15 Temmuz’un yıldönümü üzerine bazı düşünceler

( Bu yazı ilk olarak 15 Temmuz 2017 tarihinde kaleme alınmış ve o dönem Dünya Bülteni’nde yayınlanmıştı. Tekrar okuduğumuzda buradaki fikirler ve yorumlar büyük ölçüde bugün için de geçerli olduğu düşünülerek çok ufak bazı düzeltmeler ve eklemeler dışında aynen muhafaza edilmiştir.  )

Tarihimizde önemli kırılma anlarından biri olan 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana tam bir yıl geçti.  Daha önce 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat post modern darbesi ve 27 Nisan e- muhtıra gibi olayları geçiren bu millet 15 Temmuz 2016’da yeni bir darbe girişimini topyekun bertaraf etti.

27 Nisan e- muhtırası sonrasında o dönemin Başbakanı ve hükümetinin gösterdiği dik duruş askeri vesayet sisteminin devamını isteyen güçlere karşı ilk ve önemli bir karşı koyuş idi. 17-25 hukuki darbe girişimi de bir tür kalkışma olarak değerlendirilebilir. O da ciddi bir karşı duruş ile bertaraf edildi
15 Temmuz’da 251 Şehidimiz  ve binlerce yaralımız olmasına rağmen bu kanlı süreç de Allah’a şükür püskürtüldü

Ölenlerimize Rahmet yaralılara şifalar diliyoruz. Bu olayın yıl döneminde hepsini saygı ile anmaktayız.

15 Temmuz’un etkilerinin bir kısmını özetle şu şekilde sıralayabiliriz:

1/ Toplumda tedirginlik hali bazen abartılı seviyelere ulaştı.

Bu menfur olay inşallah şimdilik atlatıldı fakat meydana getirdiği tedirginlik bir dönem daha üzerimizde kalacak gibi görünüyor. Bu hal bir yandan bakıldığında, toplum için daima dikkatli olma duygusunu diri tutmaya yaradığından kısmen müsbet bir durum olarak nitelenebilir. Diğer yandan ise tedirginlik, ayarı iyi tutulmazsa bir çok kalıcı işin yapılmasının ertelenmesine de yol açabilir.

Sürekli gerginlik insanlarda yapılması düşünülen bir çok faaliyet için onları daha sonraya bırakma duygusunu tetikleyebilir. Bu da toplumsal açıdan faydalı çalışmalar için zaman kaybını beraberinde getirebilir.

Ayrıca tedirginlik hali ekonomik açıdan da toplumda ileriye yönelik beklentileri menfi etkileyebilir. Bu halden çok kısa bir sürede çıkabilmenin gerekli olduğunu düşünmekteyiz.

Bu sebeplerden toplum olarak kısmi bir teyakkuz halini ve tedbirleri maksimum seviyede tutmayı önemsemekle birlikte toplumsal tedirginliği sürekli tetikleyici abartıcı yayınlardan kaçınmanın da önemli olduğunu zikredebiliriz

2/ Takiyye sebebiyle insanlar arasında güvensizlik oluştu

Bozguncu FETÖ hareketi, maalesef toplumda fertler arasına ciddi bir güvensizlik tohumu attı. Bu grubun çokça kullandığı bir yöntem bilindiği üzere tedbir ve takiyye. Yani olduğu gibi görünmemek, duruma göre görüntü vermek ( Adeta bukalemun). Takiyye öyle kötü bir şey ki bu halin neticesinde insanlar birbirlerine güvenemez hale geldiler.

Oysa, ‘özüyle sözünün bir olması’, ‘ya olduğu gibi görün ya da göründüğün gibi ol’ öğütleri toplumumuz için temel dinamiklerden biri olarak hiçbir zaman ihmal edilmemelidir.

3/ Şahsiyetsizliğin bu hareketin önemli bir özelliği olduğu ortaya çıktı. Bu noktayı vurgulamak önemli

Tarihi süreçte yukarıda özetle sıraladığımız darbeleri yapanlar veya darbeye kalkışanlar kendi çaplarında, bir yönüyle bakıldığında mert kişilerdi. Başarsalar da başaramasalar da bugüne kadar yaptıkları eylemlerin arkasında yer aldılar.

Kenan Evren bile son günlerine kadar, neredeyse toplumun çok önemli bir kısmı 12 Eylül sürecinde işledikleri fiilleri onaylamasa da kendi yaptığı işin arkasında durdu.

Geçen gün bir yazıda rastladığım Talat Aydemir örneği de bunu net olarak ortaya koymakta. Talat Aydemir darbe teşebbüsü sonrası çıkarıldığı mahkemede şöyle diyor. ‘Ben serbest kalırsam ve fırsat bulduğumda tekrar darbe yaparım’. Bu sebepten kendisini asıyorlar.

Fakat FETÖ hareketi kaçak güreşen bir yapı. Bir yandan “bizim darbe ile alakamız yok” yalanını rahat bir şekilde söylüyor, yakalananlar mazlum rolünü oynuyor, en tepede yer aldığı neredeyse gün gibi açık olanlar bile “hayır benim alakam yok” diyor, fakat alttan alta hala melanetleri işlemeye devam ediyorlar.

4/ Tepe ekibin önemli kısmının yurt dışında olması tehlike oluşturuyor. Bu konu çözülebilmeli.

En tepedeki ekibin büyük bölümü çeşitli şekilde yurt dışına kaçabildi ki bu da önemli bir tehlike. FETÖ hareketinin en tepesindeki bu melanetin başı ve yakınında yer alanların bir an evvel etkisiz hale getirilmesi şart ki daha alttakiler daha rahat çözülebilsinler. Bu da yöneticilerimizin önemli bir sınavı. Tabii bu sınavın hiç de kolay olmadığını belirtmemız gerektiğine de inanıyorum

Bu hareketin dış güçlerin maşası olmuş kesimi yurt dışında sürekli ülke aleyhinde tezviratyapıyorlar. Bunlar mazallah ülke yönetimini ele alsalardı demek ki vatanı tamamen satacaklardı. Kendi halkından bu kadar kopabilen ve onları gafiller olarak niteleyen bir lider kadrosunun bu halka ne verebileceğini de özellikle görmek ve gösterebilmek zorundayız.

5/ Bu hareket milletin 25-30 yılda yetiştirdiği önemli sayıdaki genç nüfusu belli bir dönem için de olsa kullanılamaz hale getirdi.

Bu hareket ülkenin 25-30 yılda yetiştirdiği önemli bir insan unsurunu telef etti ve onların bir daha uzun süre ülke için çalışabilmelerini adeta engelledi. Dış güçler uzun yıllar uğraşsa ülkemizin insan unsuruna bu kadar zarar veremezlerdi. Bu zararı, içimizden yetişen ve adeta toplumun tüm zerrelerine nüfuz eden bir faaliyet eliyle kısmen de olsa başarabildiler. Bu olay üzerinde çok dikkatli analizler yapılması hayati bir zaruret olarak önümüzde duruyor.

6/ Bu teşebbüs ekonomik gücümüzü de kısmen zayıflattı. Firmaların ve öz sermayelerin kaybolmasına neden oldu

Bu hareket ülkenin sermayesini, firmalarını ve ekonomik gücünü de kısmi anlamda baltaladı. Firmalar kapandı, sermayeleri eridi. Büyük bir kısmı ise yurt dışına kaçtı. Bunlar bu ülkenin sermayesi değil miydi?

İyi niyetlerle bu firmalara ortak olan kişilerin de emekleri heba oldu. Bir dönem Devletin bir çok imkanını kullanan bu harekete bağlı organizasyonlarla temas kuran kişiler ve firmaların bir çoğu, aslında bu yapının müntesibi olmasalar da bu menfi gelişmeden büyük yara aldılar. Bu yara kümülatif olarak ülke zenginliğine bir darbe olarak yine bize geri döndü.

7/ Türk Ordusunun imajı yara aldı.

Türk ordusu hem ülkemiz, hem bölgemiz, hem de mazlum halkalar için bir güven unsuru ve bir umuttur. Bunu yaralamaya kalktılar.

Ülkenin ve bölgenin önemli bir gücü olan Türk Ordusu bu teşebbüsle birlikte ciddi bir yara aldı. 200’ün üzerine general sistem dışına çıktı. Şüphe hala devam ediyor. Bu zafiyet hem ülke içinde hem de dışında büyük ümit beslenen ordumuzu zayıflatama potansiyeli olan bir durumdu. İnşallah az bir zararla atlatıldı. Ama hasar yapmadığı söylenemez.

8/ Cemaat kavramı yara aldı.

İnancımıza göre cemaat olmak önemlidir. Namaz kılarken bile cemaatle kılmak 27 kat fazla sevabı olduğu kaynaklarımızda ısrarla ifade edilir.

Bu hareket neticesinde ülkede cemaat olgusu da bir ölçüde yara aldı. İnsanların içinde kısmen güven duydukları cemaat yapılanmalarına karşı bunu menfi olarak hızlandıran kesimlerin de çabalarıyla soru işaretleri oluştu.

Tabii yıllardır bu gelişmelerden rahatsızlık duyan kesimler de adeta ellerini oluşturuyor ve boşalan yerlere nüfuz etmeye çalışıyorlar. Bu noktaya da özellikle dikkat etmek önemli.

Bu hareketin yapmaya çalıştığı faaliyetleri yıllardır farklı niyetlerle yapmakta olan ve ipi dışarı bağlı guruplar bu ortamdan sütten çıkmış ak kaşık gibi sıyrılma çabası içindeler. Onlardan da dikkatlerimizi bir an bile ayırmamalıyız. FETÖ bir gün gider ama onun yerini daha zararlıları gelip ülkemizin başına yeni dertler açabilirler

9/ Hoca imajını kirlettiler.

Bu ülkenin insanlarının önemli bir bölümü bir zamanlar ‘vurun kahpeye’ türü filmler ile hocalardan nefret eder bir hale gelmişti. Bu imaj yeni yeni ortadan kalkıyordu. Bunların hıyaneti yüzünden hocalara da şüphe ile bakılır hale geldi. Bu vebalin hesabını nasıl verecekler?

Bizim Peygamberimiz (a.s) Hicrete giderken bile Mekke müşriklerinin güvendiği ve emanetlerini teslim ettiği bir kişiydi. (El Emin)

İnsanlar FETÖ organizasyonlarına onları samimi zannederek evlatlarını teslim ettiler. Zekatlarını, sadakalarını verdiler. Fakat bunlar bu değerleri maalesef ülkemize karşı kullandılar. Emanete hıyanet ettiler.

10/ Yurt dışında uzunca bir dönem daha ülkenin aleyhine kullanılmaya müsait önemli sayıda bir kalabalık bulunuyor.

Bunların bir bölümünü bir şekilde tekrar kazanmaya çalışmak gerekiyor. Bu süreçte gizli ve açık zararlarına karşı uyanık olmak, iflah olmayacak olanları ise zarar veremez hale getirmek boynumuzun borcu olmalıdır.

11/ Bu darbe teşebbüsü neticesinde uluslararası sahada ülkemizin hakiki dostları ve düşmanları açık bir şekilde bir defa daha ortaya çıktılar.

Yabancı güçler, eskiden sütre gerisinden yaptıkları ülkemiz aleyhindeki faaliyetlerini bu sefer çok açık bir şekilde uyguladılar. Başarılarından emin oldukları için hiçbir sakınmada bulunmadan pervasız bir şekilde ortaya çıktılar. Başta Cumhurbaşkanımızın kararlı tutumu, güvenlik güçlerinin sağ duyulu kesiminin gayretleri ve halkımızın kahramanca direnişi ile bu hadise bertaraf edilince açıkta kalan bu dış güçler daha sonra farklı şekillerde yeniden güven tazelemeye çalıştılar. Tüm bu kesimlerin dikkatlice not edilmesi bizce çok önemli

Bu hıyanetler bize bazı şeyleri bir daha hatırlattı

1/ Kişilere bağlı hareketler değil ilkelere, sahih bilgilere dayalı hareketler önemli olmalıdır.

Bir kişi “Müslümanım” diyorsa ve kendini bu çerçevede alim, bilgin, lider veya önder görüyorsa muhakkak bu durumunu sahih kaynaklarımıza göre izah edebilmek zorundadır.

İslam Akaid’inde de altın kural kitaba ve sünnete bağlı olmayan bilgi kaynaklarının geçerli sayılmamasıdır. Yok “bana ilham geldi, rüyada Peygamber’i (a.s ) gördüm, bana şunu dedi” türünde ifadeler sadece göreni bağlayabilir. Diğer kişiler için bağlayıcı değildir. Bu hükmün ne kadar hayati olduğunu bu olaylarda bir defa daha açıklıkla öğrendik

2/ Herkes ve özellikle toplum önderleri ve onların oluşturduğu hareketler denetlenebilmelidir.

Hz. Ömer bir gün hutbede sorar. Ben yanlış yaparsam nasıl davranırsınız ?
Sahabeden biri kalkar ve şöyle der: kılıcımızla düzeltiriz.
Hz. Ömer gibi sert bir adam bu cevaptan çok memnun olur…

Bu yaklaşım çok önemlidir. Denetleme mekanizması kendinden ve istikametinden emin kişiler ve guruplar için çekinilecek bir durum değildir. Aksine mekanizmaların sıhhatli çalışması için elzemdir. En küçük birimden Devlet gibi en büyük organizasyona kadar her alanda çok sıkı bir denetleme mekanizması oluşturmak zorundayız

Eski dönemlerde başarılı bir şekilde uygulanmış. Ahilik yapısı içinde ‘yanlış yapanların pabucunu dama atabilme yaklaşımı’ bugün de titizlikle uygulanabilmeli, konumu ne olursa olsun hiç kimse bu hayati kuralın dışında değerlendirilmemelidir.

3/ Akleden, düşünen, sorgulayabilen, mukayese edebilen ve özgüvene sahip insanlar yetiştirebilmeliyiz.

Peygamberimizin (as) şu sözü çok önemlidir. ‘Dininizi kimden aldığınıza dikkat ediniz’. Bu kuralı her yere uygulayabilmeliyiz.

Bunun için de sorgulayıcı bir eğitim sistemi önemlidir. Sürekli araştıran, kendine güvenen, Allah’ın kendine bahşettiği akıl nimetini doğru bilgiyi daha iyi yorumlayabilmek için kullanan, aklını inancının emrine veren ama hiçbir zaman dışarıda bırakmayan bir yaklaşımın toplumda hakim olmasının gerektiğine inanmaktayız.

4/ Adalet duygusu, Adaleti her şeyin üstünde tutmak ve ona bağlı hareket etmek çok önemlidir.

Topluma karşı silah sıkanların merhamet dilenmeye hakları yoktur. Fakat bu hain kesimler hedef şaşırtmaya çalışıp kurunun yanında yaşın da yanmasına yol açmak istiyorlar. Bu konuda hem yönetici kadrolar hem de halkımız teyakkuz halinde olmalıdır. ( zaten oluyorlar ama burada bir daha altını çizmek için bu cümleyi sarf ediyoruz.)

At izi it izine karışırsa ve adalet duygusu kaybolursa bu mazallah uzun dönemli tahribat yapar.
Hainler para ve nüfuz güçlerini kullanarak bu işten sıyrılamamalı adalet herkese denebilmelidir. Bu noktaya dikkat çok önemli. Ortaya çıkan bir kısım emareler bu konuda bazı sıkıntılar olduğunu gösteriyor. İnşallah zaman içinde bu durumun da düzeleceğine inanıyoruz.

5/ Bu olayla birlikte gençlerimize güvenmemiz gerektiği bir defa daha ortaya çıktı.

Geçmiş dönemlerde bir çok yerde gençlerimizle ilgili bazı menfi kanaatler ileri sürülüyordu. Bu gençlik çok kalite kaybetti, çalışmıyorlar, gayret göstermiyorlar diye eleştiriliyordu.

Başımızdan geçen hadise bize beğenmediğimiz (!) gençlerimizin içlerinde ne büyük bir vatan sevgisi ve şehadet ruhunun olduğunu gösterdi. Eskilerin deyimiyle bazı şer hayır getirir kuralı burada net olarak bir daha ortaya çıktı.

Çocuklara ve gençlere; ailede, sosyal hayatta ve eğitim sistemi içerisinde yıllarca sürecek bir dönemde kazandırılması arzu edilen vatan sevgisi mefhumunun, esasında onların genlerinde evvel emirde var olduğunun bu olayla birlikte berrak bir şekilde ortaya çıkmasına neden oldu.

15 Temmuz ruhu doğru ve faydalı noktalara nasıl kanalize edilebilir?

15 Temmuz direnişi ve başarısı ile ortaya çıkan bu ruhun doğru yerlere kanalize edilmesi çok önemlidir. Toplum belli bir süre hamasetle diri tutulabilir. Fakat bu ilanihaye süremez. İnsanımızın çok iyi bir şekilde eğitilmesi önemlidir.

Bu noktada zikredilebilecek bazı hususları şu şekilde sıralayabiliriz.

Araştırıcı ve sorgulayıcı bir eğitim anlayışı büyük önem taşımaktadır.

İnançlı ve ideal sahibi

Sahih kaynaklardan elde edilecek bir din bilgisine sahip,

Tarih şuuruna vakıf

Kültür ve sanat alanında belli bir kaliteye ulaşmayı amaçlayan

Stratejik düşünebilmeye çalışan

Sadece ülke sınırlarıyla değil Dünya çapında düşünebilmeye gayret eden

Bunun için de hem genel bilgisini hem de dil seviyesini yükseltebilmeye uğraşan bir insan unsuru gereklidir.

Ayrıca;

Yüksek öğretimde kaliteli doktoralı eleman seviyesi hızla arttırılmalı.

Sahip olmaya çalıştıkları meslek için gerekli olan bilgi, beceri ve yetkinlikler gençlerimize ve çalışanlarımıza kazandırılmalı.

Çalışan nüfusun eğitimi çok hızlı bir şekilde geliştirilmeli. ( Bugün maalesef 27 milyonluk iş gücümüzün yaklaşık 16 milyonu orta okul tahsili düzeyindedir)

Yarıştığımız batılı güçlerin insan unsuru ile her alanda boy ölçüşecek nesiller yetiştirmek zorundayız.
Orta gelir tuzağı ancak bu şekilde aşılır. Arzu edilen ve çokça dillendirilen kültür ve medeniyet hamleleri ancak bu şekilde gerçekleştirilebilir.

İlave olarak kendimiz ve diğer insanlarımız için şu noktaların önemini sürekli vurgulamalıyız.

Şeffaf olmalıyız,
Gizli gündemler taşımamalıyız,
Hayırda yarışmalıyız
‘Yaradılanı severiz Yaradandan ötürü anlayışı bizim temel felsefemiz olmalı.

Hak anlayışını toplumda hakim bir yaklaşım olarak daima önde tutmalıyız. İnsanlar sadece kendi menfaatlerini değil mutlak manada hakkı üstün tutmayı gözetmelidirler. ( kul hakkına ve kamu hakkına tecavüzden şiddetle kaçınmalıdırlar)

Unutulmamalıdır ki bu alanlarda ortaya çıkan arızalar başka insanların da yapacakları haksızlık ve hukuksuzluklara zemin ve gerekçe hazırlarlar.

Ekonomik yapı ile ilgili bazı noktalara temas etmek gerekirse;

Darbe girişimi ve onun bir üst kurgusu olan ülkemizi cenderenin içine alma planı, ancak nitelikli insan unsuru yanında güçlü bir ekonomi ile bertaraf edilebilir. Güçlü bir ekonomi de tüketime yönelik değil üretime yönelik bir ekonomik yapı ile gerçekleşebilir. Ülkemizde hüküm sürmekte olan mevcut ekonomik yaklaşım maalesef istenen reel anlamda gelişmişlik düzeyine bir türlü erişemedi. Bu alanda da ciddi bir seferberlik yapılması gerekiyor, hatta geç bile kalındı.

Devlet yatırımları ekonomik sistemde ancak tetikleyici bir rol oynayabilir.( veya oynamalıdır)

Asıl olan girişimci ruhu canlandırmak, fertlerin ve ortaklıkların oluşturduğu ekonomik yatırımları arttırmaktır. Bu ekonomik yatırımların ise daha stratejik sektörlere ve alanlara kaydırılması şarttır.

Ülke girişimcilerinin kolay para kazanmak yerine ülkeyi düşünen daha zor ama katma değeri yüksek alanlara yönlendirilmesi esastır.

Yüksek faizin, yıpratıcı bürokrasinin ve girişimciye şüphe ile bakan bir devlet mekanizmasının değişmediği bir ülkede bu alanlarda çok verimli faaliyetler yapılması ne kadar mümkündür onun üzerinde ciddiyetle eğilmemiz gerekmektedir.

Bunun için Devletin teşviği şarttır ama yeterli değildir. Fertlerin de hakikaten önünün açılması gerekmektedir. Bugün bu alanda hala istenen düzeyi yakalayamadığımızı dikkatli gözler fark etmektedir.

( 2020 Yılının Temmuz ayına gelindiğinde Mart ayının ortalarından itibaren etkili olan COVİD 19 salgınının ülke ekonomisi üzerindeki menfi etkisini de özellikle zikretmemiz gerekiyor. Bu zor süreci atlatabilme gayesiyle hükümet çok sayıda tedbiri hayata geçirmiş durumda. Kriz uluslararası boyutta olduğu için sadece yerel tedbirlerle bu işin üstesinden gelmek de pek kolay değil. Bu arada faizlerde ciddi bir düşüş görülmekte. Fakat ekonomik anlamda ortaya çıkan önemli kaybın nasıl bir süreçte geri dönebileceğini inşallah zaman için de göreceğiz. Ayrıca son salgın ile birlikte dünya üzerinde ortaya çıkan yeni trendleri hem devlet hem de sivil toplum olarak iyi okuyup her alanda gerekli pozisyonları da alabilmek gerekiyor. ( 15 Temmuz 2020 günü yapılan ilave)

Özetle bu temel yaklaşımları öne alan bir eğitim sistemi, insan unsuru ve ekonomik yapı toplumumuzun daha iyi bir düzeye yükselmesine imkan sağlayabilir. İnsanlarımız hayır yolunda yarışır hale gelirler.

Büyük düşünmeli, bu düşünceye uygun bir sistemle ve bu yükün altına girecek fertlerle dolu bir topluma ulaşabilmeliyiz. Ancak o zaman sürekli tekrar ettiğimiz ve toplumun önüne koyduğumuz hedefleri yakalayabilmek mümkün olabilir.

Allah toplumumuza bir daha böyle acı günleri yaşatmasın.

Dünya Bülteni, 14.07.2017 (Bu yazıya 2019 ve en son 2020 Temmuz aylarında küçük ilaveler yapılmıştır.)

Gerici kim, ilerici kim?

İdeolojilerin, bir nevi “cennet” diye tasvir ettikleri en mükemmel dönemleri daima “ileride” olagelmiştir. Onlara göre dünya “cennetlerine” ulaşmak için, “gelişme” içindeki insanoğlunun “geriden” alacağı, bazı dersler dışında fazla bir şey yoktur. Evren ile yaptığı savaşta her gün yeni bir galibiyet aldığını düşünen böyle bir zihniyetin varmayı tasarladığı en son nokta, belki ölümü de, evrenin sonunu da “yenebileceği” ve Yaratıcının vasfı olan ölümsüzlüğe ulaşabileceği bir nokta olacaktır.

Marksistler için “altın çağ” adeta bir cennet dönemi gibi tarif edilir. İlkel komünal devre, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve proleter diktatörlük ile devam eden (ve teoriye göre devam edecek olan) dönemler, ulaşılacak “altın çağ” ile nihayete erecektir. Artık insanın hemcinsini sömürmediği, mülkiyetin olmadığı, mutlak özgürlüğün ve eşitliğin sağlandığı bir dönemdir bu devre…

Güzel günler hep ileri midir?

Batı Avrupa ve Anglo-Saxon ülkelerinde ise liberalizm, demokrasi ve kapitalizm üçgeni içerisinde bazen birinin, bazen diğerlerinin ağırlıkta olduğu coğrafyalarda da, “cennet” idealinin karşılığı “Welfare State” yani “Refah Devleti” olarak tarif edilmektedir. “Mümkün olduğu kadar fazla sayıda insanın mümkün olduğunca fazla mutluluğu” şeklinde ifade edilebilecek bu hale de hep daha ileride ulaşılacaktır. İleride, daima ileride…

Ortaçağ Batı için kötü ve karanlıktır. Engizisyonun ve Hz. İsa’nın getirdiği dini tahrif eden azizlerin hâkimiyeti altında, kitlelerin inim inim inlediği, binler ve onbinlerin mezhep savaşlarında can verdiği geçmişi özlemek, o toplumun insanları için akıldan bile geçirilmesi istenmeyen kötü devrelerdir…

Müslümanların itikadına göre ise mutlak Cennet ancak ahiret âleminde olacaktır. Cennet olarak tasvir edilen özelliklerin en yakın örneklerinin yaşandığı dönem ise Hz. Peygamberin (sav) yaşandığı Asr-ı Saadet dönemidir.

Batı için en karanlık devre, İslâm Dünyası’nın nerede ise en aydınlık dönemidir. Batı için geriye bakmak ne kadar korkunç ise, Müslümanlar için örnek dönemlere bakış hep özlem ve muhabbetle dolu olmuştur.

Tarihi süreçte, içinde yaşanılan dönemlerin daha evvelinde yaşanan zaman dilimleri, her zaman ve her toplum için kötü değildir.  İlerideki dönemlerin de her zaman daha iyi olacağı ve insanlara arzu ettikleri “cenneti” getireceği iddia edilemez.

Gerici kim? İlerici kim?

Konunun geldiği böyle bir noktada, tarihimiz boyunca sıkça rastladığımız halen de her fırsatta ulu orta  kullanılan, “gerici”, “ilerici”, “mürteci” v.s gibi kavramlarla alakalı olarak rahmetli Cemil Meriç’in yazısından bir bölümü nakletmek istiyorum. “Bu Ülke” isimli kitabında bakınız Üstad neler söylüyor:

“Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.”

Meydan-Larousse ne güzel tarif etmiş: Gerici: Bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeğe çalışan (kimse)”. Tarifin tek kusuru bu ucûbenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi.

Murdar bir hal’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.

4. Murad’a, Süleyman devrine dön diye haykıran Koçi Bey, Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici.

Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini, iki ezeli hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık.

Dostoyevski maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici. Dostoyevski gerici!

Sözü, yine Cemil Meriç’in sözleriyle bitirelim “Gerici, ilerici… Düşünce hürriyeti ve düşünce namusu,  bu mülevves ( kirli, pis, bulaşık) kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar .”

ERHAN ERKEN

Mayıs-Haziran 1998

 

Limandan İlk İzlenimler

2012 Yılından bu yana TRT’ye program yapmakta olduğumuz Kuzey Haber Ajansı adlı firmamız son yıllarda TRT’deki genel politika değişikliğinden dolayı var olan programlarını devam ettirmek ve yeni proje almakta zorlanmaya başlamıştı. TRT üst düzey yönetiminin bizlere ilettiği üzere artık kurum dışından, özellikle dış stüdyolardan yapılacak haber programları için hizmet almak istemediklerini, bizimle de program anlaşmalarının devam etmeyeceğini söylüyorlardı.

Bu negatif gelişmeye uygun olarak 2017 itibariyle yurt dışından TRT’ye haber hizmeti sağladığımız 13 adet ofisimizi peyderpey kapatmaya başladık.

2018 başında da TRT’ye yaptığımız tüm programlarımız sona erdi. Bu noktada 2012 yılından bu yana programlarımızı organize ettiğimiz Mercan Merkez ofisimizdeki faaliyetlerimizi durdurduk. Son altı ay içinde oradaki kurulu yapının benzer tarzda hizmetler verebilecek başka firmalar tarafından değerlendirilebileceğini düşünerek arayışlara girişmiştik. Buna uygun bir aday bulamayınca da sistemi topyekün tasfiye etmek en uygun tercih olarak göründü.

Tasfiye süreci Şubat 2018 sonu itibariyle sona erdi. 130’a yakın arkadaşımızla yollarımızı ayırdık. Malzemelerimizi elden geldiğince çeşitli şekillerde değerlendirmeye gayret ettik. Arta kalan az bir bölümünü de Topkapı’daki yeni ofise taşıdık.

Kuzey Haber Ajansı Mercan ofisi veya çevreden bilindiği şekliyle TRT Mercan Stüdyoları artık faaliyette değil.. TRT Arapça, TRT Haber, TRT Türk, TRT Okul ve TRT Avaz’da yaptığımız programlarda izlediğiniz o güzelim Sarayburnu ve Boğaz manzaralı stüdyo bundan böyle TRT ekranlarında görünmeyecek.

Bu süre zarfında yüzlerce konuğumuz programlarımıza katılarak bu çalışmaya katkıda bulundular. Yüzün üzerinde çalışanımız ellerinde geldiği ölçüde sizlere en iyi programlar sunabilmek için çaba sarfettiler. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz.

2012’den bu güne kadar TRT içerisinde hiyerarşinin en üstünden en altına kadar çok sayıda kişi ile muhatap olduk. Kimileri, programların daha kaliteli olması için özveri ile gayret ettiler.

Kimileri, bu çalışmayı rutin bir işlem olarak görüp sadece düz bir bakışla değerlendirdiler.

Kimileri, programların bir çok noktası ile ilgili olmalarına rağmen içeriklerinde neler bulunduğunu merak edip bir kere bile bakmadılar. ( Bu acı gerçeği o kişilerden birinin kendi beyanına dayanarak söylüyorum)

Çok az sayıda birileri ise, bu programlar nasıl en kısa zamanda sona erdirilebilir diye anlamsız bir gayretin içinde oldular. O tür gayretler içinde olanlar rahat bir uyku uyuyabilirler. Dilekleri gerçek oldu ve biz artık sahneden çekildik.

Kuzey Haber Ajansı kurucuları ve yönetim kademesi olarak bu süre içinde verdiğimiz hizmete sadece bir iş gözüyle bakmadık. Bu çalışmayı kutsal bir misyon olarak düşündük. TRT’nin milli bir kurum olduğu bilinciyle milli ve yerli duruşa uygun bir üslup içinde hareket etmeye çalıştık. Kim bize hangi gözle bakarsa baksın kendimize hedef olarak biçtiğimiz çizginin altına düşmemeye ve her an onu daha yükseğe çekmeye uğraştık. Hatasıyla sevabıyla da bu süreci tamamladık.

Bize destek olanlara teşekkür ediyoruz. Bu kişiler içinde TRT’deki genel müdür yardımcılığı ve genel müdürlüğü dönemlerinde samimi yaklaşımlarına şahit olduğumuz İbrahim Eren beyi özellikle zikretmek istiyorum.

Köstek olmaya çalışan az sayıda kişiyi de yüce Rabbimiz biliyor. Kendilerini O’na havale ediyoruz.

İnşallah bizleri izlemek lütfunda bulunan yurt içindeki ve yurt dışındaki TRT izleyicileri programlarımızdan memnun olmuşlardır.

Ve dijital yayıncılık…

2018 Yılı Şubat ayı, aynı zamanda, bizim dijital yayıncılık alanında on yılı aşkın bir süredir devam etmekte olduğumuz sitelerimizin sorumluluğunu başka arkadaşlara devrettiğimiz bir yıl oldu. Bu iki çalışma, sürdürüldüğü dönemde birbirlerine müsbet anlamda destek oluyor ve güzel bir sinerji ortaya çıkıyordu. Kader-i İlahinin bir tecellisi olarak ikisinin de bizim açımızdan nihayete erişi aşağı yukarı aynı zamanlara rastladı.

Dünya Bülteni, onun İngilizce ve Arapça portalları ve Dünya Bizim adlı kültür sitelerimizi Şubat ayının ortasından itibaren Bilimevi A.Ş’ye devrettik. Bu hizmeti inşallah bundan sonra kendilerinin en iyi şekilde devam ettireceklerine inanıyoruz. Bizler de imkan nisbetinde onlara destek olmaya gayret sarfedeceğiz.

Nasıl ki insanların doğumu, yetişmesi ve vakti gelince de ölümü mukadderse kurumlar için de bu süreç normal olarak algılanmalı diye inanmaktayız. Kuzey Haber Ajansı için de gelişmeler tam bu tarzda tecelli etti.

Büyük önem verdiğimiz sitelerimiz inşallah bundan sonra muhakkak ki daha iyi bir seviyeye ulaşacaklar, ama bizimle ilgisi bakımından ele almak gerekirse, bu noktadan sonra sorumluluk açısından çalışmanın içerisine olmayacağız. Yükü devralan Bilimevi A.Ş’ye başarılar diliyoruz.

Gerek Kuzey Haber Ajansında gerekse de sitelerimizde hem habercilik hem de kültür ve sanat çalışmalarını geniş kitlelere duyurmak noktasında verimli bir dönem geçirdiğimizi düşünüyoruz. Bu noktada benimle birlikte sorumluluğu birinci derecede paylaşan Erol Dilaver kardeşim de en az benim kadar, hatta çoğu kere daha da fazla bir şekilde yoruldu. Ona da özellikle teşekkür etmek istiyorum.

Bizim açımızdan böyle görünmekle birlikte acaba bizi izleyenler de bu konularda benzer şekilde mi düşünüyorlar, o noktada pek de emin olamamaktayız. Çünkü faaliyet yaptığımız dönemde bunun bize yansımasını maalesef beklediğimiz oranda göremedik. Bazen, acaba biz boşuna mı uğraşıyoruz sorusunu kendi kendimize sorduk.

Odaklandığımız alanda bir şeyler yaptığımızı düşünüyoruz fakat hizmet vermeye çalıştığımız insanlar, sanki bizimle aynı fikirde değiller, şayet aynı fikirde olsalar herhalde bunu daha farklı bir şekilde izah ederler noktası üzerinde ciddi ciddi kafa yorduk. Bu soruların cevabını da inanın tam manasıyla bulamadık…

Yapmaya çalıştığımız işler acaba bizim için önemli görünse de büyük resim içinde pek de bir şey ifade etmiyor muydu?

Veya insanımızda genel anlamıyla yaygın bir özellikle olarak zikredilen duygularını her zaman açıkça ifade etmeme halinin mi bir tezahürüydü?

Gerçi Dünya Bülteninde “Allahaısmarladık” başlığı ile yayınladığımız veda yazısından sonra çok sayıda arkadaş gerek bizzat arayarak gerekse de sosyal medya üzerinden moral verici dileklerini paylaştılar. Bu müsbet tepkiler yukarıdaki izahların dışında ortaya çıkan hoş tezahürlerdi ama onların yekünü yine de o genel ilgisizlik seviyesinin üzerine çıkamadı. Belki de bu işlerin doğası böyleydi de biz daha fazla bir şey bekliyorduk.

Yeri gelmişken bu mesajların bizler açısından çok kıymetli olduğunu da bu arada ifade etmek isterim.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi gerek dijital alem gerekse TV yayıncılığı ile bilfiil iştigal ettiğimiz yıllar özetle böylece geçip gitti. Sonuçta bu alanlardaki fiili çalışmalarımız şimdilik durağan bir döneme girmiş görünüyor. Bizler düşünme, fikir üretme, eğitim ve bir şekilde yayıncılık çalışmalarının içindeki yerimizi muhafaza etmeye çalışmakla birlikte, daha önceleri yoğun olarak iştigal ettiğimiz türdeki yayın faaliyetleriyle ilgili artık muhtemelen daha farklı bir konumda olacağız. İnşallah olayları biraz daha dışardan ve değişik bir açıdan izleyeceğiz.

İcraatın içinde olmak bazen insanın durup etrafa soğukkanlı bir şekilde bakabilmesini engelliyor. Fakat fiili çalışmaların dışına çıkıp daha yukarıdan bakabilmek çoğu zaman daha konforlu bir şey. Şöyle yapılmalı, şuraya dikkat edilmeli, şu konular öne çıkarılmalı gibi şeyleri icraatın dışında iken söylemenin fazla bir maliyeti yok. Sözün hesabının çok da sorulmadığı ülkemizde ise bu daha da kolay. Burada sözün bir maliyetinin olmadığına inandığım gibi bir yanlış anlaşılmaya meydan vermiş olmayayım. Ama maalesef vakıa bu şekilde.

Bundan sonra sözün önemine inanan ama icraatın kısmen dışına çıkmış kişilerden biri olarak belki edindiğimiz tecrübeler ışığında daha evvel ilgilendiğimiz alanlarda icraatın içindekilere yol gösterici mahiyette bir şeyler söyleyebiliriz. Tabii biz söyleriz de kim neyi ne kadar yapar o da icraatın içindekilerin bileceği bir iştir diye düşünmekteyiz.

Niye konuşuyorsun da yapmıyorsun diyen olursa da, o zaman , biz vakti zamanında elimizden bu kadarı geldi, onu hatasıyla sevabıyla yaptık, artık sıra sizlerde deyiveririz olur biter..

Sonuç olarak,

Ununu eleyip eleğini duvara asmış bir kişi edasıyla söz söylemek istemiyorum. Fakat fırtınalı bir havada dümeninde olduğu gemileri bir limana yanaştırmış ve kısmet olursa kıyıya çıkıp şurada az bir zamana dinleneyim diyen bir kaptanın halet-i ruhiyesi içinde olduğumu gizlemem mümkün değil. Zaten gizlemeye çalışsam da sözlerim beni ele veriyordur.

Kimbilir kıyıda bizi hangi sürprizler bekliyor o konuda bir tahminde bulunmak şu an için pek mümkün değil. Denizle bir şekilde temasımızın olacağı inşallah kaçınılmaz gibi görünüyor ama bir daha denizlere bu tarzda açılma ihtimali yeniden doğar mı? Veya doğsa bile biz o gemide olur muyuz? Onu da şu an için bilemiyorum. Kıyıda hiç hesapta olmadığımız başka maceraların içine düşer miyiz, inanın onu da kestiremiyorum

Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler…

09.03.2018

Allahaısmarladık

Değerli Dünya Bülteni okuyucusu dostlarımıza,

Bugün Dünya Bülteni ve kardeş siteleri ile ilgili önemli bir gelişmeyi sizlerle paylaşmayı arzu ediyoruz.
Bilindiği üzere 2007 yılından itibaren dijital alanda, www.dunyabulteni.net , İngilizce olarak www.worldbulletin.net  ve Arapça sitemiz www.akhbaraaalam.net , ile birlikte habercilik hizmeti vermekteydik. Ayrıca www.dunyabizim.com  portalımız da özgün bir şekilde hazırladığı kültür sanat haberleri ile okuyucularımızla beraber olmaktaydı.

On yılı aşkın bir süre devam eden bu hizmetimizin öncelikle kalıcılığını sürdürmek, ilave olarak da daha nitelikli bir hale getirmek için gayretlerimize devam etmekteydik.

Bu noktada yollarımız Bilimevi Basın Yayın A.Ş ile buluştu. Bilimevi A.Ş, yayıncılık alanında var olan değerli çalışmalarını daha ileri boyutlara getirmek ve çeşitlendirmek için bundan sonraki süreçte sitelerimizin sorumluluğunu Küresel İletişim A.Ş’den devralmaya karar verdi.

Bizim de katıldığımız bu karar çerçevesinde, önümüzdeki dönemde sitelerimiz yayın faaliyetlerini inşallah Bilimevi A.Ş bünyesinde sürdürecekler.

Geçtiğimiz on yıl boyunca maddi ve manevi olarak yanımızda olan tüm dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Sitelerimizin yayınlarında emeği geçen Genel Yayın Yönetmenleri, Yayın Koordinatörleri ve editörlerimize, bu faaliyetlere katkıda bulunan tüm çalışanlarımıza ve hizmet sağlayıcılarımıza çok teşekkür ediyoruz. Bu vesile ile geçtiğimiz yıl ahirete göç eden ilk Yayın Yönetmenimiz Akif Emre’ye de Allah’dan Rahmet diliyoruz.

Önemli bir teşekkürü de siz saygıdeğer okuyucularımıza iletmeyi bir borç olarak görüyoruz. On yıllık sürede bizleri gayet dikkatli bir şekilde izlediniz, bunu çeşitli şekillerde hissettirdiniz ve yapmaya gayret ettiğimiz çalışmaların daha da değerli hale gelmesine katkıda bulundunuz.

Beraberce geçirmekten büyük keyif aldığımız on yıllık süre zarfında istemeden de olsa sizleri bir şekilde incittiysek bundan dolayı da helallik diliyoruz.

Büyük önem verdiğimiz bu çalışmaya bundan sonra da , imkan nisbetinde ve elimizden geldiği ölçüde katkı sunma niyetimiz olduğunu da ifade etmeyi gerekli görmekteyiz.

Başta Dünya Bülteni ve Dünya Bizim olmak üzere tüm sitelerimizin sorumluluğunu üstlenen Bilimevi Basın Yayın A.Ş’ye yeni dönemde başarılar diliyoruz.

Allah’a emanet olunuz

Dünya Bülteni, 20.02.2018

28 Şubat Zorbalığına Elif Yuva’dan Bir Örnek

28 Şubat süreci, yaşı müsait olanların bizzat yaşadıkları, fakat 21 yıl önce vuku bulduğu için, Türkiye nüfusunun büyük bölümü için ise, sadece tarihi süreçte sürekli atıf yapılan bir olay olarak duydukları, sıkıntılarla dolu bir devre. Bu yazıda, Elif Yuva’dan dolayı 28 Şubat sürecinde yaşanılan bir kaç hadise nakledliyor.

28 Şubat süreci, yaşı müsait olanların bizzat yaşadıkları, fakat 21 yıl önce vuku bulduğu için, Türkiye nüfusunun büyük bölümü için ise, sadece tarihi süreçte sürekli atıf yapılan bir olay olarak duydukları, sıkıntılarla dolu bir devre. O tarihlerde Refah Partisi lideri merhum Necmettin Erbakan Başbakan ve Doğruyol Partisi lideri Tansu Çiller Dışişleri Bakanı idi. Yine merhum Süleyman Demirel de Cumhurbaşkanı. 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu toplanmış ve 8 saat süren bu toplantı sonrasında açıklanan kararlarla, irticaya karşı olduğu iddia edilen, ordu ve bürokrasi merkezli baskıların yoğunlaştığı bir döneme girilmişti. Türkiye siyasi tarihine geçen ve adeta bir dönüm noktası olan bu kararların uygulanması sırasında Türkiye’de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda önemli değişimler yaşanmıştı.

28 Şubat olarak kısaca ifade ettiğimiz bu dönemde, birçok alanda olduğu gibi özellikle eğitim sahasında da Müslümanlara yönelik ciddi bir baskı uygulanmaya başlamıştı. Bu yazıda bizim de o dönemde başımızdan geçen bir kaç olayı örnek olarak nakletmeyi arzu ediyorum.

Rahatsız edici bir baskın

O tarihlerde, 1987’den beri bir grup arkadaşımızla birlikte kurup işlettiğimiz okul öncesi eğitim hizmeti veren Elif Yuvamız Bakırköy-İncirli’de faaliyet göstermekteydi. E5’in hemen yanı başında, bugün de farklı kişilerin elinde yine çocuk yuvası olarak hizmet veren bir yerde. Özellikle 28 Şubat’ı takip eden süreçte kurumun bağlı olduğu İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü memurlarının bize karşı tavırlarının daha da tatsız bir hale dönüştüğünü hissediyorduk. Evrakları teslim ederken, bir şeyler sormak durumunda kaldığımızda bu hal daha fazla açığa çıkıyordu

.

Bu tarihlerde bir gün, il sosyal hizmetlerin teftiş memurları normal prosedürün dışında sanki bir baskın havasında yuvaya gelmişlerdi. Beş katlı binanın her bir tarafını; sınıfları, oyun odalarını, idari kısımları, özetle kenar köşe diye tarif edebileceğimiz yerler dahil tüm mekanı rahatsız edici bir tarzda aramışlar, buldukları yayınlardan ve o zaman moda olan bant tiyatrosu kasetlerinden örnekler alıp gitmişlerdi.

Biz o sırada binada bulunmadığımızdan, olayları bize anlatan öğretmenlerimizin ve müdire hanımımızın çok korktuklarını farketmiştik. Yaşanan duygu, korku, endişe ve bir tür panikti.

Neler oluyordu? Bu davranışın sebebi neydi?

Bizi ürkütmeye çalıştıkları belliydi

Öğrenciler cephesinden bakıldığında ise dehşeti şöyle ifade edebilirim. Bizim henüz 5 yaşında olan üç numaralı oğlumuz, o yıl yuvaya gidiyordu ve akşam eve geldiğinde hararetli bir şekilde bu olayı bizlere anlatmıştı: “Bir kaç kişi böyle sinirli sinirli geldiler, sınıflarımıza girdiler, sert sert konuşuyorlardı. Öğretmenlerimiz ve bizler çok korktuk. Baba, anne, kimdi o kişiler? Niye okula baskın yaptılar?” Bu olayı anlatırken çocuğun gözleri hayretle açılıyor, sanki o anı bir daha yaşıyordu.

Çuvallara doldurulup götürülen malzemelerimizin içinde boyama kitapları, çocuklar için hafif dozajlı da olsa bir dini eğitim verebilme gayesiyle almış olduğumuz kitaplar, kasetler vardı. Arzu eden velilerin çocuklarına da Elifba öğretiyorduk. Tabii suç unsuru olarak onlar da alınmıştı. Gerçi bir kaç ay sonra malzemelerimizi geri aldık ama yuvamıza 3 gün kapatma cezası vermişlerdi. Mutad teftişte eksikler tespit edildiğinden bu kapatmanın verildiği ifade edilmişti. Ama olay hiç de normal değildi. Daha evvel de ufak tefek eksiklik olunca ikaz edilir, bizler de onları düzeltirdik. Bu baskın ve kapatma kararı ile tamamiyle bizi ürkütmeye çalıştıkları belliydi.

“Bizim var olma hakkımızı engelleyemezler”

Bu baskın üzerine o zamanın İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdüründen randevu aldık ve gittik. Ben kendisine şunu sormuştum: “Küçücük çocukların eğitim gördüğü, hatta kendi çocuğumun da içinde yer aldığı bu kuruma bu tarz baskın şeklinde gelmek size yakışıyor mu? Bizi 10 yıldır tanıyorsunuz ve biliyorsunuz. Her ay en ince ayrıntısına kadar rapor veriyoruz, arada gelip kontrol ediyorsunuz, bizim zihniyetimizi de biliyorsunuz. Saklamıyoruz ama kurallara da uymaya çalışıyoruz, bu şiddet niye?

Cevabı ilginçti: “Ben sizinle aynı görüşlere sahip değilim fakat sizin varlığınıza saygı duyuyorum. Yalnız bizim belli aralıklarla katıldığımız il güvenlik toplantılarında askeri kanat temsilcileri sizinkine benzer kurumlara müsamaha gösterilmemesini ısrarla vurguluyor. Biz yine de ayarlı davranmaya çalışıyoruz ama elimizden bu kadar geliyor. Kendinize dikkat edin, bir eksiğinizi gördüğüm an icabına bakmak zorundayım.”

Kendisine, “o askere lütfen bizim bu konuşmamızı nakleder misiniz; resmen ayıp ediyorlar. Bizim var olma hakkımızı engelleyemezler, biz bu ülkenin asli unsuruyuz. Siz söyleyemezsiniz beni lütfen çağırın toplantıya, ben kendim ifade edeyim” demiştim.

Müdür, “yahu kardeşim git işine, hem benim hem de kendinin başını derde sokma” der gibi başını sallamıştı.

Bunu söylediğimde 21 yıl evveldi ve ben 35 yaşındaydım. Gençlik başka bir şeymiş.

Serbest teşebbüse müdahale

Daha sonra, o zaman İstanbul Ticaret Odası (İTO) başkanı olan Mehmet Yıldırım Bey’e gittim. O tarihlerde ben de taze bir İTO Meclisi üyesiydim.

Özetle şöyle demiştim: “Mehmet Bey, İTO’da matbaa ve yayıncıları temsil ediyorum ama ben aynı zamanda çocuk yuvası da işletiyorum ve burası özel bir işletme, İTO’nun da üyesi.

Burayı sanki anarşistlerin mekânını basar gibi basıyorlar, yatakların altlarına kadar karıştırıyorlar ve adeta terör estiriyorlar. Bunu yapan, il sosyal hizmetlerinin kontrol memurları. Bu serbest teşebbüse müdahaledir. Lütfen bu konuda bir demeç verin. Bu hareketin yanlış olduğunu ifade edin.”

Mehmet Bey beni dinlemiş, hak verdiğini belirtmiş ve hissettiğim kadarıyla da üzülmüştü: “Erhan, seni anlıyorum. Fakat ben hükümettekilerle temastayım; kardeşim, onlar bile sesini çıkaramıyor, lütfen benden böyle bir konuda bir hareket bekleme.

Mehmet Bey’den de bu konuda ümit yoktu. Gerçi demeç vereydi ne değişirdi ama en azından belki bir küçük moral olurdu.

Sakalı kaptırmadık

Bu hadisenin dışında, ilerleyen günlerde, tesettürlü öğretmelerimizin başları açık resimleri istenmeye başlanmıştı. Belli zamanlarda Sosyal Hizmetler’e verdiğimiz bildirimlerde o tarihlerden sonra bu öğretmenlerimizin resimlerine özellikle dikkat ediyorlardı. Sadece yemek ve temizlik personelinin başını örtmeye hakkı vardı bu kişilere göre.

Zaman geçtikçe işin dozajı arttı ve bir ruhsat yenileme zamanında benim kurucu olarak ruhsata koyacağım sakallı resmim sorun oldu.

Yenilenecek ruhsatın son onay yeri olan Valilik makamı, benim sakallı resmimi kabul etmiyor ve belgeye imza atmıyordu. Vali bey, “traşlı resim göndersin yoksa onaylamam” diye haber gönderiyordu. Ortadaki memurlara şöyle demiştim: “Arkadaşlar, ben sivil bir kişiyim, devlet memuru değilim. Burası da özel bir eğitim kurumu. Tamam, siz ruhsat veren ve mevzuata göre bizi denetleyen makamsınız fakat benim kılık-kıyafetimi, sakalımı-bıyığımı hangi maddeye dayanarak sorguluyorsunuz ve hangi hakla bana ‘sakalsız resim vereceksin’ diyorsunuz?

Bu şekilde yaklaşık 2 yıl geçti. Ben sakalı kesmedim. Resmin üzerinde oynayalım diyenlere de aldırmadım. “Sakalsız resim vermiyorum kardeşim, gelsinler kapatsınlar bakalım” diye işi gerdirmiştim. Bugünden geriye baktığımda ve başka örnekleri de gördüğümde çok riskli bir iş yapmışız, onu da farkediyorum.

Mevzuatta yeri olmadığından mı, yoksa sıra başka yerlerden bize gelmediğinden mi bilinmez ama bu konuyu bir daha ‘kapatma sebebi’ yapmadılar veya yapamadılar. İkinci yılın sonunda hatırladığım kadarıyla vali değişti, şartlar biraz yumuşadı ve bizim ruhsat benim sakallı resimle birlikte onaylandı. Elhamdülillah bu olayda sakalı kaptırmamış olduk.

28 Şubat sürecinde Türkiye’de irili ufaklı, sonucu hafif veya ağır bu tarz çok sayıda hadise vuku buldu. Bu olaylar Türkiye tarihinde acı bir dönem olarak kayıtlara geçti.

Bu hukuksuzlukları yapanlar dünyada da ahirette de inşallah hesap verecekler. Geride kalanlara da bu olaylardan ibret almaya çalışmak kalıyor.

Allah bir daha bu tip günler göstermesin. Amin

Dünya Bizim, 28.02.2018

Zeytin dalı harekatı: Uluslararası kurallara uygun bir operasyon

Türkiye, Fırat kalkanı operasyonundan sonra geçen aylarda İdlib bölgesindeki çatışmasızlık alanlarının güvenliği için ikinci bir harekat daha gerçekleştirmişti.. Bu harekatın sonrasında adeta geliyorum diyen son askeri operasyonun hazırlıkları tamamlandı ve Zeytin dalı harekatı 20 Ocak 2018 de başladı.

Bu harekat öncesinde Türkiye gerek askeri gerekse de diplomatik açıdan kapsamlı bir hazırlık dönemi geçirdi. İlgili tüm taraflara bilgiler verildi.

Bir ülkenin başka bir ülkenin sınırları dahilinde operasyon yapması mevcut uluslararası ilişkiler sistemi içerisinde belli kurallara tabi olduğundan Türkiye de bu operasyon için BM şartının 51 sayılı maddesine dayandığını duyurdu. O madde de BM üyesi ülkelere, silahlı saldırı halinde meşru müdafaa hakkı tanıyor. Türk Hükümeti, Suriye’nin PKK’ya destek vererek, Arap dünyasında Türkiye karşıtı cephe yaratmaya çalışarak, Türkiye’ye karşı üstü örtülü bir savaş yürüttüğü tezi üzerinde duruyor. Bu durumun da Türkiye’ye meşru müdafaa hakkı tanıdığını savunuyor.

Dışişleri yetkilileri de yaptıkları açıklamalarda “Suriye, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef alan kişilerin barınmasına göz yumarak serbestçe faaliyette bulunmasını sağlayarak, ulusal bütünlüğümüze bir tehdit oluşturuyor” diye ısrarla vurguladılar.

BM’nin 51. maddesinde kullanılan ifade şu şekilde:

“Hiçbir şey, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği sağlayacak tüm önlemleri alana dek, askeri saldırıya uğramış Birleşmiş Milletler üyesi ülkenin bireysel yada kollektif meşru müdafaa hakkına zarar veremez. Savunma hakkını kullanmak üzere üyeler tarafından alınan önlemler anında Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve hiçbir şekilde Güvenlik Konseyi’nin, mevcut şart çerçevesinde, uluslararası barış ve düzeni sağlama yönünde hareket etme yetkisi ve sorumluluğunu etkileyemez.”

Jus ad bellum ve Jus in bello

Bilindiği üzere Uluslararası ilişkiler literatüründe iki tane önemli norm bulunuyor. Bunlardan bir tanesi Latince orijinal ifadesiyle Jus ad bellum: Yani bir ülkenin savaşma hakkına ifade eden bir kural . Türkiye de Adil Savaş Kuramı çerçevesinde bu harekatı BM’nin 51 sayılı şartına dayandırmakta.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta savaşın haklı bir nedene bağlı olarak yapılması, hedeflere ulaştıktan sonra barışın tesisi niyeti ve savaşın tüm ilgili kesimlere duyurulması. Türkiye yıllardır ülkemize büyük sıkıntı veren PKK terör örgütünün sınır ötesinde ve bizi tehdit edecek bir şekilde Suriye ‘de farklı bir isimle (PYD/YPG) ama bağlantılı şeklide bizi zarar verme niyetiyle bulunduğunu ileri sürüyor. Suriye’de Afrin bölgesinde konuşlanan PYD/YPG güçleri ( yani PKK) adları farklı olsa da buradan Türkiye’ye sürekli taciz edici bir şekilde eylemlerde bulunuyorlar. Afrin operasyonunun dayandığı en temel savlardan birisi de bu terör gruplarının varlığı ve Suriye hükümetinin bunları engelleyecek gücünün bulunmaması. Ve/Veya başka bir iddia olarak da bunları kasten Türkiye’ye karşı zarar verici bir tarzda desteklemesi.

Bir savaş veya askeri harekat durumunda ikinci önemli kural olan yine Latince orijinal ifadesiyle Jus in bello. Yani savaşta ahlaki kurallara uyulması mecburiyeti

Burada önemli bir nokta bu harekat sırasında askeri hedeflerle sivil hedeflerin birbirlerinden ayrılması ve sivillerin savaştan mümkün olduğu oranda zarar görmemesi. Diğeri de silahlı mücadele sırasında orantılı bir güç kullanılması.

PKK/PYD’liler ve destekçilerinin uluslarası camiaya karşı ısrarla vurgulamalarına rağmen Afrin’deki sivil halkın Afrin’deki bu terörist gruplarla bağlarının iddia edildiği gibi kuvvetli olmaması önemli bir nokta. Teröristler halkı tehdit ederek onların çocuklarını ellerinden alıyor ve Türkiye’ye karşı silahlandırıyorlar. Ayrıca onları Türkiye’ye karşı canlı bir kalkan gibi kullanıyorlar. Bu nokta da uluslararası hukuk açısından Türkiye’nin haklılığını arttırıyor.

Türkiye harekat içinde savaşın ahlaki çerçevede sürdürülmesi noktasına özellikle dikkat ediyor ve elinden geldiği ölçüde bu kurallara uymaya çalışıyor. Harekatın bu ölçüde yavaş ve kontrollü yürümesi esasında bu çabaların da önemli br göstergesi. Yoksa Türk ordusunun mevcut gücü ile züccaciyeyi dükkanına giren bir fil gibi Afrin’e harekat yapması durumunda olabilecek can ve mal kayıpları çok fazla olabilirdi.

Buna rağmen PKK/PYD çevreleri yaptıkları algı operasyonları ile Türk ordusunun kimyasal silah kullandığı, sivilleri bombaladığı yalanını çekinmeden kullanmaktalar. Suriye ve Sovyet güçlerinin İdlib’de ve başka bölgelerde yaptıkları kıyımlar dünya kamuoyunda bir satır bile haber olmazken Türk askeri ile yalan haberler büyük bir gayretle dünyaya anlatılmaya çalışılıyor.

Afrin’de bulunan en azından 6000 civarında olduğu ifade edilen militanın tesirsiz hale getirilmesi veya bölge dışına çıkması ve bu şekilde Türkiye için  tehdit halinin ortadan kalkması durumunda Afrin harekatının sona ereceği açıkça ifade ediliyor. Türkiye Suriye topraklarını işgael etme gibi bir niyetinin olmadığını her fırsatta beyan ediyor.

Afrin’den sonra sıra diğer problemli noktalara da gelebilmeli

Başta Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve diğer Türk yetkililerin de belirttiği gibi Türkiye için diğer önemli hedefler arasında başından beri ısrarla vurgulanan Menbiç’in yani Fırat’ın batısında kalan bölgenin de tamamen terörist güçlerden temizlenmesi hedefi var. Tabii diğer bir önemli nokta da Suriye ile olan 911 km’lik sınırın öte tarafındaki terör yuvalarının buralardan uzaklaştırılabilmesidir. Tüm bu hedeflerin gerekçeleri de esasında BM’nin 51 no’lu şartına dayanmaktadır ve uluslararası hukuk ve normlarla uygunluk göstermektedir

İnşallah bu kararlı duruşla zaman içinde bu hedeflere de varılması sağlanabilir diye ümit etmekteyiz.

Özetle ifade etmek gerekirse Türkiye kendisi için büyük tehlike arz eden ve neredeyse müttefiki diye değerlendirdiği tüm güçlerin bazen açık bazen de el altından desteklediği PKK/PYD/YPG unsurlaına karşı tüm zor şartlara rağmen Uluslararası normlara ve kurallara uygun bir harekatı sürdürüyor. Burada önemli nokta tahrik edici tüm saldırılara rağmen bu harekattan menfi olarak etkilenecek sivil ve masum insan sayısının olabildiğince az sayıda tutulabilmesini sağlamaktır

Hadisenin bir diğer boyutu da bu olaylardan bir şekilde zarar görüp yerinden yurdundan olan sivil halkın, gerek barınma gerekse de tüm insani ihtiyaçlarının Türk yardım kuruluşlarınca sağlanmasına çalışılmasıdır. Dünyanın güçlü diye nitelenen devletlerinin bu insani dramla ilgili en ufak bir gayretlerinin olmaması da maalesef diğer hüzün verici bir gerçektir

Bu zor şartlarda mücadele eden tüm askeri ve sivil görevlilerin çabalarının takdire şayan bir durum arz ettiğini ifade etmemiz de hakkı teslim etmek açısından büyük önem arz ediyor.

Allah bu mücadelede şehit olan tüm evlatlarımıza Rahmet eylesin. Yaralılara da acil şifalar nasip etsin.

Dünya Bülteni, 10 Şubat 2018

Ne Kadar İçimizde, Ne Kadar Dışımızda?

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’nde 2018 Ocak ayında yapmış olduğu konuşma çerçevesinde bir değerlendirme

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Mezunlar Derneği (BURA)’nın Genel Kurulu vesilesiyle Boğaziçi Üniversitesi‘nde yaptığı konuşmayı izlerken, zihnimde bugüne kadar parça parça gelişmiş olan bir çok düşünceyi yeniden değerlendirmenin gerekli olduğu fikri oluştu

Sayın Cumhurbaşkanı bu konuşmasında Boğaziçi’nin oturduğu temelleri kısaca anlatırken okulun Amerikalıların Osmanlı döneminde 1800’lerin ilk devirlerinden başlayarak dikkatle uyguladıkları çalışmaların bir sonucu olarak kurulduğu noktasına atıfta bulundu. Evet, Amerikalılar Osmanlı coğrafyasının farklı noktalarında özellikle eğitim ve sağlık temelli olarak başladıkları bir tür misyonerlik faaliyetinin uzantısı olarak Robert Koleji’ni kurmuşlardı. Daha sonra bu okul yüksek öğretime de başladı ve Boğaziçi Üniversitesi bu temel üzerine bina edildi. Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nin tarihi dikkatli bir gözle incelenirse bu okulları kuranların kendi inandıkları değerler uğruna ne büyük fedakarlıklar gösterdiklerini müşahade etmek mümkündür. Özellikle okulun kuruluşunda etkin isimler olan Cyrus Hamlin ve Christopher Robert’in yaptıkları ve kendi açılarından ciddi fedakarlık gerektiren çalışmaların neticesi olarak da okul, zaman içinde ülkemizin üniversite seçme sistemi içerisinde en yüksek puanlı gençlerini kabul etme noktasına ulaşmıştır.

Allah adildir ve adaleti gereği kulları içinde gayret edenlerin gayretlerine uygun neticeleri halk eder. Bu bazen bire bir olur, bazen samimiyet derecesine göre bire yüzlerce kata kadar çıkar.

Bu okulları kuranlar, sadece Türkiye’de değil çalıştıkları diğer ülkelerde de en kapasiteli gençleri seçip onları hem bilimsel ve mesleki açıdan donatmak hem de kendi değer sistemleri açısından etkilemek için gayret sarf etmişlerdir. Bu eğitimin etkilerini Robert Kolej ve Boğaziçi’nde eğitim görenlerin büyük çoğunluğunda görebilmekteyiz. Robet Kolej, Boğaziçi Üniversitesi ya da bu okulların muadili olarak sayabileceğimiz Tarsus Amerikan Koleji, Kahire Amerikan Üniversitesi yahut Beyrut Amerikan Üniversitesi gibi okullardan mezun olanların akademide devam edenlerinin kendi ülkelerinde ya da Batı ülkelerinde önemli akademisyenler olduklarını; iş hayatında devam edenlerin ise kendi muhitlerinde başarılı oldukları görülmektedir.

Bu okulların çizdiği hayat telakkisi de uzunca bir süre ülkemizde yaşayan pek çok kişi için ulaşılması gereken bir hedef olarak görülmekteydi. Türkiye Batılılaşmak istiyordu ve toplum bu uğurda büyük bir dönüşüme tâbi tutuluyordu. Bu Batılılaşma serüveninde örnek alınan veya en önde giden isimler de, Batılıların kurduğu yahut Batılılar ile alakalı olan okullardan mezun isimlerdi. Bu örnek almanın, söylemde Batılılaşmaya karşı olan insanlarda dahi içten içe geliştiğini, bir tür aşağılık kompleksi olarak kendisine yer bulduğunu da maalesef belirtmek gerekiyor. Tabi ki Batılılaşmayı örnek almak, kendi hayat telakkilerine karşı olduğu için bu durum “Batının tekniğini ve bilimini alalım ama ahlakını almayalım” hedefi ile belki bir şekilde meşrulaştırılıyordu. Batılılaşma maceramızın pek çok ikiliği bir arada bulundurduğunu ve yaşanan gelgitlerin hem düşüncede hem amelde halen pek çok yerde görüldüğünü söyleyebiliriz.

Bu Batılılaşma maceramız içinde, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan İslamcılık-Batıcılık tartışmalarının ise Cumhuriyet ile beraber kesintiye uğradığını biliyoruz. Bu kesintiden sonra uzunca bir dönem sadece modernleşme ve Batılılaşma yönünde alınan stratejik karar uygulamaya konuldu.

Toplumumuz içinde İslami düşüncenin yeniden filizlenmeye başlaması, farklı cephelerden Batı medeniyetine karşı eleştirilerin getirilmesi, zamanla kimlikli bir duruşun ortaya çıkması ise Türkiye’nin son 45-50 yılı içinde açıkça görülmektedir. Bu sorgulama özellkle son 20-25 yılda daha da hızlanmıştır.

Batılılaşma maceramız ve bunun farklı görünümlerine dalmadan Boğaziçi Üniversitesi ve Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına dönmekte yarar var.

Son 30-40 yılın semeresi

Tayyip erdoğan boğaziçi

Cumhurbaşkanı’nın bu konuşmada zikrettiğiNurettin Topçu örneği oldukça yerindedir. Merhum Nurettin Topçu, Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nden Felsefe alanında doktora derecesi almış ve orada Türk bayrağını dalgalandırmış bir isimdir. Aynı Nurettin Topçu, aldığı Felsefe eğitimine rağmen dini değerlerinden kopmamış, Batılılaşmaya eleştiriler getirmiş ve bu nedenle kendisine üniversitede görev verilmemiş bir isimdir. Batı’nın ve Batılılaşmanın bu kadar merkezinde yaşamış olmasına rağmen, onunla mesafeli bir ilişki geliştirebilmiştir.

Nurettin Topçu gibi, Türkiye’nin son 45-50 yılında gerek Boğaziçi Üniversitesi’nde, gerek Boğaziçi Üniversitesi gibi Batılı değerlerin yayılmasında öncülük eden okullarda hatırı sayılır miktarda öğrenci Topçu gibi, Batılılaşma ile arasına belli bir mesafe koyarak, kendi değerlerinden kopmamaya çalışmış ve bunların bir kısmı alanlarında çok iyi noktalara gelmiştir.

Boğaziçi Üniversitesi’nde de kurulduğu 1970’li yılların özellikle ikinci yarısından itibaren artarak büyüyen bu öğrenci ve sonradan mezun grubu gelişerek, zaman içinde Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kurulmasına öncülük etmiştir. Cumhurbaşkanı’nın davetine icabet ettiği BURA da, aynı tarihsel gelişmenin, daha sonra ortaya çıkmış bir meyvelerinden birisidir..

Anlaşılacağı üzere üniversitenin konferans salonunda Kur’an tilaveti ile başlayan bir etkinlik düzenlemek, yahut okulun bahçesinde iftar organizasyonu yapmak, 30-40 yıla dayanan bir geçmişin semeresidir. Rabb’ul âlemine bu neticelerden dolayı ne kadar şükretsek azdır.

Batıcı okulların dindar mezunlarına gösterilen mesafeli tavır

İftar

Konu Boğaziçi ve Boğaziçi’nin dindar mezunları olduğu için bir noktaya daha değinmeden yazıyı tamamlamak istemiyorum. Bu konu da, Boğaziçi Üniversitesi ve ona belli bir oranda benzeyen, İstanbul Erkek LisesiGalatasaray Lisesi vb. okulların dindar mezunları meselesi….

Malumdur, Boğaziçi ve benzeri okulların mezun kitlesi ekseriyetle Batıcı-laik bir çizgidedir. Fakat bir önceki satırlarda belirttiğim gibi bu okullardan her geçen gün artan sayıda, dindar, veya Batıcılık ile arasına mesafe koymaya çalışan öğrenciler de mezun olmaktadır. Bu öğrenciler, okullarının kendilerine vermeye çalıştığı değerleri sorguladıkları ve kabul etmedikleri için bazı hocaları ve bir kısım öğrenci arkadaşları tarafından imalat hatası olarak görülmektedir. Yani okulların fikriyatı ile araya konan mesafe, okulların mezunlarının önemli bir kısmı ile de bazı alanlarda daha mesafeli bir ilişkiyi beraberinde getirmektedir.

İşin ilginç tarafı, bu okulların dindar mezunları için aynı mesafeli tavır, bazı durumlarda, kendileri gibi Batılılaşmayı sorgulayan, dindar insanlar tarafından da konulmaktadır. En ufak bir anlaşmazlıkta bu okulların dindar mezunları da “güvenilmez”, “Batılıların içimizdeki adamı” ve bazen de bu okulların yakın temas içinde oldukları ülkelerin bir tür “ ileri karakolu” gibi nitelenmektedirler. Mesela Boğaziçi mezunu bir kişinin, tüm hayatında kimlikli ve kişilikli bir tavır sergilemiş olsa da en küçük bir fikri veya siyasi ayrışmada hemen ‘Amerika’nın adamı’ veya bir Galatasaraylı’nın ‘Fransızların yetiştirmesi’ veya bir Erkek Liseli’nin ‘Almancı’ olarak nitelenmesi gibi. Oysa bu insanların gerek okul gerekse de sonrasındaki hayatları kendi okul arkadaşlarının önemli bir kısmı ile bile sürekli fikri mücadele içinde geçmiş ve hayatlarının neredeyse tüm anlamı kendi medeniyetlerinin arzu ettiği insan tipinin oluşması için yapılan gayretle kendini bulmasına rağmen, bu ithamlar yüreklere saplanan hançer etkisi yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.

İşin daha da enteresan yönü bu okulların mezunlarını farklı şekillerde itham eden “bizim” mahalledeki pek çok ismin, bu okullardan mezun olan, fakat fikren aynı çizgide bulunmadıkları isimlere karşı gösterdikleri örtük-açık teveccüh olsa gerek. Bu durumun, yazımın başında bahsettiğim Batılılaşmaya ve Batılılaşmanın öncülerine duyulan gizli bir öykünmenin sonucu olup olmadığı sorusu zaman zaman aklımıza gelmektedir..

Cumhurbaşkanı’nın konuşması, törene katılanlar ve konu hakkında yapılan yorumlar, bir Boğaziçili ve Galatasaray Liseli olarak, farklı yönleri ile hem okulda ve okuldan mezun olduktan sonra yaşadıklarımızı, hem de bu 30-35 senede gelişen soru işaretlerimi tekrardan hatırlattı.

Galatasaray

Sonuç olarak, bende uyandırmış olduğu bu düşüncelerin dışında sayın Cumhurbaşkanının Boğaziçi’nde konuşma yapması önemli bir dönüm noktası mahiyetindedir. Okulun yeni rektörü olan Prof. Dr. Mehmet Özkan Bey’e verdiği destek vaadi de çok kıymetlidir. Çünkü Mehmet Bey çok değerli bir ilim adamı ve yumuşak karakterli bir insan olmasına rağmen kendinden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı haksız eleştirilere ve ithamlara uğramıştır. Ülkenin bir numarasının onun yapacağı yararlı hizmetlere destek olacağını vadetmesi inşallah üniversiteye, öğrencilere ve akademik kadroya önemli artılar sağlayacaktır kanaatini taşımaktayım

Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler…

Dünya Bizim, 23.01.2018

Uzunca ve derinlemesine bir hasbihal

Okuyacağınız yazı belki biraz uzunca ama konu detaylı olduğu için ancak bu kadar kısa yazabilmeye muvaffak olabildim. Sabrınıza sığınarak sizi sohbetimize davet ediyorum.

Büyük çoğunluğunuz için malum olduğu üzere, 2007 Yılında Dünya Bülteni’ni devir alıp internet üzerinden haber yayıncılığı yapmaya başladığımızda, bu alanda büyük gazetelerin internet sitelerinden başka çok fazla mecra bulunmamaktaydı. İlklerden biri sayılırdık. Rahmetli Akif Emre’nin yayın yönetmenliğinde öncelikle yeni bir haber dili oluşturmayı hedeflemiştik. Klasik habercilik yanında haberlerin arka planlarını biraz daha detaylı verebilme niyetiyle de Haber Analiz başlığı altında yeni bir bölüm açmıştık. Dünyanın farklı köşelerinden bizimle aynı bakış açısına sahip kalemi ve zihni kuvvetli pek çok arkadaşla ilişki kurduk. 10’un üzerinde bölgeden arkadaşımız, kendi bulundukları sahalardan, her yerde rastlanamayacak kalitede haber analizlerini bizim için hazırlıyor, biz de onları yayınlıyorduk.

Daha sonra Yuvarlak Masa Toplantıları diye başka bir başlık açtık. Beşiktaş Balmumcu’daki ofisimizde bazen ayda bir, bazen de iki ayda bir, konusunda uzman 2 veya 3 arkadaşımızı davet ediyor ve onlarla önemli konular üzerinde konuşuyorduk. Bu konuşmaları videoya kaydediyor ve o videoyu da siteye koyuyorduk. Aynı zamanda bu toplantıların çözümü yapılıyor ve tamamı metin olarak siteye giriyordu. Onları bugün bile yeni baştan okuduğumuzda hepsinin birbirinden güzel çalışmalar olduğunu bir daha görmekteyiz. Bu alanda da Aynur Erdoğan hanım ciddi ve kaliteli bir çalışma yapmıştı.

Hatta Yuvarlak Masa Toplantılarından on adetten fazlasını şirin bir formatta bastık ve ilgili kişilere bedelsiz olarak ulaştırmaya çalıştık. Bu da Dünya Bülteni’nin bir kültür hizmeti olarak kayıtlara geçti.

Konu buraya geldiğinde DUBAM olarak kısalttığımız Dünya Bülteni Araştırma Masası adlı önemli bir başlığımızı da zikretmeden geçemeyeceğim. Gerek tercüme gerekse de özgün yazıları dosyalar tarzında derleyerek okuyucuların hizmetine sunmaya başladık. Bu da bir internet sitesinin çapına göre çok önemli bir çalışmaydı…

2008 Yılının sonlarına doğru Dünya Bizim doğdu. Asım Gültekin ile daha çok gençlere yönelik olarak tasarladığımız ve yazarları da ağırlıkta olarak gençlerden oluşan kültür haberciliği sitemiz de kendi alanında ilklerden biriydi

Geçen yıl Dünya Bülteni 10’ncu yılını doldurdu. Dünya Bizim de inşallah bu yıl sonuna doğru onuncu yılını dolduracak.

Facebook ve twitter gelişiyor

Bizim bu yayınların devreye girdiği dönemin biraz sonrasında facebook ve twitter adlı sosyal medya mecraları hayatımızda ciddi bir şekilde yer almaya başladı.. Aynı dönemlerde akıllı telefonlar da hızlı bir şekilde yayılıyordu. I phone bu alanda büyük bir devrimdi. Onu android sistemi ile işleyen diğer akıllı telefonlar izledi. Bu telefonlar ile resim çekmek de çok daha kolay ve de güzel olmaya başlamıştı. Tabii sosyal medya unsurları da bu kolaylıklar ile birlikte daha fazla kullanılır olmuştu

Asım Gültekin, facebook yayılmaya başladığında genç arkadaşlara, bu facebook işine çok sardırmayın orada bir veya iki paragraf yazarak tembelliğe alışıyorsunuz. Biraz gayret edip adam gibi yazı yazın biz de yayınlayalım diye serzenişte bulunuyordu.

Teknolojik gelişmeyle kavga etmenin anlamı yoktu. O gelişme kendi işini yapıyor ve kendi alanını genişletiyordu. Onu anlamak ve belli bir seviyede ilişki kurmak durumundaydık. Zamanla biz de o mecralara girdik. Yaptığımız haberleri bir de buralarda link vererek paylaşıyor ve insanlara bu kanallardan da ulaşmaya çalışıyorduk.

Fakat baktık ki bu gelişmelerle birlikte neredeyse biraz yazı yazabilen ve bu aletleri bir miktar kullanabilen herkes bizim sitelerin bşr şekilde rakibi olmaya başladı. Bizden bazen daha hızlı ve sayıları her gün daha da artan bir şekilde yayılan yepyeni bir mecra. Tabii bunların içinde insanların kendi kurdukları blogları da dahil edersek işimiz gittikçe zorlaşıyordu.

Şu an gelinen nokta itibariyle sosyal medyada yüzbinlerce kişi irili ufaklı ve hemen her konuda haber, yorum, resim ve video paylaşarak bizim yapmaya çalıştığımız çalışmayı bireysel olarak yapıyorlar. Son dönemde yaygınlık kazanan whatsapp guruplarında ise dünyanın hemen her bölgesinden ajans, gazete, blog gibi mecraların linkleri paylaşılıyor. Adeta yağmur gibi her yerden haber ve yorum yağıyor. Gelin siz de bu şartlarda habercilik yaptığınızı iddia edin.

Haber Ajansları

Bir başka gelişme de haber ajansları, araştırma kuruluşları ve analiz siteleri cephesinde vuku bulmaya başladı. Haber ajansları alanında bizi etkileyen en önemli gelişme Anadolu Ajansı tarafından geldi. Devlet desteği ile hızlı bir atılım içine giren AA, bir yandan bizlere belli bir bedel karşılığı haber hizmeti sunarken, neredeyse aynı haberleri, bize verdiğinden çok kısa bir süre sonra, ücretsiz olarak kendi sitesinde de yayınlamaya başladı. Şöyle düşünelim; çok kuvvetli sermayesi olan büyük bir toptancı, bir yandan perakendicelere mal satıyor diğer yandan o malları bedava dağıtıyor. Siz bir mahalle bakkalısınız, gidip oradan mal alıyorsunuz, geliyorsunuz kendi bakkalınızda satıyorsunuz. Fakat malzeme aldığınız o büyük toptancı size sattığı malı kendi mekanına ulaşabilen herkese bedava dağıtıyor. Böylesi bir durumda o bakkalların ne kadar yaşama şansı olur varın siz düşünün.

Bunu sadece AA da yapmıyor. Yabancı ajanslarda da buna benzer bir durum yaygınlaşmaya başladı. Belki abone olanlara biraz daha fazla haber veriyorlar ama bedava kullanıcılara sayıca ve içerik olarak daha az ve kısıtlı olsa da yararlanma imkanını sunuyorlar. Bu şekilde bir davranış büyük bir çoğunluğun haberle ilgili ihtiyacını görüyor fakat diğer yandan binbir emekle hizmet sunan bizleri bir şekilde baltalamış oluyorlar..

Yukarıda bahsettiğim whatsapp devriminden sonra hemen her grupta sürekli bu ajansların haber linkleri yer alıyor. Haber verme işi sitelerden süratle ajanslara kaymaya başladı sanki..

Siz bu handikapı ortadan kaldırmak için AA’dan veya diğer yabancı haber kaynaklarından aldığınız haberleri çok farklı bir formatta izleyicilerinize sunmak zorunda kalıyorsunuz. O haber üzerinde çok fazla emek harcıyorsunuz. Tabii o da her zaman mümkün olamıyor. Bunun için istihdam edeceğiniz eleman sayısının uzun süre devamlılığını sağlamak hiç de kolay değil.

Kardeş kuruluşumuz Kuzey Haber Ajansı kanalıyla yurt dışındaki yaklaşık 15’e yakın kendi ofisimiz ve muhabirlerimizle özel haberleri bulup sitemizde de yayınlayarak bir dönem kısmen rekabet edebildik. Fakat Kuzey Haberin yurt dışı bürolarını kapatmak zorunda kaldıktan sonra o avantajımız gittikçe eski verimini kaybetti..

Bu arada Anadolu Ajansı başka ne yaptı? Bizim daha evvel yaptığımız ve bu alanda ilk olduğumuz işi yapmaya başladı.

Nedir o? Haber Analizler yayınlamaya başladı.

Karşımıza Devlet bütün gücüyle çıkıverdi. Bu analizlere iyi telifler verdikleri için ve tabii bize göre daha prestijli bir kurum olduğundan bir dönem bizde yazan bir çok arkadaşımız şimdi analizlerini Anadolu Ajansı için yazıyor.

Biz şimdi ne yapıyoruz ? Anadolu Ajansı abonesi olduğumuz için o analizlerin bir çoğunu oradan alıp kendi sitemizde yayınlıyoruz. Ama tabii ki bir dönem var olan o özgünlüğümüz eskisi gibi devam edemiyor. Sitemize özel analiz yazan birkaç arkadaşı ancak muhafaza edebiliyor, daha yeni ve genç arkadaşları bulup onları bu alana kanalize etmeye çalışıyoruz. Bu arkadaşlarımız biraz göze batınca bir bakıyoruz ki, kısa bir süre içinde onlar da AA analisti oluvermiş.

Vardığımız noktanın güzel yanı şu. Bu işte ilk olmanın ve taklit edilmenin keyfini yaşıyoruz. Tabii ilk defa bizde yazmış arkadaşlarımızın kendilerini geliştirerek şimdilerde bu kurumlarda yer almalarını görmekten de ayrı bir mutluluk duyuyoruz. Bu da az bir keyif değil hani.

Araştırma Kuruluşları

İlave olarak, araştırma kuruluşları ve bu amaçla oluşturulan çeşitli yapılar da son dönemlerde çalışmalarını bir hayli ilerlettiler. Bizlere göre imkanları çok daha iyi. Koca koca binalarda, çok nitelikli arkadaşları bünyelerinde istihdam ederek, iyi bütçelerle bu çalışmaları yaptıklarından bir hayli güzel eserler ortaya çıkmaya başladı. Bu alanda SETA’nın araştırma birimi ve İHH’nın İnsamer’ini en başlarda zikredebiliriz. Bütçe yönüyle onlarla belki aynı kategoride olmasa da nitelikli çalışmaları ile ORDAF ve İran Araştırmaları Merkezini (İRAM) de bu guruba dahil edebiliriz. Burada sayamadıklarım sakın alınmasınlar, yer darlığından ve mevzuyu gereksiz uzatmayayım diye daha fazla isim zikredemiyorum.

Bunlar bir anlamda güzel gelişmeler. Sayının artması rekabeti de arttırır. Rekabet de muhakkak ki kalitenin daha iyiye gitmesine yol açar..

Değişen trendler

Yine bir diğer tesbitimiz de şu: İnsanlar eskiden sitelere çoğunlukla masa üstü bilgisayarlarından girerlerdi. Şimdilerde bu oran mobil telefonlar ve I padlere kaymaya başladı. Tabii bu da sürekli bir teknolojik yatırımı gerekli kılıyor. Her yeniliğe uyum sağlamak için içerik kadar işin araçsal yönüne de kafa yormak durumundasınız.

Diğer bir önemli tesbitimiz de izleyicilerin direk olarak sitelere girip haber ve yazı okuma alışkanları gittikçe azalıyor.

Ya ne oluyor? Kendilerine sosyal medya üzerinden bir mesaj geldiği oranda haberlerden, yorumlardan ve yazılardan haberdar oluyorlar. Yani sosyal medyada var olup insanların dikkatlerini çekebildiğiniz oranda varsınız ve okunuyorsunuz. Yoksa maalesef allame-i cihan olsanız insanlara ulaşmanız zor.

İlave olarak Google mecrası da çok etkili. İzleyiciler Google’un rahatına her gün biraz daha alıştı. Ne arıyorsa yazıveriyorlar Google’a ve karşılarına çıkanların arasından istediklerini seçiyorlar. Biz uzun bir süredir bu alanda var olduğumuzdan şükür Allah’a ki Google mecrasında ciddi bir avantaja sahibiz. Google bize dezavantaj değil tersine avantaj sağlıyor.

Bu sahada da sosyal medya guruları ve google seoları her gün biraz daha öne çıkıyorlar. Daha kıymetli bir noktaya geliyorlar. Bu tip arkadaşlarla gerek insani muhabbet gerekse de ‘duygusal ilişkileri’ sağlıklı kurabilirseniz belli avantajlarınız olabiliyor. Sizi sevenlerin paylaşımlarının etkisi çok profesyonel olanların karşısında gittikçe azalıyor, bunu da fark ediyoruz

Zaman çok hızlı akıp gidiyor

Bu kadar lafın içinde sizin de muhtemelen bize hak vereceğiniz gibi meselenin en püf noktası galiba şurası: Ahir zamanda, sanki zaman daha hızlı geçiyor. İnsanlığın uzun bir sürede kat ettiği teknolojik gelişmeler son zamanlarda adeta ışık hızıyla arttı. Her yenilik kendisi ile ilgili bambaşka bir ilişki biçimi ve iletişim kanalları oluşturuyor. Bu değişimler insanların alışkanlıklarını değiştiriyor. Bu sahalarda var olmak ve faydalı bir şeyler yapabilmek için tüm bu gelişmeleri iyi okuyabilmek ve yeniliklere karşı süratle pozisyon almak gerekiyor. Buna inanın ne güç dayanıyor ne de insanın ve kurumların kapasitesi…

Sorular

Sonuç noktasına yaklaşırken bazen kendi kendime şu soruları soruyorum. Acaba on yıldır yapmaya çalıştığımız bu dijital habercilik çalışması içinde Dünya Bülteni olarak bizim fonksiyonumuz ne kadar? Artıyor mu yoksa azalıyor mı? (Dünya Bizimi daha dışarıda tutuyorum. Onun alanında henüz Dünya Bizim kadar öne çıkmış bir çalışma yok. Birçok çevre ona hak ettiği değeri açıktan vermese, hatta bazen değer vermiyormuş gibi görünseler de ben içten içe takip ettiklerini ve ah biz de bunun gibi veya bundan daha iyisini yapsak diye iç geçirdiklerini görüyorum.)

Sorulara devam edelim;

Bizim Dünya Bülteni ile bir zamanlarda ilklerden olarak yapmaya çalıştığımız işi bugün bizden çok daha imkanlı birileri yapıyorsa bizim bu alanda ısrar etmemiz ne kadar gerekli? Bizim daha farklı ve bu güne kadar denenmemiş veya pek kimsenin çalışmadığı alanlara kaymamız acaba daha mı faydalı olur?

Bu sorular üzerinde ciddi olarak durmaktayız. İzlenme oranlarımız bir çok meslektaşımıza göre imkan/ürün dengesi itibariyle hala gayet iyi. Ama yine de bu temel soruları sorabilmek önemli. Üstüne üstlük bu soruları açıktan sorabilmek de hadi kendi kendimize biraz pay verelim pek de kolay değildir.

Peki niye bu soruları soruyoruz? Çünkü biz bu işi nam olsun diye veya reklam alıp para kazanalım diye yapmadık ve yapmıyoruz. Yaptığımız işi de sadece kendimize ait olarak görmüyoruz. Bu bir camianın işidir diye bakıyoruz. Camia içinde bu yazıyı okuyan herkesin olmasa da bir çoklarının, bu tip soruları bizimle ilgili kendi kendilerine sorduklarını da duyar gibiyiz. Belki bu soruların karşılığında bizim bulamadığımız bazı anlamlı cevapları birileri bulur ve bize de söyler diye bir beklenti içinde olduğumuzu ifade etmek istiyoruz.

Evet son cümle olarak,  Dünya Bülteni ve World Bulletin çalışmalarımıza, inşallah, gücümüzün son noktasına kadar devam edeceğiz .Yapabildiğimiz yenilikleri yapacağız, teknoloji önümüze hangi engeli veya fırsatı koyarsa onunla bir şekilde baş etmeye ve/ veya istifade etmeye gayret edeceğiz. Bu arada da sorduğumuz sorulara bulabildiğimiz cevaplara göre ulaşabildiğimiz yeni ufukların ve çözümlerin de tezahürlerini Allah kısmet ederse hep birlikte izleyeceğiz.

Bu uzun yazıyı bu noktaya kadar sabırla okuduysanız öncelikle teşekkür ediyorum. İlk paragraftan son noktasına kadar değer verip bu hasbihale misafir olan herkese en derin selam ve sevgilerimi sunuyorum

Allaha emanet olun

Dünya Bülteni, 18.01.2018

2017’den hatırımızda kalanlar

Bir takvim yılı daha bitiyor. Her biten yıl, içinde yaşanılan olaylarla birlikte tarih sayfalarında yerini alırken yeni başlayan yıl ile ilgili beklentiler de gündeme geliyor.

Geçtiğimiz yıl içinde nereden bakıldığı ile bağlantılı olarak önem sırasına göre dizilebilecek çok sayıda olay gündeme geldi. Bunların hepsini bir yazı çerçevesinde bir araya getirmek takdir edersiniz ki imkan dışı. Fakat genel bir bakış ile gözümüze çarpan olayları okuyucularımız ile beraberce hatırlamanın yararlı olduğunu düşünmekteyiz

Geçtiğimiz 2017 yılı Ocak ayı kanlı bir olayla başlamıştı. Kuruçeşme’deki bir eğlence mekanına eli silahlı olarak girdiği kameralarda görünen bir kişi 39 kişinin ölümüne sebep olmuştu. Olayla ilgili ana fail olarak resimlerde görünen kişi daha sonra yakalandı. Fakat hadise üzerinde örtülü olarak duran sis perdesi hala tam manasıyla aydınlanmadı. Bu konuda hukuki süreç de tam olarak sona ermediğinden zamanla belki daha doyurucu bilgiler edinebiliriz sanırım.

Şubat ayı içinde bir süre önce oluşturulan Varlık Fonu’nun yapısıyla alakalı haberler dikkatleri çekti. Milli Piyango, şans oyunları ve at yarışlarının devredildiği Varlık Fonu‘na kamunun dev şirketleri de aktarıldı. Başta Ziraat Bankası olmak üzere, Borsa İstanbul gibi kuruluşlar Varlık Fonu’na devredildi. Varlık fonununun nasıl bir şekil alacağı ve hangi alanları kapsayacağı zamanla daha da netleşecek gibi görünüyor

varlık fonu

Mart ayına damgasını vuran en önemli olay Hollanda ile yaşanılan kriz idi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya referandum ile ilgili bir program için gittiği Hollanda’nın Rotterdam şehrinde, Hollanda polisi tarafından diplomatik teamüllere uymayan nezaketsiz bir tavırla karşılandı ve sınırdışı edilmek istendi. Bu olay iki ülke ilişkilerinin önemli ölçüde gerilmesine neden oldu

Mart ayını diğer bir önemli olayı da 7 ay süren Fırat Kalkanı Harekatının sona ermesi oldu. Türkiye son yıllarda görülmediği büyüklükte bir sınır aşırı  askeri harekat yaparak Suriye topraklarında belli bir bölgeyi kontrolu altına aldı.

fırat kalkanı

Nisan ayının başlarında Suriye’de İdlib’e kimyasal bomba atıldı ve burada 100’den fazla insan öldü. Savaşın sivil insanlar üzerindeki acımasız yüzünü göstermesi bakımından çok hüzünlü bir olaydı

16 Nisan’da Türkiye çok önemli bir referandum yaşadı

başkanlık sistemi

Türkiye Cumhuriyeti’nin 30 Ekim 1923’te kurulan ilk hükümetinden bu yana uygulanan ‘Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulu şeklindeki parlamenter sistem, 94 yıl sonra 16 Nisan 2017’de yapılan referandumla ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ olarak adlandırılan başkanlık sistemiyle değiştirildi. AK Parti ve MHP ‘nin uzlaşarak TBMM gündemine getirdiği yeni sistem, kılpayı bir farkla ve yüzde 51,41 oy oranıyla kabul edildi. Bu referandumda ortaya çıkan yüzde 49’luk ‘Hayır’ oyu ise bundan sonraki seçimler ile ilgili üzerinde çokça tartışılabilecek bir oran olarak zihinlerde yer etti.

Mayıs ayının ikinci yarısında Dünya Bülteni’nde uzun yıllar yayın yönetmenliği yapmış olan arkadaşımız Akif Emre’nin vefatı bu yılın hüzünlü bir olayı olarak hepimizi üzdü. Merhum Akif Emre’nin vefatı üzerinden onunla ilgili yazılan yazılar ve yapılan paylaşımlar ülkede insanların Akif’in şahsında kendilerinin duruşlarını yeniden gözden geçirmelerine fırsat verecek bir fikri zemin oluşturdu. Allah Rahmet eylesin.

akif emre

Mayıs ayının diğer hüzünlü bir hadisesi de Kabil’deki İntihar Saldırısı idi. Bu saldırıda da 100 kişi öldü.

Haziran ayının başlarında ve Mübarek Ramazan ayının ilk günlerinde sevgili babam Necdet Erken ahiret alemine göç etti. Bu vesile ile hem babam hem de tüm ölmüşlerimiz için bir Fatiha okumanızı istirham ediyorum

babam

Haziran ayının diğer önemli olayı CHP Genel Başkanının Kılıçdaroğlu’nun, Ankara’dan İstanbul’a yürüyüşü idi. İktidar ve muhalefet çevrelerinde farklı farklı mütalaa edilse de bir siyasi liderin 450 kilometrelik bir yolu yürüyerek katetmesi ve bu yürüyüşün nisbeten sakin bir şekilde geçmesi bizce önemli bir olaydı

Haziran ayı Türkiye’deki gelişmelerin yanı sıra dünyada yaşanan olaylarla da dikkat çekti. Petrol ve doğalgaz zengini Körfez’de son yılların en büyük krizi patlak verdi. Önce Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, sonra Yemen, Maldivler ve Libya’daki Tobruk yönetimi doğalgaz zengini Katar ile tüm diplomatik ilişkilerini askıya aldıklarını duyurdu.

Sadece Suudi Arabistan ile sınırdaş olan Katar adeta karadan abluka altına alınırken gıda gibi temel ihtiyaçların deniz ve havayoluyla temin edilmesi gündeme geldi. Türkiye bu olay karşısında hemen devreye girdi Katar’a olan desteğini hem sözlü hem de fiili olarak ortaya koydu.
Tabii bu olayın arka planında etkili olan büyük güçlerin tavırları da orta doğu da yeni dengelerin oluşmakta olduğunu göstermesi bakımından ilginç idi.

trump ve selman

İlave olarak bu ay içinde Suudi Arabistan’da veliaht prensin değişikliği de Suudi Arabistan’ın hem iç dengeleri, hem de uluslarası ilişkileri açısından üzerinde önemle durulacak bir olay olarak gündeme geldi. İlk bakışta Katar krizi ile birlikte değerlendirilen bu olay esasında daha derinden bir değişikliğin sinyali olarak ortaya çıktı

Ağustos ayının sonlarında İslam alemini derinden sarsan bir olay vuku buldu. Arakan‘daki Müslümanlara yönelik olarak yapılan katliam ciddi boyutlara ulaştı. Dünyanın büyük diye nitelenen güçleri bu olaya adeta seyirci kalırken Türkiye bu hadise karşısında da insiyatif aldı ve ciddi girişimlerde bulundu. Siyasi olarak olayı dünya gündemine taşıdı ve yardım kampanyaları bu bölgede yaşayan insanların yardımına koştu

Yine bu ayda Trabzon Maçka’da PKK’lileri görüp jandarmaya haber veren 15 yaşındaki Eren Bülbül PKK’liler tarafından vuruldu. Gözü dönmüş katillerin gencecik bir yavruyu katletmesi bu yılın ibretle ve nefretle hatırlanması gereken bir olayı olarak tarihte yerini aldı.

Eylül ayında o tarihe kadar üzerinde uzunca bir süredir konuşulan Türkiye ile Rusya arasındaki S-400 Füze Savunma Sistemi anlaşmasında imzalar atıldı. Bir NATO üyesi olan Türkiye’nin yaptığı bu anlaşma Türkiye’nin savunma tercihlerindeki köklü değişikliği göstermesi bakımından önemliydi. Rusya ile bu yakınlaşmanın zaman içinde nasıl bir seyir takip edeceği de üzerinde en çok tartışılan bir konu olarak gündemde yerini korumakta

Yine Eylül ayında Diyanet İşleri Başkanlığı görevi sırasında başarılı bir devre geçiren Prof. DrMehmet Görmez, hakkında oluşan menfi bir hava sonrasında görevinden ayrıldı. Bu ayrılış Türkiye’deki ve dünyanın farklı bölgelerindeki Müslümanları ciddi bir şekilde üzdü. Onun yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’na Prof. Dr. Ali Erbaş Atandı

mehmet görmez

Mehmet Görmez hoca devrinde Diyanet İşleri Başkanlığının yükselen çıtası yeni başkan döneminde nasıl bir seyir izleyecek onu inşallah hep birlikte göreceğiz.

Eylül ayının diğer bir önemli olayı Milli Eğitim Sistemi içerinde liselere geçiş sırasında uygulanan TEOG sınavlarının ani olarak kaldırılmasıydı. Öncesinde ciddi bir hazırlık yapılmadan kaldırıldığı intibaını veren bu sınavlar sonrasında Bakanlık bünyesinde uzun bir hazırlık dönemi geçti ve yeni bir sistem devreye girdi. Yeni sistemin nasıl işleyeceği merakla bekleniyor. Bu değişiklik öğrencileri, velileri ve kitap üreticilerini derinden etkiledi.

Eylül ayında uzun yıllardır İstanbul’da Belediye Başkanlığı yapmış olan Kadir Topbaş istifa etti. Topbaş kelimelerinin arasına kimseyi kırmamaya çalışarak gizlediği kırgınlığını düşük bir tonda ifade ederek görevi bıraktı ve tartışmalara meydan vermeyerek köşesine çekildi.

Bu ayda Kuzey Irak’ta Bağımsızlık Referandumu yapıldı. Öncesi ve sonrası bir hayli tartışmalı geçen bu referandumda Bağımsızlık kararı çıkmasına rağmen gerek Türkiye gerekse hem bölge hem de Dünyanın bir çok ülkesi ciddi bir karşı koyuş gösterdiler. Bu muhalefet sonucunda karar yürülüğe giremedi ve uzun yıllardan sonra Mesut Barzani görevini bıraktı.

Ekim ayında bu sefer İspanya’da Katalonya, referandum sonrasında Bağımsızlığını İlan Etti. Katalonya bağımsızlığı dünya siyasetinde önemli bir yer işgal eden bağımsızlık ve özerklik tartışmalarında ciddi bir yer aldı. Uluslararası sistem bu karara da ciddi bir tepki gösterdi ve karar uygulamaya giremedi. Fakat dünyadaki bu teşebbüslerin bundan sonra da nasıl devam edeceği ile ilgili beklentiler devam etmekte

barzani talabani

Ekim ayının diğer önemli bir olayı da Irak Bölgesel yönetiminin diğer önemli bir aktörü olan Celal Talabani‘nin vefat etmesi oldu. Bu şekilde orta doğuda uzun yıllar siyasi hayatı etkileyen iki önemli lider birer ay ara ile farklı sebeplerle de olsa devreden çıkmış oldu.

Yine Ekim ayında ABD, Türkiye’den gelecek vize başvurularını askıya alma kararı aldı. Bu karara Türkiye ciddi bir tepki gösterdi ve misilleme yaptı. Görüşmeler sonrasında vize kararı tamamen kalkmadı fakat sağlık ve eğitim gibi özel durumlar için kısmi bir yumuşamaya uğradı

Ekim ayının bir diğer önemli başlığı ise Meral Akşener önderliğinde İyi Parti’nin kurulması oldu.”Türkiye İyi Olacak” sloganıyla kurulan partinin kamuoyu anketlerinde belli bir oy oranı görünse de Türk siyasi hayatında ne tür bir karşılığı olacağı üzerinde tartışmalar devam ediyor

Ekim ayında İslam dünyasını derinden sarsan bir saldırı olayı vuku buldu. Somali’nin başkenti Mogadişu’da düzenlenen bombalı saldırıda 300’ün üzerinde kişi vefat etti

Ekim ayında, Türk Ordusu önemli bir hazırlık devresi sonrasında çatışmasızlık bölgesinin güvenliğin sağlamak gayesi ile İdlib’e Girdi. Bu harekatın bir diğer sebebi de Afrin bölgesindeki PKK/PYD/ YPG unsurlarının etkisiz hale getirilmesi ve buradan gelecek tehditlerin kontol altına alınması idi. Bu gelişme sonrasında Afrin bölgesine yapılacak muhtemel bir harekatın da yaklaşmakta olduğu yolundaki beklentiler gün geçtikçe artıyor..

Bu aydaki diğer bir önemli gelişme de Irak Hükümet Güçleri’nin, Kerkük’ü kontrol altına alması idi.. Bölgedeki siyasi ve demografik yapının değişmesi tehlikesine yönelik olarak bu bölgedeki durum hassasiyetini muhafaza ediyor

Ekim ayı bir başka önemli olaya sahne oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ErdoğanSırbistan’a yaptığı ziyaret sonrasında Novi Pazar’a da gitti. Türkiye’den Novi Pazar’a Cumhurbaşkanlığı düzeyinde yapılan bu ilk seyahat Sancaklılar ve Boşnak Müslümanları için büyük bir moral oldu.

sancak ve erdoğan

Yine Ekim ayında, Türkiye siyasi hayatının en önemli simalarından biri olan Deniz Baykal beyin kanaması geçirdi. Deniz Baykal’ın şu an tedavisi Almanya’da sürdürülüyor

Ekim ayının iç poltikadaki diğer önemli olayları arasında Bursa Belediye Başkanı Recep Altepe ve Ankara Belediye Başkanı Başkanlık Melih Gökçek’in görevlerinden istifa etmelerini sayabiliriz.

Kasım ayında, Balıkesir Belediye Başkanlığından istifa etmesi istenen Edip Uğur ise diğer başkanların tavrının dışında hem başkanlıktan hem de partiden istifa ederek kırgınlığını yüksek sesle ifade etti.

Bu ayın diğer üzücü bir olayı da Mısır’da Camiye yapılan saldırı idi: Bu saldırıda da 305 Kişi öldü.

Daha önce Haziran ayında veliaht değişikliği yaşayan Suudi Arabistan’da kral Selman üst yönetiminde çok önemli değişiklikler yaptı.. Mevcut yönetim ile anlaşmazlık yaşadığı ifade edilen bir çok prens, bakan ve silahlı kuvvetler komutanı bu değişiklik çerçevesinden yönetimden uzaklaştırıldı. Suuddaki bu değişiklikler daha önce de ifade edildiği gibi bu ülkenin hem kendi iç yapısı hem de uluslarası arenada aldığı konum ile yakından alakalı olarak değerlendirilmekte.

Kasım ayının diğer önemli olayı ABD’de Reza Zarrab Davasının başlamasıydı. Zarrab’ın sanıklıktan tanıklık durumuna geçmesi ile davanın seyri de değişti ve sanık sandalyesinde sadece Halk Bankası Genel Başkan yardımcısı Mehmet Hakan Atilla kaldı. Dava, Zarrab’ın güvenilmez tavırları, davanın savcısı ve hakimi üzerinde kamuoyuna yansıyan FETÖ bağlantıları dolayısıyla Türkiye’ye yönelik suçlamaların etkisini yitirdiği bir düzleme kaydı.

Bu arada savcını davanın içine devrin bakanlarını da dahil ederek olayı Türkiye’nin üst yönetimini asılsız suçlamalarla itham etmeye yönelik zorlamaları da dikkatleri çekti. İlk başlangıcında önemli bir sansasyon uyandırmaya çalışan ve zamanla tutarsız hareketlerle inandırıcılığını yitiren bu mahkeme bakalım ilerleyen günlerde nasıl bir seyir gösterecek

Kasım ayında savaş suçlusu Hırvat General duruşmada zehir içerek intihar etti. Bu olay da ciddi bir ilgi uyandırdı. Balkanlarda ihtilaflı dönemlerde sivil halka ve bilhassa Müslümanlara karşı gaddarca davranan insanların farklı sebeplerle de olsa bir bir devreden çıkması İlahi Adaletin tecellisi olarak zihinlerde yer etti.

Bu ayda uzun zamandır gündemde olan yerli otomobilin Türk markası ile tamamen milli bir yapıda üretilebilmesi için önemli bir adım arıldı. 5 ortaklı oluşumun, 2018 başında şirketi kurup prototipleri 2019’da, ilk otomobili 2021’de üreteceği yönünde hedefler açıklandı.

ABD’de dava devam ederken Aralık ayı başlarında Reza Zarrab ve 22 Yakınının Mal Varlıklarına el konuldu.

iit

Yılın bu son ayında Trump, seçim döneminde vaadettiği üzere ABD İsrail büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’ e taşıyacağını ilan etti. Bu olay üzerine hem İslam Dünyası hem farklı mezheplerdeki Hristiyan dünyadan büyük tepkiler geldi. Bu karara karşı Türkiye’nin dönem başkanlığında İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul’da olağanüstü toplantı yaptı. Toplantı sonrasında Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak ilan etti. Yine bu gelişmeler üzerine toplanan BM Genel Kurulu ABD’nin bu teşebbüsünü kabul etmediğini karar haline getirdi. Tabii Genel kurul kararı bir yaptırım getirmese de bundan sonra olayların gelişmesinde atıf yapılacak önemli bir gelişme olarak uluslararası sistemde yerini aldı.

11 Aralık günü iş dünyası için önemli bir vefat haberi daha geldi. İTO Başkanı değerli arkadaşımız İbrahim Çağlar ani bir kalp krizi neticesi vefat etti. İbrahim Çağlar’a da Allah’dan Rahmet diliyoruz.

ibrahim çağlar

Bu ayın son günlerinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Sudan’dan başlayarak gerçekleştirmekte olduğu Afrika gezisi de büyük bir ilgi uyandırdı. Sudan parlementosunda Allah-u Ekber nidalarıyla karşılanan Cumhurbaşkanı’na karşı yapılan bu  merasim, onun İslam ümmeti nezdinde ne derecede hüsn-ü kabul gördüğünün önemli bir göstergesi olarak değerlendirildi.

erdoğan sudan

Sonuç olarak

Binlerce olay arasından seçilerek özetle sıralanan bu olaylarla beraber bir yıl daha sona eriyor. 2017 yılı içinde İslam Dünyası yine çok sayıda insanın savaş, bombalama, intihar saldırılarıyla beraber vefat ettiği bir yıl oldu. İslam Dünyasında çok farklı kutuplaşmalar ortaya çıktı. Şii Sünni ayrımı yine geçtiğimiz yıl da özellikle İslam dışı güçler tarafından çok fazla kaşınan bir ihtilaf konusu oldu. Tabii Müslümanlar da iç sorunlarını gereğinden fazla abartarak adeta kendi ayaklarına kurşun sıkmayı sürdürdüler. Bu çerçevede özellikle Suriye, Irak ve Yemen’deki mücadelelerde sunni-şii ihtilafının somut tezahürlerini beraberce görüp üzüldük.

ABD’nin yeni başkanı Trump, seçim sırasında gösterdiği kontrolsüz tavrını seçim sonrasındaki fiili davranışlarıyla adete pekiştirdi. Ayrıca ABD’nin kendi iç yapısı içerisindeki mücadelelerinin de, bu olaylarda hadiseleri tırmandırıcı yönü dikkatli gözlerden kaçmadı.

İsrail her zamanki gibi İslam dünyasınının içinde tehlikeli bir ur gibi karıştırıcı ve düşmanca tavırlarını sürdürmeye devam etti. Hem İsrail içinde hem de başta Filistin bölgesi ve orta doğu merkez olma üzere dünyanın farklı yönlerinde özellikle Müslümanlara yönelik düşmanca tavırlarını her durumda ortaya koymaktan çekinmedi. Üstelik bu tavrılarında da ABD’yi daima en büyük destekçi olarak yanında gördü.

abd israil

Türkiye 2017 yılında her alanda çok farklı kuşatmalarla karşı karşıya kaldı. Bu kuşatma girişimlerine karşı her daim onurlu bir duruş göstermeye gayret eden Türkiye, bu tavrılarının karşılığını özellikle mazlum coğrafyalarda bir ümit olarak ortaya çıkmasıyla almış oldu. Son İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısı ve BM Genel Kurulu oylamaları, bu çerçevede önemli göstergeler olarak dikkatleri çekti.

Türkiye’nin FETÖ konusundaki mücadelesi de geçtiğimiz yıl içinde kesintisiz olarak devam etti. Bu çerçevede uzayan davalar, gözaltına alınan, vazifeden el çektirilen ve mahkum edilen geniş kitleler içinde oluşan bazı mağduriyetler hükümeti ciddi oranda zorluklarla karşı karşıya bıraktı. Mağduriyetleri giderebilmek için kurulan komisyonun henüz istenen bir verimde çalışmaya başlayamaması ve mağduriyetlerin iç ve dış muhalif çevrelerce sürekli gündemde tututlması bu sahadaki önemli bir sıkıntı olarak 2018’e devroldu.

Tabii bu arada Olağanüstü hal şartlarında çıkarılan KHK’ların hızlı hareket mecburiyeti gerekçesiyle bazen gerekli hassasiyet gösterilmeden gündeme gelmesi neticesinde ortaya çıkan hatalar da idareye yönelik memnuniyetsizliklerin artmasına sebep oldu. İnşallah ilerleyen zaman içinde acele davranma ve konuların gerektirdiği hukuki hassasiyeti sağlama dengesi hızlıca yerli yerine oturtulur ve yapılan kısmi hatalar telafi edilirse vatandaş nezdinde ortaya çıkan sıkıntılar da hafifletilir diye umuyoruz.

2018 Yılının hayır ve bereket getirmesini diliyoruz.

Dünya Bülteni, 27.12.2017

Kudüs krizi aslında daha büyük bir davanın parçası

Kudüs üç büyük din için de kutsal olarak kabul edilen bir kent. Fakat Müslümanlar için çok daha ayrı bir öneme sahip. İlk kıblemiz olan ve Miraç mucizesinin gerçekleşmesi sırasında İsra suresinde anlatılan Peygamber Efendimiz’in (a.s) Mescid-i Haram’dan ilk durak olarak gittiği mekan diye zikredilen Mescid-i Aksa’yı içinde barındıran çok önemli bir şehir.

Kudüs yüzyıllar boyu Müslümanların hakimiyetinde kalmış olan bir belde. Lakin bundan yüzyıl kadar önce İngilizlerin eline geçmiş ve o zamandan beri de bir türlü üzerinde eskisi gibi hakimiyet kuramadığımız bir yer.

Daha sonra Siyonistlerin gayretleri ile yoğun Yahudi göçüne uğramış ve bu gün İsrail Devleti’nin kontrolünde olan bir bölge

Son yüzyılda Kudüs her dönemde içimizi kanatan hadiselere sahne oluyor.

İsrailliler yıllardır burayı kendi devletlerinin başkenti olarak ilan ediyor. Müslümanlar olarak itiraz ediyoruz. Batılı ülkelerin bir bölümü de bu oldu bittiye razı olmadıklarını ifade ediyorlar. Birleşmiş Milletler bir kaç defa Kudüs’ün İsrail’in başkenti olamayacağını beyan eden kararlar alıyor.

Tüm bunlara rağmen son günlerde ABD Başkanı Trump seçimler sırasında vadettiği üzere ABD’nin de Kudüs’ü İsrail’in başşehri olarak kabul ettiğini belirten bir karar aldı ve bunu uygulamaya çalışıyor.

Yine itiraz ediyoruz. İçimiz tekrar acıyor. Beyanatlar veriyoruz, sosyal medyada tag’lar oluşturuyoruz, toplantılar yapıyoruz, Müslümanların çeşitli organizasyonları olarak deklarasyonlar yayınlıyoruz.

Tüm bunlar bir şeyi açıkça gösteriyor ki güçlü isek ve bu gücümüzü ustalıklı bir şekilde kullanabilirsek Kudüs’ün bizimle olan irtibatını sağlam bir şekilde sürdürebiliriz. Değil ise bu hal bizleri üzmeye devam edecektir.

İnşallah bu son krizde de muvaffak oluruz ve tam manasıyla kontrol edemesek bile yine de bu kutsal şehir ile anlamlı birlikteliğimizi muhafaza edebiliriz. Belki bir gün yine Kudüs sokaklarında o eski dönemlerde olduğu gibi rahatça dolaşabilir, ibadetlerimizi yapabilir ve bu şehri kutsal olarak bilen diğer kavimlerin de serbestçe ibadetlerini yapabilmelerine imkan veririz.

eyyübi

Allenby

Selahattin Eyyübi’nin 1187 yılında Hıttin savaşında Haçlı kuvvetleri mağlup edip Kudüs’te hakimiyet kurmasını temsili olarak anlatan tablodaki manzara ile, 1917‘de İngiliz General Allanby’ın Yafa kapısından şehre girişini belgeleyen resim bu önemli şehirdeki git gelleri gösteren iki ibretlik sahne. Allah Müslümanlara tekrar Kudüs’de hakimiyet kuracakları günleri nasip etsin.

Zarrab davası aslında daha büyük başka bir davanın küçük bir parçası

ABD’deki Zarrab davası yine son günlerde gündemimizi meşgul eden önemli bir olay. Güya Zarrab’ın ABD’nin İran’a bir zamanlar uyguladığı ambargoyu delmesinin sorgulanması diye başlayan fakat daha sonra gerçek hüviyetinin açığa çıktığı bu dava, Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir şekilde kuşatılması ve itibarının dünya nezdinde zedelenmeye çalışılmasına yönelik bir hale dönüştü. Zarrab’ın dava sırasındaki sözleriyle de belgelendiği üzere çok rahat yalan söylediği ve olayın bütününün kurmaca olduğu açığa çıktığı bu sürecin sonunda ne tür bir karar çıkarsa çıksın etkisinin başlangıçta tahmin edildiği gibi çok da fazla olmayacağı anlaşılıyor. Fakat dikkatle farkedildiği gibi Zarrab davası ile Trump’ın ve İsrail’in Kudüs’ü başkent olarak ilan etmeye çalışmaları arasında ciddi bir bağ mevcut.

Aynı bağı Türkiye’nin güney sınırlarının taşeron ve ayrılıkçı sözde Kürt gruplarca çevrelenmeye ve Ortadoğu ile bağlantısının kesilmeye çalışılması ile de kurmak gerekiyor. Keza Ortadoğu’ya denge getirmek için buraya onlarca askeri üs kuran ve tonlarca silah yığan başta ABD ve Rusya olmak üzere diğer batılı güçlerin varlığını da aynı başlık altında değerlendirmek icap ediyor.

DAEŞ adlı nevzuhur örgütün son 5 yılda bu bölgede uyguladığı strateji, Irak Özerk Kürt Yönetimi’nin referandum hamleleri, PKK/PYD/YPG güçlerinin hem dahildeki hem de hariçteki faaliyetlerini de adeta bu puzzle’n parçaları gibi yerli yerine oturtmak gerekiyor.

İlave olarak sözde bir hizmet hareketi gibi ortaya çıkan ve daha sonra hem yurt içinde hem de yurt dışında adeta bir terör ve düşmanca davranışlarda bulunan bir istihbarat örgütü gibi çalışan FETÖ yapılanması da bu denklem içinde çok önemli bir rol oynuyor. Darbe yapmaya çalışıyor, dışarda ve içerde şer güçlere belge taşıyor, düşmanca algı oluşturuyor, insanların güven duygularını zedeliyor ve Türkiye’nin yetişmiş insan gücünün önemli sayıdaki bir bölümünün telef olmasına sebep oluyor.

Türkiye’nin kendi tarihsel kimliğini yeniden farketmeye başlaması ve bir bölge devletinin ötesinde küresel anlamda var olan potansiyelini tekrardan harekete geçirmeye yönelik hamleler yapması ile paralel olarak harekete geçen tüm bu unsurlar, tek tek bakıldığında bağımsız gibi görünen ama dikkatlice incelendiğinde ise organize imiş intibaını kuvvetlendiren bir mahiyet arzediyor.

İlave olarak bu şer unsurları destekleyen ekonomik kararlar ve uygulamalar, içerde ve dışarda bilerek veya bilmeyerek bu değirmene su taşıyan yardımcı öğeleri de resmi daha iyi anlayabilmek için gözden uzak tutmamak gerekiyor.

Hak ile batıl mücadelesi hiç bitmeyecek

Hakkın hakim olması için uğraşıyorsanız ve yeryüzünde Allah’ın adının daima yücelmesi için gayret sarfediyorsanız karşınızda daima şeytanın işbirlikçileri olacaktır. Bu Hz. Adem’den itibaren var olan ve kıyamete kadar devam edecek bir mücadeledir. Bu aynı zamanda dünya hayatının imtihan olmasının da bir gereğidir.

Yeter ki Hak davanın savunucusu olduğunu iddia edenler hakikaten istikamet üzere olsunlar. Hak davalarının içine onu bozucu başka dünyevi hastalıkları bulaştırmasınlar. Samimiyetlerini kaybetmesinler. Hak davada beraber olduklarını söyleyip de şeytanın taşeronları ile işbirliği yapanları ve Hak davayı kendi kişisel hesaplarına alet edenleri aralarında barındırmasınlar.

Ancak o zaman Hak davanın müntesipleri Allah’ın yardımını yanlarında bulabilirler.

Böyle davranamazlarsa şikayet etmeye ve gereksiz bir şekilde sızlanmaya hakları yoktur.

Allah hem bireysel hem de toplumsal olarak istikamet üzere daim olmamızı ve bu çizgide sebat etmemizi nasip etsin.

Dünya Bülteni, 07.12.2017