28 Şubat Zorbalığına Elif Yuva’dan Bir Örnek

28 Şubat süreci, yaşı müsait olanların bizzat yaşadıkları, fakat 21 yıl önce vuku bulduğu için, Türkiye nüfusunun büyük bölümü için ise, sadece tarihi süreçte sürekli atıf yapılan bir olay olarak duydukları, sıkıntılarla dolu bir devre. Bu yazıda, Elif Yuva’dan dolayı 28 Şubat sürecinde yaşanılan bir kaç hadise nakledliyor.

28 Şubat süreci, yaşı müsait olanların bizzat yaşadıkları, fakat 21 yıl önce vuku bulduğu için, Türkiye nüfusunun büyük bölümü için ise, sadece tarihi süreçte sürekli atıf yapılan bir olay olarak duydukları, sıkıntılarla dolu bir devre. O tarihlerde Refah Partisi lideri merhum Necmettin Erbakan Başbakan ve Doğruyol Partisi lideri Tansu Çiller Dışişleri Bakanı idi. Yine merhum Süleyman Demirel de Cumhurbaşkanı. 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu toplanmış ve 8 saat süren bu toplantı sonrasında açıklanan kararlarla, irticaya karşı olduğu iddia edilen, ordu ve bürokrasi merkezli baskıların yoğunlaştığı bir döneme girilmişti. Türkiye siyasi tarihine geçen ve adeta bir dönüm noktası olan bu kararların uygulanması sırasında Türkiye’de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda önemli değişimler yaşanmıştı.

28 Şubat olarak kısaca ifade ettiğimiz bu dönemde, birçok alanda olduğu gibi özellikle eğitim sahasında da Müslümanlara yönelik ciddi bir baskı uygulanmaya başlamıştı. Bu yazıda bizim de o dönemde başımızdan geçen bir kaç olayı örnek olarak nakletmeyi arzu ediyorum.

Rahatsız edici bir baskın

O tarihlerde, 1987’den beri bir grup arkadaşımızla birlikte kurup işlettiğimiz okul öncesi eğitim hizmeti veren Elif Yuvamız Bakırköy-İncirli’de faaliyet göstermekteydi. E5’in hemen yanı başında, bugün de farklı kişilerin elinde yine çocuk yuvası olarak hizmet veren bir yerde. Özellikle 28 Şubat’ı takip eden süreçte kurumun bağlı olduğu İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü memurlarının bize karşı tavırlarının daha da tatsız bir hale dönüştüğünü hissediyorduk. Evrakları teslim ederken, bir şeyler sormak durumunda kaldığımızda bu hal daha fazla açığa çıkıyordu

.

Bu tarihlerde bir gün, il sosyal hizmetlerin teftiş memurları normal prosedürün dışında sanki bir baskın havasında yuvaya gelmişlerdi. Beş katlı binanın her bir tarafını; sınıfları, oyun odalarını, idari kısımları, özetle kenar köşe diye tarif edebileceğimiz yerler dahil tüm mekanı rahatsız edici bir tarzda aramışlar, buldukları yayınlardan ve o zaman moda olan bant tiyatrosu kasetlerinden örnekler alıp gitmişlerdi.

Biz o sırada binada bulunmadığımızdan, olayları bize anlatan öğretmenlerimizin ve müdire hanımımızın çok korktuklarını farketmiştik. Yaşanan duygu, korku, endişe ve bir tür panikti.

Neler oluyordu? Bu davranışın sebebi neydi?

Bizi ürkütmeye çalıştıkları belliydi

Öğrenciler cephesinden bakıldığında ise dehşeti şöyle ifade edebilirim. Bizim henüz 5 yaşında olan üç numaralı oğlumuz, o yıl yuvaya gidiyordu ve akşam eve geldiğinde hararetli bir şekilde bu olayı bizlere anlatmıştı: “Bir kaç kişi böyle sinirli sinirli geldiler, sınıflarımıza girdiler, sert sert konuşuyorlardı. Öğretmenlerimiz ve bizler çok korktuk. Baba, anne, kimdi o kişiler? Niye okula baskın yaptılar?” Bu olayı anlatırken çocuğun gözleri hayretle açılıyor, sanki o anı bir daha yaşıyordu.

Çuvallara doldurulup götürülen malzemelerimizin içinde boyama kitapları, çocuklar için hafif dozajlı da olsa bir dini eğitim verebilme gayesiyle almış olduğumuz kitaplar, kasetler vardı. Arzu eden velilerin çocuklarına da Elifba öğretiyorduk. Tabii suç unsuru olarak onlar da alınmıştı. Gerçi bir kaç ay sonra malzemelerimizi geri aldık ama yuvamıza 3 gün kapatma cezası vermişlerdi. Mutad teftişte eksikler tespit edildiğinden bu kapatmanın verildiği ifade edilmişti. Ama olay hiç de normal değildi. Daha evvel de ufak tefek eksiklik olunca ikaz edilir, bizler de onları düzeltirdik. Bu baskın ve kapatma kararı ile tamamiyle bizi ürkütmeye çalıştıkları belliydi.

“Bizim var olma hakkımızı engelleyemezler”

Bu baskın üzerine o zamanın İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdüründen randevu aldık ve gittik. Ben kendisine şunu sormuştum: “Küçücük çocukların eğitim gördüğü, hatta kendi çocuğumun da içinde yer aldığı bu kuruma bu tarz baskın şeklinde gelmek size yakışıyor mu? Bizi 10 yıldır tanıyorsunuz ve biliyorsunuz. Her ay en ince ayrıntısına kadar rapor veriyoruz, arada gelip kontrol ediyorsunuz, bizim zihniyetimizi de biliyorsunuz. Saklamıyoruz ama kurallara da uymaya çalışıyoruz, bu şiddet niye?

Cevabı ilginçti: “Ben sizinle aynı görüşlere sahip değilim fakat sizin varlığınıza saygı duyuyorum. Yalnız bizim belli aralıklarla katıldığımız il güvenlik toplantılarında askeri kanat temsilcileri sizinkine benzer kurumlara müsamaha gösterilmemesini ısrarla vurguluyor. Biz yine de ayarlı davranmaya çalışıyoruz ama elimizden bu kadar geliyor. Kendinize dikkat edin, bir eksiğinizi gördüğüm an icabına bakmak zorundayım.”

Kendisine, “o askere lütfen bizim bu konuşmamızı nakleder misiniz; resmen ayıp ediyorlar. Bizim var olma hakkımızı engelleyemezler, biz bu ülkenin asli unsuruyuz. Siz söyleyemezsiniz beni lütfen çağırın toplantıya, ben kendim ifade edeyim” demiştim.

Müdür, “yahu kardeşim git işine, hem benim hem de kendinin başını derde sokma” der gibi başını sallamıştı.

Bunu söylediğimde 21 yıl evveldi ve ben 35 yaşındaydım. Gençlik başka bir şeymiş.

Serbest teşebbüse müdahale

Daha sonra, o zaman İstanbul Ticaret Odası (İTO) başkanı olan Mehmet Yıldırım Bey’e gittim. O tarihlerde ben de taze bir İTO Meclisi üyesiydim.

Özetle şöyle demiştim: “Mehmet Bey, İTO’da matbaa ve yayıncıları temsil ediyorum ama ben aynı zamanda çocuk yuvası da işletiyorum ve burası özel bir işletme, İTO’nun da üyesi.

Burayı sanki anarşistlerin mekânını basar gibi basıyorlar, yatakların altlarına kadar karıştırıyorlar ve adeta terör estiriyorlar. Bunu yapan, il sosyal hizmetlerinin kontrol memurları. Bu serbest teşebbüse müdahaledir. Lütfen bu konuda bir demeç verin. Bu hareketin yanlış olduğunu ifade edin.”

Mehmet Bey beni dinlemiş, hak verdiğini belirtmiş ve hissettiğim kadarıyla da üzülmüştü: “Erhan, seni anlıyorum. Fakat ben hükümettekilerle temastayım; kardeşim, onlar bile sesini çıkaramıyor, lütfen benden böyle bir konuda bir hareket bekleme.

Mehmet Bey’den de bu konuda ümit yoktu. Gerçi demeç vereydi ne değişirdi ama en azından belki bir küçük moral olurdu.

Sakalı kaptırmadık

Bu hadisenin dışında, ilerleyen günlerde, tesettürlü öğretmelerimizin başları açık resimleri istenmeye başlanmıştı. Belli zamanlarda Sosyal Hizmetler’e verdiğimiz bildirimlerde o tarihlerden sonra bu öğretmenlerimizin resimlerine özellikle dikkat ediyorlardı. Sadece yemek ve temizlik personelinin başını örtmeye hakkı vardı bu kişilere göre.

Zaman geçtikçe işin dozajı arttı ve bir ruhsat yenileme zamanında benim kurucu olarak ruhsata koyacağım sakallı resmim sorun oldu.

Yenilenecek ruhsatın son onay yeri olan Valilik makamı, benim sakallı resmimi kabul etmiyor ve belgeye imza atmıyordu. Vali bey, “traşlı resim göndersin yoksa onaylamam” diye haber gönderiyordu. Ortadaki memurlara şöyle demiştim: “Arkadaşlar, ben sivil bir kişiyim, devlet memuru değilim. Burası da özel bir eğitim kurumu. Tamam, siz ruhsat veren ve mevzuata göre bizi denetleyen makamsınız fakat benim kılık-kıyafetimi, sakalımı-bıyığımı hangi maddeye dayanarak sorguluyorsunuz ve hangi hakla bana ‘sakalsız resim vereceksin’ diyorsunuz?

Bu şekilde yaklaşık 2 yıl geçti. Ben sakalı kesmedim. Resmin üzerinde oynayalım diyenlere de aldırmadım. “Sakalsız resim vermiyorum kardeşim, gelsinler kapatsınlar bakalım” diye işi gerdirmiştim. Bugünden geriye baktığımda ve başka örnekleri de gördüğümde çok riskli bir iş yapmışız, onu da farkediyorum.

Mevzuatta yeri olmadığından mı, yoksa sıra başka yerlerden bize gelmediğinden mi bilinmez ama bu konuyu bir daha ‘kapatma sebebi’ yapmadılar veya yapamadılar. İkinci yılın sonunda hatırladığım kadarıyla vali değişti, şartlar biraz yumuşadı ve bizim ruhsat benim sakallı resimle birlikte onaylandı. Elhamdülillah bu olayda sakalı kaptırmamış olduk.

28 Şubat sürecinde Türkiye’de irili ufaklı, sonucu hafif veya ağır bu tarz çok sayıda hadise vuku buldu. Bu olaylar Türkiye tarihinde acı bir dönem olarak kayıtlara geçti.

Bu hukuksuzlukları yapanlar dünyada da ahirette de inşallah hesap verecekler. Geride kalanlara da bu olaylardan ibret almaya çalışmak kalıyor.

Allah bir daha bu tip günler göstermesin. Amin

Dünya Bizim, 28.02.2018

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir