Parantezler içinde hayat

İlkokul ve ortaokul dönemlerimde dersler arasında bir ayırım yapmazdım. O dönemki felsefeme göre mademki okula  gidiyorduk, dolayısıyla önümüze ders adı altında çıkan her şeyi en iyi şekilde öğrenmek ve ondan en yüksek notu almak durumundaydık.

Türkçe, Tarih, Edebiyat, Sosyal Bilimler, Fen ve Matematik hepsi benim için eşit konumdaydılar.

Liseye geçtikten sonra nedense matematik ve fen derslerinin  gözümdeki cazibesi azalmaya başladı. Sadece biyolojiyi bir miktar farklı bir yerde tutuyordum. Çünkü aile çevrem benim doktor olmamı istiyorlardı. Ben de içten içe bu hedefe yönelme eğilimindeydim. Okuduğum lisede tüm fen derslerimiz gibi biyoloji de Fransızca idi. Lisede öğrendiğimiz özellikle insanın iç yapısı ile ilgili bilgilerin ( iç organlar, kemikler, kaslar vs) ilerde tıp tahsilinde ve de bilhassa anatomi dersinde işime çokça yarayacağına dair bir inancım vardı. Çünkü özellikle insan vücudu ile ilgili ezberlediğimiz bilgileri doktorların yanında dile getirdiğimde onlarla ciddi bir dil birliği kurduğumu hissediyordum. Muhtemeldir ki biyolojiyi o sebepten biraz daha ayrı bir yere konumlandırmıştım.

Matematik konusunda da cebir bölümü biraz ilgimi çekiyordu. Lisede ve daha sonra üniversite döneminde okuduğumuz matematikle ilgili konuların önemli bir bölümünü daha sonra kullanma imkanı bulamadım.

Fakat hassaten cebir alanındaki  bir problem çözme usulü benim hayatımda çokça kullandığım ve herkese de tavsiye ettiğim bir yöntem oldu.

Neydi bu yöntem?

Bilindiği üzere cebirde bir problem çözerken öncelikle parantez içindeki işlemler yapılır daha sonra o parantezlerden elde edilen sonuçlarla işleme devam edilir. Yani her parantez kendi çapında küçük bir dünyadır

Ben bu yöntemi sosyal ve iktisadi hayata uygulamaya çalıştım. Bu uygulama bana meselelere daha rahat hakim olabilme, sorunları çözebilme ve onları birbirlerine karıştırmama noktasında  ciddi fayda sağlamıştır

Şöyle bir düşünce yolu izlemeye çalışırım; Hayatımız bir yönüyle baktığımızda çok büyük bir parantez. Bu hayatın içinde daha alt parantezler de bulunuyor.

Mesela evli isek kendi çekirdek ailemiz bir parantez. Anne babamız ve yakın akrabalarımızın  içinde yer aldığı geniş sülalemiz de bir diğer parantez.  İş hayatımız ayrı bir parantez. Tabii iş hayatımız içinde farklı işlerimiz varsa onların hepsi kendi başlarında birer parantez.

Gönüllü çalışmalar içinde bulunuyorsak bunların da hepsinin ayrı birer parantez olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Bu parantezlerin iç düzenlerini parantez mantığına uygun olarak daima ayrı ayrı tuttunuz zaman olayları daha iyi kuşatabiliyorsunuz

Esasında bu bakış açısı analitik düşünce yapısı ile de biri bir ölçüşüyor. Meseleleri parçalara ayırarak analiz etme sonra parçadan bütüne doğru gitme..

İşleyişi bir de detaylı olarak gözden geçirelim; Sabah evden çıkıyorsunuz. Bazen insan evden daha keyifli çıkar bazen de sıkıntılı çıkabilir. Hangi hal üzere bulunursak bulunalım, ev parantezini kapatıp çıkmalı ve gittiğiniz yerde yeni parantezi açmalısınız. Gündelik işleriniz arasında insana mutluluk ve sıkıntı veren uygulamalar vuku bulabilir.

Ticaret ve/veya üretim hayatımızın içinde farklı bölümler olduğu dönemlerde bu bakış açısı çok daha kullanışlı oluyordu. Mesela bir dönem matbaa ve ambalaj tesisimiz vardı. Ben bunların her bir bölümünü ayrı bir dükkan veya parantez gibi görürdüm. Baskı bölümü ayrı, kesim bölümü ayrı yapıştırma ayrı, baskıya hazırlama bölümü ayrı.

Örnek bir olay düşünelim: Baskı makinelerinin birinde arıza olmuş ve üretimin bir bölümü sıkıntı çekiyor. Usta başı eyvah, yandık bittik diyor. Oysa parantez usulünde bakışımızın şu şekilde olması gerekiyor.. Evet baskı bölümünde bir sıkıntı oluştu. Hemen bir yandan tamir ederken diğer yandan başka bir yerde bu baskıyı yaptırıp sistemi devam ettirmemiz gerekiyor. Baskı bölümünden kesime geçerken ne kendimiz ne de diğer bölümde çalışanlar baskı bölümündeki sıkıntıyı oralara taşımayacağız. Baskı parantezini kapatacağız ki sıkıntı diğer alanlara taşmasın ve parantezin içinde kalsın.

Tüm bu bölümleri kendi mantığı içinde ele alıyoruz ve iş yerimizden çıkarken oranın da parantezini kapatmak icap ediyor. Diyelim ki o gün sıkıntılı bir gün geçirdiniz ve hesap dili ile söylersek eksi bakiye ile çıkıyorsunuz.

Gideceğiniz yer gönüllü bir faaliyet olan vakıf veya dernek. İş yerinizdeki parantez içindeki işlemin eksi olması kesinlikle ne gönüllü çalışmanızın alanına ne de evinize taşınmamalı. Çünkü her ikisi de ayrı bir parantez. Her ikisinin de içinde bulunan diğer insanlar ve münasebetlerin sizin işinizde olanlarla bir alakaları yok. Onlara iş yerindeki eksi işlemin bedelini ödetmeniz haksızlık olur.

Diyelim ki gönüllü çalışmanızda artı bir tablo ortaya çıktı. Akşam eve geldiniz sabahki hafif menfi işlemi de bir şekilde düzelttiniz. O zaman günlük hayatınızın bütününü bir parantez olarak düşünüp değerlendirebilirsiniz.

Bu durumda içinde sonucu eksi çıkan bir işlem ( yani iş hayatınızdaki o günkü menfi şartlar) olsa da günlük toplamınız genel olarak artı bir sonuca ulaşmış gibi görünüyor. O gün böyle bir sonuç sizi tatmin edebilir ve müsbet bir durumdan dolayı şükrünüzü ifa etmeye yönelirsiniz. Gerçi sonuç genel toplamda eksi de çıkabilir. Yeni bir günde daha iyi sonuçlar, küçük ve büyük parantezler içinde sonucu artı olarak ortaya çıkan işlemler bütününe ulaşmak için gayret gerekiyor.

Günlük bazda olayları parantez mantığı içinde gruplarken bunu haftalık ve aylık bazlarda da paranteze almak işlerinizi ve düşüncelerinizi daha iyi toparlayabilmenize ve onların birbirlerine karışmamasına imkan verir.

Özet olarak bu parantez yöntemi yani meseleleri parçalara ayırarak incelemek, onları kendi bölümlerinde değerlendirmek, ortaya sorun çıkarsa onları öncelikle kendi parantezi içinde çözmek ve bu çözüm sürecinde parantezleri birbirlerine karıştırmamak gerekiyor. Aksi durumda parantezlerin içindeki sonuçlar birbirlerini gereksiz yerde karışır ve ortaya istenmeyen neticeler çıkabilir.

Verimli bir hayat için parantezleri yerli yerine koymaya ve meseleleri bu parantezlerin içinde çözmeye çalışmalıyız.

İlave olarak, sürekli Allah’ın yardımını talep etmeliyiz ki hem tek tek işlerimiz güzel, hem de hayatımızın bütünü istikamet üzere olsun.

Rengarenk ipler ve hayatımız.

Belli bir zamandır, parmaklarımın uçlarıyla tutmakta olduğum rengarenk iplerin ana kaynağından kopmakta olduğunu hayretle fark etmeye başladım. Bir yandan parmaklarımın uçlarına ve ellerime, bir de ellerimde kalan ip kalıntılarına bakıyorum. Onların kopmuş olan parçalarının nereye gittiğini anlamaya çalışıyorum.

Avuçlarımın içinde birkaç tutam ip: Farklı farklı renklerde.

Geriye doğru ucunu takip ettiğimde esasında hepsinin tek bir yumaktan geldiğini görebilmek mümkün. Birbirlerine sarılmış halde, çok uzaklarda, zaman çizgisinin derinliklerinde bir yerde duruyorlar. Farklı renkler üst üstü ve belli bir form içinde birbirlerine sarılı durduğundan güzel bir görüntü oluşturuyor. Uzakta pırıl pırıl parlıyor. Belki de bu elimizde tutabildiğimiz ve tutamadığımız ipleri değerli kılan da bu bütünlüğün güzelliği ve parlaklığı.

Ana kaynaktan çıkıp belli bir mesafeden sonra ayrı noktalara doğru yönelen değişik renklerdeki iplerin yanı başında farklı farklı kişiler görülüyor . Her biri tuttukları ipi başka bir tarafa doğru çekiştiriyorlar. Bazen farklı yönlere giden iplerin aralarda birbirleriyle kesiştiği bölgeler de görülüyor. Kesişip ayrıldıkları noktaların yanı sıra yumak oldukları, sonra tekrar açılıp yollarına devam ettikleri de vaki. Bazıları ise tamamen apayrı bir istikamete doğru gitmiş diğerlerine hiç aldırmadan.

Ben çok uğraşmama rağmen ötelerden gelen farklı renklerdeki bu iplerin her birinin ucunu tutamamıştım. Zaten hepsini bütünüyle tutabilmek de ne kadar mümkün olur onu da kestiremiyorum. Gerçi hepsi ana kaynağına nispeten önemli ve kıymetli olmakla birlikte daha çok ilgimi çeken renktekilerle ilgilenmeye çalışmıştım. Tutamadıklarımla da belli bir mesafeyi korumaya gayret ettiğimi de belirtmem gerek. Ama ancak bazılarını yakalamış ve elimde muhafaza etmeye çalışıyordum.

İlgimi çekenlerin hepsini de aynı zaman diliminde tutabildiğimi söylemem mümkün değil tabii ki. Bir de zaman içinde bazılarını yakalarken bazılarını da elimden kaçırmıştım. Ben elimde tutarken bazı parçaların birbirleriyle yumak oluşturdukları, birbirlerine karıştıkları da oluyordu. Bazen onları ayıklamak için bir hayli mesai sarf ediyordum.

Yıllar içinde elimde tuttuğum kimi iplerin bir şekilde zayıfladığını ve sanki kopacak hale geldiklerini hissetmeye başladım. Kimilerinin sanki renkleri mi solmuştu yoksa benim gözlerimin hassasiyeti mi bozulmuştu, onu çok da ayırt edemiyordum. Ama iplerin ilk tuttuğum andaki halleri sanki farklılaşmıştı.

Bazı ipleri bir kısım arkadaşlarım ile beraber tutmaktaydım. Hayatımızın bazı devrelerinde o beraber tuttuğumuz bölümlere sımsıkı sarılıyorduk. Sonrasında ya onların bir bölümü iplerin ucunu bıraktı ya da ben. Bazen de hepimiz bıraktık ve sonrasında başkaları tuttular o ipleri.

Bazı renklerdeki ipleri hayat çizgim içinde uzun bir süre tutmaya çalışmıştım. Onlara çok büyük bir değer veriyordum. Hatta zaman içinde o ipler benim için sanki çok kuvvetli ve çok parlak bir hal almışlardı. Sonra ne zaman ve nasıl oldu bilmiyorum ama onların bazılarıyla da benim aramda sanki bir şeyler değişti.

Bir an baktım ki ben o ipleri başka birilerinin eline tutuşturup bırakmışım. Acaba bu iplerle ilişkimin çok uzun sürmesinden dolayı canım mı sıkılmıştı? Veya bir hayli uğraştıktan sonra ‘ben ancak bu kadar kuvvetlendirip parlatabiliyorum. Demek ki elimden başka bir şey gelmiyor. En iyisi bunları başkalarına bırakayım belki onlar daha iyi bir noktaya taşırlar’ diye mi düşündüm. Tam bilemiyorum

Farklı renkteki diğer bir kısım ipleri beraber tuttuğumuz arkadaşlarımda ise zaman içinde bazı tuhaflıklar fark etmiştim. Ben zikri geçen bu ipleri beraber tuttuğumuzu zannederken onların bir kısmının bu ipleri kendileri için değil de başkaları için tuttuklarını hayretle fark etmiştim. ‘Hani biz bunları beraber tutuyorduk’ dediğimde ise ‘idare et ne yapalım bu el esasında bizim gibi görünse de başkasınındır’ deyivermişlerdi bana. Çok şaşırmıştım.

Bazı insan sandıklarımın esasında kartondan bir maket olduklarını fark etmek bana ciddi bir acı vermişti. Bazen kendimden bile şüphelenmeye başlamıştım. Yahu en iyi bildiğim insan bile hakikat değilse ben kendim acaba hakikat mıyım diye üstümü başımı yokladığım zamanlar olmuştu. Benim zannettiğim kendi elim için, acaba bu el başka birilerinin koluna bağlı olabilir mi? diye düşündüğüm anlar olmadı değil..

Yine bazı ipleri beraberce tuttuğumuz arkadaşlarımın ise o ipleri tutarken esasında beni o iplerle çevrelemek istediklerini veya hareketsiz bir şekle sokmaya çalıştıklarını zamanla hissetmiştim. Tuhaf bir şey değil mi? Ama aynıyla vaki…

Ne yapıyorsun deyince esasında senin bu ipi çekmek istediğin yer bence doğru değildi. Onun için senin çekme eyleminin bir şekilde engellenmesi gerekiyordu ama senin de bunu fark etmemen icap ediyordu ki üzülmeyesin. Çünkü biz seni seviyoruz ve üzülmeni istemiyoruz.

Beni benden daha fazla düşünen, üstelik beni düşünürken benim istediğim şeyleri bana yaptırmamaya çalışan veya benim istemediğim şeyleri bana yaptırmaya gayret sarf eden can arkadaşlarım..

‘Nasıl fark ettin, şimdi ne yapacağız’? dediklerini bile duyduğum anlar olmuştu.

‘Yahu arkadaşlar biz bu elimizdeki ipleri beraberce şu istikamete çekmiyor muyduk?’

Azizim sen hayal görüyorsun esasında bizim beraber olduğumuz yukarıdaki daha farklı bir çerçeveye göre yönümüz başka tarafa olmalı sen buna mani oluyorsun. Peki ne yapacağız bu durumda?

Cevap; ya sen bırak ya biz bırakıyoruz demişlerdi. Bu tip durumlarda bazen tuttuğum ipe veya iplere sıkıca yapışıp yapayalnız kaldığım olmuştu. Bazen de lanet olsun alın ipinizi deyip ben ucunu bırakmıştım.

İplerle geçen bu zaman diliminde hep iplerin en ucundaki yumağı anlamaya çalışmıştım. Bu farklı renklerin merkezden ayrılınca müstakil gibi durmakla birlikte, hep beraber olduklarında çok güzel bir kompozisyon meydana getirdiğinin farkına varmıştım. Merkezden uzaklaştıktan ve araya bu kadar mesafe girdikten sonra iplerin uçları bir yerde tekrar ilk baştakine benzer bir yumak olabilir miydi? Buna uğraşmak bir hayal miydi? Bu hedef, varılabilecek bir kızıl elma olabilir miydi?

Teorik olarak bunun mümkün olduğunu düşünüyordum. O sebepten geçen zaman içinde bu ip parçalarından olabildiğince fazlasının ucunu tutabilmeyi arzulamıştım. Ucunu tutamadıklarımın ise en azından bir göz ve bir gün uzanırsam yakalayıverecek bir uzaklıkta olmasına gayret etmiştim. Bazen hayat şartları öyle bir karışmıştı ki biz bir yerde ipler bir yerde kalmışlardı. Ama dağılırken bile gözlerimi elimden kaçan ip uçlarından ayırmamaya çalışmıştım.

Şu an içinde bulunduğumuz zaman dilimi de sanki o saçılma dönemlerinden biri gibi duruyor.

Uzun zamandır tuttuğum iplerin büyük bölümünün ucu elimden kaçmışken herhalde acele etmeden neler olduğunu, niçin böyle bir noktaya gelindiğini ve en uzaktaki yumak ile şu an ayrı ayrı renklerdeki ip parçalarının durumunu analiz etmenin yararlı olacağı muhakkak.

Çünkü şu an sağlıklı bir analiz yapılamazsa kaçan farklı renklerdeki iplik uçlarının niye kaçtığı, kalanların niye kaldığı, acaba henüz ucunu tutamadığım renklerin benim için belki daha uygun olup olmayacağı konusunda isabetli karar vermiş olamayacağım.

Belki uzun süre bana daha tercih edilebilir gelen renklerdeki iplikler ihmal edilebilir bir mahiyet arz ediyordu kim bilir. Onları kendime yakın görmem belki de bir alışkanlıktan dolayı idi. Belki onları elimde tutmayacağım zaman kendimi eksik hissedeceğim gibi bir yanılgıya düşmüştüm. Şimdi elimden kaçmış olanlara bu şekilde bakınca daha farklı bir yoruma sahip olunabileceğini düşünür oldum.

Sonuç olarak iplerin uçlarının bir an dağıldığı bir zaman diliminde bakalım ortalık sakinleştiğinde elimde yeniden hangi renk iplikler olacak. Renklerin uyumu olacak mı? Elimdeki renklerden kalbim ve ruhum mutmain olacak mı? Gerçi hayat bu iplerin peşinden gitmek ve bu ipler üzerinden en uçtaki o rengarenk yumağın sırrına ermekten başka bir şey değil ki?

İnşallah fıtratımıza en uygun renkleri elimizde her daim tutarız. Ve olabildiğince rengarenk yumağın bütününü kuşatabilme imkanına sahip olabiliriz.

Öncesi ve Sonrasıyla Balipaşa Camii’nde Bir Yatsı Namazı

Fatih’de oturmakta olduğumuz evin civarında birçok cami ve mescid yer alıyor. Akşemseddin ve Hırka-ı Şerif Camileri bize daha yakın iken, Mesih Ali Paşa ve Balipaşa Camilerine gidebilmek için bir miktar yürümek gerekiyor. Ezanlar başladığında şayet evde iseniz sanki birkaç caminin ezanının odanın içinde okunduğunu zannedersiniz. Güzel sesli müezzinler o kadar içten namaza davet ediyorlar ki geçerli bir mazeretiniz olmayıp da gidemediğiniz zaman adeta vicdan azabı çekiyorsunuz.
Cuma akşamı evde Brezilya- Belçika maçına bakarken ani bir kararla Yatsı Namazı için Balipaşa Camii’ne gitmeye niyetlendim ve hemen kalkıp hazırlandım.
Apartmanın sokak kapısından çıkıp yokuştan aşağıya doğru inerken nedense bu akşam çevremle normalin dışında biraz daha fazla ilgilenmekte olduğumu fark ettim. Ezana daha vakit olduğundan sağa sola bakınarak yavaşça yürüyordum. İlk önce apartman komşumuz olan mahalle bakkalı Fuat beye bir selam ettim. Eve gelip giderken adeta tekmil vermek gibi bir fonksiyonu olan bu uğramayı aksattığımda sanki komşum darılacakmış gibi bir hisse kapıldığimdan bu akşam da önünden geçerken selamı ihmal etmedim.

Bu bölgede son yıllarda çok fazla berber ve kuaför açıldığını naklederek ilk sosyolojik tespitlerime başlayabilirim. Bu dükkanların büyük bölümü de genelde Arap müşteriler için dizayn edilmiş. Bizim evin altında bile ön tarafından iki adet büyük hanım resminin vitrinin neredeyse tamamen kapladığı bir kuaför açıldığını söylersem işin hangi boyuta vardığını kavrayabilirsiniz.. Tahmini olarak 200-250 metrelik bir yürüyüş mesafesi içinde 7-8 adet berber ve kuaför bulunuyor. Bir tanesi hariç hepsi son birkaç senede açıldı. Sanki bu Arap kardeşlerimizin erkekleri ve gençleri sabah akşam traş oluyor, hanımları ise saçlarını yaptırıyorlar.

Bizim caddenin Akşemseddin Caddesi ile buluştuğu noktada Hadramut adlı grubun bir Yemen lokantası var: Hadramut Yamani.. Günün her saati içi ve önü kalabalık. Sadece o mu? Ana yolun yukarısına ve aşağısına doğru son yıllarda büyüklü küçüklü çok sayıda Suriye, Filistin ve Yemen lokantaları açıldı. Damak tadı iyi olan benim ortanca oğlum bunlardan bazılarının kendi ülkelerinde şöhrete sahip lokantalar olduklarını ifade ediyor. Ben genelde bu yörelerin baharatlarından hoşlanmadığımdan bu lokantalar ilgimi hiç mi hiç çekmiyor.
Yine Akşemseddin caddesi üzerinde birkaç adet Şam menşeli tatlıcı da var ki, bu konu ilgi alanıma girdiğinden bazılarının mamüllerinin bir hayli güzel olduğunu ifade etmeliyim. Bir vesile oluşturup tatmanızda yarar var.

Camiye giderken yemek ve tatlı muhabbetine çok fazla dalmamaya çalışarak Balipaşa Camiine doğru yolumuza revan olabiliriz diyeceğim ama ana yolu aşıp karşıya geçtiğimizde yine yemek konusuna bir ufak değinmek gerekecek. Burada günün her saati önü kalabalık olan bir felafilci dükkanı var. Yanında da yine bir Şam tatlı dükkanı.
Devam ediyoruz ve sağ yanımızda bir zamanlar Galip bey diye bir arkadaşın kurmuş olduğu Aslan Çiftliği adlı süt ürünleri dükkanı bulunuyor. Yoğurt, süt, kaymak konusunda yıllardır başarıyla hizmet veren yerli ve milli bir firma. Karşısındaki Balipaşa Fırını bugüne kadar birkaç sahip değiştirmiş olsa da küçüklüğümden beri aynı yerde hizmete devam ediyor.

Balipaşa fırınını geçtikten sonra biraz ilerde büyük amcamların eskiden oturdukları evin bulunduğu yere geliyoruz. 142 Numarada, Rahmetli Salih dedem tarafından 50’li yıllarda inşa edilmiş, Ahmet amcamın Erken apartmanı bulunurdu. O evin her bir katında amcam ve çocukları otururdu ve bizler de ailecek oraya çok fazla gider gelirdik. Birkaç yıl evvel o evi sattılar. Yeni sahipleri de komple yıkıp yerine daha modern görüntülü bir ev inşa ettiler. Cami yolunda içime hüzün dolan manzaralardan birini görerek geçmişe doğru yolculuğa başladım. Erken Apartmanının altında 80’li yılların ikinci yarısında amcamın oğlunun Dantel markasıyla duvar kağıdı satışı yaptığı bir dükkanı bulunurdu. Rahmetli babam da kendi kuyumcu dükkanını sattıktan sonra bir dönem o dükkanda yeğenine yardımcı olmuştu. Bizler de bu vesileyle oraya çokça giderdik. O dükkanda biraz evvel bahsettiğim Dantel’den önce 80’li yılların başlarında Tanzim market adıyla bir iş yeri açılmıştı. O dönemde bu tarz marketler pek yoktu. Kasap ve şarküteri bölümü ile birlikte o devrin şartlarına göre bir hayli büyük bir marketti ve kendisinden sonra hızla açılacak bu tip iş yerlerine bir tür örneklik oluşturmuştu. Marketin sahipleri olan Avni ve Nevzat beylerin ikisi de babamın ve amcamların yakın ahbabı idi
Şimdi onun yerinde ve hemen yanı başında bir hanım bir de erkek kuaförü var. Gecenin geç saatlerine kadar içinde insanların bulunduğu rengarenk ışıklı dükkanlar
Bu tanzim market daha sonra hemen karşı binanın altına geçmişti. Orası daha da büyüktü. İnsanlar arabalarıyla uzaktan da olsa gelir ve burada ciddi alışveriş yaparlardı. Eş dost ve tanıdıkların toplandığı bir marketti.

Bu aile hatıraları bol olan bölgeyi geçtikten sonra hemen sol tarafta Şam menşeli bir kahveci dükkanı açılmış. Beyoğlu Kahvecisi adlı dükkan hem gidişte hem de dönüşte dolu idi. Onu geçtiğimizde birbirimizi gördüğümüzde baba dostu diye selamlaşıp kucaklaştığımız Ali beyin Çapaloğlu gıda adlı bakkal market arası bir dükkanı bulunuyor. Kendisi kapı önündeydi ve yine o mutad baba dostu hitaplı sarılmamızı yaptık ve yola devam ettim.
Camiye varmadan son köşede de yine Şam menşeili başka bir kahveci dükkanı açılmış ki onu bu gece fark ettim
Ve nihayet Balipaşa Camiine vasıl oldum. İçeri girdiğimde birkaç kişi vardı ve ezanla beraber Cami dolmaya başladı. Dikkatlice bakınca cemaatın neredeyse üçte biri Arap kardeşlerimizdi. O an birkaç akşam evvelsini hatırladım. Hafta başında yatsı namazı için gittiğim Hırka-ı Şerif Camii’nde bu oran neredeyse yarı yarıya idi. Hırka-ı Şerif civarında Arap nüfus oranının şahsi gözlemlerime göre daha fazla olduğunu tahmin ediyordum. Cami cemaatı oranlamasında da bu tahminim sanki kuvvetlenmiş oldu. Tabii Camideki cemaat oranı aynen nüfus oranı gibi anlaşılırsa doğru bir tesbit olmaz. Burada yapabileceğimiz yorum Arapların Camiye gelme oranlarının daha yüksek olduğu şeklinde olabilir. Yoksa Balipaşa Camii civarındaki nüfusun üçte biri Arap veya Hırka-ı Şerif mahallesinin yarısı Arap nüfus gibi bir iddia gerçeği yansıtmaz.

Cami içinde sağa sola bakındıkça birçok hatıram adeta peş peşe zihnime üşüştü. Büyük amcam, onun çocukları, damatları ve sonrasında da torunları genellikle bu camiye giderlerdi. Onun bir küçüğü olan rahmetli Necati amcam ve babam da çoğu kereler namazlarını burada kılarlardı. Caminin hemen karşısında Mahmut Erol Kılıçların Kılıç apartmanı yer alıyordu ki aileden çok az kişi kalmış olsa da bina hala orada duruyor. O bina ile ilgili de ne çok hatıram vardır. Mahmud’un kendisi, babası Şevki bey amca, amcası Ziya bey amca, ağabeyi Erdal Kılıç da bu caminin müdavimleri arasındaydı. Biz küçükken o caminin müezzini Osman amca, imamı da Sarı İmam lakabıyla maruf bir hoca efendi idi. Kadim dostumuz Candan Karlıtekin’ler de eskiden bu Caminin bir alt sokağında otururlardı. Kendisi ile ne zaman Fatih ve Balipaşa muhabbeti açsak hemen Rahmetli Sarı İmam ile Osman amcayı yad ederiz.
Daha sonra müezzin mahfiline Sıtkı ağabey ve Mustafa ağabey geçmişlerdi. Sıtkı ağabeyin Kur’an tilaveti çok güzeldi. Benim iki oğlumun sünnet düğünlerinde Sıtkı ağabeye rica etmiştim o da beni kırmamış ve düğün töreninin yapıldığı salona gelip Kur’an- ı Kerim ve ilahi okumuştu. Onu uzun zamandır göremediğimi düşündüm. Ne iyi ve dost canlısı bir insandı. Hemen Çapaloğlu Gıda Ali beye sordum. Sağolsun vazife edindi ve bana adresini bulacağını söyledi ki bu akşamın çokça sevindiğim anlarından biri idi.
Namaz aralarında gözüm hep cemaat içinde acaba o eski tanıdıklardan birini görür müyüm diye arandı durdu. Sonrasında düşündüm ki bu anlattığım kişi ve olayların geçtiği yıllar en erken 90’lı yıllar ve neredeyse 25 sene geçmiş. Tabii kimseye rastlayamadım.
Benim rahmetli bacanağım Abdulkadir Kibar da bir ara Balipaşa Camiinin hemen karşısındaki bir evde oturmuştu. Hatta vefat ettiğinde de orada idiler ve cenaze gecesi Camide dua yapıp arkadaşları ve dostlarıyla toplaşmıştık. Tabii bu olay da hüzünlü bir zaman dilimi olarak bu akşam hatırıma gelen olaylardan biriydi.
Bu duygular içinde Camide adetimin dışında uzunca süre kaldım. Tesbih, dua, aşr-ı şerif hepsini ikmal ettim. Sanki girdiğim bu zaman tünelinden çıkmak istemez gibi bir halet-i ruhiye içindeydim
Neyse cami boşalırken ben de çıktım. Yürürken bu yol üzerinde acaba başka neleri hatırlamam gerekir diye de düşünüyordum. Son hatırladığım babamın arkadaşı Çırçır’lı doktor Osman Nuri Sükas’ın da bir zamanlar bu cadde üzerinde oturduğu oldu. Rahmetli Osman amca en büyüğünden en küçüğüne bizim tüm ailenin doktoruydu. Neredeyse herkesin her şeyini bilirdi. Geçirdiği hastalıklar, içtiği ilaçlar, tansiyonu, şekeri, kalp çarpıntısı ve dahi aklınıza ne gelirse. Ne zaman icap etse çağrılır o da hiçbir zaman yüksünmeden gelir ve ne gerekiyorsa yapardı. Koca bir doktor çantası, içinde gerektiğinde ocak üzerinde iğneleri kaynattığı teneke bir kutu, tansiyon aleti ve acil bir durum olduğunda kullanabileceği bazı ilaçlar. Osman amca aile büyüklerinden çok dua almış bir adamdı. Allah rahmet eylesin
Camiden eve gelene kadar bu hatıraların daha alt detaylarını da hatırlamaya çalıştım. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini bir defa daha kendi kendime tasdik ettikten sonra bu hatırladıklarımı unutmadan hemen yazıya geçeyim diye bilgisayar başına oturdum
Bu yazıda yer alan tüm ölmüşlerimize Rahmet geride kalanlara ve bu yazıyı okuyanlara da sıhhat ve afiyet diliyorum.

Facebook paylaşımı 07 Temmuz 2018

Kur’an-ı Kerim’e Başlama ve Arapça Derslerimizin Tarihçesi

Kur’an-ı Kerim ile ilk tanışmam çok küçük yaşlarımda aile içinde olmuştu. Evde belli geceler Kur’an okuyan anne ve babam Kitabımızla ilk görsel ve zihinsel temasımın sağlanmasına sebep olmuşlardı. Bir de üst dairemizde oturan Rahmetli Salih dedemin ve anneannemin kendi odalarında sürekli Kur’an okurkenki görüntülerini zihnimdeki canlı bir manzara olarak hatırlarım.

İlave olarak Rahmetli Salih dedem her Kadir gecesinde imkan nispetinde  çocuklarını, damatlarını ve torunlarını toplar ve bir hatim cemiyeti düzenlerdi. Dedem tüm torunlarına büyüğünden küçüğüne göre uzun ve kısa sureleri okutur ve en son kendisi duasını yapardı.  O ana kadar hatim indirmiş olanlar dedeme bildirir ve o da hepsini zikrederek bu hatimlerden hasıl olan sevabı başta Peygamber Efendimiz (as) olmak üzere tüm Peygamberlere, onlara ittiba edenlere ve yine aileden tüm geçmişlerimize armağan ederdi.  Hatim duası sonrasında ayranlar ikram edilir ve büyükler kendi aralarına sohbet eder küçükler de yaş durumlarına göre oyuna dalarlardı.  Bu tören benim zihnimde önemli bir yer etmiştir. Bizler de küçücük yaşlarımızdan itibaren bir gün hatim indirerek dedemin töreninde elinde bir değer ile yer almayı arzu ederdik.

İlkokula daha başlamadan kendi gayretlerimle Türkçe okuma ve yazmayı öğrenmiştim. Yaz aylarında yazlık için gitmekte olduğumuz Florya Şenlikköy’deki yaz Kur’an Kursu’na o yıl benden 3 yaş büyük olan  amca kızım ile birlikte gitmek istemiştim. . O zamanlar Şenlikköy Camii şu an kullanılmayan, köyün daha yukarılarında kiliseden bozma bir yerdi. Küçük bir bahçe içinde şirin bir mescitti. Daha sonra 70’li yıllarda şu anki büyük cami yapılmıştı.

Babamlara o yıl kursa gitme konusunda ciddi baskı yaptığımı hatırlıyorum. Mademki okuma yazma öğrenmiştim, Kur’an da öğrenebilirdim. Kendimce böyle düşünüyordum. Fakat Kursa ilkokula başlamayanları almıyorlardı. Rahmetli babam camiinin imamına biraz da ısrar ederek, okuma yazma bildiğimi ve dersleri takip edebileceğimi söylemiş ve bir şekilde ikna etmişti. İlk Arapça öğrenme dönemim o yıl başlamıştı. Elif bayı büyük bir gayret ile sökmüş ve o yaz Kur’an’a geçmiştim.

Kadir gecesinden önce ilk hatim

Daha ileri senelerde de yine aynı camideki kursa devam etmiş, kurs dışında da yine Rahmetli Salih dedeme sürekli Kur’an okuyarak okumamı geliştirmiştim. İlk hatimimi indirdiğimde de rahmetli dedemin Kadir gecesi törenlerine artık bitirdiğim hatimimle iştirak eder hale gelmiştim. Rahmetli dedeciğimin hem aileyi bir arada tutabilmek hem de bizleri teşvik etmek için bulduğu güzel bir yoldu bu?

O yıllarda Şenlikköy Camii’nin genç bir imamı vardı. İsmini hala hatırlarım; Zühtü Genç. Babamın bu tür durumlarda sürekli kullandığı şekliyle;  öldüyse Allah rahmet etsin sağ ise Allah hayırlı ve uzun bir ömür versin. Benimle Kur’an derslerinde özel olarak ilgilenirdi. Ayrıca Dini Bilgilerimin de gelişmesi için gayret ederdi. Okuduğumuz bölümlerin manalarını da imkan ölçüsünde açıklamaya çalışırdı. Bu şekilde bir tür Arapça dersi de veriyordu. İlk tecvit  ve kıraat çalışmalarını da Zühtü hoca ile birlikte yapmıştık. Mavi kaplı bir tecvit defterim vardı ki uzun yıllar onu hatıra olarak saklamışımdır. Arapça harfleri tam mahreçlerinden çıkarabilmem konusunda da kendisi titiz bir gayret gösterirdi.

Sünnet olacağım yıl onunla sünnet düğününde duasını yapacağımız bir hatim hazırlamıştık. İlave olarak bana aşır olarak kendi düğünümde okuyabilmem için Enfal suresinin başlangıcından bir bölümünü ezberletmişti.. Düşünüyorum da manası itibariyle Enfal suresini seçmesi bile bir tür dersti sanırım. Allah ondan razı olsun, bana her anlamıyla çok faydası olmuştu.

Lise yıllarımda Osmanlıcaya merak sarmıştım. Lise ikinci sınıfta Mehmet Şevket Eygi ağabeyin delaletiyle o zamanlar Çemberlitaş’ta bulunan Belediye Kütüphanesinin Müdürü Mahmut Hoca’dan bir dönem Osmanlıca dersi almıştım. Harflere aşina olduğumdan Osmanlıcayı kolay sökebiliyordum. Tabii kelimeler ve kavramların manalarına nüfuz edebilmek için çokça kitap okumak gerekiyordu. Beyazıt’daki Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nda Enderun Kitabevi sahibi rahmetli İsmail ağabeye ve yine o devirler sıkça gittiğimiz sahaflar çarşısına hemen her ziyaretimde birkaç Osmanlıca kitap almaya çalışıyordum. Bazen çözebiliyor bazen de zorlanıyordum ama bu temrinler belli bir mesafeyi de almamı sağlıyordu.

Lise üçüncü sınıftan itibaren o zamanlar aynı dertleri paylaştığımız bir grup arkadaşımızla beraber Türkçe kaynaklardan dini bilgileri edinebilmek için bir çalışma başlatmıştık. Önce 8 kişilik bir çekirdek gurupla 4-5 yıl süren uzunca bir ders dönemi geçirdik. Hafta içi okumalarımızı yapıyor hafta sonunda neredeyse tam gün birimizin evinde toplanıyor ve beraberce okuduklarımızı mütalaa ediyorduk. Hepimiz için çok verimli yıllardı. Tabii okumalarımızın içinde tefsir de vardı. Bu tefsir çalışması Arapça konusunda da bizleri kısmen geliştiriyordu.

Kur’an-Kerim’i ezberleme isteği

Lise son sınıfta Kur’an-Kerim’i ezberlemeye yönelik derin bir istek duymaya başlamıştım. Mademki Müslümandık ve Kur’an bize hitap ediyordu, o zaman lazım olduğu zaman gerekli ayetleri hemen hatırlayabilmeliydik. Fakat ileri yaşlarda bu tip bir işe girişmenin zorluğu da ayrı bir caydırıcı unsurdu.

Gençliğin de verdiği heyecanla Nuruosmaniye Camii’nin hemen bahçesinde yer alan Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na babamla beraber müracaat etmiştik. Rahmetli babam o Camii’nin imam ve müezzinlerini iyi tanırdı. Orayı seçmemizin bir sebebi de o Kuran Kursu İstanbul tarzı okumanın pirlerinden olan Rahmetli Hasan Akkuş hocanın talebelerinin toplandığı bir yer olmasıydı. O dönemin kurra hafızlarının en önemlilerinden rahmetli Abdurrrahman Gürses hoca Nuruosmaniye Camii hoca ve müezzinlerine belli zamanlarda gelir ve usul dersi verirdi

O kursta benimle Nafiz Hoca ilgilendi. Yaklaşık 4-5 ay kendisiyle ezber yaptık. Daha doğrusu benim hafızlık merakımın ne kadar gerçek olduğunu hem kendileri hem de benim test etmemi istiyorlardı. Bu süreçte bayağı kolay ezberliyordum. Bir oturuşta yaklaşık 2-3 saat içinde bir sayfayı ezberime alabiliyordum. Fakat ikinci ve üçüncü sayfalara geçildiğinde evvelki aylardaki ham olan sayfaların pişmişlerini yeniden ezbere okumak bayağı zor bir olay halini almıştı.

Üniversite öğrenciliği

Derken Nafiz hoca başka bir göreve getirildi ve benimle ilgilenemeyeceğini ifade edince ben de ezber çalışmalarımı bizim evin yanı başındaki Kumrulu Mescid’in İmamı Hasan Kılıç hoca ile beraber yapmayı arzu ettim. O yıl okumakta olduğum Galatasaray Lisesi yeni bitmiş, sınavları kazanarak girdiğim Boğaziçi Üniversitesi’ndeki dönemimin başlayacağı yıldı. Boğaziçi’nde de ilk yıl İngilizce hazırlık okuyacaktım.

Hazırlık sürecinde hem İngilizce öğrenmek hem de ezber yapmak bayağı yorucu oluyordu. Bu sebepten ezber çalışmalarıma, benim için çok zor  bir düşünme süreci akabinde ara vermek zorunda kaldım. Hasan hoca bu işin zor olduğunu bana defaatle söylemesine rağmen yine de şevkimi kırmamaya çalışıyordu. Ben; “ hocam bu işi tam kesmeyelim ama bir dönem ara verelim” deyince o da razı oldu. Daha doğrusu onun tahmini doğru çıkmıştı. Ben ezbere biraz geç başlamıştım ve mevcut şartlarda bu çalışmayı sürdürmek hakikaten çok zordu.

O ara 12 Eylül ihtilali olmuş ve Türkiye yeni bir döneme girmekteydi. Bizler Lise yıllarımızın son zamanlarında yukarıda kısaca değindiğim arkadaş grubumuzla başladığımız o kendimizi geliştirme yolunda kitap okuma çalışmalarımıza aralıksız olarak devam etmekteydik. İslami kitapları okurken Arapça bilme konusundaki eksikliğimiz, önümüzde hep ciddi bir engel gibi duruyordu. Bu sebepten sohbetlerimizde  en önemli başlıklardan biri de Arapça öğrenmek ve Dinimizi kendi öz diliyle kaynaklarından tahsil etme hedefiydi.

Bu hedefe yönelik olarak ilk Arapça öğrenme deneyimim İsmailağa Camii çevresinde olmuştu. Önce yakın bir dostum, kendisinin okumuş olduğu Emsile adlı sarf kitabından bana ilk dersleri vermişti. Klasik usulde “nasara, yensüru, nasran” ile başlayan emsile derslerini büyük bir iştiyakla bitirmiştim. Daha sonra o dönemlerde İsmailağa Camii’nin müezzini olan Rahmetli Hasbi hocayla derslere devam ettik. Dört kişilik güzel bir arkadaş gurubumuzla Hasbi Hoca’nın Caminin bahçesinde merdivenle çıkılan odasında Emsile ve Bina adlı gramer kitaplarını okuduk. Hasbi hoca Arapça öğretirken bir yandan da yeri geldikçe bizleri çeşitli konularda bilgilendiriyordu. Zevkli derslerdi.

Okunan ilk Arapça kitaplar

Hasbi hocanın dersleri dışında da imkan ölçüsünde ya İsmailağada, ya da evimizin yakınındaki Kumrulu Mescid Camii’nin, İmamı  Hasan Kılıç ve müezzini Kadir Temir hocaların çeşitli kitap okuma gruplarına katılıyordum. Buralarda okuduğunuz ilk Arapça kitaplarından aldığımız temel bilgilerle ibareleri çözülebilme temrinleri yapıyorduk.

Daha sonraki ikinci ciddi Arapça halkamız Hayrettin Karaman Hocanın delaletiyle bize ders vermeyi kabul eden Sadrettin Gümüş Hoca ile oldu.

12 Eylül ihtilali sonrası ortalık nispeten durulmuş, sıcak mücadelenin içinde yer alan bir çok arkadaşımız Rahmet-i Rahmana kavuşmuş, yaşıtlarımız olan çok sayıda arkadaşımız ya cezaevlerinde ya mahkeme köşelerinde telef olmuştu. Bizim nesil için önemli bir sarsıntı döneminin içinden geçiyorduk.

Boğaziçi Üniversitesi’nde de adeta fırtına sonrası durulan bir ortamda bir yandan derslerimize devam ediyor bir yandan da kendimizi farklı alanlarda yetiştirmeye çalışıyorduk. Yukarıda da belirttiğim gibi içinde bulunduğum arkadaş grubuyla birlikte sıcak çatışmaların kısmen dışında durmuştuk. Ülkemizin ve İslam Dünyası’nın daha iyi bir noktaya gelebilmesi için hem kendimizi hem de çevremizi en iyi şekilde yetiştirebilmenin önemli olduğu tespitinin gereğini yapmaya gayret ediyorduk.

İşte bu süreç içinde Sadrettin Hoca ile derslere başlamıştık. Yanılmıyorsam 1982-83 yıllarıydı. Yeni evlenmiştim. Üzerime bir başka sorumluluk daha almıştım. Okul dışındaki zamanlarımda haftanın bir kaç günü bazen bugünkü Marmara İlahiyat’ın şimdi yıkılan Camiinin altındaki salonda, bazen de Sadrettin Hoca’nın Ümraniye’deki evinde ders yapıyorduk. Genelde hafta sonları Hocanın evine gidiyorduk. Özellikle Pazar sabahları Sadrettin Hoca saatlerce bizlerle uğraşıyordu. Şimdi düşünüyorum da ne fedakar bir insandı. Allah ondan razı olsun. Sadrettin Hoca medrese eğitimi almış, Hafızlığı da olan ve o zamanki hocalar içinde klasik Arapçayı en iyi bilen kişilerden biriydi. Bizlerle bir yıl kadar ilgilendi.

Emsile, Bina ve Avamil dersleri

Onunla Emsile, Bina ve Avamil adlı Arapça dil bilgisi kitaplarını yeniden ve detaylı bir şekilde okumuştuk. Başka kitaplardan da tatbikatlar yapmıştık. Sağ olsun çok özverili bir kişiydi, severek ders veriyordu. Onunla yaptığımız derslerde en çok dikkatimi çeken noktalardan birisi Bina adlı kitabın ana metninin yan taraflarındaki şerhleri ve açıklamaları bile harfi harfine ezbere biliyor oluşuydu. Hafızlığın insanın bazı melekelerini olabildiğince geliştiren bir süreç olduğunu Sadrettin Hoca’da ayne’l yakin görmüştük.

İlk yılın sonunda Sadrettin Hoca’nın ilahiyattaki ders programı yoğunlaştığından bizlerle ilgilenemeyeceğini söylemesi o ders grubunun sona ermesini de beraberinde getirdi. İçimizden bazı arkadaşlar yine Hayrettin Hoca’nın delaletiyle o çevreden başka bir hoca ile bu derslere devam ettiler.

Bu devrelerde kısa dönemli bir Kızıl Minare Camii denememiz de olmuştu. Kızıl Minare Camii Fatih’te Horhor Caddesi’nin Aksaray tarafına doğru küçük bir mescittir. Bizim zamanımızda oranın İmamı Rahmetli Mahmud Bayram Hoca idi. Mahmud Hoca ileri yaşına rağmen çok gayretli, gençleri çok seven, onları sürekli yüreklendiren bir kişi idi. Bizim grubun ilk rehber hocalarından biriydi. İçimizden bazı arkadaşlarımızın onunla devam ettikleri haftalık hadis dersleri de vardı.

Bunları hadis dersleri takip etti

Kısa bir süre onunla Kızıl Minare Camii’nin üst katında Arapça dersi yapmıştık. Fakat Hoca geniş çevresi olan ve her tarafa yetişmeyi kendine adeta vazife bilen bir kişiydi. Nerede kendisine ihtiyaç duyulduğunu hissederse veya ona hissettirilse oraya koşuyordu. Bu koşuşturmaların bir kaç tanesi dolayısıyla bizim derslere gelişinde bazı çakışmalar ortaya çıkınca; çocuklar ben ahir ömrümde her yere yetişmek istiyorum. Sadece bir grupla ilgilenmem bu çerçevede galiba pek mümkün olmayacak. Düzenli ders yapabilmeniz için size daha yerli yurtlu bir hoca ve program bulmalıyız dedi ve bundan sonra yeniden farklı arayışlara girdik.

Benim bundan sonraki ders grubum Şehremini’nde Odabaşı Camii’nin yan odalarından birinde bir dönem devam eden, İbn-i Akil’in kitabından takip ederek yaptığımız Arapça dersleriydi.

Rahmetli Hasan Karakaya adlı Arapçayı  ve İslami ilimleri çok iyi bilen bir hocamızla bu derslere haftanın bir kaç günü devam ettik. İbn-i Akil’in kitabı dışında tatbiki olarak Müslim adlı hadis kitabından, hocamızla birlikte hem bilgi dağarcığımızı geliştiriyor hem de gramer bilgilerinin uygulamasını yapıyorduk.

Fakat devam ettiğimiz grupta Arapça seviyeleri biraz farklı idi. İçimizde daha evvel bayağı mesafe almış arkadaşlar da olduğundan gurubun insicamı istediğimiz gibi sağlanamıyordu. Üstelik okuduğumuz kitap 1000 beyitte Arapça öğrenilmesini sağlayan bir metod uyguladığından benim için bayağı ağır bir kitaptı. Benimle birlikte bir kaç arkadaş belli bir yerden sonra takipte bir hayli zorlandık ve dersten ayrılmak zorunda kaldık

Bu Arapça ders halkalarımız bir kaç sene daha yoğun bir şekilde ama farklı hocalar ve dur halklarla süren bir devre olarak devam etti ama maalesef hedeflediğimiz o ileri noktaya bir türlü ulaşamadı.

Maişet derdi ve sıkıntılar

Tabii, tüm derslerin İngilizce olarak sürdürüldüğü üniversiteye devam ediyor oluşum, evlilikle ilgili mükellefiyetler, bir müddet sonra Allah’ın bahşettiği bir bebek, evin geçimi için yaptığımız küçük çaplı da olsa ticari aktiviteler gibi her biri ayrı bir uğraş konusu olan meşguliyetler içinde Arapça gerektiği mesafeyi bir türlü alamıyordu.

Ama her zaman kaldığımız yerden yeniden başlayacağız niyetiyle tamamen de kopamadığımız bir kızıl elma olarak hedeflerimiz içindeki yerini muhafaza etti. (Şimdi bakıyorum da içten içe hala muhafaza ediyor.)

Arapçayı geliştirmem gerekiyordu. Ne yapalım ne edelim diye düşünürken bir arkadaşımızın tavsiyesiyle Arapça’ya vakıf bir hocanın  İzhar adlı nahiv kitabını okuttuğu uzunca bir dersin kasetlerinin olduğu haberini aldık. Üstelik bir arkadaşımız bu kasetlerden yine küçük bir grupla bir miktar çalıştıklarını ve çok iyi netice aldıklarını söylemişti.

Kudret BüyükcoşkunMustafa BüyükabacıEnes Yıldız ve ben İzhar derslerini akşam saatlerinde beraberce yapmaya karar verdik. Mustafa ile Enes o zamanlar bir yandan yüksek lisansa devam ediyor, akşamları da Fatih’de Sarıgüzel’de bir talebe evinde kalıyorlardı. Biz de Kudret ile Fatih’te kısmen yakın mahallelerde oturuyorduk.

Kudret haftanın bir kaç akşamı hanımı ve küçük kızı Zeynep ile bize geliyor, hanımı ve çocuğu bizde kalırken biz de onunla Sarıgüzel’deki eve gidiyor, geç saatlere kadar çalışıyorduk. Pratik bir teyp, sağ olsun Mustafa ve Enes’in çay ikramı, kasetler ve dört öğrenci. Bu İzhar dersleri hakikaten çok doyurucuydu.

Neredeyse bir kış boyunca bu dersler devam etti. Biz tam sonuna gelemesek de bayağı bir bölümü beraberce çalışmıştık. Çok sıkıştığımız bazı noktalarda dışardan da sorarak müşküllerimizi çözüyorduk. Sonuçta ciddi bir seviye kazandığımızı söyleyebilirim.

Ulaşılamayan hedefler

Ama o istediğimiz ve hayal ettiğimiz noktada mıydık? Maalesef henüz oraya ulaşamamıştık. Bulunduğumuz yer tam bir eşik noktasıydı. Bundan sonra yoğun olarak ibare çözmeye çalışmamız, öğrendiklerimizi uygulamamız, kelime ve cümle kalıplarını geliştirmemiz gerekiyordu. İşte o noktalarda bizim yoğun Arapça dersleri artık devam edemez bir noktaya geldi.

Şimdi geriye dönüp baktığımda o eşik noktasının hayati bir yer olduğunu ve onu aşabilmiş olsaydık tahminimce daha güzel bir menzile ulaşabileceğimiz tespitini yapabiliyorum.

Ondan sonraki yıllarda yani doksanlarda Rahmetli Metin Balkanlıoğlu ile bir kaç kış süren düzenli tefsir okumalarımız olmuştu. Bu okumalar tam bir Arapça dersi değildi. Fakat tefsir öncesi hazırlık, ders sırasında ve sonrasındaki tekrarlarda dolaylı olarak Arapça bilgilerimiz gelişmekteydi. Ama yine vurgulamam lazım ki bunlar olması gereken bir Arapça dersi hüviyetinde değildi. İnsanlar ne kadar gayret ederse etsinler takdirden öte bir şey olmuyor.

Tabii burada kendimiz dışında bir kabahatli aramak durumunda olduğum anlaşılmasın. Sadece bu yazıyı okumakta olan ve bizimle aynı hedeflere varmayı düşünen insanlara ve gençlere bir ufuk, bir kapı açabilmek için bunları söylüyorum. Bu tecrübeleri okusunlar ve daha doğru yollar bulabilsinler arzu ediyorum.

Geçen günlerde incelediğim Genç dergisinin Haziran 2018 sayısının ana konusu Arapça öğrenimi ile ilgiliydi. O dergideki birçok yazıyı dikkatle okumaya çalıştım.

Arapça öğrenmek hala ufuktaki hedef

Arapça öğrenimi ile ilgili bizim dönemimize göre çok güzel gelişmeler olduğunu farkettim. Genç nesilden birçok kardeşimizin bizim aşmaya çalıştığımız o eşiği başarıyla aşmış ve aşmakta olduklarını farkettim. Bu bana büyük bir mutluluk verdi. Ve ben de kendi serencamımızı yeniden hatırlayarak kaleme almayı düşündüm.

Arapça ile ilgili hedefim sona erdi mi? Hayır. Can bedende durduğu müddetçe doğru bildiğimiz yolda sebat etmek önemli. Şu an Arapça çalışmalarıma kendi imkanlarımla az da olsa devam etmeye çalışıyorum. Ne mi yapıyorum?

Yerine göre bazen Kur’an-ı Kerim’i detaylı bir mealiyle okumaya gayret ediyorum. Hem orijinalini hem de mealini kelime ve kavramlara özellikle dikkat ederek hem okuyor hem de bir tür çalışıyorum. Bazen de bir hadis kitabına başvuruyorum. Onu da yine hem Arapça’sından hem de Türkçe izahı üzerinden okumaya çalışıyorum. Bu çalışmaların Arapça konusundaki müktesebatımı bir miktar ilerlettiğini de görüyorum.

Fakat olması gerektiği gibi bir çalışma mı? Hayır yeterli değil.

En azından meseleden kopmadan ve her gün az da olsa mesafe alarak devam edebilmek de bir mesafedir diye düşünüyorum

Ama şu noktadaki görüşümü de daima muhafaza etmekteyim. Bunca yıldan sonra daha doğru yöntemler bulmak, zamanı daha verimli kullanmak ve geçmişte aşılamayan eşikleri aşabilmek gerekiyor. Tıp kı genç nesilden çok sayıda arkadaşımızın aştıkları gibi.

İnşallah emr-i Hak vaki oluncaya kadar bu hedeflere varmayı başarırız…

Dünya Bizim, 19 Temmuz 2018

Nefs-i İstanbul’un Bir Müze Şehir Olmasına Rızanız Var mı?

En az 20 yıldır Nefs-i İstanbul denen bölgenin; yeni deyimle tarihi yarımadanın yaşayan bir müze haline getirilmek istendiğini, buna dur dememiz gerektiğini bir çok platformda haykırdık. Maalesef bu konuda bir hayli mesafe aldılar. İş işten geçtikten sonra aah vaah demek beyhude

Cağaloğlu Çatalçeşme sokağının kenarlarına demirler çakıldığı anda oranın artık turistlere ayrıldığı belli olmuştu. Osmanlı Arşiv binası otel oldu. Defterdarlık binasının otel olması niyeti de ayrı facia idi.Yollar trafiğe kapandığında o bölgedeki kitapçıların gidecekleri belliydi

Sultanahmet, Süleymaniye ve Beyazıt Camilerinin etrafında ikamet eden insan kaldı mı? Oralar artık turizme hizmet eder hale geldi. Bundan sonraki büyük hedef Fatih Camii’nin etrafını insandan arındırmak. Uzun vadeli hedefin bu olduğunu tahmin ediyorum. İnşallah orayı kurtarırız

Kapalıçarşı’nın etrafındaki tarihi hanların turistik otellere dönüştürülmesi hayalini kuranlar çoğunlukta. Yarın buraların otel olmasından üzüntü duyacaksanız şimdiden meseleye eğilmek gerekir. Bu büyük planları yapanlar bunları içimizden insanlara uygulatıyorlar. Yabancıya değil

Sultanahmet ve Cağaloğlu tarumar edildikten sonra sadece Çatalçeşme sokağını nostaljik bir yayıncı sokağına çevirmek vicdan azabını hafifletmekten başka bir fonksiyon görmeyecektir. Kendimizi kandırmayalım. Olaya daha yukarıdan bakıp Nefs-i İstanbul’un bütününe odaklanalım

2010 İstanbul Kültür Başkenti Projesinin nasıl ve ne niyetle başladığını sonrasında binbir gayretle ne şekle dönüştürülebildiğini akl-ı selim ile bir daha düşünelim. Projeler kurgulandığı zamanda farkına varmaya çalışalım. İş işten geçtikten sonra harekete geçmek maalesef yeterli fayda sağlamıyor

Ülkemiz için turizm geliri çok önemli. Fakat güzelim İstanbul’u turizm ve finans şehri yapma hedefiyle kimliğinden uzaklaştırmayalım. Medeniyetimizin bayraktarı bir şehir olarak insanıyla, kültürüyle ve canlılığıyla muhafaza edelim. Bu konuda ne olur iş işten geçmeden uyanalım.

Facebook paylaşımı, 19 Ağustos 2018

Ortası Yaşayan Bir Müze, Etrafı Ruhsuz ve Kimliksiz: İstanbul

 

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR: İSTANBUL

İstanbul, tarih boyunca imparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir. Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) geçiş noktasındaki bu şehir, bir yandan Grek Ortodoks – Bizantik özellikleri (sur içi), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir.

1453’te İstanbul bir fetih yaşadı. Bizans’da Konstantinapolis olan bu şehir, başka bir medeniyetin başkenti oldu. Yani bizim medeniyetimizin başşehri oldu. Bu açık, net ve hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacak bir gerçektir.

Osmanlılar, devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır.

İstanbul’un kısa tarihi serencamı

İstanbul uzunca bir dönem aynı zamanda Doğu Roma’nın başkenti olma vasfını da korudu. Fakat tarihi süreç içinde değişti ve dönüştü. Tarihte fetih gerçekleştiren birçok kavmin yapamadığı çok özel bir şeyi başardı. Kendisini fetheden insanların ait oldukları medeniyetin sembol şehri haline geldi. Eskiden var olan birçok tarihi özelliği ve insan malzemesini de kaybetmeden hepsini bünyesinde barındırarak bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirdi.

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başladı. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin birçok meselesinde tıkanıklıklar oluşturdu. Halkın önem verdiği meselelerin birçoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri birçok proje de halk tarafından tam olarak benimsenmedi.

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede maalesef tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.

Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

İstanbul ile ilgili cevaplanması gereken önemli sorular

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz gerek içinde yaşayanların, gerekse de yöneticilerin farklı farklı bakış açılarının etkisiyle karşı karşıya kalmak durumunda kaldığı çeşitli yollardan kendisine en uygun yolu seçme safhalarındadır. Böylesi bir noktada da yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir:

İstanbul, bugün, medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam Medeniyetinin sembol şehirlerinden biri olarak mı kalmalıdır?

Modernizm, materyalizmin ve kapitalizmin yoğun etkisi altındaki düşüncelerin ürünü çevrelerin kendisine dayatmaya çalıştığı şekilde sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır?

Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarının ortaya koyduğu uygulamaların tesiriyle, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehre mi dönüşmelidir?

Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları ve yeşil alanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını haline mi gelmelidir?

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği mi olmalıdır?

Burada sormaya çalıştığımız sorulara eminiz ki yenilerini katabilmek de mümkündür.

Nasıl bir İstanbul olmalı?

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde, yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır.

İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir.

Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır.

Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç gerekse de dış mekânların ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekânlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin korunabilmesi ve yenilerinin de ortaya çıkması mümkün hale gelebilir.

Sembol şehirler, ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak, içerisinde birçok eserin ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu değerler kuruluş amaçlarına uygun olarak kullanıldığı zaman, onları inşa edenlerin o eserlerle birlikte yaşanmasını arzu ettikleri maddi ve manevi atmosferin ortaya çıkmasına sebep olabilirler.

Bir şehirde yaşanılan hayatı ancak o şehre kimliğini veren ve iftihar ettiğimiz yapıların etrafında konumlandırırsak o şehir yaşayan bir şehir haline gelebilir. Burada küçük bir örnek vererek maksadımızı daha iyi ifade edebiliriz. Bugün İstanbul’un en önemli camileri (ki bundan Fatih Camii’ni kısmen kenarda tutarak değerlendirirsek) etrafında insanların pek fazla yaşamadığı mekânlar haline gelmiştir. Bayezid, Sultanahmet ve Süleymaniye camilerinin ve çevrelerinin bugünkü durumunu düşündüğümüzde yukarıda ifade etmeye çalıştığım konu daha iyi anlaşılabilir sanırım.

Dışını akşamları güzel ışıklarla aydınlattığımız ama içinde cemaati olmayan camilerin, o şehirde yaşayan insanlara sağladığı görüntü güzelliği, manevi ve tarihi bir esinti, dışarıdan gelenler için de turistik bir değer dışında verebileceği neler olabilir, onu iyice düşünmek zorundayız.

İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, camilerimizi, okullarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz.

Organize sanayi siteleri ve çevresindeki uydu kent örnekleri

İş yerleri, organize sanayi bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekânlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler.

Seksenli yılların başında şehrin merkezden çevreye taşınmaya başladığı dönemlerde ortaya çıkan İkitelli bölgesi ve onun yanı başında oluşan Başakşehir örneği de bu genel ifadenin şehrin tarihi içinde hep beraber yaşadığımız bir uygulaması olarak ele alınabilir. Bugün adeta kilit haline gelen İkitelli bölgesi ile ilgili şu an yeni uygulamaların düşünüldüğü bir zaman diliminde bu gerçek bir daha dikkatlice ele alınmalıdır.

İstanbul’un Avrupa ve Anadolu yakalarında İkitelli örneğine benzer başka örnekleri de kolaylıkla bulabilmek mümkündür.

Sonuç olarak; yukarıda ifade etmeye çalıştığımız genel bakış açısı hassasiyetle muhafaza edildiği ve tarihi süreçte yaşanılan iyi ve kötü uygulamalar göz önüne alındığı zaman, birçok şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz diyerek ümidimizi muhafaza etmek istiyoruz.

Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle kısmen düzenli, fakat, içerik açısından köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan insanlarımızın ve onların çocuklarının oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir.

Erhan Erken, “Medeniyetlerin Kesiştiği Şehir: İstanbul”, Şehir ve Kültür dergisi, Mayıs 2017, sayı 34.

İstanbul’da Gerçekleşen Önemli Zirvenin Ardından

 

İstanbul’da Rusya, Almanya, Fransa ve Türkiye tarafından gerçekleştirilen zirvede önemli kararlar alındı.

Tüm ülkeler sonuç bildirisinde de ifade edildiği gibi Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda mutabık olduklarını belirttiler. Bu kararlılık ilerleyen zamanlarda Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’yi rahatsız edecek tarzda PYD/YPG veya bu guruplarla ilgili kesimlerin ayrı bir oluşum meydana getirmeleri niyetlerine karşı bir set çekme manasını da taşımaktadır. Bu ibare Türkiye için önemlidir.

Ayrıca İdlib’deki silahlı gurupların özellikle Türkiye tarafından bir şekilde devre dışı bırakılmasının beklendiği tarzında özellikle Putin’in ifadelerinde geçen cümleler Türkiye’ye önemli ve ağır bir yük yüklemektedir.
Fakat Türkiye’nin İdlib’de sözü geçen gurupları hedef alır tarzda yapılacak silahlı müdahaleler neticesinde doğacak menfi ortamdan en fazla etkilenecek ülke olması, bu tarz ağır bir yükün altına girmesini muhtemelen gerekli hale getirmiştir.

Zirve sonrasında Erdoğan, sonuçları değerlendirdiği konuşmasında özellikle Fırat’ın doğusundaki oluşumlara müsamaha edilmeyeceğini net olarak bir defa daha ifade etmiştir. Bu ifade tamamen PYD/ YPG gruplarını kastetmektedir.
Erdoğan’ın açıkça belirtmesine rağmen sonuç bildirgesinde bu husus aynı netlikte metne yansımamış görünmektedir.
Metinde ilgili yerdeki cümle şu şekildedir:

“BM Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan DEAŞ, Nusra Cephesi ile El Kaide veya DEAŞ’la bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, teşebbüsler, oluşumlar ve diğer terörist grupların tamamen ortadan kaldırılması amacıyla terörle mücadelede kararlılıklarını teyit etmişlerdir. Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemleri reddetme kararlılıklarını ifade etmişlerdir.”

Görüldüğü üzere Suriye’deki BM tarafından terörist olarak kabul edilen diğer örgütler sonuç bildirgesinde net olarak ifade edilirken, Türkiye’nin hassasiyeti burada ‘diğer terörist guruplar’ ve “ komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemler“ cümleleri içinde geçmektedir.

Toplantıya katılan diğer ülkelerin daha önceki dönemlerde özellikle PKK/PYD ve YPG ile ilgili meselelerde takındıkları tavırlar bu noktadaki endişemizi destekler niteliktedir.

ABD’nin bu mutabakat içinde yer almamış olması da bu örtülü ifadelerin yarın Türkiye’nin bu ayrılıkçı ve Türkiye’yi direk olarak tehdit eden guruplara yönelik olası müdahaleleri karşısında önüne çıkartılmayacağını garanti edecek bir seviyede görünmemektedir. Bu konunun özellikle ABD ile yapılacak görüşmelerde net olarak çözülebilmesi önemlidir.

İstanbul’da bir araya gelen 4 ülkenin Suriye’nin toprak bütünlüğüne yaptıkları vurgunun bu noktada Türkiye’nin elini kısmen güçlendirdiği düşünülebilir.

Bu açıdan bakıldığında 4 ülkenin yaptıkları mutabakat ciddi bir öneme sahip olsa da yukarıda belirtilen bir kaç husustan dolayı ileriye dönük bir sıkıntı ve altını çizmeye çalıştığımız riskleri içermektedir.
Gelinen noktadaki tüm detaylar beraberce değerlendirildiğinde elde edilen sonucun kısmi bir başarı olarak yorumlanmasının mümkün olduğunu düşünmekteyiz. Fakat bu başarının Türkiye’nin arzu ettiği bir seviyeye ulaşabilmesi için, diğer eksik noktaların zaman içinde farklı zeminlerdeki münasebetlerle giderilmesini beklememiz icap edecek gibi görünüyor.

Facebook paylaşımı, 28 Ekim 2018

Gelişmeler bizi hangi bilgiye ulaştırıyor

Eski dönemlerde en sağlam iletişim yolu olarak vasıflandırılan yol, ‘ru be ru’ (göz göze) diye tarif edilen bire bir ilişki usulüydü. Mesela hadis rivayetinde en muteber yola sema metodu adı verilirdi. Sema metodu, talebenin hocasından hadis-i şerifin metnini ve senedini bizzat öğrenmesine verilen ad idi. İlimde icazet sistemi de bu tarz bir usuldü. Hoca talebeye ilmi meseleleri bire bir anlatır ve öğrendiğine emin olduktan sonra ona icazet vererek bu ilmi onun da talebelerine öğretmesine imkan tanırdı. Sema ve icazet yoluyla hocadan talebeye geçen ilmin en üst noktasında Hz. Peygamber Efendimiz (a.s) bulunmaktaydı. Dolayısıyla ilmin kaynağı sahih bir yere dayanmaktaydı.

Tüm zenaatlarda bir nevi diploma manasındaki icazet kurumu da aynı mantıkla kurgulanmıştı. Hocası bire bir çalışma yaptığı talebesinin o zenaat ile ilgili gerekli teknik ve ahlaki bilgiyi aldığına tam olarak kanaat getirdiğinde ona öğrendiklerini başkalarına da öğretebilmesi için icazet verirdi ki günümüzde de bu sanatlarla iştigal edenler aynı usulü kullanıyorlar.

Müzikte ise bu mantığa uygun olan nakil yolunun adı meşktir. Bu mekanizma içerisinde hoca talebesine eserleri bire bir tüm incelikleri ile öğretir. Musiki aleti ile beraberce çalar veya söylerler. Sonrasında hocası veya üstadı talebenin öğrendiklerini tatbik etmesine nezaret eder. Sonuç itibariyle yeterli bir düzeye gelindiğine kanaat getirildiğinde üstad veya hoca, talebesine icazet verir ve onun bu öğrendiği eserleri kendisinden talep edenlere öğretmesine izin verir.

Hem ilim aktarımı hem ahlaki eğitim

Burada fark edildiği üzere hem bir ilim aktarılıyor, hem de ahlaki bir eğitim verilebiliyor. Hoca bu eğitim sırasında talebesini ahlaki anlamda da eğitiyor, ona yol ve yordam gösterme imkanı buluyor. Hocasını bir rol model olarak gören talebe de her yönü ile ona benzemek istiyor.

Özetle eskilerin deyimi ile ‘hem kal ile hem de hal ile’ eğitim yapılıyor, ilim, zanaat, maharet ve mesaj, ruhu ile birlikte nakledilebiliyor.

Daha sonraki dönemlerde ise daha çok kitlesel öğretim yaygınlaşmaya başlıyor. Okullarda, üniversitelerde sınıflar, anfiler, konferans salonları bu tip bir aktarım yolu olarak kullanılıyor. Musiki notalara geçiriliyor. Sanat çalışmaları okullarda, dersliklerde çeşitli metinler üzerinden talebelere topluca öğretilmeye başlanıyor.

Tabii bu anlattığımız süreçler uzun dönemlerde ortaya çıktı. Yüzyıllar içinde çeşitli evrelerden geçerek şekil buldular ve hâlâ her gün yeni bir evreye geçiyorlar.

Gelişme, ama nasıl?

Yazı ve mesaj alanındaki gelişmeleri de tıpkı yukarıdaki gelişmeler gibi bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirebiliriz. Önceleri taşa, kile, daha sonraları kağıdın bulunması ile papirus kağıdına, aharlı kağıda yazılan metinler sonraları matbaanın icadı ile birlikte matbaa makinaları ile çoğaltılmaya başlandı. Burada da metni kağıda yazan ile onu daha sonra farklı mekanlarda okuyan arasındaki mesafe zamanla açıldı. Bu süreç aslında bire bir nakildeki gibi karşılıklı ve interaktif bir ilişki değil, aslında kısmen tek taraflı bir iletişim olarak ortaya çıkıyor. Bu tür ilişkilerde bire bir temas azalıyor. Farklı bir iletişim yolu yaygınlaşıyor.

Bu arada bilgi ve mesajın yaygınlaşmasında sinema, radyo ve televizyonlar da önemli bir mecra. Bu bahsettiğimiz araçlar hâlâ önemini yitirmiş değil. Fakat bu mecralar her geçen gün bir çok yeniliği bünyesine ilave etseler de, genelde daha eski bir mantıkla, yani tek yönlü iletişim ve etkileşimi sağlayan araçlar. Mesajın kaynağı muhataplarına bilgiyi tek taraflı olarak aktarıyor.

Bu alanlar teknolojinin gelişmesi ile birlikte toplumlarda etkisini daha da arttırıyor ve muhtemeldir ki daha da artıracak gibi görünüyor. Mesela insanları adeta filmin içine çekerek onu filmin parçası haline getiren teknolojiler, filmin içine konulan gizli mesaj türü teknikler ve her gün yenisi gelişen yollar bu tür iletişimin etkisinin devam edeceğini gösteriyor.

Tüm bu bahsettiğimiz hususlar bir yönü ile bakıldığında birer gelişme örneği. Fakat tüm bu gelişme olarak nitelenen konular bünyelerinde bir çok eksiklikleri de barındırıyorlar.

Teknolojinin gelişmesiyle doğru bilgi kadar yanlış bilgi de yayılıyor

Bilgisayarın ve buna dayalı iletişimin ortaya çıkışı ile başka noktaların da gündeme geldiğini görmekteyiz. Hatırlarsak önce ICQ diye bir araç ortaya çıkmıştı. Bilgisayar üzerinden insanlar bir diğeri ile bire bir yazı yoluyla ilişki kurmaya ve mesaj aktarmaya başladılar. Daha sonra benzer ve daha gelişmiş bir yol olan MSN hayatımıza girdi. Sonra Bing’e dönüştü. Twitter, facebook, linkedingibi yeni mecralar, insanlar arasında bu sefer sanal âlemde bire bir ilişkiyi tekrar canlandırdı. Whatsaptelegram yine bu cümleden birebir ilişki türleri olarak hayatımızda yer bulmaya başladı. Sesli ve görüntülü bir ilişki imkanı sağlayan Skype da adeta göz göze ilişkiyi sağlayan bir önemli gelişme olarak dijital dünyada yerini alıyor.

Bahsettiğimiz bu mecralar sanki eski dönemdeki birebir ve diz dize ilişkiye benzer tarzda insanların teke tek temas etmelerine imkan tanıyan araçlar ve yollar olarak zikredilebilir. Ama bu yolların, eski dönemde o önemsediğimiz hal ile eğitim ve ilişkiyi yeterli düzeyde sağladığını iddia etmemiz fazla iyimser bir yorum olabilir. Fakat kısmen de olsa birebir düzeltme ve ilişkiyi kontrol edebilme imkanını bünyesinde barındırdığını söyleyebiliriz. MSN’nin ilk çıktığı dönemlerde kendi çocuklarımın ve yeğenlerimin bazen dijital kanal üzerinden etkileşime girdikleri ağabeylerinin olduğunu müşahade etmem bende bu tip bir algıyı oluşturmuştu. Dijital anlamdaki ağabey sanki özel bir hoca gibi çocuklara etki edebiliyordu.

Dijital dünyada ortaya çıkan bir çok bilgi edinme aracı, bilgiye ulaşmada önemli bir kolaylık sağladı. İlkönce Altavisa, daha sonra Yahoo ve son dönemde her gün yeni bir gelişme ile karşımıza çıkan Google, dijital âlemde kaydedilmiş bilgiye ulaşmada büyük bir imkan sağladı. Burada da internet üzerindeki dijital bilgi kaynakları, onlarla temas eden insanlara tek taraflı olarak ve kitlesel düzeyde bir bilgi aktarımı sağlayabiliyor.

Mesela geçenlerde bizim bir dönem ciddi bir şekilde ilgilendiğimiz Worldbulletin isimli sitemizin Facebook sayfasında bir haftada ulaşılan rakamlar, bu mecraların yaygınlığı açısından ciddi fikir verici bir mahiyettedir. Facebook sitesinde bir haftada 15 milyon kişiye ulaşıldı ve yaklaşık 2.5 milyon etkileşim alındı. Bu ulaşım ve etkileşimde en önemli noktalar da Uzakdoğu ülkelerindeki insanlar oldu. Bu rakamların bize gösterdiği gerçek;teknolojinin gelişmesi ile birlikte ne kadar yaygın bir alana bilgi ve mesaj gönderebilme imkanına sahip olunabildiği.

Şayet bu bilgi doğru bir bilgi ve yorumsa büyük bir alanı müsbet manada etkileyebiliyor. Fakat bir de bu bilgi ve yorumun yanlış ve yanlı bir bilgi ve yorum olabileceğini düşündüğünüzde, o zaman ortaya çıkabilecek tahribatın boyutlarının da ciddiyetini tasavvur edebilirsiniz.

Böylesi bir iletişim gücü bugüne kadar hiç olmadı. Ve bu iletişim gücü de her geçen daha da artıyor. Bu hal, bir yönüyle bakıldığında çok ciddi bir gelişme. Ama kontrol edilemezse, çok büyük eksiklikleri de bünyesinde barındırabileceği muhakkak.

Maksat doğru, nitelikli ve derinlikli bilgiye ulaşmak mı?

Ayrıca, dijital alanda üretilen malzemenin yaygınlaştırılması için bu araçlar arasında çok ciddi bir ilişki oluşmaya başladı. Herhangi bir siteye veya bloga ne kadar ziyaretçi geliyorsa Google gösterimlerinde o ölçüde önde çıkılıyor. Bunun için tüm sosyal medya araçları devreye giriyor. Hepsi birbirini köpürtüyor. Çok ziyaret daha üst sıra, daha üst sıra daha fazla ziyaret, çok kullanıcılı olmak daha çok mesaj yayabilmek, daha çok mesaj yayabilmek için daha fazla paylaşım gibi bir döngüyü tetikliyor.

Bu hız ve daha fazla kişiye ulaşabilme isteği bazen bilginin niteliğini ve derinliğini etkiliyor. Sayılar ve nicelik bu kaynaklara sahip olanları etkileyebiliyor ve daha fazla yere ulaşma isteği, niteliğin ikinci plana itilmesi tehlikesinin de beraberinde getirebiliyor. Peki burada nitelik ve nicelik dengesi her zaman kurulabiliyor mu?

Nicelik ve tekniğin daha fazla önemsenmesinden dolayı içerik bazen istendiği gibi olamayabiliyor. Nicelik, yani rakamlar önemli olunca o zaman esas odaklanan nokta değişebiliyor. Şu sorular ve cevapların üzerinde daha fazla duruluyor: İzleyici sayısı artıyor mu? Sosyal medya ve Google’dan izleyici geliyor mu? İnsanlar ilgi duyup daha çok paylaşıyorlar mı?

Bu sorulara müsbet cevaplar geldiğinde işte o zaman maksat hasıl oluyor gibi bir durum ortaya çıkıyor. Fakat bu noktada şu soru çok önemli. Maksat ne olmalı? Maksat doğru, nitelikli ve derinlikli bilgiye ulaşmak ise bu maksat gerçekleşmiyor. Bu ise büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkıyor. Maksat daha çok izleyici ve etki altına alınacak olarak düşünüldüğünde, o zaman maksata ulaşılmış oluyor. Olayı gelişme ve eksiklik çerçevesinde ele alacaksak bu detaylar üzerinde hassasiyetle durulması gerekiyor.

Gelişmeler bizi hangi bilgi’ye ulaştırıyor?

Daha önceki cümlelerimizde bilgiye ulaşım çok kolaylaşıyor ve hızlanıyor diye bir ifade kullanmıştık. Bu noktada şu soruyu da ısrarla sormamız gerekiyor. Gelişmeler bizi hangi bilgi’ye ulaştırıyor? Bu yolla insanlar ancak dijitalize edilebilmiş bilgiye ulaşılabiliyorlar. Dijital hale gelmemiş bilgiye ulaşma imkanları ise maalesef yok. Bu da önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor.

Mesela geçtiğimiz yıllarda, ölüm yıl dönümünde kendisi ile ilgili detay bilgi edinebilmek için Prof. Dr.Mustafa Köseoğlu adında bizzat tanıdığım çok önemli bir kişiyi dijital âlemde aramak istemiştim. Hayretle müşahede ettim ki Google’da kendisi ile ilgili en ufak bir kayıt bile yoktu. Yine geçen yıllarda Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından basılmış 40 Vakıf Adam isimli bir kitapta ismi geçen ve camiamıza çok büyük hizmetler etmiş kişilerin büyük çoğunluğunun da isimleri bu mecrada bulunmuyordu. Çünkü bunların büyük bir kısmı 2000’lere varmadan Rahmet-i Rahmana kavuşmuş kişilerdi. Bu küçük araştırmadan elde edebileceğimiz sonuca göre, bu ve buna benzer noktalar dijital âlemdeki gelişmelerin bünyesinde bulunan büyük eksikliklerden bir bölümü. Bu örnekleri çoğaltabilmemiz mümkün.

Bu tip çalışmalar içinde bulunan bizim gibi bir çok site, bu tür bilgiler üretip dijital sitemin içine dahil etmeye çalışıyorlar. Fakat bu çabaların ne kadar yeterli olabildiği üzerinde detaylı olarak durmak gerekiyor.

Yine bir başka önemli örnek olarak, büyük ve tarihi mahiyetteki bilgi kaynaklarını bu mecrada yeterince bulabilmek mümkün değil. Beyazıt Kütüphanesi‘nin içinde bulunan eserlerin büyük bir kısmı Google’da henüz yok. Süleymaniye Kütüphanesi, Ali Emiri Kütüphanesi ve bu seviyede sayılacak yerlerdeki eserleri bulmak da imkan haricinde… Bu saydıklarımız önemli eksiklikler olarak not edilmelidir kanaatindeyiz.

Demek ki bu sistemlere veri üretenler buralara hangi bilgileri koyuyorlarsa veya onların öncelik verdikleri bilgiler nelerse bu mecralarda o bilgilere rastlama imkanı bulabiliyorsunuz. Bunun farkında olmamız ve bu inceliğe dikkat etmemiz gerekiyor.

Bu alanların daha verimli, zengin ve derinlikli içeriğe sahip olmasını istiyorsak çokça çalışıp içeriği zenginleştirmek ve bu içeriğe kendi önemsediğimiz derinlikli bilgileri ve doğru yorumları koymamız gerekiyor.

Derinlikli bilginin yayılmasına da çalışılmalı

Bu teknolojik gelişmeler yukarıda da kısaca işaret ettiğimiz gibi derinlikli bilginin önemini maalesef azaltıyor. Kolay paylaşılabilen kategorize edilmiş bilgiler öne çıkmaya başlıyor. Bu yol, bir konu hakkında sathi ve çabuk bilgi edinmek için yararlı. Bu da, bir açıdan bakıldığında gelişme. Fakat sürekli bu tür bilgileri öğrenmeyi talep eden kişiler için ise sürekli sathi bilgilerle muhatap olmaları neticesini getiriyor. Bu da ciddi bir eksiklik.

Geçenlerde ortak bir proje çerçevesinde temas ettiğimiz bir İngiliz dijital medya uzmanı, sitelerimizin daha çok 2005’li yılların öncesindeki bakış açısı ile düzenlenmiş olduğu tesbitini bizlerle paylaştı. ‘Şimdi çok daha resimli, az metinli ve kısa maddeler halinde ifade edilen bilgilere ihtiyaç var. Daha çok takip edilebilmek için sitelerinizin buralara yönelmelisi gerekiyor’ dedi. ‘Çünkü Google bunu istiyor. Facebook bunu istiyor, 140 karakterli Twitter bunu istiyor’ diye sözlerini sürdürdü.

Bu bir yönüyle bakıldığında çok doğru bir tesbit. Dijital medyayı kullananların talepleri buralara doğru evrilmeye başladı. Dijital alanda hizmet edenler de bu talebi sürekli olarak bu yöne doğru kanalize ediyorlar. Yani talep ve arz birbirlerini aynı yöne doğru yönlendiriyor. Tabii bu tesbitin mutlak manada doğru ve insanlık için faydalı bir yöneliş olduğunu iddia etmiyoruz. Fakat şimdilik realite bu çerçevede ortaya çıkıyor. İlave olarak Facebook ve Twitter’da yeterli oranda resim paylaşılmazsa etkileşim alınamıyor. O zaman bu talep insanları bu yöne doğru yönlendiriyor.

Burada şu soruyu sormamız mümkün. Acaba bu durum, dijital alanın hatalı kullanımına ve dolayısıyla eksikliğe doğru bir yönlendirilme mi? Bu soruya karşı şu cevabı verebiliriz: Evet, gelişme diye nitelenen bu durum sayesinde sathi bilgiye yönelme daha çok yaygınlaştı.

Başka bir açıdan bakıldığında Power point sunumlarının mantığının da bu yönde olduğunu gözlemlemek mümkün. Aynı zamanda malumatfuruşluk had safhada. Fakat derinlikli bilginin talebi arzu edildiği ölçüde değil. Oysa ikisi de olabilmeli, nicelik uğruna nitelik feda edilmemeli. Yaygın bilgi önemli ki mevcut gelişmeler buna imkan veriyor. Ama derinlikli bilginin yayılmasına da çalışılmalı. Onun için gerekli araçlar üzerinde de dikkatlice durulmalı….

Gelişmeler ve eksiklikler çerçevesinde ciddi bir fayda zarar analizi yapılmalıdır

Dijital iletişim yöntemi insanları sanal âlemde birebir ilişkiye geçirme noktasında başarılı olsa da, yan yana duran insanların bire bir ilişkisini köreltiyor. Akıllı telefonlardaki ilişkiyi önemseyen insanlar yanı başındaki kişilerle çoğu kere sağlıklı ilişki kuramıyor. Bu keyfiyet, üzerinde özellikle durulması gereken çok ilginç bir gerçek.

Dijital alanda yerleşik olan ilişki türü, çoğu zaman dilin sağlıklı kullanımını da köreltiyor. Yetişen gençlik, fikirlerini düzgün cümlelerle, nitelikli bir dil ile ifade etmeyi önemsiz görüyor. Bu orta ve uzun vadede dilimizi ve edebiyatımızı menfi tarzda etkileyebilir. Özellikle genç nesillerin bu durumdan menfi etkilenme oranı daha çok olacaktır endişesini duymaktayız. Bu halin de önemli bir eksiklik olduğunu düşünmekteyiz.

Dijital gelişmeler insanların birbirleriyle kuracakları ilişkilerde onlara çok ciddi bir zaman tasarrufusağlıyor. Bu durum önemli bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor.

Peki bu insanlar bu sayede sahip oldukları veya bir başka ifade ile arttırdıkları bu zamanı nerede kullanıyorlar? Maalesef yine bu dijital aletlerle ve bu tarz suni ve çoğu kere gereksiz uğraşlarla bu zamanlarının daha fazlasını yitiriyorlar. Bu da maalesef ciddi bir eksiklik olarak ortada duruyor.

Bu gelişmeler ve eksiklikler çerçevesinde ciddi bir fayda zarar analizi yapılmalıdır. Nihayetinde, insanlık olarak kârda mı yoksa zararda mıyız?

Sağlıklı düşünmeyi sağlayacak duraksama aralıkları oluşturmalı

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, her dönemde bu tür iletişim araçlarıyla insanların birbirlerine aktardıkları bilginin ve mesajın niteliğinin çok daha önemli olduğuna inanmaktayız.

Bilgi ve mesaj doğru olmalı, insanın bu dünyada sahip olduğu ve kendisine bir kere bahşedilmiş olanömür nimeti içinde hakikaten yararlı, insanın hem dünyasına hem de ahiretine müsbet manada tesir eden bilgi ve mesajların nakledilmesine yaramalıdır. İnsanların bu hayatta var oluş gayesine uygun gelişmelere yol açabilmelidir

Hayatı kolaylaştırıcı tüm yenilikler ve tabii ki konumuz olan dijital alandaki tüm bu ‘gelişmeler’ hayatı çok hızlandırdı. Bu hız aynı zamanda insanların dikkatlerini dağıtıyor. İnsanların, hayatın hızlı akışının adeta dışına çıkıp, hem kendilerine hem de etraflarına bakabilmeleri gerekiyor. Günlük hız içinde ne yapıp edip sağlıklı düşünmeyi sağlayacak duraksama aralıkları oluşturmak icap ediyor. Hayatın daha anlamlı geçebilmesi için bu önemli bir zorunluluk.

Müslümanlar için günde 5 vakit namaz, yıl içinde Ramazan ayındaki oruç, ömürde en az bir kere yapılacak Hac ibadetleri, esasında bir yönüyle insanları hayatın gayesi üzerinde düşündürten, hayatın hızını kontrol altında tutmalarını sağlayan hususlar olarak, bir çok faydasının yanında bu tür bir zenginlik de kazandırıyor kanaatindeyim.

Esas gaye muhakkak ki yaratılış sebebimize uygun bir hayat yaşamak. Bahsi geçen teknolojik gelişmeler insanları böyle bir noktaya götürmüyorsa burada çok temel bir eksiklik var demektir. O zaman da bu uğraşlar ve kazanımları esasında yararlı değil içinde çokça eksikliği barındıran uğraşlar olarak nitelendirmemiz mümkündür.

Dünya Bizim, 17 Mart 2015