HİCRİ YILBAŞI NE DEMEK?

Yeni bir Hicrî yıla daha girdik. Her bir hicrî yıl, 1423 yıl evvel Hz. Peygamber’in (a.s), can dostu Hz. Ebubekir ile birlikte Mekke’den Medine’ye doğru hicret niyetiyle yola çıktıkları tarihin sene-i devriyesi. Hicret, Hicrî takvimin başlangıcı. Hicrî yılbaşı, içinde İslâm tarihinde birçok önemli olayın geçtiği Muharrem ayının ilk günü…

2000’li yıllarda, Prof. Dr. Teoman Duralı’nın tabiriyle Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin hâkimiyeti altındaki bir dünyada, dini hayatı yaşama ile ilgili en masum taleplerin bile abartılı bir şekilde karşılanıp baskı uygulandığı bir ülkede, Hicrî ylbaşını kutlamanın hatırı sayılır bir önemi var mıdır? Diye birçok kereler kendi kendime soruyorum.

Peygamber Efendimizin (a.s) ve ona inanan müminlerin, ilk vahiyden itibaren geçen yaklaşık 11 yıl boyunca, Mekke şehrinde büyük bir zulme uğradığı, İslâm tarihini okuyan herkesin malumudur. Mekke’de Müslümanlara karşı yapılan zulüm dayanılmaz bir hal alınca müminlerin bir kısmı önce Habeşistan’a hicret ettiler, daha sonra da Medine’ye hicret başladı. Yüce Peygamber de 622 yılının Muharrem ayının birinci günü, meşakkatli bir yolculuğa çıkmıştı. Baba yurdu olan şehri bırakıp, dinini daha iyi yaşayabileceği başka bir diyara doğru göçüyordu.

Hicri yılbaşını kutlayan bu günün Müslümanları, 1423 yıl evvel yaşanan bu olaydan kendileri için nasıl bir ders çıkarıyorlar?

Dinini arzu ettiği gibi yaşayamadığı bir zemini değiştirmeyi düşünen, buna karar veren ve bunu uygulayan Müslüman sayısı acaba ne kadar?

Sözle ifade edilen, fakat değil fiil ile tatbik edilmesi, zihnen bile düşünülemeyen bir hicretin yıldönümünün coşkuyla kutlanmasının kıymet-i harbiyesi var mıdır?

“Birilerinin her yıl 1 Ocak tarihinde kutladıkları yılbaşıları var da, bizim olamaz mı?” tarzı bir düşünceyle 1 Muharrem’i, Hicrî yılbaşı olarak kutlamayı düşünen Müslümanları tamamen kınamak niyetiyle bu cümleleri kaleme almıyorum. Moral ve motivasyon olarak bu tip gün ve gecelerin kısmen faydalı olabileceğini de savunabilirim. Fakat işin aslının bu olmadığı, içinde hicretin gerek davranış, gerekse de düşünce boyutuyla yer almadığı bir Hicrî yılbaşının, aslında hatırı sayılır bir öneminin olmadığına dikkat çekmek için bu soruları soruyorum.

Hicret fikri, bilindiği gibi çok dinamik bir anlam taşımaktadır. Yüce Allah’ın bizden, yine bizim faydamız için, yaşanmasını istediği hayatı yaşamamıza engel olan şartların bulunduğu mekânlardan, eğer onları değiştirme imkânlarımız tamamen tükenmişse çıkmak ve bu şartların daha elverişli olduğu başka mekânlara doğru gitmek… Ama bu gidişin içinde muhakkak geri dönüş fikrini ve inancını muhafaza etmek… Hicretin belki de en özet ifadesi budur.

Bazen bir ülkeden hicret edilebilir, bazen bir şehirden, bazen bir ilçeden veya sokaktan… Bir okuldan, bir işyerinden, belki bir sektörden… Hicrette aslolan illâ, içinde bulunulan bir alandan belli bir kilometre uzaklıktaki başka bir yere gitmek değildir.

İnancını yaşayamadığın bir yerin şartlarını daha iyi şartlara dönüştüremiyorsan ve bir zaman sonra bu şartlar senin yaşantını büsbütün kısıtlar hale geliyorsa, o zaman daha iyi şartların olabileceği yerlere, alanlara gitmektir hicret…

Fakat bulunulan yerin, belirli bir zaman için bile değiştirilmesi ciddi bir külfettir, çok önemli bir olaydır. Zaten bu kadar önemli olmasa koca bir zaman kavramının başlangıç tarihi olarak bu olayın seçilmeyeceği herkesin malumudur.

Demek ki Hicrî yılbaşının 1 Ocak’taki Miladi yılbaşı kutlamalarından nitelik açısından çok büyük bir farkı vardır. Bu farkın fark edilmesi yolunda daha derin düşünülmesi, hepimizin üzerine düşen ciddi bir görevdir.

1 Muharrem 1423 tarihinin, daha aydınlık günleri arzulayan tüm inananların bu arzularına ulaşmalarını sağlama yolunda önemli bir başlangıç olmasını diliyorum.

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülten 2002

OYUN VE OYUNCAK SADECE OYUN VE OYUNCAK DEĞİLDİR

Sosyal psikoloji disiplininde insan ele alınırken, sahip olduğu iki ana husustan bahsedilmektedir. Bunlardan biri insanın ‘nature’ yani doğuştan sahip olduğu, genetik özelliklerinin etkisi altındaki yönüdür. Bunun içine, bazı kesimler tarafından astrolojik etkiler de ilave edilmektedir.

İnsanoğlunun bu yönü, onda hiçbir şekilde değiştirilemeyecek özelliklerdir. Dişi veya erkek olarak doğmak, boyun uzun veya kısa olması gibi hususiyetler bu cümledendir. Yine temel bazı karakter özellikleri vardır ki, onların da tamamen değiştirilmesi veya yok edilmesi mümkün olmamakla birlikte üzerlerinde bir miktar değişiklikler veya yönlendirmeler meydana getirilebilir.

İki ana husustan bir diğeri ise ‘kültür’ diye adlandırılan, insanoğlunun sonradan elde ettiği özellikleridir. İçinde bulunduğu çevre, aldığı eğitim, edindiği alışkanlıklar da bu ikinci kısmın kapsamına girmektedir.

İnsan, doğuştan sahip olduğu özelliklerini tamamen ortadan kaldıramaz, fakat eğitim yoluyla bu özelliklerin bir kısmında değişiklikler meydana gelebilir. Bazen ilk bakışta menfî gibi görünen birçok özellik ise, iyi bir usulle kanalize edildiğinde faydalı bir şekle bile bürünebilir. Tabii tersi de aynı derecede mümkündür. Mesela cinsel dürtülerin müsbet kullanılması nesillerin devamına neden olurken, menfi kullanılması ise toplumun ifsadına yol açar.

“Nature” ve “kültür” insanın gelişmesinde etkili olan iki ana unsurdur. Bunların etkileri birebir düzeyde eşit değildir. İnsandan insana, çevreden çevreye değişen bir tarzda insanın gelişimine tesir ederler.

Yazımızın ana ekseni olan çocuk ve oyun konusuna geldiğimizde, çocukların oyun ile ilişkilerinde yukarıda bahsi geçen nature ve kültür meselesinin önemini yakînen müşahede edebiliriz.

Mesela kız ve erkek çocukların oyunları arasında ilk bakışta ciddi farklılıklar göze çarpar. Fizikî özelliklerinin öne çıkması ile birlikte kızlarda daha naif bir hususiyet, erkek çocuklarda ise daha sert tavırlar belirir. Çocukların bir bölümü bebeklerle ve süs eşyalarıyla ilgilenirken, diğer bölümü hoplamalı, zıplamalı, atma ve koşuşturma yönü ağır basan oyunlara yönelirler.

