İS GORÜŞMESİ

Aynanın karşısında dikkatle boyun bağını bağlıyordu. Beyaz gömleğe lacivert rengin iyi gittiğini düşündü. Dikkatle, gömleğinin en üstteki düğmesini kapadı ve boyunbağını düğme görünmeyecek şekilde yerleştirdi. Aynada, çenesinin altında bazı yerleri iyi traş edemediğini fark etti. Traş makinesi ile oraları da aldı. Yüzünü kremledi. Bir de “after shave” sürerse iyi olacaktı. Geçenlerde aldığı yeni şişeden yüzüne bir güzel sürdü.

-Hanım, süeter giyeyim mi, yoksa böyle daha mı iyi?
-Yok, yok giyme, istersen yanına al, mülakattan sonra giyersin.

Ceketini, pardesesünü giydi, kasketini taktı. Ayakkabılarının tozunu fırça ile aldı. Tam giyiyordu ki çoraplarını fark etti. Koyu lacivert takım elbisenin altına kahverengi çoraplarını giymişti. Belki üç sene evvel kendisi için anlamı olmayan bu ayrıntıdaki uyumsuzluk canını sıktı.

-Lacivert çoraplarımı verir misin, bunları değiştireyim.

-Olur tabii, diyen hanımının getirdiği çorapları kapı ağzında giydi ve veda ettikten sonra, besmelesini çekerek kapıdan çıktı.

Sabah serinliği yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. Rüzgârdan yüzünün adeta yandığını hissetti. Eskiden sakalı varken, bu tip bir yanmayı çok az hissederdi. Sanki onları kestikten sonra yüzü çıplak kalmıştı.

Sakalları aklına gelince elini gayr-i ihtiyari olarak yüzüne götürdü. Çenesine kadar sıvazladı. Senelerce taşıdığı sakallarını nasıl da kesmişti. “Ama ne yapayım, nereye gitsem diplomamla, not ortalamamla birlikte, sakalımın niteliğini araştırıyorlar ve bakışları değişiyor” diye kendi kendine söylendi.

Dört senelik İmam Hatip Lisesi’ni üç senede tamamlamış, İktisat Fakültesi’ni de hiç sene kaybetmeden ve iyi derece ile mezun olmuştu. Dışarıdan devam ettiği kurslarla İngilizcesini geliştirmiş ve detaylı bir muhasebe organizasyonunu bilgisayarda takip edebilecek donanımı edinmişti. Fakat tam bunlar, talebeliğinde hayâl ettiği iyi bir işe girebilmesi için yeterli olmuyordu, ona üzülüyordu.

İlk önceleri, her yere müracaat etmiyordu. Kendince yer belirliyor, ona göre talep geldiğinde görüşmeye gidiyordu. Bir müddet sonra önünde çok az alternatifin kaldığını görüverdi. Bir holdinge, ortaklıkları arasında banka bulunmasın diye özen gösteriyordu. İlk önceleri, böyle bir ilke tesbit ettiği an gönlünün ne kadar daralabileceğini düşünememişti belki de. Bu sayede büyük holdinglerin ve sermaye gruplarının münasebetleri ile alakalı geniş bir malumata sahip olmuştu.

Gireceği şirket grubunda içki imal edilmemesini de istiyordu. Bu sebepten, yazı makineleri ithal eden bir firmada çok iyi imkânlarla işe başlayacakken, işe başlayacağı firmanın bağlı olduğu grubun çok meşhur bir bira markasını bünyesinde barındırdığını öğrenmiş ve hemen işten çekilmişti. Kendi kendine şöyle düşünüyordu: “İçki satan bir bakkal veya marketten alış veriş etmemek hususunda bu kadar senedir sürdürdüğüm bir ilke kararı varken, nasıl olur da içki imal eden bir holdingde çalışabilirim.” Bu durumda ya başlangıç ilkelerini değiştirecekti ya da tercihlerini…

“Ah ilkeler ve acımasız gerçekler” diye mırıldandı. Kafasında bin bir düşünce ve fikrî jimnastikle birlikte yeni müracaat ettiği iş yerine varmıştı.

-Ahmet Bey ile görüşebilir miyim?

-Efendim isminizi alabilir miyim?
Hangi konuda görüşecektiniz?
-Hasan Soylu, iş konusunda müracaatım vardı ve kendisi bana saat 10.00’a randevu vermişti.

-Bir dakika bekleyin ben kendisine haber vereyim.

Sekreter hanım, kendinden emin tavırlarla yerinden kalktı ve içeriye doğru gitti. Hasan Bey, saatini kontrol etti, 10’a 5 vardı. İyi, tam zamanında gelmişim diye geçirdi içinden. kasketini eline aldı ve sekreter hanımın işaret ettiği bekleme yerine doğru yöneldi. Yürürken, duyduğu ayak seslerinden sekreterin geldiğini anladı.

-Ahmet Bey toplantıya giriyor. Biraz beklemenizi söyledi. Yarım saat kadar olabilir dedi.

-Peki, ben şurada bekliyorum, diyerek koltuklara doğru yürümeye devam etti. İçinden “Ya sabır” diyordu. Halbuki randevusuna yetişmek için ne kadar hızlı hareket etmişti. Söz, talebeliğinden beri beri kendisi için çok önemli idi. Herkesten de aynısını bekliyordu. Hem 10.00 diye Ahmet Bey söylemişti, fakat adam rahatlıkla kendi verdiği sözü hiçe sayıyordu. Eski devrelerinde olsa idi, ‘Daha ilk görüşmede verdiği sözde durmayan bir adamın genel müdür olduğu yerde çalışılmaz’ diyerek çeker giderdi belki, fakat zaman, insanlara hazmetmesini öğretiyordu.

Koltuğa oturdu. Gayr-i ihtiyari olarak elindeki kasketini sıkmıştı. Sanki tüm hıncını ondan alıyordu. Oysa o bezden, astardan yapılmış zavallı bir kasketti (!), ne günâhı vardı! İçinden bir ses şems-i siperlikli serpuşun hiç de elinde durduğu gibi mahzun ve zavallı olmadığını söylüyordu. Kendisi değil miydi, okul yıllarında özellikle kasket takmayan ve arkadaşlarına taktırmayan! Gerekçe olarak da yakın bir arkadaşının şu sözünü söylerdi:

“O kasketinden kan damlıyor sakın ha takma” Şimdi elinde büzüştürdüğü o kasket, okul döneminde karşı çıktığı sembollerden bir tanesi idi. O zamanlar, yünden bir bere takıyordu. İş hayatında berenin birçok insanı ürküttüğünü hissedip çıkarmış ve onun yerine kendi deyimiyle “Siperliğinden kan damlayan serpuşu” takmıştı. Acaba sembollere takılıp kalmak hatalı mıydı? Birçok insanın dediği gibi hayati konular dururken kasketin, kravatın lafını etmek gereksiz miydi? Veya tam tersi, basit semboller olarak insanın karşısında duran bu nesneler, medeniyet dönüşümleri içinde meselenin özünü ifade edecek nitelikteki köşe taşları mıydı?

Bazen bir kasket veya küçük bir bez parçası olan kravat insanı ne kadar derin konuların içine çekiyordu.

Hasan Bey yarım saat için oturduğu bekleme koltuğunda neredeyse bir saate yakın bekledi. Kendisine Ahmet Beyin müsait olduğunu söyleyen sekreter hanımı takip ederek genel müdürün odasına girdi.

Ahmet Bey oturduğu yerden ve bir yandan da telefonla konuşarak adeta yarım ağızla:

-Hoşgeldiniz, buyurun oturun.

-Hoş bulduk efendim.

Müdürün elini sıkarak, kendisine gösterilen koltuğun kenarına oturdu. Bu arada, telefon görüşmesini bitiren Ahmet Bey, önündeki tanıtım kâğıdına göz gezdirirken, ilk sorusu şöyle oldu.

-Demek liseyi İmam Hatip’te bitirdiniz.

-Evet efendim, Zeytinburnu İmam Hatip Lisesi mezunuyum.

-Fakat dışarıdan bakıldığında hiç İmam Hatip’liye benzemiyorsunuz. Üstelik İngilizceyi iyi bildiğinizi de yazmışsınız.

-İmam Hatip’liliğin sizce ayırıcı görüntüsü nedir acaba?

Ahmet Bey, bu soruya karşı, pek memnun olmadığını ifade eder tarzda yüzünü ekşitti.

-Neyse bırakalım bu konuyu. Okul dereceleriniz güzel, yalnız tecrübeniz tam arzu ettiğimiz seviyede görünmüyor. Yalnız, sıkı çalışarak bu açığınızı kapatabilirsiniz sanıyorum. Bir konuya daha dikkatinizi çekmek isterim. Birkaç sene evvel yine bir ‘İmam Hatip’li bir arkadaş ile çalışmıştık. Günde kaç sefer, namaz kılmak bahanesi ile ya dışarı çıkıyor, ya da ortadan kayboluyordu. Bu sebeple onu vazifeden affettik. Siz, bütçe koordinatör yardımcısı olarak çalışacaksınız. Böyle bir görevde bu tür sorumsuzluklara göz yumamayız, onu belirtmek isterim.

Hasan Bey sinirlenmeye başlamıştı.

-Ben şimdiye kadar çalıştığım yerlerde namazlarımı da işlerim gibi aksatmamaya gayret sarf ettim. Beni işe kabul edecekseniz, elbisem gibi, saçım gibi benden ayrılmaz bir parça olan ve günde en fazla yarım saat vakit alan namazlarımı da kabul etmeniz gerekir.

Bu cevap Ahmet Beyi biraz tedirgin etmişti.

-Ben söyleyeceğimi söyledim. Namaz için sık sık işinize ara vermenize müsaade edemem.

Hasan Soylu, bu son cümle ile birlikte beş altı saniye içine sığan uzun ve yoğun bir muhasebe süreci geçirdi. Borçlarını, iki gün sonra ödenmesi gereken kirasını, üç ay kadar sonra doğacak çocuğunu, bir de zihnine adeta çivi ile yazılmış olan “Allah en büyük rıızık vericidir” kavramını gözlerinin önüne getirdi.

-Ben sizin gönlünüzdeki insan değilim, hoşcakalın, diyerek ayağa kalktı.

Genel Müdür, bu cevabı beklemiyordu.

-Bu kadar ani karar vermeseydiniz, diyebildi.

Cevap vermeden, onun elini sıkan Hasan Bey, yüzünde hafif ama acı bir tebessümle müdürün yüzünü baktı ve odadan dışarı çıktı. Koridorda hem yürüyor, hem de iki eliyle zavallı kasketini sıkıyordu. Binayı terk ederken kenarda bir çöp tenekesi gördü. Oraya doğru yöneldi. Kapağını açtı. Kasketini hızla içine attı. Hırsını alamamıştı. Elini boynuna götürdü. Kravatını çıkardı onu da fırlattı.

Sokağın kenarından dönerken adamın birinin kendisine hayretle baktığını gördü. Bu soğukta kasketini atan, boyunbağını çıkarıp çöpe fırlatan bir insan, o adamın gözüyle her halde normal sayılamazdı.

Adama gülümsedi. İki eliyle omuzlarından tuttu. Biliyor musun arkadaş, Cemil Meriç ne diyor:

“Bütün camileri yıksak, bütün Kur’an’ları yaksak, biz yine Osmanlı’yız yani İslam.”

Anlıyorsun değil mi?

Oradan ayrılırken, adamcağız hâlâ, hayretler içerisinde başını bir yukarı bir aşağı sallıyordu.

ERHAN ERKEN

İktisat ve İş Dünyası Bülteni Şubat 1993

İktisat ve İş Dünyası Bülteni 1992

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir