Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-IV

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki ŞEHİR VE MEDENİYET başlıklı yazı dizisinin dördüncü bölümü 03.05.2020

Erhan Erken

Erhan Erken: Bizim Fatih’ten gitmemizi istiyorlar.

Ve bizim de sanki buralardan gitmemizi istiyorlar. Niye gitmemizi istiyorlar? Mesela burada evlerimizi yenileyemiyoruz. Bizim evimiz şu anda beş katlı. Bunu yıktığımız zaman üç katlı yapabiliriz ancak. Bu durumda kimse de yıkmıyor evini. Yıkmayınca bu evlerin içerisinde kalorifer tesisatı döşüyorsunuz, içini düzeltiyorsunuz ama nefes alacak yeriniz yok. Kayınpederin evi var bizim altı katlı. Oturulmaz içinde. Hanımın babasından kalan bütün kardeşlerin evi. O evi yıktığınız zaman size üç kat için inşaat ruhsatı veriyor. Düzenleyemiyorsunuz orayı. Yani size adeta diyor ki “Sat burayı, git.” Şimdi bu bir komple teorisi tabii ki, biraz abartılmış bir komplo teorisi. Ama ben şunu düşünüyorum. İstanbul’un yaşayan, bizim öykündüğümüz tarihi burada. Ben Hırka-ı Şerif Camii’nin hemen yanı başında oturuyorum. Efendimizin (sav) Veysel Karani Hazretleri’ne bıraktığı mübarek hırkası burada. Akşemseddin Camii var hemen burnumuzun dibinde! Bali Paşa Caddesi’nde oturuyoruz. Bali Paşa Mohaç Savaşı’nda bulunmuş Budin Beylerbeyiliği yapmış bir adam. Onun bulunduğu sokakta oturuyorum. Evime beş yüz metre mesafede Mehmed Akif Ersoy 61 numaralı evde oturmuş Sarıgüzel’de. Hemen yanı başımda yine. Biraz ileriye gittiğimizde İskender Paşa Camii var, Rahmetli Mehmed Efendi’nin hatıraları hâlâ orada. Rahmetullahi aleyh. Bizim önümüzdeki cadde Keçeciler Caddesi. Sardırdım geçenlerde “Bu Keçeciler nedir?” diye. Biraz araştırdım, Edirnekapı’dan kervanlar girdiği zaman burası kara gümrük bölgesi. Şehre girişte gümrük işlemlerinin yapıldı yerler. İstanbul’un kara gümrüğü orada. Ve oradan gelen insanlar atlarına, develerine keçe satın alıyorlar, yükleri keçelerden yapılmış malzemelerle taşıyorlar. Burası eksiden keçeci zanaatkârlarının bu keçeleri yapıp sattıkları bir merkez imiş.

Hırka-i Şerif Camii

“Etrafımız tekkelerle dolu.”

Etrafa şöylece bir bakıyorum, etrafımız tekkelerle dolu. Burada oturanların da bundan haberi yok. Kendi gayretlerimle etrafı hareketlendiriyorum, mahalle bakkalına resimler gönderiyorum, oradaki çaycıya bir şeyler söylüyorum “Haberiniz olsun burası eskiden vakıfmış, işte burada bir zamanlar cami varmış.” Mesela Mimar Sinan’ın İstanbul’da yaptığı ilk mescitlerden biri hemen İstanbul Emniyeti’nin arka tarafındaki Mimar Sinan Mescidi’dir. Çok orijinal bir minaresi olan bir yer. Pek çok kimsenin bunlardan haberi yok! Ve bu şehirde, bu şehrin muhafazakâr yöneticileri Nefs-i İstanbul’un en hayati bölgelerini tamamen devlet kurumlarıyla doldurdular. En büyük vergi dairesi burada, Çevik Kuvvet teşkilatının merkezi, İstanbul’un en büyük polis kuvveti burada. Valilik ve İl Özel İdare’nin bütün binaları burada. Bütün devlet binaları burada. Nasıl kalabalık! Burada adeta insanların oturmasına uygun bir yer yok esasında. Benim bu şehre sahip çıkmam lazım. Biraz da bunun için duruyorum burada. Ama durmam bir şey ifade etmiyor. “Farklı bir zihniyet oluşturabilir miyim?”in derdindeyim. Adeta haykırıyorum: “Burası Nefs-i İstanbul’dur, burada tarih var. Hiç olmazsa burasını mevcut haliyle yerli yerine oturtalım. Ha! Burasını taşıyacaksak, içerisindeki doğrularla birlikte yeni şehirleri nasıl kurarız? Buradan bir bilgi, fikir, kültür edinelim. Şehir bakışı elde edinelim. Yeni şehirleri de böyle kuralım.” Benim dediklerim özetle bu. Bu saatten sonra imkânı var mı? Çok da ümitli değilim. Çünkü yer kalmadı bir daha İstanbul’da nerede ne kuracaksınız! Böyle bir noktadayım.

Fatih Macar Kardeşler Caddesi. Vacit Daylan arşivi.

Bekir Cantemir

Şunu vurgulamak istiyorum. Süleymaniye Bölgesi’ni bilirsiniz. Orası için bir rehabilitasyon projesi üretilmişti. Hatta yanlış bir tercihle KİPTAŞ gitti binaları aldı. Ben şahit olmuştum. Namaz kılan, bir milyon doları olan kişileri arıyorlardı: “Gelin bu binaları ihya edelim. Süleymaniye’de de sabah namazında buluşalım.” Proje yattı. Çünkü bir milyon doları olan hiç kimse arabasız Süleymaniye’de gitmeyi tercih etmedi. Yani Range Rover’ını oraya sokmayan adam o sokaklarda yürümezdi. Başakşehir’deki bir villanın fiyatı Süleymaniye’deki bir konaktan hâlâ pahalı. Diğer taraftan başka bir örneğe bakalım. Kandilli bugün restore edildi. Devlet hiç müdahale etmedi. Kandilli’yi gidip gezerseniz… Anadoluhisarı sivil ellerde restore edildi. Oralarda oturanlar birer ev aldı ve restore etti. Yapanların çoğu da eğer ideolojik bir açıklama yaparsak seküler insanlar, bunu muhafazakâr insanlar yapmadı. Şimdi ben buradan komplocu teorinin bizleri gerçeklerden kaçmak için biraz rahatlattığını düşünüyorum.

Bekir Cantemir: Paris’te insanlar 300 yıllık evlerde ikamet ediyor.

Paris’te üç yüz yıllık evlerde ben misafir oldum. İnsanlar hâlâ kalıyor. Bu evlere hiçbir Türk kadınını sokamazsınız! Türk kızlarımız maalesef Kuzguncuk’ta otuz beş metrekare bir yerde evlenemez! Çünkü mobilyaları sığmaz. Ben de giremem. Bunu birilerine kızlara, erkeklere suçlama olarak söylemiyorum. Bunu şunun için söylüyorum. Biz konuşurken, düşünürken az önce anlattığımız büyük bir felsefeden falan bahsediyoruz. Siz ısrarla, inatla Fatih’in en sıkıntılı bölgesinde yaşıyorsunuz. Dimitri Ağabey’le karşılaştık geçenlerde.

Cantemir: Lykos deresi kanlı akarmış!

Kendisi Arnavut Rum. Lykos deresi tam o emniyetin olduğu yerden sonra kanlı akarmış. Orada Arnavutların bir kahvehanesi varmış. Çok kanlı bir kahvehane imiş. Zaten emniyeti de kasıtlı olarak oraya kurmuşlar. Kurmasalar o bölgeyi kurtaramıyorlarmış. Dimitri Ağabey de hâlâ topuğunun sırtına basan, eski bir İstanbul kabadayısıdır. Şimdi burada şunun için bunları söylüyorum Erhan Ağabey. Komplolar… Hani bir dönem Fener için de söyleniyordu ya “Fener’i satın alıyorlar.” Fener’de bir tane Rum Okulu var. Ve arkasına İsmail Ağa bir tane yurt yaptı. Mesela İsmail Ağa o yurdu kiremitten yapmadı, taştan yapmadı. Medreseler kitabını hazırlarken Esad Efendi Medresesi’nin fotoğrafının çekmek için zar-zor izin açılıp içeriye girmiştim. Ne gördüm: Medresenin duvarını yıkmışlar. Yurda giriş yapmışlar.

Bekir Cantemir: Medreseye saygı duymuyor adamlar.

Medreseye saygı duymuyor adamlar. Ama diğer taraftan da medrese geleneğini anlatıyorlar. Ama hiç kimse o medresenin duvarına sahip çıkmıyor. Bu adamlar medreseleri ihyaya talip. Yeni medrese binaları inşa ediyorlar.

Erhan Erken

Araya gireyim Bekir Bey. Burada biz buna ehemmiyet vermediğimiz için bu nimetten mahrum vaziyetteyiz. Esasında sebebi bu. Yani derinlemesine kendi mefkûremize ilgi duymadığımız için Allah bizim elimizden bu nimetini alıyor. Parantezi kapatıyorum, buyurunuz.

Bekir Cantemir

Bir arkadaşım aktarmıştı, Mehmed Şevket Eygi’nin en büyük problemlerinden biri, koleksiyonundan bir esere ulaşmak için gelen kişi; kitabın ihtiyacı olan sayfasını kopartıp almasıydı. Bunu şunun için söylüyorum. Aslında neye önem veriyorsanız Allah size onu veriyor. Ama şu anda verdiğimiz önemin neyle ilgili olduğuna dair uzlaşıp yüzleştiğimizde komploculuk bizi sadece rahatlatıyor. Sözü çok uzattım kusura bakmayınız.

Erhan Erken

Ben var olduğum müddetçe kendimden sorumluyum. Aldığım nefesten ve bana bu emaneti verene vereceğim hesaptan sorumluyum. Bütün millet tersini söylese, hepsi bununla ilgili olarak kötü hareket etse de tek başıma isem de ve bir şeyi fark ettiysem o fark etiğim şeyi yaşamak ve anlatmak derdindeyim. İstanbul’la ilgili bir şeyi fark ettiysem, neyi fark ettim ben… Birada bir hayat yaşanmış ve bir zihniyete dayalı olarak birileri bir şeyler yapmış ve bugün burada biz şehri yenilerken ya da yeniden düzenlerken o zihniyeti anlamamız lazım. Nasıl yapmışlar bu adamlar! Hangi muharrik güç bu adamları bu işleri yapmaya sevk etmiş. Bu camileri nasıl yapmışlar, medreseleri nasıl oluşturmuşlar? Nasıl bir inanç bağı onları böyle bir noktaya getirmiş? Bunu arayıp bulmalıyım ve bugünün anlayışı çerçevesinde bunu bugüne nasıl uyarlayabilirim? Nasıl modernize edebilirim? Postmodernize edebilirim? Yani bugünün insanının anlayabileceği bir şekle sokabilirim? Neyse o! Ben bunun derdindeyim. Ve bu noktada bir aksaklık gördüysem de söylemek durumundayım. Burada inat ediyorum, belki yeri geldiğinde de ilgilileri rahatsız ediyorum. Geçenlerde Fatih’le ilgili bir toplantı yapılmış. Tweet attım oraya. Dedim ki “Ben doğma büyüme Fatihliyim. Hiçbiriniz Fatihli değilsiniz. Ve ben bu toplantıda yokum!

Bahçekapı (Sirkeci). Vacit Daylan arşivi.

Erken: Burada bir tuhaflık yok mu?

Burada bir tuhaflık yok mu?” “Sen kimsin!” diyecekler belki. Ama ben rahatsız etmek için yazdım onu! Neden? Ben burada yaşıyorum. Hiç biriniz dün burada yoktunuz burada, yarın da olmayacaksınız. Ama burayı yönetiyorsunuz! Ve ben burada yaşıyorum ve direniyorum. Çoğunuz da burada oturmuyorsunuz.

Bekir Cantemir

Erhan Bey, İstanbul’da belediye başkanlarının hangi semtlerde oturduğu çalışması yapılsa çoğunun yönettiği ilçede oturmadığı ortaya çıkacaktır. Çoğu başkan yönettiği ilçede oturmuyor. Beyoğlu Belediye Başkanı Sarıyer’de oturuyordu, öbürü başka bir yerde oturuyor. Adam kendi ilçesinde oturmuyor ya hu!

Erhan Erken

Erhan Erken

Zihniyete takılmış vaziyetteyim. Zihniyetiniz bulunduğunuz yere şekil veremiyorsa, ona uygun bir iz bırakamıyorsanız, nakşedemiyorsanız vebal altındasınız. Biz Müslümansak bu zihniyetimiz bulunduğumuz yerlere nakşedilmeli. Bir iz bırakmamız lazım. Benim evimin yapısı karınca kararınca buna uygun olmalı. Evimdeki eşyam buna uygun olmalı. Evimin mahremiyeti buna uygun olmalı. Komşularımla ilişkim buna uygun olmalı. Bu sokağa bakışım buna uygun olmalı. Camiye bakışım buna uygun olmalı. Şehre bakışım buna uygun olmalı. Ve tüm bu ilişkiler de birbirleriyle tutarlı olmalı. Neden? Çünkü tutarlı olursa kalıcı oluyor. Tutarlı olmazsa haliyle kalıcı olmuyor. Herkesin bireysel olarak vazifesi bu. Bireysel olarak yeter mi bu? Yetmez. Bunu topluluk vazifesi haline getirmemiz lazım. Bunun için de uğraşacağız. Ne kadar becerebiliriz? Bugünkü maddi şartlarda beceremeyebiliriz. Çünkü para imkanı olanlar bahsettiğim mefkureyi dertlenmiyor. Ve onun için başarılı olamıyorsunuz. İmar planlarını onlar değiştiriyor. Siz düzenleyemiyorsunuz. Neden? Çünkü güç onu değiştiriyor. Ama sen uğraşıyorsun, didiniyorsun. Uğraşman ve didinmen lazım.

Bekir Cantemir

Erhan Ağabey, arkadaşlara sözü verirken şunu söylemek istiyorum. Türkiye’de gayrimenkul rantları dönemi bitti. Ekonomi politik olarak da bitti. Artık şehrin imarını artırarak para kazamayacak gayrimenkulcüler. Çünkü artık bu şehirde nüfus oranları düşüyor. Göç bitti. Gelecek yeni bir Arap yok. Yeni bir sermaye akışı nedeniyle de Türkiye’ye gayrimenkul almaya gelecek yabancı yatırımcılar görünmüyor önümüzdeki yıllarda. Dolayısıyla şehri imar etmek için yeni bir fırsat doğdu. Fatih’te bina bazlı kentsel dönüşüm yerine ada bazlı dönüşümü zorunlu tutsanız. Parselleri iki dönüm olarak değerlendirseniz size yeşil alan da çıkar otopark alanları da. Rehabilitasyon böyle başlayabilir. Buradan soruları alabiliriz arkadaşlar.

Fatih Fevzi Paşa Caddesi, Vacit Daylan arşivi.

Mustafa Erdoğan

Suriçi’nin korunması için neler yapabiliriz?

Bekir Cantemir

Bizim kentsel dönüşüm kanunumuz bina malzemelerini güçlendirmek üzerine kurulu. 1848 Ebniye Nizamnamesi çıktığında da ahşap evlerden kârgire, taşa geçiş öneriliyordu ve bina bazlı dönüşüm öneriliyordu. Bina bazlı değil ada bazlı, şehri dönüştürmek bazlı düşünmeliyiz. Tarlabaşı buna çok önemli bir örnektir. 2006’da Tarlabaşı’na kentsel dönüşüm projesini 20 dönüm alana uyguladılar. Hâlâ proje bitmedi, hiç kimse de para kazanmadı. Dikkat ederseniz Sulukule projesi de yürümedi.

Roman vatandaşlarımızın âhı milleti yaktı bence Sulukule’de.

Aslında İstanbul’un göbeğinde sıfır binalar yapılmasına rağmen ne rant elde edilebildi ne de bir değer üretilebildi. Roman vatandaşlarımızın âhı milleti yaktı bence Sulukule’de. O yüzden ben Erhan Bey’in düşüncelerini, duruşunu destekliyorum. Suriçi’ni korumak istiyorsak önce tapu üzerinden, herkesin kendi binası üzerinden değil ada bazlı bir düşünce geliştirmeliyiz.

Mehmet Erken

Ada bazlı dönüşüm projeleri için hep konuşuruz ya, bizim Fatih’teki evin hemen arkasında her adanın ortasında bir bahçenin, boşluğun olması, İstanbul’un ilk kent planlarının yapıldığı zamanlardaki düşünce…

Erhan Erken

Bizim bu bölgelerde hakikaten öyle bir şey var. Evlerin arkasında bir orta boşluk var. Hem bahçeler oraya doğru geliyor hem de orta bir boşluk oluşturmuşlar. Fakat zaman içerisinde herkes oraları, genişlete, çala-ede falan duman etmişler. Aslında iyi bir düşünceyle evlerin arka kısımlarında boşluk bırakmışlar. Ama maalesef bu yürümemiş. İnsanlar hak, hukuk meselelerine dikkat etmeyince gasbedile gasbedile kuşa dönmüş o alanlar.

Bekir Cantemir

Burada bir soru daha var ama isterseniz vakit uzadı, şöylece bitirelim. Ben imar siyaset ilişkileri üzerine bir doktora tezi yazdım. 1945-60 arası. Hem CHP’ye hem de Demokrat Parti’ye baktım. İstanbul’da 12 bin imar dosyası inceledim. Bir mühendis olarak da bunları okuduğum için neler döndüğüne baktım. İstanbul’da ilk imar affını, gecekondu affını kim çıkartıyor biliyor musunuz? İnönü. İstanbul’da ilk gecekonduları İsmet İnönü affediyor. İlk gecekondu da Zeytinburnu’nda yapılıyor. Adama soruyorlar, “Niye yapıyorsun bu gecekonduyu” diye. “Ya hu” diyor adam, “Bakırköy’de çalışıyorum. Konut krizi var.” Konut krizi niye var Çünkü bizim inşaat malzememiz Avrupa’dan geliyor. İkinci Dünya savaşı çıkınca Avrupa’dan inşaat malzemesi gelmediği için İstanbul’da konut krizi çıkıyor. Tek Parti döneminde yeterli arsa üretilemediği için insanlar gidip vakıf arazilerine yöneliyor. Soruyorlar “Niye bu araziyi seçtin?” “Vakıf arazisiydi, vakıf arazisi olunca kimse benimle uğraşmaz diye düşündüm” diyor. Adamdaki devrimci ekonomi politiğe bakınız! Sonra da İstanbul gecekondulaşıyor.

İlk gecekondu affını İnönü çıkartıyor.

İlk gecekondu affını İnönü çıkartıyor. İkinci gecekondu affını kim çıkartıyor? Adnan Menderes. 1956 yılında diyor ki “Geçmiş İktidar dönemlerde arsa üretmediği için gecekonduları affediyoruz.” Sizce üçüncü gecekondu affını kim çıkartıyor? Üçüncü affı 1960 yılında askerler çıkartıyor. Askerler diyor ki “Sabık iktidar insanların inşaat haklarını vermediği için bu yapılan gecekonduları affediyoruz.” Aslında burada sorun ne? Ulufeyi kimin dağıttığı önemli. Şimdilerde “İstanbul’un çarpık yapılanmasına askeri darbelerin etkisi” üzerine bir makale hazırlıyorum. Darbeyle hep bu bir şekilde öteleniyor. İkinci bir şeye rastladım. Tezimi hazırlarken 1945-1950 arası inşaat ruhsatlarına baktım. 1945-50 arasında 100’ü geçmiyor. 1950’den sonra 300’ü, 500’ü, 1000’i buluyor en iyi yıllarda. 27 Mayıs 1960 döneminde belge araştırması yaptım. Araştırmam bitince “tamam araştırma bitti” dedim. Sonra gördüklerime inanamadım. 27 Mayıs-31 Aralık 1960 tarihleri arasında kaç adet inşaat ruhsatı alınmış? Bir baktım ki 3500 ruhsat alınmış. Darbeden sonra bu kadar ruhsat alınamaz. Benim tezim çöktü! Canım sıkıldı. Pis bir gerçek tüm teorimi mahvetti! Geri döndüm, nasıl oldu, sorun ne! Bulamadım hiçbir şey. Sonra gazete küpürlerini tararken gördüm ki İmar Müdürlüğü’ne bir Albay geliyor. Albaya diyorlar ki “Efendim, sabık iktidar, Fahrettin Kerim Gökay şöyle bir karar alıyor. Cephesi dört metrenin altındaki binanlar yıkılıp yerlerine apartman yapılınca apartmanlar dar oluyor, merdiven boşluğu konulunca da kullanışı zor apartmanlar oluşuyor. Cephesi dört metrenin altındaki binalar yan binalarla birleştirilerek, tevhid edilerek yapılsın” diyor. Bundan dolayı da insanlar inşaat yapamıyor. Albaya gidip diyorlar ki “Menderes döneminde bizlere böyle bir zorluk çıkarttı!” Albay da bu uygulamayı kaldırıyor. Bizim “Necip Türk Milleti” gidip cephesi dört metrenin altında bulunan parsel sahipleri ruhsatlarını alıyor. Ruhsat alıyor ama inşaatı yapmıyor, inşaat yapma hakkını elde ediyor. Bunları şunun için söylüyorum. Aslında pratikten baktığınızda, inşaat ruhsatlarından bunu incelediğinizde herkesin çok devrimci, çok uyanık olduğunu görüyorsunuz. Kimse saf değil! Çünkü burada tapunun sahibi olduğunuzda bireysel haklarınızı marjinal bir şekilde kullanıyorsunuz. Bizde sorun ne? Tanzimat Fermanı’ndan itibaren ilan edilen bir şey var ya. Tanzimat Fermanı özetle “Son 150 yıldır her şey kötüye doğru gidiyordu” diyor. Geçenlerde Alparslan Türkeş’in, Necmettin Erbakan’ın bir de Hikmet Kıvılcım’ın ayrı ayrı metinlerini buldum, 1969-70’lere ait. Diyorlar ki “Son 150 yıldır her şey kötüye gidiyor. Biz bu ülkenin yerli kaynaklarını kullanarak kalkındıracağız.” Üç farklı ideolojik kurucunun çözümlemesi aynı. Bence sorunumuz kamu otoritesini koruyan sistemi kaybetmemizde. Tanzimat’ta da kaybettiğimiz ifade ediliyor. Şimdi de kayıp. Kamuyu koruyan sistem olmadığı için bireysel çabalarımızla imarı, yolu, kamuyu, mahremiyeti koruyamıyoruz. Bunu özellikle vurgulamak isterim.

Erhan Erken

Bitirirken şunları söyleyeyim. İş dönüyor, dolaşıyor, insanda düğümleniyor sanki. Bizim hakikaten Allah’tan korkan, nitelikli, derinlikli, derdi olan insan üretmemiz lazım. Ve güçlü insan üretmemiz lazım. Hakikaten inançlı olacağız, inançlı ve derdi olan insan sayısını artıracağız, hayalimiz geniş olacak. Bir medeniyet tasavvurumuz olacak. Bunu dünyaya uygulamakla ilgili bir derdimiz, iz bırakmak derdimiz olacak. Ve meydanı da kimseye bırakmayacağız. Yani kötü niyetlilere alan bırakmayacağız. Meydanı bıraktığın zaman senin önüne geçiyor ve seni bozukluğun içine mahkûm ediyor. Kenara çekilmeyeceksin ama geçmişten hangi doğrular varsa alacaksın. Dünyada, etrafında doğru namına ne varsa bakacaksın ve bu dünyada bir iz bırakmak, nakşetmek derdinde olacaksın. Bunun derdinde olmazsan sana bu şehirde yaşamak için en ufak bir yer bile kalmaz! Dünyada yaşayacak yer kalmaz! Her gittiğin yerde bunlarla karşılaşırsın. Buradan gittin Bilecik’e, aynı insanlar orada da var! Gittin Samsun’a aynı insanlar orada da var! Burada yapılacak olan hakikaten derdi olan insanların sayısını artırmak.

Erhan Erken: İnsan unsuru çok mühim.

Burada insan unsuru çok önemli. Ve bu insanlarında meydanı, alanı boş bırakmamaları. Boş bırakmadığın zaman biiznillah hâkim olabilirsin. Dediğiniz gibi kamu otoritesi bunun bir aracıdır. Hepsi bir araç olarak kullanılabilir ama insan unsuru çok önemli burada. Burası niteliksiz insan unsuru yetiştirme mekanizması haline geldi. Biz bile yeterli değiliz! Biz burada varken Fatih’te hiç kimse yanlış bir şey yapmaması, yapamaması lazım! Yapacaksa, ben burada olmamam lazım. Ben varken yapabiliyorsa ben adam değilim demek ki! Ben ona bakarım! Kabahat bendedir! Burada ben doğma büyüme oturuyor muyum! Oturuyorsam Fatih’te birileri yanlış yapamamalı! Yapacaksa da korkmalı! Sen hangi semtte oturuyorsan, İbrahim Bey Başakşehir’de oturuyorsa İbrahim Bey tek kişi bile olsa ondan korkmalılar! Korkmalı dediğim bizim varlığımız yanlış yapan muhataplarımıza bir rahatsızlık vermeli. Ha, engelleyemeyebilirsin, ama yapan adam senden çekinir. Dikkat eder. Der ki “Ben yamuk yaparsam bu adam karşıma teziyle çıkar, düşüncesiyle çıkar, networküyle çıkar…” Bence bu lazım. Bu insan unsuru özelliğimizi kaybediyoruz. Yoksa benliğimizi kaybediyoruz, bir kenara çekiliyoruz. Bazen ümidimi kaybediyorum, sonra kendi kendime kızıyorum. Ne zaman emr-i hak vaki olacak bilmiyorsun. Son dakikaya kadar mücadele lazım. Mesela Mehmet Torun arkadaşımız… Emr-i Hakk vaki oldu, vazifesi bitti onun. Bu tenden canımızın çıkacağı ana kadar nakış yapmak zorundayız.

Erken: Hayra motor şerre fren olmak önemli.

Kötüye fren, iyiye motor. Necmettin Erbakan’ın çok hoşuma giden büyük bir sözüdür. “Hayra motor, şerre fren.” Bunu olmadığınız müddetçe herkes her şeyi yapar. Çünkü şeytanın işi yok ki! Çalışıyor.

Bekir Cantemir

Siz bir Arnavut olarak, Arnavut kabadayılığınız salikiyle raconu hemen kesiyorsunuz! Ben 1975 doğumluyum ama burada 1980 ve 1990 doğumlularımız da var. Yeni nesil olarak, herkes sizin kadar rahat racon kesemiyor!

Erhan Erken

Sizin kıyafetiniz bir racon! Bunu unutmayınız! Herkes sizin gibi bir sakal bırakamaz. Siz duruşunuzla da racon kesiyorsunuz!

Bekir Cantemir

Ağzınıza sağlık, çok teşekkür ediyorum. Benim için özellikle sohbetin şu tarafı keyifli oldu. Sizin düşüncelerinizi hayata aktarma biçiminizle daha çok ilgileniyorum. Muhafazakâr aklın şehir ve medeniyet güzellemesi yaparken bugünü kaçırmasından rahatsız oluyorum… Sizin bugüne müdahale etmek için kökü geleneğe dayanan bir düşünce biçiminiz var. Bu bence çok verimli ve bereketli bir durum. Ben İstanbul tarihini az çok okuyorum. Karşılaştırmalı şehir tarihi metinleri okuduğumda da bizim yasa yapıcılarımızı ve kamu otoritemizi sistematik bir şekilde değiştiremediğimizde toplu bir değişime sebebiyet veremeyeceğimizi düşünüyorum. Bireysel olarak bunu çok etkileme imkânımız yok. Çünkü hikâye farklı bir yere geliyor. Mesela bizim imar uygulama modelimiz Almancadan çevrilir. Ama Almanya’da imar uygulaması yapılırken kamuya o bölgedeki evlerden bir miktar bırakılır. O bölgedeki memurlar öğretmenler için evler daha makul bedellerle kiraya verilir. Mesela Üsküdar merkezde kaliteli okul kalmadı. Niye? Çünkü Üsküdar merkezde öğretmenler öğretmen maaşıyla yaşayamıyor. İyi öğretmenler Üsküdar merkezde kalamıyor. Çekmeköy’den gidip gelmesi gerekiyor. Çekmeköy’den geldiği zaman da yorgun oluyor. Bu yüzden Üsküdar merkezde hem nüfus nedeniyle hem de ekonomi iyi öğretmenin yaşayacağı yer bırakmıyor. Fatih de bu hale geliyor. Aslında Başakşehir ya da burada Bulgurlu niye ön plana çıkıyor? Çünkü orada öğretmen maaşıyla yaşanabiliyor. Öğretmenin maaşıyla yaşayabileceği yerde de iyi öğretmen bulabiliyorsunuz. Mesela ben bunun ekonomisi, hukuku, siyaseti bütünlüğünde değerlendirdiğimde çıkış yolları bulacağımızı düşünüyorum. Sizi de tebrik ediyorum. Fatih’le ilgili her türlü kavganızın yanındayım! En azından racon kesmek için Dimitri Ağabey’i de çağırabiliriz! Şehir haklarını savunuruz hemşehrinizle birlikte!

İbrahim Ethem Gören

Ergün Bakar kardeşimizden bir soru var.

Ergün Bakar

Bizler yaş olarak çok hâkim değiliz konuya. Ama yerel yöneticilerin neredeyse anket bile yapmadan, hiçbir görüş almadan imar planı yaptıkları şehirlerde veya mahallelerde özellikle İstanbul kökenli olmayıp bu şehri veya oturduğu mahalleyi korumak isteyen bizler de ister istemez çaresiz kalıyoruz. Bu bir öğrenilmiş çaresizlik midir merak ediyorum açıkçası.

Bekir Cantemir

Halkın katılımı önemlidir ama bence halkın katılımından ziyade planın yapımındaki ana kurguyu değiştirmezseniz halkın katılımının çok bir etkisi olmuyor. İstanbul’un ilk imar planı nerede asılıyor arkadaşlar? Gezi Parkı’nda. 1948 yılında. Prost ilk planı bitiriyor. 10 yıl sonra Gezi Parkı İmar Planı asılıyor. Plan asıldıktan bir hafta sonra o Gezi Parkı’nın ucunda dikkat ederseniz Ağa Ceylan Oteli var. Yedi dönümlük bir parseldir o. Ağa Ceylan Oteli’nin sahibi o dönem sabık İmar Vekili Zeki bey. İstanbul belediye yönetimi buranın yeşil alan olan planını turizm olarak değiştiriyor.

İmar planları Mekke dönemi müşriklerinin helvadan putları gibi. İlk plandan günümüze yemek için yapılıyor. Dolayısıyla bu iş salt kanun düzenlemesi ile, salt halkın katılımı ile çözülmez. Kamu otoritesi ile kamuyu koruyan bir sistem kurmak gerekiyor.

İbrahim Ethem Gören

Arkadaşlar teşrifiniz için teşekkür ediyoruz. Oldukça verimli ve derinlikli bir şehir ve medeniyet okuması oldu. Erhan Erken’e ve Bekir Cantemir’e teşekkürlerimizi arz ediyoruz.

İttifak Gazetesi 03.05.2020

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-iv-m1718.html

Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-III

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki ŞEHİR VE MEDENİYET başlıklı yazı dizisinin üçüncü bölümü 02.05.2020

Erhan Erken: Galatasaray Lisesi’nde kendimi okumaya verdim.

Kitaplarla en fazla tanışma, hemhal olma isteğim o dönemlerde ortaya çıkmıştır. İşte karşımda o yaşlarda ateist var, komünist var falan. Ben onlara sürekli okuyorum, anlatıyorum, bazen kafam karışıyor. Mesela o dönemde ilk olarak Sezai Karakoç’un İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü isimli kitabını okumuştum, lise başları falandı. Hemen bu kitabı komünist bir arkadaşa verdim. Dedim ki “Bak oku, sen Marksizm’den falan bahsediyorsun.” Aldı kitabı, bir müddet sonra kitabın her tarafını çizerek bana getirdi. “Oğlum orası, böyle, şurası böyle, orası doğru değil falan…” Oysa o kitap o kadar hoşuma gitmiş ve zihnimdeki pek çok meseleyi çözmüştü. Arkadaşım Karakoç’a cevaben Marksizm’den bir takım şeyler çıkardı karşıma. Daha sonra Muhammed Bakır es-Sadr’ın tuğla gibi, kocaman İslâm Ekonomi Doktrini diye bir kitabı var, onu alıp okumuştum, kendimi bu alanda biraz daha geliştirmek için. Galatasaray yıllarım benim için daha farklı bir kültürle karşılaşma zemini oldu. Fatih, İsmail Ağa, Kumrulu Mescid, aile çevrem hepsi Müslüman, korunaklı bir çevredeyim. Bekir Bey buradan şehir üzerinden başka bir yere gidiyoruz farkındaysan!

Bekir Cantemir

Buradan şehri konuşmak istiyorum. Galatasaray’a gittiğinizde karşınızda Balıkpazarı var. Tabii o zaman bugünkü gibi meyhanelerin merkezi değil.

Erhan Erken

Balıkpazarı her zaman meyhane idi.

Bekir Cantemir

Bu kadar yaygın değildi.  Meyhaneler yine vardı ama son 20 yıla kadar bu kadar yaygın değildi. Şunu sormak istiyorum. Siz bu şehirde bu ilişkiyi kurarken, sonuçta daha muhafazakâr bir muhitte oturuyorsunuz daha batıcı, daha seküler bir mekânda da okuyorsunuz. Bunun sizin hayatınıza ne türden etkileri oldu?

Erhan Erken

Çok ilginç bir şey. Mesela ben Taksim’de hiç sinemaya gitmemişimdir.

Bekir Cantemir

Niye gitmediniz?

Erhan Erken

Niye gitmedim? Benim okulda lakabım “Molla”ydı. Mola sinemaya giderse olmaz. Molla sinemaya gitmek istemiyor mu? İstiyor. Film görmek istemiyor mu? İstiyor ama ben gidersen şeyi bozarım, racon bozulur. Dolayısıyla Taksim’de hiç sinemaya gitmedim. Birçok şeyi ıskaladım belki. Başka yerlerde gittim ama. Ayrıca ben Taksim’in ara sokaklarında çok az dolaşmışımdır, Çiçek Pasajı’na belki bir defa kenarından girmişliğim vardır. Olabildiğince oralardan kaçtım. Ben evlendikten çocuklarla birlikte akşamları hakikaten dolaşmak için İstiklal Caddesi’ne çıkmışımdır. Yani “Bakalım bir daha” diye dolaşmışızdır. Ama tek başıma gitmemişimdir, anlatabildim mi?

Bekir Cantemir

Burada şunu sormak istiyorum. Gençliğinizde Galatasaray’da okurken doğa ile, tabiatla, Boğaziçi’yle, balıklarla, İstanbul’un florası olarak anlatacağımız özelliklerle bir bağınız oldu mu? Böyle bir imkânınız var mıydı?

Erhan Erken

Bahsettiklerinize o zaman bugünkü gözümle baktığımı hatırlamıyorum. Ama ne zamanlardan sonra bakmaya başladım? Lise ikinci sınıftayken Mehmet Şevked Eygi Ağabey’le tanıştım. Bizim liseden eski mezunlardan bir ağabeyimizdi. Şevked Ağabey bizim kulağımıza ilk olarak estetikle ilgili bir şeyler fısıldadı. O zamana kadar benim çok da gündemimde değildi. Sonra beni belki en çok çarpan kitaplardan biri bizim Haluk Dursun’un İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabıdır. Veya bu çerçevede tanıdığım birkaç kişidir. Veya siyaset biliminde yeni bir düzen kurmak, yeni bir sistem kurmak, yeni bir şehir kurmak gibi konuları konuştuğumuzda “Bunun benim tarihimdeki karşılığı nedir?” gözüyle İstanbul’a baktığım zamanlarda olmuştur. Çok estetik kaygılardan öte o zamanki şehirde neler vardı da insanlarımız bu tür bir şehir ve yapı oluşturdular ve biz bunun içinden kalıcı olan neleri alıp bugüne getirebiliriz de yeni bir şehir ve medeniyet inşa ederiz arayışı bende İstanbul’a olan ilgimi daha yoğun hale getirmiştir. Ben İstanbul’un kalkan balığına, uskumrusuna, erguvanına âşık olup da böylelikle İstanbul’la bir ünsiyet kurmadım açıkçası. Biraz daha pragmatik oldu benim ilgim.

İstanbul’un yaşanabilir, Müslümanca bir şehir olması lazım.

İstanbul’un yaşanabilir, Müslümanca bir şehir olması lazım. Bunun da örneğini bu insanlar yaşamışlar. Her şeyiyle yaşamışlar. Mesela ben küçükken Gülhane Parkı’na hep hayvanat bahçesi mülahazasıyla gittim. Gülhane Parkı’nın esasında 99 çeşit gül yetiştirmek için Topkapı Sarayı’nın hemen arkasında kurulan devasa bir bahçe olduğunu sonradan fark ettim. Veya gülün Sevgili Peygamberimizi (sav) temsil ettiğini sonradan okurken fark ettim. “Bu insanlar niye güllerle bu kadar ilgili!” Bizim Şenlikköy Florya’daki, Basınköy’deki evimizde eniştemin yetiştirdiği çok güzel güller vardı. Çok kızardım güllere çünkü eniştem bize sulattırırdı, bahçe belletirdi “Enişte bırak bizi oynayacağız, edeceğiz” derdik. Yok, eniştem bizi koştururdu. Güllerden adeta ikrah ederdim çünkü çalıştırıyordu bizi eniştem. Ama ne zaman ki fark ettim gül Hazreti Peygamberi (sav) temsil ediyor: Allahüekber. Divan edebiyatında mütemadiyen güllerden bahsediliyor, Anladım ki “Aaa Gülhane Parkı’ndaki güller bu güller imiş.” Sonra mesela lâle… Biz çocukken nisan aylarında Emirgan’a ailece lâle bahçelerine giderdik. 8 mm.’lik filimler vardı, lâlelerin filmlerini çekerdik, pozlar verirdik. Lâlenin Rabb’ül-Âlemîn’i temsil ettiğini sonradan fark ettim. Bu adamlar lâlede Hz. Allah’ı arıyor, gülde Hz. Peygamberi arıyor, çınar ağacı dikiyor, çınar medeniyetin ve kalıcılığın sembolü. Bütün mezarlıklarda servi ağaçları var: Allahüekber. Demek ki bu adamlar çiçeği de buna göre yapmış, gül ile de muhtemelen bu sebeple ilgilenmişler. Bununla Allah’ı anlıyor, şununla peygamberi anlıyor, bununla Divan edebiyatında yer buluyor… Şiirinde, edebiyatında günlük hayatında, evinde, barkında öyle bir sistem kurmuş ki… Ben bahsettiklerimden “Nasıl bir şeyler alır da bugünkü şehir ve medeniyet arayışımda kullanabilirim?”i düşündüm mütemadiyen.

Bekir Cantemir

Şuraya gelmek istiyordum. Aslında siz sormak istediğim yere doğal alarak geldiniz. Politik ortam sizin gençlik yıllarınızda çok gergindi ve siz çok farklı bir ortamda yaşadınız. Sizin gençlik yıllarınızda sokaklar farklı ideolojik gruplar tarafından bölüşülüyordu, sizin üniversitede okuduğunuz yıllarda üniversiteye devam etmek sorunluydu. Ben Yıldız Teknik Üniversitesi mezunuyum. Ben okula geldiğimde “Yıldız Savaşları” yeni bitmişti! ‘Yıldız kavgaları’nın sonrasına yetişmiştim. Dolayısıyla sizin o nesilden gelenler Yıldız’da genellikle okula giriş tarihlerini söylerlerdi, çünkü çoğu mezun olup, çıkamamış! Adam “1978 girişliyim” diyor çünkü mezuniyeti yok. Adamın hayat ile bağı başka türlü. Dolayısıyla sizin yaşadığınız dönemlerde şehre estetik bakmanın imkânı da yoktu. Şimdi niçin daha çok estetik konuşuyoruz? Çünkü hem ekonomi politik değişti hem de bu estetiği konuşabileceğimiz ekonomik bir durum değişikliği oluştu… Sözü şuraya getirmek için söylüyorum. Bugün sizinle de konuşmuştuk. Necmeddin Okyay vardı. Hezarfen bilinir. Okçulukta da, hatta da, ebruda da, gül yetiştiriciliğinde de, cilt sanatında da, kıraatte de çok maharetleri vardır. Üsküdar Selamsız’daki evinde fazlaca fotoğrafı vardır. Necmeddin Efendi’nin vefatı bir apartman dairesinde gerçekleşiyor. Sanırım, evi kat karşılığı veriyor. Şimdi ben bunu niye konuşmak istiyorum! Sonuçta büyük bir medeniyet, büyük bir insanlık, büyük bir estetik falan diye konuşuyoruz ama şehirdeki bir ahşap evimizi bir hattatımızın evlatları dahi müteahhide verebiliyor. Oysa Necmeddin Efendi bizim estetik abidemizdir. Merhumla ilgili şöyle bir şey anlatılır. Necmeddin Efendi Sirkeci’ye ebru malzemesi almaya gitmiş. O gün de İstanbul’a işgal askerleri ayak basmış. Necmeddin Hoca o gün aldığı malzemelerle ancak işgal askerleri İstanbul’dan çekip gittikten sonra ebru yapmış. Böyle bir adam. Sembol bir şahsiyet. İstanbul’daki birçok şeyi de ihyâ etmiş bir üstad.

İbrahim Ethem Gören

Sözün bu yerine editörün notu sadedinden katkımızı arz edelim. Bekir Cantemir’in az önceki sözlerine büyükçe bir parantez açalım. Necmeddin Efendi’nin, Cantemir’in kısaca değindiği hadiseyi 6 Şubat 2014 tarihinde Erhan Erken’in yönettiği Son Devir haber portalındaki köşemde “Hezarfen Necmeddin Efendi’nin günlüğünden bir kesit…” serlevhasıyla şöylece hikâye etmiştim.

Hezarfen Necmeddin Efendi’nin günlüğünden bir kesit…

“13 Kasım 1918/Çarşamba. Bugün kasvetli bir hava hâkim Üsküdar’a. Sabah namazı vaktinden beri inmekte olan bereket yağmuru henüz dindi…

Ebru teknemi açtım. Bir miktar battal ve akabinde hatip ebrusu yaptım. Boyalarım azalmış. Bir miktar boya almam lazım, hazırlanıp iskeleye indim. Yolcu beklemekte olan ilk kayığa binerek Sirkeci’ye geçtim.

Sirkeci, bugün her zamankinden daha bir telaşlı… İnsanlar, kadınlar bir yerlere kaçışıp duruyor, ecnebi askerler kaçışanların peşinden koşuyor. Şirket-i Hayriye’nin biletçisine keyfiyeti sorduğumda Mondros Mütarekesi mucibince 60 kadar Fransız ve İngiliz zırhlısıyla 4 bine yakın yabancı askerin İstanbul’u işgal ettiğini söyledi.

Heyhat, bu ne hazin manzara! Asitane meydanlarında haçlı askerleri cirit atıyor. 5 asırdır Osmanlıya payitahtlık eden İstanbul ve İstanbullular ilk defa esaretle tanışıyor… Rabbim müstahaklarını versin, defolup gitsinler bir an önce…

Sirkeci’ye gelmiş bulunduk amma buraları tekin değil… Ecnebi askerler halkı tedhiş ediyor. Müslümanların halet-i rûhiyelerine büyük bir korku hali hâkim… Böyle bir ortamda ebru boyalarıyla ne işim olabilir, ama geldik bir kere…

Telaş içinde Mısır Çarşısı’nda Hikmet Efendi’nin dükkânında aradığım boyaları buldum. En güzel toprak boyalar ve diyar-ı Hind’den gelen her nevi tabii boya var burada. Lahor cividi, sülyen, zırnık ve lök ile birlikte bir miktar Gülbahar toprağı aldıktan sonra yine alelacele, Şirket-i Hayriye’nin vapurunun saatini beklemeden kayığa binerek Sirkeci’den Üsküdar’a geçtim. Geçtim geçmesine ama Sirkeci Meydanı’ndaki o manzara gözlerimin üzerinden gitmiyor… Birazdan buralara da gelir elin gâvurunun leşkerleri…

6 Ekim 1923/Cumartesi

Sabah Ajansı, işgal kuvvetlerinin İstanbul’u terk edeceğini bildirdi. Hemen şükür secdesine vardım. Evimin bahçesine çıkarak boğazı en güzel gören yere iskemlemi koydum. Evet, yanlış görmüyordum, teheccüd vakitlerinde yaptığım içten dualar kabul olmuş olmalıydı…  5 yıldır Kabataş ve Beşiktaş rıhtımlarında demir atmış vaziyette olan düşman zırhlıları İstanbul boğazını terk ediyordu…

Bugüne, hususi bir mana yüklemek lazım… Talik kalemimle ale’lacele “Gel keyfim gel” istifi yaptım. Ve hemen, akşamdan hazır bulunan teknemin başına geçtim. O esnada 5 yıl önce düşman zırhlılarının İstanbul’a geldiği gün aldığım lök boyası aklıma düştü. Bu boyayı kullanarak ebru zemini yaptım, yazıyı akkase olarak ebruya aktardım ve düşmanların gidişine kahve zevkini ekledim… Bir yandan kahvemi yudumlarken diğer yandan da boğazdaki tarihi aynı seyre daldım. O esnada yarısını içtiğim kahve fincanı elimden sıyrılarak kurumakta olan akkase ebrusunun üzerine düştü. Vardır bir hikmeti elbet…”

Bekir Cantemir

Necmeddin Efendi’nin dramı ne? Böyle bir zatın evinin kat karşılığı verme dramı. Buradan şuraya gelmek istiyorum. İstanbul’da kentsel dönüşümü konuşurken herkes estetik vurgusu yapıyor. Kentin dönüşümüyle ilgili bir gündem olduğundan herkes TOKİ’ye kötü laflar ediyor. Ya da başka bir şey söylüyor. Ama tapu insanların kendisine ait olduğunda, kentsel dönüşümle ilgili olarak kapısını çaldığınızda orada ne hikmetse estetikten ziyade fonksiyon devreye giriyor. Bu sadece dindarlar için geçerli değil. Bağdat Caddesi’nde de durum böyle.  İstanbul’da kentsel dönüşüm Bağdat Caddesi’nde iflas etti. Niye? Çünkü %78 oranla kat karşılığı verdi ev sahipleri ve müteahhitler iflas etti. Ve çoğu bina satılamadı. Manhattan’a gitseniz %78’i zor bulursunuz!

Erhan Erken

Olaya duygusal yaklaşıyorlar. Tamamen duygusal.(!)

Bekir Cantemir

Ben şundan rahatsızım. Hepimiz, sadece dindar ya da muhafazakârlar değil; herkes, estetik konuşurken çok keyifli konuşuyor ama tapu sahibi olarak konuştuğu zaman, masaya oturduğunda zihni başka türlü çalışıyor. Buradan bir sonuca varıyor. Düşünsenize… Bizim Boğaziçi Üniversitesi’nde bile Nafi Baba Tekkesi’nin olduğu yer tekke olarak yaşatılamıyor. Dün bir sahaf notunda gördüm. Nafi Baba’nın kitaplığını aileden birileri sahafa satıyor. Şimdi bu hadise tüylerimi ürpertiyor. Ailenin üyelerine baksak çoğu eğitimli kimseler. Bunlar sonuçta eğitimsiz, toplumun alt kesimlerinden gelen insanlar değil yani. Bizim çok büyük bir geçmişimiz var. Çok büyük bir geleceğimiz olacak ama bugün rezil durumdayız. Bu tarih algısı günümüzü açıklamıyor. Ben size şehirle ilişkinizi bu yüzden sordum. Siz Fatih’te oturdunuz, Beyoğlu’nda okudunuz, üniversite tahsilini Boğaziçi Üniversitesi’nde gördünüz, Rumelihisarı’nda okudunuz ve hâlâ Fatih’te oturmayı tercih ediyorsunuz ve şehirle ilgili bir arayışınız var. Bu arayışınız sizde şehirde gül ile, lâle ile, balık ile, ya da estetik ile farklı kapılar açmış. Ben bunları İstanbul’dan umut kesmiş birisi olarak söylemiyorum. Ben “Şehirler böyle olmamalı”ya, ya da “Şöyle olmalı”ya ilişkin bir şey de söylemiyorum. Bugün insanlar şehirlerin dışına yaptıkları bağ evlerinde, bahçelerde, köylerde bile hâlâ beton ev yapıyorlar. Hiç kimse kerpici, ahşabı köy evinde bile deneyimlemiyor. İnsanlar köy evi yapıyorlar, etrafını dikenli tellerle çeviriyorlar. Yani orada köyün âdâbına aykırı davrandığının bile farkında değil. İnsanlar dinlenmek için kurmaya çalıştıkları yazlıklara, sayfiye yerlerine bir bakın, kutu gibi binaları yan yana diziyorlar. Temel motivasyon ise görmek; denizi görmek, gölü görmek, ormanı görmek, dağı görmek üzerine inşaat kurguları yapıyorlar. Böylesi bir algıda biz mahremiyeti sadece bir alana odaklayarak devam ettiremiyoruz. Yani biz bir Müslüman olarak, vahiyden aldığımız güzellikleri yansıtarak bakabileceğimiz bir ekonomi politiğini nasıl kurabiliriz. Siz kendinizin şehirle girdiği deneyimle bu gerçekliğe nasıl bakıyorsunuz? Bu konuda bize bir şeyler söyler misiniz?

Erhan Erken

Bekir Bey kardeşim bunun üzerine bir celse daha oturup konuşmak lazım! Zor bir soru bu! Belki sorunuzun etrafında dolaşıyor da olabilirim.

Erken: Ailece Fatih’te oturduk.

Şöyle diyelim biz ilk, bütün aile olarak Fatih’te otururduk. Rahmetli babaannemin evi bizimkinden beş yüz metre kadar yukarıdaydı. Şu anda ben doğduğum evde oturuyorum. Hâlihazırda oturmakta olduğum evin alt katında doğmuşum. Bir kaç yüz metre yukarıdaki o dede evine gitmişiz bir dönem. Evlendikten bir müddet sonra tekrar şimdiki oturduğumuz eve geldik. Bu ev amcamın evi benim. İki numaralı amcam burada oturuyordu, rahmetli oldu o. Evimizden beş yüz metre aşağıda en büyük olan diğer amcam çocuklarıyla birlikte oturuyordu. Onun beş yüz metre yukarısında babaannem, yine akrabadan birileriyle bir binada oturuyordu. Yine onun üç yüz, dört yüz metre ilerisinde de dede evim, dedem, babam, dayımların oturduğu ev. Böyle beş yüz metrekarelik bir kare içinde dört tane apartmanda bizim ailenin büyük bölümünün oturduğu bir bölgeydi burası. Yani bir bayramda biz iki günde tüm aileyi dolaşabilirdik. Sonra Basınköy’de biz anne tarafından üç kardeşin beylerinin beraberce inşa ettikleri yedi daireli bir ev oturduk. Biraz orada klan gibi yaşıyor gibiydik. Fatih’te de anlattığım gibi bir yerdeydik. Şimdi burada, yani Fatih’te aileden bizden başka oturan kimse kalmadı. Babaannem rahmetli oldu, onun evi satıldı. Büyük amcamın bütün apartmanı satıldı, Florya’ya gittiler. Rahmetli oldu o da. Çocuklarının bir kısmı Florya’da oturuyor bir kısmı da daha ileriye. Güzelce’ye gittiler. Burada bizim binada oturan amcamın hanımı ve çocukları şu anda Florya’da oturuyorlar. Dede evinde olanların da kimileri başka yerlere gitti. Şu anda Fatih’te bir tek biz kaldık. Bir de bize yakın bir yerde dayımın kızları kaldı. Bu insanların hepsi buralardan yani Nefs-i İstanbul’dan  gittiler. Bizim eşimiz, dostumuz da gitti. Annemin bütün tanıdıkları da gitti. Babamın bütün tanıdıkları da gitti. Şimdi Fatih şu anda eskiden beri oturagelen yerli yurtlu insanların çok azının oturduğu bir yer haline geldi. Mesela bizim İhsan Elhan. Babası benim dayımın arkadaşı, rahmetli. O kadar eski çocukluk arkadaşları. İhsan’lar bile Başakşehir’e gittiler. Yana yakıla gitti İhsan, hâlâ gözü Fatih’te. Ama gitti bir kere. Ben de “Erhan git, gitme” arasında senelerimizi geçiriyorum. Bugün bir saat uğraştım arabayı park etmek için. Geldim, dolaştım, ama nasıl ortalık! Benim tanıdığım bir bakkal, mahalle bakkalı kaldı bir de birkaç arkadaşım. Başka kimse yok, tanıdık hiç kimse yok. Etraf bütün Araplarla, Suriyelilerle, Ürdünlülerle dolu falan.

Erhan Erken: Burası artık bizim eski Fatih değil!

Burası bizim eski Fatih değil. Ama ben yine burada duruyorum. Niye duruyorum belki biraz inat. Rumelili, “Arnavut inadı” falan derler ya belki onun için duruyorum biraz. Normalde buradan ilk gidişler Merter’e doğru oldu. Evler yetmeyince, evlerin konforu yetmeyince. Arabalar fazlalaşınca. Dolayısıyla ilk gidişler öncelikle Merter’e oldu. Sonra Bakırköy’e doğru oldu. Sonra ‘karşı taraf’a, Erenköy’e oldu. Erenköy civarında, Göztepe civarında yeni kurulan yerlere oldu. Daha sonra Başakşehir’e oldu. Şimdi daha biraz ileri Güzelce ve Hadımköy taraflarına doğru gitmeye başladılar. Yani özellikle 1980’lerden sonra benim gördüğüm bu şehrin merkezinden çevreye doğru büyük bir kaçış oldu. Bu kaçış, kaçış demeyelim de gitme oldu diyelim. Veya bir nevi mecburi gidiş oldu. Bunda işyerlerinin gelişmesi ve şehrin merkezden çevreye gidişiyle birlikte buralarda oturanlar da oralara doğru gitmeye başladılar.

Burası şu anda nostaljik olarak eski Fatih Sultan Mehmed Han’ın kazalar örgütlenmesinde Nefs-i İstanbul burası. Kaleiçi’ndeki yere Fatih Sultan Mehmed zamanında ‘Nefs-i İstanbul” derlermiş. Dört büyük kaza var o zaman İstanbul’da. Bir tanesi Pera, yani bugünkü Galata, Beyoğlu. İkincisi Üsküdar. Üçüncüsü Eyüp ve Haslar bölgesi diye tarif edilirmiş. Bir de şu anda bizim bulunduğumuz yer, Eminönü falan dâhil Nefs-i İstanbul.

Bugün Nefs-i İstanbul esasında insanların çok rahat oturabilecekleri bir yer olmaktan uzaklaşıyor gittikçe. Benim tezim şuydu: Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u 1453 yılında aldı, fakat yabancılar bunun intikamını şöyle alıyorlar. Şehrin bütün etrafındaki surları onartıyorlar, şehrin içinden de bizim kaçmamızı istiyorlar, çeşitli operasyonlarla. Ve belki buraları 80-100 yıl içerisinde yaşanan bir müze haline getirecekler! Uzak Doğu’da ‘saklı kent’ adlı içinde kimsenin yaşamadığı ama form olarak eski halleriyle yerinde duran kentler var. Şehir harika, ama içinde kimse yok. Mesela İstanbul,  Nefs-i İstanbul denen yer de şimdi böyle bir yere doğru gidiyor sanki ve burayı sadece turistlere göre hazırlıyorlar.

Yarın: Bizim Fatih’ten gitmemizi istiyorlar.

İttifak Gazetesi 02.05.2020

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-iii-m1713.html

Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-II

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin ikinci bölümü 01.05.2020

Hamiş: Bu yazımı rahmetin nur olup yağdığı bir Ramazan gününde Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetine tevdi ettiğimiz kayınbiraderim Abdurrahman Güngör’ün aziz hatırasına ithaf ediyorum. Merhumun ruhu için Fatihalar okuyalım.

Erhan Erken

Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

Erhan Erken ile Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda düzenlediğimiz ‘şehir ve medeniyet’ serlevhalı online sohbet programının ikinci bölümünü değerli okuyucularımızın irfanına arz ediyoruz.

Bekir Cantemir

‘Mükemmel şehir’ olarak inşa edilen Roma’da insanlar vebadan kırılıyor. Şehrin kanalizasyonunu evlere kadar götürüyorlar ama üçüncü, dördüncü kattaki dairelere kanalizasyon götüremiyorlar. İnsanlar dışkılarını bir kaba koyup, birinci kata indirip orada kanalizasyona döktükleri için binlerce kişi salgın hastalıklardan ölüyor.

Vakıf kültürü yanında bize Ahilik’ten Fütüvvet geleneğinden bahsedebilir misiniz? Aynı ticarethanelerimiz var. Ama biz günümüzde ticaret yaparken nasıl ideal ahlakı, ticaret ahlakını sürdüremiyorsak bina yaparken de bunu sürdüremiyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Osmanlı İstanbul’unda şehrin ortasındaki çarşı, pazar ve şehirdeki ticari düzenleme nasıldı? Ve bugün de sizce nasıl olmalı?

İbrahim Ethem Gören

Buraya bir editör notu düşelim. Bekir Cantemir’in Başakşehir Batıkent karşılaştırması vakıa mutabık değil. Neden değil? Başakşehir cami ve külliye merkezli olarak inşa edilmemiş olsa da halkının gönül evlerinin nabzı oralarda atmaya devam ediyor. Batıkent’e gidiniz, bir adet medrese bulamazsınız. Başakşehir’de onlarca medrese ve vakıf var.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor. Kendimden misal vereyim. Başakşehir’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir konut projesinde oturuyorum. Burası bir vakıf mülkü. Mülhak vakıflarımızdan Silahdar Mehmed Ağa’nın Vakfiyesi burada yaşıyor ve yaşatılıyor. Silahdar Mehmed Ağa Vakfı’nın bölgede onlarca arazisi var. Oturduğumuz sitenin içerisinde bir mescid ve bir medrese var. Sitenin dükkânlarında İlim Yayma Cemiyeti’nin, Hayrat Vakfı’nın Mekteb-i İrfan Derneği’nin, Anadolu Gençlik Derneği’nin ve Yedi Hilâl Derneği’nin şubeleri var. Buralarda Ümmet-i Muhammed’in evlatlarına İslam’ın umdeleri öğretiliyor.

Evimizin tam karşısında İstanbul’un Mehmet Emin Saraç İHL Kampüsü var. Burası İstanbul’un en büyük İHL kampüslerinden biri. Kampüsün içindeki kültür merkezi gerçek bir irfan ocağı mahiyetinde çalışıyor. Evimizin hemen yakınında TÜGVA’nın bir gençlik merkezi ile onun hemen yanında El-Osman Akademi ve Vatan İlmî Araştırmalar Derneği yer alıyor. Silahdar Mehmed Ağa vakıf arazilerinin bir tarafında Hoca Ahmed Yesevi Camii, Hoca Ahmet Yesevi Kız Kur’an Kursu ve diğer tarafında da Mehmed Zahid Kotku Camii bulunuyor. Dolayısıyla Başakşehir’in ictimai ve sosyo-kültürel medeniyet dinamikleri yakından izlendiği zaman gözlemlenebiliyor.

Erhan Erken

Ya hu şimdi, İbrahim Ethem Bey, diyorum ki Beyin Bey’in moderatör değil de benim moderatör olup da Bekir Bey’in anlatması lazım gelir! Biz burada sanki yanlış yapmışız. İstanbul’un önemli bir bölümünü doktora tezi yapmış bir arkadaş moderatör, ben konuşmacıyım!

İbrahim Ethem Gören

Estağfirullah, estağfirullah. Gayet iyi gidiyor.

Bekir Cantemir

Ben, sizin okumalarınız ve birikiminizle yorumunuzu merak ediyorum. Bir İstanbul beyefendisiyle bunları konuşmak verimli de oluyor.

Erhan Erken

Eyvallah teşekkür ederim. Bazen ben şöyle düşünüyorum. Hz. Âdem yaratıldığında Hz. Allah ona eşyanın tüm isimlerini öğretiyor. Bilinen bir şey varsa ilk andan itibaren vahiyle geliyor. Her dönemde mutlaka peygamberler var. Binlerce peygamber gönderilmiş. Kur’an-ı Kerim’de bir kısmının isimleri zikrediliyor. Bir bilgi insanlığa geldiyse ucunda mutlaka vahiy var. Sonradan bunların bazıları çarpıtılmış. Dolayısıyla insanların insanlık tarihi içinde farklı farklı dinlerde farklı farklı coğrafyalarda bir güzel uygulama gördüğüm zaman diyorum ki “bunun kökü bir yerden vahye ve Rabb’ül-Âlemîn’in insana öğrettiklerine dayanıyor.“

Doğuya da batıya da gittiğinizde şehirde, mekânda bir takım güzelliklere şahit olduğunuzda “Bunlara bir yerlerden bir şeyler gelmiş” diyorsunuz. İbadetlerinde bile bazen İslam dinindeki bazı ibadetlerle benzerlikler var. Demek ki bir yerlerden buralara esintiler gelmiş. Dolayısıyla onlar da hakikati vakti zamanında daha düzgün şeylerde bulmuş olabilirler. Bizimkiler bunu bir dönem iyi uygulamışlar diye görüyorum. Belki de ben geçmişe biraz sıcak bakan bir adamım.

Esnaf kültüründe şunu görüyorum. Esnafımızı herhangi bir işe başladığında besmeleyle başlıyor, Allah’ın adıyla başlıyor. Sabahleyin dua ile başlıyor işine. Her işin merkezinde esasında din ve iman var. Ahilik geleneğine bakıyorum. İnsanın üç şeyi açık, üç şeyi de kapalı olması lazım. Nedir bunlar? Eli açık olacak, kapısı açık olacak, sofrası açık olacak. Ahiliğin önemli bir prensibidir bunlar. Ne anlatıyor? Kardeşim cömert olman lazım. Kardeşim konuksever olman lazım. Kardeşim diğerkâm olman lazım. Yani kendinden çok başkalarını düşünmen lazım. Çok güzel bir formül. Üç şeyin de kapalı olacak. Gözün kapalı olacak, ayıpları örteceksin. Irzın kapalı olacak, hududullaha/Allah’ın koyduğu sınırlara dikkat edeceksin. Dilin kapalı olacak dedikodu yapmayacaksın, laf taşımayacaksın falan. Ahilikteki ‘üç kapalı üç açık’ bence sistemin önemli noktaları. İş yaparken de muhakkak değer bazlı bir iş yapacaksın.

Ahilik teşkilatımız gücünü fütüvvetnâmelerden alıyor.

Ahiliğin arka tarafında fütüvvetnâme kültürü vardır. Fütüvvetnâmelere baktığımız zaman, 9’uncu ve 10’uncu yüzyıldan itibaren 700’ün üzerinde ahlâkî değer, özellik görürsünüz. Bunların 120 kadarını Ahilikte kullanmışlar, çıraklıktan yamaklığa, kalfalıktan ustalığa geçerken ve iş hayatının tüm evrelerinde. Adam yamaklıktan çıraklığa geçiyor, oradan kalfalığa geçiyor, oradan da ustalığa… Ve bin günlük bir sürede oluyor bunlar. Üç yılda yamaklıktan çıraklığa geçiyor, üç yılda çıraklıktan kalfalığa geçiyor ve yine üç yılda kalfalıktan ustalığa geçiyor. 12 yıllık tedrisat süresince hem meslekî bir ehliyet sahibi oluyor hem de ahlâkî bir ehliyet sahibi oluyor. Bu bir eğitim sistemi. Biz günümüzde 12 yılda çocuklarımıza lise diploması veriyoruz, yahut meslek liselerinden mezun ediyoruz. Ahilik de 12 yılda yamaklıktan ustalığa kadar adamı mezun ediyor ama yanına hem meslekî hem de ahlâkî şey koyuyor. İşine muhakkak Allah kelâmıyla başlıyor ve Allah kelâmıyla bitiriyor. Çevrelerinde emr-ibilmaruf yapan muhtesibler var. Bunun kökü Peygamber Efendimize (sav) kadar dayanıyor. İlk muhtesib Peygamber Efendimiz (sav).

Yaptığın her iş hem iş hem de ibadet… Hepsi iç içe. Ve sen gününü bitirdiğin zaman senin grubunun, loncanın bir tekkesi var. O tekkeye gidiyorsun akşamları. Sadettin Ökten Hoca bunu bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak anlatıyor. Bizde “beşiran ve neziran” şeklinde iki kavram var. Ayet-i kerimede geçiyor. Biri uyarıcı, diğeri müjdeleyici… Ökten Hoca diyor ki ”Bizim kültürümüzde cami uyarıcıdır, tekke ise müjdeleyicidir. Camiinin uyarıcı yanı fazladır, müjdeleyici tarafı daha azdır, bununla birlikte tekkenin müjdeleyici yanı fazladır, uyarıcı yönü daha azdır.”

Prizren Namazgah

Ahilik din ile hayatın sarmal olduğu bir sistem.

Biz tekkeyi ortadan kaldırdıktan sonra sadece uyarıcı yönü olan bir sistem geriye kaldı. Şimdi ben Osmanlı’ya bakıyorum belki de çok idealize ediyorum, bilemiyorum. Namazını kılıyorsun, akşam da tekkene gidiyorsun. Herkesin meşrebine göre gittiği bir dergâh var. Hem işini yapıyorsun, hem rûhî terbiyeni alıyorsun, hem bir sistemin içinden yetişiyorsun. O sistemin tepesinde de kadı var esasında. Esnafın tepesinde seçilip gelen kethüda var, kethüdanın hesap verdiği kişi de kadı… Adalet mekanizmasının en üstünde de bir kazaskerlik makamı var, adalet dağıtan, din ile ilgili bir makam… Ahilikte hayatın din ile iç içe geçtiği bir yapı/sistem görüyorum. Ahilik çok kontrollü bir yapı. Modernleşme yahut sanayileşme öncesi kol gücüyle, insanların küçük mekanizmalarla iş ürettiği bir yer. Mesela makinalaşmadan, sanayileşmeden sonra kitlesel üretime geçtikten sonra böylesi kontrollü bir Ahilik sistemi olabilir mi tartışılabilir. O zamanki Ahilik gibi bir şey olmaz ama belki ticaret odaları, sanayi odaları, borsalar reorganize edilerek, ama Ahilik ruhunun içinde yer aldığı bir esnaf yapılanması kurulabilir yine. Ama esas mesele şu: Bir sistemin içinde şehrin ortasına camii koyduğumuz gibi sosyal hayatın ortasına da dini, uyarıcıyı ve müjdeleyici bir zihniyeti koyacak mıyız? Ben Ahilikte bunu görüyorum. Şehrin oluşumunda da bu var, esnaflığın oluşumunda da yine bu var.

Sıbyan mektebi bed-i besmele töreni

Çocuk dört yaş dört günlük olduğunda eğitimi başlıyor.

Başka alanlarda, eğitimde de var… Eğitimde çocuk dört yaş, dört ay dört günlük iken sıbyan mektebine alıyorlar. Müthiş bir tören… Bu törenin en önemli tarafı imam çocuğu evinden alıyor, “Rabbiyessir” ile başlatıyor ve böylelikle dini bir eğitime başlatarak çocuğun hayatına ilk günden bir damga vuruyor bir nevi.

Bekir Cantemir

Burada hep anlatımız İstanbul üzerinden. Paranın merkez olarak toplandığı, maddi kültürün aktığı, imparatorluğun başkenti olan bir şehir üzerinden, İstanbul üzerinden konuşuyoruz. Eğer bunu biz Samsun üzerinde konuşacak olursak, Antalya üzerinde konuşacak olursak yani periferideki kentlerdeki ekonomik süreç, o döngüler açısından konuştuğumuzda bu idealize edildiğimiz sisteme her yerde rastlamıyoruz. Çünkü bu kadar yaygın okullaşma oranı yok. Şehri tarihi bir tasavvur olarak idealize ettiğimizde şu anda yaşanamaz bir durum ortaya çıkıyor. Yaşandı ve bitti. Bir daha bunun tecrübesi mümkün değil anlamında söylüyorum. Hâlbuki ben sizin de buna inanmadığınızı veya bunun uygulanabileceğini pratik elde edebilecek düşüncesinde olan biri olarak soruyorum. Şimdi mesela bizim elimizde hâlâ küçük esnafımız var. Kendi çapımızda çarşılarımız var. Sonuçta hâlâ katılım bankacılığının Türkiye bankacılık sistemi içerisindeki rolü hâlâ %5. Sonuçta insanlar maalesef bunu tercih etmiyorlar. Kocaman bir sürü laflar ediyoruz ama ihtiyaç duyulduğumuzda bankacılık işlemlerimizi ideal tercihlerimiz muvacehesinde yapmıyoruz. Şimdi burada bunları şunun için söylüyorum.

Şehrimizde mahremiyeti nasıl kuracağız?

Düşünce temelinizden sonra “Sizce bu yaşadığımız şehirde mahremiyeti nasıl kuracağız? Yani birey olarak, şahsiyet olarak kendimizi, çevremizi nasıl koruyacağız?” Ben bunu mahremiyet kavramıyla açıklıyorum. Çünkü bence bu yüzyılın gayrimenkul geliştirmesinde de en önemli unsurun mahremiyet olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık bu KOVİT’te de gördük ki insanlar evlere kapandığında, duvarların artık seni tutamadığı bir yerde ya da ortak alan kullanımlarında fıkhın her şeyi kuşatmadığı durumlarda bizim başka bir şeye ihtiyacımız var. Bunu mahremiyetin ne kadar değerli olduğuna şahit oluyoruz. Sizce bu şehirde mahremiyet kurulabilir mi? Ya da kurulmasının önünde ne tür engeller var?

Erhan Erken

Bu insanların niyetiyle alakalı bir iş. Şimdi şu KOVİT salgınından sonra da gördük. Yerleşik kuralların hemen hepsinin en ufak bir şey olan virüs ile sallandığını görüyorsunuz. Bütün sistemler sallanıyor şu anda. Değerler sallandı, işlerimiz sallandı, şehir sallandı, mülkiyet ile ilişkimiz sallandı. Araban var bir kıymeti yok, paran var harcayamıyorsun, alış veriş yapamıyorsun bütün keyfin kaçmış. Ve her an ölümü düşünüyorsun. Şimdi olması gereken bu zaten. Aslında sen bu dünyaya bir gölgelenmek için gelmedin mi? İnanıyorsan bu gölgelenmek içindeki zamanını bitirip esas senin mülkün, gideceğin yer ahiret âlemidir. Buraya dünyaya gölgelenmeye geldin. Bu durumda gölgelenmek için geldiğin zamanı en iyi bir şekilde değerlendir. Bununla birlikte burada kalıcı gibi “ila nihaye varım” gibi düşünmeyeceksin. Dünya böyle bir yer haddizatında. Dini düşünce bu. Burada vazifeni yerine getirdiğin bir hayat yaşıyorsun. Evinde de öyle emre âmâde olacaksın. Rabbü’l-Âlemîn ne buyuruyorsa ona göre bir hayat süreceksin. Şimdi biz modern hayatın içinde bunu kaybettik. Bunu kaybettiğin zaman her şey zor geliyor adama.

Osmanlı ev içi

Osmanlı şehirlerinde korunaklı mahremiyet alanları oluşturulmuş.

Normalde mahremiyetten ne anlıyoruz? Rabb’ül-Âlemîn kadın ile erkeği ayrı hususiyetlerde yaratmış. Bunların birbiri aralarındaki ilişkilerini nikâh ile yahut akrabalık bağları ile caiz kılmış. Bunun dışındaki ilişkilerde mahremiyet alanı oluşturmuş. Mahremiyetin en önemli tarafı bu. Tesettür de bununla ilgili, evin şekli de… Şu eleştirilebilir. Osmanlı ev mahremiyetinde bunu biraz abartmış! Bununla ilgili bazı tartışma alanları var. Osmanlı yapımında mahremiyeti biraz abartmış. Haremlik ile selâmlığı öyle bir ayırmış ki bugünkü sistemde bunu bu kadar ayırabilir misin! Zor bir şey, Müslümanların bile şu anda kafasının basmadığı bir şey. Biz ilk evlendiğimizde bizim bütün odalarımızın arasında perde vardı. Ben perdeyi ilk olarak koyduğumda birçok aile efradı o perdeden rahatsız oldu. Geliyor, Hanımları bir yere erkekleri ayrı bir yere alıyorum, millet şaşırıyor, kafası karışıyor! “Bu işler böyledir, sen de rahat et ben de rahat edeyim” diyorum. Bunun örneğini nerede görüyorsun? Safranbolu evlerinde görüyorsun. Eski Türk evlerinde görüyorsun. Bir de ortaya  dolap koşmuş adam. Hanımı getiriyor o çayı dolaba koyuyor, dolabı çeviriyor, erkek diğer taraftan alıyor, oradan hizmet ediyor. Pat diye evin içerisine giremiyorsunuz, bir de girerken orada bir sütre var, önce seni selâmlık bölümüne alıyorlar. Rahatlama bölümü balkon değil, bahçe mesela. Modernleşmeyle birlikte bahçe balkona dönüşüyor. Dışarıdan bakan içeriyi seyrediyor. Eski İstanbul evlerinde bir kafes var. Dışarıdan baktığınızda evin içerisi görünmüyor. Şimdi çok modern evlerde perdeler ardına kadar açık. Bütün ey meydanda! Sokak ile evin ayırımı yok, adam ayakkabıyla evin içerisine giriyor falan. Bizim kültürümüzde mahremiyet niye var? Hanım erkek ilişkilerini birbirinden tatlı bir şekilde ayırmış bunu. Sosyal hayatı da buna benzer bir şekilde ayırmış. Bizimkiler bunu nerede bozmuşlar? Modernleşme dönemlerinde mesirelerde falan bunu çiğnemeye başlamışlar. Mesire yerlerine gitmişler, birbirlerine bakmışlar, hanımlar yine örtülü ama ufak ufak ufak ufak bakışmalar başlamış. Belki bizim bozulmalarımız oradan başlamış. Şimdi otobüste de berabersin, minibüste de berabersin, işyerinde de berabersin, iş hayatında da berabersin. Herkes birbirini rahatsız ediyor esasında. Ben bu tür çok karışık şehir hayatından rahatsız olan bir adamım, mahremiyet anlayışım gereği. Benim buna hakkım var. Ben inancım gereği şehir hayatında belli şeylerin ayrıldığı alanlar istiyorum, tercih ediyorum inancım gereği. Bunu yapabilmeliyim.

Prost’un tezi Ayasofya üzerine…

Mustafa Kemal 1937’de Henri Prost’u İstanbul’a çağırıyor. İstanbul’un yeniden düzenlenmesiyle ilgili. Prost yaman biri. Master tezi Ayasofya üzerine adamın. İstanbul’a gelmezden önce de Fas’ta bu türden çalışmaları yapmış. İstanbul’a geldiği zaman ilk olarak tavsiyelerinden biri “Büyük yollar ve büyük meydanlar yapalım” diyor. “Çıkmaz sokakların, dar sokakların, herkesin girmediği mahrem alanların, mahallelerin şehre açılması lazım” diyor. Bu çok önemli bir şey. Buna mimari olarak bakıldığında “seküler şehirleşme” deniyor. .Fransız devriminden sonra şehirlerde bu tarz büyük yolların büyük meydanların açılması fikri ortaya atılmış. “ Buna orijinalinde espace libre veya public space diyorlar. .Türkçesi kamusal alan gibi ifade edilebilir.

Adam o ekole dayalı olarak şehrin güzelleşmesinden öte şehrin büyük meydanlara açılması, kitlelerin büyük meydanlarda buluşmasını tavsiye ediyor Mustafa Kemal’e. Sonra Mustafa Kemal döneminde Prost’un tavsiyelerinin bir kısmı yapılıyor. İnönü döneminde az bir şey yapılıyor. Demokrat Parti dönemi bunu abartarak yapmış mesela. Vatan Caddesi’nin, Millet caddesinin açılması Prost Planı’nın daha farklı uygulanması. Taksim Meydanı, Beyazıt Meydanı… Şimdi bu yaklaşım şehirdeki mahremiyet alanlarının kitleye açılması planı ilginç bir şey! Haddizatında bu hadise daha kapalı olaydı, hanımlarla erkeklerin bir arada bulunacağı alanlar daha usturuplu şekillendirilseydi, herkes iç içe geçmeseydi daha mı iyi şehir olabilirdi. Düşündüğünüz zaman buna benzer çizgiler bulabilirsiniz. Düşünmediğin zaman olmaz! Bilemiyorum izah edebildim mi?

Vatan Caddesi demişken… Vatan caddesi bir zamanların Lykos deresidir (Bayrampaşa deresi). Oradan Yenikapı’ya kadar dere akarmış ve çevresi de bostanlıkmış. Derede akan suyun debisini ölçmek için sulu kule yapmışlar dere kenarına. Şu an o semtin adı da oradan geliyor.

Bekir Cantemir

Şimdi burada kafesli bir ev düşündüğümüzde ya da ortaya dolap koyup mahremiyet kurduğumuzda paşa konaklarını idealize ettiğimiz için böyle oluyor. Çünkü ben kendi Çorum’daki köy hayatını düşündüğüm zaman Anadolu insanlarının bu kadar mahremiyet kurabilecek imkânları yoktu. Çünkü mahrem kalmak bile ekonomik süreçle alakalı. Yani sizin iki oda bir salon eve misafir aldığınızda mahrem kalacak yeriniz kalmıyor. Dünya tarihi boyunca mahremiyeti koruyabilmek bile ekonomik güç meselesi. Bunu herkesin uygulayabilmesi bana pek mümkün değil gibi geliyor.

Edirne evi

Erhan Erken

Ben bahsettiğiniz mahremiyeti perde ile uyguluyordum. 90 metrekare bir evde yaşıyordum ve evin her tarafında perde vardı. Bunu uyguluyordum. Niyetiniz olursa iki odada da mahremiyeti kurarsınız. Anlatabildim mi! Burada önemli olan niyet ve yaklaşım.

Kastamonu evi

Anadolu’daki pek çok eve baktım. Birçok evlerde bu yapı var, küçüğünde de büyüğünde de… Bilecik evlerinde de, Karadeniz evlerinde de, pek çok Anadolu kent evlerinde de baktığınız zaman niyeti olanlar mahremiyeti kurmuşlar. Az da olsa, küçük de olsa insanımız bu mahremiyeti kurmuş. Bu bir bakış açısı netice itibarıyla.

Bekir Cantemir

19’ucu yüzyıldaki Ermeni kadınların çoğu çarşaflı. Sadece çarşaf renginden Müslüman ya da Hıristiyan olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ya da şu an Netfiix’teki Unorthodox ya da Schnitsel dizisine bakarsanız Hasidik Yahudilerin kendi şeriatlarını nasıl uyguladıklarını, kadın erkek ilişkilerindeki mahremiyeti nasıl inşa ettiklerini görebiliyoruz. Farklı dine mensup olan insanların şu an New York’ta da, Kudüs’te de bunları yapabildiklerini görebiliyoruz. Farklı bir dine mensup insanlar bunları yapabiliyorlar yani. Ben bunun için söylüyorum, yapılabilir ya da yapılamaz anlamında sormuyorum. Sizin kişisel hayatınıza gelecek olursak…

Bekir Paşa: İstanbul’a geniş caddeler açılmalı.

Mesela yolları konuşacak olursak Roma’da geniş yollar açıyor İstanbul’un geniş yollarını burada Bizanslılar kapatıyor. Çünkü Bizanslılar kargacık burgacık bir şekilde imar ediyorlar. Tanzimat Fermanı sonrasında “İstanbul’a geniş caddeler açılmalı” binalar kargir olmalı şeklinde layihalar sunuluyor. Bunu Abdülaziz planlıyor, Abdülhamid, dedesinin Beyazıt’taki türbesini, medreseyi kaldırıp modern bir belediye binası yapmak istiyor ama para bulamıyor. Modernleşme tecrübesi açısından II. Mahmud’un, Abdülhamid’in, Mustafa Kemal’in, Menderes’in ve sonrakilerin zihinsel olarak aynı çizgiyi temsil ediyorlar.

Erhan Erken

Bu noktada haklısınız.

Bekir Cantemir

Sadece maddi imkânı bulan becermiş oluyor. Yol ile ilgili tartışmayı bir kenara koyarak… Sizin gündelik hayatınıza gelmek istiyorum. Fatih’te doğdunuz. O kısmı dinlemek istiyorum. Fatih’e bir ilkokula gittiniz. Dedeniz buralıydı. Dedeniz belki ahşap evini başka bir şeye dönüştürdü. Sizin kendi ailenizin konut ve okul tercihleri üzerinden bize biraz eski İstanbul deneyiminizi anlatır mısınız? Bu okumalarınızla, bize bunu anlattığınız fikirlerle tercihler arasındaki çelişkiler neydi, imkânlar neydi?

Erhan Erken

Şimdi ben daha eski dönemlerde yaşamış biri değilim. Diyelim ben 1961 doğumluyum. Zaten birçok modernleşme hamlesinin olduğu bir zamanın çocuğuyum. Mesela annemin ki daha biraz farklı. Bugün dede evimizin bulunduğu Fatih’te şu anda betonarme bir ev var. Rahmetli dedem inşaatçıymış, evi o yapmış. Oraya annemin anlattığına göre 1950’lerde falan gitmişler.

Dedelerim Selanik’ten Fatih Cemali Sokak’a gelmiş.

Selanik’ten geldikten sonra ilk olarak Fatih’te Cemali Sokak diye bir yere taşınmışlar. Bugün hâlâ Cemali Sokak var. Hatta geçenlerde Instagram’da bir şey paylaştım: Rahmetli dayımın sünnet davetiyesi. Cemali Sokak’ta dedemlerin oturduğu ev, 1935 yılı. Oraya gelmişler. Dedem daha sonra 1950 yılında oraya 300-500 metre yakın bir yerden ahşap bir ev almış, Nişancı caddesinin üzerinde bir yer. Şimdi geçmişe yönelik olarak bakıyorum o evin hiç fotoğrafı yok bizde. Annem anlatıyor: “Güzel bir bahçesi vardı, rahmetli anneannemin çiçekleri vardı, geniş bir bahçe duvarları falan vardı” diye. Annem diyor ki “O evde rüzgâr estiği zaman kilimler havalanırdı. Isıtması çok zordu.” “Erhan sen o kadar idealize ediyorsun ama ahşap evde yaşamak çok zordur” diyor. Şimdi ben bugün bakıyorum, bu ahşap ev çok güzel keşke olsaydı diyorum. Mesela bizim evin hemen yanında dayımın kayınpederinin evi vardı, yarı ahşap yarı kârgir. Basık tavanları olan o evi çok severdik mesela. Burnunuza ağacın, ahşabın kokusunun geldiği bir evden söz ediyorum. Ama çok zahmetli bir evdi, küçücük, daracık odalar. İşte bahçesinde suyu çeşmeden akardı. Tuvalet dışarıda falan, bugün olsa ihtiyaç halinde evden çıkıp bahçede bir yerdeki tuvalete gideceksiniz falan. Ayak yolu. Zahmetli bir hayat yani. Şimdi oradan beton bir eve geçmişler. Biz ahşap eve öykünüyoruz. Bununla birlikte şunu düşünüyorum. Bir zamandan sonra, İstanbul’da yangınların çok olduğu bir zamandan sonra ahşaptan büyük bir kaçış olmuş. Ve betonarmeye doğru bir gidiş olmuş. Şimdi bu ne kadar doğru bir şeydi. Şu son dönemlerde ahşapçılarla çok temasım oluyor, onlardan gördüğüm şu.

Avrupa ve ABD ahşap evlere yöneliyor.

Avrupa’da da ABD’de de ahşaba doğru geniş bir yöneliş var şu anda. Daha sıhhî bir şey ve yapılan araştırmalarda ve benim de okuduklarımda ahşap iyi yapıldığı zaman yangında da kolay yanan bir şey değil esasında. Bir nevi çelikten yapılan yerlerden ahşap daha sağlam. Bunu 2001 yılında ABD’de 11 Eylül saldırılarında gördük. O çelik konstrüksiyonlu binalar ısıya dayanamayıp küt diye çöktü. Ama şu anda Avrupa’da birçok yerde fuar alanları bile büyük ahşap malzemelerden yapılıyor. Esasında baktığınızda ahşap güzel bir şey. Aynı zamanda sıhhatli. İyi organize edilebilirse ahşap evlerde yaşanabilir pekâlâ. Ama “Geçmiş zamanların ahşap evleri iyi miydi?” Belki bu kadar öykündüğümüz kadar iyi olmayabilir. Annemden edindiğim tecrübe.

Bekir Cantemir

Burada şunu sormak istiyorum. Siz hangi evde büyüdünüz? Dedenizin yaptığı evde mi?

Erhan Erken

Ben betonarme bir evde büyüdüm. Dedemin yaptığı betonarme evde büyüdüm ben, ahşap evde değil. Ahşap evi hiç görmedim.

Bekir Cantemir

Pekiyi oradan hangi okula gittiniz?

Erhan Erken

Ben oradan evimize 300-400 metre ilerisindeki Muallim Yahya İlkokulu’na, eski ismiyle 60’ıncı İlkokul’a gittim. Orası annemin de, teyzemin de gitti ilkokuldu. İstanbul’un en eski okullarından biri hâlâ duruyor orada. Muallim Yahya Efendi’nin İlkokulu.

Bekir Cantemir

Dolayısıyla mahalle kültürü içerisinde yetiştiniz.

Erhan Erken

Evet. Biz tamamen Nişanca’da mahalle kültürü içerisinde yetiştik. Nişanca’da mahallelinin ilişkilerinin döndüğü yer Nisanca Camii ve Kumrulu Mescid Camii’dir. Tam bir mahalle kültürüdür. Ben hatta bir zaman “Nişanca Caddesi’nde bir serüven” diye de yazmıştım o mahalledeki ağabeylerin, amcaların, hocaların ilişkilerini. Yani bir nevi dar bir mahalle kültürünün olduğu bir yer. Okulu hemen dibinde, yürüyerek gidiyorsunuz.

Bekir Cantemir

Mahalle kültüründe kontrol mekanizması kimlerdeydi? Şimdi siz servis kullanmıyordunuz, okula yürüyerek gidiyordunuz.

Erhan Erken

Evet, ilkokulda öyleydi.

Bekir Cantemir

Sokakta oynuyordunuz ve aileniz de herhangi bir güvenlik endişesi duymuyordu.

Erhan Erken

Doğrudur, aynen öyleydi.

Bekir Cantemir

Güvenliği sağlayan unsurlar neydi? Mesela şu anda insanlar çocuklarını sokağa bırakmaktan korkuyorlar. Netice itibarıyla şöylece bakarsak üzerinden geçen yıl sayısı 50-60.

Erhan Erken

Benim çocukluğumun geçtiği tarafa bakarsanız kışın biz Fatih’te otururduk, yazın Şenlikköy’e giderdik. Eskiden. Florya Şenlikköy. Şimdi orası çok modern bir yer oldu. Bizim gittiğimiz zaman biz yazlığa giderdik oraya, 5-6 ayımız orada geçerdi. Tek katlı, bahçeli, nadirattan iki katlı evler olurdu orada. Tam anlamıyla ismiyle müsemma İstanbul içinde bir köy. Çok kontrollü bir yerdi o zamanlarda Şenlikköy. Herkesi tanırdık, postacı Sefer Abi vardı mesela. Rahmetli oldu. Mesela bana İstanbul’dan ya da herhangi bir şehirden Erhan Erken Şenlikköy-Florya yazsan, hiç şaşmadan gelirdi o posta. Çünkü Sefer Abi herkesi tanırdı. İşte ne bileyim bakkalı vardı, faytoncusu vardı, köyün muhtarı vardı. İstanbul’un içinde tipik bir mahalle ve köyden bahsediyorum.

Bekir Cantemir

Araya bir anekdot gireyim. Yeşilköy’ü 1930’ylarda bataklığı kurutma karşılığında ücretsiz olarak alıyor bir vatandaş. Bataklığı kurutuyor, 1945’te parselleyip satıyor. Hiç vergi ödemiyor. Hâlbuki ö dönemlerde tarım amaçlı bir yer. Yeşilköy’de bir köymüş o zaman, bataklık bir köy.

Erhan Erken

Şenlikköy’e “Kalitarya” derleşmiş eskiden.

Bekir Cantemir

Deprem açısından İstanbul’un en riskli yerlerinden birinin o kurutulan bataklığın olduğu, bugünkü Ataköy konutlarının olduğu yerler olduğu söyleniyor.

Peki, siz ilkokulu bitirdiniz ortaokula ve liseye Galatasaray Lisesi’ne başladınız. Fatih’ten Galatasaray’a nasıl gidip geliyordunuz?

Erhan Erken

Galatasaray’a gidiş şöyleydi. İlk sene servis tutuldu bize. Bir şoför bizi götürüp getirdi, dört kişi bir arabaya binerdik. Babam sağ olsun. Galatasaray’ın genel havası yatılıdır. Herkes orada yatılı kalır. Ben kendi döneminde Galatasaray’da hiç yatmadan gidip gelen 3 kişiden biriyimdir. O şartla Galatasaray’a yazdırıldım. Annem yatılı gitmemi istememişti çünkü. Koruma içgüdüsüyle veya her nasılsa. İyi de olmuş. Çünkü orası çok dönüştüren bir yer. Bize bir araba tutulmuştu, arabayla gittik geldik. Üç kız, bir ben hep öyle gittik. Galatasaray benim Fatih ve Florya dışında ilk dışarıya çıktığım bir yer oldu bir benim için. Bir endişe ile de gittik oraya tabi. Farklı bir yere gidiyoruz, Taksim’e falan. Benim açımdan ayrı bir kültürle tanışmaydı orası.

Bekir Cantemir

Fatih’ten Beyoğlu’na gittiğinizde hani Fatih-Harbiye’deki bir çatışmayı düşünürsek sizin için farklı bir kültür var mıydı Beyoğlu’nda.

Erhan Erken

Ben bugünlerde onları yazıyorum. Yazarken şu dikkatimi çekmişti. Ben mesela Allah’a inanmayan bir kişinin olabileceğini ilk defa Galatasaray’da gördüm. Çok yakın bir arkadaşıma bir şeyler anlatıyorum “İnanmıyorum, ateistim ben” diyor. O kadar sevdiğim bir çocuk ki “nasıl inanmazsın?” diyorum. Ben çılgına dönmüşüm, durup durup uğraşıyorum, bir şeyler anlatmaya gayret ediyorum falan.

Yarın: Galatasaray Lisesi’nde kendimi okumaya verdim.

İttifak Gazetesi 01.05.2020

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-ii-m1711.html

Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-I

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin birinci bölümü 30.04.2020

Erhan Erken ve İbrahim Ethem Gören

 

Erhan Erken’i 22 Nisan Çarşamba günü ‘karantina günleri’nde BYV’nin Şehir ve Medeniyet serlevhalı online sohbetinde misafir ettik. Dr. Bekir Cantemir moderatörlüğünde gerçekleştirilen sohbetin diyaloglarını değerli okuyucularımızın, kamuoyunun irfanına arz etmeyi vazife biliyoruz.

(…)

Efendim hayırlı akşamlar, hayırlı Ramazanlar. Bugün hüzünlü bir gündeyiz. Daha dün vakfımız hamilerinden Hacı Mehmet Torun Bey ağabeyimizi güncel sağlık sorunları nedeniyle kaybettik. Biz kendisini iyi bilirdik. İyi bir Müslüman, Muvahhit ve mümin olduğuna şehadet ediyoruz. Menzili mübarek, makamı âlî, mekânı Firdevs olsun. Ruhu için Fatihalar okuyalım.

(…)

Erhan Erken hezarfen, nevi şahsına münhasır bir şahsiyet… Siyaset bilimci, yazar, kültür tarihçisi, yayıncı, matbaacı, TV yapımcısı, işletmeci ve eğitimci… Her biri ayrı uzmanlık gerektiren alanlarda faaliyet göstermiş, iş kurmuş, işletmecilik yapmış bir müteşebbis Erhan Erken’in sosyal girişimcilik yönü de var. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı, Bilim ve Sanat Vakfı, İTO ve MÜSİAD gibi pek çok sosyal ve iktisadi organizasyonda kuruculuk ve yöneticilik yapan muhatabımız şimdiki zamanda 40 yıllık birikimini kitap yazarak ve üniversitelerde dersler vererek topluma aktarmanın telaşı içerisinde. ‘Modern Ahi’lik vasfını haiz Erhan Erken ile 24 yıl önce Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda (BYV) hizmete başladığım ilk günlerde tanışmıştım. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kurucularından olan Erhan Erken ile BYV’nin Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptığı dönemde daha yakından tanıma ve birebir çalışma imkânımız oldu. Erhan Erken, Tepe Edebiyat ve Kültür Dünyası dergileriyle başlayan, Yeni Şafak ve Ortadoğu gazeteleriyle devam eden, sonrasında yaklaşık 10 yıl kadar ara verdiğim kültür sanat, medeniyet, geleneksel sanatlar mahreçli yazı hayatıma müessisi olduğu Dünya Bülteni, Dünya Bizim ve Sondevir haber/kültür portallarında tekrar başlamama vesile oldu.

İnsanoğlu yaşadığı mekânı nakşediyor.

İnsanoğlu bir yönüyle nakkaş. Yaşadığı yerlerde izler bırakıyor, adeta o yerleri nakşediyor. Bu nakşetme ile şehirlerde medeniyet zuhur ediyor. Erhan Erken, ecdadımızın şehirlerimizdeki ve bahusus İstanbul’daki, Dâhil-i Sur’daki, kendi ifadesiyle Nefs-i İstanbul’daki nakışları üzerine tefekkür eden ve buradan hareketle kendine özgü terkip şuurları ve analizler ortaya koyabilen bir düşünür.

Şimdiki zaman, Dr. Bekir Candemir’in moderatörlüğünde Erhan Erken’in tefekkür ufuklarından vakıf zihniyetinin şehirlere yansımalarını; külliyeleri, camileri, imarethaneleri, bedestenleri, ticaret hayatını, ahilik ve lonca teşkilatını, eğitim kurumları organizasyonunu, sıbyan mekteplerini, medreseleri, eski mahalle kültürünü, çıkmaz sokakları, cumbalı, dolaplı, kafesli ahşap evleri ve dahi eskimez şehrimiz ‘Belde-i Tayyibe’ İstanbul’u dinleme zamanıdır…

Bekir Cantemir

Bu akşam burada Erhan Erken Ağabeyimizle kendi deneyimleri üzerinden şehir ve medeniyet tasavvuru üzerine bir söyleşi yapacağız. Öncelikle söyleşiyi ikiye ayırmayı teklif ettim Erhan Ağabey’e. Birincisi şehir ve medeniyetle ilgili kendi düşünce dünyası nasıl şekilleniyor? Bu konudaki genel yaklaşımları nasıl? Daha sonra da şunu teklif ettim. Siz İstanbul’da doğmuşsunuz. İlkokulu Fatih’te, ortaokulu ve liseyi Beyoğlu’nda, Galatasaray Lisesi’nde okumuşsunuz. Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuşsunuz ve Fatih’te yaşıyorsunuz. Dolayısıyla Erhan Erken Bey’e “İstanbul’un şehirsel gelişimine şahit olmuş bir ailenin mensubu olarak sizin şehirle ilişkiniz nasıl gelişti?”yi konuşmayı teklif ettim. Burada benim sorularım şunun üzerine olacak. Şehir ve estetik üzerine konuşmakta herkesin farklı bir yaklaşımı var. Sosyal medyada da diğer taraflarda da herkes şehir, medeniyet ve estetik üzerine çok büyük laflar ediyor. Ama işin garip tarafı bu kişilerin iradeleri şehre yansıdığında, mekâna dönüştüğünde herkesin de tatmin olmadığı bir durum ortaya çıkıyor. Burada suçluyu devlet, karar vericiler, belediyeler, mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar, toprak sahipleri ya da kimlerse birilerini ilan edebiliriz ama bunu birlikte ürettiğimiz bir süreç olduğumuz için Erhan Bey’le “Bizler bu sürecin neresindeyiz?”i konuşalım istiyoruz.

Bekir Cantemir: Şehir ve medeniyet arasında nasıl bir ilişki mevcut?

Erhan Bey burada size söz verecek olursak “Şehir ve medeniyet arasında bir bağ var mı? Sizin düşünce sistematiğinizde bunlar nasıl oluştu? Bize buradan başlayabilir misiniz?

Erhan Erken

Eyvallah, Teşekkür ederim. Öncelikle hepinize hayırlı akşamlar diliyorum. İbrahim Ethem Bey’in de dediği gibi bugün hüzünlü bir günde toplantı yapıyoruz. Daha dün bir arkadaşımız, çok yakın bir dostumuz vefât etti. Ateş düştüğü yeri yakar ama bizim gibi Türkiye’de ve dünyada birçok yerde vefâtlar oluyor ve ateş düştüğü yeri yakıyor! Biz de şu anda böyle bir halet-i ruhiye içerisindeyiz. Hepsine Allah rahmet eylesin. Hastalara da şifalar diliyoruz. Ümmet-i Muhammed’in bu dertten bir an önce kurtulması için sizler de muhakkak aynı duaları ediyorsunuz.

Şimdi bu medeniyet ve şehir konusunda iki önemli soru var. Tarih boyunca bu konuda sorular sorulmuş.

İnsanoğlu nereden geldi, nereye gidiyor!

Bugün de soruluyor, muhtemelen yarın da sorulacak. İnsanoğlu nereden geliyor? Birinci önemli soru bu. İkincisi ise insanoğlu nereye gidecek? Bu ikisi çok can alıcı sorular. Tabii hayat daha yavaşken ve insan tefekkür ederken bu soruları sürekli kendi kendine soruyor. Ama yaşadığımız dönem biraz böyle modernizm, post modernizm çok hızlı bir hayat sürüp giderken bu hızlı hayatın içerisinde insan bazen “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” soruları günün heyûlâsı içerisinde kaybolup gidiyor. Ama bu iki soru çok önemli. Tabii bu iki soruya göre de yaşadığınız hayat bir şekil kazanıyor. Bizler mensubu olduğumuz din itibariyle, medeniyet itibariyle bunlara dinimizden gelen daha net cevaplar verebiliyoruz. Rabbü’l-Âlemîn’den geldik, bu dünyada bir kul olarak yaşıyoruz. Ve inşallah işimizi, vazifemizi iyi yaptığımız zaman yerimiz güzel olacak diye bir mutmainlik içindeyiz. Ve bunu nereden elde ediyoruz? Vahye dayalı, sünnete dayalı bakış açılarıyla bunları elde ediyoruz. Ve o çerçevede din bize bunları söylüyor. Şimdi böyle bir çerçeve ve buna sahip bir insanın kafasında hayata dair bir zihniyet oluşuyor ve insanın hayata tamamen “Nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?” çerçevesinde bakması gerekiyor ve öyle de bakıyor. Öyle baktığınız zaman sizde bir bilinç oluşuyor. Ve oluşan bu bilinç ve dolayısıyla bir tasavvur sizin bütün hareketlerinizi etkiliyor. Ne yapıyorsunuz? Yazıyı ona göre yazıyorsunuz. Konuşurken ona göre konuşuyorsunuz. Bir ev inşa edeceksiniz, evi inşa ederken bu zihniyete göre inşa ediyorsunuz. Elbisenizi, kılık kıyafetinizi ona göre düzenliyorsunuz. Yani bir nevi zihniyetinize göre etrafınızı nakşediyorsunuz. İzler bırakıyorsunuz. Ve bu izler ve nakşetme faaliyeti topluluk halinde yaşayan insanlar arasında ortak bir bakış açısıyla meydana çıktığı zaman bir kültürel zemin oluşuyor.

Medeniyet inşasında zihniyet anahtar kelime.

Ve medeniyet de belki bunun üzerinde bir yerde birikiyor. Zihniyet o kadar önemli ki, bu sorduğunuz “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” sorusunun etrafındaki hayata bakışınız ve duruşunuz o kadar önemli ki oluşan o zihniyet ve tasavvur sizin bulunduğunuz yerde o şehri oluşturmanızı sağlıyor. Yani medeniyet bu şekilde bir iz bırakma işi, iz bırakma toplamı.

Medeniyetin şehirle yakın bir ilişkisi söz konusu.

Bunun da en önemli buluştuğu yer şehir. Medeniyet lafı da şehirden geliyor biliyorsunuz. ‘Medine’den geliyor veyahut da… Bizim düşüncemizde medeniyetin şehirle çok ciddi bir ilişkisi var. Batıda da aslında “civilization” “civil” kelimesi olan bir laftan geliyor.

Civilization… Bir nevi Burjuva ahlâkı…

Oradaki civilizationda biraz da nezaket, kibarlık gibi umdeler var. Bir nevi burjuva ahlâkı.

Medeniyet şehre dayanır…

Kökü medeniyete uzanan, şehre dayanan bir unsur. Dolayısıyla zihniyet, hayata bakış ve dahi duruş o şehrin oluşmasını sağlıyor. Ben şehir ve medeniyet kelimelerini böyle bir çerçeveye oturtuyorum. Medeniyetle ilgili pek çok tanım var biliyorsunuz. Yine kültürün 160’ın üzerinde tanımı var. Kültür ile medeniyet birçok yerde ortak ele alınıyor. Mesela Cemil Meriç “umran” diye şöyle bir tanım yapmış: Bilgiyi, inancı, sanata, ahlâkı, hukuku, adaleti, bir kelime ile insanın toplumsal bir varlık olarak elde ettiği bütün kabiliyetleri kuşatan bir bütündür. Her şeyi içine alan bir bütün. Tabii bunun da arkasında bir zihniyet, bir dünyaya bakış var.

Bekir Cantemir

Pekiyi burada Erhan Bey dünya tarihi boyunca birçok şehir meydana gelmiş. Ben, Dünya tarihi okumalarında İslam Tarihini ayrı bir başlıkta ele almıyorum. Benim için insanlığın tarihi İslam’ın tarihi ile özdeş. Hz. Âdem’den bugüne, insanlar yeryüzüne geldiğinden beri yeryüzünü mamur etme faaliyeti içinde… Hatta “imar” kavramının Osmanlı’da kullanılış biçimi “şenlendirme.” Bir yere şenlik verme, bir yeri canlandırma anlamında kullanıldığı için yeryüzünü mamur etme biçimlerinde farklı insanların dini ve kültürel etkileşimleri var. Dünya tarihine baktığımızda bir Yunan şehrinden bahsedebiliyoruz. Bir Roma şehrinden bahsedebiliyoruz. Farklı dönemlerde şehirler var. Bu bağlamda sizce şehirlerin inşası nasıl olmuş? Yani eski şehirlerin oluşumu ne üzerinden gerçekleşmiş.

Erhan Erken

Burada benim dikkatimi çeken birkaç yaklaşım var. Bir tanesini Sadettin Ökten Hoca’nın bir yazısında okumuştum. Medeniyetler önce nehir kenarlarında oluştu. İnsanlar su kenarlarında toplanmışlar, şehirleri buralarda kurmuşlar ve medeniyetleri nehir medeniyetleri olmuş. Sonra daha açılmışlar deniz medeniyetleri oluşmuş. Daha büyümüş, son dönemlerde okyanus medeniyetleri oluşmuş.

Saraybosna Başçarşı

Suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var.

Yani suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var. Davutoğlu’nun Şehir ve Medeniyet isimli bir makalesi var. 2004’lerde çıktı, sonra kitabında da bu makaleyi biraz daha geliştirdi. Orada mesela şehirleri bazı kategorilere ayırmış. O da bana ilginç geliyor. Mesela bir tanesinde diyor ki “medeniyete öncü kurucu şehirler” diye bir tanımı var. Onun örneği olarak Medine ve Roma’yı göstermiş. Yani bunlar medeniyet öncesinde adeta o medeniyetleri de kuran şehirler bazında ele almış. Bir de ikinci tanım medeniyet tarafından kurulan şehirler… Örnek olarak Bağdat’ı, Kurtuba’yı, Granada’yı, Paris’i, Londra’yı, Pekin’i vermiş. Bu şehirleri medeniyetin kurduğu şehirler şeklinde tanımlamış. Üçüncü tanım da medeniyet oluşumu sonrasında “aktarılan” ve taşınan “şehirler.” Bu da ilginç bir şey. Yani Konya, Bursa böyle bir şehir ve Saraybosna. Ben bu tanımı biraz daha geliştiriyorum Üsküp, belki Manastır, Prizren… Bu şehirler de de Davutoğlu’nun bahsettiği tarzda “taşınan” şehirler adeta. Bu da ilginç. Bir dördüncü tanım da medeniyet dönüşümü sırasında önemini kaybeden şehirler. Bunun en önemli örneği Selanik… Gerçi, Kurtuba ve Granada da bir dönem zirve olmuşlar, sonra önemlerini kaybetmişler. Endülüs’teki şehirlerden Toledo da bana çok ilginç gelmişti. Bir zaman orada çok büyük bir birikim oluşmuş, şu anda perişan bir halde. Bizim dedelerimiz Selanik’ten kalkıp İstanbul’a gelmişler. Eski Selanik’in eserlerine baktığınız zaman tam bir İslâm şehri olduğunu görürsünüz.

Üsküp Çarşı

Eski Selanik bir İslâm şehri.

Bugün ise Selanik’te sadece bir minare var. O minarenin olduğu yerde de namaz kılınmıyor. Gidenler biliyordur, Selanik’te bir tek mescit var: Osmaniye Mescidi. Bir amcanın binasının bodrumunda kurduğu bir mescid. Selanik’te bir tek orada namaz kılınabiliyor. Beşinci tanım da farklı medeniyetleri buluşturan, “dönüşen” ve “dönüştüren” şehirler. Bunların örnekleri, Kudüs, Kahire ve İstanbul…

Kudüs-ü Şerif

Bu son tanıma giren şehirler esasında birçok medeniyet unsurunu bir araya getirmiş. Mesela İstanbul bir nevi Medine-i Münevvere’nin kardeş şehri olarak algılanmış bir şehir. Aynı zamanda esasında İstanbul’da Roma da var. Roma’dan, Bizans’tan kalan sütunlar duruyor. Belki bizim eskiler birçok eseri de o sütunların üzerine inşa etmişler. Görüyorsunuz, bu Roma sütunu ama ona ayrı bir form vermiş ve artık bizim olmuş onlar. Bir de tabii burada ilginç olan mesele şu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimîn unvanını kullanıyor hem de Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Böylelikle farklı bütün unsurları bir arada içselleştirmiş. Fatih, İstanbul’u da bence böyle inşa etmiş, kurgulamış. İstanbul’u kurduğunda içinde Roma da var, Roma’yı da kaybetmemiş. Mesela Ayasofya… Ayasofya hâlâ duruyor. Ayasofya bir fetih mescidi ama kilise halini de görüyorsunuz, burada eskiden kilise vardı diyebiliyorsunuz. Şu anda bile hâlâ İstanbul’da birçok kilise var. Bazıları cami olmuş ama yine de o kiliseleri görebiliyorsunuz. Şehir için bu tür formlar ve tanımlar yapılabilir.

İstanbul’un kentsel dönüşümü

Bekir Cantemir

Şöyle devam edebilir miyiz? İstanbul fethedildiğinde Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un bölgelerini paşalara dağıtıyor. Mahmut Paşa Mahmut Paşa’yı, Cerrah Paşa Cerrah Paşa’yı, Murat Paşa’ya Aksaray Murat Paşa bölgesini… Her paşa bir semti ihya ediyor. Böylece de külliye merkezli bir oluşumla da şehirler imar ve ihya ediliyor. Ama bu dağıtımda, şöyle bir ayrıntı var. Özel mülkiyet yok. Vakfedilmiş bir arazi var. İstanbul fethedildiğinde şöyle dendiği söyleniyor Fatih’e. “Eğer siz buraları Yeniçeriler’e dağıtırsanız bu şehrin imarı mümkün olmaz.” Bu yüzden Suriçi vakıf olarak ilan ediliyor. Ve insanlar yaşadıkları evlerde de vakıf üzerine bir yaşam kuruyorlar. Hatta Bahattin Yediyıldız doktora tezinde şöyle bir ifade kullanıyor: “Osmanlıda bir insan vakıf bir beşikte, vakıf bir evde doğar. Vakıf bir okula gider. Bir vakıfta çalışır. Bir vakıf camiinde ibadet eder. Bir vakıf kütüphanesinde vakıf kitaplarını okur. Bir vakıf tabutunda vakıf bir mezarlığa defnedilir.” Aslında mülkiyetin olmadığı, buradaki kullanım ilişkisi nedeniyle de şehirle ilişkinin farklılaştığı bir mekândan bahsediliyoruz. Şimdi bu Tanzimat’la birlikte, 1858’de ‘Arazi Kanunnamesi’yle birlikte bu şehir, özel mülke dönüşüyor. Şimdi buradan baktığımızda sizin tahayyülünüze göre külliye merkezli şehir nasıl kurulur? Sizce şehrin merkezinde bir külliyenin olması, bir camiin olması hayatı düzenlemek açısından önemli bir şey midir? Külliye kavramını biraz açar mısınız?

Erhan Erken

Fatih İstanbul’u fethettiğinde şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu söyleniyor. Halil İnalcık o tarihlerde 15 bin civarında hane olduğundan bahsediyor. Bunlar tabii kurgu ve tahmine dayanıyor.

Sultanahmet Arasta

Fatih, İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

50 bin ile 75 bin arasında bir nüfustan bahsediliyor. Fakat kısa bir sürede İstanbul’un nüfusu 100 bine çıkmış. Bir de Fatih’in vakfiyesinde şöyle bir söz vardır: “Hüner bir şehrin bünyad etmektir. Reaya kalbin abad etmektir.” Burada “Bir şehri onarmamız lazım, yeniden inşa etmemiz lazım ve burada yaşayan insanların kalplerini de âbâd etmemiz lazım gelir” şeklinde, güzel bir düşünce var. Fatih hakikaten İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

Vakıf ve külliye meselesi çok kafama takılıyor. Yani ben İstanbul’la ilgilenirken şöyle bir bakış açısına sahibim. İstanbul’a şöyle bakabiliriz: Ne kadar güzel boğaz, erguvanlar, yalılar harika. Nefis sular var. Güzel bir florası var. Boğazdan balıklar akıyor. Kışın bunlar Akdeniz’e doğru gidiyor, yazın Karadeniz’e doğru… Lüferi var, kalkanı var falan… Tamamen güzelliklerin olduğu ve eski güzellikleri köpürterek anlattığımız bir şehir mi bizim için önemli olan… Yoksa bir zaman bizim dedelerimizin, onların da büyüklerinin burada zihniyetlerine bağlı olarak inşa ettikleri, nakşettikleri, oluşturdukları bir şehir mi? İstanbul’un bu tarafı benim çok ilgimi çekiyor. Niye ilgimi çekiyor? Ben doğma büyüme bu şehirde; İstanbul’da yaşıyorum. Dedelerimiz nasıl bu şehirde bir medeniyet perspektifinde iz bıraktılarsa, nakşettilerse, eserler oluşturdularsa, bunları hayranlıkla izliyorsak “Biz bugünden yarına nasıl bir iz bırakacağız? Nasıl bir nakış yapacağız? Veya yapmalıyız.” Ben kendime bu soruları soruyorum. Bu soruları sorarken de şehre hep o gözle bakıyorum. Diyorum ki “Bu insanlar hangi formülle bu şehri âbâd etmişler? Oluşturmuşlar, yeniden inşa etmişler?” Bunlar ilgimi çekiyor benim.

Vakıf, medeniyetimizin kilit taşlarından biri.

Burada da en kilit noktalardan biri de esasında vakıf kültürü. Bu insanlar esasında hadisenin merkezine dini koyuyorlar. Tartışabiliriz, dinden saptıkları noktalar, yanlış uygulamalar, hatalı tefsirler olabilir, insanlar netice itibarıyla hatalar da yapmışlardır. Dolayısıyla bu insanlar işin merkezine dini koymuşlar. Ben öyle görüyorum. Şeriat önemli burada. Bunu da oluştururken vakıf kültürünü çok iyi işlemişler. Nasıl işlemişler? Vakfı da dine dayandırmışlar. Bilindiği üzere insanlar öldüğü zaman üç zümrenin defteri açık kalıyor. Kim bunlar? Hayırlı bir evlat bırakanlar, bir ilim geleneği oluşturanlar ve de sadaka-i cariye yapanlar. Vakıf, bahsettiğim sadaka-i cariyenin tam da üzerine oturan bir vakıa. Sen kendinden bir malı ayırıyorsun, vakfediyorsun ve kıyamete kadar da insanlar bunlardan faydalandıkça sana da sevap yazıyor. Bunun peşinde koşmuş bu insanlar. Bunun peşinde koşarlarken de gördüğüm kadarıyla cami ve külliye merkezli bir şehrin ardından koşmuşlar.

Medeniyetimizin şehir kurgusu cami merkezlidir.

Bizim medeniyetimizin oluşturduğu şehir tipolojisine baktığımızda, şehir ve mahalle tipine baktığımızda merkezde camileri görürüz. Camileri ve külliyeleri görürüz. Şöyle de diye biliriz Hristiyanlarda da kilise var, Yahudiler de de havra var. Bizimkiler form itibarıyla mescid ya da camii ortaya koymuş, bütün yönü, şekli ona göre yapmış, evleri ona göre düzenlemiş ve bunların etrafında da ilimle ilgili muhakkak bir şeyler yapmış. Camiinin yanına, mahallelere sıbyan mekteplerini koymuş. İstanbul’da 35’in üzerinde padişah ve çevrelerinin inşa ettiği külliyeler var. Hanımları, çocukları falan… Hanım sultanların da epeyce eserleri var. Bunların dışında da bahsettiğiniz paşaların eserleri var. Dolayısıyla İstanbul’da ciddi bir külliye kültürü var.

Fatih’in merkezini cami ve medreseler oluşturur.

Burada mesela işin büyüklüğüne göre Fatih’i ele aldığımızda Fatih semtinin tam ortasında bir cami ile Karadeniz ve Akdeniz medreseleri var. Yanında kütüphanesi, onun hemen yanında sıbyan mektebi, hamamı… Hamamsız hiçbir semt yok. Bunun yanında tabhanesi/aş evi. Fakir fukara şehre geldiğinde birkaç gün kalıyor burada ve ihtiyaç halinde küçük tedavileri yapılıyor. Yiyor, içiyor ve dua ediyor. İmaret muhakkak var, ayrıca şifahaneler. Orada da tedaviler yapılıyor. Osman Nuri Ergin külliye kavramından imaret diye bahseder. Durum Halil İnalcık’da da böyledir. İmaretin daha dar manası insanlara, garib ü gurebaya yemek verilen yer. Küçük bir şehir oluşturmuş böylelikle. Bir de yanında muhakkak çeşmeler ve çarşılar var. Külliyelerin oluşmasında tamamen vakfedilmiş malzemeler/unsurlar… Bir bölümü de vakıfların gelirlerini sağlayan yerler. Mesela nedir bunlar? Hamamlar, çarşılar, kervansaraylar… Buralardan gelen gelir de vakfediliyor söz konusu eserler için. İlginçtir, Ayasofya Vakfiyesi’nin en önemli gelir kaynağı Cevahir Bedesteni’dir. Sultan Fatih, Cevahir Bedesteni’ni yapıyor –ki Kapalı Çarşı’nın nüvesidir, ilk önemli bedesteni. Buranın gelirini Ayasofya Vakfı’na bağlıyor. Sultanhanam’daki Haseki Sultan’ın yaptığı Sultanhamamı’nın gelirleri de yine vakfedilmiş. Zamanla buraların gelirleri Yeni Camii’nin vakfiyesinin içerisine alınmış. Cami merkezli, muhakkak ama yanında çarşısının olduğu, sosyal hayatın da olduğu, hamamın da olduğu, diğer müştemilatın da olduğu külliyeler ve külliyenin etrafında genişten dara doğru giden bir mahalle ve şehir kurgusu. Uzaklaştıkça da şehrin uzak noktalarında da daha dar sokaklar belli yerlerde de çıkmaz sokakların olduğu bir mahalle anlayışı.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor. Şimdi böyle bir kurgu yapmışlar, vakfiyenin, imaretlerin ve külliyelerin üzerine… Ve şehri böyle şenlendirmişler gördüğüm kadarıyla. Bu bir bakış açısı. Biz bugün yaparsak ne/neler yapabiliriz diye düşünüyorum bazen. Mesela yeni inşa edilen şehirlere bakıyorum. Böyle bir anlayış, ibadethanelerin etrafında kurgulanan bir anlayış yok. Bizim Müslümanların yaptığı şehirlerden bahsediyorum. Mesela en önemlilerinden bir tanesi diyelim Başakşehir. İsmi bile başaktır. Bizim siyasi düşüncemizin içinde de başak figürü vardı bir dönem bizim mahallede. Başakşehir bizim kurduğumuz bir yerdir. Ama Başakşehir, Fatih gibi, Süleymaniye gibi külliyelerin etrafına oturmuş bir şehir değil. Neyin etrafına oturmuş? Belki postmodern kültür, merkezi olmayan bir şehir anlayışı olabilir. Ama eskilere baktığımda vakıf düşüncesi ve külliye anlayışı bana çok ilginç geliyor. O gözle de bakıyorum ve diyorum ki “Bugün bize şehir inşa et deseler neyin etrafında döndüreceğiz bunu!” Bu ciddi bir soru işareti.

Bekir Cantemir

Burada bir sorum var. Constantinapol’ü bir Roma şehri olarak Konstantin kurduğunda ne yapıyor? Şehri kurmazdan önce kuracağı yer hususunda Çanakkale Asos’un yanındaki Gülşehir ile şimdiki İstanbul arasında kararsız kaldığı söyleniyor ve sonradan da günümüz mekanını seçiyor. Constantinapol’ü Miladi 300’üncü yılda kuruyor, geniş caddeler inşa ediyor, heykeller dikiyor, sarayını yapıyor, hipodromunu yapıyor, hamamlar kuruyor, suyu getiriyor. Bugün o dönemlerden, Unkapanı’nda göz ününde kalan su kanalları var İstanbul’da. Bunları yapan Konstantin, imparatorluğunu Hristiyanlığa geçiren kişi. Konstantin’in kurduğu bu şehirde de yollar, hamamlar inşa ediliyor. Bu mekanı ilk defa Konstantin şenlendiriyor. Sonra Osmanlı şenlendirmesi geliyor. Osmanlı’da İstanbul’un imar esaslarından birisini vakıf kültürü oluşturuyor.

Bizdeki sorun vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızla ilgili.

Bizdeki sorun sadece kaybedilen savaşlar ve modernleşme tecrübemizde vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızdan neş’et ediyor. Çünkü 1826 yılında vakıflar merkezileştirildiğinde yani ulema maaşlı hale getirildiğinde, Ayasofya’nın imamı maaşlı hale getirildiğinde, ulema maaşlı hale getirildiğinde burada bir sistem değişikliği olmuş oldu. İran da mesela ulema maaşlı hale getirilmiyor, İran’ın siyasi ve politik sürece farklı bir şekilde ilerliyor. Burada şunu sormak istiyorum. Başakşehir Batıkent’in bir kopya ile modellemesidir. Ankara’daki Batıkent ile İstanbul’daki Başakşehir’in bina tasarımında bir farkı yoktur. Amaç nedir? Aynı temel üzerine çok fazla konut çok fazla insan sığdırmak. Çünkü çok fazla köyden kente göç var. Bu kadar insanının sorununu çözmeniz gerekiyor. İşin estetik tarafıyla ilgili tartışması yapıldığında şunu sorabilirim size. Ben Çorumluyum. Çorumda, günümüz TOKİ evlerinde yaşamakta olan bir öğretmenin hayatını Kral Hattuşaş Hitit Kralı olarak yaşayamamıştır. Çorumlu öğretmenin otoparklı bir evi var, asansörle inip çıkıyor ve evini doğalgaz ile ısıtıyor. Arabasıyla da Migros’tan tropikal meyve alabiliyor. Bunu Hitit Kralı yapamamıştı. Ben burada estetik tartışmalarını pratik sorun çözücülükten uzak bir romantizm içinde buluyorum. TOKİ binaların estetik sorunlarını tartışabiliriz ama kitlesel konut sorununu ucuza çözmenin fazla bir yolu yok. İnsanlık tarihi boyunca, sıradan insanın bu kadar konforlu bir hayat yaşadığı bir dönem olmadı. Geçenlerde Freud dizisini izledim. Adamlar her daim duş alamıyor, koltuk altlarını siliyorlar. Neden? Çünkü su yok, suyu tahliye etmek de bir problem.

Yarın: ‘Mükemmel şehir!” Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

İttifak Gazetesi 30.04.2020 

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-i-m1706.html

 

Arka Plan Yazıları yahut bir tecrübe okuması

İbrahim Ethem Gören / İstiklal Gazetesi/ 26 Ağustos 2017

Eğitimci-yazar, yayıncı Erhan Erken’in Profil Kitap’tan geçtiğimiz aylarda okuyucularla buluşan Arka Plan Yazıları serlevhalı kitabına ilişkin bir değerlendirme yazısı kaleme aldı. Arka Plan Yazıları, çok yönlü ilgi, kabiliyet ve uzmanlık alanlarında yetkinliğe sahip olan eğitimci, yazar, yayıncı, işletmeci, siyaset bilimci, vakıf insanı Erhan Erken’in geçtiğimiz aylarda Profil Kitap’tan okuyucuyla buluşan son kitabının ismi.

Kitabı Dünyabizim genel yayın yönetmeni Mehmet Erken yayına hazırlamış. Profil Yayınevi’nin 596’ıncı kitabı olarak da raflardaki yerini almış.

SADIRDA KALMAZ SATIRDA KALIR

Yazılanların iki kapak arasına alınması önemli. Eskiler böylesi bir mülahazayla “Sadırda kalmaz, satırda kalır” demişler.

Arka Plan Yazıları müellifin son yirmi yıllık süreçte kaleme aldığı ve muhtelif mecralarda yayınladığı yazılardan oluşuyor. ‘Muhtelif mecralar’ ibaresine Dünya BülteniDünya BizimMüsiad BülteniBoğaziçi Bülteni ve İkbal Dergisi dâhil. Müellif kimi yazıları da mezkûr kitap için müstakil olarak kaleme almış.

Arka Plan Yazıları’nda Erhan Erken’in tanıklıkları, tesbitleri, önerileri, gözlemleri, öz güveni ve hâsılı tecrübe okumaları muhataplarına göz aydınlığı veriyor. Eserde fikir, gezi, deneme ve portre/profil yazıları yer alıyor.

Erhan Erken’in yazdıkları aslında hayat uğraklarında, önemli geçitlerde yanına gelen, önünden geçen, eşyanın hakikatine vâkıf olmak için müdahil olduğu, gözlemlediği, gerektiğinde düzelttiği, insanoğlunun yeryüzündeki halifelik ve şenlendirme vazifesiyle memur olduğu işlerin bütünü.

YAZILARINI SORUMLULUK BİLİNCİ VE İÇTEN BİR ÜSLUPLA KALEME ALIYOR

Yazıyı sorumluluk olarak telakkî eden muhatabımızın içten bir üslubu var. Sözü dolandırmadan, belli bir edebi seviyeyi koruyarak ama mücerret edebiyat yapmadan ne söylediğini/söyleyeceğini, yahut anlatmak istediğini bir lahzada ortaya koyuyor. Dolayısıyla yazar da rahat, okuyucu da…

Müellifin kaleminden neşet eden kelimeler yazıların fikir arka planını teşkil eden ruh ile el ele tutuşarak; sahip olduğu medeniyet bilinciyle kuvvetli bir irtibat kuruyor.

MÜTEVEKKİL BİR MUVAHHİT; KURUCU BİR ŞAHSİYET

Erhan Erken İstanbullu bir zat. İstanbul’uHırka-i Şerif’iFatih’i‘dâhil-i sur’u bekleyen mütevekkil bir muvahhit.

Erken, kurucu bir şahsiyet, pek çok vakfın kuruluşunda yer almış. STK’larda başkanlık, yönetim kurulu ve mütevelli heyeti üyeliği, yüksek istişare kurulu azalığı yapmış.

HİÇ BİR KUL KUSURSUZ OLAMAZ

Yazar Erken, hayatı siyah beyaz, görmüyor. Olduğu gibi, gri alanlarıyla, gök kuşağının tüm renkleriyle kabul ediyor ve ekliyor: “Hiçbir kul kusursuz olamaz.“

“İNSAN İÇİN ANCAK ÇALIŞTIĞI VARDIR”

“Cenab-ı Hakk, Necm Suresi’nde “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ/İnsan için ancak çalıştığı vardır.” buyuruyor. Çalışma hayatında dünya ve ahiret dengesi ve yaşanılan cemiyetin ortamı bittabi önem arz ediyor. Yazar, söz konusu önemi, “İçinde yaşanılan şartlar ne olursa olsun, Mevlana’nın misaliyle, arının her halükârda bal yapmak için uğraşması gibi, kişi kendi balı ne ise onu yapmaya devam etmelidir. Her güzel çiçeğe konmalı, topladığı tüm değerleri, toplanması gereken yere getirerek en güzel ürünü ortaya koymalıdır” cümleleriyle, söz konusu önemli hususu dile getirirken çoğu zaman ıskalanan bir hakikati işaret ediyor: Her insanın dünyaya bir görevle gönderilir, amacı vardır. Âkil kişiye düşen asıl görevini unutmadan çalışmaya râm olmaktır.

YOLCUYA SALİH BİR ARKADAŞ GEREK

Kitapta portre yazılarının bulunduğundan söz etmiştik. Salih Şeref HocaMustafa KöseoğluAhmet Şişman ve Abdülkadir Kibar, Erhan Erken’in yakın planda teşrik-i mesai içerisinde olan arkadaşları/büyükleri. Herkese yolcu, yolcuya arkadaş, salih yoldaş gerek. Erken’in dediği gibi “Portreler cemiyetin tanımadığı şahsiyetlerin dünyalarına kapılar aralıyor.”

Rahmeti vesile kılarak mezkûr kapıyı tıkladığımızda karşımıza yazarın merhum bacanağı Abdülkadir Kibar için kaleme aldığı “Reis Hitabı Onun Üzerinde Hep Şık Durdu”başlıklı vefayat yazısının finali çıkıyor: “…Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığından ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”

Bu soruya verilebilecek en anlamlı cevap belki şudur: “İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslâmi hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helâlinden kazanmaya çalıştı ve tevazuu hiç elden bırakmadı. Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti teslim etti.

