SAVAŞ VE ÇOCUK

ABD ve İngiliz askerlerinin büyük çoğunluğu oluşturduğu koalisyon (!) güçlerinin Irak’a karşı giriştikleri büyük operasyon, dünyamızda savaş konusunu, gündemin ilk maddesi haline getirdi. Gerçi, 11 Eylül saldırıları sonrası Afganistan’ın işgal edilmesi ve Taliban rejimine son verilmesi sırasında da savaş, dünya gündeminde önemli bir oranda yer almıştı.

 

Irak’ın Türkiye’nin hemen güney komşusu olması, o coğrafya ile daha yakın tarihi ve kültürel ilişkilerimizin olması, bölgenin dünya dengeleri içindeki önemli yeri, ayrıca ülkemizin de savaşa girip girmeme seçenekleri ile yoğun bir şekilde karşı karşıya kalması, “son operasyonun”un gündemimizde daha fazla yer almasına yol açtı.

 

200 binin üzerinde asker, Ortadoğu’nun etrafındaki denizlerde onlarca uçak gemisiyle birlikte bölgeyi kuşatma altına aldı.  Türkiye’deki askerî üslerde yoğun hareketlenmeler yaşandı. Sınırlarımız içinde kilometrelerce uzunlukta yabancı askerî malzeme konvoylarına şahitlik edildi. Ve ardından Irak’a ve Irak halkına karşı, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş, tek taraflı bir savaş, daha doğrusu bir saldırı başlatıldı. Sonuç malum…

 

İletişimin inanılmaz ölçüde gelişmesi ile ilk olarak 1990’lı yılların başında yaşadığımız Birinci Irak krizindeki naklen savaş yayınlarını, bu defa da hüzünle izledik. Evvelki savaşın sembolü, körfezde petrole bulanmış bir karabatak iken, bu savaşın sembolü, başı sargılar içinde ağlayan küçük bir yavru ile babasının kucağında bombalarla parçalanmış bir çocuk cesedi idi.

 

Amerika ve İngiltere, Ortadoğu’da önce İran’a karşı destekleyip büyüttükleri Irak’ın, hem zengin yeraltı kaynaklarına sahip oluşu, hem de İsrail’in bölge hâkimiyetine engel olabilme potansiyelinden dolayı zayıflatılmasına ve tam olarak kontrol edilmesine karar verdiler ve bu “proje”lerini uygulamaya başladılar.

 

İşgal kuvvetlerinin, dünya dengeleri içinde gittikçe güçlenen ülkelerin artan taleplerine karşı, gerek sahip olduğu enerji kaynakları, gerekse de jeopolitik konumu açısından çok önemli olan bu bölgeyi direkt olarak kontrolde tutma isteği de,  bu tip bir politika için zemin teşkil etti.

 

Irak’a karşı uzun yıllar devam eden ambargodan ve akabinde silahsızlandırma çalışmalarından sonra, yoğun bir bombardıman başladı. Ve Irak, umulandan çok daha kısa bir sürede teslim oldu. Askerî açıdan, medyada çokça zikredilen kitle imha silahları, füzeler, tanklar, devrim muhafızları, Bağdat’ın etrafında kazıldığı ifade edilen kuyuların hiçbiri, büyütüldüğü gibi bir fonksiyon görmedi.

 

Tıpkı Afganistan’ın işgalinde bir numaralı savaş sebebi olarak gösterilen Usame Bin Ladin’in ortadan kaybolması gibi, Saddam ve yakın çevresi de ne hikmetse sırra kadem bastı.

 

Üzerinde, İslâm Tarihi’nin çok önemli olaylarının cereyan ettiği topraklar, bölgeye demokrasi getirdiğine inanan Amerika ve İngiliz askerlerinin çizmeleri altında ezildi. Tonlarca bomba atıldı, bölge halkının birlik ve beraberliğinin sembolü olan tarihî, kültürel ve dinî açıdan önemli mekânlar yerle bir oldu, baha biçilmez tarihî eserler yağmalandı. Binlerce masum insan öldürüldü, bir o kadarı da yaralandı ve sakat kaldı.

 

Savaş, insanların ruh dünyalarında onulmaz yaralar meydana getiriyor. Küçük yaşta savaşa maruz kalan çocuklar ise savaşın etkilerini hayatlarının geri kalan bölümlerinde de yaşamak durumunda kalıyor.  Yazımızın bu bölümünde savaşın çocukların halet-i ruhiyesi üzerindeki tesirlere temas edeceğim.

Irak saldırısında yüz binlerce çocuğun okulları ve evleri yıkıldı. Anaları, babaları, akrabaları öldü veya sakat kaldı. Çocuklar savaşta bedenen olduğu kadar, fizîken ve rûhen de yaralandı. Öz yurtları işgale uğradı, bir kısım yakınları direnemeyip, düne kadar düşman dedikleri insanlara, canlarını kurtarmak için boyun büktü. Minicik yavrular, tüm bu olumsuz manzaralara şahit oldular veya bizzat yaşadılar.

 

Yıllardır zulmüne tanık oldukları, belki de kısmen kanıksadıkları diktatörleri Saddam’ın, ciddi bir direniş göstermeden ortadan kaybolması, onların da çok tuhafına gitti. Kendi insanlarına dünyayı zindan eden, topraklarını ve servetlerini gasp eden, potansiyel tehlike olarak gördüklerine zehirli gaz bile atmaktan çekinmeyen Saddam’ın, eski dostları tarafından gözden çıkarılması sürecinde en büyük darbeyi, kendilerinin (yani Iraklıların ve onların yavrularının) yiyeceğini belki bu ölçüde hissetmediler.

 

Bir ülkenin topraklarının düşman güçleri tarafından işgal edilmesi ve bu ülkenin insanlarının fizîken ve rûhen teslim olmaları, bu olayın cereyan ettiği coğrafyada da derin izler bırakmaktadır. Direniş ruhunun kaybolması, yaşanılan toprakların can pahasına savunulamaması, istilacı güçlerle işbirliği içine girilmesi, o ülkenin gelecek nesillerini de menfî olarak etkileyerek, kimlik yabancılaşmasına sebep olan davranış tarzlarıdır.

 

Milletimizin tarihinde de bazı yenilgiler olsa da, bu tip davranış şekillerinin bulunmaması bizler ve bizden sonraki nesiller için önemli övünç kaynakları arasındadır.

 

Bir ülkenin fertlerinin yabancıların istilasına karşı toplu veya bireysel olarak karşı çıkışları onaylanacak ve örnek gösterilecek davranışlardır.

 

Asrın başında ülkemizde vuku bulan Millî Mücadele, gelecek nesiller için olduğu kadar, mazlum üçüncü dünya ülkelerinin emperyalizmden kurtuluş mücadelelerine de örnek olmuştur.

 

Filistin’de, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Bosna’da, Kosova’da ve dünyanın birçok bölgesinde görülen bu tip karşı koyuşlar ve direnişler, istilacıların ifade etmeye çalıştıkları gibi, terörist hareketler değil; aksine vatan müdafaası olarak değerlendirilecek vakıalardır.

 

Sınırlarının çok ötesindeki topraklara hücum ederek, oralardaki hammadde kaynaklarını kendi çıkarları için kontrol etmeye çalışan, o topraklarda tarihî kökleri olmadan sınırlarını genişletmeye çalışan, dostlarının önünü açmak için düzenlemeler yapan, kendi dünya görüşlerinin dışındaki görüşlere hayat hakkı tanımamak gayesiyle, onaylamadıkları tüm düşünceleri düşman telakkî ilan eden ülkeler, uzun dönemde başarılı olamayacaktır.

 

Irak’ta zulme uğrayan, haksız bir savaş için öldürülen, evlerini, anne, baba ve akrabalarını kaybeden, okulları bombalanan yavrular, tıpkı dünyanın diğer bölgelerindeki zulme uğrayan çocuklar gibi, zalimleri, istilacıları ve onların yerli işbirlikçilerini hiçbir zaman affetmeyeceklerdir.

 

Diğer önemli bir nokta da şudur: Zulme uğrayan nesiller, uğradıkları bu zulümlerin intikamını almak için aynı tarzda davranmamalıdır. Bu tarz davranış içinde olanların, zalimlerin seviyelerine düşecekleri tarihî bir gerçektir. Haksız ve hukuksuz savaşların hiçbir meşru sebebi olamaz.

 

Barış gibi, mücadele de hayatın bir gerçeğidir. Aslolan, insanların, birbirlerinin hak ve hukukuna saygı göstererek ve birbirlerine doğruyu tavsiye ederek, barış içinde bir arada yaşayabilmeleridir. Fakat bu temel kaideye uyulmaması durumunda da insanların ve toplumların, kendi haklarını, topraklarını, mallarını ve onurlarını korumaları en kutsal bir hareket tarzıdır.

 

İnsanların ve toplumların aralarında vuku bulan mücadelelerde en büyük zararı şüphesiz ki çocuklar görmektedir. Korunmaya muhtaç durumdaki bu yavrular, ana-babaları ve yakınlarının zarar görmeleri durumunda savaştan otomatikman zarar görmektedir. Çocukların küçük bedenleri, fizikî ve ruhî açıdan savaşın ağırlığını büyükler gibi kaldıramamakta ve meydana gelen çöküntüler, bütün hayatları boyunca bu küçük varlıkları menfî yönde etkilemektedir.

 

Savaşan tarafların gerekli dikkati göstermemeleri durumunda çocuklar, direkt olarak da etkilenmektedirler. Son Irak saldırısında, koalisyon güçlerinin(!) meskûn mekânları bombalamaları neticesinde çok sayıda masum çocuk, kadın ve sivil hayatını kaybetmiştir. Keza, Afganistan işgali sırasında da yoğun bombardıman altında çok sayıda çocuk ya ölmüş ya da sakat kalmıştır.

 

Çocuklar, savaşlarda ve mücadelelerde, bir taraf olmaktan ziyade, korunması gereken varlıklar olarak ele alınmalıdır. Tüm uluslararası anlaşmalar, semavî dinler ve tabiî son ve hak din olan İslâmiyet, çocuklara, kadınlara ve yaşlılara savaşlarda özel bir statü tanımıştır. İnsanlığa düşen de, bu genel kabule riayet etmektir.

 

Sadece kendi çocuklarımıza değil, tüm çocuklara insanlığın geleceği olarak bakmalı ve onları koruyup gözetlemeliyiz. Gereksiz savaşlara, kendi çıkarları için ülkeleri/medeniyetleri kana boyayanlara/tahrip edenlere, düşmanlarla işbirliği halinde hem kendi halkına hem de tüm çevresine ziyanı dokunanlara karşı olmalıyız. Haktan ve hakikatten yana olanlara selâm olsun.

ERHAN ERKEN

İkbal dergisi 2003

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir