SAHİP OLMAK MI, YOKSA OLMAK MI?

Geçenlerde evde kütüphanemi karıştırırken eskiden çok severek okuduğum ve onun içinden bazı örnekleri bir çok yerde paylaştığım bir kitap yeniden  gözüme takıldı.

Kitabın adı;  TO HAVE OR TO BE yani SAHİP OLMAK VEYA OLMAK.

Muhtemelen birçoğunuz bu kitabı duymuş ve belki de okumuşsunuzdur.

Yazarı: Erich Fromm, Yahudi kökenli, Almanya doğumlu, Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof

Batı kapitalizmine de Rusya’daki Marksist yapıya da muhalif görüşler ileri sürmüş bir kişi. 1900 ile 1980 arasında yaşamış ve geriye ilginç eserler bırakmış.

Erich Fromm kitabında “sahip olmak” ve “olmak” kavramları çerçevesinde üç örnek şiire yer vermiş

Bu üç şiirlerde de nedense  ÇİÇEK VE O ÇİÇEĞE YAKLAŞIM üzerinde duruluyor

İlk örnekte, Tennyson 19.yy’da yaşamış bir İngiliz şair. Bakın bu şiirde beğendiği bir çiçeğe nasıl yaklaşıyor?

Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek

Seni o çatlakların arasından alacağım

Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım

Küçük çiçek, eğer anladığım gibi ise her şey

Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen,

Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana

Burada şair çiçeği görünce ona sahip olmak istiyor. Onu yerinden koparmak ve kökleriyle eline almak istiyor. Burada fark edildiği üzere çiçeği düşünmüyor, sadece kendi zevkini ve hazzını düşünüyor

İkinci örneğimizdeki mısraları kalem aşan Basho ise 17.yy’da yaşamış bir Japon şairi.

Dikkatlice bakacak olursam

Çalılıklar arasında görüyorum onları

Çiçek açan nazuna’ları!

……..

Japon şairi burada çiçeği görüyor ve ona hayran oluyor. Onu bulunduğu yerde seyretmeyi yeterli görüyor. Koparıp eline almıyor. Çiçeği yerinden etmeyi düşünmüyor. Sadece seyretmekten zevk alıyor Onun varlığına saygı gösteriyor.

Bu da Alman edebiyatçı Goethe’den bir çiçek şiiri

Ormanda yürüyordum

Öylesine ve kendimce

Ve hiçbir şeyi aramamak

İşte buydu niyetim

Sonra gölgeler arasında

Bir çiçek gördüm

Yıldız gibi parıldayan

Bir göz gibi gülümseyen

Yerinden koparmak isterken onu

İncecikten bana

Solup ölmemi mi istiyorsun?

Tutup kopararak beni deyiverdi.

Onu kökleriyle birlikte

Hiç incitmeden çıkarıp

Güzel evin başındaki

Büyük bahçeye taşıdım

Büyük sakin bahçede

Ektim onu yeniden

Şimdi o küçük güzel çiçek

Büyüyor durmadan çiçek açıp gülerek.

Burada sahip olmak isteği var. Bu istekle birlikte çiçeğin varlığına saygı duyan bir düşüncenin varlığı da görülüyor… İkisi ortası bir durum

Belki orta yol: Hem sahip olmak hem de olmak aynı zamanda tahakkuk ediyor. Tabii ideali belki Japon’un yaklaşımı ama Goethe’nin tarzına da kapı açık bırakılabilir…

Şiirlerde görüldüğü gibi; Güzel bir çiçeği gördüğümüzde içimizde ona karşı sevgi oluşabilmelidir. İnsan olmanın gereği bu değil midir?

Sahip olmak” güdüsüyle harekete geçen bir insan onu koparıp saklamaya çalışırsa çiçeğin varlığına zarar vermiş olur. Birinci örnek işte bize bu hali anlatmaya çalışıyor..

Ancak “olmak” güdüsüyle hareket eden insan çiçeğin varlığından dolayı içinde inanılmaz sevinç duyar ve onun varlığıyla kendi benliği sanki bir bütünmüşçesine sever çiçeği.

Mühim olan başka varlıkların yaşamasından dolayı duyulan mutluluktur. İkinci ve üçüncü şiirde işte bu olmak ile ilgili halet-i ruhiyeyi görüyoruz…

Erich. Fromm burada şu nokta üzerinde duruyor ki ona hak vermemek elde değil: Çağımız insanı kendisini, “olduğu gibi” değil sahip olduklarıyla hatta sahip de olmayıp nerdeyse doğrudan tükettikleriyle tanımlamaktadır.

Bugün artık bir şeylere sahip olmak, onları kendi zevki, hazzı veya çıkarı için kullanmak ve TÜKETMEK İSTEĞİ neredeyse en önemli hedef haline gelmiştir

Burada şu soruyu sormak bence anlamlı olur. İnsanın ihtiyacı kadarına sahip olması ve gerektiği kadar kullanması ( harcaması) daha iyi değil midir?    

Çağımız insanının gerçek anlamda insan olarak yaşaması için “sahip olmak” merkezli bir yaşamdan “olmak” merkezli bir anlayışa geçmesi daha iyi olmaz mı?

Olmak” ilkesinden kasıt insanın yaşamla aktif bağlantıya geçmesi ve her şeye kendi gerçek benliğini vererek yaşayabilmesidir. Yani yaptığı eylemle “bir olabilme” becerisidir…

Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye, ‘sahip olmak’ demek,

Onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak,  dilediğince ve hesapsızca  kullanmaktır.

Sahip olmak tamamen kötü bir şey midir? O da doğru değil elbette.

Ama bu mülkiyet ve sahiplik duygusunu sadece kendi çıkarı için, karşısındakilerin halini, varlığını, özgürlüğünü, insanlığını ve hakkını düşünmeden kullanmak, insanı insanlıktan çıkarır, onu başka bir şey yapar…

Sahip olmak’ın karşıtı olan ‘Olmak’ ise,

Her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı ve kendi gelişimi içinde sevmek, kişinin herkeste (değişik oranlarda) var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir.

Kendini yenileştirmek, geliştirmek, sevmek, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönelmek, onlarla iş birliğine gitmek ve vermek demektir.

Sahip olmak ve olmak kavramlarına farklı noktalardan bakarak bazı açılımlar sağlayabiliriz:

Örnek olarak otorite ve güç açısından baktığımızda şunları görebilmemiz mümkündür

Sahip olanların otoritesi, fiziksel bir güce dayanır. Bu güç yok olduğunda otorite de son bulur. Bu tür bir otorite hiç de verimli bir otorite ve güç kullanım şekli değildir. İnsanların üniformalar ve unvanları, kişiye yetki veren kaliteler olarak kabul etmeleri kişiler arasında sıhhatli olmayan bir ilişki şeklini doğurur

Olmak ilkesine dayanan bir otorite ise tehdide, rüşvete, emir vermeye değil gelişmiş kişiliğe bağlıdır.

Bizler bugün farklı farklı derecelerde de olsa belli otoritelere ve göreceli olarak güçlere sahip değil miyiz? Bu nokta sanki tam bizlere hitap ediyor. Burada kendi durumlarımızı samimiyetle değerlendirmek mecburiyetindeyiz

Diğer bir örneği sevmek konusunda verebiliriz…

Sahip olmak türünde sevgi, karşısındakini çok da düşünmeden onu elde etmek ister. Karşısındakini bir şekilde kendi denetimi altında tutmaya çalışır. Bu tür bir sevgi muhatabına hayat vermek yerine onu boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşebilir.

 “Olmak” tarzındaki sevgide ise seven kişi kendisi kadar hatta kendinden daha fazla karşısındakinin duygularını düşünür. Hakiki sevgi belki daha çok vermektir, almak değildir.

Bir şeylere ya da pek çok şeye sahip olmak, yaşamamızın tek gayesi olmamalıdır. Esas olan bir şeylerin kendimize ait olması değil o şeylerin hayat içinde anlamlı izler olarak yer alabilmesidir.

Bir insanı mutlu eden, belki ona kendini hatırlatan bir söz, bir gülümseme veya bir selamdır. Başkalarının hayatını anlamlandıracak bir dokunuş insanlığa bırakılacak anlamlı bir eserdir ve kalıcı bir izdir.

Bu izler ve nakışlar insanları hakikaten var kılar…..

Sahip olmak’ güdüsünden kendimizi kurtarabildiğimiz ölçüde ‘olmak’ ilkesine yaklaşabiliriz.

Özetle ‘olmak’ için, ‘ben’ tutkusundan ve her şeyi kendi benliğimizin, kendi çıkarlarımızın açısından değerlendirmekten sıyrılmak zorundayız.

Sadece hazlarımız peşinde koşmak; kendi dışımızdakilerin hayat, mülkiyet, özgürlük haklarını hiçe sayıp bunları sadece kendimize doğru döndürmeye çalışmak, insana belki kısa dönemli bir haz, bir zevk verebilir.

Ama insan olmak bu mudur?

İnsanoğlunun yaradılışımıza uygun yüksek duygulara sahip insan olmasını özetle şu şekilde ifade edebiliriz ;

İnsan olabilmek kendi dışımızdaki varlıkları da düşünebilmek, paylaşabilmeyi bilebilmek, kendimizden sonra da verebildiklerimizle bu dünyada daha kalıcı bir iz bırakabilmektir. Peşinden koşulması gereken değerler herhalde bunlar olmalıdır.

İşte o zaman insan yaratışındaki o güzelliğe yaklaşır, değeri yükselir ve yükseldikçe de kamil insan olur. Yoksa maazallah hayvanlaşabilir hatta hayvanlardan bile daha aşağı seviyelere düşebilir. Birbirini acımasızca sömürür, zulmeder ve her türlü kötülüğü yapar. Dünya tarihi bu tür çok fazla örnekle doludur.

Bu konuya Şeyh Galip’in meşhur mısralarını son vermek istiyorum

1700’lerin sonunda yaşamış olan Merhum Şeyh Galip şöyle demişti?

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

“Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş;

Çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”

İnşallah yeni yüzyılda bu kalitede insanlar olarak hem kendimiz hem de insanlık alemi için güzel örnekler oluşturabiliriz…

*Bu yazı 12 Ocak 2023 tarihinde İTO Meclisinin başlangıcında yapılan konuşmadan uyarlanarak kaleme alınmıştır. Bu yazının hazırlanması sırasında Prof. Dr. Nihat Alayoğlu’nun benzer bir çalışmasındaki notlarından da istifade edilmiştir.

SİYASETNAMELERLE ŞEKİLLENEN SİYASET

Siyaset en geniş anlamıyla yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Adil hükümdarlar, tecrübeli devlet adamları, bilgi ve hikmet sahipleri siyaseti, daha erdemli bir topluma erişme sanatı olarak görmüşlerdir.

Tarihimizde siyaset adamlarına ve hükümdarlara yönelik olarak devrin ilim adamları tarafından siyasetname adıyla bilinen metinler kalem alınmıştır. Bu belgeler içinde siyasi düşünce ve uygulamalara yönelik olarak çeşitli tavsiyeler, nasihatler yer almıştır. Mesela bu siyasetnameler içinde en meşhurlardan biri olan Koçi bey risalesi Dördüncü Murad’a hitaben kaleme alınmıştır.

Büyük ilim adamı İbn-i Teymiyye’nin de bu tarz bir eseri meşhurdur. İmam-ı Gazali’nin Nasihatü’l Mülük adlı eseri de bu kabildendir. Mesela İtalyan Machiavelli’nin kitabı da bu kabil bir siyasetnamenin batılı versiyonudur.

Eski Başbakanlık Müsteşarı ve çeşitli bakanlıklarda vazife almış olan Prof. Dr. Ömer Dinçer beyin  siyasi alandaki görünür işlevleri yanında diğer önemli bir yönü de İşletme hocası olmasıdır. Ömer hoca 2018 yılında bir kitap yayınladı. Bu kitapta bizim tarihimizdeki 45 siyasetnameyi incelemiş. Kitabın adı: Siyasetnameleri Yeniden Okumak.

Bu yazımızda sizlere bu kitaptan bazı bölümleri kısaca nakletmek istiyorum:

Ömer Dinçer’in incelediği bu 45 siyasetnamede gördüğü ve kitapta da altını çizerek naklettiği bir husus var: Siyasetnamelerde politika ve yönetim hiçbir zaman ahlaktan ayrı düşünülmemiştir. Bu anlamda siyasetnameler aynı zamanda birer ahlak kitabıdır. Bu kitaplarda öne çıkan en önemli konu da ERDEMLİLİK olmuştur. İbn-i Teymiye erdemliliği emanet (güvenilirlik) olarak vasıflandırmıştır. Şeyzeri adlı alim buna edep demiştir. Yusuf Has Hacip ise haya ve utanma duygusu olarak açıklamıştır…

Kınalızade Ali Efendi erdemi ‘eşyayı layıkı ne ise öyle bilmek, ef’ali ( yani fiilleri, eylemleri) layıkı ne ise öyle kılmaktır. ( yapmaktır.)  diye tanımlamıştır. (Dinçer 2018, s.47)

Siyasetnamelerde liderlerin, siyasi yöneticilerin sahip olması gereken özellikler zinciri bir çok yerde küçük farklılıklar gösterse de genelde şu temel başlıklarla anlatılmıştır.

AKIL, BİLGİ, GÜZEL AHLAK,(EDEP) CESARET, DOĞRULUK, SİYASET VE ADALET

Bu çember öncelikle akıl ile başlıyor, bilgi ile aydınlanıyor, edeple güzelleşiyor, cesaretle güçleniyor, ve istikamet buluyor son olarak da gayretle süreklilik kazanıyor.

Doğru siyaseti seçmek için akla, siyaseti doğru yapmak için bilgiye, yapılan siyasetin halk tarafından kabul edilmesi için ahlak ölçülerine uymak gerekir. Hükümdarın doğru ve samimi olması ise ADALETİ sağlar. Adalet aklın gereğidir. Yusuf Has Hacip dermiş ki. ADALET beyle ( yönetici ile) halk arasında uyumu sağlar

Yöneticinin edepli olabilmesi için gerek şart onun bilgi sahibi olması yani işinin gereği olan bilgiyle donanmış olmasıdır. Aynı zamanda kendi nefsi arzularına uyup dilediğini yani her istediğini de de yapmaması gerekir.

Orhun Abidelerinde de lider için şu vasıflardan bahsedilmektedir:

Lider (bey) bilgili, töreye bağlı, doğru ve cesur olmalıdır.

Kutadgu Bilig ise liderin altı vasfı olmalıdır der. Adalet, doğruluk, iyilik, erdem (akıl ve bilgi) cesaret ve haya

Görüldüğü gibi birçok özellik farklı farklı metinlerde ortak olarak ele alınmıştır.

AHLAKLI olmanın yanında diğer önem verilen nokta ise sizin de dikkatinizi çekmiş olduğunu düşündüğüm ADALET

Bu noktada birkaç cümle ile Adalet Dairesi üzerinde durmak istiyorum.

Adalet dairesi bir ülkede iktidarın devamın sağlayan fonksiyonlardan oluşan bir dairedir. Bu dairenin amacı devlet ve toplum düzeninde birlik, refah ve sürekliliğin sağlanmasıdır.

Yunanlı düşünür Aristotales Adalet dairesinden ilk defa bahseden kişi olarak ifade edilir. Şöyle der:

Alem bir bahçedir, çifti (duvarı) devlettir. Devlet iktidardır onun koruyucusu kanundur. Kanun siyasettir. Yürütücüsü hükümettir. Hükümdar bir tür çobandır, destekçisi ordudur. Orduyu geçindiren Maldır. Mal rızıktır ve bunu biriktiren ise Halktır. Halkı yönetime itaat ettiren ise ADALETTİR.

Siyasetnamelerde adalet halkın üzerinden zulmü kaldırmak, güçlünün zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın (halkın) can ve malını güven altında tutmak şeklinde tanımlanmaktadır

Aristotales’in adalet dairesinden hareketle Kınalızade’nin de detaylı bir Adalet dairesi tarifi vardır:

Adl’dir mucibi salah-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)

Cihan bir bağdır dıvarı devlet (Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)

Devletin nazımı Şeriattır (Devletin nizamını kuran Şeriattır)

Şeriata olamaz hiç haris illa Melik (Mülk) (Allah kanunu ancak saltanat ile korunur).

