvel emirde dîni iyi bilmeyi, onun temel dayanaklarına vukûfiyeti gerektirir.

Etrafımızı çepeçevre saran Batılı hayat tarzının temel değerlerini de komplekssiz bir bakış açısıyla yorumlamak en az dîni kaynaklara vukûfiyet kadar önem taşımaktadır. Ayrıca, dinin özünden uzakta, neredeyse bir asra yakın süre geçirmiş olan toplumun fertlerinin hakikatleri bir çırpıda kabul edemeyeceklerini de gözden uzak tutmayarak, şu an için muhalif ve köstekleyici gibi görünen kesimlerin bile engin bir hoşgörü içinde değerlendirilmesi icap etmektedir.

Dinin özüne uygun bir hayatın yaşanılmasından korkan, bunu engellemek ve saptırmak için uğraşan insanların da, asıl kimliklerine dönmekten başka kurtuluşları olmadığı gerçeğini kabul etmeleri, hem kendi menfaatleri hem de ülke menfaatleri için en uygun tercih olacaktır.

Şimdiye kadar edindikleri menfî yöndeki tüm bilgileri bir kenara bırakarak, dîni değerlerini, tarihini ve geçmiş asırda dedelerinin içinde yaşadığı güçlü toplumu farklı bir gözle yeniden ele alan her ferdin, şu anda başka başka sınırlar içinde yaşıyor olsalar da, İslâm medeniyet havzasındaki  yerini bulması kuvvetle muhtemeldir.

Özetle ifade etmek gerekirse, insanımızın sahip olması gereken kimliği, İslâm dairesi içinde en doğru tarzda tarif edip ona ulaşmasını sağlamak, toplum olarak istikbalimizin teminatı olacaktır.

ERHAN ERKEN

BİLİM SANAT VAKFI BÜLTENİ 1994-95

 

BİZ SENİ ÇOK SEVİYORUZ

Şirin yüzlü bir çocuk ekrana geliyor ve adeta insanın içine işleyen bir sesle şöyle diyor:

-Arabanızı seviyorsunuz, sigorta ettiriyorsunuz. Evinizi seviyorsunuz, sigorta ettiriyorsunuz. Peki, beni sevmiyor musunuz?

Bu sözlerden sonra araya tok ve güven verici bir ses giriyor:

-Canınızdan çok sevdiğiniz yavrunuzu her türlü kazalara karşı sigorta ettirin.

Sonrasında ekranda yine masum yüzlü yavrumuzu görüyoruz, gülen bir çehre ile son darbesini vuruyor:

-Ben sizi çok seviyorum…

Televizyonda son günlerde izlediğimiz reklâmlardan bir tanesini özetle nakletmeye çalıştım sizlere. İnsan yukarıdaki metni soğukkanlı bir tarzda okuduğu zaman aklına belki ilk olarak şu gelecektir: Benim çocuğumun başına bir iş geldikten sonra bana sigorta milyarlar verse ne olur? Fakat televizyon gibi insanın neredeyse tüm duyu organlarına hitap eden bir iletişim aracı karşısında bu kadar soğukkanlı durabilmek her zaman mümkün değil zannediyorum.

Reklâmı hazırlayanlar hakikaten zeki insanlar. Anne ve babaların çocuklarına karşı zaaf noktalarını çok iyi yakalamışlar.

Pazarlama iletişimcileri bu vakıada cağdaş dünyada sahip olmak ve sahip olduktan sonra elden kaçırmamak için büyük gayret sarf edilen iki önemli objeyi; araba ve evi seçmişler ve yine insanlar için çok değerli olan yavrularıyla mukayese ettirmişler. Bu mukayese, his ile mantığı aynı anda harekete geçiriyor ve otomatikman karar veriyorsunuz,  tabii ya ne kadar doğru…

Bu reklâmı seyrederken benim zihnim de reklâmı hazırlayanların istediği gibi çalışmaya başlamıştı ki, ilk defa lise yıllarımda okuduğum ve bana derinden tesir etmiş olan bir hadis-i şerif mealini hatırladım.

“Çocuğun anne babası üzerinde üç önemli hakkı vardır diyor, Hz. Peygamber sav:

1-Güzel isim koymaları

2-Dinini öğretmeleri

3-Vakti gelince evlendirmeleri

Yukarıdaki üç noktaya dikkatlice baktığımızda yüce önderimizin, insan hayatının her zerresini kuşatacak değerde işleri anne babalara vazife kılmış olduğunu görüyoruz. Çocuğuna dinini öğreten bir ebeveyn onun dünya ve ahiret hayatı için çok önemli bir tedbiri almış, adeta yavrusunu sigorta ettirmiş oluyor.

Bu hadis-i şerifin arkasından hatırladığım bir başka hadis de bir öncekinin manasını konumuzla ilgili olarak yerli yerine oturtuyor. Öldükten sonra amel defteri kapanmayacak, yani yaşamadığı halde amel defteri kapanmayacak, yani yaşamadığı halde amel defterine sanki hayatta imiş de hayırlı işler yapıyormuş gibi sürekli sevap yazılacak insanlardan bahsedilirken, arkasında hayırlı bir evlat bırakan anne ve babaların da zikri geçiyor. İyi evlat yetiştirmek ana-baba için de sigorta niteliği taşıyor.

Dini terbiye verilmiş ve Allah’ın koyduğu ölçülere göre iyi yetiştirilmiş çocuklar adeta sigorta ettirilmiş oluyorlar, diğer yandan onların iyi yetiştirilmeleri anne ve babaları için de ahirette sigorta niteliği taşıyor.

Adeta bir taşla iki kuş vuruluyor.

Allah’ın hudutlarını düşünerek yaşamaya çalışan insanlar için bundan daha güvenilir bir “yarın” garantisi olabilir mi acaba…

O halde şirin yüzlü yavrumuzu cevapsız bırakmayalım.

-Canım yavrum, biz de seni çok seviyoruz. Hem bu dünyada hem de ahirette huzur içinde yaşayabilmen için dinini iyi öğrenmen ve iyi bir Müslüman olman gerekiyor. Bunun için var gücümüzle çalışacağız…

ERHAN ERKEN

İKBAL BÜLTENİ 1990

 

 

 

BİR HABERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bu yazı 28 Şubat sonrası Türkiye’mizde, ne tür hazin tabloların yaşandığını gösteren örneklerden biri olarak kaleme alınmıştı

 

Hürriyet Dergi Grubu’na ait Tempo Dergisi’nin 49/573 sayılı (3-9 Aralık1998) nüshasında “ÇOCUK KİTAPLARINDA ŞERİAT PROPAGANDASI” başlığıyla bir yazı yayınlandı. Yazıyı hazırlayan Nilüfer Arat. Yazının üzerine oturduğu temel konu da Türkiye’nin ‘en büyük’ yayın kuruluşlarından biri olarak ifade edilen Kaynak Yayınları’nın  ( Şu anda var olan Kaynak Yayınları ile isim benzerliği dışından bir irtibatı yoktur) yaptığı bir araştırmanın bulguları. Araştırmayı yürüten ve Tempo dergisinin de kendisinden sıkça bahsettiği kişi ise, yayın evinin Çocuk Kitapları Yönetmeni Nalan Mahsereci.

Mezkûr araştırmanın en çarpıcı yönleri şöyle sıralanıyor:

—Çocuk kitaplarında şeriat propagandası yapılıyor…

—Çocuklar için yayın yapan 231 yayınevinden 74’ü (%32) şeriatçı.

—Bu 231 yayınevinin yayınladığı toplam 2963 eğitsel amaçlı kitaptan 657 tanesi (%22) şeriatçı yayınevleri tarafından yayınlanıyor.

Bu “dehşetengiz” bulguların yanında Tempo dergisinin araştırmadan “çıkardığı” genel kanaat satır başlıklarıyla şöyle:

—Yapılan yayınlar, edebî bir çerçeve içinde, örtülü olarak dini propaganda yapmanın yanında, dinin gereklerini, felsefesini öğretiyor.

—Kitaplardan verilen örnekler de şöyle: Abdest alıyorum, hacca gidiyorum türünden boyama kitapları.

—Boyama kitabında resmi çizilen kız çocuğu namaz kılarken başını örtüyor. Sonra dedesinin de sakalı var. (Tüm bunlar, çocuğa verilen yanlış mesajlar olarak değerlendiriliyor.)

—Selahaddin Eyyubi, Kılıçarslan, Alparslan başlıklı çizgi romanlarda yaygın dini motifler kullanılıyor. (Bu çizgi romanlarda ana tema ise şu şekilde belirtiliyormuş: Sivri mızrak madde ise, onu düşmana saplayan kol ruhtur, imandır.)

Nalan Mahsereci’nin araştırması sırasında tesbit ettiği önemli “tehlike”lerden bir tanesi ise, kitapların bazılarında evrim kuramına karşı, yani insanların maymundan geldiklerini ifade eden kurama karşı, yaratılış kuramının benimsetilmeye çalışılmasıdır. Hatta bu kuramı ileri süren bir dizi kitabı şeriatçılar, 1993 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara tavsiye ettirmişler. Bu şekilde okullarda okutturuyorlarmış.

“Görüldüğü gibi bu yayınevleri korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar” diyor, Tempo dergisi adına bu yazıyı hazırlayan Nilüfer Hanım. Aynı zat, anne ve babalara bu konuda dikkatli olmalarını tavsiye etmeyi de ihmal etmiyor.

Araştırmayı okurken aklıma gelen noktalardan bir tanesi araştırmayı yapan yayıncının yayınevlerinin pazar paylarına verdiği önem oldu. Kaynak Yayınları çocuk eğitimi ile ilgili yayınlara yeni girmeye başlamış. Tempo dergisini çıkaran Hürriyet Grubu ise bu sahada basılı ve görsel olarak çok zamandır etkin bir durumda. Her iki yayınevinin de %32’lik Pazar payına hâkim olan ‘bir tür yayıncılıktan’ rahatsız oldukları kesin!

“Şeriatçı” diye ifade ettikleri bu tür insanların sanki pazardan çıkmalarını veya çıkarılmalarını istiyorlar. Sadece onların değil, bu tür kitapları talep edip çoluğuna-çocuğuna alan insanları da, gizliden gizliye sanki suç işliyorlarmış psikozuna sokmaya çalışıyorlar.

Tempo dergisinde konuyla ilgili yazının son paragrafında yer bulan ‘korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar’ ibaresi ile sanki onların korkmalarını, kendi ülkelerinde talebi olan bir işi yaptıkları için sırf bazı kişiler istemiyorlar diye cesaretlerinin kırılması gerektiğini ima ediyorlar.

Bu %32’lik kesim hakikaten yanlış bir şey mi yapıyor?  Abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek gibi fiiller halkının %99’unun Müslüman olduğu Türkiye gibi bir ülkede çok tabii şeyler değil mi? İslâm dininin temel kuralları olan namazı, namaz kılmak için yapılan temizlik olan abdesti, ömürde bir kere gidilen haccı anlatan kitapları sanki suçmuş, kötüymüş gibi bir çerçeve içinde tarif etmek, onu son yılların karalama sıfatı olan ve kendi öz anlamı dışında nerdeyse her yerde kullanılan “şeriat” kavramı ile ve tehlike imiş gibi ortaya koymak ise çok manidar bir tavır.

Bu konuları, dergideki gibi işleyen arkadaşlar, insanımızın nasıl bir dini inanışa sahip olmasını istiyorlar acaba? Abdesti, namazı, haccı olmayan bir İslâmiyet’in hakîki İslâmiyet’le uzaktan yakından bir benzerliği olamayacağına göre, dinsiz nesiller istiyorlar da bunu ifade etmekten çekinerek, bu tür dolambaçlı yollara mı başvuruyorlar? Dersiniz.

Yine araştırmaya dönersek, çocuklara yönelik dîni muhtevalı yayınlar yapan yayınevlerinin tesbit edildiği gibi %32’lik bir pazar paylarının olmasını talep yönünden değerlendirelim. Demek ki ülkemizde bu tür yayınlara ilgi bir hayli fazla. Tabii, kitapların yanında bu tür konularda sözlü ve yaşayan kültürün de çok canlı olduğunu düşünürsek “Tempo’cu” arkadaşların korkularını daha iyi anlayabiliriz. Ülkenin dört bir yanında camilerin olduğunu, günde 5 vakit ezanların okunup insanların abdest alarak camilere gittiğini, cami ile hiç ilgisi olmayanların bile ömründe en az bir kere, o da öldüğünde camiye getirildiğini, bütün kotalara rağmen her yıl binlerce insanın hacca gittiğini gören, çocukların okudukları kitaplardan çok daha fazla bir şekilde bu manzaralardan etkilendiklerini bu “Tempo’cu” arkadaşlar iyi bilmektedirler.

Bu noktalardan hareketle Tempo’daki yazıya başlarkenki giriş cümlelerinin ve yazının birkaç yerinde geçen bazı ibarelerin de, arkadaşların kendi niyetlerini ele veren, ağızdan kaçmış cümleler olarak algılanabileceğini belirtmekte fayda var. Yazının başlangıç paragrafında şöyle bir ifadeye yer verilmiş:

“Geleceği bugünden belirleyebilirsiniz. Nasıl mı? Çocukları eğiterek. Çocukları eğitmek geleceğe temel atmaktır’.

Diğer bir cümleyse şöyle “…Bu alana önemli yığınak yapıyorlar.

Bu ülkede, İslâm dini, abdest, namaz, hac, yeni şeyler değil ki yeniden ortaya atılsın. Nesillerdir yaşanan, müesseseleri ile Türk toplumunun adeta içine sinmiş değerlerdir korktukları. Bu konuda hiçbir yayın yapılmayacak olsa bile yaşayan kültür ile nesillerden nesillere nakledilen değerlerdir bunlar.

Fakat insanların maymundan geldiği tezi bu topraklar için çok yeni ve kabul edilmesi çok zor olan iddialar. Allahsızlık, dinsizlik bu topraklarda yaşayan insanlar için çok zor kabul edilebilecek/kabul edilmeyecek özellikler. Bu yeni (!) düşünceleri bu topraklarda yerleştirmek için gayret sarf edenler acaba Hürriyet Grubu yayınları olmasın? Kendi yapmaya çalıştıklarını yanlışlıkla söylemiş olmasınlar. Bu tezimizi güçlendiren örnekler de yok değil. Doğan Grubu (Hürriyet Grubu’nun da içinde yer aldığı grup)’nun çocuklar için yayınladığı Herkül isimli kitaptan küçük bir bölümü buraya aktarmakta fayda var:

“Büyük şef Zeus hapsetti korkunç devleri,

İşleri düzene sokmaktı tüm derdi.

Tanrılara, tanrıçalara birer iş verdi.

İnsanlar sevinçten bayram etti!

Ama bir gün yukarıda olup biten,

Tarihi değiştiriverdi kökünden…’

(…)

O gece tanrıların yurdu Olimpos Dağı’nda şenlik vardı.

Zeus ile Hera’nın oğulları Herkül’ün doğumu şerefine, gökyüzü havai fişeklerle ışıl ışıldı…”

Bu kitabın devamında, Kanal D’nin sevilen dizisi Herkül’ün doğumu sonrası yaşanan olaylar anlatılıyor. Televizyonlarda, kitaplarda güçlü, kuvvetli, yakışıklı bir dev olarak tanıtılan Herkül, esasında Yunan tanrılarından Zeus’un oğlu. Kendisi de adeta bir yarı tanrı. İnsanlarımız, çocuklarımız Allah’ı, kitabını, İslâm dininin yaratılış kuramı olarak Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı bilmeyecekler, fakat eski Yunan tanrılarının menkıbelerini okuyarak, tv.’lerde izleyerek bambaşka bir dinin temel inançlarının tesirinde kalacaklar. Birisinin ismi, şeriat yanlısı olmak,  irtica ve zararlı davranış, diğerinin adı ise çağdaş bilimsel düşüncenin yolu, ilerilik ve aydınlık Türkiye…

Sonra “yığınak” lafı, yazının bütününde iki kere geçiyor. Ortada savaş mı var ki yığınak ihtiyacı olsun. Günde 5 vakit ezan okunan ve ezanın gereği olarak camilerde kılınacak namazı anlatan boyama kitabını basmak, onu satmak, onu okumak, niçin yığınak olarak ifade edilmiş anlamak bir hayli güç. Yığınağı olsa olsa Evrim teorisini, Yunan mitolojisini bu ülke insanının beynine zorla sokmak isteyen insanlar yapabilir…

Bu arada, Tempo dergisinin yayınının ortaya çıkardığı somut bir neticeye de değinmeden geçemeyeceğim. Derginin yayınlandığı hafta İstanbul’da, (Başka şehirlerde de oldu mu bilmiyorum) İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne ait uzmanlar birçok çocuk yuvasına ani baskınlar düzenleyerek yukarıda bahse konu olan yayınları aradılar. Ve bu yayınlardan örnekler alarak, tutanak tuttular. Baskıncı uzmanların yuva ilgililerinin soruları karşısında verdikleri cevap şöyle oldu: Ankara’dan talimat geldi, onun üzerine arama yapıyoruz.

Ne arıyorlar?

Abdest Alıyorum, Namaz Kılıyorum türü boyama kitaplarını, dergide adı geçen yayınevlerine ait yayınları… Yuvalar, yatak altlarına kadar didik didik aranıyor. Öğretmenlere, çocuklara sorular soruluyor:

—Neler öğretiyorsunuz/öğreniyorsunuz? Başka ne gibi kitaplar okutuyorsunuz/okuyorsunuz? gibi çapraz sorular. Muhatapları 4-6 yaş arası okul öncesi dönem çocukları.

Yuva yöneticileri, İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü görevlilerinin bu işi hiç de istekli olarak yapmadıklarını ifade ediyor. Onlar, kendileri ile sürekli irtibat halinde olan, her ay evraklarını getiren, senede birkaç defa teftiş geçiren yuvaları az çok tanıyorlar ve bu tür baskınların, kaçakçılara, hırsızlara uygulanabilecek didik didik arama yöntemlerinin çocuklar üzerinde hiç de iyi bir etki bırakmayacağını biliyorlar. Fakat emir büyük yerden.

Nereden?

Ankara’dan, bakanlıktan. Bakanlık neden böyle bir ihtiyacı hissediyor? Yığınak yapmaktan bahseden, aslında kendisi yığınak yaparak çocuklara evrim teorisini, Yunan mitolojisini, tanrıtanımazlığı aşılamak isteyen kesimlerin düğmeye basmasından…

Özetlemek gerekirse; bugün kendi doğduğu coğrafyada bile uygulanabilirliğini yitirmiş bir Marksizm yorumunun, Türkiye’de bir dönem savunuculuğunu yapmış bir damarın uzantısı olan malum yayınevinin, güçlü bir medya holdingi ile birlikte yaptığı hacmi küçük, fakat önemi çok büyük bu yönlendirme çalışması, ülkemiz için, yarınlarımız için çok üzücü sonuçlar doğurabilecek mahiyette bir faaliyettir.

Ülkemizde insanlarımızın büyük çoğunluğunun dini olan İslâmiyet’in temel ibadetlerinin, dayanak noktalarının ‘kötü’, ‘zararlı’ olarak ifade edilmesi, bu değerlere sahip insanların çeşitli vasıtalarla korkutulmaya çalışılması çok yanlış davranışlardır. Ülkemizde kökü olmayan düşünce ve inanç sistemlerinin zorla benimsetilmeye çalışılması da bir diğer yanlış tutumdur.

Herkesin, özgür iradesi ile Müslüman olmamaya, başka bir dine mensup olmaya, inanca veya inançsızlığa inanmaya hakkı olduğu gibi Müslüman olmaya da hakkı vardır. Müslüman olmaya çalışan insanları, kötü sıfatlarla anmak hiç kimsenin imtiyazı olamaz, olmamalıdır.

Ülkemizde son yıllarda var olan nazik ortamı kullanarak, bu ortam içinde ortaya çıkan bazı kavramların arkasına geçerek, düşmanı veya ticari rakibi olduğu kesimleri zayıflatmaya çalışmak hiçbir fert, grup, cemaat veya cemiyet için doğru ve onurlu bir davranış değildir.

 

ERHAN ERKEN

YENİ ŞAFAK GAZETESİ

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ 1999

 

SOKAKTAKİ ADAMIN SESİ

Üniversitedeki öğrencilik yıllarından beri beraber olduğumuz arkadaş grubumuzda Mehmet isimli bir kardeşimiz var. Mehmet aslen Kayserili ve Kayserililerin büyük çoğunluğunun yaptığı gibi serbest ticaretle uğraşıyor. Pratik bir zekâya sahip, nüktedan bir insan… Şimdi, diyeceksiniz ki memlekette bu özelliklere sahip binlerce insan varken bize ne Kayserili Mehmet’ten? Haklı olabilirsiniz ama lütfen biraz daha bekleyin!

Bizim Kayserili Mehmet’in en hoş yanı, “Arkadaşlar, ben sokaktaki adamım, sokaktaki adamın sesine kulak verin” diyerek başladığı açıklamalıdır. Ne zaman ki siyasi, sosyal, ekonomik veya kültürel bir konuda sohbet açılır, herkes konunun kendi ihtisas alanı çerçevesinde detaylı analizini yapmaya çalışırken, konunun kıvamını bulduğu noktada, şayet Mehmet oradaysa muhakkak söze girer ve sözlerini umumiyetle şöyle tamamlar: “Tamam sizler koca koca laflar ederek kendi kendinize konuşuyorsunuz, fakat ben sokaktaki adam olarak sizi yeterince anlayamıyorum veya siz bana kendinizi yeterince anlatamıyorsunuz.

Şimdi bu konu, benim ve mensubu bulunduğum büyük Müslüman cemaatin faydasına mı, zararına mı? Faydasına ise bu faydayı nasıl arttıracağız? Yok, zararına ise bu zararı nasıl önleyeceğiz? Bu konuda ortaya koyduğumuz fikirlerin sonuçları bizi Allah’a yaklaştıracak mı, yoksa uzaklaştıracak mı? Hesabımızı düzgün olarak vermek konusunda öbür tarafta bize destek mi olacak?”

Biz, bu söylemin ardından ilk etapta belki güleriz. Çünkü bu tip çıkış tansiyonu düşürür. Fakat ardından gelen bir iki dakika içinde Mehmet’in yaklaşımı puan toplamaya başlar. Aslında bizim “Kayserili”, konuşulanları çok iyi anlar, fakat ihtimal ki konunun konuşulmasını, tartışılmasını icap ettirecekse en önemli noktasına dikkat çekmek için bunu yapar. Çoğu zaman da bu tavrıyla hedefine ulaşır ve toplulukta bulunan insanlar Mehmet’in şahsında sokaktaki adama konuyu izah etmeye çalışırlar.

İnsanların hakkında müspet veya menfi tarzda derinlemesine fikir beyan ettikleri birçok konuda “sokaktaki adam” şablonunu kullanmak bazen meselenin daha açık bir tarzda anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Örnek vermek gerekirse; 1960 yılından beridir belli aralıklarla ama daima tartışma mevzuu edilen, AET (veya bugünkü deyimiyle Avrupa Topluluğu) ve şimdilerde safhalardan neredeyse en önemlisi olan Gümrük Birliği konusunu ele alalım.

Türkiye, Avrupa Topluluğu’na girmeli mi, yoksa dışında kalıp kendi medeniyet dairesindeki kardeşleriyle belki kısa dönemde zorla da olsa belli ortaklıklar içine girmeye mi çalışmalı?

Bu sorulara cevap aranırken insanlar ilk önceleri her iki cevabın da kendi tezlerini destekler tarzdaki en rasyonel taraflarını öne çıkartıp izahlar yapıyorlar. Oysa meselenin arka planını biraz eşeleyince daha farklı hareket noktalarına varıyorsunuz.

Türkiye AT’ye girmeli diyen kesimin genelde Türk insanının çağdaş uygarlık seviyesine     (seviye neresi ise) ulaşmak için ne pahasına olursa olsun Batılıların yanında yer almasına arzu ettiği ve bunu sağlayacak bir araç olarak da ilk tezi desteklediğini görüyorsunuz.

Türk insanının tarihten gelen kültürel ve dîni bağlarını önemseyen ve yeniden bu bağlarla oluşmuş çerçeve içindeki yerini almasını isteyenler de ikinci tezi güçlendirecek deliller arıyorlar ve ortaya koyuyorlar.

Bazen çok komplike gibi görünün meselelerin “sokaktaki adam” üslubuyla esasında bazı basit ama önemli noktalar üzerine oturduğunu fark edebiliyorsunuz.

Bu günlerde A.T. ve Gümrük Birliği konularının tartışıldığı her mecliste gözüm ve gönlüm bizim Mehmet’i veya onun yaklaşımına sahip başka Mehmetleri arıyor ve hayati sorularını sormasını diliyor.

Ancak bu tarzda sorular sorularak ve onların cevaplarını net bir şekilde alarak daha faydalı noktalara ulaşabileceğimize inanıyorum.

Mehmet sen ne zaman nerede bulunacağını iyi bilirsin, insanların sana ve senin gibilere ihtiyacı var, ne olur bizi bekletme…

ERHAN ERKEN MÜSİAD BÜLTEN ARALIK 1994

MÜSİAD BÜLTENİ  Aralık 1994

GREV PAZARLIĞI

Odanın içinde sigara dumanından kesif bir tabaka oluşmuştu. Neredeyse 3 saattir süren toplantı hararetli konuşmalarla devam ediyordu. Çaycı en az yedi sekiz sefer dolu bardaklarla girmiş, boşlarla çıkmıştı. Sekreter, tembihli olduğu için her gün hiç durmadan çalan telefonun bile adeta sesi kesilmişti. Odada arada bir ses tonu yükseliyordu. Hatta bir iki defa taraflar karşılıklı olarak masayı yumruklamışlardı.

-%70 zam, üç maaş ikramiye ve aylık 195 saat çalışma, bundan bir adım geriye gidemeyiz.

-Kardeşim biz “baba”dan (Süleyman Demirel) daha zengin değiliz. O bile %35 veriyor. Biz ondan bile fazla verip %50 diyoruz. 2 maaş ikramiye, çalışma saati de 225. Yeter kardeşim, yeter yahu…

-Olmazsa greve gideriz, bütün işçiler bizden yana, daha fazla zorlamayın.

-Gidebilirsen git bakalım. İş oylamaya kalırsa burayı başın önünde terk edersin sonra…

İfadeler tehditkâr bir hâl almaya başlamıştı. Üç sendikacı ile fabrika sahibi, müessese ve personel müdürlerinden meydana gelen altı kişinin konuşması artık sonuç verir bir mecranın dışına çıkmıştı. Sendika temsilcileri, “Biz işçi kardeşlerimizle bir toplantı yapacağız, sakın mani olmaya kalkışmayın” diyerek masadan kalktılar. Fabrika sahibi Zeki Gülce, “Yapın bakalım, yalnız ben buradayım ve gözüm üzerenizde. Yanlışlık olursa çok kişinin canı yanar bilmiş olun…” şeklinde bir uyarıda bulundu.

Bu laflar hiç yenir yutulur şeyler değildi, fakat bazen sinirlerin gerilmesi insana neler söyletiyordu. Zeki Bey, tehdidin ağır kaçtığını hissetti. Hiç renk vermeden yerinden kalktı ve müdürlerine, 10 dakika sonra onları odasında beklediğini söyleyerek lavaboya gitti. Öğle ezanı yeni okunmuştu. Zeki Bey, “Abdest tazeleyeyim de namaz kılayım” diye düşündü. Beş dakika sonra yenilenmiş bir ruh haleti içinde odasındaydı. Seccadesini serdi, sekreterine namazda olduğunu söyledi. Sekreter hanım, neredeyse her gün öğle namazını ikindiye yarım sat kala alelacele kılan patronunun bu haline pek mana veremeden:

-Peki efendim, yalnız sizden telefon bekleyen birkaç arkadaşınız var.

-Beklesinler ne yapayım. Şu namazımı kılayım, sonra vakit kalırsa ararız. Ben unutursam hatırlatırsın.
Büyük bir edeple kıbleye yöneldi. Sanki 15–20 dakika evvel sendikacıların önündeki o sert adam kendisi değildi. Bir an için işinin dışında ayrı bir âlemdeymiş gibi bir duyguya kapıldı.

-Allahu Ekber…
​(…)

Namazın bitimine doğru müessese müdürü ve personel müdürü odaya girmişlerdi.

-Allah kabul etsin efendim!

-Tekabbel Allah!

-Amin, sağ olun. Kahve içer misiniz, arkadaşlar, sinirlere iyi gelir?

-Olur efendim, alalım. Bir dakika, siz zahmet etmeyin, ben sekretere söylerim.

-Arkadaşlar, bu adamlar herhalde toplantı yapacaklar. Sizden ricam, bir iki genç bulalım da videoya kayıt edelim. Yalnız mümkün olduğu kadar farklı açılardan almaya çalışalım. Çok hareketli tartışma anlarını da zumlasınlar.  Bir de kameraların gözükmemesine azami dikkat edelim.
Mümkünse fabrikanın çatısından veya yan komşudan rica edelim, onun balkonundan çekim yapalım, oldu mu?

İşçilere de sendikacılara da söylediklerimizi aynen ulaştırmaya çalışalım. Bunlar “yanlış yunluş” şeyler söyleyip çocukların kafalarını karıştırmasınlar. Hatta yaklaşan bayram için kendilerine ekstra bir şeyler düşünebileceğimizi de fısıldayalım, oylamaya giderlerse perişan olmaları lazım. İşçilerin yüzüne bakamasınlar.

-İşçilerin bazıları grev için çok ateşli, bunlar, diğerlerini ve özellikle de gençleri etkiliyorlar. Onlarla özel konuşsak mı?

-Yok yok şimdilik bu söylediklerim dışında hiçbir hareket yapmıyoruz. Hele bir enerjilerini boşaltsınlar, sonra bakarız…

Saat 15.00’e doğru başlayan toplantı tarzındaki gösteri, yaklaşık 1000 kişinin çalıştığı fabrikada 250 civarında işçinin bazen aktif, bazen de pasif katılımıyla bir saat kadar sürdü.

Saat 18.00’e doğru, fabrikanın reklâm filmlerinin, dia gösterilerinin yapıldığı odasında iki kişi, videodan öğleden sonraki gösteriyi izliyordu, Zeki Gülce ve çok güvendiği yardımcısı İlhan.

-İlhan, dörtte biri anca toplayabilmişler. Bu işi beceremeyecekler. Yalnız birçok kişinin canı yandığı ile kalacak.

-Evet, çok kuvvetli değiller. Farkındaysanız, işçileri fazla tahrik etmek istemiyorlar gibi geldi bana. Bu hallerini örtmek için araya birkaç sivri slogan katıştırmışlar. Onun ötesinde bir şey yok. Sahi siz hiç Altınyunus’a gider misiniz? Neden onu tutturmuşlar?

-Yok canım, bir kere önünden geçtik. İçini hiç bilmem. O tatil köyü bizim gibiler için değil ki. Fakat bak konuşmacı yine söylüyor: “Yazları Altınyunus tatil köyünde, Alanya sahillerindeki yalılarında yedikleri paralar maliyeti arttırmıyor da, size yapacakları zam mı maliyetleri artıracak…” Bak utanmaza bak…

-Ahmet Usta’yı görüyor musun? O kadar insanın arasında ne yapıyor öyle?

-Galiba ileri gidenleri ikaz ediyor.

-Herhalde, bakın bir tanesi onu itekleyip kenara çekiyor… Aaa, koca adamı tartaklıyorlar.

-Tartaklayanların başı da Hasan, görüyor musun?

-Hani o, ameliyatı için rahmetli babanızın ön ayak olduğu çocuk değil mi?

-Yaa, vay vicdansız vay. Onu da adam eden Ahmet Usta’dır biliyor musun?


Bu Ahmet Usta var ya, rahmetli babamın ilk ustasıdır. Eskiden aileden bir fert gibiydi. Devamlı geliş-gidiş yapardık onlarla. Beni de çok severdi. Bazen haftada bazen de 15 günde bir beni tekkeye götürürdü. Ben de çok sevinirdim. Gerçi kendisi Nakşî idi. Onun intisaplı olduğu hocaefendinin camiine de giderdik. Hatta hatırlarım, bazen onlar zikir yaparlarken ben kenarda bekler, o camiinin tonton müezzini ile sohbet ederdim. Beş altı sene evveline kadar o güzel insanları seyrek de olsa ziyaret ederdim, fakat bu aralar çok uzak kaldım…

Neyse nerden nereye atladık. Yani anlayacağın Ahmet Usta bizim ailenin emektar ustasıdır, baba yadigârıdır. Ona kalkan el, bize kalkmış gibidir. Hepsi görür gününü! Tazminatlarını hesaplayıp atalım. Ustabaşını itip kalkmak neymiş görsünler.

-Zeki Bey, bu işten bir şey çıkmaz. Biz bayramda yarım maaş ekstra ikramiye verelim. Zammı da %50 diye tüm işçilere duyuralım. Bunlar çözülürler.
-Evet evet haklısın. Söylediğin gibi hareket edelim.

(…)

Aradan 15 gün kadar geçti. Fabrikada grev için yapılan oylama işçilerin grevi istemediği ve yönetimin teklif ettiği ücret ve çalışma şartlarını kabul ettiği şeklinde bir eğilimi ortaya çıkardı. Sendika büyük bir prestij kaybetmişti. Greve gidileceğini hesaplayan, bunun için sendikayı ve işçilerin bir bölümünü çeşitli şekillerde kışkırtan aynı sektördeki bazı rakip firmalar, ortaya çıkan durumdan hiç hoşnut olmamışlardı. Fabrika yönetimi ise rahatlamıştı. Kendi aralarında konuştuklarında asgari ücretin biraz üstünde bir maaşla çalışın işçinin %50 bile zam alsa yine de geçinmesinin ne kadar zor olduğunu ifade ediyorlardı. Fakat “piyasa şartları”, “rekabet”… “Tüm ekonomik dengesizlikleri biz tek başımıza mı düzelteceğiz” gibi dayanaklar bularak hemen başka bir konuya geçiyorlar ve adeta bu noktada kendi vicdanlarından kaçıyorlardı.

Grev provaları yapıldığı günlerden birinde fabrikadan çıkarken temiz yüzlü, gençten bir işçinin yanına yaklaşıp söylediği sözler aradan günler geçtiği halde Zeki Gülce’nin aklından çıkmıyordu.

Ne demişti “Sizin dininize bağlı, hak ve adaleti kollayan bir insan olduğunuza inanıyorum. Menfaatime olduğu halde sendikayı desteklemedim.. İmkânınız müsait de bize hak ettiğimizi vermiyorsanız ahirette iki elim yakanızda olacaktır, haberiniz olsun.”

Bu laf adeta klişe gibi zihninde yer etmişti. Yeni aldığı ve Türkiye’de emsali az bulunan 500 SEL Mercedes’ine her bindiğinde veya yine geçen sene aldıkları Tekirdağ’daki yalıyı düşündüğünde o nurani yüzlü genç, gözünün önüne geliyor ve sanki “Bunlara benden kestiklerinle sahip oldun” diyordu. Fakat ruha huzursuzluk veren şeyleri geri plana atan beyin fonksiyonları hemen imdadına yetişiyor ve gencin siluetini hafızasının derinliklerine itiyordu.

Fabrika yönetimini ve özellikle de fabrika sahibi Zeki Beyi üzen bir diğer husus da grev provası niteliğinde düzenlenen toplantı sırasında ve sonrasında meydana gelen bazı olaylardı. Kardeşi gibi davrandığı bazı insanların yeri geldiğinde düşmanıymış gibi karşı muamelede bulunması onu çok sarsmıştı. Belki de ilk kez bu olayla birlikte, “tecrübe” denen şeyin insanlara olan güveni azaltmasına bizzat kendi üzerinde şahit olmuştu.

Babasının dört sene evvel vefatıyla birlikte fabrika yönetimini üstlenmişti, sağda solda buna benzer hadiseleri çok duymuş olmakla birlikte kendisinin karar merciinde olduğu ilk işçi direnişiydi bu. Yıllar önce liseye giderken bir gün rahmetli babası ona “Oğlum hayatta hayret etmemeyi öğrenmelisin” dediğinde, bu lafı hiç sevmediğini hatırlıyordu. Belki babası gibi ehl-i takva bir insanın bu tip bir söz söylemesi ona anlamlı gelmemişti. İnsanların birçoğu kendisinin yanında başka, diğer insanların yanında başka türlü konuşuyorlardı. Her zaman ilke edindikleri doğruları yoktu. Mesela bu Zeki Bey için eskiden hayret edilecek bir şeydi. Yine insanların bir kısmı, kendilerine yapılan iyiliklere karşı samimiyetsizce cevap vermek zorundaymışlar gibi davranıyorlardı. Bu da hayret edilecek bir husustu. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündü, fakat zamanla ne oldu, kendisinin de artık çok ekstra konular haricinde hayret etmediğini hissetmeye başladı. Tabii, bu hissiyatın insanlar arası ilişkiler için zararlı bir hâl olduğunu zihninin kenarından hiç çıkarmadı. Nasıl böyle bir değişime uğradığını düşünürken bir hususu fark etti. Eskiden Mecelle’de yer alan “Beraat-ı zimmet esastır” kaidesini kendisine şiar edinmişti. Bu kaideyi insanlara uyguladığı zaman da insanlar öz olarak temizdir, birkaç kirli insan için tüm insanları kötülememek gerekir diye düşünüyordu. Fakat tanıdığı insan sayısının süratle artması, üstüne üstlük maddi durumlarının iyi olması dolayısıyla etraflarında dolaşan riyakârların çoğalmasıyla “İnsanların kötü niyetli olması normaldir, ancak bir miktar teşrik-i mesainin ardından iyi niyetinden emin olduktan sonra o insandan bir şey beklenebilir” görüşü kendisinde yer etmeye başladı. Demek ki “tecrübe” ile kaya gibi sağlam denen kıstaslar değişebiliyordu. Yeni kazındığı halin iyi olduğu iddia edilebilir miydi? Kesinlikle hayır… Binlerce insanın ortasında, maddi açıdan süper denebilecek imkânlara sahip, fakat en yakınına bile “acaba” ile bakan bir “tecrübe.”

Bazen, yerin dibine batsın böyle tecrübe diye düşünmüyor da değildi? Fakat sürdürülen hayat, insana her zaman düşündüklerinin aynısını yaşama fırsatı veriyor muydu sanki? Bu noktaya geldiğinde ise “Ben galiba bu işi yapmaya, ama bütün olumsuzlarına rağmen kendi içinde tutarlı bir şekilde yapmaya mahkûmum” diyerek kararını pekiştiriyor ve “devam” diyordu.

(…)

Fabrikadaki gergin ortamdan yıpranan Zeki Bey, yaklaşan Ramazan ayından evvel kısa dönemli de olsa bir tatile çıkma ihtiyacı duymuştu. İlkokula giden çocuğunun yarı yıl tatilinde bu kaçamağı yapabileceklerini düşündü. Kış mevsimi için en iyi yer şüphesiz ki Uludağ’dı. Eskiden, kendi küçüklüğünde babası, annesi ile birlikte gezemeye gitmeyi düşündüklerinde akıllarına ilk olarak Bursa gelirdi. Babası Uludağ’daki otellerde hiç kalmazdı. Bursa’da Çekirge semtinde mütevazı bir otelde kalırlar, Uludağ’a da günübirlik çıkarlardı. Babası; “Bu oteller çok sosyetik, hem de içkili, bize göre değil” diyerek yıldızı biraz az da olsa, lokantasında içki verilmeyen Çekirge’deki oteli tercih ederdi.

Zeki Bey rahmetli babasını hassasiyetine hâlâ saygı duymakla birlikte, olaylara daha global baktığını düşünüyordu. Devlet örgütünün Tekel kurumuyla içki imal edip sattığı bir ülkede yaşamaya razı olmak, içkili bir otelde kalmaktan kendi görüşüne göre deha az problemli değildi. “Meseleleri genelde çözmedikçe detayda boğulmanın anlamı yok” diyerek bu çelişik noktayı atlıyordu. O zaman, Uludağ’daki babasının deyimiyle “sosyetik” bir mekânda tatil, onu babası kadar sıkmıyordu. Çünkü o daha büyük bir sıkıntının içinde hissediyordu kendini. Zihnî hesaplaşmasında bu tür bir kararla rahatlamasına rağmen mutlak manada rahatlayamaması kafasını kurcalayan en önemli hususlardan biriydi. Acaba babasının detaylardaki hassasiyeti insanı daima diri tutan bir hassasiyet miydi?

Zeki Gülce global bakışıyla atladığı bu çelişik noktadan sonra telefonu kaldırarak Uludağ’daki oteli arayıp yer ayırttı. Ailesiyle birlikte orada zihnî çelişkiler yaşadığı mekânlarda geçen 10 günden sonra tekrar İstanbul’a döndüler…

Kendisini biraz rahatlamış hissediyordu. Gezilerini on günle kısıtlamalarının sebebi biraz da yaklaşan Berat Kandili’ni İstanbul’da geçirmek istemelerindendi.

İstanbul’a döndükleri günün ertesi günü kandildi. O gün akşam namazı için fabrikanın mescidine inmeyi düşündü. İndiği zaman cemaat oluşmuş namaza durmaya hazırlanıyorlardı. Niyet edip imama uydu. İmam ilk rekâtta Fatiha’dan sonra Elemneşrahleke’yi okuduğunda Zeki Bey sanki eski günlere geri gitmişti. Ahmet Usta ile onun bağlı olduğu dergâha gittiklerinde namazdan sonra Hatm-i Hacegân yaparlarken bu sûreyi okuyorlardı. O sahne hiç güzünün önünden gitmez, ne zaman bu sûre okunsa hatırlardı.

Namaz bittiğinde, mescid çıkışında Ahmet Usta’nın koluna girdi.

-Ahmet Usta, bu akşam ne yapıyorsun?

-Hiç evlat, birazdan paydos var. Sonra eve gideceğim, çoluk çocuk bekler. Belki yatsıya Efendinin camiine giderim.

-Beraber gidelim mi?

-Olur, gidelim de, hayırdır ne oldu?

-Hiç, bir şey yok, canım öyle istedi.

Fabrikadan beraber çıktılar. Ahmet Usta’nın evine ve kendi evine telefon ettiler. Dışarıda bir şeyler yedikten sonra yatsı namazına camiye vardılar. Namazlar kılındı. Zeki Gülce, uzun zamandır uzak kaldığı bu havayı özlemiş olduğunu hissetti. Ahmet Usta’nın yanından ayrılmamaya özen gösteriyordu. Beraberce önce küçüklüğünün “tonton” müezzininin yanına gittiler. Müezzin, onu hemen tanıdı, kucakladı, hatırını sordu. Ondaki samimiyet ve içtenlik Zeki Beyi ürpertmişti. O kadar tabii bir sıcaklık vardı ki yüzünde, insanların birçoğunun yüzünde her gün aşina olduğu o riyakâr gülüşlerden çok farklıydı bu keyfiyet.

Biraz görüştüler ve Efendi’nin yanına gittiler. Ahmet Usta, Efendi’ye Zeki Gülce’yi tanıştırdı. “Rahmetli Hasan Gülce Bey’in oğlu, hatırlarsınız eskiden beraberce sizi ziyarete gelirdik.” Efendi, tanıdığını ima eder tarzda başını sallayıp gülümsedi. Zeki Bey elini öperken, o da diğer eliyle Zeki Bey’in yüzünü sıvazlıyordu.

-Nasılsınız evladım, dedi.

-Çok sağ olun Efendim, dua buyurunuz.

Dikkatlice yüzüne baktığında Efendi Hazretleri’nin saçlarının çok beyazlamış olduğunu fakat sanki ay parçası gibi parıldadığını fark etti.

Müsaade isteyip bir kenara oturdular. Birazdan Hatme yapılacaktı. Ahmet Usta katılıp katılmayacağını sordu.

-Yok ben şu kenarda oturup seni beklerim.

Eline bir tesbih alıp kenara doğru geçti. Bir yandan Kelime-i Tevhid çekiyor, bir yandan da uzun zamandır hissedemediği garip bir iç huzurunun sebebini düşünüyordu. Sanki bir tuhaf olmuştu. Yaklaşık bin küsur kişinin önünde tir tir titrediği, tekstil sektörünün patronu Zeki Gülce, soldan sağa doğru kayan her tespih tanesi ile sanki biraz daha ufalıyor, büzüşüyordu.

Aradan ne kadar geçtiğini kendisinin de bilmediği bir zaman diliminden sonra yüksek sesle “Elemneşrahleke” sûresinin okunduğunu işitti. Kafasını kaldırıp sureyi okuyana bakınca sanki başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti. Kur’an okuyan kişi, fabrikanın kapısında arabasına yaklaşıp kendisiyle konuşan gençti. Ne kadar da güzel okuyordu. Hocaefendi’nin yanında başı dik ve huzurlu bir sesle okuduğu her ayet-i kerime ile sanki ruhlara biraz daha sükûn veriyordu.

O anda serveti gözünde küçülüverdi. Bazen o destelerde para insanlara sahte bir huzur veriyordu, fakat bu huzurun objektif ekonomik değerlere ifade edilemeyen, insanın vicdanında hissettiği maliyeti çok büyüktü. Maaş verdiği ve fabrikasındaki 1000 küsur kişiden sadece biri olan insanın, Hocaefendi’nin yanındaki itibarı ve cemaatin huzur ve sükûn bulmasına sebep olan ihlâsı, milyarlarla satın alınamıyordu. Kafasında dönüp dolaşan tüm bu düşüncelerle ve kendi durumundan duyduğu mahcubiyet ile başını önüne eğerken Efendi Hazretleri ile göz göze geldiler. O anda Efendi’nin tatlı bir gülümseme ile başını hafifçe salladığını buğulu gözleriyle fark etti. Binlerce insanın Efendisi olan zatın kendisinin de Efendisi olması herhalde o anda vuku bulmuştu.

Ahmet Usta yanına gelip omzuna dokunduğunda Zeki Bey, hafif hafif hıçkırarak ağlıyor ve tespihine âdete kapanmış zikrediyordu.

ERHAN ERKEN

İktisat ve İş Dünyası Bülteni  Aralık 1993

OFİSTE NAMAZ VAKTİ

Ayşe Hanım, bana Hasan Beyi bağlar mısınız?

—Tabii, Ali Bey.
—Alo, Hasan Bey, Almanya’dan gelecek mallar ile ilgili akreditif açıldı mı?
—Banka ile mutabakat sağladık, tahmin ediyorum, yarın açılacak.
—O malın sigorta işlemlerini de takip ediyoruz değil mi?
—Evet efendim…

Sigorta işlemleri deyince arabasının kaskosunun zamanının geçmiş olduğunu hatırlayıverdi. Hemen sekreterinin numarasını çevirdi.

—Ayşe Hanım, bir arkadaş gönderelim de benim arabadan evrakları alıversin, geldiklerinde sigortacılara verelim. Kaskonun taksit süresi geçti, unutmayalım.
—Olur efendim, hemen ilgileniyorum.
—Bana bir de çay söyler misiniz?
—Fincanda değil mi?
—Evet, lütfen…

İşlerinin bir bölümünü rayına oturtmanın rahatlığı ile oturduğu koltukta arkaya doğru yaslandı. O sırada gözü duvardaki saate takıldı. Saat 17:00’ye geliyordu. İkindi namazını henüz kılmamıştı ve namaz kerahet vaktine giriyordu.

Doludizgin geçen zaman, içinde isteyip de yapamadığı birçok şeyi beraberinde götürüyordu. Talebeliğinden beri düzenli olarak kıldığı namazlarına, yoğun iş hayatı içinde bir türlü arzu ettiği önemi veremediğini düşünüp derin bir “of” çekti. Zaman mı çok hızlı geçiyordu? Yoksa yaşanan hayat mı farklı temeller üzerine oturmuştu da bu temellere uymayan işlere yer ve zaman bulmak bu kadar zorlaşıyordu?

Kapı çalındı, çayı gelmişti. Çayını içip namazını öyle kılmaya karar verdi. Bir sigara yaktı. Çaydan aldığı ilk yudum onu öğrenciyken kaldığı talebe evine götürüvermişti. Ne hoş günlerdi onlar, diye iç geçirdi. Bugünlerine göre maddi olarak çok zor şartlarda geçen, fakat iç huzuru itibariyle dingin ve çok daha az çelişkili olan o günlerini gıpta ile gözünün önüne getirdi.

Hayatın siyah ve beyaz tonları çok fazlaydı, gri tonlar ise ehemmiyetsiz bir yer tutuyordu. İki dakika evvel telaffuz ettiği sigorta, kasko, bankadan sağlanacak finansman gibi konular geçmiş dönemde üzerinde çok rahat hüküm verdiği veya okuduğu bir hükmün, tamam, işte doğru bu, diye taraftarı olduğu meselelerdi.

İktisat talebesi olduğu için kafa yorup araştırırken eline geçen bir kitapta okuduğu, sigorta ile ilgili menfî görüşler onu derinden etkilemişti. Hafızasını zorladı, yanılmıyorsa, dış ticarette ve özellikle deniz aşırı ülkelerle yapılan dış ticarette sigortaya cevaz verir mahiyette bir hükme, meşhur fetva kitaplarından birinde rastlamıştı. Fakat arabasın kasko sigortası ile ilgili kendisini rahatlatacak, gönlüne su serpecek bir bilgi veya bir iz hatırlayamıyordu. Devletin, vatandaşın malını koruyamadığı bir ortamda insanın kendisini garantiye alması lazım. Bu birikim, bu güç, Müslümanların gücü, onun korunması da lazım diye düşünerek, kendisini rahatlatacak argümanı buluyordu. Peki, buluyordu da, neden her seferinde kendi kendine bir daha, bir daha soruyordu? Her ay yatırdığı primin ne şekilde ve nerelerde nemalandırıldığını düşünmek kendisine ısdırap veriyordu da acaba bu huzursuzluğu oradan mı geliyordu?

Çalan telefonun zili Ali Bey’in çay yudumlaması ile başlayan geçmişe doğru yolculuğuna ve iç hesaplamasına bir virgül koyuverdi.

—Ali Bey, ………. bankasının müdürü ve yardımcısı geldiler. Saat 17.00’de randevunuz vardı, daha evvel hatırlatmıştım.
—Tamam Ayşe Hanım saat kaç, 16.58 mi? Sen iki dakika oyalayıver öyle içeri alırsın.

Ali Bey ikindi namazı için hazırlık yapmak üzere çoraplarını çıkarmış ve takunyalarını ayağına geçirmişti. Yine ortada kalıverdi. Yarınki akredifi açacak bankanın tepe yöneticileri idi gelenler. Kredi miktarı yüksekti. Gelenleri üstelik randevu de verilmişken bekletmek olmaz diye düşündü. Diğer yandan çok önemli bir diğer vazifeyi, ikindi namazını kaçırmak mevzu bahisti. Bu şekilde düşünürken çoraplarını giyip ayakkabılarını bağlamıştı bile. Ceketini, kravatını düzeltip evraklarını hazırlarken kapı çalındı. Sekreteri Ayşe Hanım, misafirlere yol göstererek içeri girdi.

Ali Bey, iç dünyasındaki hesaplaşmaları ustalıkla gizleyen mütebessim çehre ile misafirlerine doğru yöneldi.

—Buyurunuz hoş geldiniz…

—Ali Bey nasılsınız? Diyerek kendisine uzan iki el vardı karşısında. Bir tanesini tereddütsüzce ve hemen sıkıverdi.

—Siz nasılsınız Erdal Bey, şöyle buyurun rahat edin.

Diğer ele eli giderken bir anlık bir duraklama hali onun başka bir dünya ile olan bağlantısını hatırlatan bir ürpertiyi de beraberinde taşıyordu.

—Nasılsınız Aslı Hanım, hoş geldiniz.

ERHAN ERKEN

İktisat ve İş Dünyası Bülteni 1992

İS GORÜŞMESİ

Aynanın karşısında dikkatle boyun bağını bağlıyordu. Beyaz gömleğe lacivert rengin iyi gittiğini düşündü. Dikkatle, gömleğinin en üstteki düğmesini kapadı ve boyunbağını düğme görünmeyecek şekilde yerleştirdi. Aynada, çenesinin altında bazı yerleri iyi traş edemediğini fark etti. Traş makinesi ile oraları da aldı. Yüzünü kremledi. Bir de “after shave” sürerse iyi olacaktı. Geçenlerde aldığı yeni şişeden yüzüne bir güzel sürdü.

-Hanım, süeter giyeyim mi, yoksa böyle daha mı iyi?
-Yok, yok giyme, istersen yanına al, mülakattan sonra giyersin.

Ceketini, pardesesünü giydi, kasketini taktı. Ayakkabılarının tozunu fırça ile aldı. Tam giyiyordu ki çoraplarını fark etti. Koyu lacivert takım elbisenin altına kahverengi çoraplarını giymişti. Belki üç sene evvel kendisi için anlamı olmayan bu ayrıntıdaki uyumsuzluk canını sıktı.

-Lacivert çoraplarımı verir misin, bunları değiştireyim.

-Olur tabii, diyen hanımının getirdiği çorapları kapı ağzında giydi ve veda ettikten sonra, besmelesini çekerek kapıdan çıktı.

Sabah serinliği yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. Rüzgârdan yüzünün adeta yandığını hissetti. Eskiden sakalı varken, bu tip bir yanmayı çok az hissederdi. Sanki onları kestikten sonra yüzü çıplak kalmıştı.

Sakalları aklına gelince elini gayr-i ihtiyari olarak yüzüne götürdü. Çenesine kadar sıvazladı. Senelerce taşıdığı sakallarını nasıl da kesmişti. “Ama ne yapayım, nereye gitsem diplomamla, not ortalamamla birlikte, sakalımın niteliğini araştırıyorlar ve bakışları değişiyor” diye kendi kendine söylendi.

Dört senelik İmam Hatip Lisesi’ni üç senede tamamlamış, İktisat Fakültesi’ni de hiç sene kaybetmeden ve iyi derece ile mezun olmuştu. Dışarıdan devam ettiği kurslarla İngilizcesini geliştirmiş ve detaylı bir muhasebe organizasyonunu bilgisayarda takip edebilecek donanımı edinmişti. Fakat tam bunlar, talebeliğinde hayâl ettiği iyi bir işe girebilmesi için yeterli olmuyordu, ona üzülüyordu.

İlk önceleri, her yere müracaat etmiyordu. Kendince yer belirliyor, ona göre talep geldiğinde görüşmeye gidiyordu. Bir müddet sonra önünde çok az alternatifin kaldığını görüverdi. Bir holdinge, ortaklıkları arasında banka bulunmasın diye özen gösteriyordu. İlk önceleri, böyle bir ilke tesbit ettiği an gönlünün ne kadar daralabileceğini düşünememişti belki de. Bu sayede büyük holdinglerin ve sermaye gruplarının münasebetleri ile alakalı geniş bir malumata sahip olmuştu.

Gireceği şirket grubunda içki imal edilmemesini de istiyordu. Bu sebepten, yazı makineleri ithal eden bir firmada çok iyi imkânlarla işe başlayacakken, işe başlayacağı firmanın bağlı olduğu grubun çok meşhur bir bira markasını bünyesinde barındırdığını öğrenmiş ve hemen işten çekilmişti. Kendi kendine şöyle düşünüyordu: “İçki satan bir bakkal veya marketten alış veriş etmemek hususunda bu kadar senedir sürdürdüğüm bir ilke kararı varken, nasıl olur da içki imal eden bir holdingde çalışabilirim.” Bu durumda ya başlangıç ilkelerini değiştirecekti ya da tercihlerini…

“Ah ilkeler ve acımasız gerçekler” diye mırıldandı. Kafasında bin bir düşünce ve fikrî jimnastikle birlikte yeni müracaat ettiği iş yerine varmıştı.

-Ahmet Bey ile görüşebilir miyim?

-Efendim isminizi alabilir miyim?
Hangi konuda görüşecektiniz?
-Hasan Soylu, iş konusunda müracaatım vardı ve kendisi bana saat 10.00’a randevu vermişti.

-Bir dakika bekleyin ben kendisine haber vereyim.

Sekreter hanım, kendinden emin tavırlarla yerinden kalktı ve içeriye doğru gitti. Hasan Bey, saatini kontrol etti, 10’a 5 vardı. İyi, tam zamanında gelmişim diye geçirdi içinden. kasketini eline aldı ve sekreter hanımın işaret ettiği bekleme yerine doğru yöneldi. Yürürken, duyduğu ayak seslerinden sekreterin geldiğini anladı.

-Ahmet Bey toplantıya giriyor. Biraz beklemenizi söyledi. Yarım saat kadar olabilir dedi.

-Peki, ben şurada bekliyorum, diyerek koltuklara doğru yürümeye devam etti. İçinden “Ya sabır” diyordu. Halbuki randevusuna yetişmek için ne kadar hızlı hareket etmişti. Söz, talebeliğinden beri beri kendisi için çok önemli idi. Herkesten de aynısını bekliyordu. Hem 10.00 diye Ahmet Bey söylemişti, fakat adam rahatlıkla kendi verdiği sözü hiçe sayıyordu. Eski devrelerinde olsa idi, ‘Daha ilk görüşmede verdiği sözde durmayan bir adamın genel müdür olduğu yerde çalışılmaz’ diyerek çeker giderdi belki, fakat zaman, insanlara hazmetmesini öğretiyordu.

Koltuğa oturdu. Gayr-i ihtiyari olarak elindeki kasketini sıkmıştı. Sanki tüm hıncını ondan alıyordu. Oysa o bezden, astardan yapılmış zavallı bir kasketti (!), ne günâhı vardı! İçinden bir ses şems-i siperlikli serpuşun hiç de elinde durduğu gibi mahzun ve zavallı olmadığını söylüyordu. Kendisi değil miydi, okul yıllarında özellikle kasket takmayan ve arkadaşlarına taktırmayan! Gerekçe olarak da yakın bir arkadaşının şu sözünü söylerdi:

“O kasketinden kan damlıyor sakın ha takma” Şimdi elinde büzüştürdüğü o kasket, okul döneminde karşı çıktığı sembollerden bir tanesi idi. O zamanlar, yünden bir bere takıyordu. İş hayatında berenin birçok insanı ürküttüğünü hissedip çıkarmış ve onun yerine kendi deyimiyle “Siperliğinden kan damlayan serpuşu” takmıştı. Acaba sembollere takılıp kalmak hatalı mıydı? Birçok insanın dediği gibi hayati konular dururken kasketin, kravatın lafını etmek gereksiz miydi? Veya tam tersi, basit semboller olarak insanın karşısında duran bu nesneler, medeniyet dönüşümleri içinde meselenin özünü ifade edecek nitelikteki köşe taşları mıydı?

Bazen bir kasket veya küçük bir bez parçası olan kravat insanı ne kadar derin konuların içine çekiyordu.

Hasan Bey yarım saat için oturduğu bekleme koltuğunda neredeyse bir saate yakın bekledi. Kendisine Ahmet Beyin müsait olduğunu söyleyen sekreter hanımı takip ederek genel müdürün odasına girdi.

Ahmet Bey oturduğu yerden ve bir yandan da telefonla konuşarak adeta yarım ağızla:

-Hoşgeldiniz, buyurun oturun.

-Hoş bulduk efendim.

Müdürün elini sıkarak, kendisine gösterilen koltuğun kenarına oturdu. Bu arada, telefon görüşmesini bitiren Ahmet Bey, önündeki tanıtım kâğıdına göz gezdirirken, ilk sorusu şöyle oldu.

-Demek liseyi İmam Hatip’te bitirdiniz.

-Evet efendim, Zeytinburnu İmam Hatip Lisesi mezunuyum.

-Fakat dışarıdan bakıldığında hiç İmam Hatip’liye benzemiyorsunuz. Üstelik İngilizceyi iyi bildiğinizi de yazmışsınız.

-İmam Hatip’liliğin sizce ayırıcı görüntüsü nedir acaba?

Ahmet Bey, bu soruya karşı, pek memnun olmadığını ifade eder tarzda yüzünü ekşitti.

-Neyse bırakalım bu konuyu. Okul dereceleriniz güzel, yalnız tecrübeniz tam arzu ettiğimiz seviyede görünmüyor. Yalnız, sıkı çalışarak bu açığınızı kapatabilirsiniz sanıyorum. Bir konuya daha dikkatinizi çekmek isterim. Birkaç sene evvel yine bir ‘İmam Hatip’li bir arkadaş ile çalışmıştık. Günde kaç sefer, namaz kılmak bahanesi ile ya dışarı çıkıyor, ya da ortadan kayboluyordu. Bu sebeple onu vazifeden affettik. Siz, bütçe koordinatör yardımcısı olarak çalışacaksınız. Böyle bir görevde bu tür sorumsuzluklara göz yumamayız, onu belirtmek isterim.

Hasan Bey sinirlenmeye başlamıştı.

-Ben şimdiye kadar çalıştığım yerlerde namazlarımı da işlerim gibi aksatmamaya gayret sarf ettim. Beni işe kabul edecekseniz, elbisem gibi, saçım gibi benden ayrılmaz bir parça olan ve günde en fazla yarım saat vakit alan namazlarımı da kabul etmeniz gerekir.

Bu cevap Ahmet Beyi biraz tedirgin etmişti.

-Ben söyleyeceğimi söyledim. Namaz için sık sık işinize ara vermenize müsaade edemem.

Hasan Soylu, bu son cümle ile birlikte beş altı saniye içine sığan uzun ve yoğun bir muhasebe süreci geçirdi. Borçlarını, iki gün sonra ödenmesi gereken kirasını, üç ay kadar sonra doğacak çocuğunu, bir de zihnine adeta çivi ile yazılmış olan “Allah en büyük rıızık vericidir” kavramını gözlerinin önüne getirdi.

-Ben sizin gönlünüzdeki insan değilim, hoşcakalın, diyerek ayağa kalktı.

Genel Müdür, bu cevabı beklemiyordu.

-Bu kadar ani karar vermeseydiniz, diyebildi.

Cevap vermeden, onun elini sıkan Hasan Bey, yüzünde hafif ama acı bir tebessümle müdürün yüzünü baktı ve odadan dışarı çıktı. Koridorda hem yürüyor, hem de iki eliyle zavallı kasketini sıkıyordu. Binayı terk ederken kenarda bir çöp tenekesi gördü. Oraya doğru yöneldi. Kapağını açtı. Kasketini hızla içine attı. Hırsını alamamıştı. Elini boynuna götürdü. Kravatını çıkardı onu da fırlattı.

Sokağın kenarından dönerken adamın birinin kendisine hayretle baktığını gördü. Bu soğukta kasketini atan, boyunbağını çıkarıp çöpe fırlatan bir insan, o adamın gözüyle her halde normal sayılamazdı.

Adama gülümsedi. İki eliyle omuzlarından tuttu. Biliyor musun arkadaş, Cemil Meriç ne diyor:

“Bütün camileri yıksak, bütün Kur’an’ları yaksak, biz yine Osmanlı’yız yani İslam.”

Anlıyorsun değil mi?

Oradan ayrılırken, adamcağız hâlâ, hayretler içerisinde başını bir yukarı bir aşağı sallıyordu.

ERHAN ERKEN

İktisat ve İş Dünyası Bülteni Şubat 1993

İktisat ve İş Dünyası Bülteni 1992