Haydar Baş’ın vefatının ardından

1986 Yılında bir kaç arkadaşımızla ile birlikte Hacca gitmiştik. Grubumuzun yaş ortalaması 25-26 civarında idi. O günü şartlarında bir hayli gayret ederek özel vize almıştık. Tamamen müstakil olarak başladığımız bu yolculukta daha sonra orada bir organizasyona dahil olmuştuk. Organizasyonun ismi Mekke Merkez Hac Kafilesi idi. Aziziye’de 4 veya 5 katlı bir pansiyonu bu organizasyon için düzenlemişlerdi. Binada erkekler ve hanımlar ayrı ayrı bölümlerde kalınıyordu. Biz o sene hanımları almadan gitmiştik. Çünkü evli olan ben ve İbrahim Solmaz’ın çocuklarımızın yaşları daha çok küçüktü. Diğer arkadaşlar da henüz bekardılar. Organizasyonun sahipleri orada aynı zamanda öğrenim gören arkadaşlardı ve İbrahim’in  daha önceden tanıdıklarıydı. Bu sebepten de sanırım kafile içinde biraz da rahat hareket edebiliyorduk.

Yerimiz Kabe’ye biraz uzak olduğunda çoğu zaman sabah namazı için dahil olduğumuz kafilenin minibüsü ile Mescid-i Haram’a gidiyor, akşam saatlerinde ise aynı yolla dönüyorduk. Birçok akşam ise  yemek sonrası kaldığımız pansiyonun çatı katına çıkıp yoğun sohbet ediyorduk. Bazı geceler orada kaldığımız da olmuştu yanlış hatırlamıyorsam. Yemekler çoğu kere kafiledeki erkeklerle beraber genişçe bir odada yeniyordu.

Zaman içinde yeni dostluklar oluşmaya başladı. Kısa bir süre sonra grupta yaşça bizden büyük bir kişiyi İbrahim Solmaz tanıdığını ifade etmişti. Bizlere ‘bakın bu Haydar Baba diye tanınan  Kadiri şeyhi’ demişti. Ben o zatın ismini daha önce bir iki sefer duymuştum ama yakinen tanımıyordum. Haydar Hoca, kafile içindeki ilk sohbetlerde kendisini paslanmaz işi yapan biri kimliği ile tanıtmıştı. Hacca da hanımı ve validesi ile gelmişti. Dahil olduğu yer Kabe’ye bir hayli uzakta bir pansiyonu merkez seçmiş, vasat seviyede bir kafileydi. Kendisi de ailesiyle ayrı ayrı yerlerde kalmaktaydı. Yani Hac ibadeti için yaptığı tercih çok mütevaziydi.

Yine bir gün beraberce yenen bir yemek esnasında İbrahim, ‘Hocam biz akşamları çatıda çay içiyoruz sizi de bekleriz’ dedi. Hoca hafifçe heyecanlanmıştı. İbrahim teklifini yineleyerek, hocam biz sizi tanıyoruz merak etmeyin, bekleriz dedi.

O akşam Haydar hoca hemen yanımıza gelivermişti. İlk başlarda biraz tedirgin olduğunu hissetmiştik. Mevzulara pek derinlemesine girmemeye çalışıyor, konuların adeta üzerinden hafifçe geçiyordu. Biz ise belki de gençliğin verdiği heyecanla konuşmalarda meseleleri derinden derine müzakere etmeyi tercih ediyorduk. Bir seferinde lafın arasında ‘çocuklar, Türkiye’de bazı kişiler her durumda takip edilir ben de onlardan biriyim dikkatli olmak lazım’ gibi bir şeyler demişti.  Ben de ona ‘Hocam demiştim burada Aziziye’de dağ başında bir yerdeyiz. Etrafımıza bakınca tepeliklerden başka bir şey yok. Rahat edin lütfen’ diye cevap verdiğimi hatırlıyorum: Bu tarzda başlayan sohbetlerimiz Mekke’de kaldığımız 15 gün boyunca neredeyse her akşam çok derin bir şekilde devam etmişti. Hoca’ya her konuda sorular soruyorduk. Zaman içinde o da bizlere soruyordu. Tabii o dönemde gençliğin de verdiği rahatlıkla en detay konulara kadar giriyorduk. Neler düşünüyorsunuz, bu ülkeye, İslam alemine neler vaat ediyorsunuz? Ekonomik olarak neler yapacaksınız?  Devlet sistemi ile ilgili düşünceleriniz nedir vs vs.

Bazen bunaldığını hissediyorduk. Fakat en net hatırladığım. Her konuda Tevhidi öne alan bir yaklaşımımız var diyordu. İktisatta, siyasette ve sosyal hayatta birlik bizim temel düşüncemiz diye özetliyordu. Bir ara yine ekonomik, siyasi ve sosyal  sistemlerle ilgili  konulara girdiğimizde bakın bizim bazı kurullarımız var. İstanbul’a gittiğimizde ben sizi onlarla buluşturacağım aman ihmal etmeyelim demişti. Aradığınız sorulara o arkadaşlarımızla konuştuğunuzda daha doyurucu cevaplar bulacaksınız bundan eminim diye eklemişti.

Arafat’a çıkana kadar gayet hoş bir dönem geçirmiştik. O zamanki haliyle konuştuğumuz konular içinde hemfikir olmadığımız noktalar bulunsa da bugünden geriye bakarak düşündüğümde pek de rahatsızlık verici bir halini hatırlamıyorum. Arafat’ta namazların cem edilmesi konusunda kafile başkanına bir itirazı olmuştu ve bu bizi biraz hayrete düşürmüştü. O ana kadar sessiz ve sakin duran Hoca ilk defa açık bir tartışmanın tarafı olmuştu. Sanırım seyahatteki tek göze batan hareketiydi..

Arafat sonrasında ve  Medine döneminde bir daha  görüşemedik. Hacdan sonra bir gün beni aramış ve  yakın çalışma arkadaşı olan Ali Gedik ile birlikte o zamanlar Es Ajans adıyla reklam işleri yaptığımız büromuza gelmişti. Yanında Hac döneminde bahsetmiş olduğu siyaset konusundaki kurulunda bulunan bir arkadaşı da getirmişti. O arkadaşla beni tanıştırmış ve  ‘birbirinizle bundan sonra temasta olun ve bana sorduğunuz soruların hepsini bu arkadaşla lütfen konuşun’ demişti. O arkadaşla daha sonra birkaç sefer daha görüşmüştük ama hoca ile yaptığımız sohbetler gibi bir ortamı yakalayamamıştık. Tabii Haccın havası daha farklı oluyordu. İstanbul’a gelindiğinde hayat şartları daha başka gündemleri öne çıkarıveriyordu.

1990’lı yıllarda Eramat adındaki matbaamızda, Hoca’nın Cemaat yayını olan İCMAL dergisini bir kaç yıl boyunca basmıştık. Sonrasında o ilişki şu an detayını hatırlayamadığım bir sebepten ötürü devam etmedi.

Bu olaylardan birkaç yıl sonra bir gün Hoca’yı müritleriyle Yeşilköy Havaalanında görmüştüm. Hoca ve üst yönetimi önde, millet arkada giderlerken ben direk hocaya doğru yönelmiştim. Niyetim bir selam verip hal hatır sormaktı. Etrafındakiler dur kimsin diye bağırırken Hoca ‘vay Erhan nerelerdesin’ deyip bana yönelmiş ve sarılmıştık. ‘Hocam bu nasıl bir haldir? Ben galiba usulsüzlük yaptım’ demiştim. ‘Yahu boşver, sen nasılsın ne haldesin, hiç aramadın sormadın’ gibi sözlerle bana muhabbetini göstermişti. Ben de ‘inşallah bir gün ararım’ deyip o kısa görüşmeyi tamamlamıştık.

Fakat o gün anlamıştım ki bizim Haydar hocanın vaziyeti daha bir farklılaşmıştı. Herhalde bu son görüşmemizdi ki üzerinden sanırım 23-24 sene geçmiştir.

Daha sonra Haydar Baş’ı hep izlemeye çalıştım. Aziziye’de tanıdığımız o kişiden daha başka bir insan vardı sanki karşımızda veya bana öyle geliyordu. Zaman içinde bir çok farklı noktaya savrulmuş, izah edilmesi çok zor ilişkilerin içine girmişti. Ben birçok konuda farklı düşünsem ve  bir çok yaklaşımını benimsemesem de Aziziye’de pansiyonun çatı katında sohbetler ettiğimiz Haydar hocanın samimi bir insan olduğunu düşünmüştüm. Zaten öyle düşünmeseydim daha sonra dergilerini de basmazdım.

Çoğu kere kendi kendime kaldığımda ‘yahu bir gün gideyim ve Hocam bu ne haldir? Durduğunuz noktayı bana bir daha anlatır mısınız lütfen? Bu halinizi nereye oturtuyorsunuz ? diye sormayı hep düşünmüştüm. Çünkü insanların sosyal şöhreti bir şekilde arttıktan sonra artık onlarda zaman içinde ortaya çıkan değişimin dışarıdan nasıl göründüğünü, çok az sayıda kişi kendilerine samimiyetle söyleyebiliyor. Özellikle, geçen zaman içinde politik bir figür olan kişiler için bahsettiğim türde bir ihtimalin neredeyse ortadan kalktığını maalesef çoğu kereler gözlemleyebiliyoruz. Hoca için de bu değişimin böylesi bir süreç içerisinde ortaya çıktığı ihtimal dahilinde olabilir.

Haydar Hoca ile bu tarz bir görüşme yapmayı birkaç sefer düşünmüş olsam da  nedense bir türlü yanına gidemedim. Gençlik halim olsaydı sanırım çok fazla derin düşünmez ve aklıma geldiği an  kendisine ulaşmaya çalışırdım. Ama yaşlar ilerleyince insan daha çok hesap yapıyor ve ha bugün ha yarın derken bir çok şeyi kaçırıveriyor.

Haydar Baş’ın vefat haberini duyunca içim adeta cızzz etti. 34 yıl evvelki o sahneleri hatırladım. Ve nedense böyle bir yazı kaleme alma ihtiyacı hissettim. Onunla ilgili Hac döneminde başlayan ve sonraki senelerde az da olsa devam eden hukukumuz içerisinde cereyan etmiş olan bir kaç hatıramı nakletmeyi arzu ettim.

Allah ( cc) Haydar Baş’ın taksiratını affetsin. Kendisine Rahmetiyle muamele etsin. Amin

CAN SIKICI VE İBRET ALINMASI GEREKEN BİR SOSYAL OLAY YAŞADIK

10 Nisan cuma akşamını cumartesiye bağlayan gece saat 22.00 ile 24.00 arasında milletçe çok çarpıcı bir sosyal deney daha yaşadık. Sokağa çıkma yasağı lafı duyulunca bir çok şehrimizde insanların önemli bir bölümü kontrolsüzce sokaklara fırladı. Kararın detayını ve genelgenin bütününü beklemeden panik yaptılar.

Kitlelerin genel karakteridir zaten; bazen umulmadık anlarda umulmadık tepkiler gösterebilirler.

Geçen akşamki olayda ise bu sonuç belki tahmin edilebilecek bir şeydi ama yine de sanırım kararı alanlar bu tarz bir gelişmeyi beklemiyorlardı Bir aydan fazla bir zamandır gergin bir halde, hadiselerin içinde zor günler geçiren kitleler ani verilen ve detayları yeterince açıklanmayan kararı duyunca kendilerince tedbir almaya çalıştılar. Yasağın iki gün olduğunu bir an için unutuverdiler. Sanki aylarca içeride kalacaklarmış gibi ürktüler.  Her biri ile tek tek konuşulsa büyük çoğunluğu yapılan eylemin doğru olmadığını muhtemelen belirteceklerdir. Fakat kitle psikolojisi birbirini tetikledi ve olan oldu…

Bu nahoş gelişme üzerine hükümeti eleştirmek isteyenlere adeta gün doğdu. Her biri bir köşeden ahkam kesmeye başladılar. Bazıları direk olarak saldırıda bulundular. Bir kısmı işi karikatürize etmeye çalıştılar. Bir diğer kısmı ise olayı destekler gibi yaparken arada bu kararı alanlara yönelik alttan alta darbeler vurdular.

TV’lere ve sosyal medyaya da iş çıktı. Kimi bu kararın ne kadar kötü alındığını anlatmaya çalıştı. Kimisi her durumda olduğu gibi akıl vermeye kalktı. Hükümete yakın medya kuruluşları ve yazarların önemli bir kısmı çok zor durumda kaldılar. Eleştirseler bir türlü sıkıntı olacaktı, izaha kalksalar olayın tutulur tarafı yoktu.

Sosyal medya daha kontrolsüz olduğu için zaten olayın en çok tartışıldığı yer o mecra oldu…

Her olaya muhalif bir tarzda yaklaşan ve salgın gibi çok girift bir olayda da aynı duruşu gösteren kişileri gördüğümde bazen şunu düşünüyorum: Oturdukları apartmanı bile yönetemeyecek çapsızlıkta kişiler, bu ölçüde kendi sağlığını bile düşünmeyen bir milleti özellikle böylesi bir salgın sürecinde idare etmenin ne kadar zor olduğunu tahayyül edemiyorlar. Edememeleri normal da kendilerini bir şey sanıp büyük büyük laflar söylemeye çalışıyorlar. Yok şöyle yapılmalıydı. Yok böyle yapılmamalıydı diye.

Bu kesimlerin içinden daha farklı bir grup da fırsattan istifade etmeye çalışarak, ( daha evvel bazı olaylarda da yaptıkları gibi) ortadaki hareketliliği adeta köpürtmeye çalıştılar. Bu işi yaparken de muhtemelen buradan hükümeti nasıl boşluğa düşürürüz diye hesaplar yaptılar.

Bir başka kesim ise kötü niyetli kişilerin ekmeğine yağ sürdüklerini fark etmeden hayret duygusu ile bu köpürtme işine ortak oldular. Sonuçta olayın kendisi zaten önemli bir kargaşa kaynağı  iken bir de tüm bu kesimlerin gayretleri de üzerine tuz biber ekince ortaya dehşetli bir kaos çıktı.

Topu topu iki saat süren bu sosyal manzara maalesef çok üzücü ve sinir bozucu bir mahiyet kazandı..

Esasında hafta sonu sokağa çıkmayı yasaklama kararı bugün gelinen noktada mantıklı bir karar gibi görünüyordu. Şu ana kadar yapılan yorumlar, ifade edilen gelişmeler, halkı böyle bir kararı gönüllü olarak kabul edebilecek kıvama getirmişti de.

Arka tarafında yatan düşünce de muhtemelen hafta sonu havaların da güzel olacağı varsayılarak millete biraz daha sokağa çıkmamaları yönünde fren yapma isteği idi. Az evvel de belirttiğim gibi özünde doğru bir karardı.

Fakat böyle bir kararı halka biraz daha erken duyurmak veya sokağa çıkamayacak insanların ihtiyaçlarını temin edebilecekleri yolları aynı anda göstererek ilan etmek gerekirdi tarzındaki eleştirilere hak vermemek mümkün değil. Bu nokta hükümetin eksi hanesine yazılabilecek bir husus olarak kayıtlara geçti

Lakin bu kararın karşısında kendi sağlığını düşünmeden kontrolsüzce sokaklara fırlayan bizim insanımızı ne yapacağız? Bu insanların durumu karşısında, ‘çok yazık’ demekten başka bir şey söylenemiyor maalesef. Kendini düşünmeyen bir insan topluluğuna başka ne denebilir ki. Günlerdir sabırla evde otur. Sosyal hareketliliği İstanbul gibi bir şehirde neredeyse %7’lere, %6’lara kadar düşür. Fakat en ufak bir panikte düşüncesizce sokaklara çık. İki ekmek ve iki paket makarna için birbirini ye. Sonuçta da bir çuval inciri berbat et.

Ya sadece muhalefet etmek için muhalefet yapanlar ve kötü niyetli sosyal köpürtücülerle ilgili ne tür bir yorum yapacağız?. Ben onların bu milleti ve bu devleti düşündüklerine artık neredeyse inanamaz hale geldim. Herhangi bir konudaki itirazlarının iyi niyetine de pek güvenemiyorum. Maalesef tek gayeleri hükümet veya daha da netleştirirsek Tayyip bey bir şekilde darbe yesin ve halk nazarındaki desteği zayıflasın.

Milletin salgından etkilenme oranını düşürmeye çalışıcı gayretler, başka ülkelerle mukayese edildiğinde bizim öne çıkan bazı güzel özelliklerimiz, ülke ekonomisinin uzun soluklu sokağa çıkma yasakları ile durma noktasına gelmesini önlemeye yönelik alınan tedbirler bu kesimlerin hiç umurunda değil diye görüyorum. Yoksa insanoğlu bu kadar göz göre göre olayları içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışmaz. Hatta bazen bu konu ile ilgili analizleri yorumlarken müsbet gibi görünen sonuçlardan bile rahatsızlık duyduklarını içten içe hissediyorum. Hep olayları en kötü haliyle yorumlama ve insanlara kötümserlik pompalama çabaları…

Bir de fırsattan istifade mevcut çalkalanmayı kullanmaya çalışarak, hükümetin kararı doğru ama yine yanlış yönettiler, yine yüzlerine gözlerine bulaştırdılar diyen müzmin muhalifler var. Onlar da bu nahoş olay üzerine hemen mevzuya girip bu toz duman içinde bir şeyler kapabilir miyiz diye arz-ı endam ettiler. Ülkenin ve dünyanın çok ciddi bir sıkıntılı süreçten geçtiği bir zamanda, bazen kısmi haklılığı olan muhalif görüşler umuma söylendiği zaman pek de hoş kaçmıyor. Dengeyi kaçırıyor, karamsarlıkları arttırıyor, top yekün yapılması gereken çalışmalardaki moral motivasyonu menfi etkiliyor.

En son olarak da bu karışıklığı hayret nazarıyla izleyip, ne olup bittiğinin arka planını değerlendirmeden her gördüğü konunun içine dahil olanlar var ki onların durumları da maalesef içler acısı: Bu insanlar belki kötü niyetli olmasalar da hadisenin sıcaklığına kapılarak her gördükleri videoyu/resmi paylaşıp, her karikatürü bir yerden başka bir yere naklettiler ve bu keşmekeşe menfi açıdan bir hayli katkı sağladılar.

İki saatlik bu yanlışlıklar ve aymazlıklarla dolu süreci çaresizlik içinde izleyen, üstelik hiçbir şey de yapamayan bir insan olarak kendimi adeta yedim bitirdim. Saat 24.00’den sonra ise dehşetli bir üzüntü ve yorgunluk hissettim. Kendi kendime hep şu soruyu sordum. Ben bu olayda kime kızıyorum? Neden kendimi bu kadar çaresiz hissediyorum? Sanırım bir çok kişi de bu olaylar karşısında kendisine aynı soruyu sormuştur. Cevabı ise tek boyutlu değil. Her bir etkenin burada kendi çapında bir katkısı var.. Çok yönlü ve birbirini tetikleyen fazla sayıda kaynağı olan bir kaos hali…

Sonuçta Millet olarak geçirdiğimiz bu kısa süren ama hayli yıpratıcı sosyal deneyden bir çok dersler alınmalıdır kanaatini taşımaktayım. İnşallah toplum olarak bizlere maliyeti çok ağır olmaz.

Allah bu acı olayın sonuçlarını hayırlara tebdil etsin ve bu milleti beterlerinden korusun diye dua ederek sözlerimi bitirmek istiyorum

Vesselam

11.04.2020