Yine yaradılışla ilgili bir özellik olan hırs yönü ağır basan çocuklar, oyunlarda hep önde olmayı, takım oyunlarında kaptanlık yapmayı, sürekli olarak birileriyle yarışmayı tercih ederken, daha romantik tiplerin, bahçelerde çiçek topladıklarını, yarışmalı oyunlardan kaçındıklarını görebiliriz.

Özetle ifade etmek gerekirse, çocukların oyun seçimlerinde cinsiyet önemli bir unsurdur. Oyun içinde aldıkları roller de fıtratlarından gelen karakter özellikleri de ihmal edilemeyecek bir öneme haizdir. Tabii karakter özellikleri oyun çeşitleri arasında yaptıkları seçimleri de etkilemektedir.

Çocukların tabiatlarından gelen bu hususiyetlerin yanı sıra, başta aileleri olmak üzere içinde yaşadıkları çevre, aile içindeki baskın karakterler, yakın akrabaları, iletişimin gittikçe arttığı bir dünyada, dikkatleri  çeken tüm basılı, görüntülü yayın organları ve programlar, çocukların ilgilerini ve dolayısıyla oyunlarını etkilemektedir.

Bu etkileme sürecinde, onların cinsiyetlerinden ve tabiatlarından gelen özellikleri ve etkileri muhakkak ki sıfırlanmamaktadır. Çocuklar, dışarıdan gelen tesirlerden az veya çok, hafif veya yoğun bir şekilde etkilenmekte bazen de mevcut ilgiler kısmen şekil değiştirmektedir.

Yukarıda önemine dikkat çektiğimiz ve kısaca çevre diye nitelemeye çalıştığımız, ilk kavramsallaştırmamızda da kültür diye tanımlanan dış etki içinde en hâkim unsur, ona büyük ölçüde rengini veren medeniyet boyutudur. Çocuğun yaşadığı çevrenin özelliklerini, o çevreye damgasını vuran hâkim medeniyet önemli ölçüde etkiler. Tabii, bu arada tanımlamaya çalıştığımız etkinin, karşı konulamaz, dönüştürülemez olduğunu ifade etmek istemiyorum. Yalnız çok önemli olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

Çocuğun çevresini kuşatan medeniyetin nasıl bir insan tasavvuru var? Hayatı, diğer canlıları ve eşyayı nasıl algılıyor? Temel bilgi kaynakları neler? Bu bilgiyi hangi yollarla kullanıyor, iletiyor?

Bu ve benzeri soruların cevapları, insan ve onun nüvesi olan çocuğun yaşadığı çevreyi etkilemekte, dolayısıyla çevrenin tesirlerine açık olan çocuklara tesir etmekte; ilgilerini, önceliklerini değiştirebilmektedir.

Çocuğun, cinsiyeti ile ilgili kazanacağı temel rolü etkileyemese de, o cinsin toplum içindeki ideal tiplerini belirlemeye çalıştığı için yönelimlerine de tesir edebilmektedir

Yukarıdaki kurgu içinde birçok özelliği, çevresinin etkisi ile bezenmiş insanların, toplumun diğer fertlerinin ve tabii yeni yetişen çocukların da, yaygın olan bu özelliklere göre yetişmesi için gayret sarf etmesi çok tabii bir hadisedir.

Eğitim kurumlarının, oralarda tatbik edilen programları, eğitimde kullanılacak araç ve gereçleri, kitapları, dergileri, oyuncakları vs. hep bu temel perspektif ışığında üretmeye, organize etmeye, oluşturmaya çalışmaları da aynı şekilde ‘normal’ kabul edilmelidir.

Peki, bu gelişme nesnel (objektif) mi, yoksa öznel (subjektif) bir tercihin sonucu olarak mı ortaya çıkmaktadır?

İçinde yaşayanlar açısından olaya bakanlar, bu gelişmeyi nesnel (objektif) olarak değerlendirseler bile, olay, daha genel bir bakış açısıyla incelendiğinde bazı tercihlerin çok öznel (subjektif) bir karakter taşıdığı görülecektir.

Konu böyle bir noktaya geldiğinde, zikri geçen gelişmeyi açıklayabilmek için temel tercihlere göz atmamız gerekmektedir. Burada da asl olan, hâkim medeniyet tercihidir. Bir toplumun ve o toplumu oluşturan insanların nasıl bir hayatı yaşayacaklarının ve önceliklerinin ne olması gerektiğinin tercihidir. Bu da öznel (subjektif) bir tercihtir. Bu tercih yapıldıktan sonra girilen yol, insanın ve tabii çocuğun tüm çevresini etkileyen bir mahiyet arz eder. Çevrenin etkisi, insanın ‘kültür’ denen yönünü ne ölçüde etkiliyorsa, kişilik gelişimini de o ölçüde etkilemektedir.

Olaya buradan bakıldığında çocukların seçtikleri oyunlar çok önemlidir, kullandıkları oyuncaklar çok önemlidir, oyun içindeki aldıkları roller çok önemlidir. Çünkü bunların hepsinin içinde, çocukların fıtratlarından gelen özellikler olmakla birlikte, çevrenin ve hâkim medeniyetin etkisi de vardır. Oyuncağı hangi zihniyet yapıyorsa, o oyuncakla oynayan çocuğun büyüdüğünde toplum içinde nasıl bir rol almasını isteyerek o oyuncağı tasarlıyorsa bu subjektif tercihler çocukları ister istemez etkileyecektir.

Çeşitli düzeylerdeki eğitim programlarında ortaya atılan farklı metodlar (Montessori, high-scope v.s.) onların tatbik edilmesine katkı sağlamak niyetiyle tasarlanan oyunlar, oyuncaklar, çağdaş pazarlama teknikleri ile de birleşerek geniş kitlelere yayılıyor. Yeni gelişen her alet, basit veya gelişmiş her oyuncak, çocukların, insan-insan, insan-çevre, insan ve kendisi ve tabii ki insan-Yaratıcı ilişkilerini önemli ölçüde etkiliyor…

Özetle ifade etmek gerekirse, oyun ve oyuncakla başlayıp çocuk ve medeniyet analizine kadar gittiğimiz bu kısa yolculukta özellikle şu hususun altını çizmek istiyorum.

“Siz siz olun oyunu da oyuncağı da aman hafife almayın. Oyun ve oyuncakla sadece oyun oynanmayacağını, onların çok çok başka işlere yaradığını hiçbir zaman unutmayın.”

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi 2001

GENÇLİK NEREDE? TOPLUM NEREYE?

İnsanoğlunun hayatında “kabaca” dört devre bulunmaktadır. Bu dört devreyi çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık olarak sıralayabiliriz. Tabii bu dört ana devrenin içinde ara bölümler de bulunmaktadır. Mesela çocukluğun içinde 0–3 yaş bir dönem olduğu gibi, 3–6 yaş arası da ayrı bir dönemdir. İlkokulun ilk 3 yılı yani 7–9 yaş arasındaki çocukların özellikleri de birbirine benzemektedir. 9–14 yaş arası da birlikte mütalaa edilebilir. Bu döneme, belki gençliğe ilk adım veya buluğ öncesi dönem diye de ayrıca isim verilebilir.

Buluğ çağı, çocukluktan gençliğe geçişteki en önemli ara istasyondur. Buluğu çağı ile birlikte fizikî manada gençlik döneminin başladığını söyleyebiliriz.

Daha önceki dönemde vücutta olmayan bazı değişikliklerin meydana gelmesi, çocukluktan gençliğe geçiş sürecinde kişilerin şahsiyetlerinin oturmaya başlaması bu devrede vuku bulur.

Tabii, bu sayılan yaş aralıklarının her çocukta tıpa tıp aynı safhaları geçireceği,  her çocuğun olaylar karşısında aynı tepkileri vereceğini söylemek de doğru olmaz.

14 yaş sonrasında genç, artık erişkin sınıfına girmeye başlayan ve bu sınıf içinde kendine yer arayan bir şahsiyet olma yolunda ilerlemektedir.

Ülkemizdeki eğitim sistemi içerisinde bu dönem ilköğretimden liseye geçiş dönemidir. Tahsil hayatlarındaki ilk önemli sınav, bu yaşlarda çocukların karşısına çıkmaktadır. OKS adı verilen bu sınavdaki tercihleri, başarıları veya başarısızlıkları onların bundan sonraki hayatlarındaki çizgilerine önemli ölçüde tesir etmektedir.

Lise veya meslek okulu tercihini yapan çocukların önlerine 4 yıllık yeni bir lise dönemi ve ondan sonra da ikinci büyük ve önemli tercihlerini yapacakları üniversite sınavları çıkmaktadır.

Tüm bu süreçler içerisinde çocuklarımızın kabiliyetlerine ve özelliklerine uygun bir yönlendirme, maalesef istenen oranda yapılamamaktadır. Buluğ çağı öncesinde çocuklarımız Milli Eğitim Sistemi içerisinde yeterli oranda dinî ve ahlâkî eğitim alamamaktadır. Çok hayatî sınavlara girme telaşı ve stresi, çocuklarımızın bu en verimli yaşlarındaki yıllarının olması gerektiği şekilde geçmesine engel olmaktadır.

Eğitim sisteminin problemli alanlarından biri de gençlerimizin mesleki eğitimidir. Bu gün ülkemizde kısa ve orta vadede sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinin yönetici ve ara eleman ihtiyaçları sağlıklı olarak tespit edilememektedir. İhtiyaç tespiti yapılamadığı için bahse konu ettiğimiz ara elemanları yetiştirmesi beklenen eğitim sistemi de gereği gibi programlanamamaktadır.

Birçok fakültenin mezunları için yeterli düzeyde iş alanı gittikçe daralmakta olmasına rağmen bu alanlarda insan yetiştirme faaliyeti aynı hızla devam etmekte, fakat şiddetle elemana ihtiyaç duyulan bazı alanlarda ise yeni fakülte açılması istekleri sürekli engellenmektedir.

Ara eleman yetiştirme konusuna gelindiğinde ise daha büyük bir problem alanı karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde yetişmiş “ara eleman” sıkıntısı had safhadadır. Bu ihtiyacı gidermek için kurulmuş bulunan meslek liseleri ve meslek yüksek okulları üzerinde koparılan fırtınalar, bu yapıları, sağlıksız bir noktaya sürüklemektedir. İmam hatiplerin önünü kapama telaşı içindeki bir kısım çevrelerin baskısı ile meslek eğitimi için arzu edilen, çözüme yönelik adımlar bir türlü atılamamaktadır.

Ayrıca, toplumun ileride alması düşünülen şekil konusunda kendilerinden öncekilerin farklı yaklaşımları, “ideal toplum” ve “ideal insan” noktalarındaki hedeflerin berrak olmaması, toplumun temel tarih yorumu ile ilgili farklı bakış açıları, gençleri olumsuz yönde etkilemekte ve bulundukları mecralarda bocalatmaktadır. Ayrıca, Batı medeniyetinin, kendi kültürel motiflerini, yaşama ve düşünme şekillerini kendi dışındaki tüm ülkelere taşıma gayesi, bu uğurdaki ısrarlı ve baskıcı tutumu, halkının %99’u Müslüman olan bir ülkenin çocuklarında ve gençlerinde çok farklı etkiler uyandırmakta, çocuklar ve gençler bazen bu gerilimi taşıyamamaktadır.

Ne doğulu ne batılı, ne gerçek İslâm terbiyesi ne de Hıristiyan veya Yahudi terbiyesi, ne tam bir vahiy inancı ne de tam bir determinist mantık… Hepsinden biraz ve bir eksene oturmadan verilen bu karma yaklaşımlar çocukları ve gençleri bambaşka yönlere götürebilmektedir.

Uluslararası Stratejik ve Politik Araştırmalar Merkezi’nin 17 ilde 1850 lise talebesi arasında yaptığı bir araştırmanın sonuçları, bizlere gençliğin durumu ile ilgili maalesef pek iç açıcı olmayan neticeler veriyor. İlk bakışta sonuçlar biraz abartılı gibi görünse de araştırmanın özet sonuçları şu şekildedir:

Araştırmaya göre gençlerin %72’si sigara kullanıyor. ”Alkol kullandınız mı?” sorusuna “evet” diyenlerin oranı %66. Hayatlarında bir kere deneme maksadı ile de olsa uyuşturucu kullanma oranı da çok yüksek: %65

Gençlerin idolleri arasında birinci sırada Polat Alemdar var. En çok korktukları ÖSS. Araştırmaya katılanların %46’sı en son ne zaman kitap okuduğunu hatırlamıyor. Gençlerin internette chat yapma oranı %43.

Bu araştırmanın sonuçlarının ortaya çıkardığı tablo, hoş bir tablo değil. Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin, hayatlarının en güzel çağlarını verimli geçirmedikleri gün gibi ortada. Bugün iyi yetişmeyen gençliğin yarınında problemli bir toplum yapısının ortaya çıkacağı da maalesef bir vakıa.

Ülkemizde ilköğretim, lise, meslek liseleri ve üniversite öğrencilerinin yekûnü 20 milyon dolaylarında. Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK sorumluluğunda eğitim gören çocuklarımızın ve gençlerimizin bu hale gelmesinde pay sahibi olanlar bu araştırmanın sonuçları üzerinde daha ciddiyetle düşünmek zorundalar. Ayrıca, ailelerimiz ve toplumumuzun sorumluluk sahibi tüm birimleri de bu sonuçlardan kendi hisselerine düşen dersleri çıkartmak mecburiyetindeler.

Hem terbiye, yani yüksek insanlık ideali noktasında yetişme,  hem meslekî yeterlilik, hem yeterli bilgi donanımı, hem gerekli araştırma ruhu ve ilmî merak, hem de kendini Yaratan Rabbi’nin istekleri doğrultusunda yaşama arzusu gençlerimizde olmasını istediğimiz önemli özelliklerden ve değerlerden öne çıkanları…

Gerek ailelerimizin, gerek eğitim sistemimizin, gerekse de toplumumuzun tümünün bu hedefler çerçevesinde ortak bir noktaya gelmesi en büyük arzumuz… Ancak bu sayede daha kaliteli bir gençliğe ve sonrasında da daha kaliteli bir toplumsal yapıya kavuşabiliriz.

ERHAN ERKEN

 

UZUN İNCE BİR YOLDAYIZ

1980 öncesi yıllarda lisede okuyordum. Ben gündüzlü olmama rağmen, okuduğum okul, genelde öğrencilerin yatılı olarak kaldıkları bir kurumdu. Saat 15:30 civarında dersler sona erer ve biz gündüzlüler okuldan ayrılırdık. Yatılı arkadaşlar saat 17:00’ye kadar teneffüs yaparlar, 17:00’den sonra da etüde girerlerdi. Okulumuzda akşamüstü, akşam yemeğinden sonra ve sabah etütleri vardı. Etütlerde üst sınıftakiler etüt ağabeyleri olarak sınıfların başında bulunur, hem kendi derslerini yapar hem de alt sınıflardaki kardeşlerinin derslerinde zorlandıkları yerlerde onlara yardımcı olurlardı.

Etüt ağabeyleri etüde girdikleri sınıfın her konuda ağabeyi olurdu.. Bu ağabeylik-kardeşlik sistemi, okulumuzun birçok sınıfında,,hayatın sonraki devrelerinde de devam eden bir yapıya dönüşmüştü. Yıllar ilerledikçe, o ağabeylik kardeşlik münasebetlerinin önemini çok daha iyi anlar olduk.

Lise tahsili yıllarımdan etüt saatlerinin yanı sıra hatırımda kalan diğer bir uygulama da “eğitsel kol” adıyla faaliyet gösteren kulüplerdi. Teneffüslerde ve derslerin hafif olduğu zamanlardaki etüt saatlerinde, öğrenciler seçmiş oldukları eğitsel kollarda yine ağabeylerin nezaretine farklı farklı alanlarda çalışmalar yaparlardı. Kültür Edebiyat Kolu, Dergi Neşriyat Kolu, Müzik Kolu, Tiyatro Kolu, Folklor Kolu, Fotoğrafçılık Kolu, Gezi Kolu, Köycülük Kolu, Yeşilay Kolu vb… Bu eğitsel kolların hepsinin bir rehber öğretmeni bulunurdu, fakat okulun yapısı gereği ağabeyler bu kollarda ve öğrenciler üzerinde önemli bir etkiye sahipti…

Benim okuduğum devrelerde en prestijli kollar Kültür Edebiyat, Dergi Neşriyat, Folklor, Müzik ve Tiyatro kollarıydı. Buralarda harıl harıl kitaplar okunur, sınıf gazeteleri ve bazen de lise çapında dergiler çıkarılır, folklorda, çeşitli yörelerin oyunları çalışılır, piyesler sahneye konulur, müzik topluluğu, liseler arasındaki yarışmalarda başarılı sonuçlar alırdı.

Gençlik yıllarım içinde çok farklı ailelerden gelen arkadaşlarımın, eğitsel kol çalışmaları içerisinde  daha farklı yönlere doğru gittiklerini müşahede ediyordum. Yaşadığımız tecrübeler ışığında, eğitsel kol ve kulüp çalışmalarının istenildiği oranda hayra da şerre de hizmet edebilecek çok önemli mekanizmalar olduğu gerçeği zihnimde yer etmeye başlamıştı.

Bundan yaklaşık 19 sene evvel bir grup arkadaşla birlikte okul öncesi eğitim çalışmalarına başladık. Öncelikle kendi çocuklarımızın eğitimi, ana ilgi merkezimizdi. Bununla birlikte ilk ve orta öğretim çağı çocukları için Etüd Merkezi türü bir çalışma yapmak da kısa ve orta vadeli hedeflerimiz arasındaydı. Lise çağlarındaki etüd saatleri ve eğitsel kol çalışmalarının önemi her an zihnimizi meşgul ediyor, yakın arkadaş grupları arasında bu konunun en iyi nasıl gerçekleştirileceği üzerinde görüşmeler yapıyorduk.

Bizim pratiğimizde, yatılı bir okuldaki etüt sistemi ve eğitsel kol faaliyetleri tabiidir ki geçmişteki şekliyle aynen uygulanamazdı. Fakat fonksiyonları itibariyle benzer bir sistemi kurgulamak mümkündü. Zaten, Milli Eğitim Sistemi içerisinde de Etüt Eğitim Merkezleri adıyla bahsettiğimiz sistemi andıran kurumlar tanımlanmıştı.

Bayrampaşa Belediyesi yöneticileri 2004 yılı içinde, yıllarca zihinlerimizde kurguladığımız yapının gerçekleşebilmesine imkân sağlayan bir mekânı oluşturdular. Bayrampaşa Bilgi Merkezi adıyla faaliyete başlayan bu mekân, uzun süren istişareler neticesinde çok yönlü bir hizmet alanı olarak ortaya çıktı.

9–15 yaş arasındaki gençliğe ilk adım çağındaki çocuklarımızın mümkün olduğu oranda her tür ihtiyacının düşünüldüğü Bilgi Merkezi’nde,  çocuklarımız, okul dışı zamanlarını artık çok daha verimli olarak geçiriyorlar. Bir yandan derslerini çalışıyorlar, diğer yandan da isteklerine ve eğilimlerine uygun alanlarda uzman eğitimciler ve rehberler nezaretinde zamanlarını kulüp çalışmaları içerisinde en iyi şekilde değerlendiriyorlar.

Farklı kulüplerdeki aktivitelerin yanı sıra çocuklarımıza toplu seminerler de veriliyor. Bu seminerlerde çocuklarımız konularının uzmanı kişilerce genel manada bilgilendiriliyorlar.

Merkezde, basın yayın kulübüne devam eden çocukların önderliğinde bir bülten de hazırlanıyor. Hayal Treni adı verilen bu çalışmanın ilk sayısı şu sıralarda baskıda. (Bu cümleyi güncelleyelim mi?

Eğitim konusundaki genel yaklaşımımızın bir sonucu olarak çocuklarımızın aileleri de bizim ilgi alanımız içerisinde. Kaliteli bir eğitimin, aileler ile işbirliği içerisinde yapıldığı oranda başarılı olacağına inandığımızdan,  merkezimizde aileler ile sohbet programları düzenlemeye de  başladık. Çok kısa bir süre içerisinde bizlerden gelecek mesajlara en yüksek düzeyde katılımla cevap verileceğine inanıyoruz.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi’nin diğer önemli bir sorumluluğu da alanında ilklerden biri olması. Bu türde kurumların İstanbul ve Türkiye genelinde bir hizmet türü olarak çok kısa bir sürede yayılacağına samimiyetle inanmaktayız.

Kendi alanımızda mükemmele yakın bir çalışma ortaya koyabildiğimiz ölçüde, bizleri örnek alacak kardeş kurumlarımızın seviyelerinin de yüksek olacağına inanıyoruz. Muhakkak ki her kurulan, yeni yer bir öncekini geçmeye, orada yapılanlardan daha güzel şeyler yapmaya çalışacaktır. Bu hizmet yarışı da kaliteyi artıracaktır. İlk olanlar ne kadar başarılı ve kapsamlı çalışmalar ortaya koyarsa, tarihsel sorumluluklarını da o derecede yerine getirmiş olacaklardır.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi ekibi tamamen bu motivasyonla çalışıyor ve Bayrampaşa Belediyesi’nin sağladığı imkânlarla çıtayı olabildiğince yukarıya çıkarmaya gayret ediyor.

Bilgi Merkezi çalışması geniş bir ekibin gayretlerinin bir sonucu. Bu çalışmanın, yapıcı tenkitler, daha iyiyi bulma noktasındaki teklifler ve işini iyi yaptığı oranda da ölçülü taltiflerle inşallah daha güzele doğru gideceğine inanıyoruz. Gayret bizden, başarı Allah’tandır.

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi Yıl: 2005

BİTMEYEN KRİTİK SÜREÇLER

Türkiye gibi iki ana kıtanın kesiştiği ve diğer büyük bir kıta ile komşu olduğu bir coğrafyada yaşayan insanlar ’ülkemizin içinde bulunduğu kritik süreç’ cümlesini adeta ezberlemişlerdir. Bu cümleyi ilk duyduğum zamanlar 1970’li yılların başıydı.

Anarşik eylemler sürekli radyoda ve gazetelerde yer alıyordu. Henüz 10 yaşlarında bir ilkokul öğrencisi idim. Kaçırılan insanlar, güvenlik güçleri ile silahlı mücadeleye giren anarşistler. O sıralarda 12 Mart 1971 muhtırası verilmişti. Etrafımda gelişen olaylara ilgi duymaya çalışıyor, babamın arkadaş meclisinde aferin almak için o zamanın başbakanı ve hükümet üyelerine ezberlemeye gayret ediyordum. Sürekli değişen başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri beni serseme döndürmüştü ve bu uğraştan vazgeçmiştim. Yine o tarihlerde üç genç adam idam edilmişlerdi. Etrafımın tesiriyle bende oluşan intiba devleti yıkmaya çalışan çok kötü insanların asılarak imha edildiği şeklindeydi. Bugünden geriye bakınca koca koca adamların dolduruşuna gelen 23-24 yaşlarında gencecik insanların, o devrin tüm günahını yüklenmelerinden öte bir olay değildi.. Çocuk aklımla ülkemizin içinden geçtiği ilk kritik süreçti bu..

Derken 1974 Kıbrıs Barış Harekatı patlak verdi. Ayşe tatile çıktıktan az bir süre sonra, Kıbrıs’ın yarısına yakınını ele geçirdik. Dostumuz(?) olan ülkeler ve bugünkü stratejik ortağımız bize ambargo koydular.. Heyecanlı ve kritik bir devreydi. Şenlikköy’de yazlık evimizin arka komşuları olan Rum ailenin korka korka bizi ziyarete geldiğini ve bizim dostumuz olduklarını söyledikleri günü bu gün gibi hatırlıyorum.

1975’lerden sonraki dönemde artık daha bir büyümüştüm. Hele 1980 yılına gelirken yaşadığımız son üç yıl, hem ülke hem de bizler için kritik devrelerdi. Her gün girmeye alıştığımız kuyruklar ekonomik durumun önemli bir göstergesiydi. Gümrük duvarları ile korunan, ithal ikameci ve kapalı bir ekonominin ülkeyi getirdiği kötü sonu yaşıyorduk. Her sabah evden çıkarken Ayet el Kürsi, Felak Nas surelerini büyük bir titizlikle okuyor ve çekine çekine okula gidiyordum. Her gün, her mevsim ve her yıl kritikti… Patlayan silahlar, yakınımızda ölen arkadaşlarımız, ağabeylerimiz, o gün için içten içe kızdığımız fakat bu gün geriye baktığımızda üzüntü duyduklarımız… Hepsi ama hepsi kritik hem de çok kritik süreçlerdi.

1970’lerin sonunda uluslar arası düzeyde yaşanan en önemli olaylardan biri Rusların Afganistan’ı işgaliydi. Afgan müslümanlarının on küsür yıl boyunca Ruslara karşı gösterdikleri şanlı direniş, dünyanın bir çok bölgesinde ve tabii ülkemizde de takdirle izlendi.

Derken, yanı başımızdaki İran’da yaşanan ihtilali büyük bir dikkatle izledik. Kudretli Şah’ın ülkesini terk etmek zorunda kalışı, küçümsenen mollaların ülke yönetimine hakim olmaları tüm dünyada büyük yankılar uyandırdı.

Tam bu sıralarda, problemler içinde çalkalanan ve kritik bir süreçten geçmeye çalışan ülkemizde yeni bir darbe oldu. Çok sayıda insanın tutuklandığı, devletin her kesiminin askeri bir mantıkla yeniden reorganize edildiği bir süreç yaşanmaya başladı. Üniversiteye yeni başladığımız bu yıllarda,12 Eylül Darbesinin ucu bize de değer mi diye gelişmeleri endişe ile takip ettik. Bir ara herkesin takip edildiği, telefonların dinlendiği haberlerini öyle ciddiye almıştık ki çok normal telefon konuşmalarında bile rumuzlar kullanmaya başlamıştık. 20 Yaşlarında insanların zihinlerine kazınan güvensizlik ve tedirginlik, bir neslin iç dünyasını kimbilir ne hallere sokuyordu…

Bölgemize Çekiç Güç geldi. Genç aklımızla bir türlü hazmedemedik.12 Eylül sonrası ülke muhafazakar aydınlara teslim edildiğinde ise bir çokları sevinirken bir bölümümüz de olayları buruk bir yüz ifadesi ile izledi. Bu devrelerde sınırlarımızın yanı başında, komşularımız olan İran ile Irak’ın yıllarca süren savaşları hepimizi derinden üzüyordu. Müslümanların tüm birikimleri batılı silah endüstrisini besliyordu. Petrol ile gelen gelir silah alımı için geri gidiyordu. Gençler ölüyor, şehirler yıkılıyor, kutsal mekanlar bombalanıyor, düşmanlıklar körükleniyor, suni sınırlarla ayrılan ülkeler derin yaralar açılarak birbirlerinden kopuyorlardı İçe döndüğümüzde de ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu.

Dışa açılıyorduk. Bir yandan dünya sistemine entegre oluyor, bir yandan da yurt içinde kapitalist sistem daha bir kökleşiyordu. İktidardaki kişiler muhafazakar kimselerdi. Bize mi, yoksa başkalarına mı numara yapıyorlardı. Herhalde başkalarına numara yapıyorlar diye inanmak istiyorduk fakat yediğimiz golleri bir türlü izah edemiyorduk. Paramız konvertıbl oluyor, ülkeyi kötü günlere götüren eski(!) liderler yeniden siyaset yapma hakkı kazanıyorlardı.. Tüm bunlar kendi dönemlerinde hep kritik devrelerdi.

1980’lerin ikinci devresinde hafızamıza kazınan en acıklı olaylardan biri Halepçe katliamıydı. Komşumuz Irak’ın bize en yakın bölgelerinden birinde binlerce insan, çoluk çocuk dahil kimyasal silahlarla katledilmişti.

Derken Berlin duvarı yıkıldı. Sovyetler Birliği Gorbaçov’un perestroykası ile birlikte ciddi bir sistem değişikliğine gitmeye başladı. Lisede yıllarca mücadele ettiğimiz Rus rejimi taraftarı olan marksist arkadaşlarıma karşı 10 yıl sonra büyük bir zafer kazanmıştım. Artık dayanacakları bir sistem kalmamıştı. İşin hakikati, yıllar önceki bu mücadelemiz çoktan bitmiş, dünya da çok ama çok değişmişti. Yıkılan Berlin duvarı soğuk savaş döneminin de sonuydu. Batı Medeniyeti bir düşmanını kaybetmişti. Yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Bu düşman ise maalesef Müslümanlar olacaktı. Hem dünya, hem de bizler, yine kritik bir süreçten geçiyorduk..

Derken Irak’ın Kuveyt’i işgali, Amerikanın önderliğinde çok uluslu güçlerin Saddam’a haddini bildirmesi süreci başladı. Bir koyup iki alma hayalindeki Türkiye adeta havasını alarak ve bir çok problemi de çözme mecburiyetinde kalarak kritik bir sürece daha girdi… Batılıların desteği ile İran’a saldıran da aynı Saddam’dı, Batılılara aldırmadan (belki de haddinden fazla aldırarak) Kuveyt’i işgal eden de yine aynı adamdı. Hem ülkesi, hem halkı hem de komşuları olarak bizler harap oluyorduk…Eskilerin deyimiyle karagöz halt ediyor Hacivat ceremesini çekiyordu. Turizme yönelik bir işe giriştiğim bu devrede, işlerimizin adeta durma noktasına gelmesini ve bizim de bu süreci hakikaten kritik bir şekilde yaşadığımızı hiçbir zaman unutamamışımdır. Irak’a yapılan ambargodan yine en büyük zararı zavallı Iraklılarla birlikte benim ülkem ve halkım, yani bizler, çekiyordu…

1990 ‘lı yıllar iç borçlanma maceramızın hızlandığı yıllardı. 1994 yılında MÜSİAD yayınladığı bir raporla, iç borcun, tedbir alınmadığı takdirde 1999 yılında ülkeyi iflasa götüreceğini açıkladığında birçokları felaket tellallığı yapmakla suçluyorlardı. Çok önemli ve kritik sürecin yaklaşmakta olduğunu aklı selim sahibi insanlar önceden farketmişlerdi.

90’lı yılların bir diğer önemli gelişmesi medeni(!) batının tam göbeğinde Bosna Hersek’de yıllarca yaşanan insanlık dramıydı. Silahlı Sırplar masum Bosnalıları tüm dünyanın gözü önünde katlederken, güçlü(!) ülkelerin yardım eli sırf Müslüman oldukları için onlara uzanmıyordu. Uluslararası Hukuk, İnsan Hakları gibi evrensel değerlerin ne işe yaradıklarının görülmesi açısından ibretli bir zaman dilimini tüm dünya ile beraber yaşadık. Körfezde petrole bulanmış bir karabatağa gösterilen ihtimam, Bosna’da katledilen binlerce insana gösterilmemişti. Asrın en kritik süreçlerinden biri dost, müttefik ve stratejik ortaklarımız tarafından uzunca bir süre adeta görmezden gelinmişti.

1990’lı yılların yurt içindeki önemli ve sürekli bir gündemi de güneydoğudaki PKK ile mücadele adı altında devam eden düşük yoğunluklu harpti. Ciddi ve kritik bir dönem olan bu devre, APO’nun teslim edilmesi ile büyük bir azalma trendi içine girdi.Yüzmilyarlarca dolar ve 30000’in üzerine vatan evladını kaybettiğimiz bu savaş, Türkiye’nin 20.yüzyılda en çok kayıp verdiği mücadeleydi.

Yine, 1994 5 Nisan Krizi çok önemli bir kritik devre olarak tarihe geçecekti. Kamu maliyesinde yaşanan kriz ve döviz fiyatlarındaki ani artış özel sektör firmalarının büyük çoğunluğunda yıkımlara yol açmıştı. Ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu. Bu devrede alınan bir karar ülkemizde daha sonraları karşılaşacağımız Bankalar krizinin adeta zeminini oluşturması bakımından çok önemliydi. Özel Bankalardaki mevduata devlet garantisi getiriliyordu. Bunun ne manaya geldiğini, 2000’li yılların başından itibaren gündemimizde önemli bir yer tutacak olan Bankaların, kamu maliyesine, dolayısıyla da ülkeye verdikleri zararı gördüğümüzde daha iyi anlayacaktık. Fakat iş işten geçmişti…

1996 Yılı başında Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkeleriyle Gümrük Birliği macerası başladı. Çok stratejik ve kritik bir sürece daha girilmişti. Avrupa Birliğinin karar organlarında yer almıyorduk fakat ülkemizin zayıf ekonomisi Avrupa ile Gümrüklerin kaldırıldığı bir sürece giriyordu. Bir çok sektör için çok kritik bir karardı.

1996 Yılı haziran ayında Erbakan’ın Başbakan olması ile demokratik açıdan çok normal fakat başka açılardan da çok kritik bir süreci daha yaşamaya başladık. Bu süreç 28 Şubat 1997 MGK kararları ile daha problemli yeni bir devrenin başlamasına yol açtı. 1997 Yılı Haziran ayı ortalarında 12 Eylül ihtilalini yaşayan bizim nesil, yeni bir ihtilalin ayak seslerini adeta çok yakınımızda hissettik. Çok kritik ve tarihi bir sürece daha girmiştik.

Erbakan Hoca gitti, fakat maksat hasıl olmadı. 1990’lı yılların makro ekonomik dengeler açısından neredeyse en iyi devresi olan bu dönem nedense bazı kesimleri hiç memnun etmemişti. İnançlı insanlara, kurumlara, firmalara karşı sistemli bir sürek avına girişildi. Ülkede yeşilin neredeyse her tonu potansiyel suçlu muamelesi gördü. Ülkenin en çok İmam Hatip Okulu açmakla övünen kişisinin Devletin başında olduğu bir dönemde İmam Hatiplerin ve Kur’an Kurslarının adeta ipi çekildi. Bir nesil için çok kritik bir gelişme daha tarih sayfalarına yazıldı.

1997’den itibaren gelişen Rusya ve daha sonraları gündeme gelen Uzak Doğu ekonomik krizleri Dünya Ekonomisi ve ülkemizi için hep kritik süreçlerdi. 2000 Yılında Devlet, tüm organları ile önemli bir karar vererek 18 ay boyunca döviz kurunu sabit tutacağını ve buna bağlı olarak bir makro ekonomik denge politikası uygulayacağını ilan ettiğinde, ülke için yepyeni bir dönemin açıldığına inanmak istiyorduk. Riskli ve kritik bir dönemdi fakat kararların altında uluslar arası sistem ile anlaşan bir Devlet vardı, dolayısıyla uygulanma ihtimali yüksek görünüyordu.. 2000 yılını sonuna doğru bu politikanın yürümeyeceği görülmeye başladı. Devlete inananlar (başta ben olmak üzere) bir gol daha yemişlerdi. Bankacılık sektöründe patlak veren kriz ve ardından 2001 Şubat krizi sistemi yeni baştan alt üst etti. Derken Derwish’li günlerimiz başladı..

11 Eylül 2001’de ABD’de ikiz kulelerin yerle bir olması Dünya Sistemi açısından kritik yeni bir devrenin daha başlamakta olduğunun habercisiydi. Bu olayla birlikte adeta Global bir 28 Şubat süreci başladı. Çift kutuplu dünya sisteminin sona ermesi ile neredeyse tek global güç haline gelen ABD, yeni bir dünya dizaynına girişiyordu. İlk operasyon İran, Rusya ve Çin üçgeninin ortasındaki Afganistan’a yapıldı. Simge adam Usame Bin Ladin yakalanamadı fakat Afganistan üzerine tonlarca bomba yağdı. Sonuçta dünya devinin isteğine uygun mutemed kişilerin kontrolünde bir düzen kuruldu. Kritik bir süreçten daha geçilmişti. Afganistan işgalinde BM başta olmak üzere neredeyse tüm uluslar arası arenayı arkasına alan ABD, yeni bir hamle ile bu kez rotayı Irak’a doğru çevirdi.

Türkiye, 3 Kasım seçimleri ile yepyeni bir iktidara kavuştu. 1997’den beri sıkıntı içinde bunalan ülke insanı yeni bir umutla yeni hükümetini karşılarken, ülke ve dünya yine kritik bir sürecin içine daha girmeye başladı. Avrupa Birliğine aday ülke statüsü kazanma yolunda tatmin edici olmasa da bir görüşme takvimi almanın verdiği buruk sevincin ardından, yanı başımızda ciddi bir savaşın tamtamları çalmaya başladı. Kritik süreçler içinde büyümüş nesillerin yeni bir sınavı daha başlamakta..

Bir tarafta, Stratejik ortak ABD, İngiltere ve Orta Doğu’da çıban başı gibi yıllardır tüm BM kararlarına meydan okuyarak silahlanan İsrail ekseninin dayattığı savaş gerçeği… Bir yanda, Halkına karşı Halepçe’de kimyasal silah kullanan, İran ve Kuveyt ile haksız hukuksuz savaşlara giren, bir çok kere de Türkiye’yi tehdit eden, OrtaDoğu’nun kontrol dışı lideri Saddam Hüseyin’in yönetimindeki kardeş Irak halkı… Muhtemel bir savaşın kırılgan ülke ekonomisine vereceği onarılmaz zararlar.. Yaklaşan savaşın, Orta Doğu’daki petrol başta olmak üzere hammadde kaynaklarının kontrolü ve yeni dünya düzeninin oluşumu sürecinde insiyatif kazanma hedefine yönelik olmasının verdiği rahatsızlık. Krizin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan BM merkezli Uluslararası Sistemi bile dikkate almayacak bir yöne doğru seyretmesi. ABD, İngiltere, İsrail ekseni karşısında, Avrupa Birliğinin iki önemli gücü Almanya ve Fransa’nın karşı durması, Rusya’nın ve Uzak Doğu’nun gelişen gücü Çin’in itirazi duruşlarının savaş ihtimalinin boyutlarını genişletici bir keyfiyet arzetmesi. Muhtemel bir savaşın Osmanlı sonrası suni sınırlarla ayrılmış Orta Doğu coğrafyasında oluşturacağı daha köklü parçalanmaların vereceği uzun dönemli zararlar… Ve daha birçok sıkıntılı değişken…. Ülkemiz ve dünya çok kritik bir dönemden daha geçiyor. Önemli olan, bundan önceki tüm kritik dönemeçlerde olduğu gibi, bu kritik dönemde de doğru adımların atılması, tarih ve gelecek nesiller önünde savunabileceğimiz bir pozisyonda durulabilmesidir. Birinci öncelik meşruiyet zemini çok tartışmalı olan bu savaşın önlenebilmesidir. ABD-İngiltere ve İsrail üçgeni, stratejik ortağımız da olsalar yapacakları tüm hareketleri, meşru ve tüm ülkeler tarafından kabul edilebilir bir zeminde izah edebilmelidirler. Türkiye kardeş Irak Halkının zarar göreceği bir savaşın kesinlikle tarafı olmamalıdır. Orta Doğu bölgesi ve halklarının, yüzyıllardır birlikte yaşadığımız ve dünyanın sonuna kadar da beraber yaşayacağımız topluluklar olduğu gerçeği hiçbir hal ve şartta göz ardı edilmemelidir. Dünya’daki hammadde kaynaklarının adaletli kullanımı konusunda, sadece askeri açıdan güçlülerin değil, tüm dünya halklarının söz hakları olduğu gerçeği sürekli vurgulanmalıdır. Son olarak unutulmaması gereken en hayati gerçek şudur ki, insanlar ve toplumlar için kritik süreçler hep var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Aslolan o kritik süreçleri doğrunun, haklının yanında ve adaletten ayrılmadan geçebilmeye çalışmaktır.

Erhan Erken

MÜSİAD:BİR KİMLİK TANIMLAMASI

28 ŞUBAT Olarak anılan dönemin sonrasında Türkiye’de sıkıntılı bir devir yaşandı. O zaman içinde yer aldığım Müsiad yönetiminden bir kaç arkadaş DGM de yargılanmaya başladı. Bir ara Derneğin kapatılması konuşulur oldu. Bu yazı o dönemin şartlarında kaleme alınmış ve MÜSİAD’ın ana ilkelerini yeniden gözden geçirmek için Yönetim Kurulunda değerlendirilmiştir.

Daha sonra da Nisan-Haziran 1999 MÜSİAD Bülten’de yayınlanmıştır.

 

 

Bizler, hür teşebbüsü savunan, girişimci ruha sahip iş adamlarıyız.

Mensubu olduğumuz derneğin müstakil ( bağımsız )sıfatının önemli olduğuna inanıyoruz

Kamu ile ilişkilerimizde, millet malının emanet olduğu bilinci ile hareket etmeyi temel ilkelerimizden biri olarak kabul etmekteyiz.

Milletin bağrından çıkmışız, onun değerlerine önem veriyoruz

Bu ülkede yaşayan insanların diline, kimliğine, kültürüne, tarihine saygılıyız.

Ülkemizin de müstakil (bağımsız) kalmasını istiyoruz

Bağımsızlığın, ülkemizin büyük devlet olma geleneğinin tabii bir uzantısı olduğuna inanıyoruz

Ülkemizin küresel bir güç olma potansiyeline sahip olduğunu, bu yüzden uluslar arası ilişkilerde bu hedefe uygun bir politika izlenmesini önemsiyoruz.

Savunduğumuz değerlerin çoğunluğun değerleri olduğunun bilincindeyiz.

İktisadi hayatta tekelleşmeye, açık ve gizli sömürüye karşıyız.

Ülkemizde ve tüm dünyada mevcut ve hakim olan faizli bankacılık dışında, hakkaniyetli finansman sistemlerinin bulunduğuna inanıyoruz.

Sermayenin tabana yayılmasının, Halka açık şirketlerin çoğalmasının, Spekülasyondan arındırılmış ve işleyişi iyi denetlenen hisse senedi ve borsa sisteminin gelişmesinin, Risk sermayesi ve bunlara benzer yapıların, alternatif finansal yöntemler olarak, hem ülkemiz hem de insanlık için müsbet açılımlar sağlayacağını savunuyoruz.

Kazanırken hakka ve adalete uygun, harcarken de israftan kaçınan bir çizgi tutturmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bizim gibi düşünmeyen insanlarla da hasım olarak değil, birbirimizi anlayabilecek ortamlar içinde bulunabilmeyi istiyoruz.

Ekonomik olarak yalnızca güçlü olmanın, tek hedefimiz olmaması gerektiğinin altını çiziyoruz.

Allah ile,diğer insanlar ile,  tüm çevre ile ve tabii ki, kendisiyle barışık bir denge içinde,her günümüzü bir öncesinden daha iyi hale getirme çabasının çok daha tercih edilir bir hedef olması gerektiğini savunuyoruz.

Önce büyüme sonra eşitlik değil, insanlarımıza fırsat eşitliğinin sağlandığı bir ortam içinde büyüme yanlısıyız.

Malını, sözünü ve fiilini yerinde harcayan, cömert ve kibirden arınmış insanlarla toplumun kollektif olarak zenginleşeceğine inanıyoruz.

Erhan ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN NİSAN-HAZİRAN 1999

VARALIM GİDELİM URUMELİNE

Balkan ülkelerine 2003 yılında yapma kararını verdiğimiz geziyi 2004 yılının yaz başlarında gerçekleştirdik. Ticari olmanın yanı sıra, bölgenin bu günkü durumu ile ilgili kısa sürede de olsa gözlem yapabilme, Osmanlı’nın o bölgelerdeki izlerini yaşayarak görme , ayrıca, benim gibi  kökü oralara uzanan insanlar için de, yakın tarihleriyle buluşma açısından önem taşıyan bir geziydi.

10 Haziran 2004 Sabahı, saat 07.15 civarında Bakırköy İncirli’deki  Ömür Lokantası’ nın önünden yola koyulduk. Eman Tur’un organizasyonunda ve Doç. Dr. Haluk Dursun’un rehberliğinde başlayan turda, kafile başkanlığını Müsiad Genel Başkan Yardımcısı İsrafil Kuralay yaptı. Rehberlerimiz ve kaptanlarımız dışında 22 kişi idik.