Melik zapt eyleyemez illa Leşker (asker) (Saltanat, ancak ordu ile zaptedilir)

Leşkeri cem edemez illa Mal (Ordu , ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)

Malı cem eyleyen Raiyettir ( Reayadır Halktır). (Malı sağlayan  halktır)

Raiyyeti kul eder padişah-ı aleme Adl. Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan da ancak adalettir ) ( Dinçer 2018, s51)

Bu metni günümüz anlayışı ile şöyle de çevirebiliriz

Dünyanın kurtuluşu için adalet gereklidir

Dünya bir bahçedir ki onun duvarı Devlet mekanizmasıdır

Devletin nizamını sağlayan hukuktur

Hukuk ancak siyasi bir sistem ile işler hale gelir

Siyasi sistemin bekası için askeri ve güvenlik gücü çok önemlidir

Bu sistemi kurmak için illa ciddi bir gelir kaynağı gerekir

Bu gelir kaynağını sağlayan Halktır

Halkı siyasi sisteme bağlı hale getirecek yegane güç ise Adalettir.

Siyasetnamelerde tavsiye edilen önemli nokta şu ki: siyasi düşünce iki merkezi kavram etrafında şekillenmelidir. Bunlar birbirlerinden ayrılmaz. Bunlar: Birbirlerinin üzerine kurgulanması gereken Siyaset ve Ahlaktır.

Ahlaka dayalı bir siyaset anlayışı da o ülkede Adaletli bir düzenin tesis edilmesini sağlar.

14 ve 28 Mayıs tarihlerinde Türk milleti olarak sandığa gidip hem Cumhurbaşkanını hem de parlamento için vekilleri seçtik. İnşallah bu seçim sonrasında Ahlak ve Erdemlilik üzerine oturan bir siyasetin oluşması mümkün olur. Hem seçilenlerin hem de seçenlerin bu konuda ellerinden gelen gayreti göstermeleri gerekir ki arzu edilen bu netice tahakkuk edebilsin.

Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin

  • Bu metin 13 Nisan 2023 tarihinde İTO Meclisi’nin açılış konuşmasında kullanılmak üzere kalem alınmıştır. Erhan Çardaklı bey ve grafikleri hazırlayan arkadaşlara da katkılarından dolayı teşekkür ederim

Dinçer Ö; Siyasetnameleri Yeniden Okumak, Klasik Yayınları, İstanbul, 2018

FÜTÜVVET RUHU

1980’li yıllarla birlikte Küreselleşme kavramı dünyada yeni bir boyuta ulaşmaya başladı. Dünyanın bir noktasında meydana gelen bir gelişmenin çok kısa bir sürede başka alanlara da yayılabilmesi için her geçen gün imkânlar daha da artıyor, dolayısıyla dolaşımın hızı da artıyor.

Bunun da ötesinde 2000’li yıllarda dijitalleşmenin ulaştığı nokta adeta baş döndürücü bir seviyeye geldi. Tabii bu süreç de küreselleşmenin tesiriyle orantılı olarak çok hızlı bir şekilde gelişerek devam ediyor.

Eğitim, sağlık, finans, ulaşım, imalat ve özellikle günlük yaşantımızı her geçen gün daha fazla etkileyen alanlarda bunu yaşıyoruz.

Ülkemiz gibi dinamik bir ekonomiye sahip, uyum yeteneği ve gelişim kapasitesi güçlü bir ekonominin de bir an önce dijital dönüşüme ayak uydurması gerekiyor. Bu alanda bugüne kadar önemli mesafeler kaydedildi. İnşallah artarak devam eder.

Tabii bu çok dinamik bir süreç. Ortaya çıkan her yeniliğe adapte olabilmek hatta olabilecek olanları da öngörebilmek bu çerçevede ciddi önem taşıyor.

Türkiye’yi 5G ile birlikte devasa bir Nesnelerin İnterneti ( Internet of Things) , dönemi bekliyor. Hatta bu dönemin içine girmiş de sayılabiliriz…

Son yıllarda aşina olduğumuz bir diğer kavram da malum Endüstri 4.0. Endüstri 4.0 temel olarak Bilişim Teknolojileri ile Endüstriyi bir araya getirmeyi hedefliyor.

Ardından da 6G geliyor. Ve Çin 5G mobil iletişim teknolojisinden 100 kat daha hızlı olacak 6G’yi, 2030 yılında kullanmaya başlayacak.

Bir de yıllık geliri 1 trilyon dolara ulaşacak ‘Metaverse’ dünyası var. Bunda da katılımcı değil ev sahibi olarak yer almamız gerekiyor. İnşallah başarırız..

Dünyanın ilk 20 ekonomisi içindeki Türkiye bütün sektörlerde gelişmeleri takip ediyor ve ekonomisini şekillendiriyor.

Biz de iş dünyası olarak bu gelişmelere ayak uydurmak hatta belki de yön verebilmek ve bu çerçevede de dünya ekonomisi içinde anlamlı bir yer alabilmek için gayret gösteriyoruz.

Tüm bu gelişmeler ve her gün sürekli duyduğumuz bu sihirli kelimeler, esasında yüzyıllardır bildiğimiz ve aşina olduğumuz bir kavram ile çok yakından ilgili.

Nedir o? LOKMA MÜCADELESİ. Ve bu mücadelenin niteliği; toplumların yapısını, girdaplarını ve insanî değerlerini belirliyor

MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN bir sözü var; Lokma mücadelesini çok güzel anlatır:

“İnsanın nurunu ve kemâlini arttıran lokma,

Helal kazanılmış lokmadır.

Bir lokmanın içinde eğer

Hile ve kıskançlık görürsen

O lokmadan gaflet ve cehalet doğarsa

Bilesin ki haramdır o lokma.

İlim, hikmet, aşk ve şefkat doğarsa

Bilesin ki helâldir o lokma.

Lokma bir tohumdur, meyvesi düşüncedir

Lokma bir denizdir, incisi endişedir

Helâl lokma, ruhta ibâdet meyli doğurur.”……

Biz başta buna “lokma mücadelesi” demiştik ama HZ MEVLANA bu işe insan kemâlâtını inşa eden ilim, hikmet, aşk ve şefkat ile gaflet ve cehalet mücadelesi olarak görüyor.

Bunun için bir toplumda maddi refah artarken manevi değerlerin zayıfladığı hissediliyorsa aslında bu, mücadelenin gaflet ve cehalet tarafının ağırlık basmaya başladığının bir göstergesidir. Peki böylesi bir durumda refahın ne kadar değeri vardır?

Bu hususa her daim özel bir dikkat gösterilmesi şarttır

Bizim ait olduğumuz medeniyette  ilim, hikmet ve şefkat toplumunun oluşması için esnafların, tüccarların yani iş insanlarının çok etkin rol almaları gerektiğini bizlere öğütlüyor.

İş hayatı içindeki insanlarımızın çalışmalarında ahlâkî kurallara riayet etmeleri, ticareti bir iyilik seferberliği, çarşı- pazarı ise sevgi ve dürüstlük ile toplumu ayağa kaldırma mücadelesi olarak görmelerinin önemini her daim vurgulamamız gerekiyor.

Bunun için sevgi, saygı, hoşgörü, güven, paylaşma gibi temel değerlerimizin yeniden inşa ve ihya edilmesi hepimize düşen önemli bir sorumluluk.

Ve bu sorumluluk her kesimin omuz vermesi gereken önemli bir yüktür. Esasında bu zoraki değil keyifli bir yük olarak değerlendirilmeli

Tarihimizin belli dönemlerinde bu güzellikler nasıl gerçekleştirilmiş diye baktığımızda ise önümüze daha önceki aylarda yine bir meclis toplantısında bahsettiğimiz siyasetnâmeler ile bu hafta kısaca bahsetmeyi düşündüğümüz fütüvvetnâmeler çıkıyor.

Fetâ, sözlükte “genç, yiğit, cömert”, fütüvvet ise “gençlik, kahramanlık, cömertlik” anlamlarına gelmektedir.

İlk olarak 1000’li yılların başlarında yazılmış olan Fütüvvetnâmeler, insanlara ve özellikle gençlere; meslek, meşrep ve ibadet eğitimi vererek onları sosyal hayata hazırlamak üzere kaleme alınmışlar.

Allah’ın rızasını kazanmak ve geçimlerini helâl yoldan temin edebilmek için belirli bir disiplin altında yetişen bu insanlar, Anadolu irfanının sonraki nesillere başarıyla aktarılmasına vesile olmuşlar.

Fütüvvetnâmelerde işlenen konuların, birçok yönden günümüz modern toplumlarının hem maddi hem de manevi  ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte olduğunu görmekteyiz..

Abbasi halifesi Nâsır li-Dinillah tarafından yeni bir şekil verilen fütüvvet teşkilatının Anadolu’daki kolu ise Ahilik olarak biliniyor.

Tarihe dikkatli bir gözle bakanlar, Ahiliğin kurucusu Ahi Evran’ın kişiliğinden ve hoşgörü ile yoğrulmuş ticari ahlak anlayışından büyük dersler çıkaracaklardır.

Çok bilinen bir tekerleme ile;

‘Elini, sofranı, kapını açık; gözünü, dilini, belini bağlı tut ( veya kapalı tut)’ sözünde büyük manalar saklıdır.

Ahîlik teşkilatı, yüzyıllar boyunca esnaf ve sanatkârlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiştir.

Adaleti, verimliliği ve dayanışmayı temsil etmiştir.

Aynı zamanda çalışma kültürü ve iş ahlakının; doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin adı olmuştur.

Bütün güzel meziyetlerin birleştiği sosyo-ekonomik bir düzenin adı olarak günümüze kadar gelmiştir.

Ahilerin kurdukları teşkilat bir bakıma bugünkü Esnaf Odaları, Ticaret Odaları, Sanayi Odaları gibi kurum ve kuruluşların adeta temelini teşkil eder.

İşte bizler yani ticaret odaları mensupları bu geleneğin günümüzdeki temsilcileriyiz.

Malumunuz olduğu üzere 1800’lü yılların ikinci döneminde ahiliğin bir tür devamı olan loncaların fonksiyonunu kaybetmesi ile onların yerine organizasyonel yapısı batıdan alınan Ticaret Odaları teşekkül ettirilmiştir. Ama onların ruhunda ahilik özellikleri her daim var olmuştur.

Bu sistemin tarihsel kökeninin fütüvvet yoluna uzandığını da belirtmiştik;

Fütüvvet yolunu da başta Hz. Ali ( ki Hz Ali için söylenen şöyle bir söz vardır ki çok manidardır: ‘Ali gibi feta, zülfikar gibi kılıç yoktur.’ ) Ahî Evran, Ertuğrul Gazi, Edebâli, Osman Gazi, Hacı Bektaş Velî, Mevlana, Yunus Emre, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi, Fatih Sultan Mehmed ve Aziz Mahmud Hüdayi ve niceleri gibi büyüklerimiz oluşturmaktadır.

Onlar her dönemde fütüvvet tohumlarını gençlerimizin, toplumumuzun gönüllerine ekerek yeşertmişlerdir.

Ve onlar sayesinde belirli dönemlerde hakikaten erdemli bir toplum kurulması mümkün olmuştur.

Meselâ Anadolu’da Selçuklu Fütüvvet Yıldızı, Orta Asya’da ise Türkistan Yıldızı olarak bilinen medeniyetimizin önemli simgesi bu anlamda bize çok değerli bir mesaj veriyor;

İç içe geçen iki kareden oluşan Selçuklu Yıldızı’nın her bir ucu bir erdemi temsil ediyor.

Bunlar sırasıyla Merhamet, Şefkat, Sabretmek, Doğruluk, Sır Tutmak, Sadakat, Cömertlik ve Rabb’ine Şükretmektir.

Büyük hadis âlimi ve sûfî Abdurrahman Sülemi, Kitâbü’l-Fütüvve adlı eserinde  “gençliğin 40 fütüvvet yasası”nı şu şekilde sıralamıştır. ( Şentürk, 2021)

Fütüvvet ehli;

  • Herkesi kardeş bilmişler ve “kardeşlik hukuku”nun gereklerini yerine getirmişler.
  • Önce arkadaşlarının ihtiyacını, sonra kendi ihtiyaçlarını görmüşler.
  • Zorlukta ve kolaylıkta, darlıkta ve bollukta her hâlde istikamet üzere olmuşlar.
  • Allah’a ibadet niyetiyle ve ayrım gözetmeden tüm mahlûkata ve beşere hatta küçüklerine bile edep ve şefkatle hizmet etmişler.
  • İnsanların onlara nasıl davranmasını istiyorlarsa onlar da öyle hatta daha iyi davranmışlar.
  • Az yemişler, az uyumuşlar, az konuşmuşlar ki bugün bu sağlıklı yaşam için verilen en önemli reçetedir
  • Ne kin tutmuşlar ne de haset etmişler, sadece zalime düşmanlık etmişler.
  • Kardeşleriyle iyi geçinmişler; bunun için uyum göstermişler ve ihtilaftan kaçınmışlar.
  • Arkadaşlarına ve muhtaçlara istetmeden ve boyun büktürmeden yardım etmişler.
  • Ayıpları örtmüşler. Demişler ki kendi ayıplarınla o kadar meşgul ol ki başkalarının ayıplarıyla uğraşacak vaktin kalmasın.
  • Nasihati yalnızken vermişler. Kimden gelirse gelsin, güzel öğütleri, uyarı ve tenkitleri tevazu ve memnuniyetle kabul etmişler.
  • Ehil kişilerle istişare yapmışlar ve istişareye uymuşlar.
  • Cömert olmuşlar, muhtaçken bile tokgözlü ve kanaatkâr olmuşlar.
  • Dostlarının yardıma ihtiyacı olduğunda kendi mallarını kullanmaları için müsaade etmişler.
  • Allah için harcadıklarını esas servetleri olarak görmüşler.
  • Daima en üstün ahlak ve en faziletli ameli tercih etmişler.
  • Cezalandırmaya güçleri yettiği hâlde bile affetmişler; azarlama ve cezalandırma yerine bağışlamayı tercih etmişler.
  • “Dininde ve ahlakında cimri ol, malında cömert ol yani din ve ahlakından hiçbir şey feda etme ama malını feda et.” diyerek yaşamışlar.
  • Allah’ı ve Hz. Peygamberi (s.a.v.) her şeyden daha çok sevmişler ve o yüce Sevgili’nin (s.a.v.) bütün emirlerine uymuşlar.

Bütün bu basitmiş gibi görünen fütüvvet maddelerini şöyle gözümüzle ve gönlümüzle bir tarttığımızda şunu anlıyoruz ki erdemli toplum olmak için ilk vazife bize düşüyor.

İlk önce kendimiz uygulayıp da çocuklarımıza, gençlerimize, çalışma arkadaşlarımıza, dostlarımıza bunları öğütlediğimizde göreceğiz ki hayatımız 10 katı, 100 katı daha da güzelleşecek. Belki hakikaten uygulayabilsek öğütlemeye bile gerek kalmaz…

Lokmalarımız, ilim ve hikmetin yıldızı ile parlayacak.

Haberler güzelleşecek, iş hayatımız düzene kavuşacak, şu an içinde bulunduğumuz 10 derdin belki de 5’i hiç olmayacak.

En önemli husus şudur ki; Erdemli toplum düşüncemizden hiçbir zaman vaz geçmeyelim.

Bu noktada bazen kötü örnekler büyütülüp öyle bir hale geliyor ki  ümitlerimizi kaybetme noktasına varabiliyoruz.

Hiçbirimizin buna hakkımız yok. İnana insanlar olarak ümidimizi hiç bir zaman kaybetmemek zorundayız.

Mevlânâ’nın fütüvveti mükemmel bir şekilde özetleyen şu şiiriyle yazıyı tamamlamak istiyorum:

“Güneş gibi ol şefkatte ve merhamette.

Gece gibi ol ayıpları örtmekte.

Akarsu gibi ol keremde, çömertlikte.

Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.

Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.( alçakgönüllülük)

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Son cümle olarak şu hususu zikretmek isterim ki: Her zaman, geçmişine ve toplumsal değerlerine sahip çıkarak geleceğine yön verecek, düşünme ve sorgulama melekelerine sahip dinamik, heyecanlı ve inançlı gençler yetiştirmenin gayretinde olmalıyız.

  • Bu metin 8 Haziran günü İTO Meclisinde yapılan açılış konuşmasından derlenmiştir.
  • Bu yazının hazırlanmasında katkılarından dolayı Erhan Çardaklı beye teşekkürler
  • Şentürk, R (2021): Fütüvvet, Erdemli Gençlik, Önder İmam Hatipliler Derneği Yayınları, İstanbul

YAŞANAN HAYATIN HIZLI AKIŞI BİZLERİ RAHATSIZ EDİYOR MU?

İçinde yaşadığımız hayat gün geçtikçe sanki daha fazla hızlanıyor. Özellikle büyük şehirlerde ikamet edenler bunu eminim ki daha fazla hissediyorlar. Gerçi akıp giden hayatı vasıflandırırken sadece onun hızından bahsetmek durumu resmetmek için tam anlamıyla yeterli olmayabilir. Onun yanında karışıklığı, yoruculuğu, pahalılığı, gürültüyü, kalabalığı ve çok fazla hareketliliği de zikretmek gerekebilir.

