BİTMEYEN KRİTİK SÜREÇLER

Türkiye gibi iki ana kıtanın kesiştiği ve diğer büyük bir kıta ile komşu olduğu bir coğrafyada yaşayan insanlar ’ülkemizin içinde bulunduğu kritik süreç’ cümlesini adeta ezberlemişlerdir. Bu cümleyi ilk duyduğum zamanlar 1970’li yılların başıydı.

Anarşik eylemler sürekli radyoda ve gazetelerde yer alıyordu. Henüz 10 yaşlarında bir ilkokul öğrencisi idim. Kaçırılan insanlar, güvenlik güçleri ile silahlı mücadeleye giren anarşistler. O sıralarda 12 Mart 1971 muhtırası verilmişti. Etrafımda gelişen olaylara ilgi duymaya çalışıyor, babamın arkadaş meclisinde aferin almak için o zamanın başbakanı ve hükümet üyelerine ezberlemeye gayret ediyordum. Sürekli değişen başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri beni serseme döndürmüştü ve bu uğraştan vazgeçmiştim. Yine o tarihlerde üç genç adam idam edilmişlerdi. Etrafımın tesiriyle bende oluşan intiba devleti yıkmaya çalışan çok kötü insanların asılarak imha edildiği şeklindeydi. Bugünden geriye bakınca koca koca adamların dolduruşuna gelen 23-24 yaşlarında gencecik insanların, o devrin tüm günahını yüklenmelerinden öte bir olay değildi.. Çocuk aklımla ülkemizin içinden geçtiği ilk kritik süreçti bu..

Derken 1974 Kıbrıs Barış Harekatı patlak verdi. Ayşe tatile çıktıktan az bir süre sonra, Kıbrıs’ın yarısına yakınını ele geçirdik. Dostumuz(?) olan ülkeler ve bugünkü stratejik ortağımız bize ambargo koydular.. Heyecanlı ve kritik bir devreydi. Şenlikköy’de yazlık evimizin arka komşuları olan Rum ailenin korka korka bizi ziyarete geldiğini ve bizim dostumuz olduklarını söyledikleri günü bu gün gibi hatırlıyorum.

1975’lerden sonraki dönemde artık daha bir büyümüştüm. Hele 1980 yılına gelirken yaşadığımız son üç yıl, hem ülke hem de bizler için kritik devrelerdi. Her gün girmeye alıştığımız kuyruklar ekonomik durumun önemli bir göstergesiydi. Gümrük duvarları ile korunan, ithal ikameci ve kapalı bir ekonominin ülkeyi getirdiği kötü sonu yaşıyorduk. Her sabah evden çıkarken Ayet el Kürsi, Felak Nas surelerini büyük bir titizlikle okuyor ve çekine çekine okula gidiyordum. Her gün, her mevsim ve her yıl kritikti… Patlayan silahlar, yakınımızda ölen arkadaşlarımız, ağabeylerimiz, o gün için içten içe kızdığımız fakat bu gün geriye baktığımızda üzüntü duyduklarımız… Hepsi ama hepsi kritik hem de çok kritik süreçlerdi.

1970’lerin sonunda uluslar arası düzeyde yaşanan en önemli olaylardan biri Rusların Afganistan’ı işgaliydi. Afgan müslümanlarının on küsür yıl boyunca Ruslara karşı gösterdikleri şanlı direniş, dünyanın bir çok bölgesinde ve tabii ülkemizde de takdirle izlendi.

Derken, yanı başımızdaki İran’da yaşanan ihtilali büyük bir dikkatle izledik. Kudretli Şah’ın ülkesini terk etmek zorunda kalışı, küçümsenen mollaların ülke yönetimine hakim olmaları tüm dünyada büyük yankılar uyandırdı.

Tam bu sıralarda, problemler içinde çalkalanan ve kritik bir süreçten geçmeye çalışan ülkemizde yeni bir darbe oldu. Çok sayıda insanın tutuklandığı, devletin her kesiminin askeri bir mantıkla yeniden reorganize edildiği bir süreç yaşanmaya başladı. Üniversiteye yeni başladığımız bu yıllarda,12 Eylül Darbesinin ucu bize de değer mi diye gelişmeleri endişe ile takip ettik. Bir ara herkesin takip edildiği, telefonların dinlendiği haberlerini öyle ciddiye almıştık ki çok normal telefon konuşmalarında bile rumuzlar kullanmaya başlamıştık. 20 Yaşlarında insanların zihinlerine kazınan güvensizlik ve tedirginlik, bir neslin iç dünyasını kimbilir ne hallere sokuyordu…

Bölgemize Çekiç Güç geldi. Genç aklımızla bir türlü hazmedemedik.12 Eylül sonrası ülke muhafazakar aydınlara teslim edildiğinde ise bir çokları sevinirken bir bölümümüz de olayları buruk bir yüz ifadesi ile izledi. Bu devrelerde sınırlarımızın yanı başında, komşularımız olan İran ile Irak’ın yıllarca süren savaşları hepimizi derinden üzüyordu. Müslümanların tüm birikimleri batılı silah endüstrisini besliyordu. Petrol ile gelen gelir silah alımı için geri gidiyordu. Gençler ölüyor, şehirler yıkılıyor, kutsal mekanlar bombalanıyor, düşmanlıklar körükleniyor, suni sınırlarla ayrılan ülkeler derin yaralar açılarak birbirlerinden kopuyorlardı İçe döndüğümüzde de ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu.

Dışa açılıyorduk. Bir yandan dünya sistemine entegre oluyor, bir yandan da yurt içinde kapitalist sistem daha bir kökleşiyordu. İktidardaki kişiler muhafazakar kimselerdi. Bize mi, yoksa başkalarına mı numara yapıyorlardı. Herhalde başkalarına numara yapıyorlar diye inanmak istiyorduk fakat yediğimiz golleri bir türlü izah edemiyorduk. Paramız konvertıbl oluyor, ülkeyi kötü günlere götüren eski(!) liderler yeniden siyaset yapma hakkı kazanıyorlardı.. Tüm bunlar kendi dönemlerinde hep kritik devrelerdi.

1980’lerin ikinci devresinde hafızamıza kazınan en acıklı olaylardan biri Halepçe katliamıydı. Komşumuz Irak’ın bize en yakın bölgelerinden birinde binlerce insan, çoluk çocuk dahil kimyasal silahlarla katledilmişti.

Derken Berlin duvarı yıkıldı. Sovyetler Birliği Gorbaçov’un perestroykası ile birlikte ciddi bir sistem değişikliğine gitmeye başladı. Lisede yıllarca mücadele ettiğimiz Rus rejimi taraftarı olan marksist arkadaşlarıma karşı 10 yıl sonra büyük bir zafer kazanmıştım. Artık dayanacakları bir sistem kalmamıştı. İşin hakikati, yıllar önceki bu mücadelemiz çoktan bitmiş, dünya da çok ama çok değişmişti. Yıkılan Berlin duvarı soğuk savaş döneminin de sonuydu. Batı Medeniyeti bir düşmanını kaybetmişti. Yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Bu düşman ise maalesef Müslümanlar olacaktı. Hem dünya, hem de bizler, yine kritik bir süreçten geçiyorduk..

Derken Irak’ın Kuveyt’i işgali, Amerikanın önderliğinde çok uluslu güçlerin Saddam’a haddini bildirmesi süreci başladı. Bir koyup iki alma hayalindeki Türkiye adeta havasını alarak ve bir çok problemi de çözme mecburiyetinde kalarak kritik bir sürece daha girdi… Batılıların desteği ile İran’a saldıran da aynı Saddam’dı, Batılılara aldırmadan (belki de haddinden fazla aldırarak) Kuveyt’i işgal eden de yine aynı adamdı. Hem ülkesi, hem halkı hem de komşuları olarak bizler harap oluyorduk…Eskilerin deyimiyle karagöz halt ediyor Hacivat ceremesini çekiyordu. Turizme yönelik bir işe giriştiğim bu devrede, işlerimizin adeta durma noktasına gelmesini ve bizim de bu süreci hakikaten kritik bir şekilde yaşadığımızı hiçbir zaman unutamamışımdır. Irak’a yapılan ambargodan yine en büyük zararı zavallı Iraklılarla birlikte benim ülkem ve halkım, yani bizler, çekiyordu…

1990 ‘lı yıllar iç borçlanma maceramızın hızlandığı yıllardı. 1994 yılında MÜSİAD yayınladığı bir raporla, iç borcun, tedbir alınmadığı takdirde 1999 yılında ülkeyi iflasa götüreceğini açıkladığında birçokları felaket tellallığı yapmakla suçluyorlardı. Çok önemli ve kritik sürecin yaklaşmakta olduğunu aklı selim sahibi insanlar önceden farketmişlerdi.

90’lı yılların bir diğer önemli gelişmesi medeni(!) batının tam göbeğinde Bosna Hersek’de yıllarca yaşanan insanlık dramıydı. Silahlı Sırplar masum Bosnalıları tüm dünyanın gözü önünde katlederken, güçlü(!) ülkelerin yardım eli sırf Müslüman oldukları için onlara uzanmıyordu. Uluslararası Hukuk, İnsan Hakları gibi evrensel değerlerin ne işe yaradıklarının görülmesi açısından ibretli bir zaman dilimini tüm dünya ile beraber yaşadık. Körfezde petrole bulanmış bir karabatağa gösterilen ihtimam, Bosna’da katledilen binlerce insana gösterilmemişti. Asrın en kritik süreçlerinden biri dost, müttefik ve stratejik ortaklarımız tarafından uzunca bir süre adeta görmezden gelinmişti.

1990’lı yılların yurt içindeki önemli ve sürekli bir gündemi de güneydoğudaki PKK ile mücadele adı altında devam eden düşük yoğunluklu harpti. Ciddi ve kritik bir dönem olan bu devre, APO’nun teslim edilmesi ile büyük bir azalma trendi içine girdi.Yüzmilyarlarca dolar ve 30000’in üzerine vatan evladını kaybettiğimiz bu savaş, Türkiye’nin 20.yüzyılda en çok kayıp verdiği mücadeleydi.

Yine, 1994 5 Nisan Krizi çok önemli bir kritik devre olarak tarihe geçecekti. Kamu maliyesinde yaşanan kriz ve döviz fiyatlarındaki ani artış özel sektör firmalarının büyük çoğunluğunda yıkımlara yol açmıştı. Ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu. Bu devrede alınan bir karar ülkemizde daha sonraları karşılaşacağımız Bankalar krizinin adeta zeminini oluşturması bakımından çok önemliydi. Özel Bankalardaki mevduata devlet garantisi getiriliyordu. Bunun ne manaya geldiğini, 2000’li yılların başından itibaren gündemimizde önemli bir yer tutacak olan Bankaların, kamu maliyesine, dolayısıyla da ülkeye verdikleri zararı gördüğümüzde daha iyi anlayacaktık. Fakat iş işten geçmişti…

1996 Yılı başında Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkeleriyle Gümrük Birliği macerası başladı. Çok stratejik ve kritik bir sürece daha girilmişti. Avrupa Birliğinin karar organlarında yer almıyorduk fakat ülkemizin zayıf ekonomisi Avrupa ile Gümrüklerin kaldırıldığı bir sürece giriyordu. Bir çok sektör için çok kritik bir karardı.

1996 Yılı haziran ayında Erbakan’ın Başbakan olması ile demokratik açıdan çok normal fakat başka açılardan da çok kritik bir süreci daha yaşamaya başladık. Bu süreç 28 Şubat 1997 MGK kararları ile daha problemli yeni bir devrenin başlamasına yol açtı. 1997 Yılı Haziran ayı ortalarında 12 Eylül ihtilalini yaşayan bizim nesil, yeni bir ihtilalin ayak seslerini adeta çok yakınımızda hissettik. Çok kritik ve tarihi bir sürece daha girmiştik.

Erbakan Hoca gitti, fakat maksat hasıl olmadı. 1990’lı yılların makro ekonomik dengeler açısından neredeyse en iyi devresi olan bu dönem nedense bazı kesimleri hiç memnun etmemişti. İnançlı insanlara, kurumlara, firmalara karşı sistemli bir sürek avına girişildi. Ülkede yeşilin neredeyse her tonu potansiyel suçlu muamelesi gördü. Ülkenin en çok İmam Hatip Okulu açmakla övünen kişisinin Devletin başında olduğu bir dönemde İmam Hatiplerin ve Kur’an Kurslarının adeta ipi çekildi. Bir nesil için çok kritik bir gelişme daha tarih sayfalarına yazıldı.

1997’den itibaren gelişen Rusya ve daha sonraları gündeme gelen Uzak Doğu ekonomik krizleri Dünya Ekonomisi ve ülkemizi için hep kritik süreçlerdi. 2000 Yılında Devlet, tüm organları ile önemli bir karar vererek 18 ay boyunca döviz kurunu sabit tutacağını ve buna bağlı olarak bir makro ekonomik denge politikası uygulayacağını ilan ettiğinde, ülke için yepyeni bir dönemin açıldığına inanmak istiyorduk. Riskli ve kritik bir dönemdi fakat kararların altında uluslar arası sistem ile anlaşan bir Devlet vardı, dolayısıyla uygulanma ihtimali yüksek görünüyordu.. 2000 yılını sonuna doğru bu politikanın yürümeyeceği görülmeye başladı. Devlete inananlar (başta ben olmak üzere) bir gol daha yemişlerdi. Bankacılık sektöründe patlak veren kriz ve ardından 2001 Şubat krizi sistemi yeni baştan alt üst etti. Derken Derwish’li günlerimiz başladı..

11 Eylül 2001’de ABD’de ikiz kulelerin yerle bir olması Dünya Sistemi açısından kritik yeni bir devrenin daha başlamakta olduğunun habercisiydi. Bu olayla birlikte adeta Global bir 28 Şubat süreci başladı. Çift kutuplu dünya sisteminin sona ermesi ile neredeyse tek global güç haline gelen ABD, yeni bir dünya dizaynına girişiyordu. İlk operasyon İran, Rusya ve Çin üçgeninin ortasındaki Afganistan’a yapıldı. Simge adam Usame Bin Ladin yakalanamadı fakat Afganistan üzerine tonlarca bomba yağdı. Sonuçta dünya devinin isteğine uygun mutemed kişilerin kontrolünde bir düzen kuruldu. Kritik bir süreçten daha geçilmişti. Afganistan işgalinde BM başta olmak üzere neredeyse tüm uluslar arası arenayı arkasına alan ABD, yeni bir hamle ile bu kez rotayı Irak’a doğru çevirdi.

Türkiye, 3 Kasım seçimleri ile yepyeni bir iktidara kavuştu. 1997’den beri sıkıntı içinde bunalan ülke insanı yeni bir umutla yeni hükümetini karşılarken, ülke ve dünya yine kritik bir sürecin içine daha girmeye başladı. Avrupa Birliğine aday ülke statüsü kazanma yolunda tatmin edici olmasa da bir görüşme takvimi almanın verdiği buruk sevincin ardından, yanı başımızda ciddi bir savaşın tamtamları çalmaya başladı. Kritik süreçler içinde büyümüş nesillerin yeni bir sınavı daha başlamakta..

Bir tarafta, Stratejik ortak ABD, İngiltere ve Orta Doğu’da çıban başı gibi yıllardır tüm BM kararlarına meydan okuyarak silahlanan İsrail ekseninin dayattığı savaş gerçeği… Bir yanda, Halkına karşı Halepçe’de kimyasal silah kullanan, İran ve Kuveyt ile haksız hukuksuz savaşlara giren, bir çok kere de Türkiye’yi tehdit eden, OrtaDoğu’nun kontrol dışı lideri Saddam Hüseyin’in yönetimindeki kardeş Irak halkı… Muhtemel bir savaşın kırılgan ülke ekonomisine vereceği onarılmaz zararlar.. Yaklaşan savaşın, Orta Doğu’daki petrol başta olmak üzere hammadde kaynaklarının kontrolü ve yeni dünya düzeninin oluşumu sürecinde insiyatif kazanma hedefine yönelik olmasının verdiği rahatsızlık. Krizin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan BM merkezli Uluslararası Sistemi bile dikkate almayacak bir yöne doğru seyretmesi. ABD, İngiltere, İsrail ekseni karşısında, Avrupa Birliğinin iki önemli gücü Almanya ve Fransa’nın karşı durması, Rusya’nın ve Uzak Doğu’nun gelişen gücü Çin’in itirazi duruşlarının savaş ihtimalinin boyutlarını genişletici bir keyfiyet arzetmesi. Muhtemel bir savaşın Osmanlı sonrası suni sınırlarla ayrılmış Orta Doğu coğrafyasında oluşturacağı daha köklü parçalanmaların vereceği uzun dönemli zararlar… Ve daha birçok sıkıntılı değişken…. Ülkemiz ve dünya çok kritik bir dönemden daha geçiyor. Önemli olan, bundan önceki tüm kritik dönemeçlerde olduğu gibi, bu kritik dönemde de doğru adımların atılması, tarih ve gelecek nesiller önünde savunabileceğimiz bir pozisyonda durulabilmesidir. Birinci öncelik meşruiyet zemini çok tartışmalı olan bu savaşın önlenebilmesidir. ABD-İngiltere ve İsrail üçgeni, stratejik ortağımız da olsalar yapacakları tüm hareketleri, meşru ve tüm ülkeler tarafından kabul edilebilir bir zeminde izah edebilmelidirler. Türkiye kardeş Irak Halkının zarar göreceği bir savaşın kesinlikle tarafı olmamalıdır. Orta Doğu bölgesi ve halklarının, yüzyıllardır birlikte yaşadığımız ve dünyanın sonuna kadar da beraber yaşayacağımız topluluklar olduğu gerçeği hiçbir hal ve şartta göz ardı edilmemelidir. Dünya’daki hammadde kaynaklarının adaletli kullanımı konusunda, sadece askeri açıdan güçlülerin değil, tüm dünya halklarının söz hakları olduğu gerçeği sürekli vurgulanmalıdır. Son olarak unutulmaması gereken en hayati gerçek şudur ki, insanlar ve toplumlar için kritik süreçler hep var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Aslolan o kritik süreçleri doğrunun, haklının yanında ve adaletten ayrılmadan geçebilmeye çalışmaktır.

Erhan Erken

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir