SU TAŞIYAN KARINCA

Bir dönem Televizyonlarda yayınlanan Deliyürek dizisinin “Kuşçu” isimli kahramanı, kendine has üslubu ile anlatıyor:

Bir gün Nemrut, Hz İbrahim’i ateşe atmaya karar vermiş ve büyük bir ateşin hazırlanmasını emretmiş. Ateş hazırlanmış… İçine atılacak her şeyi, anında yutacak bir dereceye gelmiş. Birazdan, yüce peygamber onun içine atılacak.

O sırada bir karınca ortaya çıkıyor. Sırtında bir damla su ile ateşe doğru, yavaş, fakat emin adımlarla ilerliyor. Civardaki birisi karıncayı yolundan çeviriyor.

Nereye gittiğini soruyor.

Karınca, ateşi söndürmek için su taşıdığını söylüyor.

Soruyu soran gülüyor. Belli ki karıncanın eylemini hafife alıyor ve onunla alay ediyor.

Kendisine gülen kişiye karıncanın cevabı çok hikmetli:

‘Ben, sırtımdaki şu bir damla suyun o kızgın ateşi söndüremeyeceğini elbette biliyorum. Fakat maksadım safımı belli etmek. Zalim Nemrud’un yanında değil de, Hz. İbrahim’in yanında olduğumu ilan etmek’.

Bu hikâye, dizide başka bir ders için anlatılmıştı. Fakat hayatın birçok yönüne uygulanabilirliği açısından bana çok manidar gelmişti.

 

İnsanoğlu, yaşadığı kısacık ömrü içinde, hemen her önemli kararında doğru bir tarafta yer alıp alamamak, yaratılışının gayesine uygun tarzda bir duruş sergileyip sergiliyememek tercihleri arasında kalmaktadır.

 

Önemli olan, bu tercih anlarında doğru bir yerde durmak, tercih edilen değerlerin orta ve uzun vadede hem tercihi yapanın, hem de geniş manasıyla tüm insanlığın iki cihanda mutluluğa ulaşmasını sağlayacak neticelere sebep olup olmayacağını iyice analiz edebilmektir…

 

Önemli olan, hem niyetlerin hem de eylemlerin güzel olmasıdır…

 

Önemli olan, Hak ve Hakk’ı karşısına alan “güç tercihleri” karşısında, bazen ilk bakışta zayıf gibi görünse de Hakk’ın ve Haklının yanında yer alabilmek…

 

Önemli olan, bizi Yaratan Yüce Allah’ın rızasının, tercihlerimiz arasında hangisinden yana olduğunu bulmaya çalışmaktır.

 

Ne mutlu Hakk’ı ve “doğru”yu arayanlara… “Doğru”nun yanında safını belli edenlere…

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülteni

 

SAVAŞ VE ÇOCUK

ABD ve İngiliz askerlerinin büyük çoğunluğu oluşturduğu koalisyon (!) güçlerinin Irak’a karşı giriştikleri büyük operasyon, dünyamızda savaş konusunu, gündemin ilk maddesi haline getirdi. Gerçi, 11 Eylül saldırıları sonrası Afganistan’ın işgal edilmesi ve Taliban rejimine son verilmesi sırasında da savaş, dünya gündeminde önemli bir oranda yer almıştı.

 

Irak’ın Türkiye’nin hemen güney komşusu olması, o coğrafya ile daha yakın tarihi ve kültürel ilişkilerimizin olması, bölgenin dünya dengeleri içindeki önemli yeri, ayrıca ülkemizin de savaşa girip girmeme seçenekleri ile yoğun bir şekilde karşı karşıya kalması, “son operasyonun”un gündemimizde daha fazla yer almasına yol açtı.

 

200 binin üzerinde asker, Ortadoğu’nun etrafındaki denizlerde onlarca uçak gemisiyle birlikte bölgeyi kuşatma altına aldı.  Türkiye’deki askerî üslerde yoğun hareketlenmeler yaşandı. Sınırlarımız içinde kilometrelerce uzunlukta yabancı askerî malzeme konvoylarına şahitlik edildi. Ve ardından Irak’a ve Irak halkına karşı, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş, tek taraflı bir savaş, daha doğrusu bir saldırı başlatıldı. Sonuç malum…

 

İletişimin inanılmaz ölçüde gelişmesi ile ilk olarak 1990’lı yılların başında yaşadığımız Birinci Irak krizindeki naklen savaş yayınlarını, bu defa da hüzünle izledik. Evvelki savaşın sembolü, körfezde petrole bulanmış bir karabatak iken, bu savaşın sembolü, başı sargılar içinde ağlayan küçük bir yavru ile babasının kucağında bombalarla parçalanmış bir çocuk cesedi idi.

 

Amerika ve İngiltere, Ortadoğu’da önce İran’a karşı destekleyip büyüttükleri Irak’ın, hem zengin yeraltı kaynaklarına sahip oluşu, hem de İsrail’in bölge hâkimiyetine engel olabilme potansiyelinden dolayı zayıflatılmasına ve tam olarak kontrol edilmesine karar verdiler ve bu “proje”lerini uygulamaya başladılar.

 

İşgal kuvvetlerinin, dünya dengeleri içinde gittikçe güçlenen ülkelerin artan taleplerine karşı, gerek sahip olduğu enerji kaynakları, gerekse de jeopolitik konumu açısından çok önemli olan bu bölgeyi direkt olarak kontrolde tutma isteği de,  bu tip bir politika için zemin teşkil etti.

 

Irak’a karşı uzun yıllar devam eden ambargodan ve akabinde silahsızlandırma çalışmalarından sonra, yoğun bir bombardıman başladı. Ve Irak, umulandan çok daha kısa bir sürede teslim oldu. Askerî açıdan, medyada çokça zikredilen kitle imha silahları, füzeler, tanklar, devrim muhafızları, Bağdat’ın etrafında kazıldığı ifade edilen kuyuların hiçbiri, büyütüldüğü gibi bir fonksiyon görmedi.

 

Tıpkı Afganistan’ın işgalinde bir numaralı savaş sebebi olarak gösterilen Usame Bin Ladin’in ortadan kaybolması gibi, Saddam ve yakın çevresi de ne hikmetse sırra kadem bastı.

 

Üzerinde, İslâm Tarihi’nin çok önemli olaylarının cereyan ettiği topraklar, bölgeye demokrasi getirdiğine inanan Amerika ve İngiliz askerlerinin çizmeleri altında ezildi. Tonlarca bomba atıldı, bölge halkının birlik ve beraberliğinin sembolü olan tarihî, kültürel ve dinî açıdan önemli mekânlar yerle bir oldu, baha biçilmez tarihî eserler yağmalandı. Binlerce masum insan öldürüldü, bir o kadarı da yaralandı ve sakat kaldı.

 

Savaş, insanların ruh dünyalarında onulmaz yaralar meydana getiriyor. Küçük yaşta savaşa maruz kalan çocuklar ise savaşın etkilerini hayatlarının geri kalan bölümlerinde de yaşamak durumunda kalıyor.  Yazımızın bu bölümünde savaşın çocukların halet-i ruhiyesi üzerindeki tesirlere temas edeceğim.

Irak saldırısında yüz binlerce çocuğun okulları ve evleri yıkıldı. Anaları, babaları, akrabaları öldü veya sakat kaldı. Çocuklar savaşta bedenen olduğu kadar, fizîken ve rûhen de yaralandı. Öz yurtları işgale uğradı, bir kısım yakınları direnemeyip, düne kadar düşman dedikleri insanlara, canlarını kurtarmak için boyun büktü. Minicik yavrular, tüm bu olumsuz manzaralara şahit oldular veya bizzat yaşadılar.

 

Yıllardır zulmüne tanık oldukları, belki de kısmen kanıksadıkları diktatörleri Saddam’ın, ciddi bir direniş göstermeden ortadan kaybolması, onların da çok tuhafına gitti. Kendi insanlarına dünyayı zindan eden, topraklarını ve servetlerini gasp eden, potansiyel tehlike olarak gördüklerine zehirli gaz bile atmaktan çekinmeyen Saddam’ın, eski dostları tarafından gözden çıkarılması sürecinde en büyük darbeyi, kendilerinin (yani Iraklıların ve onların yavrularının) yiyeceğini belki bu ölçüde hissetmediler.

 

Bir ülkenin topraklarının düşman güçleri tarafından işgal edilmesi ve bu ülkenin insanlarının fizîken ve rûhen teslim olmaları, bu olayın cereyan ettiği coğrafyada da derin izler bırakmaktadır. Direniş ruhunun kaybolması, yaşanılan toprakların can pahasına savunulamaması, istilacı güçlerle işbirliği içine girilmesi, o ülkenin gelecek nesillerini de menfî olarak etkileyerek, kimlik yabancılaşmasına sebep olan davranış tarzlarıdır.

 

Milletimizin tarihinde de bazı yenilgiler olsa da, bu tip davranış şekillerinin bulunmaması bizler ve bizden sonraki nesiller için önemli övünç kaynakları arasındadır.

 

Bir ülkenin fertlerinin yabancıların istilasına karşı toplu veya bireysel olarak karşı çıkışları onaylanacak ve örnek gösterilecek davranışlardır.

 

Asrın başında ülkemizde vuku bulan Millî Mücadele, gelecek nesiller için olduğu kadar, mazlum üçüncü dünya ülkelerinin emperyalizmden kurtuluş mücadelelerine de örnek olmuştur.

 

Filistin’de, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Bosna’da, Kosova’da ve dünyanın birçok bölgesinde görülen bu tip karşı koyuşlar ve direnişler, istilacıların ifade etmeye çalıştıkları gibi, terörist hareketler değil; aksine vatan müdafaası olarak değerlendirilecek vakıalardır.

 

Sınırlarının çok ötesindeki topraklara hücum ederek, oralardaki hammadde kaynaklarını kendi çıkarları için kontrol etmeye çalışan, o topraklarda tarihî kökleri olmadan sınırlarını genişletmeye çalışan, dostlarının önünü açmak için düzenlemeler yapan, kendi dünya görüşlerinin dışındaki görüşlere hayat hakkı tanımamak gayesiyle, onaylamadıkları tüm düşünceleri düşman telakkî ilan eden ülkeler, uzun dönemde başarılı olamayacaktır.

 

Irak’ta zulme uğrayan, haksız bir savaş için öldürülen, evlerini, anne, baba ve akrabalarını kaybeden, okulları bombalanan yavrular, tıpkı dünyanın diğer bölgelerindeki zulme uğrayan çocuklar gibi, zalimleri, istilacıları ve onların yerli işbirlikçilerini hiçbir zaman affetmeyeceklerdir.

 

Diğer önemli bir nokta da şudur: Zulme uğrayan nesiller, uğradıkları bu zulümlerin intikamını almak için aynı tarzda davranmamalıdır. Bu tarz davranış içinde olanların, zalimlerin seviyelerine düşecekleri tarihî bir gerçektir. Haksız ve hukuksuz savaşların hiçbir meşru sebebi olamaz.

 

Barış gibi, mücadele de hayatın bir gerçeğidir. Aslolan, insanların, birbirlerinin hak ve hukukuna saygı göstererek ve birbirlerine doğruyu tavsiye ederek, barış içinde bir arada yaşayabilmeleridir. Fakat bu temel kaideye uyulmaması durumunda da insanların ve toplumların, kendi haklarını, topraklarını, mallarını ve onurlarını korumaları en kutsal bir hareket tarzıdır.

 

İnsanların ve toplumların aralarında vuku bulan mücadelelerde en büyük zararı şüphesiz ki çocuklar görmektedir. Korunmaya muhtaç durumdaki bu yavrular, ana-babaları ve yakınlarının zarar görmeleri durumunda savaştan otomatikman zarar görmektedir. Çocukların küçük bedenleri, fizikî ve ruhî açıdan savaşın ağırlığını büyükler gibi kaldıramamakta ve meydana gelen çöküntüler, bütün hayatları boyunca bu küçük varlıkları menfî yönde etkilemektedir.

 

Savaşan tarafların gerekli dikkati göstermemeleri durumunda çocuklar, direkt olarak da etkilenmektedirler. Son Irak saldırısında, koalisyon güçlerinin(!) meskûn mekânları bombalamaları neticesinde çok sayıda masum çocuk, kadın ve sivil hayatını kaybetmiştir. Keza, Afganistan işgali sırasında da yoğun bombardıman altında çok sayıda çocuk ya ölmüş ya da sakat kalmıştır.

 

Çocuklar, savaşlarda ve mücadelelerde, bir taraf olmaktan ziyade, korunması gereken varlıklar olarak ele alınmalıdır. Tüm uluslararası anlaşmalar, semavî dinler ve tabiî son ve hak din olan İslâmiyet, çocuklara, kadınlara ve yaşlılara savaşlarda özel bir statü tanımıştır. İnsanlığa düşen de, bu genel kabule riayet etmektir.

 

Sadece kendi çocuklarımıza değil, tüm çocuklara insanlığın geleceği olarak bakmalı ve onları koruyup gözetlemeliyiz. Gereksiz savaşlara, kendi çıkarları için ülkeleri/medeniyetleri kana boyayanlara/tahrip edenlere, düşmanlarla işbirliği halinde hem kendi halkına hem de tüm çevresine ziyanı dokunanlara karşı olmalıyız. Haktan ve hakikatten yana olanlara selâm olsun.

ERHAN ERKEN

İkbal dergisi 2003

 

ÖZGÜVEN

İnsanoğlunun kendine güven duyması derece itibariyle insandan insana değişen bir karakter özelliğidir. Kimi aklına güvenir, kimi ailesinin gücüne, kimi maddi durumuna, kimi fiziki kuvvetine, kimi kültürel birikimine, kimi güzelliğine… Bu liste çok daha uzatılabilir. Yukarıda sıralananlara dikkat ettiğimizde kişinin kendine güvenirken dayanmakta olduğu bazı özellikler ve değerlerin olduğunu görmekteyiz. Bu özellikler ve değerler, bazen yanlış bir değerlendirme ile kişinin kendisinin oluşturduğu öz değerler olarak algılanabilmektedir. Bu yanlış algılama ve değerlendirme neticesinde insanoğlunun nefsi ön plana çıkmakta ve bütün artıların kaynağını kendisi olarak görmektedir.

 

Sadece nefsine ve benliğine güvenmek ile Rabbine kul olma şuurunun verdiği güvenle olayların üzerine gitmek ile irade-i cüz’iyesi oranında hadiselere yön vermeye çalışmak arasında çok ciddi bir fark mevcuttur. Bu yanlış değerlendirme neticesi ortaya çıkan özgüven, kişiyi yanlış noktalara götürebilecek bir özgüvendir.

 

İnsanoğlunu doğru bir noktaya taşıyacak olan özgüven,  kişinin kendisine verilmiş olan yetenekleri, özellikleri ve zenginlikleri Allah’ın bir lütfu olarak görmesi ve onları veren Rabbine güvenmesidir… Hayırlı ve doğru işlerde Yaratıcı’nın kendisinin yanında olduğunu bilmesi, onu hissetmesidir… Kişinin Rabbine güvendiği oranda O’nun doğrulukları ve güzellikleri kendisi üzerinden gerçekleştireceğine inanmasıdır…

 

İnsan kaderi bilemez, ona düşen, doğru ve yanlış, hak ve batıl, güzel ve çirkin karşısında Allah’ın gösterdiği referans noktalarına uygun olarak cesaretle pozisyon almaktır. Bununla birlikte ortaya çıkacak sonucu da olgunlukla karşılayabilmek; her durumda, her şartta iyinin, hakkın, güzelin yanında ve kötünün, sapkının, çirkinin karşısında olmaktır.

 

Özgüven için gerekli olan bir diğer önemli unsur da cesarettir. Edilgen değil etken olma halidir. Kişi, bir yanlışlık gördüğünde onu önce eliyle düzeltmelidir, yapamazsa diliyle doğruları ifade etmelidir. Buna da gücü yetmiyorsa kalben yanlışın yanında yer almamalıdır. Tavsiye edilen cesaret, birincisinde olduğu gibi olayların üzerine gitmek ve hadisenin sürecinde birinci derecede etkili olmaya çalışmaktır. “Eliyle düzeltmek” ibaresini konuya en uygun araçla fakat direkt olarak müdahale etmek anlamında değerlendirmek mümkündür.  Bunun bir alt derecesinde, direkt olarak olayların üzerine gidemediği anlarda da gidenlere destek olmaktır.

 

Cesaret, saldırgan olmak ve her durumda ileriye atılmak demek değildir. Doğru olarak tesbit edilen hedefe doğru yollardan gidebilmek için en doğru zamanda, gereken fiili yapabilmektir.

 

Özgüven sahibi Rabbinden başka hiçbir şeyden korkmaz, mutlak manada umutsuzluğa kapılmaz, istikamet üzere olduğu oranda ve benlik duygusu anlamındaki nefsini aradan çıkardıktan sonra, sözün O’nun adına söylenen söz, fillin O’nun adına yapılan fiil olduğunun bilincindedir.

 

Özgüvenin, nefsini her şeyin üstünde tutarak benlik ve gurur gibi duygulardan ayrılabilmesi için gerekli ilk husus Rabbe şeksiz şüphesiz iman ve teslimiyettir. Daha sonra bilgi gelir. O’nun kullarından ne istediğini, hangi yollardan istediğini, Rabbinin gönderdiği bilgiyi (ilm) nasıl anlaması gerektiğini de bilmesi gerekir.

 

Doğru bilgiye doğru yollarla ulaşmayı öğrenen ve bilgiyi önüne çıkan olaylar karşısında nasıl kullanması gerektiğini kavrayan insan,  sonuç olarak bu varlık âlemine niçin geldiğini de kavrayabilmiş olan insandır.

 

Bilginin kaynağı, doğru kullanımı, varlığın hikmeti noktalarında isabetli bir yol tutturan insanın bu temel referanslara dayalı olarak hadiseler karşısında cesaretle tavır alabilmesi, özgüven duygusunun doğru işlediği bir modeldir.

Bu özgüven modeline ulaşan insan, Üstad Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabesinde övdüğü genç örneğinde olduğu gibi ‘”Kim var, denildiğinde sağına ve soluna bakmadan ben varım” diyerek doğru bir çağrıya anında ve tereddütsüz cevap verir.

 

İstikamet sahibi olan kişinin özüne güvenmesi, kendisini, tarih boyunca doğrunun ve hakkın savunucusu olan bir çizgi ile irtibatlı kılar.

 

Hz. Âdem’den itibaren doğru ve yanlış, hakikat ve sapkınlık her durumda varlığını muhafaza etmiştir. Rabbine güvenip O’na bağlı olarak özgüvenini diri tutan ve olaylar üzerine cesaretle gidenler, hakikat çizgisini günümüze kadar ulaştırmışlardır.

Bu çizgi kıyamete kadar uzayıp gidecektir. Özgüven sahibi ve cesur insanlar doğruların yanında tavır aldıkları oranda bu çizgi üzerinde bir yer sahibi olabileceklerdir. Sadece nefsinden aldığı güçle ayakta duranlar ise sapkınlık çizgisinde kendilerine uygun yerleri işgal edeceklerdir.

 

Özetle, tavsiye edilen özgüven, Hakk ile bağlantılı bir iç dünyaya, bir tarihi çizgiye dayalı olan özgüvendir. İnsanlığın daha adaletli ve hakkaniyetli bir hayat sürebilmesi için bireylerin tek tek bu tarz bir özgüvenle donatılmaları gerekir. Aksi durumda tarihî süreçte görülebileceği gibi insanlık, nefislerinden aldıkları talimatlarla hareket eden, yanlışı cesaretle savunan hemcinslerinin, nizam ve intizamı bozdukları bir dünyada yaşamak zorunda kalacaktır.

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi

 

FARKLI BİR MAHALLE BASKISI

Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakultesi Kamu Yönetimi Bölümünü 1985 yılında bitirmiştim. Yüksek Lisans sınavları için hazırlıklara başladım. Mezun olduğum üniversitenin Siyaset Bilimi bölümü düşündüğüm yerlerden biriydi. Diğer bir alternatif de Marmara Üniversitesi Yakınçağ Tarihi idi. Her iki bölümün de sınavlarına girmeye karar vermiştim.

Boğaziçi için önce yabancı dil sınavı daha sonra da bölüm için yazılı sınava girdim. İkisini de verince sıra sözlü mülakata gelmişti.

Mülakat günü lisans döneminde kendilerinden bazı dersleri almış olduğum üç hocanın karşısındaydım.

Yaşım 24, lise dönemlerinden itibaren fikri mücadelelerin içerisinde geçen bir talebelik döneminin verdiği kısmi bir keskinlikle hocalarla konuşmaya başladık.

Prof Dr. İlkay Sunar, Prof Dr. Binnaz Toprak ve Dr Yeşim Arat ile bir masa etrafındayız.

Önce yazılı ile alakalı bazı yorumlardan sonra Binnaz hanım mülakatın en önemli sorusunu yöneltti.

Erhan, sen niye bu bölümde master yapmak istiyorsun?

Hocam, ben inançlı bir Müslümanım. En önem verdiğim hususlardan bir tanesi dinimi teorik ve pratik olarak en iyi şekilde öğrenmek ve yaşayabilmek.

Bunun için öncelikle düşünsel anlamda ve inanç olarak saf bir imana sahip olabilmeyi istiyorum. Fakat ben lise döneminden itibaren Batılı düşüncenin ülkemizdeki en önemli okullarında eğitim gördüm ve yoğun bir tesir altında yetiştim. Önce Galatasaray’ı bitirdim daha sonra Boğaziçi’nden mezun oldum. Aldığım eğitim sırasında ve yaşadığım çevrede birçok ideolojinin istemesem de, karşı dursam da beni etkilediğini hissediyorum.

Ben saf bir akideye sahip olabilmem için zihnimi etkilemiş olan liberalizm, muhafazakarlık, ütopik sosyalim, determinizm v.s gibi tüm batılı düşüncelerin menfi etkilerini çok iyi analiz edebilmeli ve onların zihnimdeki etkilerini azaltmalı ve yok edebilmeliyim. Onun için bu düşünceleri derinlemesine incelemeli, analiz edebilmeli, bu sürecin sonunda da daha saf bir düşünce yapısına sahip olabilmeliyim.

Bu hususu daha iyi açıklayabilmek için, o sıralarda yakın bir akrabamızın geçirdiği beyin rahatsızlığı dolayısıyla öğrenmiş olduğum tıbbi bir örneği verdiğimi hatırlıyorum.

Beyin cerrahisi bölümünde ihtisas yapan bir pratisyen doktorun, beyin cerrahisi ile ilgili rahatsızlıkları daha iyi ayırt edebilmek için sırasıyla nöroloji ve psikiyatri bölümlerinde belli bir dönem eğitim aldığını düşüncelerimi daha çarpıcı bir şekilde ifade edebilmek için  örnek olarak vermiştim.

Bu sayede beyin cerrahisine konu olan olayları daha iyi kavrayabilen uzman gibi ben de zihnimi etkileyen farklı ideolojileri de çok iyi öğrenebilmeliydim.

Beni dikkatle dinleyen hocaların içinde Binnaz hanım hemen tepki vermişti;

Erhan, biz Boğaziçi’nde senin bu zararlı etkilerinden kurtulmak istediğin Batılı düşünceleri öğrencilere aktarmaya çalışıyoruz. Onun için buradayız. Sen böyle düşünüyorsan seni biz niye mastıra kabul edelim?

Valla hocam lisans döneminde durum daha başka idi. Ben o zaman da aynı görüşlere sahiptim. Fakat master ve doktora dönemleri daha başka. Bu dönemlerde daha yoğun ve farklı bir ilişkiye gireceğiz. Sonra Erhan sen bu düşüncelerini niye açıkça ifade etmedin diye söylemeyesiniz diye şimdiden açıkça kendimi izah etmek istedim.

Bu konuşmaları dinleyen İlkay bey; Binnaz niye böyle konuşup çocuğu sıkıştırıyorsun birak rahat rahat düşüncelerini anlatsın diye konuşmaya müdahale etti.

Bu ikaz sonrasında Binnaz hanım daha fazla devam etmedi.

Ondan sonra o günün şartlarında dünya politikası, bölgesel ilişkiler, yeni devrim yaşamış İran gibi konularda benim görüşlerimi ve analizlerimi dinleyen hocalarım bana teşekkür etiler ve odadan çıktım.

Ne yalan söyleyeyim böyle bir konuşmadan sonra herhalde yüksek lisansa kabul edilmem diye düşünmüştüm. Binnaz hanımın net ifadeleri beni bayağı düşündürmüş ve tedirgin etmişti

Fakat yaşanan bu diyaloğa rağmen ben yüksek lisansa kabul edildim.

Binnaz hanımın yorumuna rağmen kabul edilmem Boğaziçi’nin genel yaklaşımına uygun bir tercihti, fakat kabul edilmiş olmam Binnaz hanım ve onun gibi düşünenlerin ötekine karşı tutumunu ortadan kaldırmıyor ve tedirginliğimi izale edemiyordu. Çünkü bana bu lafı söyleyen kişi o üniversitede etkili bir hoca idi ve ben de ona bağlı olarak çalışacak talebelerden biri idim.

Daha sonraları Marmara Yakınçağ Tarihi bölümüne de kabul edildim ve o okulda asistanlığa girebilmem için şart koşulan Tarihte master yapmamla ilgili isteğe bağlı olarak Marmara Üniversitesini seçtim

Son günlerde gündemi meşgul eden bir araştırma çerçevesinde 23 yıl evvel yaşadığım bu olayı bir daha hatırladım.

Mahalle baskısını konu alan bu araştırma, özetle, Müslümanların ötekilere karşı iktidarın ve çoğunluğun gücü ile manevi bir baskı uyguladığı tezini işliyor

Şerif Mardin hocanın geçen yıllarda ortaya attığı Mahalle baskısı tezi,12 ilde sadece belli bir bakış açısına sahip deneklerin cevaplarına bakılarak derinlemesine konu ediliyor

Araştırmayı yapan hocalardan bir tanesi olan Prof. Dr Binnaz Toprak, yıllar önce yüksek lisans mülakatında 24 yaşında bir genç olan beni, bir tür mahalle baskısına muhatap eden kişiden başkası değil.

O günün şartlarında bulunduğu konumdan aldığı güçle talebesine rahatlıkla ‘mahalle baskısı’ kuran Binnaz Toprak, bu gün çoğunluğa sahip bir düşüncenin çeşitli şehirlerde varlığını ve yaşama çabasını ‘objektif’liği tartışılır bir şekilde ‘mahalle baskısının etkileri’ olarak yorumlayabiliyor.

Türkiye garip bir ülke; Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren yeni tip aydınlarının önderliğinde yöneldiği farklı bir medeniyet tercihi çerçevesinde, sürekli gelgitler yaşıyor.

Milletin bir bölümü yeni tercih edilen medeniyetin hedefleri istikametinde doludizgin gitmeye çalışırken, milletin diğer bir bölümü, özellikle son otuz yılda, her gün artan bir yoğunlukla kadim medeniyetiyle ilişki kurmaya çalışıyor. Modernleşme, küreselleşme ve İslamileşme birbirini farklı boyutlarla etkilerken yeni yeni sentezler ortaya çıkıyor.

Bir yandan modernleşme ve kürselleşme rüzgarlarından etkilenen, aynı zamanda da kendi asli medeniyeti ile ilişki kurmaya çalışan milletin fertleri birbirlerini yek diğerine mahalle baskısı kurmakla suçlamak yerine, birbirlerini daha iyi anlamaya çalışsalar çok daha verimli bir toplumsal düzen kurulabileceği kanaatini taşımaktayız.

Özellikle aydınlarımızın bu hususa çok dikkat etmeleri, düşünürken, araştırırken, teori geliştirirken, zamana ve zemine göre farklı standartlar kullanmamaları gerekiyor.

ERHAN ERKEN

Dünya Bülteni 2008

 

YOL AÇMAK VE YOL OLABİLMEK

Yollar, tarih boyunca insanları, kültürleri, medeniyetleri birbirlerine bağlamıştır. Her devir, kendi gelişmişlik seviyesine göre yollar keşfetmiş ve her devrin yollarının geçtiği mekanlar, coğrafyalar diğer bölgelere göre önem kazanmışlardır. Kara yolları içinde İpek yolu, denizyolları içinde Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle ortaya çıkan yeni Hindistan ve Uzak Doğu Denizyolu, Sultan Abdulhamit’in hayalini kurduğu fakat tam manasıyla işler hale sokmaya imkan bulamadığı Hicaz Demiryolu, geçtiğimiz yüzyıllarda bahsi geçen önemli yollardan bazılarıdır.

Hava yolu ise daha çok 20.yüzyılda gelişmeye başlayan, insanlık için büyük yıkımları beraberinde getiren Dünya Savaşları sırasında önemli sıçrama gösteren, insanlık tarihinde nisbeten yeni bir yol türü..

Mesafeleri kısaltan, insanları ve coğrafyaları birbirlerine hızla yaklaştıran hava yolu alanında ülkemizde de iftiharla izlediğimiz bir kurumumuz var; Türk Hava Yolları..

THY ile her seyahatimde, koltuğa oturup, kemerlerimi bağladıktan sonra ilk yaptığım işlerden biri SKY LİFE dergisine göz atmak. İlk etapta nerelere göz atıyorum derseniz, THY’den haberler bölümü dikkatimi çeken noktalardan biri;

THY nerelere yeni seferler açmış? İç ve dış hatlarda kendini ne kadar geliştirmiş?

Bu bölümdeki haberlerin arka planında, ülkemiz insanı dünyanın hangi noktalarına artık daha rahat ulaşabilecek, nerelere doğru yeni yollar açılacak, bu açılan yollardan hangi ticari, sınai, kültürel alış verişler yapılabilecek gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışırım.

Ülkemizin, 780 bin km kare civarında olan sınırlarının çok ötesinde, tarihi ve kültürel etki alanı olduğuna inanan bir kişi olarak, bu etki alanının öncelikle geliştirilmesi ve ticari ilişkiler ile de pekiştirilmesi gerektiğini önemsediğimden, THY’nin her yeni hattı bana heyecan verir.

Dergide dikkatle izlediğim ikinci önemli alan da arka sayfalardaki iç ve dış hatların yer aldığı haritalardır. Yıllar önce siyaset bilimci bir arkadaşım İngiliz Hava Yolları’nın sefer yaptığı yerlere dikkatimizi çekmişti. Üzerinde güneş batmayan İngiliz Milletler Topluluğu dünyanın neresiyle ilgiliyse İngiliz Hava Yolları’nın oraya seferi vardır diyerek, tesbitini bizlerle paylaşmıştı. O gün bu gündür ben de THY’nin seferlerine böyle bir misyon biçerim.

Bu haritalarda sefer yapılan noktaları gösteren her bir kırmızı çizgiden,  ülkemin ufku hakkında ip uçları çıkarmaya çalışırım.

THY yöneticileri de inanıyorum ki bu noktalardan hareket ederek kırmızı çizgileri son yıllarda inanılmaz derecede arttırdılar ve benim gibi haritaları okumaya çalışan insanları mutlu ediyorlar.

SKY LİFE Dergisine bir yazı ile konuk olmam istendiğinde, daha evvel yazı yazanlar ne tür şeylerden bahsetmişler diye hepsini topluca okumaya çalıştım. Bu arada bir şey dikkatimi çekti. Öncelikle herkesin birbirinden güzel anıları ve çağrışımları var. Ortak nokta ise; THY’den memnuniyet ve kurumu benimseyen bir yaklaşım tarzı. Bir kurumun yöneticileri için, hizmet alanlar tarafından benimsenmek çok hoş bir duygu olsa gerekir.

THY’ye, küreselleşen dünyanın farklı farklı köşelerine yeni yollar açmak ve faydalı hizmetlere yol olmak konusundaki gayretlerinde başarılar diliyorum.

Kazasız ve güzel uçuşlar dileğiyle…

 

ERHAN ERKEN

Skylife Dergisi 2007

 

HİCRİ YILBAŞI NE DEMEK?

Yeni bir Hicrî yıla daha girdik. Her bir hicrî yıl, 1423 yıl evvel Hz. Peygamber’in (a.s), can dostu Hz. Ebubekir ile birlikte Mekke’den Medine’ye doğru hicret niyetiyle yola çıktıkları tarihin sene-i devriyesi. Hicret, Hicrî takvimin başlangıcı. Hicrî yılbaşı, içinde İslâm tarihinde birçok önemli olayın geçtiği Muharrem ayının ilk günü…

2000’li yıllarda, Prof. Dr. Teoman Duralı’nın tabiriyle Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin hâkimiyeti altındaki bir dünyada, dini hayatı yaşama ile ilgili en masum taleplerin bile abartılı bir şekilde karşılanıp baskı uygulandığı bir ülkede, Hicrî ylbaşını kutlamanın hatırı sayılır bir önemi var mıdır? Diye birçok kereler kendi kendime soruyorum.

Peygamber Efendimizin (a.s) ve ona inanan müminlerin, ilk vahiyden itibaren geçen yaklaşık 11 yıl boyunca, Mekke şehrinde büyük bir zulme uğradığı, İslâm tarihini okuyan herkesin malumudur. Mekke’de Müslümanlara karşı yapılan zulüm dayanılmaz bir hal alınca müminlerin bir kısmı önce Habeşistan’a hicret ettiler, daha sonra da Medine’ye hicret başladı. Yüce Peygamber de 622 yılının Muharrem ayının birinci günü, meşakkatli bir yolculuğa çıkmıştı. Baba yurdu olan şehri bırakıp, dinini daha iyi yaşayabileceği başka bir diyara doğru göçüyordu.

Hicri yılbaşını kutlayan bu günün Müslümanları, 1423 yıl evvel yaşanan bu olaydan kendileri için nasıl bir ders çıkarıyorlar?

Dinini arzu ettiği gibi yaşayamadığı bir zemini değiştirmeyi düşünen, buna karar veren ve bunu uygulayan Müslüman sayısı acaba ne kadar?

Sözle ifade edilen, fakat değil fiil ile tatbik edilmesi, zihnen bile düşünülemeyen bir hicretin yıldönümünün coşkuyla kutlanmasının kıymet-i harbiyesi var mıdır?

“Birilerinin her yıl 1 Ocak tarihinde kutladıkları yılbaşıları var da, bizim olamaz mı?” tarzı bir düşünceyle 1 Muharrem’i, Hicrî yılbaşı olarak kutlamayı düşünen Müslümanları tamamen kınamak niyetiyle bu cümleleri kaleme almıyorum. Moral ve motivasyon olarak bu tip gün ve gecelerin kısmen faydalı olabileceğini de savunabilirim. Fakat işin aslının bu olmadığı, içinde hicretin gerek davranış, gerekse de düşünce boyutuyla yer almadığı bir Hicrî yılbaşının, aslında hatırı sayılır bir öneminin olmadığına dikkat çekmek için bu soruları soruyorum.

Hicret fikri, bilindiği gibi çok dinamik bir anlam taşımaktadır. Yüce Allah’ın bizden, yine bizim faydamız için, yaşanmasını istediği hayatı yaşamamıza engel olan şartların bulunduğu mekânlardan, eğer onları değiştirme imkânlarımız tamamen tükenmişse çıkmak ve bu şartların daha elverişli olduğu başka mekânlara doğru gitmek… Ama bu gidişin içinde muhakkak geri dönüş fikrini ve inancını muhafaza etmek… Hicretin belki de en özet ifadesi budur.

Bazen bir ülkeden hicret edilebilir, bazen bir şehirden, bazen bir ilçeden veya sokaktan… Bir okuldan, bir işyerinden, belki bir sektörden… Hicrette aslolan illâ, içinde bulunulan bir alandan belli bir kilometre uzaklıktaki başka bir yere gitmek değildir.

İnancını yaşayamadığın bir yerin şartlarını daha iyi şartlara dönüştüremiyorsan ve bir zaman sonra bu şartlar senin yaşantını büsbütün kısıtlar hale geliyorsa, o zaman daha iyi şartların olabileceği yerlere, alanlara gitmektir hicret…

Fakat bulunulan yerin, belirli bir zaman için bile değiştirilmesi ciddi bir külfettir, çok önemli bir olaydır. Zaten bu kadar önemli olmasa koca bir zaman kavramının başlangıç tarihi olarak bu olayın seçilmeyeceği herkesin malumudur.

Demek ki Hicrî yılbaşının 1 Ocak’taki Miladi yılbaşı kutlamalarından nitelik açısından çok büyük bir farkı vardır. Bu farkın fark edilmesi yolunda daha derin düşünülmesi, hepimizin üzerine düşen ciddi bir görevdir.

1 Muharrem 1423 tarihinin, daha aydınlık günleri arzulayan tüm inananların bu arzularına ulaşmalarını sağlama yolunda önemli bir başlangıç olmasını diliyorum.

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülten 2002

OYUN VE OYUNCAK SADECE OYUN VE OYUNCAK DEĞİLDİR

Sosyal psikoloji disiplininde insan ele alınırken, sahip olduğu iki ana husustan bahsedilmektedir. Bunlardan biri insanın ‘nature’ yani doğuştan sahip olduğu, genetik özelliklerinin etkisi altındaki yönüdür. Bunun içine, bazı kesimler tarafından astrolojik etkiler de ilave edilmektedir.

İnsanoğlunun bu yönü, onda hiçbir şekilde değiştirilemeyecek özelliklerdir. Dişi veya erkek olarak doğmak, boyun uzun veya kısa olması gibi hususiyetler bu cümledendir. Yine temel bazı karakter özellikleri vardır ki, onların da tamamen değiştirilmesi veya yok edilmesi mümkün olmamakla birlikte üzerlerinde bir miktar değişiklikler veya yönlendirmeler meydana getirilebilir.

İki ana husustan bir diğeri ise ‘kültür’ diye adlandırılan, insanoğlunun sonradan elde ettiği özellikleridir. İçinde bulunduğu çevre, aldığı eğitim, edindiği alışkanlıklar da bu ikinci kısmın kapsamına girmektedir.

İnsan, doğuştan sahip olduğu özelliklerini tamamen ortadan kaldıramaz, fakat eğitim yoluyla bu özelliklerin bir kısmında değişiklikler meydana gelebilir. Bazen ilk bakışta menfî gibi görünen birçok özellik ise, iyi bir usulle kanalize edildiğinde faydalı bir şekle bile bürünebilir. Tabii tersi de aynı derecede mümkündür. Mesela cinsel dürtülerin müsbet kullanılması nesillerin devamına neden olurken, menfi kullanılması ise toplumun ifsadına yol açar.

“Nature” ve “kültür” insanın gelişmesinde etkili olan iki ana unsurdur. Bunların etkileri birebir düzeyde eşit değildir. İnsandan insana, çevreden çevreye değişen bir tarzda insanın gelişimine tesir ederler.

Yazımızın ana ekseni olan çocuk ve oyun konusuna geldiğimizde, çocukların oyun ile ilişkilerinde yukarıda bahsi geçen nature ve kültür meselesinin önemini yakînen müşahede edebiliriz.

Mesela kız ve erkek çocukların oyunları arasında ilk bakışta ciddi farklılıklar göze çarpar. Fizikî özelliklerinin öne çıkması ile birlikte kızlarda daha naif bir hususiyet, erkek çocuklarda ise daha sert tavırlar belirir. Çocukların bir bölümü bebeklerle ve süs eşyalarıyla ilgilenirken, diğer bölümü hoplamalı, zıplamalı, atma ve koşuşturma yönü ağır basan oyunlara yönelirler.

Yine yaradılışla ilgili bir özellik olan hırs yönü ağır basan çocuklar, oyunlarda hep önde olmayı, takım oyunlarında kaptanlık yapmayı, sürekli olarak birileriyle yarışmayı tercih ederken, daha romantik tiplerin, bahçelerde çiçek topladıklarını, yarışmalı oyunlardan kaçındıklarını görebiliriz.

Özetle ifade etmek gerekirse, çocukların oyun seçimlerinde cinsiyet önemli bir unsurdur. Oyun içinde aldıkları roller de fıtratlarından gelen karakter özellikleri de ihmal edilemeyecek bir öneme haizdir. Tabii karakter özellikleri oyun çeşitleri arasında yaptıkları seçimleri de etkilemektedir.

Çocukların tabiatlarından gelen bu hususiyetlerin yanı sıra, başta aileleri olmak üzere içinde yaşadıkları çevre, aile içindeki baskın karakterler, yakın akrabaları, iletişimin gittikçe arttığı bir dünyada, dikkatleri  çeken tüm basılı, görüntülü yayın organları ve programlar, çocukların ilgilerini ve dolayısıyla oyunlarını etkilemektedir.

Bu etkileme sürecinde, onların cinsiyetlerinden ve tabiatlarından gelen özellikleri ve etkileri muhakkak ki sıfırlanmamaktadır. Çocuklar, dışarıdan gelen tesirlerden az veya çok, hafif veya yoğun bir şekilde etkilenmekte bazen de mevcut ilgiler kısmen şekil değiştirmektedir.

Yukarıda önemine dikkat çektiğimiz ve kısaca çevre diye nitelemeye çalıştığımız, ilk kavramsallaştırmamızda da kültür diye tanımlanan dış etki içinde en hâkim unsur, ona büyük ölçüde rengini veren medeniyet boyutudur. Çocuğun yaşadığı çevrenin özelliklerini, o çevreye damgasını vuran hâkim medeniyet önemli ölçüde etkiler. Tabii, bu arada tanımlamaya çalıştığımız etkinin, karşı konulamaz, dönüştürülemez olduğunu ifade etmek istemiyorum. Yalnız çok önemli olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

Çocuğun çevresini kuşatan medeniyetin nasıl bir insan tasavvuru var? Hayatı, diğer canlıları ve eşyayı nasıl algılıyor? Temel bilgi kaynakları neler? Bu bilgiyi hangi yollarla kullanıyor, iletiyor?

Bu ve benzeri soruların cevapları, insan ve onun nüvesi olan çocuğun yaşadığı çevreyi etkilemekte, dolayısıyla çevrenin tesirlerine açık olan çocuklara tesir etmekte; ilgilerini, önceliklerini değiştirebilmektedir.

Çocuğun, cinsiyeti ile ilgili kazanacağı temel rolü etkileyemese de, o cinsin toplum içindeki ideal tiplerini belirlemeye çalıştığı için yönelimlerine de tesir edebilmektedir

Yukarıdaki kurgu içinde birçok özelliği, çevresinin etkisi ile bezenmiş insanların, toplumun diğer fertlerinin ve tabii yeni yetişen çocukların da, yaygın olan bu özelliklere göre yetişmesi için gayret sarf etmesi çok tabii bir hadisedir.

Eğitim kurumlarının, oralarda tatbik edilen programları, eğitimde kullanılacak araç ve gereçleri, kitapları, dergileri, oyuncakları vs. hep bu temel perspektif ışığında üretmeye, organize etmeye, oluşturmaya çalışmaları da aynı şekilde ‘normal’ kabul edilmelidir.

Peki, bu gelişme nesnel (objektif) mi, yoksa öznel (subjektif) bir tercihin sonucu olarak mı ortaya çıkmaktadır?

İçinde yaşayanlar açısından olaya bakanlar, bu gelişmeyi nesnel (objektif) olarak değerlendirseler bile, olay, daha genel bir bakış açısıyla incelendiğinde bazı tercihlerin çok öznel (subjektif) bir karakter taşıdığı görülecektir.

Konu böyle bir noktaya geldiğinde, zikri geçen gelişmeyi açıklayabilmek için temel tercihlere göz atmamız gerekmektedir. Burada da asl olan, hâkim medeniyet tercihidir. Bir toplumun ve o toplumu oluşturan insanların nasıl bir hayatı yaşayacaklarının ve önceliklerinin ne olması gerektiğinin tercihidir. Bu da öznel (subjektif) bir tercihtir. Bu tercih yapıldıktan sonra girilen yol, insanın ve tabii çocuğun tüm çevresini etkileyen bir mahiyet arz eder. Çevrenin etkisi, insanın ‘kültür’ denen yönünü ne ölçüde etkiliyorsa, kişilik gelişimini de o ölçüde etkilemektedir.

Olaya buradan bakıldığında çocukların seçtikleri oyunlar çok önemlidir, kullandıkları oyuncaklar çok önemlidir, oyun içindeki aldıkları roller çok önemlidir. Çünkü bunların hepsinin içinde, çocukların fıtratlarından gelen özellikler olmakla birlikte, çevrenin ve hâkim medeniyetin etkisi de vardır. Oyuncağı hangi zihniyet yapıyorsa, o oyuncakla oynayan çocuğun büyüdüğünde toplum içinde nasıl bir rol almasını isteyerek o oyuncağı tasarlıyorsa bu subjektif tercihler çocukları ister istemez etkileyecektir.

Çeşitli düzeylerdeki eğitim programlarında ortaya atılan farklı metodlar (Montessori, high-scope v.s.) onların tatbik edilmesine katkı sağlamak niyetiyle tasarlanan oyunlar, oyuncaklar, çağdaş pazarlama teknikleri ile de birleşerek geniş kitlelere yayılıyor. Yeni gelişen her alet, basit veya gelişmiş her oyuncak, çocukların, insan-insan, insan-çevre, insan ve kendisi ve tabii ki insan-Yaratıcı ilişkilerini önemli ölçüde etkiliyor…

Özetle ifade etmek gerekirse, oyun ve oyuncakla başlayıp çocuk ve medeniyet analizine kadar gittiğimiz bu kısa yolculukta özellikle şu hususun altını çizmek istiyorum.

“Siz siz olun oyunu da oyuncağı da aman hafife almayın. Oyun ve oyuncakla sadece oyun oynanmayacağını, onların çok çok başka işlere yaradığını hiçbir zaman unutmayın.”

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi 2001

GENÇLİK NEREDE? TOPLUM NEREYE?

İnsanoğlunun hayatında “kabaca” dört devre bulunmaktadır. Bu dört devreyi çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık olarak sıralayabiliriz. Tabii bu dört ana devrenin içinde ara bölümler de bulunmaktadır. Mesela çocukluğun içinde 0–3 yaş bir dönem olduğu gibi, 3–6 yaş arası da ayrı bir dönemdir. İlkokulun ilk 3 yılı yani 7–9 yaş arasındaki çocukların özellikleri de birbirine benzemektedir. 9–14 yaş arası da birlikte mütalaa edilebilir. Bu döneme, belki gençliğe ilk adım veya buluğ öncesi dönem diye de ayrıca isim verilebilir.

Buluğ çağı, çocukluktan gençliğe geçişteki en önemli ara istasyondur. Buluğu çağı ile birlikte fizikî manada gençlik döneminin başladığını söyleyebiliriz.

Daha önceki dönemde vücutta olmayan bazı değişikliklerin meydana gelmesi, çocukluktan gençliğe geçiş sürecinde kişilerin şahsiyetlerinin oturmaya başlaması bu devrede vuku bulur.

Tabii, bu sayılan yaş aralıklarının her çocukta tıpa tıp aynı safhaları geçireceği,  her çocuğun olaylar karşısında aynı tepkileri vereceğini söylemek de doğru olmaz.

14 yaş sonrasında genç, artık erişkin sınıfına girmeye başlayan ve bu sınıf içinde kendine yer arayan bir şahsiyet olma yolunda ilerlemektedir.

Ülkemizdeki eğitim sistemi içerisinde bu dönem ilköğretimden liseye geçiş dönemidir. Tahsil hayatlarındaki ilk önemli sınav, bu yaşlarda çocukların karşısına çıkmaktadır. OKS adı verilen bu sınavdaki tercihleri, başarıları veya başarısızlıkları onların bundan sonraki hayatlarındaki çizgilerine önemli ölçüde tesir etmektedir.

Lise veya meslek okulu tercihini yapan çocukların önlerine 4 yıllık yeni bir lise dönemi ve ondan sonra da ikinci büyük ve önemli tercihlerini yapacakları üniversite sınavları çıkmaktadır.

Tüm bu süreçler içerisinde çocuklarımızın kabiliyetlerine ve özelliklerine uygun bir yönlendirme, maalesef istenen oranda yapılamamaktadır. Buluğ çağı öncesinde çocuklarımız Milli Eğitim Sistemi içerisinde yeterli oranda dinî ve ahlâkî eğitim alamamaktadır. Çok hayatî sınavlara girme telaşı ve stresi, çocuklarımızın bu en verimli yaşlarındaki yıllarının olması gerektiği şekilde geçmesine engel olmaktadır.

Eğitim sisteminin problemli alanlarından biri de gençlerimizin mesleki eğitimidir. Bu gün ülkemizde kısa ve orta vadede sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinin yönetici ve ara eleman ihtiyaçları sağlıklı olarak tespit edilememektedir. İhtiyaç tespiti yapılamadığı için bahse konu ettiğimiz ara elemanları yetiştirmesi beklenen eğitim sistemi de gereği gibi programlanamamaktadır.

Birçok fakültenin mezunları için yeterli düzeyde iş alanı gittikçe daralmakta olmasına rağmen bu alanlarda insan yetiştirme faaliyeti aynı hızla devam etmekte, fakat şiddetle elemana ihtiyaç duyulan bazı alanlarda ise yeni fakülte açılması istekleri sürekli engellenmektedir.

Ara eleman yetiştirme konusuna gelindiğinde ise daha büyük bir problem alanı karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde yetişmiş “ara eleman” sıkıntısı had safhadadır. Bu ihtiyacı gidermek için kurulmuş bulunan meslek liseleri ve meslek yüksek okulları üzerinde koparılan fırtınalar, bu yapıları, sağlıksız bir noktaya sürüklemektedir. İmam hatiplerin önünü kapama telaşı içindeki bir kısım çevrelerin baskısı ile meslek eğitimi için arzu edilen, çözüme yönelik adımlar bir türlü atılamamaktadır.

Ayrıca, toplumun ileride alması düşünülen şekil konusunda kendilerinden öncekilerin farklı yaklaşımları, “ideal toplum” ve “ideal insan” noktalarındaki hedeflerin berrak olmaması, toplumun temel tarih yorumu ile ilgili farklı bakış açıları, gençleri olumsuz yönde etkilemekte ve bulundukları mecralarda bocalatmaktadır. Ayrıca, Batı medeniyetinin, kendi kültürel motiflerini, yaşama ve düşünme şekillerini kendi dışındaki tüm ülkelere taşıma gayesi, bu uğurdaki ısrarlı ve baskıcı tutumu, halkının %99’u Müslüman olan bir ülkenin çocuklarında ve gençlerinde çok farklı etkiler uyandırmakta, çocuklar ve gençler bazen bu gerilimi taşıyamamaktadır.

Ne doğulu ne batılı, ne gerçek İslâm terbiyesi ne de Hıristiyan veya Yahudi terbiyesi, ne tam bir vahiy inancı ne de tam bir determinist mantık… Hepsinden biraz ve bir eksene oturmadan verilen bu karma yaklaşımlar çocukları ve gençleri bambaşka yönlere götürebilmektedir.

Uluslararası Stratejik ve Politik Araştırmalar Merkezi’nin 17 ilde 1850 lise talebesi arasında yaptığı bir araştırmanın sonuçları, bizlere gençliğin durumu ile ilgili maalesef pek iç açıcı olmayan neticeler veriyor. İlk bakışta sonuçlar biraz abartılı gibi görünse de araştırmanın özet sonuçları şu şekildedir:

Araştırmaya göre gençlerin %72’si sigara kullanıyor. ”Alkol kullandınız mı?” sorusuna “evet” diyenlerin oranı %66. Hayatlarında bir kere deneme maksadı ile de olsa uyuşturucu kullanma oranı da çok yüksek: %65

Gençlerin idolleri arasında birinci sırada Polat Alemdar var. En çok korktukları ÖSS. Araştırmaya katılanların %46’sı en son ne zaman kitap okuduğunu hatırlamıyor. Gençlerin internette chat yapma oranı %43.

Bu araştırmanın sonuçlarının ortaya çıkardığı tablo, hoş bir tablo değil. Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin, hayatlarının en güzel çağlarını verimli geçirmedikleri gün gibi ortada. Bugün iyi yetişmeyen gençliğin yarınında problemli bir toplum yapısının ortaya çıkacağı da maalesef bir vakıa.

Ülkemizde ilköğretim, lise, meslek liseleri ve üniversite öğrencilerinin yekûnü 20 milyon dolaylarında. Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK sorumluluğunda eğitim gören çocuklarımızın ve gençlerimizin bu hale gelmesinde pay sahibi olanlar bu araştırmanın sonuçları üzerinde daha ciddiyetle düşünmek zorundalar. Ayrıca, ailelerimiz ve toplumumuzun sorumluluk sahibi tüm birimleri de bu sonuçlardan kendi hisselerine düşen dersleri çıkartmak mecburiyetindeler.

Hem terbiye, yani yüksek insanlık ideali noktasında yetişme,  hem meslekî yeterlilik, hem yeterli bilgi donanımı, hem gerekli araştırma ruhu ve ilmî merak, hem de kendini Yaratan Rabbi’nin istekleri doğrultusunda yaşama arzusu gençlerimizde olmasını istediğimiz önemli özelliklerden ve değerlerden öne çıkanları…

Gerek ailelerimizin, gerek eğitim sistemimizin, gerekse de toplumumuzun tümünün bu hedefler çerçevesinde ortak bir noktaya gelmesi en büyük arzumuz… Ancak bu sayede daha kaliteli bir gençliğe ve sonrasında da daha kaliteli bir toplumsal yapıya kavuşabiliriz.

ERHAN ERKEN

 

UZUN İNCE BİR YOLDAYIZ

1980 öncesi yıllarda lisede okuyordum. Ben gündüzlü olmama rağmen, okuduğum okul, genelde öğrencilerin yatılı olarak kaldıkları bir kurumdu. Saat 15:30 civarında dersler sona erer ve biz gündüzlüler okuldan ayrılırdık. Yatılı arkadaşlar saat 17:00’ye kadar teneffüs yaparlar, 17:00’den sonra da etüde girerlerdi. Okulumuzda akşamüstü, akşam yemeğinden sonra ve sabah etütleri vardı. Etütlerde üst sınıftakiler etüt ağabeyleri olarak sınıfların başında bulunur, hem kendi derslerini yapar hem de alt sınıflardaki kardeşlerinin derslerinde zorlandıkları yerlerde onlara yardımcı olurlardı.

Etüt ağabeyleri etüde girdikleri sınıfın her konuda ağabeyi olurdu.. Bu ağabeylik-kardeşlik sistemi, okulumuzun birçok sınıfında,,hayatın sonraki devrelerinde de devam eden bir yapıya dönüşmüştü. Yıllar ilerledikçe, o ağabeylik kardeşlik münasebetlerinin önemini çok daha iyi anlar olduk.

Lise tahsili yıllarımdan etüt saatlerinin yanı sıra hatırımda kalan diğer bir uygulama da “eğitsel kol” adıyla faaliyet gösteren kulüplerdi. Teneffüslerde ve derslerin hafif olduğu zamanlardaki etüt saatlerinde, öğrenciler seçmiş oldukları eğitsel kollarda yine ağabeylerin nezaretine farklı farklı alanlarda çalışmalar yaparlardı. Kültür Edebiyat Kolu, Dergi Neşriyat Kolu, Müzik Kolu, Tiyatro Kolu, Folklor Kolu, Fotoğrafçılık Kolu, Gezi Kolu, Köycülük Kolu, Yeşilay Kolu vb… Bu eğitsel kolların hepsinin bir rehber öğretmeni bulunurdu, fakat okulun yapısı gereği ağabeyler bu kollarda ve öğrenciler üzerinde önemli bir etkiye sahipti…

Benim okuduğum devrelerde en prestijli kollar Kültür Edebiyat, Dergi Neşriyat, Folklor, Müzik ve Tiyatro kollarıydı. Buralarda harıl harıl kitaplar okunur, sınıf gazeteleri ve bazen de lise çapında dergiler çıkarılır, folklorda, çeşitli yörelerin oyunları çalışılır, piyesler sahneye konulur, müzik topluluğu, liseler arasındaki yarışmalarda başarılı sonuçlar alırdı.

Gençlik yıllarım içinde çok farklı ailelerden gelen arkadaşlarımın, eğitsel kol çalışmaları içerisinde  daha farklı yönlere doğru gittiklerini müşahede ediyordum. Yaşadığımız tecrübeler ışığında, eğitsel kol ve kulüp çalışmalarının istenildiği oranda hayra da şerre de hizmet edebilecek çok önemli mekanizmalar olduğu gerçeği zihnimde yer etmeye başlamıştı.

Bundan yaklaşık 19 sene evvel bir grup arkadaşla birlikte okul öncesi eğitim çalışmalarına başladık. Öncelikle kendi çocuklarımızın eğitimi, ana ilgi merkezimizdi. Bununla birlikte ilk ve orta öğretim çağı çocukları için Etüd Merkezi türü bir çalışma yapmak da kısa ve orta vadeli hedeflerimiz arasındaydı. Lise çağlarındaki etüd saatleri ve eğitsel kol çalışmalarının önemi her an zihnimizi meşgul ediyor, yakın arkadaş grupları arasında bu konunun en iyi nasıl gerçekleştirileceği üzerinde görüşmeler yapıyorduk.

Bizim pratiğimizde, yatılı bir okuldaki etüt sistemi ve eğitsel kol faaliyetleri tabiidir ki geçmişteki şekliyle aynen uygulanamazdı. Fakat fonksiyonları itibariyle benzer bir sistemi kurgulamak mümkündü. Zaten, Milli Eğitim Sistemi içerisinde de Etüt Eğitim Merkezleri adıyla bahsettiğimiz sistemi andıran kurumlar tanımlanmıştı.

Bayrampaşa Belediyesi yöneticileri 2004 yılı içinde, yıllarca zihinlerimizde kurguladığımız yapının gerçekleşebilmesine imkân sağlayan bir mekânı oluşturdular. Bayrampaşa Bilgi Merkezi adıyla faaliyete başlayan bu mekân, uzun süren istişareler neticesinde çok yönlü bir hizmet alanı olarak ortaya çıktı.

9–15 yaş arasındaki gençliğe ilk adım çağındaki çocuklarımızın mümkün olduğu oranda her tür ihtiyacının düşünüldüğü Bilgi Merkezi’nde,  çocuklarımız, okul dışı zamanlarını artık çok daha verimli olarak geçiriyorlar. Bir yandan derslerini çalışıyorlar, diğer yandan da isteklerine ve eğilimlerine uygun alanlarda uzman eğitimciler ve rehberler nezaretinde zamanlarını kulüp çalışmaları içerisinde en iyi şekilde değerlendiriyorlar.

Farklı kulüplerdeki aktivitelerin yanı sıra çocuklarımıza toplu seminerler de veriliyor. Bu seminerlerde çocuklarımız konularının uzmanı kişilerce genel manada bilgilendiriliyorlar.

Merkezde, basın yayın kulübüne devam eden çocukların önderliğinde bir bülten de hazırlanıyor. Hayal Treni adı verilen bu çalışmanın ilk sayısı şu sıralarda baskıda. (Bu cümleyi güncelleyelim mi?

Eğitim konusundaki genel yaklaşımımızın bir sonucu olarak çocuklarımızın aileleri de bizim ilgi alanımız içerisinde. Kaliteli bir eğitimin, aileler ile işbirliği içerisinde yapıldığı oranda başarılı olacağına inandığımızdan,  merkezimizde aileler ile sohbet programları düzenlemeye de  başladık. Çok kısa bir süre içerisinde bizlerden gelecek mesajlara en yüksek düzeyde katılımla cevap verileceğine inanıyoruz.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi’nin diğer önemli bir sorumluluğu da alanında ilklerden biri olması. Bu türde kurumların İstanbul ve Türkiye genelinde bir hizmet türü olarak çok kısa bir sürede yayılacağına samimiyetle inanmaktayız.

Kendi alanımızda mükemmele yakın bir çalışma ortaya koyabildiğimiz ölçüde, bizleri örnek alacak kardeş kurumlarımızın seviyelerinin de yüksek olacağına inanıyoruz. Muhakkak ki her kurulan, yeni yer bir öncekini geçmeye, orada yapılanlardan daha güzel şeyler yapmaya çalışacaktır. Bu hizmet yarışı da kaliteyi artıracaktır. İlk olanlar ne kadar başarılı ve kapsamlı çalışmalar ortaya koyarsa, tarihsel sorumluluklarını da o derecede yerine getirmiş olacaklardır.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi ekibi tamamen bu motivasyonla çalışıyor ve Bayrampaşa Belediyesi’nin sağladığı imkânlarla çıtayı olabildiğince yukarıya çıkarmaya gayret ediyor.

Bilgi Merkezi çalışması geniş bir ekibin gayretlerinin bir sonucu. Bu çalışmanın, yapıcı tenkitler, daha iyiyi bulma noktasındaki teklifler ve işini iyi yaptığı oranda da ölçülü taltiflerle inşallah daha güzele doğru gideceğine inanıyoruz. Gayret bizden, başarı Allah’tandır.

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi Yıl: 2005

BİTMEYEN KRİTİK SÜREÇLER

Türkiye gibi iki ana kıtanın kesiştiği ve diğer büyük bir kıta ile komşu olduğu bir coğrafyada yaşayan insanlar ’ülkemizin içinde bulunduğu kritik süreç’ cümlesini adeta ezberlemişlerdir. Bu cümleyi ilk duyduğum zamanlar 1970’li yılların başıydı.

Anarşik eylemler sürekli radyoda ve gazetelerde yer alıyordu. Henüz 10 yaşlarında bir ilkokul öğrencisi idim. Kaçırılan insanlar, güvenlik güçleri ile silahlı mücadeleye giren anarşistler. O sıralarda 12 Mart 1971 muhtırası verilmişti. Etrafımda gelişen olaylara ilgi duymaya çalışıyor, babamın arkadaş meclisinde aferin almak için o zamanın başbakanı ve hükümet üyelerine ezberlemeye gayret ediyordum. Sürekli değişen başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri beni serseme döndürmüştü ve bu uğraştan vazgeçmiştim. Yine o tarihlerde üç genç adam idam edilmişlerdi. Etrafımın tesiriyle bende oluşan intiba devleti yıkmaya çalışan çok kötü insanların asılarak imha edildiği şeklindeydi. Bugünden geriye bakınca koca koca adamların dolduruşuna gelen 23-24 yaşlarında gencecik insanların, o devrin tüm günahını yüklenmelerinden öte bir olay değildi.. Çocuk aklımla ülkemizin içinden geçtiği ilk kritik süreçti bu..

Derken 1974 Kıbrıs Barış Harekatı patlak verdi. Ayşe tatile çıktıktan az bir süre sonra, Kıbrıs’ın yarısına yakınını ele geçirdik. Dostumuz(?) olan ülkeler ve bugünkü stratejik ortağımız bize ambargo koydular.. Heyecanlı ve kritik bir devreydi. Şenlikköy’de yazlık evimizin arka komşuları olan Rum ailenin korka korka bizi ziyarete geldiğini ve bizim dostumuz olduklarını söyledikleri günü bu gün gibi hatırlıyorum.

1975’lerden sonraki dönemde artık daha bir büyümüştüm. Hele 1980 yılına gelirken yaşadığımız son üç yıl, hem ülke hem de bizler için kritik devrelerdi. Her gün girmeye alıştığımız kuyruklar ekonomik durumun önemli bir göstergesiydi. Gümrük duvarları ile korunan, ithal ikameci ve kapalı bir ekonominin ülkeyi getirdiği kötü sonu yaşıyorduk. Her sabah evden çıkarken Ayet el Kürsi, Felak Nas surelerini büyük bir titizlikle okuyor ve çekine çekine okula gidiyordum. Her gün, her mevsim ve her yıl kritikti… Patlayan silahlar, yakınımızda ölen arkadaşlarımız, ağabeylerimiz, o gün için içten içe kızdığımız fakat bu gün geriye baktığımızda üzüntü duyduklarımız… Hepsi ama hepsi kritik hem de çok kritik süreçlerdi.

1970’lerin sonunda uluslar arası düzeyde yaşanan en önemli olaylardan biri Rusların Afganistan’ı işgaliydi. Afgan müslümanlarının on küsür yıl boyunca Ruslara karşı gösterdikleri şanlı direniş, dünyanın bir çok bölgesinde ve tabii ülkemizde de takdirle izlendi.

Derken, yanı başımızdaki İran’da yaşanan ihtilali büyük bir dikkatle izledik. Kudretli Şah’ın ülkesini terk etmek zorunda kalışı, küçümsenen mollaların ülke yönetimine hakim olmaları tüm dünyada büyük yankılar uyandırdı.

Tam bu sıralarda, problemler içinde çalkalanan ve kritik bir süreçten geçmeye çalışan ülkemizde yeni bir darbe oldu. Çok sayıda insanın tutuklandığı, devletin her kesiminin askeri bir mantıkla yeniden reorganize edildiği bir süreç yaşanmaya başladı. Üniversiteye yeni başladığımız bu yıllarda,12 Eylül Darbesinin ucu bize de değer mi diye gelişmeleri endişe ile takip ettik. Bir ara herkesin takip edildiği, telefonların dinlendiği haberlerini öyle ciddiye almıştık ki çok normal telefon konuşmalarında bile rumuzlar kullanmaya başlamıştık. 20 Yaşlarında insanların zihinlerine kazınan güvensizlik ve tedirginlik, bir neslin iç dünyasını kimbilir ne hallere sokuyordu…

Bölgemize Çekiç Güç geldi. Genç aklımızla bir türlü hazmedemedik.12 Eylül sonrası ülke muhafazakar aydınlara teslim edildiğinde ise bir çokları sevinirken bir bölümümüz de olayları buruk bir yüz ifadesi ile izledi. Bu devrelerde sınırlarımızın yanı başında, komşularımız olan İran ile Irak’ın yıllarca süren savaşları hepimizi derinden üzüyordu. Müslümanların tüm birikimleri batılı silah endüstrisini besliyordu. Petrol ile gelen gelir silah alımı için geri gidiyordu. Gençler ölüyor, şehirler yıkılıyor, kutsal mekanlar bombalanıyor, düşmanlıklar körükleniyor, suni sınırlarla ayrılan ülkeler derin yaralar açılarak birbirlerinden kopuyorlardı İçe döndüğümüzde de ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu.

Dışa açılıyorduk. Bir yandan dünya sistemine entegre oluyor, bir yandan da yurt içinde kapitalist sistem daha bir kökleşiyordu. İktidardaki kişiler muhafazakar kimselerdi. Bize mi, yoksa başkalarına mı numara yapıyorlardı. Herhalde başkalarına numara yapıyorlar diye inanmak istiyorduk fakat yediğimiz golleri bir türlü izah edemiyorduk. Paramız konvertıbl oluyor, ülkeyi kötü günlere götüren eski(!) liderler yeniden siyaset yapma hakkı kazanıyorlardı.. Tüm bunlar kendi dönemlerinde hep kritik devrelerdi.

1980’lerin ikinci devresinde hafızamıza kazınan en acıklı olaylardan biri Halepçe katliamıydı. Komşumuz Irak’ın bize en yakın bölgelerinden birinde binlerce insan, çoluk çocuk dahil kimyasal silahlarla katledilmişti.

Derken Berlin duvarı yıkıldı. Sovyetler Birliği Gorbaçov’un perestroykası ile birlikte ciddi bir sistem değişikliğine gitmeye başladı. Lisede yıllarca mücadele ettiğimiz Rus rejimi taraftarı olan marksist arkadaşlarıma karşı 10 yıl sonra büyük bir zafer kazanmıştım. Artık dayanacakları bir sistem kalmamıştı. İşin hakikati, yıllar önceki bu mücadelemiz çoktan bitmiş, dünya da çok ama çok değişmişti. Yıkılan Berlin duvarı soğuk savaş döneminin de sonuydu. Batı Medeniyeti bir düşmanını kaybetmişti. Yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Bu düşman ise maalesef Müslümanlar olacaktı. Hem dünya, hem de bizler, yine kritik bir süreçten geçiyorduk..

Derken Irak’ın Kuveyt’i işgali, Amerikanın önderliğinde çok uluslu güçlerin Saddam’a haddini bildirmesi süreci başladı. Bir koyup iki alma hayalindeki Türkiye adeta havasını alarak ve bir çok problemi de çözme mecburiyetinde kalarak kritik bir sürece daha girdi… Batılıların desteği ile İran’a saldıran da aynı Saddam’dı, Batılılara aldırmadan (belki de haddinden fazla aldırarak) Kuveyt’i işgal eden de yine aynı adamdı. Hem ülkesi, hem halkı hem de komşuları olarak bizler harap oluyorduk…Eskilerin deyimiyle karagöz halt ediyor Hacivat ceremesini çekiyordu. Turizme yönelik bir işe giriştiğim bu devrede, işlerimizin adeta durma noktasına gelmesini ve bizim de bu süreci hakikaten kritik bir şekilde yaşadığımızı hiçbir zaman unutamamışımdır. Irak’a yapılan ambargodan yine en büyük zararı zavallı Iraklılarla birlikte benim ülkem ve halkım, yani bizler, çekiyordu…

1990 ‘lı yıllar iç borçlanma maceramızın hızlandığı yıllardı. 1994 yılında MÜSİAD yayınladığı bir raporla, iç borcun, tedbir alınmadığı takdirde 1999 yılında ülkeyi iflasa götüreceğini açıkladığında birçokları felaket tellallığı yapmakla suçluyorlardı. Çok önemli ve kritik sürecin yaklaşmakta olduğunu aklı selim sahibi insanlar önceden farketmişlerdi.

90’lı yılların bir diğer önemli gelişmesi medeni(!) batının tam göbeğinde Bosna Hersek’de yıllarca yaşanan insanlık dramıydı. Silahlı Sırplar masum Bosnalıları tüm dünyanın gözü önünde katlederken, güçlü(!) ülkelerin yardım eli sırf Müslüman oldukları için onlara uzanmıyordu. Uluslararası Hukuk, İnsan Hakları gibi evrensel değerlerin ne işe yaradıklarının görülmesi açısından ibretli bir zaman dilimini tüm dünya ile beraber yaşadık. Körfezde petrole bulanmış bir karabatağa gösterilen ihtimam, Bosna’da katledilen binlerce insana gösterilmemişti. Asrın en kritik süreçlerinden biri dost, müttefik ve stratejik ortaklarımız tarafından uzunca bir süre adeta görmezden gelinmişti.

1990’lı yılların yurt içindeki önemli ve sürekli bir gündemi de güneydoğudaki PKK ile mücadele adı altında devam eden düşük yoğunluklu harpti. Ciddi ve kritik bir dönem olan bu devre, APO’nun teslim edilmesi ile büyük bir azalma trendi içine girdi.Yüzmilyarlarca dolar ve 30000’in üzerine vatan evladını kaybettiğimiz bu savaş, Türkiye’nin 20.yüzyılda en çok kayıp verdiği mücadeleydi.

Yine, 1994 5 Nisan Krizi çok önemli bir kritik devre olarak tarihe geçecekti. Kamu maliyesinde yaşanan kriz ve döviz fiyatlarındaki ani artış özel sektör firmalarının büyük çoğunluğunda yıkımlara yol açmıştı. Ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu. Bu devrede alınan bir karar ülkemizde daha sonraları karşılaşacağımız Bankalar krizinin adeta zeminini oluşturması bakımından çok önemliydi. Özel Bankalardaki mevduata devlet garantisi getiriliyordu. Bunun ne manaya geldiğini, 2000’li yılların başından itibaren gündemimizde önemli bir yer tutacak olan Bankaların, kamu maliyesine, dolayısıyla da ülkeye verdikleri zararı gördüğümüzde daha iyi anlayacaktık. Fakat iş işten geçmişti…

1996 Yılı başında Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkeleriyle Gümrük Birliği macerası başladı. Çok stratejik ve kritik bir sürece daha girilmişti. Avrupa Birliğinin karar organlarında yer almıyorduk fakat ülkemizin zayıf ekonomisi Avrupa ile Gümrüklerin kaldırıldığı bir sürece giriyordu. Bir çok sektör için çok kritik bir karardı.

1996 Yılı haziran ayında Erbakan’ın Başbakan olması ile demokratik açıdan çok normal fakat başka açılardan da çok kritik bir süreci daha yaşamaya başladık. Bu süreç 28 Şubat 1997 MGK kararları ile daha problemli yeni bir devrenin başlamasına yol açtı. 1997 Yılı Haziran ayı ortalarında 12 Eylül ihtilalini yaşayan bizim nesil, yeni bir ihtilalin ayak seslerini adeta çok yakınımızda hissettik. Çok kritik ve tarihi bir sürece daha girmiştik.

Erbakan Hoca gitti, fakat maksat hasıl olmadı. 1990’lı yılların makro ekonomik dengeler açısından neredeyse en iyi devresi olan bu dönem nedense bazı kesimleri hiç memnun etmemişti. İnançlı insanlara, kurumlara, firmalara karşı sistemli bir sürek avına girişildi. Ülkede yeşilin neredeyse her tonu potansiyel suçlu muamelesi gördü. Ülkenin en çok İmam Hatip Okulu açmakla övünen kişisinin Devletin başında olduğu bir dönemde İmam Hatiplerin ve Kur’an Kurslarının adeta ipi çekildi. Bir nesil için çok kritik bir gelişme daha tarih sayfalarına yazıldı.

1997’den itibaren gelişen Rusya ve daha sonraları gündeme gelen Uzak Doğu ekonomik krizleri Dünya Ekonomisi ve ülkemizi için hep kritik süreçlerdi. 2000 Yılında Devlet, tüm organları ile önemli bir karar vererek 18 ay boyunca döviz kurunu sabit tutacağını ve buna bağlı olarak bir makro ekonomik denge politikası uygulayacağını ilan ettiğinde, ülke için yepyeni bir dönemin açıldığına inanmak istiyorduk. Riskli ve kritik bir dönemdi fakat kararların altında uluslar arası sistem ile anlaşan bir Devlet vardı, dolayısıyla uygulanma ihtimali yüksek görünüyordu.. 2000 yılını sonuna doğru bu politikanın yürümeyeceği görülmeye başladı. Devlete inananlar (başta ben olmak üzere) bir gol daha yemişlerdi. Bankacılık sektöründe patlak veren kriz ve ardından 2001 Şubat krizi sistemi yeni baştan alt üst etti. Derken Derwish’li günlerimiz başladı..

11 Eylül 2001’de ABD’de ikiz kulelerin yerle bir olması Dünya Sistemi açısından kritik yeni bir devrenin daha başlamakta olduğunun habercisiydi. Bu olayla birlikte adeta Global bir 28 Şubat süreci başladı. Çift kutuplu dünya sisteminin sona ermesi ile neredeyse tek global güç haline gelen ABD, yeni bir dünya dizaynına girişiyordu. İlk operasyon İran, Rusya ve Çin üçgeninin ortasındaki Afganistan’a yapıldı. Simge adam Usame Bin Ladin yakalanamadı fakat Afganistan üzerine tonlarca bomba yağdı. Sonuçta dünya devinin isteğine uygun mutemed kişilerin kontrolünde bir düzen kuruldu. Kritik bir süreçten daha geçilmişti. Afganistan işgalinde BM başta olmak üzere neredeyse tüm uluslar arası arenayı arkasına alan ABD, yeni bir hamle ile bu kez rotayı Irak’a doğru çevirdi.

Türkiye, 3 Kasım seçimleri ile yepyeni bir iktidara kavuştu. 1997’den beri sıkıntı içinde bunalan ülke insanı yeni bir umutla yeni hükümetini karşılarken, ülke ve dünya yine kritik bir sürecin içine daha girmeye başladı. Avrupa Birliğine aday ülke statüsü kazanma yolunda tatmin edici olmasa da bir görüşme takvimi almanın verdiği buruk sevincin ardından, yanı başımızda ciddi bir savaşın tamtamları çalmaya başladı. Kritik süreçler içinde büyümüş nesillerin yeni bir sınavı daha başlamakta..

Bir tarafta, Stratejik ortak ABD, İngiltere ve Orta Doğu’da çıban başı gibi yıllardır tüm BM kararlarına meydan okuyarak silahlanan İsrail ekseninin dayattığı savaş gerçeği… Bir yanda, Halkına karşı Halepçe’de kimyasal silah kullanan, İran ve Kuveyt ile haksız hukuksuz savaşlara giren, bir çok kere de Türkiye’yi tehdit eden, OrtaDoğu’nun kontrol dışı lideri Saddam Hüseyin’in yönetimindeki kardeş Irak halkı… Muhtemel bir savaşın kırılgan ülke ekonomisine vereceği onarılmaz zararlar.. Yaklaşan savaşın, Orta Doğu’daki petrol başta olmak üzere hammadde kaynaklarının kontrolü ve yeni dünya düzeninin oluşumu sürecinde insiyatif kazanma hedefine yönelik olmasının verdiği rahatsızlık. Krizin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan BM merkezli Uluslararası Sistemi bile dikkate almayacak bir yöne doğru seyretmesi. ABD, İngiltere, İsrail ekseni karşısında, Avrupa Birliğinin iki önemli gücü Almanya ve Fransa’nın karşı durması, Rusya’nın ve Uzak Doğu’nun gelişen gücü Çin’in itirazi duruşlarının savaş ihtimalinin boyutlarını genişletici bir keyfiyet arzetmesi. Muhtemel bir savaşın Osmanlı sonrası suni sınırlarla ayrılmış Orta Doğu coğrafyasında oluşturacağı daha köklü parçalanmaların vereceği uzun dönemli zararlar… Ve daha birçok sıkıntılı değişken…. Ülkemiz ve dünya çok kritik bir dönemden daha geçiyor. Önemli olan, bundan önceki tüm kritik dönemeçlerde olduğu gibi, bu kritik dönemde de doğru adımların atılması, tarih ve gelecek nesiller önünde savunabileceğimiz bir pozisyonda durulabilmesidir. Birinci öncelik meşruiyet zemini çok tartışmalı olan bu savaşın önlenebilmesidir. ABD-İngiltere ve İsrail üçgeni, stratejik ortağımız da olsalar yapacakları tüm hareketleri, meşru ve tüm ülkeler tarafından kabul edilebilir bir zeminde izah edebilmelidirler. Türkiye kardeş Irak Halkının zarar göreceği bir savaşın kesinlikle tarafı olmamalıdır. Orta Doğu bölgesi ve halklarının, yüzyıllardır birlikte yaşadığımız ve dünyanın sonuna kadar da beraber yaşayacağımız topluluklar olduğu gerçeği hiçbir hal ve şartta göz ardı edilmemelidir. Dünya’daki hammadde kaynaklarının adaletli kullanımı konusunda, sadece askeri açıdan güçlülerin değil, tüm dünya halklarının söz hakları olduğu gerçeği sürekli vurgulanmalıdır. Son olarak unutulmaması gereken en hayati gerçek şudur ki, insanlar ve toplumlar için kritik süreçler hep var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Aslolan o kritik süreçleri doğrunun, haklının yanında ve adaletten ayrılmadan geçebilmeye çalışmaktır.

Erhan Erken