YAŞANAN HAYATIN HIZLI AKIŞI BİZLERİ RAHATSIZ EDİYOR MU?

İçinde yaşadığımız hayat gün geçtikçe sanki daha fazla hızlanıyor. Özellikle büyük şehirlerde ikamet edenler bunu eminim ki daha fazla hissediyorlar. Gerçi akıp giden hayatı vasıflandırırken sadece onun hızından bahsetmek durumu resmetmek için tam anlamıyla yeterli olmayabilir. Onun yanında karışıklığı, yoruculuğu, pahalılığı, gürültüyü, kalabalığı ve çok fazla hareketliliği de zikretmek gerekebilir.

Sabah ve akşam saatlerinde ülkede 20 milyona yakın ilk-orta ve lise öğrencisi, 8 milyonun üzerinde üniversiteli, 1 milyon civarında öğretmen, 200 bine yakın akademisyen, 30 milyonu aşan istihdamdaki insan, ana ve ilkokula giden çocukların önemli bir kısmının anne ve babaları, serbest çalışan birkaç milyon esnaf ve tüccar büyük bir telaşla evlerinden çıkıyor, ya okullarına, ya da vazife yaptıkları yerlere doğru yola koyuluyorlar. Otobüsler, trenler, metrolar, vapurlar, özel arabalar ve servisler vızır vızır insanları taşımaya çalışıyorlar. İnsanlar da büyük bir koşuşturma içinde bu vasıtalara biniyor, iniyor, içerlerinde itiş kakış yolculuk yapıyor, trafikte yorucu saatler geçiriyorlar.

Bazen yüksekçe bir yerden Eminönü ve Sarayburnu’nun karada ve denizdeki karmaşasına baktığınızda bu halet-i ruhiyeyi derinden hissedebilirsiniz. Veya bir metrobüs durağını genişçe gören bir yerden oradaki kalabalığı izlediğinizde benzer bir duyguya kapılabilirsiniz. Bir sabah vakti Fatih’teki Vatan Caddesinin bir başından öteki başına doğru şöyle bir yürüyüş yaparsanız, vergi dairesinden, belediyeye, emniyetten göç idaresi veya kaymakamlığa kadar binalara girip çıkan, metronun duraklarının etrafında yığılan insanları hayretle müşahede eder ve kuvvetle muhtemeldir ki sizler de bahsettiğim yorumlara hak verirsiniz. Tabii Anadolu yakasında da birçok noktada benzer örneklere rastlayacağınıza eminim.

Bu örnekleri daha fazla artırmak ve başka büyük şehirlere genişletmek de mümkün. Burada anlatmak istediğimiz özellikle büyük şehirlerde hayatın yukarıda bahsettiğimiz tarzda hızlı ve yıpratıcı olduğunu bir nebze de olsa altını çizerek ifade edebilmek.

Hayatın resmetmeye çalıştığımız hale evrilmesi karşısında insanoğlu neler yapabilir diye bu durumdan pek de memnun olmayan birçok kişinin kafa yorduğuna şahit olmuşuzdur. Bunlardan biri de ben olduğum için bu arayışa dikkat çekmeye çalışmam herhalde normal sayılabilir.

Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Acaba kısmen de olsa bu tarz bir hayatın dışına çıkabilmek mümkün olabilir mi?

Belki radikal bir karar vererek içinde yaşanılan şehri değiştirmek ve daha sakin bir yere gitmek gibi bir alternatif denenebilir. Tabii tek başına yaşamayan ve yaşadığı yerle birçok bağlantısı olan kişiler için bahsettiğimiz seçenek pek de kolay bir yol değil. Bunu deneyen bazı dostlarımız oldu. Tası tarağı toplayıp yaşadıkları büyük şehri terk ettiler. Ya memleketlerinde ya da daha sakin bir şehirde yeni bir hayat kurmayı denediler. Birçok kişi de özellikle yaz aylarında memleketlerine adeta kaçarak şehir hayatına kısmen ara verebiliyor ve bu yolla rahatlayabiliyorlar.

Buna ilave olarak hayat ritmini, mesela işini ve/veya şehir içinde yaşadığı semti değiştirmek de imkan dahilinde. Bu yolu deneyip hayatının yönünü farklı istikametlere çeviren kişilere de rastlayabiliyoruz.

Peki bu hızlı hayat içinde bize çölde bir vaha gibi fonksiyon görecek başka hangi yollar olabilir?

Bu soruya da çeşitli cevaplar verilebilir ve her biri kendi açısından bizlere farklı açılımlar sağlayabilir

Onlardan bir tanesi olarak son yıllarda benim de iştigal alanım olan kitapçılar ve sahafları ziyaret etme alternatifi üzerinde durabiliriz. Bizim gençlik yıllarımızda İstanbul Beyazıt’taki Sahaflar çarşısı bu konuda önemli merkezlerden birisi idi. Onun dışında yine Beyazıt’da Beyaz Saray Çarşılarının bodrum katındaki kitapçılar çarşısı da insanı yaşanan hayatın adeta dışına çıkaracak nitelikte bir mekandı. Farklı farklı kitapçılarda oranın müdavimi olan kişilerin etrafında oluşan sohbet halkaları katılanları çeşitli açılardan adeta doyururdu. Yeni çıkan dergiler genelde ilk olarak Beyaz Saray’a gelir ve orada meraklıları ile buluşurdu.

Bizim yakın arkadaş çevresi için favori mekanımız Rahmetli İsmail Özdoğan ağabeyin sahibi olduğu Enderun Kitabevi idi. Özellikle hafta sonlarında daha çok oraya devam eder ve Enderun’a gelen ağabey ve üstadların sohbetlerini büyük bir keyif ile dinlerdik.

Bu iki kültürel merkeze ilaveten etrafta Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Marmara Kıraathanesi. Küllük vs gibi başkaca sohbet mekanları da vardı ki onlar da bu muhabbetli ortamın adeta tuzu biberi mesabesindeydi.

İstanbul’da Beyaz Sarayın fonksiyonunu bu aralar kısmen Laleli’deki Yumni Kitapçılar Çarşısı görebiliyor denilebilir.

Yine bugün için söylersek, İstiklal Caddesi üzerinde, başta Galatasaray Lisesi’nin karşı cenahında ve yine Taksim’in ara sokaklarında irili ufaklı bu tarz birçok sahaf dükkanı insanı bahsettiğimiz şekilde farklı bir aleme taşıyabilecek nitelikte mekanlar. Son dönemde Üsküdar’da açılan sahaflar çarşısını da bu anlamda önemli noktalardan biri olarak sayabiliriz. Yine Fatih’te başta İnkilab kitabevi olmak üzere benzeri sohbet ve kültür mekanlarını bulabilmemiz mümkün.

Tabii buralardan yeterli ölçüde istifade edebilmek için sizin talepkâr ve arayıcı olmanız büyük önem taşıyor. İştigal ettiğiniz alan da olabilir, onun dışındaki başka konular da olabilir ama farklı bir şeyleri öğrenmeye ve yeni düşünceleri keşfetmeye niyetli olmanız önemli bir gereklilik. Bu çerçevede sahaf veya kitapçıda huzurlu bir ruh hali ile kitapları karıştırmak, daha önceden incelemeyi tasarladığınız eserlerle ilgili o dükkandaki kişiler ile sohbet etmeye gayret etmelisiniz. Siz arayıcı ve keşfetme niyetlisi bir halde olursanız kuvvetle muhtemeldir ki sizin bu ilginize muhatap olabilecek birilerine rast gelirsiniz. İşte o noktada sohbeti derinleştirmek size veya muhatabınıza bambaşka kapılar açabilecektir. Belki de bu tip mekanların en önemli fonksiyonlarından birisi de budur. Dükkanın sahibi veya yöneticisi hakikaten işini severek yapan bir kişi ise, bu tip bir ortamın doğmasından büyük bir keyif alıyordur, bundan kesinlikle emin olabilirsiniz.

Nereden mi biliyorum? Biz de iki yılı aşkın bir süredir Edirnekapı Kariye’de bu tür bir yer işletiyoruz. Kitapla, kültürle, okuma ve yazma ile ilgili birileri gelip kitapları, dergileri karıştırınca büyük bir mutluluk duyuyoruz. Hele hele bahsi geçen türde kişiler ısrarla bir şeyler arıyor ve soruyorsa bu mutluluğumuz daha da artıyor. Misafirimize hemen çay veya kahve cinsinden bir şeyler ikram etmeye ve onu bir köşeye oturtmaya çalışıyoruz. Bazen farklı farklı çevrelerden arkadaşlarımız ve dostlarımız, çoğu zaman da programsız olarak dükkanımızda bir araya gelebiliyor ve enteresan fikir alışverişleri ortaya çıkıyor. Yeni tanışmalar, yeni dostluklar oluşuyor. Bazı sohbetler bizler için de aydınlatıcı oluyor ve o konularla ilgili eldeki eserlerin yetersizliğini fark ettiğimizde hemen ilgimizi bahsi geçen alanlara doğru kaydırmaya ve o sahalardaki eserleri de elden geldiği oranda temin etmeye gayret ediyoruz. İlgili gördüğümüz kişilere kendi kişisel koleksiyonlarımızdan bahsediyoruz. Görmemişse gösteriyor ve haberdar etmeye çalışıyoruz. Bu gayret bizlere değişik bir haz veriyor.

Bizim mekanda kitap dışında geleneksel sanatlardan kendi gayretlerimizle oluşturmaya çalıştığımız büyüklü küçüklü tablolar da yer alıyor. Ayrıca farklı alanlarda el sanatları çalışmalarını da sergiliyoruz. Kitap, hüsn-i hat, ebru, tesbih, kamarçin, kalem işi gibi eserler yan yana geldiğinde içerde farklı bir hava oluşuyor. Bazı ziyaretçiler bu mekanın kendilerini başka bir atmosfere götürdüğünü söylüyor. Kimisi Diriliş Ertuğrul’un film seti gibi diyor, kimisi ise adeta zaman tüneline girdim diyor. Bahsi geçen örnekler bu tür mekanların adeta farklı bir boyuta açılmış pencere gibi, insanları hayatın rutin akışının dışına çıkarabilme fonksiyonunu kısmen ifa edebildiğini gösteriyor.

Tabii sadece bizim dükkanın bu tür bir işlevi olduğunu iddia etmek isabetli olmaz. Kitapçı ve sahafların önemli bir kısmının üç aşağı beş yukarı benzer bir havaya sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yukarıda izah ettiğimiz tarzda bir arayışı olanlar başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde bu tür fonksiyon gören mekanları bulabiliriler. Esas mesela aramaya niyetli olmak ve samimiyetle bu niyetin peşinden gitmek.. İnanıyoruz ki arayanlar kendilerini bu hızlı ve yorucu hayatın dışına çıkarabilecek, zihinlerini ve gönüllerini dinlendirebilecek, taleplerine göre de doyurabilecek mekanlara devam ederek şehir hayatının yıpratıcı etkilerine karşı hoş bir kalkan oluşturabilirler.

Burada ilk etaptaki gayemiz bir kalkan oluşturabilmek. Peki kalkan oluşturabilmenin ötesinde bu tür mekanlarda elde edilebilecek o ruh sükunetini ve huzuru şehrin farklı alanlarına da taşıyabilmek mümkün olabilir mi? O kadarını bilemiyorum. Ve belki de o derece iddialı olmaktan çekiniyorum.

Ama inşallah bir gün o da olur ve hayatın hızlı akışı daha insani bir boyuta doğru yönelebilir…

*Şehir ve Kültür Dergisi Haziran Sayısında yayınlanmıştır

GEÇMİŞTEN GELECEĞE KÜLTÜR ŞEHRİ İSTANBUL

26 Şubat 2022 tarihinde SEKAM toplantıları başlığı altında  zoom üzerinden gerçekleştirdiğim sunumun metne çevrilmiş şeklidir.

Öncelikle şöyle bir sorunun cevabını vererek konumuza başlayabiliriz

İstanbul ile ilgili konu gündemimize nasıl geldi? Ben doğma büyüme İstanbulluyum. 60 yıldır bu şehirde yaşıyorum. Dolayısıyla sadece bu gerçek bile İstanbul ile ilgilenmemizi gerektiriyor. İlave olarak bugüne kadar çeşitli kurumlarda yer aldık ve buralarda şehir ile ilgili konular öncelikle ilgi alanımız içinde bulundu. Karşı karşıya kaldığımız meseleler daha detaylı bir ilgi alakayı gerekli kıldı.

Mesela geçmiş dönemlerde ( 2013 yılı idi sanırım) “Hanlardan Plazalara” diye Kuzey Haber Ajansı bünyesinde TRT için bir program yaptık. O programda İstanbul’da özellikle 1980’lerden sonra şehrin merkezindeki iş alanlarının çevreye doğru taşınmasını konu edinmiştik. Bu programda ele aldığımız konu bizim de kendi hayatımız içinde bizatihi şahit olduğumuz bir çok olayı da içine alıyordu. Bu bahsettiğimiz süreçte (yani daha çok 1980’lerden sonra) İstanbul’un merkezinde diye tanımladığımız eski İstanbul, veya Beyazıt Eminönü Fatih sınırları içinde olan iş yerleri ve hayat İstanbul’un dış bölgelerine doğru kaydı. Tabii bunun çok çeşitli sebepleri var: Uluslararası konjonktürden gelen sebepleri var. Türkiye’nin seksenlerden sonra liberal politikaların tesiri ile dışarı daha çok açılmasının getirdiği tesirler var.. Biz bahsettiğim programda çeşitli sektörlerde bunun etkilerini, bunun nasıl olduğunu anlatan bir belgesel yapalım dedik ve 13 bölümlük bir söyleşi- belgesel türü bir program yaptık ve orada bunu çeşitli yönleriyle ortaya koymaya çalıştık.

Bunun arka planında şöyle bir birikim de vardı. Ben 94 yılından sonra yaklaşık 10 yıl MÜSİAD’ın yönetim kurulunda yer aldım. 2005’ten sonra da İTO yönetiminde bulundum. Orada muhatap olduğumuz problemlerin büyük bölümü İstanbul’un merkezden çevreye doğru gidişi ve ekonomik hayatın değişimiyle alakalı insanların yaşadığı problemlerdi. Bu insanlar bulunduğumuz yerlerde bu problemlerin neden ve nasıl olduğu, nasıl çözüm bulunması gerektiği ile ilgili de sorular soran ve bizle birlikte bu sorunlara çözüm arayan insanlardı. Hanlardan Plazalarda da biraz da yıllar içinde muhatap olduğumuz konuyu işledik. Yani İstanbul’da daha evvel iş hayatı ve önemli meselelerin döndüğü yerler hanlarken, çarşılarken, bugün için daha çok bunlar plazalara, sanayi sitelerine, Büyük Alış Merkezlerine doğru kaymaya başladı. Çeşitli sektörlerde bu taşınmalar sırasında nelerin değiştiğinin nelerin de sabit kaldığını anlamaya çalışmıştık. Sektörlerin duayenleri ile bu süreçleri detaylı olarak konuşmuştuk. Bunlar İstanbul’la ilgilenme serüvenimiz içinde belli başlı konularda daha derinleşmeye sebep oldu.

Son 3-4 yıldır Medipol Üniversitesi’nde doktora programına başladım. Orada da bu konuyu bir tez olarak ele aldım. Çeşitli özelliklerine göre seçmiş olduğumuz üç sektörde İstanbul’da merkezden çevreye doğru taşınmanın arka planını anlamaya çalışan bir tez yapmaya gayret ediyorum. Birkaç ay içinde becerebilirsek kısmet olursa bitirmiş olacağız. Tabii belli bir yaştan sonra bunlar çok zor oluyor. Burada akademik hayat içinde yer alan dostlarımız bu işin ne denli zor olduğunu benden iyi bilirler. Hele bir de yaş ileri olunca çeşitli meşgaleler içinde insan daha fazla zorlanıyor. Bu tez sürecinde çalışmanın bir gereği olarak İstanbul ile bir çok şeyi okuma fırsatı oluyor. Sürecin içinde yer almış birçok kişi ile birebir mülakatlar yapıyoruz. Dolayısıyla buradaki hazırlık sürecinde not aldığım konuları birkaç yerde paylaşma imkânım oldu. Nazım Ekren kardeşim SEKAM bünyesinde bu konuda bir sohbet yapalım deyince ben de uygun buldum ve böyle bir program gündeme geldi..

İstanbul’un geçmişten günümüze ve bundan sonrası ile ilgili bütün konuları böyle bir sunum çerçevesinde ifade edebilmek, anlatabilmek takdir edersiniz ki kolay bir şey değil. Mümkün de değil zaten. Ama burada önemli ve paylaşılmasında fayda gördüğüm konuları, yetiştirebildiğimiz kadar sizlerin önüne sunmak ve belki bunun üzerine biraz tartışmak gibi bir arka planı var bu sunumun. İnşallah faydalı bir sunum olur

Bu tür bir sohbete başlarken öncelikle Kültür Şehri İstanbul denildiğinde ne kastettiğimiz üzerinde birkaç kelime ile durmak isterim. Biliyorsunuz Kültür dendiğinde karşımızda çok sayıda tanım çıkıyor. Bir de Medeniyet kavramı var. Kültür ve Medeniyet bazen birbirlerinin yerine de kullanılıyor. Tabii medeniyetin de farklı bakış açılarına göre çok fazla tanımı var. Ama ben burada kültür dediğimiz zaman böyle bir konu çerçevesinde şöyle bir tanımı tercih ediyorum: Bu tanım Türk Dil Kurumunun tanımları içinde yer alıyor. ‘Tarihsel, toplumsal gelişme sürecinde ortaya çıkarılan maddi ve manevi tüm değerler ve bunların oluşumunda sonraki nesillere aktarımında kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine etkisinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne kültür denir.’ Bu tanımda tarih ve toplumsal gelişmede bir birikim ortaya çıkıyor, maddi manevi tüm değerleri kapsıyor… Bunların belli bir denge içerisinde bir araya gelmesi ve bu dengenin nesilden nesile aktarılmasını anlatmaya çalışıyoruz. İstanbul gibi bir konu mevzu bahis olduğunda bu tanım uygun bir tanım olarak karşımızda duruyor. Çünkü İstanbul yüzyıllardır belli bir birikimin nesillerden nesillere aktarıldığı bir şehir.

Burada altını çizmemiz gereken bir nokta daha var.: İstanbul’dan bahsederken bir çok kişide şöyle bir yaklaşım var. İstanbul evet bir çok güzelliğin bir arada olduğu bir şehir. Boğaz güzel, yalılar güzel, erguvanı şöyle iyi, balıkları şöyle güzel diyerek anlatılan bir İstanbul var. Fakat bizim konuya yaklaşımımız bu noktadan değil. Bizimki daha başka bir bakış açısı. Burada yaşayan atalarımız bu şehre nasıl bakmışlar? Onu nasıl imar etmişler? Bu şehirde yaşarken hayatlarını hangi sabiteler etrafında yönlendirmişler.? Bu bakış açıları onların şehir ile ilişkisini nasıl etkilemiş? Bizim İstanbul’a bakarken öne aldığımız noktalar buraları. Bizim bakış açımıza göre İstanbul’da yüzyıllardır yaşayan Müslümanlar buraya bir işgal niyetiyle gelmemişler Burada yerli olma niyetiyle gelmişler ve sahip oldukları zihniyetlerinden hareketle yüzyıllar boyunca bu şehirde adeta bir nakış yapmışlar. Bu şehirde bir şeyleri nakşetmeye çalışmışlar. Yaşarken evlerini, ibadethanelerini, ticari ilişkilerini, mimarilerini, musikilerini, edebiyatlarını sahip oldukları zihniyetlerine göre şekillendirmişler. Tabii çevrelerini de bu anlayışla şekillendirmişler. Olabildiğince bunları bir bütün olarak anlamlı bir yere koyarak, şekli unsurlarını da yerine getirmişler ve bir şehir oluşturmuşlar. Bizden evvel yaşayan insanların birçok şeylerini eleştirebiliriz. Siyasi yanlışlıklarını, sosyal yanlışlıklarını..vs. Çünkü onlar da insan oldukları için bir yığın hata da yapmışlar ama sonuçta kültürel olarak bizlere bir çok zenginliği içinde barındıran güzel bir nakış eseri bırakmışlar. İstanbul’a bakarken, İstanbul’u konuşurken açıkçası beni burası ilgilendiriyor. Hem kendime ve hem de İstanbul ile bir şeyler anlatırken başka insanlara hep şu soruyu soruyorum: Bizden evvelki insanlar kendi dönemlerinde, kendi imtihanlarını bir şekilde yerine getirdiler ve hepsi şu an Rabbü’l-Alemin’in huzurunda hesaplarını veriyorlar. Onlar yaşadıkları hayatın ve oluşturdukları bu nakışın hesabını veriyorlar.

Peki biz bugünden yarına nasıl bir nakış bırakıyoruz?

Bugün var olan İstanbul’a bakarak eski dönemde oluşturulmuş olan bu nakışı, bu kültürel mirası anlamaya çalışalım. Yani bu insanların kendi sabitelerine, kendi zihniyetlerine göre oluşturdukları bu yapıyı anlamaya çalışalım ve biz de bugünden yarına nasıl bir şey bırakacağız? Bunun arayışında olalım. Bunun üzerine tefekkür etmeye çalışalım. İstanbul’da dolaşırken hep bunu anlamaya çalışalım. Ben genelde İstanbul’a böyle bakmaya çalışıyorum.

BAZI SOKAK VE BÖLGE İSİMLERİ NEREDEN GELİYOR?

Buna bazı örnekler verelim. Mesela İstanbul’un sokaklarının isimlerinin arka planında daima neler var diye bakmaya çalışıyorum. Ben şimdi Fatih’te Hırka-ı Şerif Mahallesi Balipaşa Caddesi diye bir yerde oturuyorum. Benim yüz metre yakınımda Hırka-ı Şerif Camii var. Malum olduğu üzere Peygamber Efendimizin (sav.) iki tane hırkası var İstanbul’da. Biri sahabe-i kiramdan Veysel Karani’ye hediye ettiği hırka – ki bu hırka benim yüz metre yakınımdaki Hırka-i Şerif Camiinde her yıl sergilenen hırka- öbürü de yine başka bir sahabeye hediye ettiği hırka. O da Topkapı Sarayı’nda. Bizim yakınımızdaki yerde Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit bu hırkanın muhafazası ile ilgili bir cami yaptırmış. Bu camiyi dik olarak kesen üzerinde bizim de oturduğumuz Balipaşa Caddesi bulunuyor. Bali Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Savaşı’na katılmış komutanlardan birisidir. Burada çok ciddi iki tarihi birikim var.

Bizim caddenin yan tarafında ise Keçeciler Caddesi bir boydan bir boya uzanıyor.. Ben bu Keçeciler ismi neden konmuş diye arka planına bir bakayım istedim. Sonra öğrendim ki eskiden kervanlarda yük hayvanlarının üzerinde taşınan eşyaları taşımak için en çok kullanılan malzeme keçe imiş. İstanbul’a kara yoluyla girişte en önemli nokta Edirnekapı’sı. Surlar üzerinde önemli kapılardan biri. Bize de yaklaşık 1-1,5 km uzaklıkta bir yerde. Eskiden mal taşıyan kervanlar genelde Edirnekapı’dan İstanbul’a girerlermiş. Edirnekapı’dan sonra hemen gelen semt Karagümrük. Kara gümrük yani karadan gelen yolcular için gümrük hizmetlerinin görüldüğü yer. İsmi de buradan geliyor. Yani bugün Batıdaki Kapıkule Sınır kapısı, güneydeki Cilvegözü Sınır kapısı gibi bir yer. Burası gümrük yeri. Karagümrük’de, gümrük işlemleri oluyor. Ve buralara gelen kervanların keçe ihtiyaçlarını gören en önemli yer de bizim bulunduğumuz bölgeler imiş. Yani bulunduğumuz muhitlerde bu işler oluyormuş. Keçe imalatı, keçe satışı keçe tamiri gibi hizmetler yapılırmış. İsmi de oradan gelirmiş..

Yani bu birkaç örnekten de hareket edersek İstanbul’da her bulunduğumuz noktanın nerdeyse tarihi bir arka planı, bir hikayesi var.

Mesela biraz daha ileriye doğru gidiyorsunuz, Fatih Camii var onu da geçiyorsunuz, orada Saraçhane diye bir semt var. Şimdilerde Saraç tabiri genelde çantalar, bavullar ve bu tür deri işleriyle ilgilenilen bir iş kolu olarak anlaşılıyor. Fakat eskiden daha çok atların, develerin dizginleri veya üzengileri benzeri şeyler hep deriden yapılıyormuş. O dönemin binek hayvanları yani ulaşım araçlarının malzemelerinin üretildiği, satıldığı tamir edildiği bir iş kolu. Bugünkü tabir ile anlamaya çalışırken bir tür otomotiv yan sanayi gibi diye düşünebiliriz. Onun hemen yanı başında At Pazarı’nda atlarını bırakıyorlar, yani Gümrük kapılarının yakınlarındaki büyük araç oto parkları gibi bir mekan. Saraçhane’de de bir saraç çarşısı var ve saraç işleri görülüyor. Fatih Sultan Mehmet Fatih Külliyesinin yanıbaşında bu Saraçlar çarşısını kurmuş o zamanlar. Sonra bu çarşı başka yerlere taşınmış ama adı kalmış

Bir diğer yakınımızda Vakıf Gureba Hastahanesi var. Bezmialem Valide Sultan’ın vakıf zihniyetiyle yaptırdığı bir hastane. Garip gureba burada şifa buluyorlar.. Bunların hepsi kültürel motif içerisinde bir değer ifade ediyor. Bir denge ile bir şeyler oluşturmuşlar. Ben bu dengeyi anlamaya çalışıyorum. Ve hep acaba; “Bu dengeyi yapanlar hangi niyetle, ne şekilde yaptılar? Daha evvel de birkaç sefer vurguladığım gibi Nasıl bir nakış yaptılar? Biz bundan sonra ki döneme nasıl bir nakış yapacağız? diye bu soruları sormaya çalışıyorum, kendime. Dolayısıyla da şehre bakışım birazcık da buralardan ileri geliyor. İlk geliş böyle yani bu işe bakışım, arka plana bakışım, kültüre bakışım, şehre bakışım, bunun medeniyetle alakası nedir? Gibi birkaç kelimeyle bu şekilde izah etmek istedim.

MUHTELİF ŞEHİR TANIMLARI

Şehirlerle ilgili Ahmet Davudoğlu’nun 2004 yılında katıldığı bir konferansta yaptığı tanımlardan bahsetmek istiyorum. Onu önce makale daha sonra da kitap haline getirmiş. O çalışmasında Şehirler ile ilgili 5 çeşit sınıflama yapmış. Sizler de rastlamışsınızdır ve bununla ilgili başka sınıflamalar vardır muhakkak da benim burada kullanacağım genelde bu sınıflamadır. Birincisi medeniyete öncü kurucu şehirler diye bir tanım getiriyor. Bu şehirler için Medine ve Roma‘yı gösteriyor. Yani Medine ve Roma; biri İslâm Medeniyetinin, biri Katolik Batı Medeniyetinin öncü şehirleridir.. Buralarda daha fazla detaya girmeden biraz özet tarzında anlatmaya çalışıyorum.

İkincisi, medeniyet tarafından kurulan şehirler. Bunların örnekleri: Bağdat, Kurtuba, Paris, Londra sayılabilir. Bunlar da bir medeniyet oluştuktan sonra onun etkisiyle kurulan şehirlerdir diye tanımlanmış.

Üçüncüsü medeniyet oluşumu sonrasında, o medeniyete ait özelliklerin aktarıldığı veya taşındığı şehirler. Bunlar: Konya, Bursa veya Balkanlar’da Saraybosna, Üsküp belki Manastır’tır. Bunlar genelde belli bir aktarımla ortaya çıkmış şehirler. Mesela özellikle Balkan şehirlerinde gezdiğiniz zaman birçoğu İstanbul’un, Bursa’nın aktarımı gibidir. Ben ilk defa Manastır’a gittiğim zaman, Manastır’ın meydanının fotoğrafını çektim ve burası nereye benziyor? diye düşündüm. Baktım ki burası Eyüp Sultan’a çok benziyor esasında. Çeşmesi, havuzu, camisi aşağı yukarı aynı formda. Belli bir dönemden sonra şehirlerin meydanlarında hep saat kuleleri var. Çok önemli bir şey. Neden? Çünkü eski dönemde muvakkithane çok önemlidir.  Her yere belli bir format içerisinde saat kuleleri koymuşlar. İnsanlar zamanlarını ayarlasınlar diye. Hem de ortak bir kültürel motif bu saat kuleleri. Yani o meydan bir nevi Eyüp Sultan’ın aktarımı gibi. Veya çarşılarına gidiyorsunuz, bizim İstanbul’un, Bursa’nın çarşısına benziyor. Üsküp’ün, Saraybosna’nın oradaki çarşılar birbirine çok benziyor. Bir aktarım var. Bir hayat çeşitli kurumları ile adeta bir yerden bir yere aktarılmış. Bunları hanlarda da, kapanlarda da, bedestenlerde de, çarşılarda da görüyorsunuz.

Dördüncü tanım medeniyet dönüşümü esnasında önemini kaybeden şehirler. Bunun belki en tipik örneği Selanik‘tir. Selanik Osmanlı devrinde bir İslâm şehridir ama mübadele sonrası Yunanlıların eline geçtikten sonra bugün Selanik’te sadece bir tane minare görürsünüz. Namaz kılacak yer de bir tane bodrum katında, oradaki Roman vatandaşlarımızdan Osman Amca’nın derneğinin kurduğu bir Osmaniye Mescidi’dir. Başka da bir yer bulamamıştım ben Selanik’e gittiğimde. Bizim dedelerimiz 1920’lerde oraları bir İslam şehri olarak bırakıp gelmişler. Fakat bugünkü durumu maalesef içler acısı. Bir medeniyet açısından maalesef önemini kaybetmiş. Mesela Endülüs’e gittiğinizde belki Kurtuba da öyle bir yer. Kurtuba’da duruyor hâlâ bazı eserler ama onlar kilise haline getirilmiş. Veya Toledo diye bir şehir var mesela orada İslam eserlerinden hiçbir iz bırakmamışlar maalesef.. Sanki Selanik gibi yani. Tamamen kaldırmışlar ortadan. Bu da medeniyet dönüşümü esnasında, o medeniyet açısından önemini kaybetmiş ve farklı bir şekle bürünmüş bir şehir.

Beşincide ise farklı medeniyetleri buluşturan, dönüşen ve dönüştüren şehirler diye bir tanım yapmış Davutoğlu. Bunların örnekleri olarak: Kudüs, Kahire ve İstanbul’u zikretmiş. Hakikaten bakınca İstanbul buna çok uyuyor. İstanbul tarih içinde birçok değişiklik geçirmiş, dönüşmüş ve dönüştükten sonra da etrafını etkilemiş bir şehir. Hatta baktığımız zaman Doğu Roma’nın çok önemli bir şehri iken daha sonra bir nevi Medine’ye kardeş bir şehir olmuş. Ama aynı zamanda İstanbul’un içinde Roma özellikleri de tamamen ortadan kalkmamış. Yani duruyor bazı kiliseler, önemli noktalar camiye çevrilmiş ama gezerken mesela Sultan Ahmet meydanında bile dolaşırken Marmara Üniversitesi’nin rektörlüğünün arkasındaki duvara baktığınızda eski hipodromun duvarını hatırlayabiliyorsunuz. Bunu İstanbul’da görüyorsunuz. Tabii Fatih Sultan Mehmet’in bakışında da biraz böyle bir şey var. İstanbul’u fethettiği zaman kendisi için hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimin unvanını kullanıyor, hem Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Şehri dönüştürüyor ama tamamen eskiyi ortadan kaldıran bir hâle getirmiyor. Bir miktar da içinde diğer unsurların da kaldığı bir şehir oluyor. Yapılan bu tanımlama belki hakikatin tamamını vermeyebilir ama en azından şehirle alakalı zihnimizde oturtacağınız bir kurgu olarak görülebilir. Mesela Ayasofya Fetih Mescidi olmasına rağmen içinde kiliseden gelen birçok unsuru görebilirsiniz. Ben işte bu aralar diyelim Kariye semtinde bir işyerinde bulunuyorum.: Yanı başımda Kariye Camii var. Burası eski ve kendi döneminde çok önemli bir kilise imiş. Kariye şu an tekrar cami oldu ama hâlâ içindeki o havayı seziyorsunuz. Yani o hava tamamen ortadan kalkmamış. Gerçi şu an namaz kılınmıyor ama namaz kılınan camileşmiş kiliselerde bile o formları görebiliyorsunuz.

İstanbul’un 8500 yıllık bir tarihi olduğu ifade ediliyor. Evliya Çelebi, İstanbul’u ilk kuran Hz. Süleyman’dır diyor… Çok ilginç bir yaklaşım. Hatta birçok kaynakta Hz. Süleyman’ın sarayını Sarayburnu civarına yaptığı ifade ediliyor. Ve yine İsmail Kara’nın bir konuşmasında dinlemiştim. Topkapı Sarayı’nın da bu niyetle buraya kurulduğu da söylenebilir diye bir görüş var. Yani işi Hz. Süleyman’a kadar dayandıran bir bakış açısı var. Önceden İstanbul antrepo gibi bir balıkçılık şehriymiş ama burayı tam olarak ilk kuran kişi milattan sonra 330’da 1. Konstantin bunun farkına varıyor ve burayı Yeni Roma adıyla bir başşehir yapıyor ve burayı hakikaten Katolikliğin merkezi Roma’ya karşı yeni Roma olarak tesis ediyor. Latinler 1204 yılında şehri çok ciddi bir şekilde işgal ediyorlar. Yani şehrin üzerinden adeta silindir gibi geçiyorlar, şehri tarumar ediyorlar. Hatta papazların şöyle söylediği ifade edilir: “İstanbul sokaklarında Kardinal serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” Çünkü Latinler, 1200’lü yıllarda, o güzel şehri yakıp yıkmışlar. Bizanslılar şehri sonradan tekrar toparlamışlar.

FATİH SULTAN MEHMET SONRASINDA İSTANBUL

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği zaman şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu ifade ediliyor. Bayağı düşük bir nüfus. Fatih’in hükümdarlığının son dönemlerinde 100 bin civarına çıktığı kayıtlarda geçiyor. Fatih Sultan Mehmet 1455’te bir sayım yaptırıyor. O sayımda galiba 12-15 bin arası bir aile sayısı çıkıyor. Buradan yaklaşık 50 bin kişi gibi bir rakama varılıyor. Daha sonra İstanbul üzerinde bir icraata başlıyorlar ve farklı farklı şehirlerden İstanbul’a insanlar getiriyorlar. Evliya Çelebi’nin ifadesine göre Konya’dan Aksaray’a getiriliyor bir grup insan bugünki Aksaray’a yerleştiriliyor. Ege’nin Balat’ından Milet’ten, Haliç’in kıyılarında ki Balat’a insanları getiriyorlar. Bursa’dan, Eyüp’e getiriyorlar. Samsun Çarşamba’dan, Fatih Çarşamba’ya; Trabzon’dan Beyazıt civarına planlı göçler oluyor. Bu gibi çeşitli şehirlerden İstanbul’un çeşitli bölgelerine belli bir göç planlanıyor. Tabii ilginç olan ise Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a fetihle geldikten sonra yanılmıyorsam 3 ay falan kalıyor. Burayı komutanlarından birine bırakıyor ve Edirne’ye dönüyor. Yani siz buradaki ana çalışmaları yapın, şuralardan şu insanları getirin, insanların şehrin dışına gitmesini engelleyin, ticari hayatı dengeli bir şekilde yapmaya çalışın gibi belli talimatları veriyor ve ancak 3 sene sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Sayımı falan yaptırıyor. Kolları sıvıyorlar.

İstanbul’un onarılmasında veya düzenlenmesinde, Fatih Vakfiyesinde şu söz çok güzel ve işin ana mantığını ortaya koyan bir söz: “Hüner bir şehr bünyad etmektir, reâya kalbin âbâd etmektir.” Esas maharet bir şehri onarmak, yeniden inşa etmek ama aynı zamanda burada yaşayan insanların kalplerini de kazanmak, onları mutlu etmektir. Yani şehre böyle bir bakış var. Hem insanlar burada mutlu olsunlar kaçırmayalım onları olabildiğince buraya zengin unsurları toplayalım hem de güzel bir şekilde onaralım. Vakfiye’deki bu söz bence durumu iyi anlatan bir sözdür. Genelde Fatih Sultan Mehmet’in burada uyguladığı ve Osmanlı’da genelde gördüğümüz kadarıyla, kaynaklardan okuduğumuza göre külliye merkezli bir şehir oluşturma yaklaşımı var. Esasında ilginç bir şey tabii. Külliye yerine bazı yerlerde imaret kelimesi de kullanılmış. Mesela Osman Nuri Ergin genelde imaret tanımını daha çok kullanıyor ama imaret kavramı sonraki zamanlarda büyük çoğunlukla yemek yapılan aş evi gibi yerler için kullanılmış. Külliye ismi ise daha çok kullanılmış. Bunlar genelde mahiyet itibariyle vakıf kuruluşlardır. Osmanlı’nın öncesinde Anadolu’da da var bunlar tabii. Mesela Anadolu’da Artuklular’da var. Ribat gibi modeller var.

ŞEHRİN GELİŞİMİNDE KÜLLİYE YAKLAŞIMI

Osmanlı’da genel yapıda ortada bir cami var. Bu caminin büyüklüğüne göre ya Selatin cami veya daha ufak çaplı camiler olabiliyor. Etrafında sıbyan mektebi, büyüklüğüne göre medresesi, hamamı, muhakkak yakınında bir yerinde çarşısı, imareti -fakire fukaraya yemek verilen yer- tabhanesi -hastalara bakan bir sağlık merkezi- var. Yani insanların toplanabileceği bir çekim merkezi oluşturuyorlar. Bu külliyelerin etrafında bir şehir oluşuyor. Şehrin merkezinin çevresinde yine benzer forma uygun mahalleler oluşuyor. Mahallelerin de belli bir kurgusu var. Yolların büyüklükleri, genişlikleri, şehrin dışına gidildikçe çıkmaz sokakların hâkim olduğu yani mahremiyetin de olduğu bir şehir kurgusu oluyor. Esasında bunu İstanbul’da birçok yerde görüyoruz. Fatih Sultan Mehmet de bizim gördüğümüz ve izlediğimiz kadarıyla bu formu uygulamış. Mesela bu çarşılara da çok önem vermişler. Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya’ya gelir getirmesi için ilk defa bugünkü Kapalı Çarşı’nın içerisinde bulunan Cevahir Bedesten’ini kuruyor. Kapalı Çarşı daha onun etrafında şekilleniyor. Bir rivayete göre hayatının son zamanlarında şu an yine Kapalı Çarşı’nın içerisinde yer alan Sandal Bedesteni’ni kuruyorlar. Bazı kaynaklarda Kanuni zamanında yapıldığı söyleniyor ama esas ağırlıklı görüş Fatih’in son zamanlarında yapıldığı tarzında. Kapalı Çarşı da iki tane bedestenin üzerinde büyüyor daha sonra Galata’nın orada da bir tane bedesten yapılmış. İstanbul’daki bedestenlerden bir tanesi de odur. Çarşı bunların etrafında oluşuyor. Meselâ çarşı ( caar şu) kelimesi Farsçada da dört köşeden ibaret dükkanlardan geliyor. Bedestenler bu şekilde büyüyor ve şu an ki Kapalı Çarşı ortaya çıkıyor.

Yine Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırdığı Fatih Cami en önemli külliyelerden bir tanesidir. Bugün de gördüğümüz gibi onun da medreseleri, sıbyan mektebi, tabhanesi, kütüphanesi var. Bunların hepsi de vakıf olarak çalışan yerlerdir. Yani burada insanlara hizmetler karşılıksız sunuluyor ve hepsinin vakfiyeleri var. Genelde kervansaraylar, çarşılar ve hamamlar gelir getirici yerler olarak düşünülmüştür. Diğer yerlerde de insanlardan para alınmıyor ve masrafları buralardan görülüyor. Mesela Fatih Sultan Mehmet, Fatih Cami’nin hemen yanına Saraçhane Çarşı’sını kurmuş. O önemli bir çarşıdır. Bugün Fatih’in cenaze kapısından çıktığınızda aşağı doğru inerken Karaman Caddesinde yani bugün ki İtfaiye’ye doğru giden yol üzerinde kuruluyor, ilk Saraçhane Çarşısı. Sonra deprem geçiriyor ve Gedikpaşa tarafına taşınıyor. Düşünün o zaman için o kurguda camisi, çarşısı bir şekilde oluşmuştur. Daha sonraki dönemlerde Fatih Sultan Mehmet paşalarına da talimat veriyor. Mesela en önemlilerinden bir tanesi Mahmut Paşa’ya bir yönlendirmesi var. Ona Veli Paşa da denmiş. Mahmut Paşa’da bugün ki Mahmutpaşa semtine ismi verilen yerde; camisi, öldükten sonra defnedildiği türbesi, hamamı, mahkemesi, mektebi, medresesi, kütüphanesi, çeşmesi, etrafında hanlar olan ve 265 tane dükkândan ibaret olan bir çarşı kuruyor. Yani bir nevi küçük bir şehir nüvesi oluşturuyor burada.

Yine Fatih Sultan Mehmet’in önemli paşalarından olan Murat Paşa var. Daha çok Fatih’in son dönemlerine doğru 1471-72’de bugünkü Aksaray’daki ilk camiyi yapıyor ve ondan sonra yanına imareti, hamamı yapmış. Ölümünden sonra da kardeşi Mesih Paşa medreseyi tamamlamış. Yani bugünki Aksaray tarafındaki Muratpaşa’nın olduğu alan da Fatih’in ilk yönlendirmesiyle yapılmış. Çünkü bunları yapmasını söylüyor.

Kendisinin yine Eyüp Sultan Cami’nin etrafında oluşturduğu külliye önemlidir. Yani Eyüp Sultan’ın da önemini biliyorsunuz. Ebu Eyyûb el-Ensari hazretlerinin mezarının yerini buluyorlar. Oranın tabii bulunmasıyla ilgili çok çeşitli rivayetler var. Gerçi simgesel bir şey de olabilir. Eyüp Sultan’ın varlığı İstanbul’u Medine’ye bağlayan bir çizgiyi öne çıkarıyor esasında. Çünkü Medine’nin en önemli simgesel kişilerinden birisi Ebu Eyyûb el-Ensari hazretleridir. İstanbul’u bir yönüyle hem Peygamber Efendimiz’ in (sav.) o çok bilinen hadis-i şerifi ile İslam Tarihine bağlıyor, hem Medine’nin simgesel sahabisi Eyüp Sultan hazretlerinin varlığı ile Medine’ye bağlıyor, hem de İslam medeniyeti ile bağlantıyı kuvvetlendiriyor.. Yani orada da Eyüp Sultan’ın şehrin oluşumunda ciddi bir etkisi ve çok simgesel bir rolü bulunuyor.. Sonraki dönemde bütün kılıç kuşanma törenleri Eyüp Sultan’da yapılıyor. Ve o bölgede camisiyle, türbesi ve çevresindeki mezarlıklarıyla ve ulemasıyla yepyeni bir yapı oluşuyor.

Mesela Vefa da öyledir. Vefa Hazretleri’nin bulunduğu yerde de bir külliye kurmak istiyorlar ama Vefa Hazretleri pek yanaşmamasına rağmen yine orada bir camî, yanına bir medrese gibi bir şey yapıyorlar. Fakat Vefa Hazretleri’nin ölümünden sonra orası bir külliye haline geliyor. Yani diyeceğim bakış açısı itibariyle Fatih’ten başlayarak İstanbul’un gelişmesinde hep vakfiye ve külliye kültürü bizim gördüğümüz kadarıyla çok önemli. Şehir bunun etrafında oluşuyor ve adeta nakşediliyor.

Tabii Fatih’ten sonra da külliye yapımları devam etmiş. Mesela 15. Yüzyılda Davutpaşa, Çemberlitaş’daki Atikali Paşa gibi yerler hep külliye. 16. Yüzyılda ortaya çıkan Beyazıt Camii’nin etrafı da bir külliyedir. Yavuz Sultan Selim Camii ve çevresi de bir külliyedir. Haseki bir külliyedir. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan, Atik Valide Sultan, Nişancı Mehmet Paşa gibi bunlar hep 16. Yüzyıl’daki külliyelerdir.

Mesela Sinan’dan sonra Cerrah Mehmet Paşa’nın bulunduğu yerde bir külliye var. Gazanfer Ağa külliyesi var. 17. Yüzyılda Yeni Cami külliyesi de önemli. Hatice Turhan Sultan’ın bitirdiği Yeni Cami. Onun etrafında Mısır Çarşı’sı var. Mesela o bölgede bir hamam var. Esasında 1930’lar da o hamam yıkılıyor ve oraya han yapılıyor. Yani İstanbul’da Sultan Hamam’ı dediğimiz zaman külliyedeki hamamdan mülhem bir yeri kast ediyoruz. Yani bütün semtlere baktığımızda hepsinin altında ya bir külliye ya da İstanbul’a damga vurmuş birisini görüyorsunuz.

Mesela 18. Yüzyılda Çorlulu Ali Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa gibi isimler de o dönemin külliyeleri. En son dönemde 19. Yüzyılda Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan -2. Mahmut’un hanımı ve hem okulu hem camisi var- külliyeleri var.

Bu külliye kültürü hakikaten önemli ve tasavvuf ehlinin bulunduğu yerler de birer külliye mantığıyla oluşmuş aslında. Örneğin Aziz Mahmut Hüdayi’nin bulunduğu yer bir külliye, Yahya Efendi’nin çevresi bir külliye, en son dönemde meselâ Boğaziçi Üniversitesi’nin bulunduğu yerde Nafi Baba Tekkesi ve çevresi var, Zincirlikuyu’ya kadar giden bir alan. Bunların hepsi bir tür külliye. Mesela Sümbül Efendi, o dönemin baş asitanesidir. Kendi döneminde tasavvuf dünyasının merkezi orası. Onun müridi Merkez Efendi o bölgede önemli bir külliyedir. Yani bu cami, medrese etrafında oluşan bir şehir yerleşmesini görüyoruz. Burada hanım sultanların da çok katkıları var.

İstanbul’da benim gördüğüm en ciddi şeylerden bir tanesi külliyeler etrafında şehrin oluşturulması. Tabii mahallelerin oluşması, evlerin şekilleri de önemli noktalardır. Hepiniz biliyorsunuz ev yapılarında Haremlik ve selamlığın kullanıldığı, dışarıya karşı daha muhafazalı, içeriye karşı daha geniş mekanların yapılması eski dönemlerdeki evlerin en önemli özelliklerindendir. Bir hanenin içerisine girdiğinizde pat diye evin içine giremiyorsunuz. Önce bir selamlıkta karşılanıyorsunuz. Evler genelde bahçeli ve camların daha küçük olduğu, tuvaletin konduğu yerden banyonun şekline kadar hepsinin ona göre düzenlendiği bir mantık var. Yatak odasında yatan insanların ayaklarını kıbleye doğru uzatmadığı bir ev tipi. Zihniyetiniz neyse mimariniz de bunu oluşturuyor. Bugün birçok mimari çizimlerde tuvaletler konusunda bazı yerlerde hiç dikkat edilmez mesela tuvaletler kıbleye doğru yönelmiştir.. İşte bu da bir bakış açısıdır. Zihniyetiniz neyse evi ona göre yapıyorsunuz, camiyi ona göre yapıyorsunuz, mahalleyi ona göre oluşturuyorsunuz. Bence bizim dedelerimiz bu noktada bir şekilde iyi bir nakış oluşturmuşlar diye düşünmekteyiz. Bizim bakış açımıza göre bu hususlar çok önemli hassasiyetler olarak dikkatimizi çekmektedir..

İSTANBUL’DA FETİH CAMİLERİ

İstanbul’un fethi gerçekleştikten sonra ilk olarak 3 tane cami Fetih cami olarak ilan edilmiştir. Bunun bir tanesi Ayasofya bir tanesi Rumeli Hisarı Fetih Cami, bir tanesi de Yedikule Fetih Cami. Tabii ilginç olan şey bundan yaklaşık belki bir 10 sene evveline kadar bu 3 camide de hiç namaz kılınmıyordu ve Rumeli Hisarı ile Yedikule Camiinin bulunduğu mekanlar maalesef çeşitli konserlerin yapıldığı yerlerdi. Benim çok içimi acıtırdı bu konu. Neyse şimdi Elhamdülillah Ayasofya’da namaz kılınır oldu. Rumeli Hisarı’nda tekrar bir cami yapıldı. Yedikule’de de cami onarımına başladılar. En son geçenlerde Fatih Belediye’sinin bir programına gittim. Yedikule Cami’de onardıklarını gördüm. Bunlar tabi güzel gelişmeler. En azından simgesel olarak da olsa hoşumuza giden şeyler.

Bir de ilave olarak Bizans Dönemi’nde İstanbul’un merkezi genelde Ayasofya ve çevresi idi. Mesela İstanbul’a girişler o zaman Yedikule tarafındaki Altın kapıdan olurmuş. En prestijli giriş orası imiş. Bugün Yedikule’nin içerisindeki o altın kapı onarılıyor. Oradan giren yol Messe denen bugün ki Divan Yolu’na kadar gelen bir yola çıkıyor. Oradan Ayasofya’ya bağlanıyor. Bir yerlerde okumuştum çok hoşuma gitmişti ve tanım olarak da uyuyor bayağı: Osmanlı, şehrin merkezini Ayasofya’dan daha içeriye doğru yani Fatih Cami’ne, Edirnekapı’ya, Süleymaniye tarafına doğru kaydırmıştır. Ayasofya’dan merkezi daha içeriye doğru kaydırmış ve yerleşimi oraya doğru yapmıştır. Bu yerleşim sırasında da önemli olaylardan bir tanesi de, İstanbul’un yedi tepesinin üstüne esasında muhakkak bir külliye dikmişler. İstanbul’un yedi tepesi: Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultan Ahmet Cami’nin bulunduğu tepe bir tanesidir. Çemberlitaş, Nuruosmaniye’nin olduğu yer ikinci tepedir. Beyazıt Cami, İstanbul Üniversitesi ve Süleymaniye’nin bulunduğu yer üçüncü tepedir. Fatih Camii dördüncü tepedir. Yavuz Sultan Selim Cami beşinci tepedir. Edirnekapı’daki Mihrimah Camii altıncı tepe ve Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi’nin olduğu yer yedinci tepedir. Baktığımızda yedi tepeyi daha çok külliyelerle süslemişler.

ESKİ İSTANBUL’UN 4 ANA BÖLÜMÜ

Fatih Dönemi İstanbul’u dört ana bölümde mütalaa ediliyor. Bunun bir tanesi Nefs-i İstanbul denen bölge yani Sur içi Bölgesi, ikincisi Eyüp Sultan ve Haslar Bölgesi, üçüncüsü Üsküdar ve dördüncü de daha çok gayrimüslimlerin yaşadığı Galata ve Pera bölgesidir. Galata ile Pera’nın, Nefs-i İstanbul ile karadan ilişkisinin kurulması esasında 1800’lerin ortalarına dayanıyor. Tanzimat’tan sonra Unkapanı ve Galata köprüleri o zaman yapılıyor. Yani orada iki kesim arasında direk bir ilişki kuruluyor. Otomotivin, lastik tekerlerin devreye girmesi gibi meseleler de gündeme geliyor. Bunların da tesiri olduğunu tahmin ediyorum ama Tanzimat sonrası iki yaka arasında daha sıkı bir bağlantı kurulmuş oluyor.

Genelde İstanbul’da Edirnekapı tarafından demin de saydığımız kara girişi, Eminönü ve Sirkeci tarafı da deniz girişi olarak belirlenmiş. Yenikapı tarafından da liman yapılması hep konuşulmuş ama Eminönü deniz trafiği için önemli bir yerdir. Orada yemiş iskelesi, yağ iskelesi ve balık pazarı falan var. Birçok ürün için ayrı iskeleler tanzim edilmiş. Meyve sebze halleri de var. Kapalı Çarşı’dan, Eminönü’ne kadar ve Sultan Hamamı’nın da olduğu yerlerden de geçen ticari alan deniz yoluyla Marmara’nın diğer taraflarına doğru giden bir ticari yol kurulmuş. Yani deniz yolu Eminönü tarafından, kara yolu daha çok Edirnekapı tarafından yürüyen bir yapı oluşturulmuş.

TANZİMAT SONRASI İSTANBUL

İstanbul’da şimdiye kadar genelde Fatih döneminden başlayarak, daha çok İstanbul’un hangi ana fikirler etrafından imar edilmesi meselelerinden bahsettik. Batılılaşmadan sonra tabi şehrin içinde farklılıklar da oluşuyor. Yani özellikle Tanzimat sonrası şehrin içinde Boğaz civarındaki köylere doğru gidişler başlıyor. Önce daha çok sayfiye yeri olarak sonra yerleşimler şeklinde başlıyor. O bölgelerde Müslümanlar ve gayrimüslimlere göre yerleşimlerin şekli değişiyor. Bu da önemli bir şey. Yani merkezden daha Boğaz tarafına doğru gidiş Tanzimat sonrası oluyor. Mimari olarak baktığımızda belki en önemli şeylerden biri bu modernleşmeyle birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde en hâkim olan unsur barok sitili olan bir mimari olmasıdır. O, Tanzimat dönemleriyle birlikte barok sitili yapılar İstanbul’daki farklı bir anlayışı da ortaya koyuyor. Genelde 18. 19. yüzyıllarda bu Gayri Müslim Balyan ailesinin çok tesiri vardır. Balyan ailesi çok geniş bir ailedir. Dolmabahçe Sarayı, Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Kuleli, Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı gibi yapılar hep barok sitili ve özellikle Balyan ailesinin eliyle yapılmış olan yerlerdir. Bu dönemden sonra batılı bir mimarı tarz Osmanlı’nın içine girmeye başlıyor. Tabii işte o zamanlar tiyatronun girişi, ilk turist kafilelerinin gelişi ve ona uygun Pera Palas’ın yapılması vardır. Yani modernleşme farklı unsurlarıyla Osmanlı’nın hayatına girmeye başlıyor.

Osmanlı aile yapısında evden dışarı çıkma, fazlalaşmaya başlıyor. Mesirelere gitmeler falan başlıyor. Yaşanan hayatın evin dışına daha fazla taşması ve o mahremiyetin bu dışarı çıkmalarla birlikte daha az dikkat edilir bir husus olması hep bu Batılılaşmanın tesiriyle başlıyor. Bu da İstanbul’da daha çok görülen bir şeydir. Bu gelişmelerin Anadolu’ya doğru yayılması çok daha sonralarıdır. Belki bu tarihi süreleri çok hızlı geçiyoruz. Bunların hepsinin üzerlerinde çok daha detaylı durmak gerekebilir lakin konuşmayı belli bir sürede bitirebilmek için maalesef bazı yerleri biraz hızlı geçiyoruz. Kusura bakmayınız.

CUMHURİYET SONRASI İSTANBUL

Biraz zaman da daraldığı için Cumhuriyet sonrasına dair de birkaç cümle söylemek istiyorum. Osmanlı mimari tarihinde bu barok sitili çok dikkatimi çeker, bir de sonrasındaki o 1908’den sonraki ulusal mimari akımı da çok önemli bir dönem olarak dikkatimizi çekmektedir. O konu üzerinde de bir miktar durmakta yarar var. Ulusal Mimari akımı 1908’den 1930’a kadar sürüyor.. Özellikle bu akımın en önemli iki kişisi Mimar Kemalettin ile Mimar Vedat Tek Bey’lerdir. Bunlar Batılı eğitim görmüşler. Fakat o dönemin de tesiriyle Türk ve İslâmî unsurları da işin içine katan bir mimari anlayışları var. Yani barokta tamamen batılı bir sitil var, Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat Bey’de Batılı bir eğitim almalarına rağmen içinde kendi ait oldukları medeniyete, kültüre uygun motiflerin olduğu bir arayış vardır. Onların eserlerine baktığımız zaman da bunun örneklerini görüyoruz. Meselâ Vedat Tek’in eserlerine baktığımızda Büyük Postahane’nin karşısında Hobyar Camii, Sultan Ahmet’teki Defteri Hakanî, Sütlüce Mezbahası, Haliç Kongre Merkezi, Tütün Deposu falan Vedat Tek’in imzasını taşıyan eserlerdir. Meselâ Mimar Kemalettin’in de: Dördüncü Vakıf Han, Laleli’deki Tayyare Apartmanları, Çapa Fen Lisesi, Bebek Cami, Yeşilköy Cami, Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi gibi eserlerde imzası vardır. Ben Mimar Kemalettin’i hep rahmetle anıyorum. Onunla ilgili bir şey anlatılır çok da hoşuma gider. Cumhuriyet sonrası Sultan Ahmet Cami hakkında konuşulurken, orayı cami fonksiyonundan çıkartmak isteyenler var. Bu iş için oluşturulan heyetten bir tanesi caminin tepesine delik açılmasını tavsiye ediyor. Yani yukarıyı açalım diyor. Mimar Kemalettin orada buna şiddetle müdahale ediyor, olmaz diyor. Yani bazen diyorum ki caminin tepesinin delinmesine mani olması bile inşallah kurtuluşuna vesile olacak mahiyette önemli bir harekettir.. Bu olayı mimari açıdan anlatmış. Ne kadar önemli bir eser olduğundan falan bahsetmiş ve engellemiştir. Allah ondan razı olsun. Kendi döneminde yapabileceği en güzel şeylerden birini yapmıştır. Bu ulusal mimari akımı da bence hakikaten İstanbul’da üzerinde çalışılması gereken bir konudur.

Tabi hızlı hızlı geçiyoruz arada kaçırdığımız detaylar olabiliyor kusura bakmayın, siz oraları zihninizde bağlarsınız inşallah. Cumhuriyet sonrasında Osmanlı’nın Dersaadeti olan İstanbul çok ciddi bir değer kaybediyor ve merkez İstanbul’dan Ankara’ya kayıyor bildiğiniz gibi. Çok önemli olan şey de Mustafa Kemal Atatürk 1919’da İstanbul’dan gidiyor ve sonra İstanbul’a tekrardan 8 sene sonra yani 1927’de geliyor. O zamana kadar İstanbul’a hiç gelmiyor. Çünkü hem güvenlik sorunları hem de Türkiye’nin merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya kaydırılması olayları vardır. İstanbul biraz kendi haline bırakılıyor. Nüfusu çok düşüyor. Atatürk işte ilk 1927’de geliyor. 3 ay falan kalıyor. Nutuk’un önemli bir bölümünü burada yazıyor. Tekrar Ankara’ya dönüyor. Tabi İstanbul’a biraz şüphe ile bakılıyor, Osmanlı’nın son döneminin bütün suçu İstanbul’a yükleniyor. Hattâ edebiyatta da geçen Tevfik Fikret’in Sis adlı bir şiiri vardır. O şiir İstanbul’un sisler içinde eskinin bir nevi bütün kötülüklerinin üstüne kapandığı bir yer olarak ifade ediyor. Tabi bunun aksi olarak Yahya Kemal de hep Aziz İstanbul der. Yani onu mukaddes bir şehir olarak ortaya koyar. Bu ikisi arasında bir gidiş gelişi vardır İstanbul’un. Yani Tevfik Fikret’in Sis şiirinde yerin dibine batırdığı İstanbul var bir de Yahya Kemal’in İstanbul’u mukaddes bir şehir olarak görmesi var. Belki Yahya Kemal bize biraz daha güzel geliyor ama o dönemler bazı insanlar İstanbul’a Tevfik Fikret’in bakışı gibi sisli bir İstanbul olarak bakıyorlar.

 

HENRY PROST’UN DÜZENLEMELERİ

1937’de Mustafa Kemal Atatürk son dönemlerinde, İstanbul’a Henri Prost diye bir planlamacı çağırıyor. Henry Prost yanılmıyorsam ya mastır ya da doktora tezini Ayasofya üzerine yapmıştır. Fas’ta çalışmış yani bir İslâm ülkesinin düzenlemesinde de çalışmıştır. İstanbul ile ilgili bir plan hazırlıyor. Ve onun planı Demokrat Parti zamanına kadar uygulanıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra İnönü de onu uyguluyor. Demokrat Parti zamanında Henry Prost’un düşünceleri daha çok abartılarak da kullanılmış, geliştirilmiş. Taksim, Aksaray, Beyazıt gibi meydanların oluşturulmasında da Henry Prost’un fikirlerinin katkısı vardır. Fransız Devrimi zamanında kullanılan kamusal alan meydan teorisi var. Yani o zamanlarda kitlelerin meydana toplanmasıyla alakalı teşvik edilen bir mimari akım var. Henry Prost’un da bu akımdan etkilendiği belirtiliyor. Prost’u eleştiren bazıları şehirdeki mahremiyeti ortadan kaldırıcı bir bakışı var, diyorlar. Sonuçlarına baktığınızda da çıkmaz sokakların en fazla kaldırıldığını o zamanlarda görüyorsunuz. Çünkü Osmanlı kültüründe çıkmaz sokak ciddi bir mahremiyet ifade ediyor. Yani 15-20 tane evin bir nevi ortak bahçede toplandığı bir yerdir. Yabancı, bekâr giremiyor ve orada aileler güvenli bir şekilde oturabiliyorlar. Arabaların geliştiği, tekerlekli arabaların dolaştığı, gelişen bir ülkede çıkmaz sokaklar ne kadar mümkün, bugün ki şartlarda? O da tartışılabilir tabi ama Osmanlı mantığında çıkmaz sokakların bir mahremiyet kültürü vardır. Henry Prost bu mahremiyeti ortadan kaldırdı ve şehri, insanların kadınıyla erkeğiyle toplanabildiği meydanların oluştuğu bir yapı olarak ortaya koymaya çalıştı. Bu önemlidir. İkincisi İstanbul’un ana bulvarlarını genelde Roma’nın etkili yerlerinden geçiriyor. Yani mesela Yenikapı’dan Unkapanı’na giden Atatürk bulvarı Bozdoğan Kemeri’nin ( Valens Kemeri) altından geçiyor. Ve İstanbul’un Zeyrek ile Küçükpazar’ın, bugün ki İMÇ çarşılarının olduğu bir mahalle ve İstanbul’un tarihi unsurlarının yoğun olduğu bir yerdir. Orası yarılıp iki ayrı parçaya ayrılıyor. Bunlar çok önemli şeylerdir. Mesela İstanbul’da büyük spor salonları öneriyor. Örneğin Spor Sergi Sarayı, Mithat Paşa Stadyumu gibi, büyük kitlesel müsabakaların, gösterilerin yapıldığı yerler. İstanbul’da küçük sanayiyi Haliç kıyısına getiriyor Henry Prost. O zaman sanayi hamleleri olurken Haliç’in kıyısına çeşitli fabrikalar konduruyorlar. Tabi bunlar daha sonra Haliç’in kirlenmesine neden oluyor. Komplocu bir düşünceyle ben bir yerde okudum. Eyüp Sultan bölgesindeki o İslami unsurların da fabrikalaşmayla birlikte çeşitli kesimlerin de gelişiyle ve orada kozmopolitleşmeyi de sağlayan bir tarafı var. Tabi o kadar ince düşündü mü adam, bilmiyorum ama Eyüp Sultan ile şehrin ana merkezinin koparan bir şey oradaki fabrikalaşma. Bu tabi daha sonradan Haliç’in kirlenmesine de sebep olan unsurlardan oluyor. Henry Prost’un daha bayağı maddeleri var ama içinden çekebildiğim ilginç hususlardan birkaç tanesi bunlar.

Demokrat Parti döneminde bu gelişme daha ileri boyutlara gidiyor. Millet Caddesi, Vatan Caddesi, diğer büyük bulvarların açılışı falan bunların hepsi Demokrat Parti zamanında olmuş ve o zamanda çok tarihi eser yıkılmıştır. Yani İstanbul’un tarihi eserlerinin büyük bölümü ortadan kalkmış. Tabi bir yandan baktığımızda eleştiriyoruz, bir yandan baktığımızda birimiz iktidarda olsaydık ve Türkiye arabaların geliştiği bir tercih yapsaydı–tabi bu da önemli bir tercih- Burada küçük bir parantez açayım siz motorlu, tekerlekli arabaların ulaşımda etkin olduğu büyük bir tercihi yaptığınız zaman otomatik olarak kara yollarına, şehrin içindeki yolların açılmasına ve şehirlerarası yolların açılmasına yönelik bir tercih de yapmış oluyorsunuz. Ama demir yoluna, metroya yönelik bir tercih yaptığınızda şehir içinde arabaların çok fazla gideceği büyük yollar değil o yüzden daha farklı şeyler yapılabilirsiniz. Mesela Avrupa’da bazı yerlerde bunu görüyorsunuz. Merkezde çok fazla araba yok. İkinci, üçüncü ve dördüncü bölgelerde var. Ama İstanbul’da ve Türkiye’de biz motorlu, tekerlekli taşıtlara yönelik bir tercih yapmışız. Bunda da muhtemelen 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’yla yakın olmanın, otomotiv sanayiye yakın olmanın, daha sonra Türkiye’de açılacak montaj sanayinin altını döşeyici bir şey olarak bu tercihin neticesi büyük yollar, arabaların geçeceği alanlar yapılmış. Bunu bir eleştiri veya bir artı diye söylemiyorum bir vakayı tespit bazında söylüyorum. Demokrat Parti bence böyle bir tercih yaptı. 2. Dünya Savaşı sonrası Batı ve Amerika tarafına gittiğimiz için onların yönlendirmeleriyle böyle bir şey yaptık ve şehri de buna göre kurguladık.

PİCCİNATO – DALAN VE SONRASI

Mesela Vatan Caddesinin bulunduğu yer eski Bayrampaşa Deresi. ( Bir diğer adı da Likos dersi) Bütün etrafı bostanlarla kaplı, sağda solda bir yığın caminin, mescidin olduğu bir yer. Orası yol olmuş işte Millet Caddesinin olduğu yer de keza öyledir. Sonrasında Prost’un böyle bir katkısı veya İstanbul’u bozan artı ve eksi tarafları vardır. Benim gördüğüm kadarıyla ikinci önemli adam 1957’lerde İstanbul’a çağrılan İtalyan Piccinato’dur. Bu kişinin en önemli katkılarından biri Prost zamanında yapılanlar şehrin doğal dokusunu bozdu, biz bunu daha farklı bir şekle sokalım demesidir. Birinci hamle olarak İstanbul’un içinden sanayiyi olabildiğince İstanbul’un dışına çıkaralım diye bir teklif sunuyor. İstanbul’un tarihi eserlerini ön plana çıkaralım. Yani mesela bu Haliç’in kenarlarını temizleyelim falan diye fikirler söylüyor. Bu bence önemli bir şey. Rahmetli Turgut Cansever’in de bir dönem onunla çalıştığı ifade ediliyor. Onun da sanayii İstanbul’un dışına çıkarma teklifi vardır. O dönemlerde onun planlamalarına yüzde yüz uyulmamış ama benim gördüğüm kadarıyla Bedrettin Dalan döneminde İstanbul’da yapılanlar bu Piccinato’nun tavsiyelerine çok uygundur. Yani Bedrettin Dalan o zaman askeri idarenin de tesiriyle daha doğrusu sadece Bedrettin Dalan demeyelim, askeri yönetim de böyle bir iradeye sahip benim algıladığım kadarıyla, Turgut Özal da bu yaklaşıma uygun bir politikacı. 3030 sayılı Büyük şehir kanununu çıkartıyorlar. Bu çok stratejik bir şeydir. Ve büyük şehirlerin kendi başına gelirlerinin olduğu, kendini yönetebildiği bir yapı ortaya çıkıyor. Bu yapı ile birlikte İstanbul merkezdeki o ağırlığı çevreye doğru taşımaya başlıyor. Bütün o iş yerlerini, Haliç’in kıyısını temizlemeye başlıyorlar. Haliç’in etrafındaki fabrikaları yıkıyorlar. Tarlabaşı’nı ortadan kaldırıp orayı düzetiyorlar ama en önemli hamle Bedrettin Dalan döneminde Haliç’in kenarının temizlenmesi ve oradaki fabrikaların ve iş yerlerinin şehrin dışına doğru çıkarılmasıdır. Tabi burada önemli unsurlardan bir tanesi de Türkiye’de 1950’lerden başlayan çok ciddi bir göç var. Bu göç çok planlanan bir göç değil. Ben tez sürecimizde 1960’dan sonra 5 yıllık kalkınma planları var ya onlara baktım. Oralara tek tek baktığımız zaman devletin Ankara’dan bu göçü tam manasıyla görebildiğini ve planlayabildiğini algılayamıyoruz. Devletin planları maalesef hep arkadan gelmiş. Yani göç planlamadan önce gidiyor. O kadar hızlı bir göç var ki. Tarım alanlarından sanayi alanlarına doğru bir gidiş var ve bunlar genelde büyük şehirlerde toplanıyor. Ve planlama hep bu büyük şehirlerdeki toplanmanın düzenlenmesi için çalışıyor.

Özal döneminde ise buna tamamen uygun bir şekil yapılmış. Benim izlediğim kadarıyla tam o dönemlerde neoliberal politikalar dünyada ve tabi ki Türkiye’de etkili hale gelmeye başlıyor. Türkiye ekonomik olarak dışa açılıyor. İhracata dayalı bir yapı gelişiyor. Aynı zamanda yani tüketimin çok önde olduğu bir düşünce de Türkiye’de Özal dönemiyle birlikte devreye giriyor. Yani bu dönem kapitalistleşmenin en yoğun olarak arttığı bir dönem oluyor. Özal’ı sağ taraf genelde çok tutar. Müslümanlar için de çok önemli bir kişidir Rahmetli Turgut Özal. Ama bir yandan baktığımızda da Özal dönemi Türkiye’de neoliberal düşüncenin, kapitalist düşüncenin Türkiye’nin içine girmesini sağlayan çok stratejik kararların alındığı bir dönemdir. Yani o zaman ABD’de Reagen ve İngiltere’de Teacher’ın gelişmekte olan ülkeleri sistemin içine çekmekle ilgili bir kararları vardır. Ve bizim gibi ülkelere de baskı yapıyorlar. Bizim gibi ülkeler de buna uygun bir pozisyon alıyorlar. Para konvertible bir hale geliyor. İhracata teşvikler veriliyor. Yurt dışına açılıyorsun. Tabii “Bunlar kötüdür.” diye söylemiyorum ama vaka bu. Bu vaka ile birlikte işletmelerde artan talebe göre üretim hacimleri artıyor. Mevcut iş yerlerinin mekanları yetmez hale geliyor. Mesela ben kuyumcuları izliyorum. Benim babamlar da Kapalı Çarşı’da kuyumculuk yaparlardı. Amcamlar kuyumcu makinası üretirlerdi. Bileziklerin, yüzüklerin üzerine desen atılan makinalardan yaparlardı. Fakat 1985’de işi bıraktı amcamlar. O dönemden sonra yurt dışından CNC imalat tezgahları ithal edilmeye başlandı. Bunlar daha büyük makinalardı. 85’den itibaren kuyumcular ihracata başladılar. 1985’lerden sonra bu işler Kapalı Çarşı’daki hanlarda yapılamaz hale geldi. Daha sonraları Kapalı Çarşı Kuyumcukent’e taşındı. Tekstil için Sultanhamam önce çok önemliydi, Onlar da Bayrampaşa’ya, Bağcılar’a, Zeytinburnu’na daha sonraları Merter’e taşındılar. Gittikçe Tekstilkent’in, Giyimkent’in yapılması gerekti. Çünkü şehrin içindeki alan yetmez oldu. Gıdacılar da mesela Eminönü tarafındaydı, meyve sebze hali oradaydı. Kuru gıda toptancıları oradaydı. Hepimizin yaşları ona uygun biliyoruz o halleri. Orası yetecek gibi olmadığı için bir bölümünü Bayrampaşa’daki Hal’e götürdüler. Bir bölümü için Rami Kuru gıda sitesi yapıldı Daha sonraları önemli bir kısmı Mega Center’ı inşa edip oralara gittiler.. Şehrin dışına doğru gitme yönünde zorlamalar arttı..

Dolayısıyla alışveriş sekilleri değişmeye başladı. Mesela doksanlardan sonra ilk büyük toptancı marketi METRO kuruldu. Daha sonra Alışveriş merkezleri yapılmaya başladı. Bunların hepsinin artan tüketim kültürü ile derin bağlantıları vardı. . Türkiye’nin dışa açılmasının etkisi, merkezin artık yeterli hale gelmemesi, çevreye taşınma istediği. Bu gelişmelerde tüm bu etkenler çok büyük önem taşımaktaydı.

Bence Piccinato’nun düşünceleri de bunun teorik alt yapısını sağlayan bir şey. Bedrettin Dalan’ın hamleleri de böyle bir şey. Ondan sonra da işte şehir bugünki şekle doğru evrilmeye başladı. Bir yandan eski İstanbul’un silüetini önemsiyoruz bunu kaybetmemeye çalışıyoruz ama başka bir taraftan bakarsak bambaşka farklı bir şehir ortaya çıkıyor. Eskiden nefs-i İstanbul kale içindeyken şimdi nefs-i İstanbul diye bir yer var mı onu bilemiyorum yani burası şu an yaşayan bir müze haline geliyor. Şimdi farklı bir İstanbul var. Veya bir tane İstanbul yok belki 10- 15 tane İstanbul var. Kartal civarında gelişen bir İstanbul var. Kayaşehir’de İstanbul var. Bahçeşehir tarafında bir İstanbul var. Eskiden külliyelerin etrafında kümelenen şehirler, bugün AVM’lerin etrafında kümeleniyor. Şimdi bu pandemiden sonra belki dijital alışveriş merkezleri daha da fazla gelişecek? Yani gelişmelere böyle bir yere doğru gidiyor. Biraz hızlı gittim ama hakkınızı helal edin.

İNSAN NEREDEN GELDİ NEREYE GİDİYOR?

Bu kadar konuştuktan sonra şöyle bitirebilirim. İnsanın hayatında iki tane önemli soru var; Biz nereden geldik, nereye gidiyoruz? Dinimiz de buna güzel bir cevap vermiş: Allah (cc) bizi kul olarak gönderdi ve zamanımız geçtikten sonra emr-i hak vaki olunca öleceğiz ve ahiret aleminde bu yaşadıklarımızın hesabını vereceğiz. Tabii bu sorulara başka türlü cevap verenler de olabilir. Ama herkes için bu iki soruya verilecek cevaplara göre insanoğlu hayatını düzenliyor. Yani düzenlememiz gerekiyor. Böyle bir kararı verdikten sonra her işinizi ona göre yapmanız gerekiyor. Eviniz, işiniz, gücünüz, siyasetiniz, ekonominiz neyiniz varsa bu iki soruya göre şekillendirmek gerekiyor. Geçmişte yaşayan insanları bir çok yönünü eleştirebiliriz. Fakat bu insanlar camilerini, evlerini, namazgâhlarını, âhilik sistemini, loncalarını, iktisadi hayattaki yapılarını iyi kötü bütün gayretleriyle; Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Sorularına uygun olarak düzenlemeye çalışmışlar ve adeta bu cevaplara uygun olarak hem hayatlarını hem de çevrelerini bir nakış gibi işlemişler. Hatasıyla, sevabıyla. Eski İstanbul bunun bir örneği idi. Daha sonra Cumhuriyet sonrası bu emanet bize kadar bir şekilde geldi. Bizim yaşadığımız dönemde ise İstanbul’da 10-15 tane garip İstanbul ürettik. Biz yaşarken oldu bunlar. Yani bunun müsebbibi bizim dışımızda kimseler değil. Suçu hepimiz birbirimize atabiliriz. Hepimiz yani yaşayanlar bu toplantıyı görenler de bundan sorumlu. Bizim dönemimizde; “Bu nasıl oldu? Niye oldu?” diye bunun üzerine düşünmemiz gerekir. Ben gençlere bu konuları anlatırken hep bunu söylüyorum. Hep gençleri falan suçlarlar ama asıl suçlu ihtiyarlardır. Bu işi de kötü yaptıysa ihtiyarlar yapmıştır. Aman ne olur biz böyle yaptık ama siz bizim gibi yapmayın bakın biz İstanbul’u çok bozduk, siz buraya bir mana verin düşünün nereden geldim nereye gidiyorum diye kendi kendinize sorun ve ona uygun bu şehre bir nakış yapın diyorum çocuklara. Sadece İstanbul’a değil Aydınlı mısın Aydın’a da öyle bak. İzmirli misin İzmir’e de öyle bak. Ankaralı mısın Ankara’ya da öyle bak. Buraya kendi nakışımızı kendi motifimizi vermemiz lazım. İstanbul bu noktada bence kuvvetli bir örnek hepimiz için. İnşallah bundan sonraki dönemde hayatımızın kalan tarafında iyi nakışlar yapabiliriz diye ben kendi kendime dua ediyorum. Sizler de hepiniz daha iyi bir İstanbul, daha iyi bir Türkiye, daha iyi, daha güzel şehirler olur, diye dua edelim deyip söyleyecek çok laf var ama yani burada kesebiliriz. Üzerinde konuşulacak bir şey varsa da soru cevaplarla biraz daha konuşabiliriz. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Biraz çok hızlı ve karışık gittik hakkınızı helâl edin.

SORULAR VE CEVAPLAR

Niyazi Eruslu: Kıymetli başkanımıza çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel bir sunum yaptı. İstanbul’u A’dan Z’ye bize tekrar yaşattı. Teşekkür ediyoruz. Ben İstanbul’un tarihi özelliğinden dolayı Sur içinde Almanya’daki gibi şehir trafiğini dışına çıkartıp oraya yürüme şeklinde sadece tarihi binaların ve müzelerin yani tarihi kültürü olan bir yaşam alanı olarak yeniden dizayn edilmesinin nasıl olacağını soracağım size.

Erhan Erken: Niyazi hocam bence bunun üzerine iyi düşünmek lazım. Bir yerde hayat yaşanmazsa orası yaşayan bir müze haline gelebilir. O tehlike var. Mesela Uzakdoğu’da Saklıkent’e gitmiştik. Çin Medeniyeti’nin şehirleri yolları falan var. İçerisinde insan yaşamıyor. Yani turistik olarak güzel yer. Tamamen hayatı müzeleştirmek ve insandan arındırmak değil belki ama ağır sanayileri, imalatları oradan çıkarılan fakat içinde alışverişin ve yaşama alanlarının olduğu bir yer olmalı eski İstanbul. Öbür türlü orası müze olabilir. Mesela bugün Sultan Ahmet civarını yaşayan bir müze haline getirdiler maalesef. Yani Sultan Ahmet eskiden gazetelerin, yayınların falan olduğu çok canlı bir yerdi. Cağaloğlu, Sultan Ahmet o civarlar… Şimdi Cağaloğlu’nu boşalttılar. Babıali’den devam eden tarafa kadar oralardan iş yerlerini ve tabii olarak da insanları çıkarttılar. Ve oraları turistik bir mekân yaptılar. O bölge artık hayatın yaşandığı bir yer değil. Caminin içinde hayat olacak ki, hayat yaşanacak. Büyük Camilerin etrafı maalesef boşalmış vaziyette İstanbul’da. Yani Süleymaniye’nin etrafında oturan insan yok. Yani yatsı namazında cemaat bulamazsın. Beyazıt’ın, Sultan Ahmet’in etrafında da yok. Bir Fatih, biraz da Yavuz Selim paçayı kurtarıyor. Ama büyük camilerin etrafında yaşayan insan yok. Çünkü oradan insanlar gidiyorlar. Fatih bile çok tehlikeli şu an. Fatih’te de eski Fatihliler burayı terk ediyor. Biz duruyoruz burada ama perişan ettiler burayı. Yani öyle bir şey olmalı ki orada insanlar da oturmalı, belli alışveriş yerleri de, pazarları da olmalı. Belki büyük yıpratıcı sanayiler mesela kamyonların girdiği falan şeyler olmamalı. Böyle bir kurgu daha sıcak geliyor bana ama o şansı da kaybettik şu an. Son dönemde Cağaloğlu’nda kitapçılar çarşısı yapmak gibi bir niyet oldu. Siz bütün kitapçıları buradan kovaladıktan sonra şimdi orada yeniden çarşı yapmaya çalışıyorsunuz ama bitti, geçti, kayboldu gitti bu iş. Yani insandan tamamen arındırmak da ayrı bir arıza çıkartabilir. İnsanın da, hayatın da yaşandığı bir şekilde koruyabiliriz diye bir kanaatim var benim ama tabi bu ne kadar olur, onu da bilemiyorum açıkçası.

Burhanettin Can: Hocam öncelikle Allah razı olsun. Çok teşekkür ediyorum. Şimdiden doktora tezinize SEKAM olarak talip olduğumuzu beyan edeyim. Yönetim kurulu üyeleri nasıl olsa hepsi burada, onu da anti parantez söylemiş olayım.

Erhan Erken: İnşallah, dua edin de bitirebileyim Burhanettin abi.

Burhanettin Can: Yapabileceğim bir şey varsa, Niyazi hocayla birlikte Mete Hoca da burada yani bayağı akademisyen var hocam yardım edelim.

Erhan Erken: Dualarınızı bekliyoruz öncelikle.

Burhanettin Can: Memnuiyetle, ben telefonla ararım sizi hocam. Şimdi hocam bir başka önerim İstanbul’u bilenler olarak bir anlatım oldu. Harita koyarsanız daha sonraki anlatımlarda yani şurası burası diyorsunuz siz beyninizde görselleştirebildiğiniz için harika, bir sıkıntı yok. İstanbul’un silüetini kim bozdu hocam? Bu bir. İkincisi de tarihi Yarımada fuhuş, uyuşturucu merkezi, yabancı işgali ve çeteleşme var. Bir göç olayından bahsettiniz ya acaba özel bir plan mı var? Bu tarihi yarımadayı Fener Patrikhanesi’ne dönüştürmek tarzında tamamen özel bir proje var mı, yok mu? onu bilemiyorum. Ama İstanbul’un silüeti maalesef 25-30-40 katlı gökdelenlerle bozuldu. Bir başka tehlike de çok önemli bir noktaya değindiniz. Haliç’e fabrika dediniz ya hocam, şu an Haliç’te en büyük sıkıntı eski gemi yapım yerinin ilerisine marina yapıldı. Ve bunun orada yaygınlaşmasıyla oteller yapılacak. 5-6 katlık oteller yapılacak. Bunun orada yaygınlaşmasıyla beraber nasıl Fatih’te bir göç başladıysa Eyüp Sultan’dan muhtemelen onun yansıması olarak yeni bir göç dalgası olabilir. Bu konularda bizi aydınlatabilirsen çok faydalı olur hocam. İstanbul silüeti bir, tarihi Yarımada’nın fuhuş, uyuşturucu, çeteleşme ve yabancı işgali iki, bir de Haliç’te marinanın oradan kaldırılabilmesi için neler yapılabilir? İnşaat halinde, yeni başladı. Çok teşekkür ediyorum.

Erhan Erken: Bizim Süleyman Zeki Bağlan diye bir abimiz var, bilirsiniz, tanırsınız.

Tarihçi Süleyman abi ile de bizim aynı zamanda bir akrabalığımız da var hanımlarımız kardeş çocuğudur. Süleyman abinin sizin dediğiniz komplo teorisinin daha ileri boyutları vardır. Yani bunlar İstanbul’un içini bir şekilde yaşayan müze yapmak istiyorlar. Ve özellikle 2010 kültür başkentinin ilk çıkış zamanlarında hepiniz takip etmişsinizdir. İstanbul’da ki özellikle Bizans eserlerinin onarılmasıyla alakalı bir yaklaşımı vardı. Yani 13-15 tane eser vardı. Onlar üzerine başladı. Kuruluş kadrosunun içinde de bu işe hakikaten uygun farklı zihniyetli insanlar vardı. Sonradan bir müdahale yapıldı da onun yapısı değişti. 2010 kültür başkenti muhabbeti biraz daha düzgün işlerin yapıldığı bir tarafa doğru döndü. Ben de tahmin ediyorum açıkçası, tabi komple teorisi her zaman hoşa gider ama bir arkadaş vardı paranoyadan çok şikâyet etme paranoya her zaman fena bir şey değildir insanı çok şeyden korur derdi bana. Bazen o da faydalı oluyor, diye düşünüyorum. Yani Bizantologlar, İstanbul’u tekrar Bizanslaştırmak isteyenler çok ustaca çalışıyorlar. Ve bunların ciddi kongreleri var. Süleyman Zeki Bağlan abi de bunları takip eder adım adım neler söylüyorlar, neler ediyorlar? diye. Mesela bir katalogları var adamların, bakıyorum bazı camiler de var içinde, bir inceledim altında eskiden kilise varmış. Bak bu cami, cami ama altında kilise var, burası bizim diyorlarmış yani böyle yaklaşımları var. Bizim surların Dünya Bankası’nın kredisi ile onarılması şimdi İstanbul’un surları falan çok güzel ama Kostantin’in yaptığı surlardır esasında. Biz surları onarıyoruz. İstanbul’un içini boşaltıyoruz. Sonra mesela bizim sağ olsun belli belediyelerdeki abilerimiz İstanbul’un sokak isimlerini değiştirdiler. Fatih bölgesinde tarihi sokak isimleri değiştirildi. Biz mesela nüfusumuz Sinan Ağa Mahallesi’dir, Sinan Ağa Mahallesi Zeyrek oldu Sinan Ağa kalktı. Babamlarla oturduğumuz ev Kocadede Mahallesiydi, Kocadede kalktı. Bir yığın yer kalktı. Yani İstanbul’un hafızası üzerinde birileri oynadı. Bu bilinerek yapılan bir iş midir? Ben rastgele olduğunu zannetmiyorum. Yani Nefs-i İstanbul dediğimiz yer üzerinde bunun yaşayan bir müze içinde ışıklandırılmış camiler, tarihi eserler olsun ama insan yaşamasın gibi bir niyet olduğuyla alakalı şüphelerim var. Meselâ Ayasofya, Rumeli Hisarı ve Yedikule Fetih Cami’nde yıllardır namaz kılınamamasının altında başka hiçbir sebep olmaz. Sen orayı fetihle alıyorsun ama adamlar namaz kıldırmıyor sana orada. İşte kanun, kural şudur budur falan kılamıyorsun. Bu marina hikayesini duymadım ben ama yani bizim insanlarımız da bazen parça parça şeyleri beraber düşünemiyorlar. Mesela böyle bir şeyi biri düşünüp buna ok dediyse bunun devamında o bölgelerin hakikaten nüfus yapısını değişeceğini hesaplamaları lazım. Hesaplamıyorlarsa çok özür dilerim ama bu bir aymazlık. Kim buna izin verdiyse problemli bir alan diye düşünürüm ben. Çünkü mesela bizim şu an Fatih bölgesinde kontrolsüz Suriye nüfusunun bu kadar artması da bence İstanbul için büyük tehlike. Suriyeli kardeşlerim Müslüman kardeşlerimdir. Başımın üzerinde yeri var ama Fatih gibi bir yerde sen 250-300 bin kişiyi bir yere yığarsan buranın demografisi bozulur. Ve burada yıllardır yaşayan Fatihliler burada oturmaz artık. Benim bütün akrabalarım taşındı buradan, bir biz kaldık. Annem, ben, hanım işte bir iki kişi daha yakın akrabalardan kaldı. Gitmemiz lazım esasında çünkü kuşatılmış vaziyetteyiz. Yeni Belediye Başkanı Ergün Bey o noktada güzel bastırdı. Fatih’e gelişi durdurdu. İnşaatlara yıktığı kadar yapma hakkı verdi falan ve giden nüfusu geri getirmeye çalışıyor. Ne kadar olur bilmem, bunun üzerine ince düşünmek lazım. Bizim yönetici büyüklerimizin bir bölümü bunlar üzerinde sanki çok ince düşünmüyorlar gibi bir hisse kapılıyorum. Niye böyle düşünmüyorlar? Çok büyük işler yaparken bunu küçük mü görüyorlar ama bu küçük dediğin iş bir Dersaadet’in, Osmanlı’nın, İslâm coğrafyasının baş şehrinin ortadan kalkması ile ilgili bir şeydir. Dolmabahçe Sarayı’nın, Dolmabahçe Caminin arkasında Gök Kafes’in yapılmasına bu ülke izin verdi. Her gün vapurlarla insanlar geçiyor. Vefa’da İlim Yayma Vakfı’nın yıktığı yeri yapmasıyla ilgili kopartılan gürültünün onda biri Gök Kafes için koparılsa bugün Gök Kafes yıkılırdı. Bu tuhaf bir şey veya Maslak bölgesinin veya Ataşehir Bölgesinin bu kadar kontrolsüz bir gökdelen haline gelmesi hangi imar planından geçti? Bunlar hep büyük şehirden geçti. İmar planlarının başındakiler baktığın zaman bizim gibi düşünen insanlar. Ya buralarda bence ince düşünmüyorlar, sanki Burhanettin Hoca bilemiyorum. Kimseyi de suçlamak istemiyorum ama böyle biraz daha ideolojik bir bakış lazım. Biraz daha yaşadığın yerde hesap verme korkusu olması lazım. Hesap verme korkusu yok demiyorum da ama yani bu ince düşünce olmayınca sonuç böyle oluyor. Biz şimdi burada konuşuyoruz 20-30 kişi ama eski İstanbul elimizden gidiyor. Böyle bir durumdayız maalesef.

Burhanettin Can: Allah razı olsun, çok teşekkür ediyorum. Ayrıntısını sonra konuşuruz Erhan hocam. Çok teşekkür ediyorum, Allah razı olsun.

Erhan Erken: Eyvallah, eyvallah.

Moderatör: Ben sonraki soruya geçeyim o zaman. Mehmet Çelen Bey, buyurun. Sesinizi açmayı unutmayın yalnız hep unutuluyor her seferinde hatırlatmak gerekiyor.

Mehmet Çelen: Erhan Hocama da sunumlarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Gerçekten İstanbul’un mimarisi ile ilgili çok güzel şeyler öğrendik. Eline sağlık. Tam bir kültür deyince düşünceye maddi manevi şeylerle hatırlamak gerekiyor. Ben biraz geciktiğim için acaba dinleyemedim mi? Sormak istedim. Yani düşünce ilmi bilimsel çalışmalar İstanbul için nasıl? Entelektüel faaliyetler olarak bu konuda da kısa öz bilgi verebilirseniz memnun olacağım. İkinci husus da biraz daha esprili söyledi. Ne kötü yapılmışsa, ihtiyarlar yapmıştır, diye. Kendi de örnekler verdi. Kafes Gökdelen’in yapılması, Haliç kıyısına fabrikaların yapılması birkaç kişinin yapabileceği işler değil yetkili işleridir. Yani bu noktada bence daha iyi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Hatta Burhanettin Hocamın verdiği örnekte önemli ama komplo teorisi olarak değil de ciddi ciddi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Çok çok sağ olun var olun.

Erhan Erken: Yani şimdi İstanbul ile ilgili konuşurken birçok şeyi ihmal ettik. Mesela ilmi hayat, edebiyat, belki güzel sanatlar, ticari hayat, eskiden İstanbul’da nasıl bir hayat vardı? İlmi hayatla ilgili nasıl bir şey ifade edilebilir, bilemedim. Nerden başlayacağım bilemedim açıkçası, ne tür bir şey duymak istediğinizi kavrayamadığım için nereden gireceğimi kestiremedim bir açıklarsanız yardımcı olurum.

Mehmet Çelen: Yani İstanbul alındıktan sonra ilmi faaliyetler, üniversiteler, düşünce hayatı, edebiyat nasıl gelişti. Kıraathaneler var, onların toplumsal fonksiyonları üzerinde neler söyleyebiliriz. Özetle yani.

Erhan Erken: Evet, yani İstanbul’a ilk kahvenin 1500’lü yıllarda geldiği söyleniyor biliyorsunuz. İlk kahve gelmiş ve kahvehaneler açılmış. Önce kahveye karşı bayağı bir direnç varmış. O konuyla ilgili Kırklareli Üniversitesi’nde bir arkadaşın güzel bir çalışması var. İstanbul’da Kahvehaneler ve Kıraathaneler diye. Oradan ben de okumuştum. Meselâ bir dönem kıraathanelerden evvel, berberler o fonksiyonu görürmüş. İstanbul’u toplama yeri. Sonra kıraathanelerle, kahvehanelerle birlikte bir toparlanma olmuş. Ben bazen berberlerin etrafında niye insanlar bu kadar toplanır diye düşündüğümde onu okuduktan sonra demek ki eskiden böyle bir fonksiyon da ifade edermiş, dedim. İlim hayatı itibariyle de bence bu külliye dediğimiz yerlerin etrafında ilim hayatıyla ilgili bayağı bir yapı var. Yani başta sıbyan mektepleri çok ciddi bir şey ondan sonra medreseler önemli. Tabi 1850’lerden bir Saffetpaşa Nizamnamesi var. Onunla birlikte eğitimde Batılılaşmanın da tesiriyle yeni bir şey deneniyor. Birkaç tane akım var orada… Bir tane Tuba Nazariyesi diye önce yüksek öğretimdekileri yetiştirip sonra aşağı doğru inelim diye bir şey var. Daha sonra aşağıdan yukarıya doğru yetiştirme modeli var. Mesela sibyan mektebi, idadi, rüştiye falan o tür yapıların oluşması var. Onların hepsi belki batılılaşma döneminde takip edilecek şeyler. Sultan Abdülhamit’in döneminde benim izlediğim kadarıyla çevre bölgelerde Türkçenin yerleşmesiyle ilgili bir çalışma var. İstanbul’da falan da bu sıbyan mekteplerine çok önem veriliyor. Tanzimat’ın tesiriyle batılı okullara çok önem veriliyor. Yani belki bu eğitim hayatını ayrı bir ders olarak işlemek gerekir. Yani medreseler nasıl çalıştı? Fonksiyonları ne zaman azalmaya başladı? Tekkeler burada nasıl bir işlem gördü? Mesela tekkelerin işlevi de bence güzel sanatlar, kültür hayatıyla ilgili önemli bir fonksiyon görmüş, benim izlediğim kadarıyla. Saadettin Ökten Hocanın bir tane kitabında okumuştum. Çok ilgimi çekmişti. Bu ayet-i kerimede de geçen. “Şahiden ve mübeşşiren ve nezira” diye bir ibare var. Yani, Biz seni hem bir şahit hem bir müjdeleyici hem bir korkutucu olarak gönderdik anlamına gelir. Saadettin Ökten Hoca burada diyor ki beşiran bölümü eskiden tekkeleri kapsardı, neziran bölümü de cami ve medreseyi kapsardı. Yani biri kaideleri, şeriatı ortaya koyardı. Tekkeler de daha ruh inceliğini sağlardı ve bunlar ikisi birbiriyle dengeli çalıştığı dönemlerde bizim toplumumuz iyi bir dengeye sahipti. Ama ne zaman tekkeler bozuldu ve tekkeleri tamamen kapattık. Sadece kuru bir ibare kaldı ortada. Onun için kuru bir İslamiyet’i kurulaştırdı. Bunun üzerine düşünmek lazım. Osmanlı tarihine baktığımda tekke ve medresenin dengeli çalıştığı dönemde yani insana bilgi aktaran yerlerin hem ruh derinliği hem de ibarelerin iyi anlatıldığı dönemlerde daha güzel bir şehir ve ülke olmuş. Onun içinde sanat da var. Meselâ; selimden hep bahsediyorlar. Kalb-i selim, akl-i selim bir de zevk-i selim yani insanın hem kalbi hem ilmi hem de sanatsal gelişmesi. Tasavvufun, ilmin ve sanatın geliştiği insan iyi bir insandır. Eğitimde, üçünün de önemli olduğu mekanizmalar kurulmuş. Aralarında kavga da etmişler yani tekke-medrese kavgaları olmuş ama iyi işlediği zamanlarda dengeli bir yapı ortaya çıkmış. Belki bunların hepsini ayrı bir bapta inceleyebiliriz gibi geliyor bana. Batılılaşma ile birlikte neler değişti? Mesela bugün tekkeler fonksiyonunu kaybetti. Vakıflar dernekler var onun yerine ve tekkelerin fonksiyonunu ne kadar görüyor? Tartışılır.

Burhanettin Can: Erhan hocam, bunu söz olarak kabul edebilir miyiz?

Erhan Erken: Yani ben bunu tek başıma becerebilir miyim bilmiyorum Burhanettin abi de belki bu konunun tarihini daha iyi bilen birileriyle bu şekilde bir şey yapılabilir. Anlatabildim mi? Ama önemli olduğunu düşünüyorum.

Burhanettin Can: Allah razı olsun, teşekkür ediyorum.

Erhan Erken: Yani Mehmet hocam cevabı tam veremedim ama öyle bir dokundum, çıktım. Mazur görün olur mu? Sanki tam istediğiniz cevabı veremediğimi zannediyorum.

İsmail Ekmekçi: Öncelikle şehirler ile ilgili nazım planlar söz konusu oluyor. Bu nazım planlar ile ilgili Osmanlı Döneminde ne gibi uygulamalar vardı? Daha sonra Cumhuriyet’in başlarında İtalyan ve Fransız amcalarımız gelmişler. Onlar bazı çalışmalar yapmışlar. Bunlar bir nazım plan şeklinde mi uygulanmış ve bu büyük şehir uygulaması başladıktan sonra o nazım planı uygulaması merkezi hükümet tarafından mı empoze edilmeye başlanmış yoksa şu an bu uygulamalara nasıl uyuluyor, Erhan hocam?

Erhan Erken: Osmanlı Dönemi’ndeki nazım planlarla ilgili açıkcası çok ciddi bir araştırmam yok. Yani orayı okuduklarımdan ve izlediklerimden değerlendirebiliyorum ama o tarzda bir daha sonrakiler gibi bir nazım planı üzerinde çalışmadım muhtemelen arşivde falan çalışanlar bununla ilgili bir şey yapmış olabilirler. Ama benim o konuda çok bir bilgim yok. Bir şey demem yanlış olabilir. Sonraki dönemlerle ilgili Prost’un, Piccinato’nun çalışmaları bir nevi nazım planıydı esasında. Prost daha çok Fransız ve parça parça yazıyor bunları. Onun tercümelerinde ciddi sıkıntılar olduğunu ifade ediyorlar. Ben mesela Prost planını hep parça parça buldum. Yani uygulamalarını takip ediyorsun ama bütünü bir yerde yok. Benim rastladığım kadarıyla. Ama dil probleminden de, tercüme probleminden de dolayı bir planlama görsen de tam bir yerde işte Prost planı budur, diyemiyoruz. Tüm detayıyla ben rastlamadım. Anlatabildim mi? Piccinato da bir şey hazırlamış fakat o nazım planı haline gelmemiş. Altmışlardan sonra belediyede bir nazım planı bölümü kuruluyor esasında. Rahmetli Turgut Cansever bir dönem onun başında bulunmuş. Fakat şehirle merkezi otorite arasında gidiş gelişler var. Yani Turgut Cansever de çok fazla istediğini yaptırmamış. Özal döneminde sonra yapılanlarda benim izlediğim kadarıyla kervan yolda düzülür mantığı çok fazla var. Mesela ben birkaç yerde çok etkili kişilerle röportaj yaptım. Tezimde 20-25 kişiyle konuştum. Belediye başkanlığı, oda başkanlığı yapmış belediyede genel sekreter olmuş kişilerle röportajlar yaptım. Birçoğunda şunu fark ettim ki işler çok hızlı giderken zaman içinde karar veriyorlar. İki Telli Organize Sanayi Bölgesinde büyük bir karartma yapılmış, çerçeve çizilmiş. Fakat onun içinde detaylar yok. Orası zaman içinde gelişmiş. Birisi sağa, birisi sola çekmiş. Şu anda da halâ bu tartışmalar yürüyor. Bununla ilgili en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesi’nin bir çalışması var. 2004’lerde kuruluyor bu ama o da belediyenin mekanizması içinde kanuni bir yerde değil. Bir istişare kuruluşu gibi. Onun başında da o zaman Hüseyin Kaptan diye bir zat var. O vefat etti. Allah rahmet etsin. Çok geniş bir planlama yapıyor. Herkesi çağırıyor, görüşüyor falan ve o adamın planlamasının içinde unsur şehir içinden sanayiyi tamamen çıkarmaktı. Bu tabi çok iddialı bir şey. Onun planı uygulansa şehir içinde sanayi olmayacak. Tabi birçok iş dünyası buna muhalif. Sanayisiz olmaz, belli işletmelerin olması lazım, diyenler var. Hattâ bizim üniversitede bir hoca vardı. İbrahim Bey. Metropoliten’in son başkanıydı. Bizim Ticaret Üniversitesi’ne almıştık onu. Onun döneminde Hüseyin Kaptan’dan sonra kapatılıyor orası. Yeniden bir planlama dairesi falan var ama oralarda hep çeşitli baskı gruplarının etkilediği bir yapılaşma çok etkin İstanbul’da. Bir karar var ama diyelim ki bugün ki Bahçeşehir o dönemin önemli bir arazi grubunun sahip olduğu geniş toprak parçası üzerine kurulmuş. Yepyeni bir şehir için orası tercih edilmiş. Düşünebiliyor musunuz?.

Ama benim gördüğüm, Prost’da ciddi bir planlama var. Piccinato dediğim zatta ana noktalarını saydığım noktalar var. Bir de benim gördüğüm en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesinin planları tamamen uygulamaya konulmamış ve lağvedilmiş 2009’da. Parça parça uygulanıyor bazı yerleri ama bütün plan devreye girmemiş. Böyle bir kısaca cevap verebilirim yani.

Selman Çelik: Benim mimarlık tarihi üzerine doktora tezim henüz yeni tamamlandı. Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da meydanlar üzerine tezimi yaptım.

Normalde bizim literatürde mimarlık tarihi işçilerine sorduğumuz zaman Osmanlı’da meydan yoktur. Selatin Camilerin iç ve dış avluları vardır diye genel bir algı vardır. Ama bizim tez sonucunda 240 farklı meydan tespit ettik. Yani bu sadece Sur İçi değil, günümüz İstanbul sınırları içinde kalan ama fetihten cumhuriyet sürecine kadar tespit ettiğimiz alanlar. Bir de 14 farklı kategoride ayrıca analiz etmiş olduk. Benim soracağım şey şu: Baktığımız zaman 240 tane meydandan sadece 24 tanesi günümüzde halâ meydan işleviyle kullanılmaya devam ediyor. Yani onda biri kadar. Geri kalan meydanlar sizce özellikle de Sur İçi’nden örnek verecek olursak günümüzde de meydan işlevi korunarak tekrardan meydan haline dönüştürülmeli midir? Sizin görüşleriniz nelerdir bu konuda? Yoksa hayır bu dönem farklı eskiye dönmenin çok da bir manası olmaz mı dersiniz?

Erhan Erken: Meydanların cesameti, büyüklüğü hangi ölçüde? Merak ettim. Meselâ, Taksim Meydanı gibi mi veya ne bileyim Beyazıt Meydanı gibi mi? Yani Beyazıt Meydanı’nda, Taksim’de, Aksaray’da belli alanların açılması için Aksaray’ın eski resimlerine baktığımızda da görüyoruz çok ciddi bir yıkım var. Çok ciddi bir yerleri yıkıp yapıyorlar. O dediğiniz cami bahçeleri falan da hakikaten Süleymaniye’nin bahçesi bir meydan fonksiyonu görebilir. Ama o meydanların cesameti ne kadardır meselâ? Onu ben merak ettim. Sizin teziniz de benim tam ilgi alanım da valla, ben görmek isterim yani çok hoşuma gider.

Selman Çelik: Tabi hocam, gönderirim inşallah. Daha çok bu Avrupa’daki meydanlar gibi düşünmeyin. Çünkü Osmanlı daki bizim tez kapsamında incelediğimiz meydanlar daha çok daha minik meydanlar gibi kalıyor. Ama bunları daha gözünüzde canlandırmak açısından söyleyecek olursak, 14 farklı kategoride özetlemiş olduk. Bunlar yine cami meydanlarıyla başlıyor. En çok semt meydanları var. Örnek verecek olursak; Karagümrük Meydanı, Kadırga Meydanı tarzı. Kilise meydanları var birkaç tane. Köprü meydanları var. İskele meydanları var. Çeşme meydanları var. Hususi bazı özel saray meydanları var. Genel saray meydanları var, bir kent meydanı hüviyetinde olan. Ayrıca tek bir kent meydanı olarak Sultan Ahmet Meydanı var, Bizans’tan kalan. Bunun gibi toplamda 14 farklı kategoride meydanlar var. Ama bunları Avrupa ölçeğindeki orta çağdan kalmış vs. günümüzde de hâlâ kullanılan tarzda bir meydan olarak düşünmüyoruz, tez kapsamında. Daha çok ölçekte meydanlara bakıyoruz. Hatta mesela eski adreslere baktığımız zaman Osman Nuri Ergin’in bazı yerleri hep bir meydancık sokağı olarak tanımlamıştır… Bizde aslında meydancık olarak gördüğümüz bazı yerleri aldık. Tabi kaynaklarda da yani meydan olarak geçen yerler. Osmanlı kaynaklarında, eski haritalarda meydan olarak geçen yerler bunlar. Bunların büyük bir kısmı yine Osman Nuri Ergin’in nüfus sayımı için yapılan sokakların isimlendirilmesi çalışmasından da tespit ettiğimiz meydanlar var ama hani sizin soracağınız soruya tekrar dönecek olursak daha çok küçük semt meydanları var. 240 meydandan 67 tanesi örnek olarak en çok türde sayı olarak semt meydanları var.

Erhan Erken: Şimdi mesela eskilerin büyük bahçeleri esasında rahatlatıcı alanlar. Yani bence Osmanlı’da da o rahatlatıcı alanlara çok önem vermişler benim anladığım kadarıyla. Mahallelerde mesela çıkmaz sokaklar mahremiyeti sağlayan alanlardır. Mesela diyelim Fatih Cami’nin bahçesi ve meydanı Fatihlilerin bir rahatlama yeridir. Sultan Ahmet’in, büyük camilerin meydanları hep bir rahatlama yeridir esasında. Ben de bu ihtiyacın önemli olduğunu düşünürüm açıkçası. Fakat o Prost’taki meydan mantığı benim gördüğüm Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan mimaride bir espace libre diye bir kavram var. Türkçesi kamusal alan, serbest alan diyebiliriz. Bu akımın içinden geliyor ve şehirde yolların da birleştiği çok büyük toplanma alanlarından bahsediliyor. Fransız Devrimi’nin de tesiriyle kitlelerin toplanabileceği çok büyük alanlar yani Prost’un etkilendiği akımın o olduğunu okudum ben. Siz bu tür çalışma yaptığınız için benden daha iyi bilebilirsiniz, bunu tahmin ediyorum. Adamın İstanbul’da bunun örneklerini uyguladığını okudum. O zaman da baktım Taksim Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Aksaray Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Yani Aksaray’da diyelim ki Valide Cami’nin de bir rahatlama alanı olarak meydanı var. Muratpaşa Cami’nin de bir meydanı yani meydancıkları var hepsinin. Veya Vatan Caddesi’nin o bostanların orada da açıklık alanlar var. Yenikapı’ya giden bölgelerde de açıklık var ama özellikle evleri yıkarak bütün o caddenin toplandığı Fransızlar’daki o meydan mantığına uygun yerler açma fikri var adamda. O bana mesela ilginç geldi. İnsanları etkilemiş dedim. Taksim’i, Beşiktaş’ı, Beyazıt’ı böyle yapmışlar. Mesela Beyazıt’ın şekli kaç sefer değişmiş. Havuz yapılmış, çok yer yıkılmış, bir yığın hamam falan yıkılmış, kütüphanenin bir bölümü yıkılmış. Oralarda çok ciddi alanlar açılmış. Bunun mantığı da o espace libre denilen akımın tesiri. Ama meydan fikrinin ben önemli olduğunu düşünüyorum, açıkçası. Osmanlı’da camilere mutlaka ıhlamur, çınar ağacı dikiliyor. İnsanlara boş yer bırakılıyor. İnsanlara sayfiye alanlar bırakılıyor. Bunun ben insanî olarak çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Yani sizde mimar olarak mutlaka biliyorsunuzdur, o sefer tası gibi evleri. Mesela Osmanlı’da bahçe çok önemli. Yani evlerin hepsinin arka taraflarında ciddi bahçe var. Bunlar rahatlatıcı alanlar. Şimdi bu yeni mimaride birçok yerde bahçe mahçe yok. Son dönemlerde yatay mimari falan deniyor ama geçti gitti. İstanbul’da onun sağlanması artık pek mümkün değil. Yani ben meydana karşı değilim. Fakat Prost’taki o meydan mantığı, biraz daha Fransızların meydan mantığı birazcık daha Fransızların meydan politikasının bize zorlayarak uygulama şekli olarak geliyor açıkçası. O dikkatimi çekti yani Prost’ta. Bimiyorum sizin dediğinize uygun mu bu ama.

Ben sizin çalışmanızı da görmek isterim. Çok memnun oldum. İnşallah istifade etmek isterim.

Selman Çelik: Tabi inşallah. Daha sonra inşallah göndereceğim size. Hayırlı akşamlar, teşekkür ederim.

Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-II

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin ikinci bölümü 01.05.2020

Hamiş: Bu yazımı rahmetin nur olup yağdığı bir Ramazan gününde Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetine tevdi ettiğimiz kayınbiraderim Abdurrahman Güngör’ün aziz hatırasına ithaf ediyorum. Merhumun ruhu için Fatihalar okuyalım.

Erhan Erken

Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

Erhan Erken ile Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda düzenlediğimiz ‘şehir ve medeniyet’ serlevhalı online sohbet programının ikinci bölümünü değerli okuyucularımızın irfanına arz ediyoruz.

Bekir Cantemir

‘Mükemmel şehir’ olarak inşa edilen Roma’da insanlar vebadan kırılıyor. Şehrin kanalizasyonunu evlere kadar götürüyorlar ama üçüncü, dördüncü kattaki dairelere kanalizasyon götüremiyorlar. İnsanlar dışkılarını bir kaba koyup, birinci kata indirip orada kanalizasyona döktükleri için binlerce kişi salgın hastalıklardan ölüyor.

Vakıf kültürü yanında bize Ahilik’ten Fütüvvet geleneğinden bahsedebilir misiniz? Aynı ticarethanelerimiz var. Ama biz günümüzde ticaret yaparken nasıl ideal ahlakı, ticaret ahlakını sürdüremiyorsak bina yaparken de bunu sürdüremiyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Osmanlı İstanbul’unda şehrin ortasındaki çarşı, pazar ve şehirdeki ticari düzenleme nasıldı? Ve bugün de sizce nasıl olmalı?

İbrahim Ethem Gören

Buraya bir editör notu düşelim. Bekir Cantemir’in Başakşehir Batıkent karşılaştırması vakıa mutabık değil. Neden değil? Başakşehir cami ve külliye merkezli olarak inşa edilmemiş olsa da halkının gönül evlerinin nabzı oralarda atmaya devam ediyor. Batıkent’e gidiniz, bir adet medrese bulamazsınız. Başakşehir’de onlarca medrese ve vakıf var.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor. Kendimden misal vereyim. Başakşehir’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir konut projesinde oturuyorum. Burası bir vakıf mülkü. Mülhak vakıflarımızdan Silahdar Mehmed Ağa’nın Vakfiyesi burada yaşıyor ve yaşatılıyor. Silahdar Mehmed Ağa Vakfı’nın bölgede onlarca arazisi var. Oturduğumuz sitenin içerisinde bir mescid ve bir medrese var. Sitenin dükkânlarında İlim Yayma Cemiyeti’nin, Hayrat Vakfı’nın Mekteb-i İrfan Derneği’nin, Anadolu Gençlik Derneği’nin ve Yedi Hilâl Derneği’nin şubeleri var. Buralarda Ümmet-i Muhammed’in evlatlarına İslam’ın umdeleri öğretiliyor.

Evimizin tam karşısında İstanbul’un Mehmet Emin Saraç İHL Kampüsü var. Burası İstanbul’un en büyük İHL kampüslerinden biri. Kampüsün içindeki kültür merkezi gerçek bir irfan ocağı mahiyetinde çalışıyor. Evimizin hemen yakınında TÜGVA’nın bir gençlik merkezi ile onun hemen yanında El-Osman Akademi ve Vatan İlmî Araştırmalar Derneği yer alıyor. Silahdar Mehmed Ağa vakıf arazilerinin bir tarafında Hoca Ahmed Yesevi Camii, Hoca Ahmet Yesevi Kız Kur’an Kursu ve diğer tarafında da Mehmed Zahid Kotku Camii bulunuyor. Dolayısıyla Başakşehir’in ictimai ve sosyo-kültürel medeniyet dinamikleri yakından izlendiği zaman gözlemlenebiliyor.

Erhan Erken

Ya hu şimdi, İbrahim Ethem Bey, diyorum ki Beyin Bey’in moderatör değil de benim moderatör olup da Bekir Bey’in anlatması lazım gelir! Biz burada sanki yanlış yapmışız. İstanbul’un önemli bir bölümünü doktora tezi yapmış bir arkadaş moderatör, ben konuşmacıyım!

İbrahim Ethem Gören

Estağfirullah, estağfirullah. Gayet iyi gidiyor.

Bekir Cantemir

Ben, sizin okumalarınız ve birikiminizle yorumunuzu merak ediyorum. Bir İstanbul beyefendisiyle bunları konuşmak verimli de oluyor.

Erhan Erken

Eyvallah teşekkür ederim. Bazen ben şöyle düşünüyorum. Hz. Âdem yaratıldığında Hz. Allah ona eşyanın tüm isimlerini öğretiyor. Bilinen bir şey varsa ilk andan itibaren vahiyle geliyor. Her dönemde mutlaka peygamberler var. Binlerce peygamber gönderilmiş. Kur’an-ı Kerim’de bir kısmının isimleri zikrediliyor. Bir bilgi insanlığa geldiyse ucunda mutlaka vahiy var. Sonradan bunların bazıları çarpıtılmış. Dolayısıyla insanların insanlık tarihi içinde farklı farklı dinlerde farklı farklı coğrafyalarda bir güzel uygulama gördüğüm zaman diyorum ki “bunun kökü bir yerden vahye ve Rabb’ül-Âlemîn’in insana öğrettiklerine dayanıyor.“

Doğuya da batıya da gittiğinizde şehirde, mekânda bir takım güzelliklere şahit olduğunuzda “Bunlara bir yerlerden bir şeyler gelmiş” diyorsunuz. İbadetlerinde bile bazen İslam dinindeki bazı ibadetlerle benzerlikler var. Demek ki bir yerlerden buralara esintiler gelmiş. Dolayısıyla onlar da hakikati vakti zamanında daha düzgün şeylerde bulmuş olabilirler. Bizimkiler bunu bir dönem iyi uygulamışlar diye görüyorum. Belki de ben geçmişe biraz sıcak bakan bir adamım.

Esnaf kültüründe şunu görüyorum. Esnafımızı herhangi bir işe başladığında besmeleyle başlıyor, Allah’ın adıyla başlıyor. Sabahleyin dua ile başlıyor işine. Her işin merkezinde esasında din ve iman var. Ahilik geleneğine bakıyorum. İnsanın üç şeyi açık, üç şeyi de kapalı olması lazım. Nedir bunlar? Eli açık olacak, kapısı açık olacak, sofrası açık olacak. Ahiliğin önemli bir prensibidir bunlar. Ne anlatıyor? Kardeşim cömert olman lazım. Kardeşim konuksever olman lazım. Kardeşim diğerkâm olman lazım. Yani kendinden çok başkalarını düşünmen lazım. Çok güzel bir formül. Üç şeyin de kapalı olacak. Gözün kapalı olacak, ayıpları örteceksin. Irzın kapalı olacak, hududullaha/Allah’ın koyduğu sınırlara dikkat edeceksin. Dilin kapalı olacak dedikodu yapmayacaksın, laf taşımayacaksın falan. Ahilikteki ‘üç kapalı üç açık’ bence sistemin önemli noktaları. İş yaparken de muhakkak değer bazlı bir iş yapacaksın.

Ahilik teşkilatımız gücünü fütüvvetnâmelerden alıyor.

Ahiliğin arka tarafında fütüvvetnâme kültürü vardır. Fütüvvetnâmelere baktığımız zaman, 9’uncu ve 10’uncu yüzyıldan itibaren 700’ün üzerinde ahlâkî değer, özellik görürsünüz. Bunların 120 kadarını Ahilikte kullanmışlar, çıraklıktan yamaklığa, kalfalıktan ustalığa geçerken ve iş hayatının tüm evrelerinde. Adam yamaklıktan çıraklığa geçiyor, oradan kalfalığa geçiyor, oradan da ustalığa… Ve bin günlük bir sürede oluyor bunlar. Üç yılda yamaklıktan çıraklığa geçiyor, üç yılda çıraklıktan kalfalığa geçiyor ve yine üç yılda kalfalıktan ustalığa geçiyor. 12 yıllık tedrisat süresince hem meslekî bir ehliyet sahibi oluyor hem de ahlâkî bir ehliyet sahibi oluyor. Bu bir eğitim sistemi. Biz günümüzde 12 yılda çocuklarımıza lise diploması veriyoruz, yahut meslek liselerinden mezun ediyoruz. Ahilik de 12 yılda yamaklıktan ustalığa kadar adamı mezun ediyor ama yanına hem meslekî hem de ahlâkî şey koyuyor. İşine muhakkak Allah kelâmıyla başlıyor ve Allah kelâmıyla bitiriyor. Çevrelerinde emr-ibilmaruf yapan muhtesibler var. Bunun kökü Peygamber Efendimize (sav) kadar dayanıyor. İlk muhtesib Peygamber Efendimiz (sav).

Yaptığın her iş hem iş hem de ibadet… Hepsi iç içe. Ve sen gününü bitirdiğin zaman senin grubunun, loncanın bir tekkesi var. O tekkeye gidiyorsun akşamları. Sadettin Ökten Hoca bunu bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak anlatıyor. Bizde “beşiran ve neziran” şeklinde iki kavram var. Ayet-i kerimede geçiyor. Biri uyarıcı, diğeri müjdeleyici… Ökten Hoca diyor ki ”Bizim kültürümüzde cami uyarıcıdır, tekke ise müjdeleyicidir. Camiinin uyarıcı yanı fazladır, müjdeleyici tarafı daha azdır, bununla birlikte tekkenin müjdeleyici yanı fazladır, uyarıcı yönü daha azdır.”

Prizren Namazgah

Ahilik din ile hayatın sarmal olduğu bir sistem.

Biz tekkeyi ortadan kaldırdıktan sonra sadece uyarıcı yönü olan bir sistem geriye kaldı. Şimdi ben Osmanlı’ya bakıyorum belki de çok idealize ediyorum, bilemiyorum. Namazını kılıyorsun, akşam da tekkene gidiyorsun. Herkesin meşrebine göre gittiği bir dergâh var. Hem işini yapıyorsun, hem rûhî terbiyeni alıyorsun, hem bir sistemin içinden yetişiyorsun. O sistemin tepesinde de kadı var esasında. Esnafın tepesinde seçilip gelen kethüda var, kethüdanın hesap verdiği kişi de kadı… Adalet mekanizmasının en üstünde de bir kazaskerlik makamı var, adalet dağıtan, din ile ilgili bir makam… Ahilikte hayatın din ile iç içe geçtiği bir yapı/sistem görüyorum. Ahilik çok kontrollü bir yapı. Modernleşme yahut sanayileşme öncesi kol gücüyle, insanların küçük mekanizmalarla iş ürettiği bir yer. Mesela makinalaşmadan, sanayileşmeden sonra kitlesel üretime geçtikten sonra böylesi kontrollü bir Ahilik sistemi olabilir mi tartışılabilir. O zamanki Ahilik gibi bir şey olmaz ama belki ticaret odaları, sanayi odaları, borsalar reorganize edilerek, ama Ahilik ruhunun içinde yer aldığı bir esnaf yapılanması kurulabilir yine. Ama esas mesele şu: Bir sistemin içinde şehrin ortasına camii koyduğumuz gibi sosyal hayatın ortasına da dini, uyarıcıyı ve müjdeleyici bir zihniyeti koyacak mıyız? Ben Ahilikte bunu görüyorum. Şehrin oluşumunda da bu var, esnaflığın oluşumunda da yine bu var.

Sıbyan mektebi bed-i besmele töreni

Çocuk dört yaş dört günlük olduğunda eğitimi başlıyor.

Başka alanlarda, eğitimde de var… Eğitimde çocuk dört yaş, dört ay dört günlük iken sıbyan mektebine alıyorlar. Müthiş bir tören… Bu törenin en önemli tarafı imam çocuğu evinden alıyor, “Rabbiyessir” ile başlatıyor ve böylelikle dini bir eğitime başlatarak çocuğun hayatına ilk günden bir damga vuruyor bir nevi.

Bekir Cantemir

Burada hep anlatımız İstanbul üzerinden. Paranın merkez olarak toplandığı, maddi kültürün aktığı, imparatorluğun başkenti olan bir şehir üzerinden, İstanbul üzerinden konuşuyoruz. Eğer bunu biz Samsun üzerinde konuşacak olursak, Antalya üzerinde konuşacak olursak yani periferideki kentlerdeki ekonomik süreç, o döngüler açısından konuştuğumuzda bu idealize edildiğimiz sisteme her yerde rastlamıyoruz. Çünkü bu kadar yaygın okullaşma oranı yok. Şehri tarihi bir tasavvur olarak idealize ettiğimizde şu anda yaşanamaz bir durum ortaya çıkıyor. Yaşandı ve bitti. Bir daha bunun tecrübesi mümkün değil anlamında söylüyorum. Hâlbuki ben sizin de buna inanmadığınızı veya bunun uygulanabileceğini pratik elde edebilecek düşüncesinde olan biri olarak soruyorum. Şimdi mesela bizim elimizde hâlâ küçük esnafımız var. Kendi çapımızda çarşılarımız var. Sonuçta hâlâ katılım bankacılığının Türkiye bankacılık sistemi içerisindeki rolü hâlâ %5. Sonuçta insanlar maalesef bunu tercih etmiyorlar. Kocaman bir sürü laflar ediyoruz ama ihtiyaç duyulduğumuzda bankacılık işlemlerimizi ideal tercihlerimiz muvacehesinde yapmıyoruz. Şimdi burada bunları şunun için söylüyorum.

Şehrimizde mahremiyeti nasıl kuracağız?

Düşünce temelinizden sonra “Sizce bu yaşadığımız şehirde mahremiyeti nasıl kuracağız? Yani birey olarak, şahsiyet olarak kendimizi, çevremizi nasıl koruyacağız?” Ben bunu mahremiyet kavramıyla açıklıyorum. Çünkü bence bu yüzyılın gayrimenkul geliştirmesinde de en önemli unsurun mahremiyet olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık bu KOVİT’te de gördük ki insanlar evlere kapandığında, duvarların artık seni tutamadığı bir yerde ya da ortak alan kullanımlarında fıkhın her şeyi kuşatmadığı durumlarda bizim başka bir şeye ihtiyacımız var. Bunu mahremiyetin ne kadar değerli olduğuna şahit oluyoruz. Sizce bu şehirde mahremiyet kurulabilir mi? Ya da kurulmasının önünde ne tür engeller var?

Erhan Erken

Bu insanların niyetiyle alakalı bir iş. Şimdi şu KOVİT salgınından sonra da gördük. Yerleşik kuralların hemen hepsinin en ufak bir şey olan virüs ile sallandığını görüyorsunuz. Bütün sistemler sallanıyor şu anda. Değerler sallandı, işlerimiz sallandı, şehir sallandı, mülkiyet ile ilişkimiz sallandı. Araban var bir kıymeti yok, paran var harcayamıyorsun, alış veriş yapamıyorsun bütün keyfin kaçmış. Ve her an ölümü düşünüyorsun. Şimdi olması gereken bu zaten. Aslında sen bu dünyaya bir gölgelenmek için gelmedin mi? İnanıyorsan bu gölgelenmek içindeki zamanını bitirip esas senin mülkün, gideceğin yer ahiret âlemidir. Buraya dünyaya gölgelenmeye geldin. Bu durumda gölgelenmek için geldiğin zamanı en iyi bir şekilde değerlendir. Bununla birlikte burada kalıcı gibi “ila nihaye varım” gibi düşünmeyeceksin. Dünya böyle bir yer haddizatında. Dini düşünce bu. Burada vazifeni yerine getirdiğin bir hayat yaşıyorsun. Evinde de öyle emre âmâde olacaksın. Rabbü’l-Âlemîn ne buyuruyorsa ona göre bir hayat süreceksin. Şimdi biz modern hayatın içinde bunu kaybettik. Bunu kaybettiğin zaman her şey zor geliyor adama.

Osmanlı ev içi

Osmanlı şehirlerinde korunaklı mahremiyet alanları oluşturulmuş.

Normalde mahremiyetten ne anlıyoruz? Rabb’ül-Âlemîn kadın ile erkeği ayrı hususiyetlerde yaratmış. Bunların birbiri aralarındaki ilişkilerini nikâh ile yahut akrabalık bağları ile caiz kılmış. Bunun dışındaki ilişkilerde mahremiyet alanı oluşturmuş. Mahremiyetin en önemli tarafı bu. Tesettür de bununla ilgili, evin şekli de… Şu eleştirilebilir. Osmanlı ev mahremiyetinde bunu biraz abartmış! Bununla ilgili bazı tartışma alanları var. Osmanlı yapımında mahremiyeti biraz abartmış. Haremlik ile selâmlığı öyle bir ayırmış ki bugünkü sistemde bunu bu kadar ayırabilir misin! Zor bir şey, Müslümanların bile şu anda kafasının basmadığı bir şey. Biz ilk evlendiğimizde bizim bütün odalarımızın arasında perde vardı. Ben perdeyi ilk olarak koyduğumda birçok aile efradı o perdeden rahatsız oldu. Geliyor, Hanımları bir yere erkekleri ayrı bir yere alıyorum, millet şaşırıyor, kafası karışıyor! “Bu işler böyledir, sen de rahat et ben de rahat edeyim” diyorum. Bunun örneğini nerede görüyorsun? Safranbolu evlerinde görüyorsun. Eski Türk evlerinde görüyorsun. Bir de ortaya  dolap koşmuş adam. Hanımı getiriyor o çayı dolaba koyuyor, dolabı çeviriyor, erkek diğer taraftan alıyor, oradan hizmet ediyor. Pat diye evin içerisine giremiyorsunuz, bir de girerken orada bir sütre var, önce seni selâmlık bölümüne alıyorlar. Rahatlama bölümü balkon değil, bahçe mesela. Modernleşmeyle birlikte bahçe balkona dönüşüyor. Dışarıdan bakan içeriyi seyrediyor. Eski İstanbul evlerinde bir kafes var. Dışarıdan baktığınızda evin içerisi görünmüyor. Şimdi çok modern evlerde perdeler ardına kadar açık. Bütün ey meydanda! Sokak ile evin ayırımı yok, adam ayakkabıyla evin içerisine giriyor falan. Bizim kültürümüzde mahremiyet niye var? Hanım erkek ilişkilerini birbirinden tatlı bir şekilde ayırmış bunu. Sosyal hayatı da buna benzer bir şekilde ayırmış. Bizimkiler bunu nerede bozmuşlar? Modernleşme dönemlerinde mesirelerde falan bunu çiğnemeye başlamışlar. Mesire yerlerine gitmişler, birbirlerine bakmışlar, hanımlar yine örtülü ama ufak ufak ufak ufak bakışmalar başlamış. Belki bizim bozulmalarımız oradan başlamış. Şimdi otobüste de berabersin, minibüste de berabersin, işyerinde de berabersin, iş hayatında da berabersin. Herkes birbirini rahatsız ediyor esasında. Ben bu tür çok karışık şehir hayatından rahatsız olan bir adamım, mahremiyet anlayışım gereği. Benim buna hakkım var. Ben inancım gereği şehir hayatında belli şeylerin ayrıldığı alanlar istiyorum, tercih ediyorum inancım gereği. Bunu yapabilmeliyim.

Prost’un tezi Ayasofya üzerine…

Mustafa Kemal 1937’de Henri Prost’u İstanbul’a çağırıyor. İstanbul’un yeniden düzenlenmesiyle ilgili. Prost yaman biri. Master tezi Ayasofya üzerine adamın. İstanbul’a gelmezden önce de Fas’ta bu türden çalışmaları yapmış. İstanbul’a geldiği zaman ilk olarak tavsiyelerinden biri “Büyük yollar ve büyük meydanlar yapalım” diyor. “Çıkmaz sokakların, dar sokakların, herkesin girmediği mahrem alanların, mahallelerin şehre açılması lazım” diyor. Bu çok önemli bir şey. Buna mimari olarak bakıldığında “seküler şehirleşme” deniyor. .Fransız devriminden sonra şehirlerde bu tarz büyük yolların büyük meydanların açılması fikri ortaya atılmış. “ Buna orijinalinde espace libre veya public space diyorlar. .Türkçesi kamusal alan gibi ifade edilebilir.

Adam o ekole dayalı olarak şehrin güzelleşmesinden öte şehrin büyük meydanlara açılması, kitlelerin büyük meydanlarda buluşmasını tavsiye ediyor Mustafa Kemal’e. Sonra Mustafa Kemal döneminde Prost’un tavsiyelerinin bir kısmı yapılıyor. İnönü döneminde az bir şey yapılıyor. Demokrat Parti dönemi bunu abartarak yapmış mesela. Vatan Caddesi’nin, Millet caddesinin açılması Prost Planı’nın daha farklı uygulanması. Taksim Meydanı, Beyazıt Meydanı… Şimdi bu yaklaşım şehirdeki mahremiyet alanlarının kitleye açılması planı ilginç bir şey! Haddizatında bu hadise daha kapalı olaydı, hanımlarla erkeklerin bir arada bulunacağı alanlar daha usturuplu şekillendirilseydi, herkes iç içe geçmeseydi daha mı iyi şehir olabilirdi. Düşündüğünüz zaman buna benzer çizgiler bulabilirsiniz. Düşünmediğin zaman olmaz! Bilemiyorum izah edebildim mi?

Vatan Caddesi demişken… Vatan caddesi bir zamanların Lykos deresidir (Bayrampaşa deresi). Oradan Yenikapı’ya kadar dere akarmış ve çevresi de bostanlıkmış. Derede akan suyun debisini ölçmek için sulu kule yapmışlar dere kenarına. Şu an o semtin adı da oradan geliyor.

Bekir Cantemir

Şimdi burada kafesli bir ev düşündüğümüzde ya da ortaya dolap koyup mahremiyet kurduğumuzda paşa konaklarını idealize ettiğimiz için böyle oluyor. Çünkü ben kendi Çorum’daki köy hayatını düşündüğüm zaman Anadolu insanlarının bu kadar mahremiyet kurabilecek imkânları yoktu. Çünkü mahrem kalmak bile ekonomik süreçle alakalı. Yani sizin iki oda bir salon eve misafir aldığınızda mahrem kalacak yeriniz kalmıyor. Dünya tarihi boyunca mahremiyeti koruyabilmek bile ekonomik güç meselesi. Bunu herkesin uygulayabilmesi bana pek mümkün değil gibi geliyor.

Edirne evi

Erhan Erken

Ben bahsettiğiniz mahremiyeti perde ile uyguluyordum. 90 metrekare bir evde yaşıyordum ve evin her tarafında perde vardı. Bunu uyguluyordum. Niyetiniz olursa iki odada da mahremiyeti kurarsınız. Anlatabildim mi! Burada önemli olan niyet ve yaklaşım.

Kastamonu evi

Anadolu’daki pek çok eve baktım. Birçok evlerde bu yapı var, küçüğünde de büyüğünde de… Bilecik evlerinde de, Karadeniz evlerinde de, pek çok Anadolu kent evlerinde de baktığınız zaman niyeti olanlar mahremiyeti kurmuşlar. Az da olsa, küçük de olsa insanımız bu mahremiyeti kurmuş. Bu bir bakış açısı netice itibarıyla.

Bekir Cantemir

19’ucu yüzyıldaki Ermeni kadınların çoğu çarşaflı. Sadece çarşaf renginden Müslüman ya da Hıristiyan olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ya da şu an Netfiix’teki Unorthodox ya da Schnitsel dizisine bakarsanız Hasidik Yahudilerin kendi şeriatlarını nasıl uyguladıklarını, kadın erkek ilişkilerindeki mahremiyeti nasıl inşa ettiklerini görebiliyoruz. Farklı dine mensup olan insanların şu an New York’ta da, Kudüs’te de bunları yapabildiklerini görebiliyoruz. Farklı bir dine mensup insanlar bunları yapabiliyorlar yani. Ben bunun için söylüyorum, yapılabilir ya da yapılamaz anlamında sormuyorum. Sizin kişisel hayatınıza gelecek olursak…

Bekir Paşa: İstanbul’a geniş caddeler açılmalı.

Mesela yolları konuşacak olursak Roma’da geniş yollar açıyor İstanbul’un geniş yollarını burada Bizanslılar kapatıyor. Çünkü Bizanslılar kargacık burgacık bir şekilde imar ediyorlar. Tanzimat Fermanı sonrasında “İstanbul’a geniş caddeler açılmalı” binalar kargir olmalı şeklinde layihalar sunuluyor. Bunu Abdülaziz planlıyor, Abdülhamid, dedesinin Beyazıt’taki türbesini, medreseyi kaldırıp modern bir belediye binası yapmak istiyor ama para bulamıyor. Modernleşme tecrübesi açısından II. Mahmud’un, Abdülhamid’in, Mustafa Kemal’in, Menderes’in ve sonrakilerin zihinsel olarak aynı çizgiyi temsil ediyorlar.

Erhan Erken

Bu noktada haklısınız.

Bekir Cantemir

Sadece maddi imkânı bulan becermiş oluyor. Yol ile ilgili tartışmayı bir kenara koyarak… Sizin gündelik hayatınıza gelmek istiyorum. Fatih’te doğdunuz. O kısmı dinlemek istiyorum. Fatih’e bir ilkokula gittiniz. Dedeniz buralıydı. Dedeniz belki ahşap evini başka bir şeye dönüştürdü. Sizin kendi ailenizin konut ve okul tercihleri üzerinden bize biraz eski İstanbul deneyiminizi anlatır mısınız? Bu okumalarınızla, bize bunu anlattığınız fikirlerle tercihler arasındaki çelişkiler neydi, imkânlar neydi?

Erhan Erken

Şimdi ben daha eski dönemlerde yaşamış biri değilim. Diyelim ben 1961 doğumluyum. Zaten birçok modernleşme hamlesinin olduğu bir zamanın çocuğuyum. Mesela annemin ki daha biraz farklı. Bugün dede evimizin bulunduğu Fatih’te şu anda betonarme bir ev var. Rahmetli dedem inşaatçıymış, evi o yapmış. Oraya annemin anlattığına göre 1950’lerde falan gitmişler.

Dedelerim Selanik’ten Fatih Cemali Sokak’a gelmiş.

Selanik’ten geldikten sonra ilk olarak Fatih’te Cemali Sokak diye bir yere taşınmışlar. Bugün hâlâ Cemali Sokak var. Hatta geçenlerde Instagram’da bir şey paylaştım: Rahmetli dayımın sünnet davetiyesi. Cemali Sokak’ta dedemlerin oturduğu ev, 1935 yılı. Oraya gelmişler. Dedem daha sonra 1950 yılında oraya 300-500 metre yakın bir yerden ahşap bir ev almış, Nişancı caddesinin üzerinde bir yer. Şimdi geçmişe yönelik olarak bakıyorum o evin hiç fotoğrafı yok bizde. Annem anlatıyor: “Güzel bir bahçesi vardı, rahmetli anneannemin çiçekleri vardı, geniş bir bahçe duvarları falan vardı” diye. Annem diyor ki “O evde rüzgâr estiği zaman kilimler havalanırdı. Isıtması çok zordu.” “Erhan sen o kadar idealize ediyorsun ama ahşap evde yaşamak çok zordur” diyor. Şimdi ben bugün bakıyorum, bu ahşap ev çok güzel keşke olsaydı diyorum. Mesela bizim evin hemen yanında dayımın kayınpederinin evi vardı, yarı ahşap yarı kârgir. Basık tavanları olan o evi çok severdik mesela. Burnunuza ağacın, ahşabın kokusunun geldiği bir evden söz ediyorum. Ama çok zahmetli bir evdi, küçücük, daracık odalar. İşte bahçesinde suyu çeşmeden akardı. Tuvalet dışarıda falan, bugün olsa ihtiyaç halinde evden çıkıp bahçede bir yerdeki tuvalete gideceksiniz falan. Ayak yolu. Zahmetli bir hayat yani. Şimdi oradan beton bir eve geçmişler. Biz ahşap eve öykünüyoruz. Bununla birlikte şunu düşünüyorum. Bir zamandan sonra, İstanbul’da yangınların çok olduğu bir zamandan sonra ahşaptan büyük bir kaçış olmuş. Ve betonarmeye doğru bir gidiş olmuş. Şimdi bu ne kadar doğru bir şeydi. Şu son dönemlerde ahşapçılarla çok temasım oluyor, onlardan gördüğüm şu.

Avrupa ve ABD ahşap evlere yöneliyor.

Avrupa’da da ABD’de de ahşaba doğru geniş bir yöneliş var şu anda. Daha sıhhî bir şey ve yapılan araştırmalarda ve benim de okuduklarımda ahşap iyi yapıldığı zaman yangında da kolay yanan bir şey değil esasında. Bir nevi çelikten yapılan yerlerden ahşap daha sağlam. Bunu 2001 yılında ABD’de 11 Eylül saldırılarında gördük. O çelik konstrüksiyonlu binalar ısıya dayanamayıp küt diye çöktü. Ama şu anda Avrupa’da birçok yerde fuar alanları bile büyük ahşap malzemelerden yapılıyor. Esasında baktığınızda ahşap güzel bir şey. Aynı zamanda sıhhatli. İyi organize edilebilirse ahşap evlerde yaşanabilir pekâlâ. Ama “Geçmiş zamanların ahşap evleri iyi miydi?” Belki bu kadar öykündüğümüz kadar iyi olmayabilir. Annemden edindiğim tecrübe.

Bekir Cantemir

Burada şunu sormak istiyorum. Siz hangi evde büyüdünüz? Dedenizin yaptığı evde mi?

Erhan Erken

Ben betonarme bir evde büyüdüm. Dedemin yaptığı betonarme evde büyüdüm ben, ahşap evde değil. Ahşap evi hiç görmedim.

Bekir Cantemir

Pekiyi oradan hangi okula gittiniz?

Erhan Erken

Ben oradan evimize 300-400 metre ilerisindeki Muallim Yahya İlkokulu’na, eski ismiyle 60’ıncı İlkokul’a gittim. Orası annemin de, teyzemin de gitti ilkokuldu. İstanbul’un en eski okullarından biri hâlâ duruyor orada. Muallim Yahya Efendi’nin İlkokulu.

Bekir Cantemir

Dolayısıyla mahalle kültürü içerisinde yetiştiniz.

Erhan Erken

Evet. Biz tamamen Nişanca’da mahalle kültürü içerisinde yetiştik. Nişanca’da mahallelinin ilişkilerinin döndüğü yer Nisanca Camii ve Kumrulu Mescid Camii’dir. Tam bir mahalle kültürüdür. Ben hatta bir zaman “Nişanca Caddesi’nde bir serüven” diye de yazmıştım o mahalledeki ağabeylerin, amcaların, hocaların ilişkilerini. Yani bir nevi dar bir mahalle kültürünün olduğu bir yer. Okulu hemen dibinde, yürüyerek gidiyorsunuz.

Bekir Cantemir

Mahalle kültüründe kontrol mekanizması kimlerdeydi? Şimdi siz servis kullanmıyordunuz, okula yürüyerek gidiyordunuz.

Erhan Erken

Evet, ilkokulda öyleydi.

Bekir Cantemir

Sokakta oynuyordunuz ve aileniz de herhangi bir güvenlik endişesi duymuyordu.

Erhan Erken

Doğrudur, aynen öyleydi.

Bekir Cantemir

Güvenliği sağlayan unsurlar neydi? Mesela şu anda insanlar çocuklarını sokağa bırakmaktan korkuyorlar. Netice itibarıyla şöylece bakarsak üzerinden geçen yıl sayısı 50-60.

Erhan Erken

Benim çocukluğumun geçtiği tarafa bakarsanız kışın biz Fatih’te otururduk, yazın Şenlikköy’e giderdik. Eskiden. Florya Şenlikköy. Şimdi orası çok modern bir yer oldu. Bizim gittiğimiz zaman biz yazlığa giderdik oraya, 5-6 ayımız orada geçerdi. Tek katlı, bahçeli, nadirattan iki katlı evler olurdu orada. Tam anlamıyla ismiyle müsemma İstanbul içinde bir köy. Çok kontrollü bir yerdi o zamanlarda Şenlikköy. Herkesi tanırdık, postacı Sefer Abi vardı mesela. Rahmetli oldu. Mesela bana İstanbul’dan ya da herhangi bir şehirden Erhan Erken Şenlikköy-Florya yazsan, hiç şaşmadan gelirdi o posta. Çünkü Sefer Abi herkesi tanırdı. İşte ne bileyim bakkalı vardı, faytoncusu vardı, köyün muhtarı vardı. İstanbul’un içinde tipik bir mahalle ve köyden bahsediyorum.

Bekir Cantemir

Araya bir anekdot gireyim. Yeşilköy’ü 1930’ylarda bataklığı kurutma karşılığında ücretsiz olarak alıyor bir vatandaş. Bataklığı kurutuyor, 1945’te parselleyip satıyor. Hiç vergi ödemiyor. Hâlbuki ö dönemlerde tarım amaçlı bir yer. Yeşilköy’de bir köymüş o zaman, bataklık bir köy.

Erhan Erken

Şenlikköy’e “Kalitarya” derleşmiş eskiden.

Bekir Cantemir

Deprem açısından İstanbul’un en riskli yerlerinden birinin o kurutulan bataklığın olduğu, bugünkü Ataköy konutlarının olduğu yerler olduğu söyleniyor.

Peki, siz ilkokulu bitirdiniz ortaokula ve liseye Galatasaray Lisesi’ne başladınız. Fatih’ten Galatasaray’a nasıl gidip geliyordunuz?

Erhan Erken

Galatasaray’a gidiş şöyleydi. İlk sene servis tutuldu bize. Bir şoför bizi götürüp getirdi, dört kişi bir arabaya binerdik. Babam sağ olsun. Galatasaray’ın genel havası yatılıdır. Herkes orada yatılı kalır. Ben kendi döneminde Galatasaray’da hiç yatmadan gidip gelen 3 kişiden biriyimdir. O şartla Galatasaray’a yazdırıldım. Annem yatılı gitmemi istememişti çünkü. Koruma içgüdüsüyle veya her nasılsa. İyi de olmuş. Çünkü orası çok dönüştüren bir yer. Bize bir araba tutulmuştu, arabayla gittik geldik. Üç kız, bir ben hep öyle gittik. Galatasaray benim Fatih ve Florya dışında ilk dışarıya çıktığım bir yer oldu bir benim için. Bir endişe ile de gittik oraya tabi. Farklı bir yere gidiyoruz, Taksim’e falan. Benim açımdan ayrı bir kültürle tanışmaydı orası.

Bekir Cantemir

Fatih’ten Beyoğlu’na gittiğinizde hani Fatih-Harbiye’deki bir çatışmayı düşünürsek sizin için farklı bir kültür var mıydı Beyoğlu’nda.

Erhan Erken

Ben bugünlerde onları yazıyorum. Yazarken şu dikkatimi çekmişti. Ben mesela Allah’a inanmayan bir kişinin olabileceğini ilk defa Galatasaray’da gördüm. Çok yakın bir arkadaşıma bir şeyler anlatıyorum “İnanmıyorum, ateistim ben” diyor. O kadar sevdiğim bir çocuk ki “nasıl inanmazsın?” diyorum. Ben çılgına dönmüşüm, durup durup uğraşıyorum, bir şeyler anlatmaya gayret ediyorum falan.

Yarın: Galatasaray Lisesi’nde kendimi okumaya verdim.

İttifak Gazetesi 01.05.2020

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-ii-m1711.html

Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-I

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin birinci bölümü 30.04.2020

Erhan Erken ve İbrahim Ethem Gören

 

Erhan Erken’i 22 Nisan Çarşamba günü ‘karantina günleri’nde BYV’nin Şehir ve Medeniyet serlevhalı online sohbetinde misafir ettik. Dr. Bekir Cantemir moderatörlüğünde gerçekleştirilen sohbetin diyaloglarını değerli okuyucularımızın, kamuoyunun irfanına arz etmeyi vazife biliyoruz.

(…)

Efendim hayırlı akşamlar, hayırlı Ramazanlar. Bugün hüzünlü bir gündeyiz. Daha dün vakfımız hamilerinden Hacı Mehmet Torun Bey ağabeyimizi güncel sağlık sorunları nedeniyle kaybettik. Biz kendisini iyi bilirdik. İyi bir Müslüman, Muvahhit ve mümin olduğuna şehadet ediyoruz. Menzili mübarek, makamı âlî, mekânı Firdevs olsun. Ruhu için Fatihalar okuyalım.

(…)

Erhan Erken hezarfen, nevi şahsına münhasır bir şahsiyet… Siyaset bilimci, yazar, kültür tarihçisi, yayıncı, matbaacı, TV yapımcısı, işletmeci ve eğitimci… Her biri ayrı uzmanlık gerektiren alanlarda faaliyet göstermiş, iş kurmuş, işletmecilik yapmış bir müteşebbis Erhan Erken’in sosyal girişimcilik yönü de var. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı, Bilim ve Sanat Vakfı, İTO ve MÜSİAD gibi pek çok sosyal ve iktisadi organizasyonda kuruculuk ve yöneticilik yapan muhatabımız şimdiki zamanda 40 yıllık birikimini kitap yazarak ve üniversitelerde dersler vererek topluma aktarmanın telaşı içerisinde. ‘Modern Ahi’lik vasfını haiz Erhan Erken ile 24 yıl önce Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda (BYV) hizmete başladığım ilk günlerde tanışmıştım. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kurucularından olan Erhan Erken ile BYV’nin Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptığı dönemde daha yakından tanıma ve birebir çalışma imkânımız oldu. Erhan Erken, Tepe Edebiyat ve Kültür Dünyası dergileriyle başlayan, Yeni Şafak ve Ortadoğu gazeteleriyle devam eden, sonrasında yaklaşık 10 yıl kadar ara verdiğim kültür sanat, medeniyet, geleneksel sanatlar mahreçli yazı hayatıma müessisi olduğu Dünya Bülteni, Dünya Bizim ve Sondevir haber/kültür portallarında tekrar başlamama vesile oldu.

İnsanoğlu yaşadığı mekânı nakşediyor.

İnsanoğlu bir yönüyle nakkaş. Yaşadığı yerlerde izler bırakıyor, adeta o yerleri nakşediyor. Bu nakşetme ile şehirlerde medeniyet zuhur ediyor. Erhan Erken, ecdadımızın şehirlerimizdeki ve bahusus İstanbul’daki, Dâhil-i Sur’daki, kendi ifadesiyle Nefs-i İstanbul’daki nakışları üzerine tefekkür eden ve buradan hareketle kendine özgü terkip şuurları ve analizler ortaya koyabilen bir düşünür.

Şimdiki zaman, Dr. Bekir Candemir’in moderatörlüğünde Erhan Erken’in tefekkür ufuklarından vakıf zihniyetinin şehirlere yansımalarını; külliyeleri, camileri, imarethaneleri, bedestenleri, ticaret hayatını, ahilik ve lonca teşkilatını, eğitim kurumları organizasyonunu, sıbyan mekteplerini, medreseleri, eski mahalle kültürünü, çıkmaz sokakları, cumbalı, dolaplı, kafesli ahşap evleri ve dahi eskimez şehrimiz ‘Belde-i Tayyibe’ İstanbul’u dinleme zamanıdır…

Bekir Cantemir

Bu akşam burada Erhan Erken Ağabeyimizle kendi deneyimleri üzerinden şehir ve medeniyet tasavvuru üzerine bir söyleşi yapacağız. Öncelikle söyleşiyi ikiye ayırmayı teklif ettim Erhan Ağabey’e. Birincisi şehir ve medeniyetle ilgili kendi düşünce dünyası nasıl şekilleniyor? Bu konudaki genel yaklaşımları nasıl? Daha sonra da şunu teklif ettim. Siz İstanbul’da doğmuşsunuz. İlkokulu Fatih’te, ortaokulu ve liseyi Beyoğlu’nda, Galatasaray Lisesi’nde okumuşsunuz. Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuşsunuz ve Fatih’te yaşıyorsunuz. Dolayısıyla Erhan Erken Bey’e “İstanbul’un şehirsel gelişimine şahit olmuş bir ailenin mensubu olarak sizin şehirle ilişkiniz nasıl gelişti?”yi konuşmayı teklif ettim. Burada benim sorularım şunun üzerine olacak. Şehir ve estetik üzerine konuşmakta herkesin farklı bir yaklaşımı var. Sosyal medyada da diğer taraflarda da herkes şehir, medeniyet ve estetik üzerine çok büyük laflar ediyor. Ama işin garip tarafı bu kişilerin iradeleri şehre yansıdığında, mekâna dönüştüğünde herkesin de tatmin olmadığı bir durum ortaya çıkıyor. Burada suçluyu devlet, karar vericiler, belediyeler, mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar, toprak sahipleri ya da kimlerse birilerini ilan edebiliriz ama bunu birlikte ürettiğimiz bir süreç olduğumuz için Erhan Bey’le “Bizler bu sürecin neresindeyiz?”i konuşalım istiyoruz.

Bekir Cantemir: Şehir ve medeniyet arasında nasıl bir ilişki mevcut?

Erhan Bey burada size söz verecek olursak “Şehir ve medeniyet arasında bir bağ var mı? Sizin düşünce sistematiğinizde bunlar nasıl oluştu? Bize buradan başlayabilir misiniz?

Erhan Erken

Eyvallah, Teşekkür ederim. Öncelikle hepinize hayırlı akşamlar diliyorum. İbrahim Ethem Bey’in de dediği gibi bugün hüzünlü bir günde toplantı yapıyoruz. Daha dün bir arkadaşımız, çok yakın bir dostumuz vefât etti. Ateş düştüğü yeri yakar ama bizim gibi Türkiye’de ve dünyada birçok yerde vefâtlar oluyor ve ateş düştüğü yeri yakıyor! Biz de şu anda böyle bir halet-i ruhiye içerisindeyiz. Hepsine Allah rahmet eylesin. Hastalara da şifalar diliyoruz. Ümmet-i Muhammed’in bu dertten bir an önce kurtulması için sizler de muhakkak aynı duaları ediyorsunuz.

Şimdi bu medeniyet ve şehir konusunda iki önemli soru var. Tarih boyunca bu konuda sorular sorulmuş.

İnsanoğlu nereden geldi, nereye gidiyor!

Bugün de soruluyor, muhtemelen yarın da sorulacak. İnsanoğlu nereden geliyor? Birinci önemli soru bu. İkincisi ise insanoğlu nereye gidecek? Bu ikisi çok can alıcı sorular. Tabii hayat daha yavaşken ve insan tefekkür ederken bu soruları sürekli kendi kendine soruyor. Ama yaşadığımız dönem biraz böyle modernizm, post modernizm çok hızlı bir hayat sürüp giderken bu hızlı hayatın içerisinde insan bazen “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” soruları günün heyûlâsı içerisinde kaybolup gidiyor. Ama bu iki soru çok önemli. Tabii bu iki soruya göre de yaşadığınız hayat bir şekil kazanıyor. Bizler mensubu olduğumuz din itibariyle, medeniyet itibariyle bunlara dinimizden gelen daha net cevaplar verebiliyoruz. Rabbü’l-Âlemîn’den geldik, bu dünyada bir kul olarak yaşıyoruz. Ve inşallah işimizi, vazifemizi iyi yaptığımız zaman yerimiz güzel olacak diye bir mutmainlik içindeyiz. Ve bunu nereden elde ediyoruz? Vahye dayalı, sünnete dayalı bakış açılarıyla bunları elde ediyoruz. Ve o çerçevede din bize bunları söylüyor. Şimdi böyle bir çerçeve ve buna sahip bir insanın kafasında hayata dair bir zihniyet oluşuyor ve insanın hayata tamamen “Nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?” çerçevesinde bakması gerekiyor ve öyle de bakıyor. Öyle baktığınız zaman sizde bir bilinç oluşuyor. Ve oluşan bu bilinç ve dolayısıyla bir tasavvur sizin bütün hareketlerinizi etkiliyor. Ne yapıyorsunuz? Yazıyı ona göre yazıyorsunuz. Konuşurken ona göre konuşuyorsunuz. Bir ev inşa edeceksiniz, evi inşa ederken bu zihniyete göre inşa ediyorsunuz. Elbisenizi, kılık kıyafetinizi ona göre düzenliyorsunuz. Yani bir nevi zihniyetinize göre etrafınızı nakşediyorsunuz. İzler bırakıyorsunuz. Ve bu izler ve nakşetme faaliyeti topluluk halinde yaşayan insanlar arasında ortak bir bakış açısıyla meydana çıktığı zaman bir kültürel zemin oluşuyor.

Medeniyet inşasında zihniyet anahtar kelime.

Ve medeniyet de belki bunun üzerinde bir yerde birikiyor. Zihniyet o kadar önemli ki, bu sorduğunuz “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” sorusunun etrafındaki hayata bakışınız ve duruşunuz o kadar önemli ki oluşan o zihniyet ve tasavvur sizin bulunduğunuz yerde o şehri oluşturmanızı sağlıyor. Yani medeniyet bu şekilde bir iz bırakma işi, iz bırakma toplamı.

Medeniyetin şehirle yakın bir ilişkisi söz konusu.

Bunun da en önemli buluştuğu yer şehir. Medeniyet lafı da şehirden geliyor biliyorsunuz. ‘Medine’den geliyor veyahut da… Bizim düşüncemizde medeniyetin şehirle çok ciddi bir ilişkisi var. Batıda da aslında “civilization” “civil” kelimesi olan bir laftan geliyor.

Civilization… Bir nevi Burjuva ahlâkı…

Oradaki civilizationda biraz da nezaket, kibarlık gibi umdeler var. Bir nevi burjuva ahlâkı.

Medeniyet şehre dayanır…

Kökü medeniyete uzanan, şehre dayanan bir unsur. Dolayısıyla zihniyet, hayata bakış ve dahi duruş o şehrin oluşmasını sağlıyor. Ben şehir ve medeniyet kelimelerini böyle bir çerçeveye oturtuyorum. Medeniyetle ilgili pek çok tanım var biliyorsunuz. Yine kültürün 160’ın üzerinde tanımı var. Kültür ile medeniyet birçok yerde ortak ele alınıyor. Mesela Cemil Meriç “umran” diye şöyle bir tanım yapmış: Bilgiyi, inancı, sanata, ahlâkı, hukuku, adaleti, bir kelime ile insanın toplumsal bir varlık olarak elde ettiği bütün kabiliyetleri kuşatan bir bütündür. Her şeyi içine alan bir bütün. Tabii bunun da arkasında bir zihniyet, bir dünyaya bakış var.

Bekir Cantemir

Pekiyi burada Erhan Bey dünya tarihi boyunca birçok şehir meydana gelmiş. Ben, Dünya tarihi okumalarında İslam Tarihini ayrı bir başlıkta ele almıyorum. Benim için insanlığın tarihi İslam’ın tarihi ile özdeş. Hz. Âdem’den bugüne, insanlar yeryüzüne geldiğinden beri yeryüzünü mamur etme faaliyeti içinde… Hatta “imar” kavramının Osmanlı’da kullanılış biçimi “şenlendirme.” Bir yere şenlik verme, bir yeri canlandırma anlamında kullanıldığı için yeryüzünü mamur etme biçimlerinde farklı insanların dini ve kültürel etkileşimleri var. Dünya tarihine baktığımızda bir Yunan şehrinden bahsedebiliyoruz. Bir Roma şehrinden bahsedebiliyoruz. Farklı dönemlerde şehirler var. Bu bağlamda sizce şehirlerin inşası nasıl olmuş? Yani eski şehirlerin oluşumu ne üzerinden gerçekleşmiş.

Erhan Erken

Burada benim dikkatimi çeken birkaç yaklaşım var. Bir tanesini Sadettin Ökten Hoca’nın bir yazısında okumuştum. Medeniyetler önce nehir kenarlarında oluştu. İnsanlar su kenarlarında toplanmışlar, şehirleri buralarda kurmuşlar ve medeniyetleri nehir medeniyetleri olmuş. Sonra daha açılmışlar deniz medeniyetleri oluşmuş. Daha büyümüş, son dönemlerde okyanus medeniyetleri oluşmuş.

Saraybosna Başçarşı

Suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var.

Yani suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var. Davutoğlu’nun Şehir ve Medeniyet isimli bir makalesi var. 2004’lerde çıktı, sonra kitabında da bu makaleyi biraz daha geliştirdi. Orada mesela şehirleri bazı kategorilere ayırmış. O da bana ilginç geliyor. Mesela bir tanesinde diyor ki “medeniyete öncü kurucu şehirler” diye bir tanımı var. Onun örneği olarak Medine ve Roma’yı göstermiş. Yani bunlar medeniyet öncesinde adeta o medeniyetleri de kuran şehirler bazında ele almış. Bir de ikinci tanım medeniyet tarafından kurulan şehirler… Örnek olarak Bağdat’ı, Kurtuba’yı, Granada’yı, Paris’i, Londra’yı, Pekin’i vermiş. Bu şehirleri medeniyetin kurduğu şehirler şeklinde tanımlamış. Üçüncü tanım da medeniyet oluşumu sonrasında “aktarılan” ve taşınan “şehirler.” Bu da ilginç bir şey. Yani Konya, Bursa böyle bir şehir ve Saraybosna. Ben bu tanımı biraz daha geliştiriyorum Üsküp, belki Manastır, Prizren… Bu şehirler de de Davutoğlu’nun bahsettiği tarzda “taşınan” şehirler adeta. Bu da ilginç. Bir dördüncü tanım da medeniyet dönüşümü sırasında önemini kaybeden şehirler. Bunun en önemli örneği Selanik… Gerçi, Kurtuba ve Granada da bir dönem zirve olmuşlar, sonra önemlerini kaybetmişler. Endülüs’teki şehirlerden Toledo da bana çok ilginç gelmişti. Bir zaman orada çok büyük bir birikim oluşmuş, şu anda perişan bir halde. Bizim dedelerimiz Selanik’ten kalkıp İstanbul’a gelmişler. Eski Selanik’in eserlerine baktığınız zaman tam bir İslâm şehri olduğunu görürsünüz.

Üsküp Çarşı

Eski Selanik bir İslâm şehri.

Bugün ise Selanik’te sadece bir minare var. O minarenin olduğu yerde de namaz kılınmıyor. Gidenler biliyordur, Selanik’te bir tek mescit var: Osmaniye Mescidi. Bir amcanın binasının bodrumunda kurduğu bir mescid. Selanik’te bir tek orada namaz kılınabiliyor. Beşinci tanım da farklı medeniyetleri buluşturan, “dönüşen” ve “dönüştüren” şehirler. Bunların örnekleri, Kudüs, Kahire ve İstanbul…

Kudüs-ü Şerif

Bu son tanıma giren şehirler esasında birçok medeniyet unsurunu bir araya getirmiş. Mesela İstanbul bir nevi Medine-i Münevvere’nin kardeş şehri olarak algılanmış bir şehir. Aynı zamanda esasında İstanbul’da Roma da var. Roma’dan, Bizans’tan kalan sütunlar duruyor. Belki bizim eskiler birçok eseri de o sütunların üzerine inşa etmişler. Görüyorsunuz, bu Roma sütunu ama ona ayrı bir form vermiş ve artık bizim olmuş onlar. Bir de tabii burada ilginç olan mesele şu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimîn unvanını kullanıyor hem de Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Böylelikle farklı bütün unsurları bir arada içselleştirmiş. Fatih, İstanbul’u da bence böyle inşa etmiş, kurgulamış. İstanbul’u kurduğunda içinde Roma da var, Roma’yı da kaybetmemiş. Mesela Ayasofya… Ayasofya hâlâ duruyor. Ayasofya bir fetih mescidi ama kilise halini de görüyorsunuz, burada eskiden kilise vardı diyebiliyorsunuz. Şu anda bile hâlâ İstanbul’da birçok kilise var. Bazıları cami olmuş ama yine de o kiliseleri görebiliyorsunuz. Şehir için bu tür formlar ve tanımlar yapılabilir.

İstanbul’un kentsel dönüşümü

Bekir Cantemir

Şöyle devam edebilir miyiz? İstanbul fethedildiğinde Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un bölgelerini paşalara dağıtıyor. Mahmut Paşa Mahmut Paşa’yı, Cerrah Paşa Cerrah Paşa’yı, Murat Paşa’ya Aksaray Murat Paşa bölgesini… Her paşa bir semti ihya ediyor. Böylece de külliye merkezli bir oluşumla da şehirler imar ve ihya ediliyor. Ama bu dağıtımda, şöyle bir ayrıntı var. Özel mülkiyet yok. Vakfedilmiş bir arazi var. İstanbul fethedildiğinde şöyle dendiği söyleniyor Fatih’e. “Eğer siz buraları Yeniçeriler’e dağıtırsanız bu şehrin imarı mümkün olmaz.” Bu yüzden Suriçi vakıf olarak ilan ediliyor. Ve insanlar yaşadıkları evlerde de vakıf üzerine bir yaşam kuruyorlar. Hatta Bahattin Yediyıldız doktora tezinde şöyle bir ifade kullanıyor: “Osmanlıda bir insan vakıf bir beşikte, vakıf bir evde doğar. Vakıf bir okula gider. Bir vakıfta çalışır. Bir vakıf camiinde ibadet eder. Bir vakıf kütüphanesinde vakıf kitaplarını okur. Bir vakıf tabutunda vakıf bir mezarlığa defnedilir.” Aslında mülkiyetin olmadığı, buradaki kullanım ilişkisi nedeniyle de şehirle ilişkinin farklılaştığı bir mekândan bahsediliyoruz. Şimdi bu Tanzimat’la birlikte, 1858’de ‘Arazi Kanunnamesi’yle birlikte bu şehir, özel mülke dönüşüyor. Şimdi buradan baktığımızda sizin tahayyülünüze göre külliye merkezli şehir nasıl kurulur? Sizce şehrin merkezinde bir külliyenin olması, bir camiin olması hayatı düzenlemek açısından önemli bir şey midir? Külliye kavramını biraz açar mısınız?

Erhan Erken

Fatih İstanbul’u fethettiğinde şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu söyleniyor. Halil İnalcık o tarihlerde 15 bin civarında hane olduğundan bahsediyor. Bunlar tabii kurgu ve tahmine dayanıyor.

Sultanahmet Arasta

Fatih, İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

50 bin ile 75 bin arasında bir nüfustan bahsediliyor. Fakat kısa bir sürede İstanbul’un nüfusu 100 bine çıkmış. Bir de Fatih’in vakfiyesinde şöyle bir söz vardır: “Hüner bir şehrin bünyad etmektir. Reaya kalbin abad etmektir.” Burada “Bir şehri onarmamız lazım, yeniden inşa etmemiz lazım ve burada yaşayan insanların kalplerini de âbâd etmemiz lazım gelir” şeklinde, güzel bir düşünce var. Fatih hakikaten İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

Vakıf ve külliye meselesi çok kafama takılıyor. Yani ben İstanbul’la ilgilenirken şöyle bir bakış açısına sahibim. İstanbul’a şöyle bakabiliriz: Ne kadar güzel boğaz, erguvanlar, yalılar harika. Nefis sular var. Güzel bir florası var. Boğazdan balıklar akıyor. Kışın bunlar Akdeniz’e doğru gidiyor, yazın Karadeniz’e doğru… Lüferi var, kalkanı var falan… Tamamen güzelliklerin olduğu ve eski güzellikleri köpürterek anlattığımız bir şehir mi bizim için önemli olan… Yoksa bir zaman bizim dedelerimizin, onların da büyüklerinin burada zihniyetlerine bağlı olarak inşa ettikleri, nakşettikleri, oluşturdukları bir şehir mi? İstanbul’un bu tarafı benim çok ilgimi çekiyor. Niye ilgimi çekiyor? Ben doğma büyüme bu şehirde; İstanbul’da yaşıyorum. Dedelerimiz nasıl bu şehirde bir medeniyet perspektifinde iz bıraktılarsa, nakşettilerse, eserler oluşturdularsa, bunları hayranlıkla izliyorsak “Biz bugünden yarına nasıl bir iz bırakacağız? Nasıl bir nakış yapacağız? Veya yapmalıyız.” Ben kendime bu soruları soruyorum. Bu soruları sorarken de şehre hep o gözle bakıyorum. Diyorum ki “Bu insanlar hangi formülle bu şehri âbâd etmişler? Oluşturmuşlar, yeniden inşa etmişler?” Bunlar ilgimi çekiyor benim.

Vakıf, medeniyetimizin kilit taşlarından biri.

Burada da en kilit noktalardan biri de esasında vakıf kültürü. Bu insanlar esasında hadisenin merkezine dini koyuyorlar. Tartışabiliriz, dinden saptıkları noktalar, yanlış uygulamalar, hatalı tefsirler olabilir, insanlar netice itibarıyla hatalar da yapmışlardır. Dolayısıyla bu insanlar işin merkezine dini koymuşlar. Ben öyle görüyorum. Şeriat önemli burada. Bunu da oluştururken vakıf kültürünü çok iyi işlemişler. Nasıl işlemişler? Vakfı da dine dayandırmışlar. Bilindiği üzere insanlar öldüğü zaman üç zümrenin defteri açık kalıyor. Kim bunlar? Hayırlı bir evlat bırakanlar, bir ilim geleneği oluşturanlar ve de sadaka-i cariye yapanlar. Vakıf, bahsettiğim sadaka-i cariyenin tam da üzerine oturan bir vakıa. Sen kendinden bir malı ayırıyorsun, vakfediyorsun ve kıyamete kadar da insanlar bunlardan faydalandıkça sana da sevap yazıyor. Bunun peşinde koşmuş bu insanlar. Bunun peşinde koşarlarken de gördüğüm kadarıyla cami ve külliye merkezli bir şehrin ardından koşmuşlar.

Medeniyetimizin şehir kurgusu cami merkezlidir.

Bizim medeniyetimizin oluşturduğu şehir tipolojisine baktığımızda, şehir ve mahalle tipine baktığımızda merkezde camileri görürüz. Camileri ve külliyeleri görürüz. Şöyle de diye biliriz Hristiyanlarda da kilise var, Yahudiler de de havra var. Bizimkiler form itibarıyla mescid ya da camii ortaya koymuş, bütün yönü, şekli ona göre yapmış, evleri ona göre düzenlemiş ve bunların etrafında da ilimle ilgili muhakkak bir şeyler yapmış. Camiinin yanına, mahallelere sıbyan mekteplerini koymuş. İstanbul’da 35’in üzerinde padişah ve çevrelerinin inşa ettiği külliyeler var. Hanımları, çocukları falan… Hanım sultanların da epeyce eserleri var. Bunların dışında da bahsettiğiniz paşaların eserleri var. Dolayısıyla İstanbul’da ciddi bir külliye kültürü var.

Fatih’in merkezini cami ve medreseler oluşturur.

Burada mesela işin büyüklüğüne göre Fatih’i ele aldığımızda Fatih semtinin tam ortasında bir cami ile Karadeniz ve Akdeniz medreseleri var. Yanında kütüphanesi, onun hemen yanında sıbyan mektebi, hamamı… Hamamsız hiçbir semt yok. Bunun yanında tabhanesi/aş evi. Fakir fukara şehre geldiğinde birkaç gün kalıyor burada ve ihtiyaç halinde küçük tedavileri yapılıyor. Yiyor, içiyor ve dua ediyor. İmaret muhakkak var, ayrıca şifahaneler. Orada da tedaviler yapılıyor. Osman Nuri Ergin külliye kavramından imaret diye bahseder. Durum Halil İnalcık’da da böyledir. İmaretin daha dar manası insanlara, garib ü gurebaya yemek verilen yer. Küçük bir şehir oluşturmuş böylelikle. Bir de yanında muhakkak çeşmeler ve çarşılar var. Külliyelerin oluşmasında tamamen vakfedilmiş malzemeler/unsurlar… Bir bölümü de vakıfların gelirlerini sağlayan yerler. Mesela nedir bunlar? Hamamlar, çarşılar, kervansaraylar… Buralardan gelen gelir de vakfediliyor söz konusu eserler için. İlginçtir, Ayasofya Vakfiyesi’nin en önemli gelir kaynağı Cevahir Bedesteni’dir. Sultan Fatih, Cevahir Bedesteni’ni yapıyor –ki Kapalı Çarşı’nın nüvesidir, ilk önemli bedesteni. Buranın gelirini Ayasofya Vakfı’na bağlıyor. Sultanhanam’daki Haseki Sultan’ın yaptığı Sultanhamamı’nın gelirleri de yine vakfedilmiş. Zamanla buraların gelirleri Yeni Camii’nin vakfiyesinin içerisine alınmış. Cami merkezli, muhakkak ama yanında çarşısının olduğu, sosyal hayatın da olduğu, hamamın da olduğu, diğer müştemilatın da olduğu külliyeler ve külliyenin etrafında genişten dara doğru giden bir mahalle ve şehir kurgusu. Uzaklaştıkça da şehrin uzak noktalarında da daha dar sokaklar belli yerlerde de çıkmaz sokakların olduğu bir mahalle anlayışı.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor. Şimdi böyle bir kurgu yapmışlar, vakfiyenin, imaretlerin ve külliyelerin üzerine… Ve şehri böyle şenlendirmişler gördüğüm kadarıyla. Bu bir bakış açısı. Biz bugün yaparsak ne/neler yapabiliriz diye düşünüyorum bazen. Mesela yeni inşa edilen şehirlere bakıyorum. Böyle bir anlayış, ibadethanelerin etrafında kurgulanan bir anlayış yok. Bizim Müslümanların yaptığı şehirlerden bahsediyorum. Mesela en önemlilerinden bir tanesi diyelim Başakşehir. İsmi bile başaktır. Bizim siyasi düşüncemizin içinde de başak figürü vardı bir dönem bizim mahallede. Başakşehir bizim kurduğumuz bir yerdir. Ama Başakşehir, Fatih gibi, Süleymaniye gibi külliyelerin etrafına oturmuş bir şehir değil. Neyin etrafına oturmuş? Belki postmodern kültür, merkezi olmayan bir şehir anlayışı olabilir. Ama eskilere baktığımda vakıf düşüncesi ve külliye anlayışı bana çok ilginç geliyor. O gözle de bakıyorum ve diyorum ki “Bugün bize şehir inşa et deseler neyin etrafında döndüreceğiz bunu!” Bu ciddi bir soru işareti.

Bekir Cantemir

Burada bir sorum var. Constantinapol’ü bir Roma şehri olarak Konstantin kurduğunda ne yapıyor? Şehri kurmazdan önce kuracağı yer hususunda Çanakkale Asos’un yanındaki Gülşehir ile şimdiki İstanbul arasında kararsız kaldığı söyleniyor ve sonradan da günümüz mekanını seçiyor. Constantinapol’ü Miladi 300’üncü yılda kuruyor, geniş caddeler inşa ediyor, heykeller dikiyor, sarayını yapıyor, hipodromunu yapıyor, hamamlar kuruyor, suyu getiriyor. Bugün o dönemlerden, Unkapanı’nda göz ününde kalan su kanalları var İstanbul’da. Bunları yapan Konstantin, imparatorluğunu Hristiyanlığa geçiren kişi. Konstantin’in kurduğu bu şehirde de yollar, hamamlar inşa ediliyor. Bu mekanı ilk defa Konstantin şenlendiriyor. Sonra Osmanlı şenlendirmesi geliyor. Osmanlı’da İstanbul’un imar esaslarından birisini vakıf kültürü oluşturuyor.

Bizdeki sorun vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızla ilgili.

Bizdeki sorun sadece kaybedilen savaşlar ve modernleşme tecrübemizde vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızdan neş’et ediyor. Çünkü 1826 yılında vakıflar merkezileştirildiğinde yani ulema maaşlı hale getirildiğinde, Ayasofya’nın imamı maaşlı hale getirildiğinde, ulema maaşlı hale getirildiğinde burada bir sistem değişikliği olmuş oldu. İran da mesela ulema maaşlı hale getirilmiyor, İran’ın siyasi ve politik sürece farklı bir şekilde ilerliyor. Burada şunu sormak istiyorum. Başakşehir Batıkent’in bir kopya ile modellemesidir. Ankara’daki Batıkent ile İstanbul’daki Başakşehir’in bina tasarımında bir farkı yoktur. Amaç nedir? Aynı temel üzerine çok fazla konut çok fazla insan sığdırmak. Çünkü çok fazla köyden kente göç var. Bu kadar insanının sorununu çözmeniz gerekiyor. İşin estetik tarafıyla ilgili tartışması yapıldığında şunu sorabilirim size. Ben Çorumluyum. Çorumda, günümüz TOKİ evlerinde yaşamakta olan bir öğretmenin hayatını Kral Hattuşaş Hitit Kralı olarak yaşayamamıştır. Çorumlu öğretmenin otoparklı bir evi var, asansörle inip çıkıyor ve evini doğalgaz ile ısıtıyor. Arabasıyla da Migros’tan tropikal meyve alabiliyor. Bunu Hitit Kralı yapamamıştı. Ben burada estetik tartışmalarını pratik sorun çözücülükten uzak bir romantizm içinde buluyorum. TOKİ binaların estetik sorunlarını tartışabiliriz ama kitlesel konut sorununu ucuza çözmenin fazla bir yolu yok. İnsanlık tarihi boyunca, sıradan insanın bu kadar konforlu bir hayat yaşadığı bir dönem olmadı. Geçenlerde Freud dizisini izledim. Adamlar her daim duş alamıyor, koltuk altlarını siliyorlar. Neden? Çünkü su yok, suyu tahliye etmek de bir problem.

Yarın: ‘Mükemmel şehir!” Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

İttifak Gazetesi 30.04.2020 

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-i-m1706.html