Kitapta her bir satırı okuyuculara yeni ufukları tanıtan gezi yazılarına değinerek mütalaalarımızı nihayete erdirelim. Erhan Erken, Batı Trakya, tüm Balkan ülkeleri ve İngiltere ziyaretlerinin akabinde velud yazılar kaleme almış. Bunlar mücerret seyyah yazıları değil, gezilip görülen yerlerde İslâm âleminin temsil ettiği ruh dünyasına ilişkin gözlemler; eskimez dostlarla yapılan doyumsuz sohbetlerin lezzeti ve “Suyun öte tarafında” gönlüne düşen ilhamlardan yola çıkarak kaleme aldığı günlükler. Şu satırlar Sefername-i Oxford başlıklı yazıdan:

OXFORD’DA CAMİ KAPISINDAN AYRILMAYAN MÜSLÜMANLAR

“Cuma namazı için Pakistanlıların yaptırdığı bir camiye gittik. Oxford’daki Müslümanlar Cuma günü birbirlerini hasretle kucaklıyorlar namazdan sonra. İstanbul’da namaz bitince hemen çıkıp işlerine koşturan insanların yanında burada yağmura rağmen insanların cami kapısından bir türlü ayrılamamaları bana çok enteresan geldi.”

YAZMAK VE OKUMAK MÜKÂŞEFE SANATIDIR

Kitapta okunması gereken pek çok güzel yazı var. Bana enteresan gelenleri siz değerli okuyucularımızla paylaştım. Sizler, Arka Plan Yazıları’nda mutlaka başka hakikatler de keşfedeceksiniz. Yazmak ve okumak mükâşefe sanatıdır çünkü.

İbrahim Ethem Gören / İstiklal Gazetesi/ 26 Ağustos 2017

Herkesin bir ‘Kızıl Elma’ mefkûresi olması lazım

İbrahim Ethem Gören/ Son Devir/ 13 Haziran 2014

Liderler Kahvesi, Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın (BYV) marka faaliyetlerinden biri… Vakfın, Kariyer ve İnsan Kaynakları Merkezi’nin (KİM) düzenlediği mezkûr programda iş hayatının hemen her sektöründen liderler, öğrencilik yıllarından itibaren bulunduğu mevkie gelinceye kadar yaşadıkları hayat tecrübelerini Boğaziçi Üniversitesi’nde okumakta olan öğrencilerle; nam-ı diğer geleceğin lider adaylarıyla paylaşıyor.

Samimi bir ortamda, çoğu kez interaktif keyfiyette devam eden sohbetlere Türkiye’nin önde gelen şirketlerinin/kurumlarının üst düzey yetkilileri iştirak ediyor… Liderler hem öğrencilerle hasbihal ediyor hem de programın sonunda hesabı ödüyor!

BYV’nin 28 Mayıs Çarşamba günü düzenlenen dönemin son Liderler Kahvesi etkinliğinde Erhan Erken, 29 yıl önce mezun olduğu okulun öğrencileriyle; 18 yıl önce kurucuları arasında bulunduğu vakfın gönüldaşlarıyla bir araya geldi. Erhan Erken, iki saat süren kahve tadındaki sohbetinde öğrenci ve mezun arkadaşlarına eğitim, STK, girişimcilik ve yayıncılık alanındaki tecrübelerini aktardı.

Üniversite yıllarını 1980 sonrasındaki çalkantılı dönemde geçiren Erhan Erken, eğitim yıllarında ve sonrasında kurucu, inşa edici bir anlayış içerisinde bulunup toplumun önüne geçip rehberlik vazifesi görecek kişileri yetiştirecek mekanizmaları oluşturma sorumluluğunu omuzlarında hissetmiş.

30 küsur yıldır, “Müslümanlar olarak topluma nasıl bir iktisadî ve siyasî sistem sunabileceğimizin arayışı içinde olmalıyız” sorusuna kafa yoran Erhan Erken bu bağlamda kendisinin ve çevresinin maddi ve manevi ilimlere mücehhez bir şekilde yetişebilmesi için pek çok ilim/sohbet/ders halkasına dâhil olmuş.

Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenim hayatına başladığı ilk yılda evlenip ikinci yılda evlat sahibi olan Erhan Erken, o yıllarda bir yandan okul, bir yandan da ticaret ve sosyal hayatını devam ettirerek koltuklarının altına birkaç karpuz sığdırma gayretinde bulunmuş.

İnsanın altyapısı olan gençliğe, bahusus, çocukların eğitim alanına özel önem verilmesi gerektiğinin bilinciyle hareket eden Erhan Erken,  evlat sahibi olduktan sonra kendi çocuklarının ve arkadaşlarının çocuklarının fikren gelişimlerini sağlamak, onlara İslâmî terbiye vermek ve aynı zamanda da sosyalleşmelerini temin etmek amacıyla yakın çevresindeki arkadaşlarıyla birlikte, vakıf anlayışıyla uzun yıllar camiamızın çocuklarına hizmet eden Elif Yuva’nın kurucuları arasında yer almış.

Eğitim insanının mutlaka bir toplum hayali; “Kızıl Elma” mefkûresi olması lazım”diyen Erhan Erken, 2005 yılında ilköğretim çağındaki çocuklara yönelik etüt merkezi hizmeti vermek üzere Bayram Bilgi Merkezi’ni kurarak bu alanda eğitim sistemimize yeni bir sistemin/kurumun/hizmet ağının kazandırılmasına öncülük etmiş. Bayrampaşa Belediyesi bünyesinde uygulama alanı bulan Bilgi Merkezi Projesi başarılı olup İstanbul’da pek çok ilçeye yayılmış; Anadolu’da ise EBSAD adlı gönüllü kuruluşumuzun önderliğinde Adıyaman ve Aydın’da neş ü neva bulmuş…

Bilgi Evi/Merkezi projesinin amaçları Erhan Erken’in şu cümlelerinde ifadesini buluyor: “Çocuklarımızın, daha çok okuyan, düşünmeyi ve öğrenmeyi öğrenen, çevrelerine duyarlı, kendi ayakları üzerinde durabilen, iyi okuyan, okuduğunu anlayabilen, fikirlerini düzgün ifade edebilen, iyi yönlerinin farkına varıp onları geliştirme yoluna giren fertler olarak yetişmesi Bilgi Merkezi ve Bilgi Evlerimizin en önemli öncelikleri arasındadır.

Çocuklarımızın kimlikli, kişilikli, sahip oldukları tarihi mirasın ve ait oldukları medeniyetin değerlerinin farkına varan bireyler olarak yetişmesinin, bu çalışmanın ana hedefleri arasında ilk sıralarda yer aldığını belirtmenin de önemli olduğunu düşünmekteyiz.

Bu çalışmanın ana fikri olarak, gelişmiş ve dengeli bir toplum oluşturabilmek için çocuklarımızın zihnen, bedenen ve ruhen gelişmelerinin önemli olduğu düşüncesi, idareci, aile ve öğretmenler için temel bir hedef olarak daima canlı tutulmalıdır.”

Hayatı, “Hayat kendini inşâ etme projesidir” şeklinde tanımlayan Erken, insanın en iyi kendini bileceğini ve yine en iyi SWOT analizini de kendinin yapabileceğini belirtiyor.

Konuşmasında meslek icra ederken, hemen her biri kendi alanında kudsî manalar ifade eden meslekleri mutlaka kendi dünyamıza, değerlerimize ait bir şeyler katarak yapmanın gerekliliğine değinen Erken, ülkemizin bu ruha sahip girişimci insanlara olan ihtiyacına da vurgu yaparak “Seküler zihniyet hepimizi etkiliyor.

Hâlbuki emaneti teslim ettiğimizde yaptığımız her şeyin Kitab’a ve Sünnet’e uyan bir izahı olmalı. İnsan, en iyi kendini bilir, yaratılışa uygun bir şekilde kendini sürekli geliştirebilir, bu noktayı ıskalamamak gerekir. “Ama ne yapayım, ben böyleyim” dememek, elden geldiğince çalışıp çaba göstermek lazım. Girişimci ruh önemlidir.

Yapılması gereken hizmetlere, kurulması gereken müesseselere yönelik olarak “birileri yapsın” düşüncesiyle hareket etmemeli; Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi, “’Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım’…” diyebilme şuurunun lüzumuna değindi ve ekledi: “Hem iş, hem de sosyal hayatta “ben varım” diyebilmek önemlidir. Girişimci ruhu da bunu gerektirir. İnsan idealleriyle yaşar.

Hayatı bir futbol maçı, insanı da bir santrafor olarak tahayyül edersek;

Hayat dediğimiz bu süreçte insanın önüne her zaman iyi pas gelmez, birkaç tane güzel pas gelir, bu güzel pasların iyi değerlendirilmesi gerekir. Bunun için çok çalışmak şarttır.

Hangi alanda çalışma yaparsak yapalım, bunun içinde mutlaka medeniyetimizin kavramlarına yönelik şeyler bulundurmalıyız.

Mühendislik, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, felsefe, hangi alanda eğitim veya hizmet yapıyorsak, oraya muhakkak kendi kültür ve medeniyet dünyamıza ilişkin bir değer koyabilmeliyiz.

Hiç birimiz yaşadığımız dünyadan memnun değiliz. Ama sadece “memnun değiliz” demekle olmaz, iyi olan için kafa yorup, araştırmalı ve ortaya çıkarmalıyız, her daim kurduğumuz hayalleri gerçeğe dönüştürme çabası içinde olmalıyız.”

Liderler Kahvesi programı konuşmacısı Erhan Erken’e İslâm Dünyası ve özelde Türkiye’nin toplum hayatında, insan ilişkilerinde, siyaset dünyasında, ekonomik alanda, eğitim sahasında ihtiyaç duyduğu yeni insan kimdir, nasıl biridir?” sualini iletmiştim. Yazımızı, muhatabımızın cevabi cümleleriyle nihayete erdirelim:

 “İnsanın öncelikle Yaratıcısı ile dost olması gerekmektedir. O’nu her şeyden ve herkesten çok sevmeli ve O’nu kırmaktan ve üzmekten şiddetle kaçınmalıdır. O’nunla dost olabilmek için O’nun ‘sev’ dediklerini sevmeli, ‘sevme’ dediklerinden de uzaklaşmalıdır.

Yaratıcısın en önemli eseri olan diğer insanları, Yaratıcısından ötürü sevmeli ve onlarla dost olmalıdır. Onlara, iyilikle ve adaletle davranmalı, yanlışlıklarını gördüğünde münasip bir dille uyarmalıdır.

Kul hakkından şiddetle kaçınmalı, Allah’ın huzuruna diğer insanların hakkı ile çıkmaktan korkmalıdır.

İnsanın dışındaki tüm diğer varlıklar ile dost olmalı, onları, Yaratıcılarından ötürü sevmeli ve kendisine emanet edildiğini bilip iyi davranmalıdır. Hayvanlar ve tüm diğer canlılar, hepsi bu cümleden ele alınmalıdır. Çevre, acımasızca tahrip edilmemeli, hayvan nesillerinin devamına titizlik gösterilmeli, tabiatta var olan dengeye, onu bozucu tarzda müdahale edilmemelidir.

En son olarak insan kendi ile dost olmalıdır. Kendi ile barışık olmalı, niçin yaratıldığının farkına varmaya çalışmalıdır. Bunun için kendine lüzumlu bilgiyi hangi kaynaktan alacağını çok iyi bilmeli ve varoluşunun sırrını kavramaya çalışmalıdır. Ümitsizliğe hiçbir zaman düşmemeli, her işinde Rabbine iltica etmeli ve O’na güvenmelidir.”

Son Devir 13 Haziran 2014

Kağıttan Zarftan Okuldan Eğitimden

Ahmet Mercan/ Boyasız Yüzler/İlke Yayınları

Kağıt, matbaa, yazı; eğitim… Ajans, ticaret, zarf; bir yerinde yine eğitim. Su ve ekmekten sonra eğitim. Hangi işi yaparsa yapsın Erhan Erken’in hayatının bir yerinde eğitim yer alır. Eğitim çocukla ikametgahına kavuşuyorsa, o zaman Elif Yuva’dan ve yirmi beş yıllık mazisinden söz etmek gerekir. Veya, Erken’in beşinci şiirin çocuğu olarak Elif Yuva’yı eğitim tarihimizin bir yerine kayıtlamak gerekir. İlk mezunları baba ve anne olmuş durumda. Tabii bizimkinin keyfine diyecek yok.

Erhan Erken Fatih doğumlu. Galatasaray, Boğaziçi hattında eğitimini tamamlamış. Böyle bir “örnek” verdikleri için, mezun olduğu okullar, “Nerede hata yaptık” diye yıllardır araştırma yapıyorlar. Doğrusu merak edilesi bir durum. Köy olarak Kadıköy ve Arnavutköy’den başka yer bilmez. Ancak öylesine samimi ve harbi ki, sanırsın Anadolu kasabasından daha dün gelmiş.

Kimliğini coşkuyla hayatına yansıtan ve statüsü ne olursa olsun, ilkesini koruyan biri örnek gösterilecekse Erhan Erken akla gelen ilk örneklerdendir. Uzun yol koşucusudur. Geleneği önemser. Olayları yorumlama, ibret çıkarma bahsinde başarılı. Hele hafif argolu entelektüel sohbetleri, tam radyocu” dedirtir insana. Fakat son yıllarda daha “tedbirli” bir dil kullanıyor. “Trışkadan mambo” diyemiyor mesela. Çünkü İTO’nun yönetim kurulu üyesi.

Bir üniversitenin Mütevelli Heyetinde. Ayrıca birkaç eğitim kurumunun Genel Koordinatörü. Üstüne üstlük bir de zarf işiyle uğraşıyor. Zarfın Bizim olduğunu söylüyor ama, henüz hiçbir şey göremedik. Yurt içi ve yurt dışı ziyaretlerinden fırsat bulursa eve uğradığı oluyor.

İşler istediği gibi gitmediği zaman, veya herhangi bir şey kafasının  tasını  attırdığı zaman “Arnavut İsyanları”nı çıkarır. O an her şey kötüdür. Fakat biraz sonra o halinden eser kalmaz. Gerekliyse, hatasını söyleme erdeminden imtina etmez. Ancak onun ideale olan bağlılığı ve iş ciddiyeti çevresinde bilinir. Bu nedenle de bu geçici haller, tolere edilmede mesele teşkil etmez.

Erken’i bence en farklı kılan tarafı, düşünürken olaya kalbini iştirak ettirmesidir. Bu davranış sayesinde, ilkeli bir yürüyüşün yolcusu olmaya başarabilmektedir. Solmayan mevsimin yolunda bütün statülerinden sıyrılmayı düşünen ve bunun belki de böyle olması gerektiğini hisseden, söyleyen kaç kişi sayabiliriz.

Bir ara “Dünya dönüyor” dedi. “Bu eski bir teori basında yer bulmaz” dedik. “söyleyeceksen duruyor” de; ne bileyim uçuyor de, dedik. “Sağdan sola, soldan sağa geziyor dünya dedi. Fizikçilerin işi olması gereken bu durumda, teorisini doktorlar elinden aldı. Çok çalışmaktan dünyadan geçme noktasına geldi. Tasavvufta buna “fena” makamı derler. Dünyadan geçme durumu. Erken de bu noktada az derviş değilmiş.

Her meşrepten insan tanır. Marifeti takdir eder. Kendine has paradigması gayet sağlıklıdır. Bu anlamda enteresan biçimde örtüşüyoruz. Yöntem konusunda zaman zaman farklılıklarımız olsa da, fikir ve anlayışımız, neden böylesine benzeşiyor anlayamadım. Hayır rahatsızlık söz konusu değil. Yirmi yılı aşkındır tanışırız.

Çocuk ve eğitim konu olunca buluşmamak mümkün değil. Üstelik Fatih’liyiz. Dergi çıkarıyoruz, toplantı yapıyoruz, son düzlüğe girdiğimiz, ölümün nefesini ensemizde daha belirgin hissettiğimiz şu günlerde, “Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha muhtacız

Ne zaman sabah iş yerine gelip, “Oh oh!.. Her şey şıkır… şıkır” derse, çalışanlar arasında haber anında yayılır. Teklifleri, sorunları olanlar hemen harekete geçer. Böylesi bir ortamda çözemeyecek sorun sadece, ölüm ve ayrılık olarak tebarüz eder. Kimyası nerede ve nasıl değişiyor bunu kimse tespit edemiyor.

Farklı konularda yazılar istiyorum. Yazıyor. Ticaret anlayışını ahlaki bir geleneğe dökmek için, geçmişe kementler atıyor. Uğraş alanı itibariyle bu konularda yazması ve konuşması bir mesuliyet olarak ortaya çıkıyor.

Erken sütrenin önünde, coşkusu, öfkesiyle sahici bir porte.

Eğitim diyor. Son zamanlara dört elle bir anda sarıldığı bu konuya, otuz yıl önce gönül vermiş. Gönül verme, hayal kurmayı, emek vermeyi beraberinde getiriyor. Geçmiş emekleri değerlendirmek, dünyadaki seyri takip etmek, bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Bütün bunların üstesinden gelmek için, derinden sarsan bir sevdanın tesiri gerekir. Erhan Erken, bu sevdaya bir yanını kaptırmaktan şikayetçi değil. Değil demek yeterli değil; aksine bu durum onun için bir hayat kaynağı.

Futbol oynar, klasik müzik sever, toplantı yapar. Parayla olan imtihanında gayet net, sarsıntılara karşı kavidir. Dönemsel renklenmelere karşı tedbirlidir. İlişkilerinde anlaşılır  ve berrak bir yol izler. Bir ayağı bürokraside olsa da, kalbi halkın yanında atar. Bitirdiği okulların tahammül edemediği de, işte bu durumdur.

(makul bir zaman sonra)

Not: “Dünya gelip geçicidir” diyor hala. “Sağdan gelir, sola gider, fludur” diyor. Eğitim hala ekmeğin yanında bulunduruyor. “Oh oh… şıkır şıkır… Maşallah” diyerek selamlıyor herkesi. Bu arada, yeni dönem İTO yönetiminde görev almadı. Yine tavır ve duruş meselesi.

Allah (c.c) kimyasını  bozmasın. ( Kasım 08 )

Dünya Bizim 26 Eylül 2009