Sabah ve akşam saatlerinde ülkede 20 milyona yakın ilk-orta ve lise öğrencisi, 8 milyonun üzerinde üniversiteli, 1 milyon civarında öğretmen, 200 bine yakın akademisyen, 30 milyonu aşan istihdamdaki insan, ana ve ilkokula giden çocukların önemli bir kısmının anne ve babaları, serbest çalışan birkaç milyon esnaf ve tüccar büyük bir telaşla evlerinden çıkıyor, ya okullarına, ya da vazife yaptıkları yerlere doğru yola koyuluyorlar. Otobüsler, trenler, metrolar, vapurlar, özel arabalar ve servisler vızır vızır insanları taşımaya çalışıyorlar. İnsanlar da büyük bir koşuşturma içinde bu vasıtalara biniyor, iniyor, içerlerinde itiş kakış yolculuk yapıyor, trafikte yorucu saatler geçiriyorlar.

Bazen yüksekçe bir yerden Eminönü ve Sarayburnu’nun karada ve denizdeki karmaşasına baktığınızda bu halet-i ruhiyeyi derinden hissedebilirsiniz. Veya bir metrobüs durağını genişçe gören bir yerden oradaki kalabalığı izlediğinizde benzer bir duyguya kapılabilirsiniz. Bir sabah vakti Fatih’teki Vatan Caddesinin bir başından öteki başına doğru şöyle bir yürüyüş yaparsanız, vergi dairesinden, belediyeye, emniyetten göç idaresi veya kaymakamlığa kadar binalara girip çıkan, metronun duraklarının etrafında yığılan insanları hayretle müşahede eder ve kuvvetle muhtemeldir ki sizler de bahsettiğim yorumlara hak verirsiniz. Tabii Anadolu yakasında da birçok noktada benzer örneklere rastlayacağınıza eminim.

Bu örnekleri daha fazla artırmak ve başka büyük şehirlere genişletmek de mümkün. Burada anlatmak istediğimiz özellikle büyük şehirlerde hayatın yukarıda bahsettiğimiz tarzda hızlı ve yıpratıcı olduğunu bir nebze de olsa altını çizerek ifade edebilmek.

Hayatın resmetmeye çalıştığımız hale evrilmesi karşısında insanoğlu neler yapabilir diye bu durumdan pek de memnun olmayan birçok kişinin kafa yorduğuna şahit olmuşuzdur. Bunlardan biri de ben olduğum için bu arayışa dikkat çekmeye çalışmam herhalde normal sayılabilir.

Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Acaba kısmen de olsa bu tarz bir hayatın dışına çıkabilmek mümkün olabilir mi?

Belki radikal bir karar vererek içinde yaşanılan şehri değiştirmek ve daha sakin bir yere gitmek gibi bir alternatif denenebilir. Tabii tek başına yaşamayan ve yaşadığı yerle birçok bağlantısı olan kişiler için bahsettiğimiz seçenek pek de kolay bir yol değil. Bunu deneyen bazı dostlarımız oldu. Tası tarağı toplayıp yaşadıkları büyük şehri terk ettiler. Ya memleketlerinde ya da daha sakin bir şehirde yeni bir hayat kurmayı denediler. Birçok kişi de özellikle yaz aylarında memleketlerine adeta kaçarak şehir hayatına kısmen ara verebiliyor ve bu yolla rahatlayabiliyorlar.

Buna ilave olarak hayat ritmini, mesela işini ve/veya şehir içinde yaşadığı semti değiştirmek de imkan dahilinde. Bu yolu deneyip hayatının yönünü farklı istikametlere çeviren kişilere de rastlayabiliyoruz.

Peki bu hızlı hayat içinde bize çölde bir vaha gibi fonksiyon görecek başka hangi yollar olabilir?

Bu soruya da çeşitli cevaplar verilebilir ve her biri kendi açısından bizlere farklı açılımlar sağlayabilir

Onlardan bir tanesi olarak son yıllarda benim de iştigal alanım olan kitapçılar ve sahafları ziyaret etme alternatifi üzerinde durabiliriz. Bizim gençlik yıllarımızda İstanbul Beyazıt’taki Sahaflar çarşısı bu konuda önemli merkezlerden birisi idi. Onun dışında yine Beyazıt’da Beyaz Saray Çarşılarının bodrum katındaki kitapçılar çarşısı da insanı yaşanan hayatın adeta dışına çıkaracak nitelikte bir mekandı. Farklı farklı kitapçılarda oranın müdavimi olan kişilerin etrafında oluşan sohbet halkaları katılanları çeşitli açılardan adeta doyururdu. Yeni çıkan dergiler genelde ilk olarak Beyaz Saray’a gelir ve orada meraklıları ile buluşurdu.

Bizim yakın arkadaş çevresi için favori mekanımız Rahmetli İsmail Özdoğan ağabeyin sahibi olduğu Enderun Kitabevi idi. Özellikle hafta sonlarında daha çok oraya devam eder ve Enderun’a gelen ağabey ve üstadların sohbetlerini büyük bir keyif ile dinlerdik.

Bu iki kültürel merkeze ilaveten etrafta Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Marmara Kıraathanesi. Küllük vs gibi başkaca sohbet mekanları da vardı ki onlar da bu muhabbetli ortamın adeta tuzu biberi mesabesindeydi.

İstanbul’da Beyaz Sarayın fonksiyonunu bu aralar kısmen Laleli’deki Yumni Kitapçılar Çarşısı görebiliyor denilebilir.

Yine bugün için söylersek, İstiklal Caddesi üzerinde, başta Galatasaray Lisesi’nin karşı cenahında ve yine Taksim’in ara sokaklarında irili ufaklı bu tarz birçok sahaf dükkanı insanı bahsettiğimiz şekilde farklı bir aleme taşıyabilecek nitelikte mekanlar. Son dönemde Üsküdar’da açılan sahaflar çarşısını da bu anlamda önemli noktalardan biri olarak sayabiliriz. Yine Fatih’te başta İnkilab kitabevi olmak üzere benzeri sohbet ve kültür mekanlarını bulabilmemiz mümkün.

Tabii buralardan yeterli ölçüde istifade edebilmek için sizin talepkâr ve arayıcı olmanız büyük önem taşıyor. İştigal ettiğiniz alan da olabilir, onun dışındaki başka konular da olabilir ama farklı bir şeyleri öğrenmeye ve yeni düşünceleri keşfetmeye niyetli olmanız önemli bir gereklilik. Bu çerçevede sahaf veya kitapçıda huzurlu bir ruh hali ile kitapları karıştırmak, daha önceden incelemeyi tasarladığınız eserlerle ilgili o dükkandaki kişiler ile sohbet etmeye gayret etmelisiniz. Siz arayıcı ve keşfetme niyetlisi bir halde olursanız kuvvetle muhtemeldir ki sizin bu ilginize muhatap olabilecek birilerine rast gelirsiniz. İşte o noktada sohbeti derinleştirmek size veya muhatabınıza bambaşka kapılar açabilecektir. Belki de bu tip mekanların en önemli fonksiyonlarından birisi de budur. Dükkanın sahibi veya yöneticisi hakikaten işini severek yapan bir kişi ise, bu tip bir ortamın doğmasından büyük bir keyif alıyordur, bundan kesinlikle emin olabilirsiniz.

Nereden mi biliyorum? Biz de iki yılı aşkın bir süredir Edirnekapı Kariye’de bu tür bir yer işletiyoruz. Kitapla, kültürle, okuma ve yazma ile ilgili birileri gelip kitapları, dergileri karıştırınca büyük bir mutluluk duyuyoruz. Hele hele bahsi geçen türde kişiler ısrarla bir şeyler arıyor ve soruyorsa bu mutluluğumuz daha da artıyor. Misafirimize hemen çay veya kahve cinsinden bir şeyler ikram etmeye ve onu bir köşeye oturtmaya çalışıyoruz. Bazen farklı farklı çevrelerden arkadaşlarımız ve dostlarımız, çoğu zaman da programsız olarak dükkanımızda bir araya gelebiliyor ve enteresan fikir alışverişleri ortaya çıkıyor. Yeni tanışmalar, yeni dostluklar oluşuyor. Bazı sohbetler bizler için de aydınlatıcı oluyor ve o konularla ilgili eldeki eserlerin yetersizliğini fark ettiğimizde hemen ilgimizi bahsi geçen alanlara doğru kaydırmaya ve o sahalardaki eserleri de elden geldiği oranda temin etmeye gayret ediyoruz. İlgili gördüğümüz kişilere kendi kişisel koleksiyonlarımızdan bahsediyoruz. Görmemişse gösteriyor ve haberdar etmeye çalışıyoruz. Bu gayret bizlere değişik bir haz veriyor.

Bizim mekanda kitap dışında geleneksel sanatlardan kendi gayretlerimizle oluşturmaya çalıştığımız büyüklü küçüklü tablolar da yer alıyor. Ayrıca farklı alanlarda el sanatları çalışmalarını da sergiliyoruz. Kitap, hüsn-i hat, ebru, tesbih, kamarçin, kalem işi gibi eserler yan yana geldiğinde içerde farklı bir hava oluşuyor. Bazı ziyaretçiler bu mekanın kendilerini başka bir atmosfere götürdüğünü söylüyor. Kimisi Diriliş Ertuğrul’un film seti gibi diyor, kimisi ise adeta zaman tüneline girdim diyor. Bahsi geçen örnekler bu tür mekanların adeta farklı bir boyuta açılmış pencere gibi, insanları hayatın rutin akışının dışına çıkarabilme fonksiyonunu kısmen ifa edebildiğini gösteriyor.

Tabii sadece bizim dükkanın bu tür bir işlevi olduğunu iddia etmek isabetli olmaz. Kitapçı ve sahafların önemli bir kısmının üç aşağı beş yukarı benzer bir havaya sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yukarıda izah ettiğimiz tarzda bir arayışı olanlar başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde bu tür fonksiyon gören mekanları bulabiliriler. Esas mesela aramaya niyetli olmak ve samimiyetle bu niyetin peşinden gitmek.. İnanıyoruz ki arayanlar kendilerini bu hızlı ve yorucu hayatın dışına çıkarabilecek, zihinlerini ve gönüllerini dinlendirebilecek, taleplerine göre de doyurabilecek mekanlara devam ederek şehir hayatının yıpratıcı etkilerine karşı hoş bir kalkan oluşturabilirler.

Burada ilk etaptaki gayemiz bir kalkan oluşturabilmek. Peki kalkan oluşturabilmenin ötesinde bu tür mekanlarda elde edilebilecek o ruh sükunetini ve huzuru şehrin farklı alanlarına da taşıyabilmek mümkün olabilir mi? O kadarını bilemiyorum. Ve belki de o derece iddialı olmaktan çekiniyorum.

Ama inşallah bir gün o da olur ve hayatın hızlı akışı daha insani bir boyuta doğru yönelebilir…

*Şehir ve Kültür Dergisi Haziran Sayısında yayınlanmıştır