TÜKETİM EKONOMİSİ YERİNE KANAAT EKONOMİSİNE GEÇMEK MÜMKÜN MÜ?

 

Bu yazımızda değerli hikayeci ve fikir adamı Mustafa Kutlu’nun son senelerde sıkca kullandığı Tüketim Ekonomisi yerine Kanaat Ekonomisi, suyun, havanın ve toprağın korunduğu insanca bir hayata dönüş kavramlarını kısaca ele almaya çalışıyoruz. İTO Meclisinde ilk olarak bir konuşma çerçevesinde dile getirilen bu düşünceleri bir yazı halinde sunmaya çalıştık.

Yazıda ana kavramlara geçmeden önce ülkemizde son dönemlerde ekonomik anlamda ortaya çıkan sorunlara kısaca değinilmeye çalışılmaktadır.

Çalışmamızın ana vurgusu ise zikri geçen sorunlar önemli olmakla birlikte çözümün kısa vadeli kararların ötesinde daha esaslı bir ufuk dahilinde olabileceğine dikkatleri çekebilmektir

ÜLKEMİZ ZOR DÖNEMLERDEN GEÇİYOR

Malum olduğu üzere Türkiye’miz bir çok anlamda zor bir dönemden geçmektedir.

Türk tarihinde bu tarz birçok zor dönem olmuştur. Burada uzun bir liste çıkarabiliriz fakat  yazımızın hacmini çok fazla genişletmemek için bu çalışmamızda  90’lı yıllara kadar gitmekle iktifa edebiliriz

Ticari hayatın içinde yer almış ve yaşları 50’yi aşmış kişilerin hatırlayacağı üzere 1990’lı yıllarda memleketimiz zor bir dönem yaşanmıştı

Enflasyon ciddi boyutta idi. Devlet kamu maliyesi açısından sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Enflasyon üçlü rakamlara çıkmıştı.

Bu zor dönemlerin son kertesinde patlayan 2001 krizinde ülke olarak büyük sıkıntılar yaşadık. Önce Kemal Derviş dönemi ile ekonomide ciddi kararlar alındı.

Daha sonra Ak Partinin iktidara gelişiyle 2004’lerden başlayan restorasyon, 2010’ların ikinci yarısına kadar iyi kötü sürdü.

Önce gezi olayları, ardından FETÖ ile mücadele dönemi, 15 Temmuz darbe kalkışması bu kısmen istikrarlı gidişin zedelenmesine yol açtı.

Tabii Suriye’deki gelişmelerin tesiriyle Türkiye’ye neredeyse 5 milyon civarında sığınmacının girişi de bu gidişatta menfi rol oynayan önemli bir gelişme oldu.

2018 yazındaki dış ataklar ekonominin dengesini bozucu etki yaptı.

COVID-19 salgını ve bu süreçte ortaya çıkan olağanüstü durumlar,  ekonomik ve sosyal dengelere ciddi oranda olumsuz tesir eden gelişmelerdi.

Keza Türkiye’nin büyük bir kısmını adeta yerle bir eden deprem felaketi de yine bu ekonomik dengelere menfi anlamda tesir eden büyük olaylardı.

Rusya-Ukrayna savaşı da özellikle enerji açısından ciddi açıklar oluşturdu.

Ülkeyi yönetenler bu dönemlerde şahidiz ki hakikaten olağanüstü çaba gösterdiler ve hala da göstermeye devam ediyorlar.

Şöyle bir soruyu sormamızın önünde bir engel yok sanırım….

Acaba zikrettiğimiz süreçler daha iyi yönetilebilir miydi?

Bu husus tartışmaya açık. Nereden bakarsanız ona göre bazı cevaplar verebilirsiniz. Fakat biz burada o hususu tartışmak istemiyoruz.

Dikkatimizi daha çok tüm bu zikri geçen olayların tesiriyle ortaya çıkan duruma odaklamak istiyoruz. Evet bu son ortaya çıkan resimde karşımızda özellikle ekonomik açıdan ciddi dengesizliklerin yer aldığını görebilmekteyiz.

Döviz artışı, enflasyon artışı, konut fiyatları ve kira artışı, araba fiyatları artışı, dolaylı vergilerde artış, son kararlarla birlikte faizlerde meydana gelen artışlar   bunların başında geliyor.

Bilindiği gibi enflasyon dar gelirliyi ezen bir süreçtir. Zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapar maalesef. İstikrarı bozar ve genel gidişi tahrip eder.

Peki bundan sonra enflasyon nasıl frenlenecek ve onun yaraları nasıl sarılacak? Bu ciddi bir soru işareti.

Hükümet yetkililerimiz son günlerdeki açıklamalarında “2024’de enflasyonu kontrol edeceğiz.” diyorlar.

Fakat geçen her gün, belli toplum kesimlerindeki insanlarımız bu dengesiz gidişlerden müthiş bir şekilde yıpranıyorlar

Bizler de hem kendi dertlerimizle hem de etrafımızda bulunan ve mesleki teşekküllerde temsil ettiğimiz insanlarımızın dertleriyle muhatap oluyoruz.

İnsanlar; neler oluyor, diyor. Bu işler toparlanabilecek mi diye soruyorlar, neler yapmalıyız diyorlar

Bu problemlerin çözümü için Merkez Bankası müdahaleleri, Kur Korumalı Mevduata geçiş, şu aralar tekrara geriye dönüş, parasal tedbirlere yönelik kanuni düzenlemeler gibi çeşitli dönemlerde sürekli hamleler yapıldığına şahit olduk ve yenileri de her geçen gün önümüze gelmeye devam ediyor.

Kimi başarılı oluyor kimisi de yeterli olamıyor.

Şimdi yeni bir döneme girdik. Orta Vadeli Plan açıklandı.

Türkiye’de yaşayan kişiler olarak bu güne kadar bu tarz çok plan gördük. Kimisi başarılı oldu kimisi ise arzu edilen sonucu vermedi. Bizler  bu yeni planın arzu edilen tesiri göstermesini bekliyoruz.

Ticaret ehli, mal ve hizmet üreten kesimler,  yeni tedbirlerin güzel neticeler ortaya çıkaracağına inanmak istiyorlar. İnşallah muvaffak olunur. Umudumuz ve duamız bu yöndedir. Bizler de ticaret odaları ve benzeri teşekküllerde hizmet veren sorumlular olarak bu süreçte üzerimize düşen ne varsa yapmak durumundayız.

 GELİŞMELERE BİRAZ DAHA GENİŞ BAKMAYA ÇALIŞIRSAK

Güncel gelişmeleri anlayabilmek için yapmaya çalıştığımız kısa bir analizden sonra meselelere daha geniş ve farklı bir pencereden bakmaya çalışmak istiyorum.

Bu çerçeve içinde  sizlere bir kaç kelime ile hikâyeci ve düşünür Mustafa Kutlu’nun “Kanaat Ekonomisi” başlıklı fikirlerinden özetle bahsetmeye çalışacağım.

Bu incelemeyi yaparken Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun Mustafa Kutlu ile ilgili kaleme aldığı bir makaleden istifade ettiğimi de eklemek isterim. (1)

Mustafa Kutlu Ağabey, büyük fikir adamı merhum Nurettin Topçu’nun rahle-i tedrisinden geçmiş bir kişidir. Bu ekolde Anadoluculuk fikriyatı ağırlıktadır.

Kendisi birçok eserinde öncelikle çok ciddi “Kapitalizm” eleştirileri yapmaktadır.

Hayatın içinden gelmiş bir kişi olduğu için yaşayan insanları ve süregelen hayatı  hem çok iyi analiz edebilmekte, hem de meseleleri ve çözümleri rahatlıkla anlaşılabilecek bir üslupta ortaya koymaktadır.

Onun sözleri içinden bugüne ışık tutan bir bölümü naklederek esas konumuza şu şekilde başlayabiliriz.

“Ülkemizin Batılılaşma yolunda attığı adımlar, geçmişin inkârı, Doğu-Batı sentezi denemeleri, hayatın her alanında bir tedirginlik, bir oturmamışlık ve bundan doğan bir köksüzlük bunalımı vücuda getirdi… Ne yazık ki Türkiye’de her ferdin yakın maziden çıkıp geldiği nokta, sisler arasında her geçen gün belirsizleşmektedir… Bu ortam tek tip insan, tek tip yiyecek, tek tip düşünce, tek tip üretim ve tek tip tüketim üzerine bina edilmiştir. Planları ve uygulamaları başka diyarlarda test edilmiştir. Bize ithal ve lanse edilmiştir. Elimiz kolumuz bağlı olarak bize sunulan konforu kaçırmamaya çalışırız…” (2)

Burada vurgulamak istenen şeyi şöyle açıklamak mümkün;

XIX. yüzyılın başlarından itibaren sanayi devrimi ile modern kapitalist sistem, dünya hâkimiyetini sağlamaya başlamıştır..

Bu sistem öncelikle askerî alanda gösterdiği başarılarla yerini sağlamlaştırmış, ardından da yenileşme dönemine başlamıştır.

Modern Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarının başında elbette vahşet ve sömürü  gelmektedir..

Kapitalizm tarihçisi W. Sombart (1863-1941) kaleme aldığı bir eserinde (Der Moderne Kapitalismus‘ta) “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı.” derken bugünkü Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarından birini gösteriyordu.

Batıdaki “Aydınlanma çağıyla” zihniyet açısından da hâkim olan kapitalizm, Batı merkezli bir anlayışı herkese kabul ettirir olmuştur.

Bu anlayışa göre medeniyet, gelişme ve hatta demokrasi gibi kavramlar Batı’nındır.  Ve bu hal varlığını doğrusal ilerleme düşüncesiyle sürdürür.   

Aydınlanma çağının bir ürünü olan Doğrusal ilerleme düşüncesi insanlık tarihinin ilkellikten mükemmelliğe doğru ilerlediği temel fikrini esas alır.

Doğrusal-ilerlemeci anlayış, Batı merkezli anlayışla tamamlanır. Buna göre Batı

merkezdir, diğer ülkeler ise çevredir. Medenileşme Batılılaşma demektir.

Batılı olmayanlar medenî değildirler.

Modern kapitalist dünyada ise her faaliyet genel bir borçluluk çerçevesinde

yürütülür. İnsanlar daima finansal açıdan borçludur.

Ülkemizde de olay buraya doğru dönüşmedi mi?

Mustafa Kutlu işte burada şu sözüyle bir hatırlatma yapıyor;  “ ‘Öyle bir zaman gelecek ki insanlar kazançlarının helal mi, haram mı olduğuna bakmayacaklar artık.’ şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu zaman gelmiş midir? (3)

Bu söz doğrultusunda bizim; başta üretim olmak üzere reel ekonomimizin, kredi sağlayanlara hizmet için yürütülen bir dizi çabadan başka nereye hizmet ettiğini sorgulamamız gerektiğine inanıyorum.

Bu açıdan önümüze çok önemli bir soru çıkıyor; Acaba biz, simgesel olanın yani para, kredi ve bunların türevlerinin, gerçek olanı yani üretim, ticaret ve benzerlerini peşinden sürüklediği bir sosyo-ekonomik sistem olan kapitalizmin kurbanı mı olduk?

Bu noktada , İHTİYAÇ EKONOMİSİ ve KANÂAT EKONOMİSİ kavramları bir teklif olarak gündeme geliyor

Bilindiği üzere kapitalizm öncesinde ekonominin tek bir amacı vardı: İhtiyaçların karşılanması.

İktisat, bir ihtiyaçların karşılanması çabasıydı, geçimi sağlayacak miktardan fazlası istenmezdi. Herkes mesleği ve emeği sayesinde karnını doyurur ve ihtiyaçlarını karşılardı.

Toplumlar kanâatkârdı, gerektiği kadarıyla yetinirlerdi.

Ancak şimdiki küresel sistem içinde kanâatkâr olmak mümkün mü?

Elbette mümkün değil. O zaman modern dünyanın en dokunulmaz putu haline gelen “ekonomik büyüme ve kalkınma” nasıl olacak?

Çünkü kanâat duygusu ihtiyaçları sınırlandırır, lüks ve israfı yasaklar.

Kapitalizm ise israfa dayanır, “her arz kendi talebini yaratır” ilkesi üzerinden hareket eder.

Böylece Batı’nın kalkınması veya sınâîleşmesi devam eder. Ancak bu aynı zamanda yeryüzü kaynaklarını israf eden bir sistemdir.

Çünkü kapitalizmin temeli olan kitlevî üretim ve kitlevî tüketim, israfın günümüzdeki kaynaklarıdır.

Bunlar aynı zamanda tabiatın kitlevî tahribini beraberinde getirir.

Öyle ki bizzat Batılılar, kaynağını kuruttukları hammadde rezervlerine ömür biçmek zorunda kalmışlardır.

Roma Kulübü 1970’lerde yaptığı bir araştırmada 2100’lü yıllarda büyümenin sınırlarına ulaşılacağı ve XIX. yüzyılın hayat seviyesinin dahi sürdürülmesine imkân kalmayacağı tahminine varmıştı.

Bu noktada tekrar Mustafa Kutlu’ya kulak verelim…

“Tabiatla savaşan insan bir kahraman değil; gözünü kan bürümüş bir katildir. Toprağı, suyu, havayı kirletiyor, ağzı-dili yok bitkileri ve hayvanları neslini kurutacak şekilde sömürüyor. Eline güç geçtiğinde tabiat bir yana kendi hemcinsini de “ham madde” olarak kullanıyor. (4)

Bu sözden anlıyoruz ki israf aslında “haddi” yani “Hududullahı” aşma anlamı taşıyor.

Çünkü ihtiyaç sınırını yani Hududullahı aşarak mal biriktirme, daha çoğunu isteme, ihtiras ve gelecek kaygısı çekme dünyamızı bitiren kapitalist sistemin temel direkleridir.

Bu sistemin kurbanı olan insan, kalabalık şehirlerde hırs ve eşyaperestlik içinde tüketime dayalı bir hayat yaşamaktadır. Hava, su ve dolayısıyla insan bozulmuştur. Çünkü kapitalist sosyal nizâm da gücünü bu hayat tarzından alır.

İşte bu kapitalist sisteme karşı gündeme gelen “kanâat ekonomisi” ise tabiata saygılı ve insan fıtratına uygun bir hayata işaret eder.

“Dünya; Allah’a, Peygamber’e ve öte dünyaya inanmayanların hâkimiyet, zenginlik, refah, konfor ihtirası sebebiyle giriştikleri sanayi-endüstri-teknoloji yarışının sonucu yangın yerine döndü. Yangında ilk kurtarılacakları ise şöyle sayabiliriz: Toprak-Su ve Hava.” (5)

Bu sözde toprağa inanç ve yeniden yüzümüzü ona döndürme arzusu olduğunu görüyoruz.

Su ve ekmek, hayatımızın olmazsa olmazıdır ve bunları da bize toprak verir.

Toprak aynı zamanda kanâatkâr bir nizamın da adeta öğretmenidir.

Kutlu, bu noktada tabiata dönmeyi toprağa önem vermeyi tavsiye ediyor.

Bu bence ciddi bir uyarı. Ülkemiz için de çok geçerli.

Çünkü Türkiye son yüzyılda büyük bir kırsaldan şehirlere akını yaşadı. Köyler ve kırsal alanlar adeta boşaldı.

Tarım ve hayvancılık yapan insan sayımız gittikçe azaldı.

Türkiye tarımsal açıdan kendine yeter bir ülke iken bugün tarımsal üretim ve hayvancılık açısından ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı.

Şu an yaşadığımız hayat pahalılığının altında yatan en önemli sebeplerden birinin de bu olduğunu hepimiz biliyoruz.

Çünkü köylü üretendi, besleyendi, çoğaltandı, arttırandı. Ancak şehirli olan bu insanlar artık üretmiyor, tüketiyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Çoğaltmıyor, yok ediyor.

Hatırlarsanız özellikle de COVİD-19 salgını sonrası bu soruyu kendimize daha çok sorduk. Acaba daha farklı bir hayat olabilir mi, diye.

Özellikle İstanbul’da yaşayanlar son dönemlerde İstanbul’un kuzey bölgelerinde daha yeşillikli alanlara doğru meyletmeye başladılar.

Kiralar çok artınca şehirde yaşamak zorlaşınca insanlar memleketlerine doğru gitme yolları arar oldular, sanki anlatılanları duymuşlar gibi;

Ne diyor üstad; “Kalbin sesini dinleyip bir şekilde toprağa dönmek gerekir. Zira toprakla aramıza giren her şey bizi Allah’tan uzaklaştırıyor. Bir şeyler yapamasak bile en azından işin farkında olabiliriz. Toprağa dönüşün manası budur.”

İNSAN MI EKONOMİ İÇİN, EKONOMİ Mİ İNSAN İÇİN?

Günümüzde “az gelişmiş ülkeler” kalkınmayı bir hayat tarzı olarak benimsemiş görünüyorlar.

Ancak bu ülkeler “kalkındıkça” kalkınmış kapitalist ülkelerle aralarındaki fark kapanacağına daha da artıyor.

Çünkü dünya nimetlerinin dörtte üçü, dünya nüfusunun ileri kapitalist üçte birinin tekeli altındadır.

Bu durumda kanâatkârlığa dayalı geleneksel ekonomileri tarihe gömen kapitalizmin büyüme ve kalkınma tuzağına sanki bizler de düşmüş gibiyiz.

Büyüdükçe daha da borçlandığımızı, borçlandıkça daha çok israf ettiğimizi görüyoruz.

Bu noktaya vardığımızda “Tüketim Ekonomisi”ne karşı “İhtiyaca Göre Üretim Ekonomisi”ni yani başka bir deyişle  “Kanâat Ekonomisi”ni bir teklif olarak değerlendirmek sanki çok mantıklı geliyor.

Ekonomi, insan için olmalıdır yoksa insan, kapitalist ekonomi için bir piyon, hizmetçi ve malzeme olmaktan kurtulamıyor.

Çünkü Kapitalizmde

“Tüketici hâkimiyeti” değil “Tüketicinin kullanılması” söz konusudur.

Bizim iktisadi anlayışımızda tüketiciyi kullanmak değil tüketiciyi korumak esastı.

Mesela Osmanlı’daki narh ve ihtisap defterlerinin çağdaş yaklaşımla, tüketicinin ne kadar etkin korunduğunu gösterir.

Bu anlamda medeniyetimizde ekonomi;

Kapitalist sistemde olduğu gibi hasislik, cimrilik değil yardımlaşmadır, muhabbettir.

Başkasını ezmek değil, başkasını gözetmektir.

Her şeyi kâr için mubah görmek değil, doğruluktur.

Başkasını menfaat için aldatmak değil, sözünün eri olmaktır.

Bu değerlerle “Ahilik Felsefesini” yaşatan esnafımız, tüccarımız toplumsal olaylara karşı olan duyarlılığını her zaman muhafaza ederek çözümler üretmiştir.

Çünkü onlar, en bunalımlı dönemlerimizde bile toplumsal patlamaları önleyen bir istikrar abidesi gibi rol üstlenmişlerdir.

Bu vesileyle tükenmeyen bir gayretle çalışan, alın teri ile kazanan tüccarımıza, esnaf ve sanatkârımıza helalinden kazançlar temenni ediyorum.

SONUÇ OLARAK,

Günlük ve mevsimlik mücadele ve gayretler içerisinde maalesef daha derinlikli düşünmeye az vakit buluyoruz.

Sürekli önümüze gelen problemleri çözmek için gayret sarf ediyoruz.

Sadece biz mi böyleyiz. İnanın değil.

Etkili yerlerde bulunan birçok dostumuz ve arkadaşımızda da maalesef buna benzer yaklaşımlar görüyoruz.

Bu tür konuları dile getirmekteki amacımız hiç olmazsa arada bir yaşamakta olduğumuz ve belki de bize bir şekilde dayatılan bu hızlı hayatın dışına çıkmaya çalışıp alternatif yollar aramak için kafa yormaktır.

Mesela bu noktada şöyle bir teklifi gündeme getirebiliriz:  Son dönemlerde toplumumuzda Teknofest gibi teknolojinin önemini gündemimize oturtan ve özellikle gençler arasında ciddi şekilde yayan çalışmalar oluyor. Bu tür etkinlikleri milyonlarca insanımız ilgi ile izliyor, katılmaktan büyük bir keyif alıyor. Bunlar çok önemli çalışmalar. Tıpki bunun gibi tarımın ve toprağın önemini vurgulayan, kanaatin öneminin gündeme taşıyan etkinlikler yapılabilir ve bunlar da zikri geçen kavramların yaygınlık kazanmasına yol açabilir.

Bizlerin bu topluma bir hizmet sunabilmesi inanıyorum ki ancak bu tür bireysel ve gruplar halinde düşünme temrinleri yaparak, yeni yollar arayarak mümkün olacaktır.

Unutmayalım ki bizim vazifemiz aramaktır.  “Aramakla her zaman bulunmayabilir fakat bulanlar ancak arayanlardır”

Sözlerimi Mustafa Kutlu’nun bana çok anlamlı gelen bir sözü ile bitirmek istiyorum.

”Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin. Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin. Bir şey yap adil olsun. Haktan hukuktan ayrılmasın. Zalime haddini bildirsin, mazlumun payını versin. (6)

Son not: Üstad Mustafa Kutlu’nun burada ancak bir bölümünü nakletmeye çalıştığım düşüncelerini daha detaylı öğrenmek isteyenlere Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun linkini verdiğim makalesini okumalarını tavsiye ediyorum

 

1.Tabakoğlu, A. (2022). İktisat Kavramlarının Kapitalizm ve İslam İktisadındaki Tezahürleri: Mustafa Kutlu ile Kadîmin Peşinde. İslam Ekonomisi ve Finansı Dergisi, 8(2), 319-344, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2574371

  1. Kutlu, M; Geçmiş ve Gelecek. Dergâh Yayınları, İstanbul 2019, p. 378
  2. Kutlu, M; Sır, Dergah yayınları, İstanbul 2012
  3. Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
  4. Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
  5. Kutlu, M; İlmihal Yahut Arzuhal., Dergah Yayınları. İstanbul, 2018

YENİ BİR KIRMIZI SABAHLIĞIN YOL AÇTIĞI SONUÇLAR

Dünyamızda ekonomik anlamda etkisini çok ciddi oranda hissettiren liberal kapitalist iktisadî düzenin en önemli özelliklerinden biri, bilindiği üzere tüketiminin sürekli teşvik edilmesidir.

Daha fazla tüketim daha fazla üretimi gerekli kılmakta bu da daha fazla büyümeyi ve bu yolla ekonomik refahı sağlamayı hedeflemektedir.

Evet gerek dünyamızda gerekse de ülkemizde üretim ve tüketim miktarları devasa boyutlarda artmaktadır

Fakat bununla birlikte sistemin yapısı gereği hem ülkeler arasında hem de ülkelerin iç yapılarındaki toplumsal kesimler arasında zaman içinde ciddi uçurumlar oluşmaktadır.

Üstelik azdırılmış tüketim isteği bireyler ve toplumlar için ciddi sorunları da ortaya çıkarmaktadır.

Ben bu yazıda tüketimin etkisini çarpıcı bir şekilde gösteren bir örnekten bahsetmek istiyorum.

Hikâyemizin kahramanı Denis Diderot: Diderot 1713 ile 1784 arasında yaşamış bir Fransız filozof.

Avrupa’daki Aydınlanma Çağı’nın en önemli düşünürlerinden biri.

Yazdıkları ve felsefesi, Fransız Devrimini hazırlayan fikirler arasında yer almıştır.

Yeni felsefî ve bilimsel düşünceleri ve bilgileri, Avrupa ölçeğinde yayma amacıyla tasarlanan Encyclopedie adlı ünlü ansiklopedinin baş editörüdür.

Kendisinin büyük bir kütüphanesi olduğu da bilinmektedir.

Anlatıldığı üzere Diderot’ya bir arkadaşı bir gün güzel kırmızı bir sabahlık hediye ediyor. ( bazı kaynaklarda bu sabahlığı kendisinin satın aldığı şeklinde geçmektedir.)

Bu sabahlık, Diderot’nun adeta hayatının şeklini değiştiriyor.

Filozofumuzun yeni kırmızı sabahlığı o kadar güzelmiş ki öncelikle çalışma odasındaki diğer eşyaların arasında güzelliği ile adeta sırıtıyormuş.

Diderot yeni sabahlığı ile kütüphanesinde oturduğu ve dolaştığı her yerde kendinin değişik bir halet-i ruhiye içinde hissetmeye başlamış

Çok geçmeden, önce oturduğu koltuğu değiştirmiş, sabahlığa uygun gösterişli bir koltuk almış

Derken çalışma masasını, odanın perdelerini, tablolarını vs. vs. diyerek birbirine uyum sağlamayan tüm parçaları yavaş yavaş yeni anlayışa göre değiştirmeye başlamış.

Bu bütünlük gereksinimi Diderot’ya, tüm eşyalarını yenileme arzusunu da beraberinde getirmiş.

Sonuçta kitaplarıyla birlikte daha önce mutlu bir şekilde içinde oturduğu dairesini tamamıyla değiştirmiş.

Böylelikle eşyaları da yeni sabahlığının gösterişine uyumlu hale gelmiş.

Ancak bir daha hiçbir zaman eski sabahlığı ile olduğu kadar mutlu olamamış…

Çünkü yeni bir sabahlık almasına karşın bir türlü mutlak zenginliğe ve iç tatmine erişemeyen Diderot, zaman içinde eski sabahlığının içindeki özgürlüğünü kaybettiğini farketmiş.

Önceleri eski sabahlığının eteğiyle tozlanan kitaplarını silebiliyor ya da kaleminin ucundan üzerine damlayan mürekkebi sorun etmiyorken şimdi tüm bu basit şeyler bile onun için problem haline gelmeye başlamış.

Diderot’un başta ona güven ve özgürlük vaat eden yeni sabahlığı, sonuç olarak onu adeta kapana kıstırmış.

Fransız filozof Denis Diderot 1772 yılında, yaşadığı bu deneyimini yazıya dökerek “Eski Sabahlığımdan Ayrılmanın Pişmanlıkları” (Regrets Sur ma Vieille Robe de Chambre) başlıklı bir makale yazmış.

Yazısında “Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim fakat yenisinin kölesi oldum.” demiş.

Diderot’un bu deneyimi daha sonra birçok düşünce akımına ilham vermiş.

1988 yılında Antropolog ve tüketim kalıpları uzmanı Grant McCracken, bu bütünlük arzusunu ve bu arzunun satın aldığımız şeyleri nasıl şekillendirdiğini tanımlamak için ilk olarak “Diderot Etkisi” terimini kullanmış.

Bu kavramı şöyle tanımlamış: “Mülk, araba, eşya gibi yeni bir şey edinmemiz genellikle daha fazla yeni şey edinmemizi sağlayan bir ‘tüketim sarmalı’ üretir.”

Sonuç itibariyle mutlu ya da tatmin olmak için asla ihtiyaç duymadığınız şeyleri satın almaya başlarsınız.

Diderot’nun yıllar önce gözlemlediği bu etkiyi farkında olmasak da hepimiz belki de her gün yaşıyoruz.

Ve sonunda bir kravat için yeni bir takım elbise, bir halı için bütün mobilyalar ve duvar boyaları değişebiliyor.

Veya yeni bir yönetici için göreve başladığı bir kurumda önce oturduğu koltuğu beğenmeyerek başladığı serüven odasının tüm dekorasyonunu değiştirmeye kadar varabiliyor.

Diderot’nun sabahlık örneğini çok çeşitli alanlara taşıyabiliriz

Buradaki ana espri, tahmin edilebileceği üzere dizginlenemeyen tüketim arzusunun önce bireyleri, sonra da bireylerle birlikte toplumları nasıl menfi etkilediğini düşünebilmeyi sağlayabilmek.

Mesela bu örnekten hareketle ülkemizde sürekli artan lüks tüketim ürünleri çılgınlığını mevzu bahis edebilmek mümkün.

Bu örneği çok da hayati bir gerekliliği olmayan lüks tüketim ürünleri ithalatının, ülkemizin cari açığına olan olumsuz etkisi ile de bağlantılayabiliriz.

Tabii bir adım daha atarak konuyu bireysel lüks tüketimden kamudaki gereksiz lüks tüketim maddeleri ve araçlarına kadar da sıçratabiliriz.

Konu uzar gider.

Bu yazıda kırmızı sabahlıkla başlayan hikayenin sonunu sadece belli noktalara bağlama gibi bir niyet taşımamaktayız. Aksine, belli bir noktadan sonra okuyan her kişinin hikayenin sonunu kendi hayal gücünün ulaşabileceği yere kadar taşımasını murat etmekteyiz..

Ama özetle ifade edersek dikkat çekmek istediğimiz nokta, aşırı ve lüks tüketimin bireylere kısa dönemli hazlar yaşatsa da uzun dönemde hem bireysel hem de toplumsal açıdan birçok sıkıntıya da yol açabileceğini vurgulamaya çalışmak..

Bizim medeniyet tarihimize baktığımızda, insanın eşya ile ve hemcinsi ile münasebetlerine ciddi bir önem verildiğini ve bu sahalarda güzel örnekler ortaya çıkarıldığını görebilmekteyiz

Mesela “Fakr” denmiş, ihtiyaçtan fazlasının peşine düşülmemiştir.

“İsâr” denmiş, vermek/paylaşmak teşvik edilmiştir.

“Fütuvvet” denmiş, diğerkâmlık öne çıkarılmıştır.

“Ahilik” denmiş, Anadolu’da kardeşlik iktisadının temelleri atılmıştır.

Son cümle olarak geçmiş dönemlerde rastladığımız bu güzel örneklerin yanında günümüzün şartlarına uygun başka örneklerin ortaya çıkabilmesi için gayret etmenin hepimizin üzerine düşen bir vazife olduğunu düşünmekteyiz.

Bu örneklerde her alanda ölçüyü kaçırmamak, mümkün olduğu kadar israfa yol açan tercihler yapmamak, bize emanet olarak verilen tabiatı hoytarça kullanmamak ve başlangıçta yapılacak hatalı hareketlerin daha sonraları daha büyük ziyanlara sebep olacağını düşünebilmek gibi hususlara özel dikkat sarf etmek icap etmektedir.

 

* Bu yazı 13 Temmuz tarihinde İTO Meclisinin açılışında yapılan konuşma için kaleme alınmıştır.

SAHİP OLMAK MI, YOKSA OLMAK MI?

Geçenlerde evde kütüphanemi karıştırırken eskiden çok severek okuduğum ve onun içinden bazı örnekleri bir çok yerde paylaştığım bir kitap yeniden  gözüme takıldı.

Kitabın adı;  TO HAVE OR TO BE yani SAHİP OLMAK VEYA OLMAK.

Muhtemelen birçoğunuz bu kitabı duymuş ve belki de okumuşsunuzdur.

Yazarı: Erich Fromm, Yahudi kökenli, Almanya doğumlu, Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof

Batı kapitalizmine de Rusya’daki Marksist yapıya da muhalif görüşler ileri sürmüş bir kişi. 1900 ile 1980 arasında yaşamış ve geriye ilginç eserler bırakmış.

Erich Fromm kitabında “sahip olmak” ve “olmak” kavramları çerçevesinde üç örnek şiire yer vermiş

Bu üç şiirlerde de nedense  ÇİÇEK VE O ÇİÇEĞE YAKLAŞIM üzerinde duruluyor

İlk örnekte, Tennyson 19.yy’da yaşamış bir İngiliz şair. Bakın bu şiirde beğendiği bir çiçeğe nasıl yaklaşıyor?

Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek

Seni o çatlakların arasından alacağım

Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım

Küçük çiçek, eğer anladığım gibi ise her şey

Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen,

Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana

Burada şair çiçeği görünce ona sahip olmak istiyor. Onu yerinden koparmak ve kökleriyle eline almak istiyor. Burada fark edildiği üzere çiçeği düşünmüyor, sadece kendi zevkini ve hazzını düşünüyor

İkinci örneğimizdeki mısraları kalem aşan Basho ise 17.yy’da yaşamış bir Japon şairi.

Dikkatlice bakacak olursam

Çalılıklar arasında görüyorum onları

Çiçek açan nazuna’ları!

……..

Japon şairi burada çiçeği görüyor ve ona hayran oluyor. Onu bulunduğu yerde seyretmeyi yeterli görüyor. Koparıp eline almıyor. Çiçeği yerinden etmeyi düşünmüyor. Sadece seyretmekten zevk alıyor Onun varlığına saygı gösteriyor.

Bu da Alman edebiyatçı Goethe’den bir çiçek şiiri

Ormanda yürüyordum

Öylesine ve kendimce

Ve hiçbir şeyi aramamak

İşte buydu niyetim

Sonra gölgeler arasında

Bir çiçek gördüm

Yıldız gibi parıldayan

Bir göz gibi gülümseyen

Yerinden koparmak isterken onu

İncecikten bana

Solup ölmemi mi istiyorsun?

Tutup kopararak beni deyiverdi.

Onu kökleriyle birlikte

Hiç incitmeden çıkarıp

Güzel evin başındaki

Büyük bahçeye taşıdım

Büyük sakin bahçede

Ektim onu yeniden

Şimdi o küçük güzel çiçek

Büyüyor durmadan çiçek açıp gülerek.

Burada sahip olmak isteği var. Bu istekle birlikte çiçeğin varlığına saygı duyan bir düşüncenin varlığı da görülüyor… İkisi ortası bir durum

Belki orta yol: Hem sahip olmak hem de olmak aynı zamanda tahakkuk ediyor. Tabii ideali belki Japon’un yaklaşımı ama Goethe’nin tarzına da kapı açık bırakılabilir…

Şiirlerde görüldüğü gibi; Güzel bir çiçeği gördüğümüzde içimizde ona karşı sevgi oluşabilmelidir. İnsan olmanın gereği bu değil midir?

Sahip olmak” güdüsüyle harekete geçen bir insan onu koparıp saklamaya çalışırsa çiçeğin varlığına zarar vermiş olur. Birinci örnek işte bize bu hali anlatmaya çalışıyor..

Ancak “olmak” güdüsüyle hareket eden insan çiçeğin varlığından dolayı içinde inanılmaz sevinç duyar ve onun varlığıyla kendi benliği sanki bir bütünmüşçesine sever çiçeği.

Mühim olan başka varlıkların yaşamasından dolayı duyulan mutluluktur. İkinci ve üçüncü şiirde işte bu olmak ile ilgili halet-i ruhiyeyi görüyoruz…

Erich. Fromm burada şu nokta üzerinde duruyor ki ona hak vermemek elde değil: Çağımız insanı kendisini, “olduğu gibi” değil sahip olduklarıyla hatta sahip de olmayıp nerdeyse doğrudan tükettikleriyle tanımlamaktadır.

Bugün artık bir şeylere sahip olmak, onları kendi zevki, hazzı veya çıkarı için kullanmak ve TÜKETMEK İSTEĞİ neredeyse en önemli hedef haline gelmiştir

Burada şu soruyu sormak bence anlamlı olur. İnsanın ihtiyacı kadarına sahip olması ve gerektiği kadar kullanması ( harcaması) daha iyi değil midir?    

Çağımız insanının gerçek anlamda insan olarak yaşaması için “sahip olmak” merkezli bir yaşamdan “olmak” merkezli bir anlayışa geçmesi daha iyi olmaz mı?

Olmak” ilkesinden kasıt insanın yaşamla aktif bağlantıya geçmesi ve her şeye kendi gerçek benliğini vererek yaşayabilmesidir. Yani yaptığı eylemle “bir olabilme” becerisidir…

Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye, ‘sahip olmak’ demek,

Onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak,  dilediğince ve hesapsızca  kullanmaktır.

Sahip olmak tamamen kötü bir şey midir? O da doğru değil elbette.

Ama bu mülkiyet ve sahiplik duygusunu sadece kendi çıkarı için, karşısındakilerin halini, varlığını, özgürlüğünü, insanlığını ve hakkını düşünmeden kullanmak, insanı insanlıktan çıkarır, onu başka bir şey yapar…

Sahip olmak’ın karşıtı olan ‘Olmak’ ise,

Her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı ve kendi gelişimi içinde sevmek, kişinin herkeste (değişik oranlarda) var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir.

Kendini yenileştirmek, geliştirmek, sevmek, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönelmek, onlarla iş birliğine gitmek ve vermek demektir.

Sahip olmak ve olmak kavramlarına farklı noktalardan bakarak bazı açılımlar sağlayabiliriz:

Örnek olarak otorite ve güç açısından baktığımızda şunları görebilmemiz mümkündür

Sahip olanların otoritesi, fiziksel bir güce dayanır. Bu güç yok olduğunda otorite de son bulur. Bu tür bir otorite hiç de verimli bir otorite ve güç kullanım şekli değildir. İnsanların üniformalar ve unvanları, kişiye yetki veren kaliteler olarak kabul etmeleri kişiler arasında sıhhatli olmayan bir ilişki şeklini doğurur

Olmak ilkesine dayanan bir otorite ise tehdide, rüşvete, emir vermeye değil gelişmiş kişiliğe bağlıdır.

Bizler bugün farklı farklı derecelerde de olsa belli otoritelere ve göreceli olarak güçlere sahip değil miyiz? Bu nokta sanki tam bizlere hitap ediyor. Burada kendi durumlarımızı samimiyetle değerlendirmek mecburiyetindeyiz

Diğer bir örneği sevmek konusunda verebiliriz…

Sahip olmak türünde sevgi, karşısındakini çok da düşünmeden onu elde etmek ister. Karşısındakini bir şekilde kendi denetimi altında tutmaya çalışır. Bu tür bir sevgi muhatabına hayat vermek yerine onu boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşebilir.

 “Olmak” tarzındaki sevgide ise seven kişi kendisi kadar hatta kendinden daha fazla karşısındakinin duygularını düşünür. Hakiki sevgi belki daha çok vermektir, almak değildir.

Bir şeylere ya da pek çok şeye sahip olmak, yaşamamızın tek gayesi olmamalıdır. Esas olan bir şeylerin kendimize ait olması değil o şeylerin hayat içinde anlamlı izler olarak yer alabilmesidir.

Bir insanı mutlu eden, belki ona kendini hatırlatan bir söz, bir gülümseme veya bir selamdır. Başkalarının hayatını anlamlandıracak bir dokunuş insanlığa bırakılacak anlamlı bir eserdir ve kalıcı bir izdir.

Bu izler ve nakışlar insanları hakikaten var kılar…..

Sahip olmak’ güdüsünden kendimizi kurtarabildiğimiz ölçüde ‘olmak’ ilkesine yaklaşabiliriz.

Özetle ‘olmak’ için, ‘ben’ tutkusundan ve her şeyi kendi benliğimizin, kendi çıkarlarımızın açısından değerlendirmekten sıyrılmak zorundayız.

Sadece hazlarımız peşinde koşmak; kendi dışımızdakilerin hayat, mülkiyet, özgürlük haklarını hiçe sayıp bunları sadece kendimize doğru döndürmeye çalışmak, insana belki kısa dönemli bir haz, bir zevk verebilir.

Ama insan olmak bu mudur?

İnsanoğlunun yaradılışımıza uygun yüksek duygulara sahip insan olmasını özetle şu şekilde ifade edebiliriz ;

İnsan olabilmek kendi dışımızdaki varlıkları da düşünebilmek, paylaşabilmeyi bilebilmek, kendimizden sonra da verebildiklerimizle bu dünyada daha kalıcı bir iz bırakabilmektir. Peşinden koşulması gereken değerler herhalde bunlar olmalıdır.

İşte o zaman insan yaratışındaki o güzelliğe yaklaşır, değeri yükselir ve yükseldikçe de kamil insan olur. Yoksa maazallah hayvanlaşabilir hatta hayvanlardan bile daha aşağı seviyelere düşebilir. Birbirini acımasızca sömürür, zulmeder ve her türlü kötülüğü yapar. Dünya tarihi bu tür çok fazla örnekle doludur.

Bu konuya Şeyh Galip’in meşhur mısralarını son vermek istiyorum

1700’lerin sonunda yaşamış olan Merhum Şeyh Galip şöyle demişti?

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

“Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş;

Çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”

İnşallah yeni yüzyılda bu kalitede insanlar olarak hem kendimiz hem de insanlık alemi için güzel örnekler oluşturabiliriz…

*Bu yazı 12 Ocak 2023 tarihinde İTO Meclisinin başlangıcında yapılan konuşmadan uyarlanarak kaleme alınmıştır. Bu yazının hazırlanması sırasında Prof. Dr. Nihat Alayoğlu’nun benzer bir çalışmasındaki notlarından da istifade edilmiştir.