Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-II

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin ikinci bölümü 01.05.2020

Hamiş: Bu yazımı rahmetin nur olup yağdığı bir Ramazan gününde Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetine tevdi ettiğimiz kayınbiraderim Abdurrahman Güngör’ün aziz hatırasına ithaf ediyorum. Merhumun ruhu için Fatihalar okuyalım.

Erhan Erken

Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

Erhan Erken ile Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda düzenlediğimiz ‘şehir ve medeniyet’ serlevhalı online sohbet programının ikinci bölümünü değerli okuyucularımızın irfanına arz ediyoruz.

Bekir Cantemir

‘Mükemmel şehir’ olarak inşa edilen Roma’da insanlar vebadan kırılıyor. Şehrin kanalizasyonunu evlere kadar götürüyorlar ama üçüncü, dördüncü kattaki dairelere kanalizasyon götüremiyorlar. İnsanlar dışkılarını bir kaba koyup, birinci kata indirip orada kanalizasyona döktükleri için binlerce kişi salgın hastalıklardan ölüyor.

Vakıf kültürü yanında bize Ahilik’ten Fütüvvet geleneğinden bahsedebilir misiniz? Aynı ticarethanelerimiz var. Ama biz günümüzde ticaret yaparken nasıl ideal ahlakı, ticaret ahlakını sürdüremiyorsak bina yaparken de bunu sürdüremiyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Osmanlı İstanbul’unda şehrin ortasındaki çarşı, pazar ve şehirdeki ticari düzenleme nasıldı? Ve bugün de sizce nasıl olmalı?

İbrahim Ethem Gören

Buraya bir editör notu düşelim. Bekir Cantemir’in Başakşehir Batıkent karşılaştırması vakıa mutabık değil. Neden değil? Başakşehir cami ve külliye merkezli olarak inşa edilmemiş olsa da halkının gönül evlerinin nabzı oralarda atmaya devam ediyor. Batıkent’e gidiniz, bir adet medrese bulamazsınız. Başakşehir’de onlarca medrese ve vakıf var.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor. Kendimden misal vereyim. Başakşehir’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir konut projesinde oturuyorum. Burası bir vakıf mülkü. Mülhak vakıflarımızdan Silahdar Mehmed Ağa’nın Vakfiyesi burada yaşıyor ve yaşatılıyor. Silahdar Mehmed Ağa Vakfı’nın bölgede onlarca arazisi var. Oturduğumuz sitenin içerisinde bir mescid ve bir medrese var. Sitenin dükkânlarında İlim Yayma Cemiyeti’nin, Hayrat Vakfı’nın Mekteb-i İrfan Derneği’nin, Anadolu Gençlik Derneği’nin ve Yedi Hilâl Derneği’nin şubeleri var. Buralarda Ümmet-i Muhammed’in evlatlarına İslam’ın umdeleri öğretiliyor.

Evimizin tam karşısında İstanbul’un Mehmet Emin Saraç İHL Kampüsü var. Burası İstanbul’un en büyük İHL kampüslerinden biri. Kampüsün içindeki kültür merkezi gerçek bir irfan ocağı mahiyetinde çalışıyor. Evimizin hemen yakınında TÜGVA’nın bir gençlik merkezi ile onun hemen yanında El-Osman Akademi ve Vatan İlmî Araştırmalar Derneği yer alıyor. Silahdar Mehmed Ağa vakıf arazilerinin bir tarafında Hoca Ahmed Yesevi Camii, Hoca Ahmet Yesevi Kız Kur’an Kursu ve diğer tarafında da Mehmed Zahid Kotku Camii bulunuyor. Dolayısıyla Başakşehir’in ictimai ve sosyo-kültürel medeniyet dinamikleri yakından izlendiği zaman gözlemlenebiliyor.

Erhan Erken

Ya hu şimdi, İbrahim Ethem Bey, diyorum ki Beyin Bey’in moderatör değil de benim moderatör olup da Bekir Bey’in anlatması lazım gelir! Biz burada sanki yanlış yapmışız. İstanbul’un önemli bir bölümünü doktora tezi yapmış bir arkadaş moderatör, ben konuşmacıyım!

İbrahim Ethem Gören

Estağfirullah, estağfirullah. Gayet iyi gidiyor.

Bekir Cantemir

Ben, sizin okumalarınız ve birikiminizle yorumunuzu merak ediyorum. Bir İstanbul beyefendisiyle bunları konuşmak verimli de oluyor.

Erhan Erken

Eyvallah teşekkür ederim. Bazen ben şöyle düşünüyorum. Hz. Âdem yaratıldığında Hz. Allah ona eşyanın tüm isimlerini öğretiyor. Bilinen bir şey varsa ilk andan itibaren vahiyle geliyor. Her dönemde mutlaka peygamberler var. Binlerce peygamber gönderilmiş. Kur’an-ı Kerim’de bir kısmının isimleri zikrediliyor. Bir bilgi insanlığa geldiyse ucunda mutlaka vahiy var. Sonradan bunların bazıları çarpıtılmış. Dolayısıyla insanların insanlık tarihi içinde farklı farklı dinlerde farklı farklı coğrafyalarda bir güzel uygulama gördüğüm zaman diyorum ki “bunun kökü bir yerden vahye ve Rabb’ül-Âlemîn’in insana öğrettiklerine dayanıyor.“

Doğuya da batıya da gittiğinizde şehirde, mekânda bir takım güzelliklere şahit olduğunuzda “Bunlara bir yerlerden bir şeyler gelmiş” diyorsunuz. İbadetlerinde bile bazen İslam dinindeki bazı ibadetlerle benzerlikler var. Demek ki bir yerlerden buralara esintiler gelmiş. Dolayısıyla onlar da hakikati vakti zamanında daha düzgün şeylerde bulmuş olabilirler. Bizimkiler bunu bir dönem iyi uygulamışlar diye görüyorum. Belki de ben geçmişe biraz sıcak bakan bir adamım.

Esnaf kültüründe şunu görüyorum. Esnafımızı herhangi bir işe başladığında besmeleyle başlıyor, Allah’ın adıyla başlıyor. Sabahleyin dua ile başlıyor işine. Her işin merkezinde esasında din ve iman var. Ahilik geleneğine bakıyorum. İnsanın üç şeyi açık, üç şeyi de kapalı olması lazım. Nedir bunlar? Eli açık olacak, kapısı açık olacak, sofrası açık olacak. Ahiliğin önemli bir prensibidir bunlar. Ne anlatıyor? Kardeşim cömert olman lazım. Kardeşim konuksever olman lazım. Kardeşim diğerkâm olman lazım. Yani kendinden çok başkalarını düşünmen lazım. Çok güzel bir formül. Üç şeyin de kapalı olacak. Gözün kapalı olacak, ayıpları örteceksin. Irzın kapalı olacak, hududullaha/Allah’ın koyduğu sınırlara dikkat edeceksin. Dilin kapalı olacak dedikodu yapmayacaksın, laf taşımayacaksın falan. Ahilikteki ‘üç kapalı üç açık’ bence sistemin önemli noktaları. İş yaparken de muhakkak değer bazlı bir iş yapacaksın.

Ahilik teşkilatımız gücünü fütüvvetnâmelerden alıyor.

Ahiliğin arka tarafında fütüvvetnâme kültürü vardır. Fütüvvetnâmelere baktığımız zaman, 9’uncu ve 10’uncu yüzyıldan itibaren 700’ün üzerinde ahlâkî değer, özellik görürsünüz. Bunların 120 kadarını Ahilikte kullanmışlar, çıraklıktan yamaklığa, kalfalıktan ustalığa geçerken ve iş hayatının tüm evrelerinde. Adam yamaklıktan çıraklığa geçiyor, oradan kalfalığa geçiyor, oradan da ustalığa… Ve bin günlük bir sürede oluyor bunlar. Üç yılda yamaklıktan çıraklığa geçiyor, üç yılda çıraklıktan kalfalığa geçiyor ve yine üç yılda kalfalıktan ustalığa geçiyor. 12 yıllık tedrisat süresince hem meslekî bir ehliyet sahibi oluyor hem de ahlâkî bir ehliyet sahibi oluyor. Bu bir eğitim sistemi. Biz günümüzde 12 yılda çocuklarımıza lise diploması veriyoruz, yahut meslek liselerinden mezun ediyoruz. Ahilik de 12 yılda yamaklıktan ustalığa kadar adamı mezun ediyor ama yanına hem meslekî hem de ahlâkî şey koyuyor. İşine muhakkak Allah kelâmıyla başlıyor ve Allah kelâmıyla bitiriyor. Çevrelerinde emr-ibilmaruf yapan muhtesibler var. Bunun kökü Peygamber Efendimize (sav) kadar dayanıyor. İlk muhtesib Peygamber Efendimiz (sav).

Yaptığın her iş hem iş hem de ibadet… Hepsi iç içe. Ve sen gününü bitirdiğin zaman senin grubunun, loncanın bir tekkesi var. O tekkeye gidiyorsun akşamları. Sadettin Ökten Hoca bunu bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak anlatıyor. Bizde “beşiran ve neziran” şeklinde iki kavram var. Ayet-i kerimede geçiyor. Biri uyarıcı, diğeri müjdeleyici… Ökten Hoca diyor ki ”Bizim kültürümüzde cami uyarıcıdır, tekke ise müjdeleyicidir. Camiinin uyarıcı yanı fazladır, müjdeleyici tarafı daha azdır, bununla birlikte tekkenin müjdeleyici yanı fazladır, uyarıcı yönü daha azdır.”

Prizren Namazgah

Ahilik din ile hayatın sarmal olduğu bir sistem.

Biz tekkeyi ortadan kaldırdıktan sonra sadece uyarıcı yönü olan bir sistem geriye kaldı. Şimdi ben Osmanlı’ya bakıyorum belki de çok idealize ediyorum, bilemiyorum. Namazını kılıyorsun, akşam da tekkene gidiyorsun. Herkesin meşrebine göre gittiği bir dergâh var. Hem işini yapıyorsun, hem rûhî terbiyeni alıyorsun, hem bir sistemin içinden yetişiyorsun. O sistemin tepesinde de kadı var esasında. Esnafın tepesinde seçilip gelen kethüda var, kethüdanın hesap verdiği kişi de kadı… Adalet mekanizmasının en üstünde de bir kazaskerlik makamı var, adalet dağıtan, din ile ilgili bir makam… Ahilikte hayatın din ile iç içe geçtiği bir yapı/sistem görüyorum. Ahilik çok kontrollü bir yapı. Modernleşme yahut sanayileşme öncesi kol gücüyle, insanların küçük mekanizmalarla iş ürettiği bir yer. Mesela makinalaşmadan, sanayileşmeden sonra kitlesel üretime geçtikten sonra böylesi kontrollü bir Ahilik sistemi olabilir mi tartışılabilir. O zamanki Ahilik gibi bir şey olmaz ama belki ticaret odaları, sanayi odaları, borsalar reorganize edilerek, ama Ahilik ruhunun içinde yer aldığı bir esnaf yapılanması kurulabilir yine. Ama esas mesele şu: Bir sistemin içinde şehrin ortasına camii koyduğumuz gibi sosyal hayatın ortasına da dini, uyarıcıyı ve müjdeleyici bir zihniyeti koyacak mıyız? Ben Ahilikte bunu görüyorum. Şehrin oluşumunda da bu var, esnaflığın oluşumunda da yine bu var.

Sıbyan mektebi bed-i besmele töreni

Çocuk dört yaş dört günlük olduğunda eğitimi başlıyor.

Başka alanlarda, eğitimde de var… Eğitimde çocuk dört yaş, dört ay dört günlük iken sıbyan mektebine alıyorlar. Müthiş bir tören… Bu törenin en önemli tarafı imam çocuğu evinden alıyor, “Rabbiyessir” ile başlatıyor ve böylelikle dini bir eğitime başlatarak çocuğun hayatına ilk günden bir damga vuruyor bir nevi.

Bekir Cantemir

Burada hep anlatımız İstanbul üzerinden. Paranın merkez olarak toplandığı, maddi kültürün aktığı, imparatorluğun başkenti olan bir şehir üzerinden, İstanbul üzerinden konuşuyoruz. Eğer bunu biz Samsun üzerinde konuşacak olursak, Antalya üzerinde konuşacak olursak yani periferideki kentlerdeki ekonomik süreç, o döngüler açısından konuştuğumuzda bu idealize edildiğimiz sisteme her yerde rastlamıyoruz. Çünkü bu kadar yaygın okullaşma oranı yok. Şehri tarihi bir tasavvur olarak idealize ettiğimizde şu anda yaşanamaz bir durum ortaya çıkıyor. Yaşandı ve bitti. Bir daha bunun tecrübesi mümkün değil anlamında söylüyorum. Hâlbuki ben sizin de buna inanmadığınızı veya bunun uygulanabileceğini pratik elde edebilecek düşüncesinde olan biri olarak soruyorum. Şimdi mesela bizim elimizde hâlâ küçük esnafımız var. Kendi çapımızda çarşılarımız var. Sonuçta hâlâ katılım bankacılığının Türkiye bankacılık sistemi içerisindeki rolü hâlâ %5. Sonuçta insanlar maalesef bunu tercih etmiyorlar. Kocaman bir sürü laflar ediyoruz ama ihtiyaç duyulduğumuzda bankacılık işlemlerimizi ideal tercihlerimiz muvacehesinde yapmıyoruz. Şimdi burada bunları şunun için söylüyorum.

Şehrimizde mahremiyeti nasıl kuracağız?

Düşünce temelinizden sonra “Sizce bu yaşadığımız şehirde mahremiyeti nasıl kuracağız? Yani birey olarak, şahsiyet olarak kendimizi, çevremizi nasıl koruyacağız?” Ben bunu mahremiyet kavramıyla açıklıyorum. Çünkü bence bu yüzyılın gayrimenkul geliştirmesinde de en önemli unsurun mahremiyet olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık bu KOVİT’te de gördük ki insanlar evlere kapandığında, duvarların artık seni tutamadığı bir yerde ya da ortak alan kullanımlarında fıkhın her şeyi kuşatmadığı durumlarda bizim başka bir şeye ihtiyacımız var. Bunu mahremiyetin ne kadar değerli olduğuna şahit oluyoruz. Sizce bu şehirde mahremiyet kurulabilir mi? Ya da kurulmasının önünde ne tür engeller var?

Erhan Erken

Bu insanların niyetiyle alakalı bir iş. Şimdi şu KOVİT salgınından sonra da gördük. Yerleşik kuralların hemen hepsinin en ufak bir şey olan virüs ile sallandığını görüyorsunuz. Bütün sistemler sallanıyor şu anda. Değerler sallandı, işlerimiz sallandı, şehir sallandı, mülkiyet ile ilişkimiz sallandı. Araban var bir kıymeti yok, paran var harcayamıyorsun, alış veriş yapamıyorsun bütün keyfin kaçmış. Ve her an ölümü düşünüyorsun. Şimdi olması gereken bu zaten. Aslında sen bu dünyaya bir gölgelenmek için gelmedin mi? İnanıyorsan bu gölgelenmek içindeki zamanını bitirip esas senin mülkün, gideceğin yer ahiret âlemidir. Buraya dünyaya gölgelenmeye geldin. Bu durumda gölgelenmek için geldiğin zamanı en iyi bir şekilde değerlendir. Bununla birlikte burada kalıcı gibi “ila nihaye varım” gibi düşünmeyeceksin. Dünya böyle bir yer haddizatında. Dini düşünce bu. Burada vazifeni yerine getirdiğin bir hayat yaşıyorsun. Evinde de öyle emre âmâde olacaksın. Rabbü’l-Âlemîn ne buyuruyorsa ona göre bir hayat süreceksin. Şimdi biz modern hayatın içinde bunu kaybettik. Bunu kaybettiğin zaman her şey zor geliyor adama.

Osmanlı ev içi

Osmanlı şehirlerinde korunaklı mahremiyet alanları oluşturulmuş.

Normalde mahremiyetten ne anlıyoruz? Rabb’ül-Âlemîn kadın ile erkeği ayrı hususiyetlerde yaratmış. Bunların birbiri aralarındaki ilişkilerini nikâh ile yahut akrabalık bağları ile caiz kılmış. Bunun dışındaki ilişkilerde mahremiyet alanı oluşturmuş. Mahremiyetin en önemli tarafı bu. Tesettür de bununla ilgili, evin şekli de… Şu eleştirilebilir. Osmanlı ev mahremiyetinde bunu biraz abartmış! Bununla ilgili bazı tartışma alanları var. Osmanlı yapımında mahremiyeti biraz abartmış. Haremlik ile selâmlığı öyle bir ayırmış ki bugünkü sistemde bunu bu kadar ayırabilir misin! Zor bir şey, Müslümanların bile şu anda kafasının basmadığı bir şey. Biz ilk evlendiğimizde bizim bütün odalarımızın arasında perde vardı. Ben perdeyi ilk olarak koyduğumda birçok aile efradı o perdeden rahatsız oldu. Geliyor, Hanımları bir yere erkekleri ayrı bir yere alıyorum, millet şaşırıyor, kafası karışıyor! “Bu işler böyledir, sen de rahat et ben de rahat edeyim” diyorum. Bunun örneğini nerede görüyorsun? Safranbolu evlerinde görüyorsun. Eski Türk evlerinde görüyorsun. Bir de ortaya  dolap koşmuş adam. Hanımı getiriyor o çayı dolaba koyuyor, dolabı çeviriyor, erkek diğer taraftan alıyor, oradan hizmet ediyor. Pat diye evin içerisine giremiyorsunuz, bir de girerken orada bir sütre var, önce seni selâmlık bölümüne alıyorlar. Rahatlama bölümü balkon değil, bahçe mesela. Modernleşmeyle birlikte bahçe balkona dönüşüyor. Dışarıdan bakan içeriyi seyrediyor. Eski İstanbul evlerinde bir kafes var. Dışarıdan baktığınızda evin içerisi görünmüyor. Şimdi çok modern evlerde perdeler ardına kadar açık. Bütün ey meydanda! Sokak ile evin ayırımı yok, adam ayakkabıyla evin içerisine giriyor falan. Bizim kültürümüzde mahremiyet niye var? Hanım erkek ilişkilerini birbirinden tatlı bir şekilde ayırmış bunu. Sosyal hayatı da buna benzer bir şekilde ayırmış. Bizimkiler bunu nerede bozmuşlar? Modernleşme dönemlerinde mesirelerde falan bunu çiğnemeye başlamışlar. Mesire yerlerine gitmişler, birbirlerine bakmışlar, hanımlar yine örtülü ama ufak ufak ufak ufak bakışmalar başlamış. Belki bizim bozulmalarımız oradan başlamış. Şimdi otobüste de berabersin, minibüste de berabersin, işyerinde de berabersin, iş hayatında da berabersin. Herkes birbirini rahatsız ediyor esasında. Ben bu tür çok karışık şehir hayatından rahatsız olan bir adamım, mahremiyet anlayışım gereği. Benim buna hakkım var. Ben inancım gereği şehir hayatında belli şeylerin ayrıldığı alanlar istiyorum, tercih ediyorum inancım gereği. Bunu yapabilmeliyim.

Prost’un tezi Ayasofya üzerine…

Mustafa Kemal 1937’de Henri Prost’u İstanbul’a çağırıyor. İstanbul’un yeniden düzenlenmesiyle ilgili. Prost yaman biri. Master tezi Ayasofya üzerine adamın. İstanbul’a gelmezden önce de Fas’ta bu türden çalışmaları yapmış. İstanbul’a geldiği zaman ilk olarak tavsiyelerinden biri “Büyük yollar ve büyük meydanlar yapalım” diyor. “Çıkmaz sokakların, dar sokakların, herkesin girmediği mahrem alanların, mahallelerin şehre açılması lazım” diyor. Bu çok önemli bir şey. Buna mimari olarak bakıldığında “seküler şehirleşme” deniyor. .Fransız devriminden sonra şehirlerde bu tarz büyük yolların büyük meydanların açılması fikri ortaya atılmış. “ Buna orijinalinde espace libre veya public space diyorlar. .Türkçesi kamusal alan gibi ifade edilebilir.

Adam o ekole dayalı olarak şehrin güzelleşmesinden öte şehrin büyük meydanlara açılması, kitlelerin büyük meydanlarda buluşmasını tavsiye ediyor Mustafa Kemal’e. Sonra Mustafa Kemal döneminde Prost’un tavsiyelerinin bir kısmı yapılıyor. İnönü döneminde az bir şey yapılıyor. Demokrat Parti dönemi bunu abartarak yapmış mesela. Vatan Caddesi’nin, Millet caddesinin açılması Prost Planı’nın daha farklı uygulanması. Taksim Meydanı, Beyazıt Meydanı… Şimdi bu yaklaşım şehirdeki mahremiyet alanlarının kitleye açılması planı ilginç bir şey! Haddizatında bu hadise daha kapalı olaydı, hanımlarla erkeklerin bir arada bulunacağı alanlar daha usturuplu şekillendirilseydi, herkes iç içe geçmeseydi daha mı iyi şehir olabilirdi. Düşündüğünüz zaman buna benzer çizgiler bulabilirsiniz. Düşünmediğin zaman olmaz! Bilemiyorum izah edebildim mi?

Vatan Caddesi demişken… Vatan caddesi bir zamanların Lykos deresidir (Bayrampaşa deresi). Oradan Yenikapı’ya kadar dere akarmış ve çevresi de bostanlıkmış. Derede akan suyun debisini ölçmek için sulu kule yapmışlar dere kenarına. Şu an o semtin adı da oradan geliyor.

Bekir Cantemir

Şimdi burada kafesli bir ev düşündüğümüzde ya da ortaya dolap koyup mahremiyet kurduğumuzda paşa konaklarını idealize ettiğimiz için böyle oluyor. Çünkü ben kendi Çorum’daki köy hayatını düşündüğüm zaman Anadolu insanlarının bu kadar mahremiyet kurabilecek imkânları yoktu. Çünkü mahrem kalmak bile ekonomik süreçle alakalı. Yani sizin iki oda bir salon eve misafir aldığınızda mahrem kalacak yeriniz kalmıyor. Dünya tarihi boyunca mahremiyeti koruyabilmek bile ekonomik güç meselesi. Bunu herkesin uygulayabilmesi bana pek mümkün değil gibi geliyor.

Edirne evi

Erhan Erken

Ben bahsettiğiniz mahremiyeti perde ile uyguluyordum. 90 metrekare bir evde yaşıyordum ve evin her tarafında perde vardı. Bunu uyguluyordum. Niyetiniz olursa iki odada da mahremiyeti kurarsınız. Anlatabildim mi! Burada önemli olan niyet ve yaklaşım.

Kastamonu evi

Anadolu’daki pek çok eve baktım. Birçok evlerde bu yapı var, küçüğünde de büyüğünde de… Bilecik evlerinde de, Karadeniz evlerinde de, pek çok Anadolu kent evlerinde de baktığınız zaman niyeti olanlar mahremiyeti kurmuşlar. Az da olsa, küçük de olsa insanımız bu mahremiyeti kurmuş. Bu bir bakış açısı netice itibarıyla.

Bekir Cantemir

19’ucu yüzyıldaki Ermeni kadınların çoğu çarşaflı. Sadece çarşaf renginden Müslüman ya da Hıristiyan olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ya da şu an Netfiix’teki Unorthodox ya da Schnitsel dizisine bakarsanız Hasidik Yahudilerin kendi şeriatlarını nasıl uyguladıklarını, kadın erkek ilişkilerindeki mahremiyeti nasıl inşa ettiklerini görebiliyoruz. Farklı dine mensup olan insanların şu an New York’ta da, Kudüs’te de bunları yapabildiklerini görebiliyoruz. Farklı bir dine mensup insanlar bunları yapabiliyorlar yani. Ben bunun için söylüyorum, yapılabilir ya da yapılamaz anlamında sormuyorum. Sizin kişisel hayatınıza gelecek olursak…

Bekir Paşa: İstanbul’a geniş caddeler açılmalı.

Mesela yolları konuşacak olursak Roma’da geniş yollar açıyor İstanbul’un geniş yollarını burada Bizanslılar kapatıyor. Çünkü Bizanslılar kargacık burgacık bir şekilde imar ediyorlar. Tanzimat Fermanı sonrasında “İstanbul’a geniş caddeler açılmalı” binalar kargir olmalı şeklinde layihalar sunuluyor. Bunu Abdülaziz planlıyor, Abdülhamid, dedesinin Beyazıt’taki türbesini, medreseyi kaldırıp modern bir belediye binası yapmak istiyor ama para bulamıyor. Modernleşme tecrübesi açısından II. Mahmud’un, Abdülhamid’in, Mustafa Kemal’in, Menderes’in ve sonrakilerin zihinsel olarak aynı çizgiyi temsil ediyorlar.

Erhan Erken

Bu noktada haklısınız.

Bekir Cantemir

Sadece maddi imkânı bulan becermiş oluyor. Yol ile ilgili tartışmayı bir kenara koyarak… Sizin gündelik hayatınıza gelmek istiyorum. Fatih’te doğdunuz. O kısmı dinlemek istiyorum. Fatih’e bir ilkokula gittiniz. Dedeniz buralıydı. Dedeniz belki ahşap evini başka bir şeye dönüştürdü. Sizin kendi ailenizin konut ve okul tercihleri üzerinden bize biraz eski İstanbul deneyiminizi anlatır mısınız? Bu okumalarınızla, bize bunu anlattığınız fikirlerle tercihler arasındaki çelişkiler neydi, imkânlar neydi?

Erhan Erken

Şimdi ben daha eski dönemlerde yaşamış biri değilim. Diyelim ben 1961 doğumluyum. Zaten birçok modernleşme hamlesinin olduğu bir zamanın çocuğuyum. Mesela annemin ki daha biraz farklı. Bugün dede evimizin bulunduğu Fatih’te şu anda betonarme bir ev var. Rahmetli dedem inşaatçıymış, evi o yapmış. Oraya annemin anlattığına göre 1950’lerde falan gitmişler.

Dedelerim Selanik’ten Fatih Cemali Sokak’a gelmiş.

Selanik’ten geldikten sonra ilk olarak Fatih’te Cemali Sokak diye bir yere taşınmışlar. Bugün hâlâ Cemali Sokak var. Hatta geçenlerde Instagram’da bir şey paylaştım: Rahmetli dayımın sünnet davetiyesi. Cemali Sokak’ta dedemlerin oturduğu ev, 1935 yılı. Oraya gelmişler. Dedem daha sonra 1950 yılında oraya 300-500 metre yakın bir yerden ahşap bir ev almış, Nişancı caddesinin üzerinde bir yer. Şimdi geçmişe yönelik olarak bakıyorum o evin hiç fotoğrafı yok bizde. Annem anlatıyor: “Güzel bir bahçesi vardı, rahmetli anneannemin çiçekleri vardı, geniş bir bahçe duvarları falan vardı” diye. Annem diyor ki “O evde rüzgâr estiği zaman kilimler havalanırdı. Isıtması çok zordu.” “Erhan sen o kadar idealize ediyorsun ama ahşap evde yaşamak çok zordur” diyor. Şimdi ben bugün bakıyorum, bu ahşap ev çok güzel keşke olsaydı diyorum. Mesela bizim evin hemen yanında dayımın kayınpederinin evi vardı, yarı ahşap yarı kârgir. Basık tavanları olan o evi çok severdik mesela. Burnunuza ağacın, ahşabın kokusunun geldiği bir evden söz ediyorum. Ama çok zahmetli bir evdi, küçücük, daracık odalar. İşte bahçesinde suyu çeşmeden akardı. Tuvalet dışarıda falan, bugün olsa ihtiyaç halinde evden çıkıp bahçede bir yerdeki tuvalete gideceksiniz falan. Ayak yolu. Zahmetli bir hayat yani. Şimdi oradan beton bir eve geçmişler. Biz ahşap eve öykünüyoruz. Bununla birlikte şunu düşünüyorum. Bir zamandan sonra, İstanbul’da yangınların çok olduğu bir zamandan sonra ahşaptan büyük bir kaçış olmuş. Ve betonarmeye doğru bir gidiş olmuş. Şimdi bu ne kadar doğru bir şeydi. Şu son dönemlerde ahşapçılarla çok temasım oluyor, onlardan gördüğüm şu.

Avrupa ve ABD ahşap evlere yöneliyor.

Avrupa’da da ABD’de de ahşaba doğru geniş bir yöneliş var şu anda. Daha sıhhî bir şey ve yapılan araştırmalarda ve benim de okuduklarımda ahşap iyi yapıldığı zaman yangında da kolay yanan bir şey değil esasında. Bir nevi çelikten yapılan yerlerden ahşap daha sağlam. Bunu 2001 yılında ABD’de 11 Eylül saldırılarında gördük. O çelik konstrüksiyonlu binalar ısıya dayanamayıp küt diye çöktü. Ama şu anda Avrupa’da birçok yerde fuar alanları bile büyük ahşap malzemelerden yapılıyor. Esasında baktığınızda ahşap güzel bir şey. Aynı zamanda sıhhatli. İyi organize edilebilirse ahşap evlerde yaşanabilir pekâlâ. Ama “Geçmiş zamanların ahşap evleri iyi miydi?” Belki bu kadar öykündüğümüz kadar iyi olmayabilir. Annemden edindiğim tecrübe.

Bekir Cantemir

Burada şunu sormak istiyorum. Siz hangi evde büyüdünüz? Dedenizin yaptığı evde mi?

Erhan Erken

Ben betonarme bir evde büyüdüm. Dedemin yaptığı betonarme evde büyüdüm ben, ahşap evde değil. Ahşap evi hiç görmedim.

Bekir Cantemir

Pekiyi oradan hangi okula gittiniz?

Erhan Erken

Ben oradan evimize 300-400 metre ilerisindeki Muallim Yahya İlkokulu’na, eski ismiyle 60’ıncı İlkokul’a gittim. Orası annemin de, teyzemin de gitti ilkokuldu. İstanbul’un en eski okullarından biri hâlâ duruyor orada. Muallim Yahya Efendi’nin İlkokulu.

Bekir Cantemir

Dolayısıyla mahalle kültürü içerisinde yetiştiniz.

Erhan Erken

Evet. Biz tamamen Nişanca’da mahalle kültürü içerisinde yetiştik. Nişanca’da mahallelinin ilişkilerinin döndüğü yer Nisanca Camii ve Kumrulu Mescid Camii’dir. Tam bir mahalle kültürüdür. Ben hatta bir zaman “Nişanca Caddesi’nde bir serüven” diye de yazmıştım o mahalledeki ağabeylerin, amcaların, hocaların ilişkilerini. Yani bir nevi dar bir mahalle kültürünün olduğu bir yer. Okulu hemen dibinde, yürüyerek gidiyorsunuz.

Bekir Cantemir

Mahalle kültüründe kontrol mekanizması kimlerdeydi? Şimdi siz servis kullanmıyordunuz, okula yürüyerek gidiyordunuz.

Erhan Erken

Evet, ilkokulda öyleydi.

Bekir Cantemir

Sokakta oynuyordunuz ve aileniz de herhangi bir güvenlik endişesi duymuyordu.

Erhan Erken

Doğrudur, aynen öyleydi.

Bekir Cantemir

Güvenliği sağlayan unsurlar neydi? Mesela şu anda insanlar çocuklarını sokağa bırakmaktan korkuyorlar. Netice itibarıyla şöylece bakarsak üzerinden geçen yıl sayısı 50-60.

Erhan Erken

Benim çocukluğumun geçtiği tarafa bakarsanız kışın biz Fatih’te otururduk, yazın Şenlikköy’e giderdik. Eskiden. Florya Şenlikköy. Şimdi orası çok modern bir yer oldu. Bizim gittiğimiz zaman biz yazlığa giderdik oraya, 5-6 ayımız orada geçerdi. Tek katlı, bahçeli, nadirattan iki katlı evler olurdu orada. Tam anlamıyla ismiyle müsemma İstanbul içinde bir köy. Çok kontrollü bir yerdi o zamanlarda Şenlikköy. Herkesi tanırdık, postacı Sefer Abi vardı mesela. Rahmetli oldu. Mesela bana İstanbul’dan ya da herhangi bir şehirden Erhan Erken Şenlikköy-Florya yazsan, hiç şaşmadan gelirdi o posta. Çünkü Sefer Abi herkesi tanırdı. İşte ne bileyim bakkalı vardı, faytoncusu vardı, köyün muhtarı vardı. İstanbul’un içinde tipik bir mahalle ve köyden bahsediyorum.

Bekir Cantemir

Araya bir anekdot gireyim. Yeşilköy’ü 1930’ylarda bataklığı kurutma karşılığında ücretsiz olarak alıyor bir vatandaş. Bataklığı kurutuyor, 1945’te parselleyip satıyor. Hiç vergi ödemiyor. Hâlbuki ö dönemlerde tarım amaçlı bir yer. Yeşilköy’de bir köymüş o zaman, bataklık bir köy.

Erhan Erken

Şenlikköy’e “Kalitarya” derleşmiş eskiden.

Bekir Cantemir

Deprem açısından İstanbul’un en riskli yerlerinden birinin o kurutulan bataklığın olduğu, bugünkü Ataköy konutlarının olduğu yerler olduğu söyleniyor.

Peki, siz ilkokulu bitirdiniz ortaokula ve liseye Galatasaray Lisesi’ne başladınız. Fatih’ten Galatasaray’a nasıl gidip geliyordunuz?

Erhan Erken

Galatasaray’a gidiş şöyleydi. İlk sene servis tutuldu bize. Bir şoför bizi götürüp getirdi, dört kişi bir arabaya binerdik. Babam sağ olsun. Galatasaray’ın genel havası yatılıdır. Herkes orada yatılı kalır. Ben kendi döneminde Galatasaray’da hiç yatmadan gidip gelen 3 kişiden biriyimdir. O şartla Galatasaray’a yazdırıldım. Annem yatılı gitmemi istememişti çünkü. Koruma içgüdüsüyle veya her nasılsa. İyi de olmuş. Çünkü orası çok dönüştüren bir yer. Bize bir araba tutulmuştu, arabayla gittik geldik. Üç kız, bir ben hep öyle gittik. Galatasaray benim Fatih ve Florya dışında ilk dışarıya çıktığım bir yer oldu bir benim için. Bir endişe ile de gittik oraya tabi. Farklı bir yere gidiyoruz, Taksim’e falan. Benim açımdan ayrı bir kültürle tanışmaydı orası.

Bekir Cantemir

Fatih’ten Beyoğlu’na gittiğinizde hani Fatih-Harbiye’deki bir çatışmayı düşünürsek sizin için farklı bir kültür var mıydı Beyoğlu’nda.

Erhan Erken

Ben bugünlerde onları yazıyorum. Yazarken şu dikkatimi çekmişti. Ben mesela Allah’a inanmayan bir kişinin olabileceğini ilk defa Galatasaray’da gördüm. Çok yakın bir arkadaşıma bir şeyler anlatıyorum “İnanmıyorum, ateistim ben” diyor. O kadar sevdiğim bir çocuk ki “nasıl inanmazsın?” diyorum. Ben çılgına dönmüşüm, durup durup uğraşıyorum, bir şeyler anlatmaya gayret ediyorum falan.

Yarın: Galatasaray Lisesi’nde kendimi okumaya verdim.

İttifak Gazetesi 01.05.2020

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-ii-m1711.html

Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-I

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin birinci bölümü 30.04.2020

Erhan Erken ve İbrahim Ethem Gören

 

Erhan Erken’i 22 Nisan Çarşamba günü ‘karantina günleri’nde BYV’nin Şehir ve Medeniyet serlevhalı online sohbetinde misafir ettik. Dr. Bekir Cantemir moderatörlüğünde gerçekleştirilen sohbetin diyaloglarını değerli okuyucularımızın, kamuoyunun irfanına arz etmeyi vazife biliyoruz.

(…)

Efendim hayırlı akşamlar, hayırlı Ramazanlar. Bugün hüzünlü bir gündeyiz. Daha dün vakfımız hamilerinden Hacı Mehmet Torun Bey ağabeyimizi güncel sağlık sorunları nedeniyle kaybettik. Biz kendisini iyi bilirdik. İyi bir Müslüman, Muvahhit ve mümin olduğuna şehadet ediyoruz. Menzili mübarek, makamı âlî, mekânı Firdevs olsun. Ruhu için Fatihalar okuyalım.

(…)

Erhan Erken hezarfen, nevi şahsına münhasır bir şahsiyet… Siyaset bilimci, yazar, kültür tarihçisi, yayıncı, matbaacı, TV yapımcısı, işletmeci ve eğitimci… Her biri ayrı uzmanlık gerektiren alanlarda faaliyet göstermiş, iş kurmuş, işletmecilik yapmış bir müteşebbis Erhan Erken’in sosyal girişimcilik yönü de var. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı, Bilim ve Sanat Vakfı, İTO ve MÜSİAD gibi pek çok sosyal ve iktisadi organizasyonda kuruculuk ve yöneticilik yapan muhatabımız şimdiki zamanda 40 yıllık birikimini kitap yazarak ve üniversitelerde dersler vererek topluma aktarmanın telaşı içerisinde. ‘Modern Ahi’lik vasfını haiz Erhan Erken ile 24 yıl önce Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda (BYV) hizmete başladığım ilk günlerde tanışmıştım. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kurucularından olan Erhan Erken ile BYV’nin Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptığı dönemde daha yakından tanıma ve birebir çalışma imkânımız oldu. Erhan Erken, Tepe Edebiyat ve Kültür Dünyası dergileriyle başlayan, Yeni Şafak ve Ortadoğu gazeteleriyle devam eden, sonrasında yaklaşık 10 yıl kadar ara verdiğim kültür sanat, medeniyet, geleneksel sanatlar mahreçli yazı hayatıma müessisi olduğu Dünya Bülteni, Dünya Bizim ve Sondevir haber/kültür portallarında tekrar başlamama vesile oldu.

İnsanoğlu yaşadığı mekânı nakşediyor.

İnsanoğlu bir yönüyle nakkaş. Yaşadığı yerlerde izler bırakıyor, adeta o yerleri nakşediyor. Bu nakşetme ile şehirlerde medeniyet zuhur ediyor. Erhan Erken, ecdadımızın şehirlerimizdeki ve bahusus İstanbul’daki, Dâhil-i Sur’daki, kendi ifadesiyle Nefs-i İstanbul’daki nakışları üzerine tefekkür eden ve buradan hareketle kendine özgü terkip şuurları ve analizler ortaya koyabilen bir düşünür.

Şimdiki zaman, Dr. Bekir Candemir’in moderatörlüğünde Erhan Erken’in tefekkür ufuklarından vakıf zihniyetinin şehirlere yansımalarını; külliyeleri, camileri, imarethaneleri, bedestenleri, ticaret hayatını, ahilik ve lonca teşkilatını, eğitim kurumları organizasyonunu, sıbyan mekteplerini, medreseleri, eski mahalle kültürünü, çıkmaz sokakları, cumbalı, dolaplı, kafesli ahşap evleri ve dahi eskimez şehrimiz ‘Belde-i Tayyibe’ İstanbul’u dinleme zamanıdır…

Bekir Cantemir

Bu akşam burada Erhan Erken Ağabeyimizle kendi deneyimleri üzerinden şehir ve medeniyet tasavvuru üzerine bir söyleşi yapacağız. Öncelikle söyleşiyi ikiye ayırmayı teklif ettim Erhan Ağabey’e. Birincisi şehir ve medeniyetle ilgili kendi düşünce dünyası nasıl şekilleniyor? Bu konudaki genel yaklaşımları nasıl? Daha sonra da şunu teklif ettim. Siz İstanbul’da doğmuşsunuz. İlkokulu Fatih’te, ortaokulu ve liseyi Beyoğlu’nda, Galatasaray Lisesi’nde okumuşsunuz. Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuşsunuz ve Fatih’te yaşıyorsunuz. Dolayısıyla Erhan Erken Bey’e “İstanbul’un şehirsel gelişimine şahit olmuş bir ailenin mensubu olarak sizin şehirle ilişkiniz nasıl gelişti?”yi konuşmayı teklif ettim. Burada benim sorularım şunun üzerine olacak. Şehir ve estetik üzerine konuşmakta herkesin farklı bir yaklaşımı var. Sosyal medyada da diğer taraflarda da herkes şehir, medeniyet ve estetik üzerine çok büyük laflar ediyor. Ama işin garip tarafı bu kişilerin iradeleri şehre yansıdığında, mekâna dönüştüğünde herkesin de tatmin olmadığı bir durum ortaya çıkıyor. Burada suçluyu devlet, karar vericiler, belediyeler, mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar, toprak sahipleri ya da kimlerse birilerini ilan edebiliriz ama bunu birlikte ürettiğimiz bir süreç olduğumuz için Erhan Bey’le “Bizler bu sürecin neresindeyiz?”i konuşalım istiyoruz.

Bekir Cantemir: Şehir ve medeniyet arasında nasıl bir ilişki mevcut?

Erhan Bey burada size söz verecek olursak “Şehir ve medeniyet arasında bir bağ var mı? Sizin düşünce sistematiğinizde bunlar nasıl oluştu? Bize buradan başlayabilir misiniz?

Erhan Erken

Eyvallah, Teşekkür ederim. Öncelikle hepinize hayırlı akşamlar diliyorum. İbrahim Ethem Bey’in de dediği gibi bugün hüzünlü bir günde toplantı yapıyoruz. Daha dün bir arkadaşımız, çok yakın bir dostumuz vefât etti. Ateş düştüğü yeri yakar ama bizim gibi Türkiye’de ve dünyada birçok yerde vefâtlar oluyor ve ateş düştüğü yeri yakıyor! Biz de şu anda böyle bir halet-i ruhiye içerisindeyiz. Hepsine Allah rahmet eylesin. Hastalara da şifalar diliyoruz. Ümmet-i Muhammed’in bu dertten bir an önce kurtulması için sizler de muhakkak aynı duaları ediyorsunuz.

Şimdi bu medeniyet ve şehir konusunda iki önemli soru var. Tarih boyunca bu konuda sorular sorulmuş.

İnsanoğlu nereden geldi, nereye gidiyor!

Bugün de soruluyor, muhtemelen yarın da sorulacak. İnsanoğlu nereden geliyor? Birinci önemli soru bu. İkincisi ise insanoğlu nereye gidecek? Bu ikisi çok can alıcı sorular. Tabii hayat daha yavaşken ve insan tefekkür ederken bu soruları sürekli kendi kendine soruyor. Ama yaşadığımız dönem biraz böyle modernizm, post modernizm çok hızlı bir hayat sürüp giderken bu hızlı hayatın içerisinde insan bazen “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” soruları günün heyûlâsı içerisinde kaybolup gidiyor. Ama bu iki soru çok önemli. Tabii bu iki soruya göre de yaşadığınız hayat bir şekil kazanıyor. Bizler mensubu olduğumuz din itibariyle, medeniyet itibariyle bunlara dinimizden gelen daha net cevaplar verebiliyoruz. Rabbü’l-Âlemîn’den geldik, bu dünyada bir kul olarak yaşıyoruz. Ve inşallah işimizi, vazifemizi iyi yaptığımız zaman yerimiz güzel olacak diye bir mutmainlik içindeyiz. Ve bunu nereden elde ediyoruz? Vahye dayalı, sünnete dayalı bakış açılarıyla bunları elde ediyoruz. Ve o çerçevede din bize bunları söylüyor. Şimdi böyle bir çerçeve ve buna sahip bir insanın kafasında hayata dair bir zihniyet oluşuyor ve insanın hayata tamamen “Nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?” çerçevesinde bakması gerekiyor ve öyle de bakıyor. Öyle baktığınız zaman sizde bir bilinç oluşuyor. Ve oluşan bu bilinç ve dolayısıyla bir tasavvur sizin bütün hareketlerinizi etkiliyor. Ne yapıyorsunuz? Yazıyı ona göre yazıyorsunuz. Konuşurken ona göre konuşuyorsunuz. Bir ev inşa edeceksiniz, evi inşa ederken bu zihniyete göre inşa ediyorsunuz. Elbisenizi, kılık kıyafetinizi ona göre düzenliyorsunuz. Yani bir nevi zihniyetinize göre etrafınızı nakşediyorsunuz. İzler bırakıyorsunuz. Ve bu izler ve nakşetme faaliyeti topluluk halinde yaşayan insanlar arasında ortak bir bakış açısıyla meydana çıktığı zaman bir kültürel zemin oluşuyor.

Medeniyet inşasında zihniyet anahtar kelime.

Ve medeniyet de belki bunun üzerinde bir yerde birikiyor. Zihniyet o kadar önemli ki, bu sorduğunuz “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” sorusunun etrafındaki hayata bakışınız ve duruşunuz o kadar önemli ki oluşan o zihniyet ve tasavvur sizin bulunduğunuz yerde o şehri oluşturmanızı sağlıyor. Yani medeniyet bu şekilde bir iz bırakma işi, iz bırakma toplamı.

Medeniyetin şehirle yakın bir ilişkisi söz konusu.

Bunun da en önemli buluştuğu yer şehir. Medeniyet lafı da şehirden geliyor biliyorsunuz. ‘Medine’den geliyor veyahut da… Bizim düşüncemizde medeniyetin şehirle çok ciddi bir ilişkisi var. Batıda da aslında “civilization” “civil” kelimesi olan bir laftan geliyor.

Civilization… Bir nevi Burjuva ahlâkı…

Oradaki civilizationda biraz da nezaket, kibarlık gibi umdeler var. Bir nevi burjuva ahlâkı.

Medeniyet şehre dayanır…

Kökü medeniyete uzanan, şehre dayanan bir unsur. Dolayısıyla zihniyet, hayata bakış ve dahi duruş o şehrin oluşmasını sağlıyor. Ben şehir ve medeniyet kelimelerini böyle bir çerçeveye oturtuyorum. Medeniyetle ilgili pek çok tanım var biliyorsunuz. Yine kültürün 160’ın üzerinde tanımı var. Kültür ile medeniyet birçok yerde ortak ele alınıyor. Mesela Cemil Meriç “umran” diye şöyle bir tanım yapmış: Bilgiyi, inancı, sanata, ahlâkı, hukuku, adaleti, bir kelime ile insanın toplumsal bir varlık olarak elde ettiği bütün kabiliyetleri kuşatan bir bütündür. Her şeyi içine alan bir bütün. Tabii bunun da arkasında bir zihniyet, bir dünyaya bakış var.

Bekir Cantemir

Pekiyi burada Erhan Bey dünya tarihi boyunca birçok şehir meydana gelmiş. Ben, Dünya tarihi okumalarında İslam Tarihini ayrı bir başlıkta ele almıyorum. Benim için insanlığın tarihi İslam’ın tarihi ile özdeş. Hz. Âdem’den bugüne, insanlar yeryüzüne geldiğinden beri yeryüzünü mamur etme faaliyeti içinde… Hatta “imar” kavramının Osmanlı’da kullanılış biçimi “şenlendirme.” Bir yere şenlik verme, bir yeri canlandırma anlamında kullanıldığı için yeryüzünü mamur etme biçimlerinde farklı insanların dini ve kültürel etkileşimleri var. Dünya tarihine baktığımızda bir Yunan şehrinden bahsedebiliyoruz. Bir Roma şehrinden bahsedebiliyoruz. Farklı dönemlerde şehirler var. Bu bağlamda sizce şehirlerin inşası nasıl olmuş? Yani eski şehirlerin oluşumu ne üzerinden gerçekleşmiş.

Erhan Erken

Burada benim dikkatimi çeken birkaç yaklaşım var. Bir tanesini Sadettin Ökten Hoca’nın bir yazısında okumuştum. Medeniyetler önce nehir kenarlarında oluştu. İnsanlar su kenarlarında toplanmışlar, şehirleri buralarda kurmuşlar ve medeniyetleri nehir medeniyetleri olmuş. Sonra daha açılmışlar deniz medeniyetleri oluşmuş. Daha büyümüş, son dönemlerde okyanus medeniyetleri oluşmuş.

Saraybosna Başçarşı

Suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var.

Yani suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var. Davutoğlu’nun Şehir ve Medeniyet isimli bir makalesi var. 2004’lerde çıktı, sonra kitabında da bu makaleyi biraz daha geliştirdi. Orada mesela şehirleri bazı kategorilere ayırmış. O da bana ilginç geliyor. Mesela bir tanesinde diyor ki “medeniyete öncü kurucu şehirler” diye bir tanımı var. Onun örneği olarak Medine ve Roma’yı göstermiş. Yani bunlar medeniyet öncesinde adeta o medeniyetleri de kuran şehirler bazında ele almış. Bir de ikinci tanım medeniyet tarafından kurulan şehirler… Örnek olarak Bağdat’ı, Kurtuba’yı, Granada’yı, Paris’i, Londra’yı, Pekin’i vermiş. Bu şehirleri medeniyetin kurduğu şehirler şeklinde tanımlamış. Üçüncü tanım da medeniyet oluşumu sonrasında “aktarılan” ve taşınan “şehirler.” Bu da ilginç bir şey. Yani Konya, Bursa böyle bir şehir ve Saraybosna. Ben bu tanımı biraz daha geliştiriyorum Üsküp, belki Manastır, Prizren… Bu şehirler de de Davutoğlu’nun bahsettiği tarzda “taşınan” şehirler adeta. Bu da ilginç. Bir dördüncü tanım da medeniyet dönüşümü sırasında önemini kaybeden şehirler. Bunun en önemli örneği Selanik… Gerçi, Kurtuba ve Granada da bir dönem zirve olmuşlar, sonra önemlerini kaybetmişler. Endülüs’teki şehirlerden Toledo da bana çok ilginç gelmişti. Bir zaman orada çok büyük bir birikim oluşmuş, şu anda perişan bir halde. Bizim dedelerimiz Selanik’ten kalkıp İstanbul’a gelmişler. Eski Selanik’in eserlerine baktığınız zaman tam bir İslâm şehri olduğunu görürsünüz.

Üsküp Çarşı

Eski Selanik bir İslâm şehri.

Bugün ise Selanik’te sadece bir minare var. O minarenin olduğu yerde de namaz kılınmıyor. Gidenler biliyordur, Selanik’te bir tek mescit var: Osmaniye Mescidi. Bir amcanın binasının bodrumunda kurduğu bir mescid. Selanik’te bir tek orada namaz kılınabiliyor. Beşinci tanım da farklı medeniyetleri buluşturan, “dönüşen” ve “dönüştüren” şehirler. Bunların örnekleri, Kudüs, Kahire ve İstanbul…

Kudüs-ü Şerif

Bu son tanıma giren şehirler esasında birçok medeniyet unsurunu bir araya getirmiş. Mesela İstanbul bir nevi Medine-i Münevvere’nin kardeş şehri olarak algılanmış bir şehir. Aynı zamanda esasında İstanbul’da Roma da var. Roma’dan, Bizans’tan kalan sütunlar duruyor. Belki bizim eskiler birçok eseri de o sütunların üzerine inşa etmişler. Görüyorsunuz, bu Roma sütunu ama ona ayrı bir form vermiş ve artık bizim olmuş onlar. Bir de tabii burada ilginç olan mesele şu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimîn unvanını kullanıyor hem de Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Böylelikle farklı bütün unsurları bir arada içselleştirmiş. Fatih, İstanbul’u da bence böyle inşa etmiş, kurgulamış. İstanbul’u kurduğunda içinde Roma da var, Roma’yı da kaybetmemiş. Mesela Ayasofya… Ayasofya hâlâ duruyor. Ayasofya bir fetih mescidi ama kilise halini de görüyorsunuz, burada eskiden kilise vardı diyebiliyorsunuz. Şu anda bile hâlâ İstanbul’da birçok kilise var. Bazıları cami olmuş ama yine de o kiliseleri görebiliyorsunuz. Şehir için bu tür formlar ve tanımlar yapılabilir.

İstanbul’un kentsel dönüşümü

Bekir Cantemir

Şöyle devam edebilir miyiz? İstanbul fethedildiğinde Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un bölgelerini paşalara dağıtıyor. Mahmut Paşa Mahmut Paşa’yı, Cerrah Paşa Cerrah Paşa’yı, Murat Paşa’ya Aksaray Murat Paşa bölgesini… Her paşa bir semti ihya ediyor. Böylece de külliye merkezli bir oluşumla da şehirler imar ve ihya ediliyor. Ama bu dağıtımda, şöyle bir ayrıntı var. Özel mülkiyet yok. Vakfedilmiş bir arazi var. İstanbul fethedildiğinde şöyle dendiği söyleniyor Fatih’e. “Eğer siz buraları Yeniçeriler’e dağıtırsanız bu şehrin imarı mümkün olmaz.” Bu yüzden Suriçi vakıf olarak ilan ediliyor. Ve insanlar yaşadıkları evlerde de vakıf üzerine bir yaşam kuruyorlar. Hatta Bahattin Yediyıldız doktora tezinde şöyle bir ifade kullanıyor: “Osmanlıda bir insan vakıf bir beşikte, vakıf bir evde doğar. Vakıf bir okula gider. Bir vakıfta çalışır. Bir vakıf camiinde ibadet eder. Bir vakıf kütüphanesinde vakıf kitaplarını okur. Bir vakıf tabutunda vakıf bir mezarlığa defnedilir.” Aslında mülkiyetin olmadığı, buradaki kullanım ilişkisi nedeniyle de şehirle ilişkinin farklılaştığı bir mekândan bahsediliyoruz. Şimdi bu Tanzimat’la birlikte, 1858’de ‘Arazi Kanunnamesi’yle birlikte bu şehir, özel mülke dönüşüyor. Şimdi buradan baktığımızda sizin tahayyülünüze göre külliye merkezli şehir nasıl kurulur? Sizce şehrin merkezinde bir külliyenin olması, bir camiin olması hayatı düzenlemek açısından önemli bir şey midir? Külliye kavramını biraz açar mısınız?

Erhan Erken

Fatih İstanbul’u fethettiğinde şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu söyleniyor. Halil İnalcık o tarihlerde 15 bin civarında hane olduğundan bahsediyor. Bunlar tabii kurgu ve tahmine dayanıyor.

Sultanahmet Arasta

Fatih, İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

50 bin ile 75 bin arasında bir nüfustan bahsediliyor. Fakat kısa bir sürede İstanbul’un nüfusu 100 bine çıkmış. Bir de Fatih’in vakfiyesinde şöyle bir söz vardır: “Hüner bir şehrin bünyad etmektir. Reaya kalbin abad etmektir.” Burada “Bir şehri onarmamız lazım, yeniden inşa etmemiz lazım ve burada yaşayan insanların kalplerini de âbâd etmemiz lazım gelir” şeklinde, güzel bir düşünce var. Fatih hakikaten İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

Vakıf ve külliye meselesi çok kafama takılıyor. Yani ben İstanbul’la ilgilenirken şöyle bir bakış açısına sahibim. İstanbul’a şöyle bakabiliriz: Ne kadar güzel boğaz, erguvanlar, yalılar harika. Nefis sular var. Güzel bir florası var. Boğazdan balıklar akıyor. Kışın bunlar Akdeniz’e doğru gidiyor, yazın Karadeniz’e doğru… Lüferi var, kalkanı var falan… Tamamen güzelliklerin olduğu ve eski güzellikleri köpürterek anlattığımız bir şehir mi bizim için önemli olan… Yoksa bir zaman bizim dedelerimizin, onların da büyüklerinin burada zihniyetlerine bağlı olarak inşa ettikleri, nakşettikleri, oluşturdukları bir şehir mi? İstanbul’un bu tarafı benim çok ilgimi çekiyor. Niye ilgimi çekiyor? Ben doğma büyüme bu şehirde; İstanbul’da yaşıyorum. Dedelerimiz nasıl bu şehirde bir medeniyet perspektifinde iz bıraktılarsa, nakşettilerse, eserler oluşturdularsa, bunları hayranlıkla izliyorsak “Biz bugünden yarına nasıl bir iz bırakacağız? Nasıl bir nakış yapacağız? Veya yapmalıyız.” Ben kendime bu soruları soruyorum. Bu soruları sorarken de şehre hep o gözle bakıyorum. Diyorum ki “Bu insanlar hangi formülle bu şehri âbâd etmişler? Oluşturmuşlar, yeniden inşa etmişler?” Bunlar ilgimi çekiyor benim.

Vakıf, medeniyetimizin kilit taşlarından biri.

Burada da en kilit noktalardan biri de esasında vakıf kültürü. Bu insanlar esasında hadisenin merkezine dini koyuyorlar. Tartışabiliriz, dinden saptıkları noktalar, yanlış uygulamalar, hatalı tefsirler olabilir, insanlar netice itibarıyla hatalar da yapmışlardır. Dolayısıyla bu insanlar işin merkezine dini koymuşlar. Ben öyle görüyorum. Şeriat önemli burada. Bunu da oluştururken vakıf kültürünü çok iyi işlemişler. Nasıl işlemişler? Vakfı da dine dayandırmışlar. Bilindiği üzere insanlar öldüğü zaman üç zümrenin defteri açık kalıyor. Kim bunlar? Hayırlı bir evlat bırakanlar, bir ilim geleneği oluşturanlar ve de sadaka-i cariye yapanlar. Vakıf, bahsettiğim sadaka-i cariyenin tam da üzerine oturan bir vakıa. Sen kendinden bir malı ayırıyorsun, vakfediyorsun ve kıyamete kadar da insanlar bunlardan faydalandıkça sana da sevap yazıyor. Bunun peşinde koşmuş bu insanlar. Bunun peşinde koşarlarken de gördüğüm kadarıyla cami ve külliye merkezli bir şehrin ardından koşmuşlar.

Medeniyetimizin şehir kurgusu cami merkezlidir.

Bizim medeniyetimizin oluşturduğu şehir tipolojisine baktığımızda, şehir ve mahalle tipine baktığımızda merkezde camileri görürüz. Camileri ve külliyeleri görürüz. Şöyle de diye biliriz Hristiyanlarda da kilise var, Yahudiler de de havra var. Bizimkiler form itibarıyla mescid ya da camii ortaya koymuş, bütün yönü, şekli ona göre yapmış, evleri ona göre düzenlemiş ve bunların etrafında da ilimle ilgili muhakkak bir şeyler yapmış. Camiinin yanına, mahallelere sıbyan mekteplerini koymuş. İstanbul’da 35’in üzerinde padişah ve çevrelerinin inşa ettiği külliyeler var. Hanımları, çocukları falan… Hanım sultanların da epeyce eserleri var. Bunların dışında da bahsettiğiniz paşaların eserleri var. Dolayısıyla İstanbul’da ciddi bir külliye kültürü var.

Fatih’in merkezini cami ve medreseler oluşturur.

Burada mesela işin büyüklüğüne göre Fatih’i ele aldığımızda Fatih semtinin tam ortasında bir cami ile Karadeniz ve Akdeniz medreseleri var. Yanında kütüphanesi, onun hemen yanında sıbyan mektebi, hamamı… Hamamsız hiçbir semt yok. Bunun yanında tabhanesi/aş evi. Fakir fukara şehre geldiğinde birkaç gün kalıyor burada ve ihtiyaç halinde küçük tedavileri yapılıyor. Yiyor, içiyor ve dua ediyor. İmaret muhakkak var, ayrıca şifahaneler. Orada da tedaviler yapılıyor. Osman Nuri Ergin külliye kavramından imaret diye bahseder. Durum Halil İnalcık’da da böyledir. İmaretin daha dar manası insanlara, garib ü gurebaya yemek verilen yer. Küçük bir şehir oluşturmuş böylelikle. Bir de yanında muhakkak çeşmeler ve çarşılar var. Külliyelerin oluşmasında tamamen vakfedilmiş malzemeler/unsurlar… Bir bölümü de vakıfların gelirlerini sağlayan yerler. Mesela nedir bunlar? Hamamlar, çarşılar, kervansaraylar… Buralardan gelen gelir de vakfediliyor söz konusu eserler için. İlginçtir, Ayasofya Vakfiyesi’nin en önemli gelir kaynağı Cevahir Bedesteni’dir. Sultan Fatih, Cevahir Bedesteni’ni yapıyor –ki Kapalı Çarşı’nın nüvesidir, ilk önemli bedesteni. Buranın gelirini Ayasofya Vakfı’na bağlıyor. Sultanhanam’daki Haseki Sultan’ın yaptığı Sultanhamamı’nın gelirleri de yine vakfedilmiş. Zamanla buraların gelirleri Yeni Camii’nin vakfiyesinin içerisine alınmış. Cami merkezli, muhakkak ama yanında çarşısının olduğu, sosyal hayatın da olduğu, hamamın da olduğu, diğer müştemilatın da olduğu külliyeler ve külliyenin etrafında genişten dara doğru giden bir mahalle ve şehir kurgusu. Uzaklaştıkça da şehrin uzak noktalarında da daha dar sokaklar belli yerlerde de çıkmaz sokakların olduğu bir mahalle anlayışı.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor. Şimdi böyle bir kurgu yapmışlar, vakfiyenin, imaretlerin ve külliyelerin üzerine… Ve şehri böyle şenlendirmişler gördüğüm kadarıyla. Bu bir bakış açısı. Biz bugün yaparsak ne/neler yapabiliriz diye düşünüyorum bazen. Mesela yeni inşa edilen şehirlere bakıyorum. Böyle bir anlayış, ibadethanelerin etrafında kurgulanan bir anlayış yok. Bizim Müslümanların yaptığı şehirlerden bahsediyorum. Mesela en önemlilerinden bir tanesi diyelim Başakşehir. İsmi bile başaktır. Bizim siyasi düşüncemizin içinde de başak figürü vardı bir dönem bizim mahallede. Başakşehir bizim kurduğumuz bir yerdir. Ama Başakşehir, Fatih gibi, Süleymaniye gibi külliyelerin etrafına oturmuş bir şehir değil. Neyin etrafına oturmuş? Belki postmodern kültür, merkezi olmayan bir şehir anlayışı olabilir. Ama eskilere baktığımda vakıf düşüncesi ve külliye anlayışı bana çok ilginç geliyor. O gözle de bakıyorum ve diyorum ki “Bugün bize şehir inşa et deseler neyin etrafında döndüreceğiz bunu!” Bu ciddi bir soru işareti.

Bekir Cantemir

Burada bir sorum var. Constantinapol’ü bir Roma şehri olarak Konstantin kurduğunda ne yapıyor? Şehri kurmazdan önce kuracağı yer hususunda Çanakkale Asos’un yanındaki Gülşehir ile şimdiki İstanbul arasında kararsız kaldığı söyleniyor ve sonradan da günümüz mekanını seçiyor. Constantinapol’ü Miladi 300’üncü yılda kuruyor, geniş caddeler inşa ediyor, heykeller dikiyor, sarayını yapıyor, hipodromunu yapıyor, hamamlar kuruyor, suyu getiriyor. Bugün o dönemlerden, Unkapanı’nda göz ününde kalan su kanalları var İstanbul’da. Bunları yapan Konstantin, imparatorluğunu Hristiyanlığa geçiren kişi. Konstantin’in kurduğu bu şehirde de yollar, hamamlar inşa ediliyor. Bu mekanı ilk defa Konstantin şenlendiriyor. Sonra Osmanlı şenlendirmesi geliyor. Osmanlı’da İstanbul’un imar esaslarından birisini vakıf kültürü oluşturuyor.

Bizdeki sorun vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızla ilgili.

Bizdeki sorun sadece kaybedilen savaşlar ve modernleşme tecrübemizde vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızdan neş’et ediyor. Çünkü 1826 yılında vakıflar merkezileştirildiğinde yani ulema maaşlı hale getirildiğinde, Ayasofya’nın imamı maaşlı hale getirildiğinde, ulema maaşlı hale getirildiğinde burada bir sistem değişikliği olmuş oldu. İran da mesela ulema maaşlı hale getirilmiyor, İran’ın siyasi ve politik sürece farklı bir şekilde ilerliyor. Burada şunu sormak istiyorum. Başakşehir Batıkent’in bir kopya ile modellemesidir. Ankara’daki Batıkent ile İstanbul’daki Başakşehir’in bina tasarımında bir farkı yoktur. Amaç nedir? Aynı temel üzerine çok fazla konut çok fazla insan sığdırmak. Çünkü çok fazla köyden kente göç var. Bu kadar insanının sorununu çözmeniz gerekiyor. İşin estetik tarafıyla ilgili tartışması yapıldığında şunu sorabilirim size. Ben Çorumluyum. Çorumda, günümüz TOKİ evlerinde yaşamakta olan bir öğretmenin hayatını Kral Hattuşaş Hitit Kralı olarak yaşayamamıştır. Çorumlu öğretmenin otoparklı bir evi var, asansörle inip çıkıyor ve evini doğalgaz ile ısıtıyor. Arabasıyla da Migros’tan tropikal meyve alabiliyor. Bunu Hitit Kralı yapamamıştı. Ben burada estetik tartışmalarını pratik sorun çözücülükten uzak bir romantizm içinde buluyorum. TOKİ binaların estetik sorunlarını tartışabiliriz ama kitlesel konut sorununu ucuza çözmenin fazla bir yolu yok. İnsanlık tarihi boyunca, sıradan insanın bu kadar konforlu bir hayat yaşadığı bir dönem olmadı. Geçenlerde Freud dizisini izledim. Adamlar her daim duş alamıyor, koltuk altlarını siliyorlar. Neden? Çünkü su yok, suyu tahliye etmek de bir problem.

Yarın: ‘Mükemmel şehir!” Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

İttifak Gazetesi 30.04.2020 

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-i-m1706.html