İpsala sınır kapısından çıkmadan Tekirdağ’da bir çay ve çorba molası verildi. Daha sonra İpsala’dan çıkış yaparak Yunanistan sınırlarına girdik.

Haluk Hoca’nın ifadelendirdiği üzere, takip ettiğimiz hat Osmanlı’nın Rumeli fetihlerinde kullandığı sol kol hattı idi. Daha çok güneyi ve kıyı şeridini takip eden bu hattın   dışında, Edirne-Nis-Belgrad-Budin ve Bech(Viyana ) hattı vardı ki bu orta kol hattını oluşturuyordu. Sağ Kol hattı ise, Varna-Rusçuk-Şumnu-Dobruca-Eflak-Boğdan (Memleketeyn)-Ozi ve Dinyeper ‘e kadar uzanıyordu.

Yolculuğumuz sırasında ilk olarak, şu anki adı ile Feres olan , Osmanlı’daki adıyla FERECİK kasabasını geçtikten sonra , Alexandroupolis yani bizde bilinen adıyla DEDEAĞAÇ’a geldik. Bu bölgede tütün ekiminin önemli olduğunu, ayrıca Yunanistan’ın dört büyük limanından birinin burada bulunduğunu öğreniyoruz. (İgomenissa Limanı). Diğer limanlar, Pire (Atina), Selanik ve  Patras limanları.

Yunanistan’ın bütününde zeytin ekimi çok önemli bir yer tutuyor. Ayrıca üzüm ve çeltik de bu bölgenin ürünleri. Bölgenin güneyinde yer alan Girit adası, kişi başı 31 kg’lık tüketimle zeytinyağı tüketiminde bir numaradır.

Dedeağaç’dan çıktıktan sonra yolumuz deniz kıyısından ayrılmaya başladı. Gümülcine yolu üzerinde tuz üretilen göl olan VİSTONİDAS  gölü yakınından geçtik. Uzaktan RODOP Dağlarını görüyoruz. Aynı zamanda bu bölgede bizdeki Bakırköy’ün ismen esinlendiği Makriköy bulunuyor.

Sapes (SAPÇI) kasabasını geçerek Komotini yani bizdeki adıyla GÜMÜLCİNE’ye varıyoruz.

Batı Trakya diye bildiğimiz, yıllarca hep sıkıntılarını ve dramlarını dinlediğimiz insanlarımızın içinde yaşadıkları topraklardayız.

Gümülcine’de ilk olarak Ticaret ve Sanayi Odası’nı ziyaret ettik. Oda Başkanı Sn. Angelidis Nikolaos,  Heyet Başkanımız Sn. İsrafil Kuralay, Rodop Milletvekli Sn İlhan Ahmet sırasıyla heyetimizden ve bölgenin işadamları ve eşrafından oluşmuş topluluğa hitap ettiler. Bizleri karşılayanlarda ve orada bulunan soydaşlarımızda mutluluk ve yanlış yapmamak için gayret sarfeden insanların tedirginliği göze çarpıyordu. Bizlerden kısa bir süre önce Başbakanımız Sn. Tayyip Erdoğan’ın bir heyetle birlikte bölgeyi ziyaret etmiş olmasının da bizim ziyaretimize ayrı ve tamamlayıcı bir misyon verdiğini farkettik.

Daha sonra Türkiye Başkonsolosu Sn. Hüseyin Avni Botsalı da toplantıya katıldı ve bir konuşma yaptı. İkramlar ve ayak üzeri kartvizit alış verişinden sonra, Gümülcine içinde küçük bir yürüyüşle Başkonsolosluğumuza ziyarete gittik. Ziyarette Gümülcine seçilmiş Müftüsü Sn. İbrahim Şerif de hazır bulundular.

Konsolosluk ziyareti sonrasında işadamı İbrahim Hali Hasan, Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği Başkanı Murat Yunus ve arkadaşları bizlere bir öğle yemeği ikram ettiler.

Ne biz onlara ne de onlar bize doyamadan, bir gözümüz saatlerimizde, bir gözümüzde bize dostça bakan insanlarda olmak üzere kısa fakat dolu dolu geçen zamanın sonunda hareket vakti geldi. Yemek sonrası Gümülcine’den ayrıldık.

Xanthi adıyla haritalarda ismi geçen İSKEÇE’nin içinden geçerek  bölgede çok meşhur olan KURABİYECİ’de mola verdik. Çay ve kurabiyeli molada hediyelik olarak aldığımız kurabiyelerimizi paketlettik. Hakikaten tavsiye edildiği kadar mükemmel olan bu kurabiyeler, İstanbul’a altı gün sonra dönmemize rağmen, bayatlamadan ilk günkü tatlarını muhafaza ettiler.

Akşam üstü KAVALA’YA vardık. Osmanlı’daki ismi ile bugünkü ismi aynı olan bu şehrin en büyük özelliği Osmanlı’ya ihaneti ve çıkardığı gaileler ile meşhur olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu şehre adının verilmiş olmasıdır. O zatın inşa ettirdiği  medrese, şehrin tepe bölgelerindeki Osmanlı yapıları, sağlam olarak duruyorlar. İhanet karşılığı eserlere ve şehrin ismine dokunulmamış olduğunu ibretle müşahede ediyoruz.

Buradaki küçük bir trenle yaptığımız şehir içi yolculuk , deniz manzarası ve sahili, kiliseye çevrilmiş camii, su kemeri, KIBRIS’ı unutmadık yazılı kanlı tabelası bu şehirdeki ilginç izlenimlerimizdi.

Güneş batmaya yönelirken Kavala’dan ayrıldık ve Selaniğe doğru yola koyulduk. Selaniğe girmeden gördüğümüz bir yol tabelası özellikle beni çok derinden etkiledi.

Tabelada (KİLKİS) KILKIŞ yazıyordu. Eski Osmanlı haritalarında ve hatıratlarda adı Avrethisar olarak geçen bu bölge, babamın dedesi Topal Ahmet Efendi’nin çiftliğinin olduğu yer. Balkan harbinde dedemlerin, Bulgar gavurunun saldırılarından kıl payı kaçarak terk etmek zorunda kaldıkları ve Selanik’e göçtükleri bu kasabayı, geniş bir zamanda yeniden dolaşmak benim için artık ciddi bir vazife haline geldi. Kılkış, Selanik, Bilecik, Manisa derken İstanbul Fatih’e kadar gelen bu muhacir ailenin bir ferdi olarak, ismini çok duyduğum ve her Rumeli haritasına bakarken yerini tesbit etmeye çalıştığım Kıklış’ın, tabelası bile beni tarihin derinliklerine götürmeye yetti.

Geç saatte geldiğimiz Selanik’te, KNİSSİS otelde kalıp sabah ilk olarak küçük bir şehir turu attık ve Beyaz Kule’ye gittik. Şehrin simgesi olarak kabul edilen bu kule 15 veya 16 yy’larda Venedik’lilerce inşa edilmiş. Birçok kere yıkılan kule son olarak Kanuni döneminde Mimar Sinan tarafından altı katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminde bir müddet zindan olarak kullanılan bu eser, 1878’de kapatılarak beyaza boyandığı için bu adla anıldığı söylenmektedir. 1985 Yılından beri, Osmanlı tarihi hariç, Selanik tarihinin sergilendiği bir müze olarak ziyarete açık olan bu Kuleyi dolaştıktan sonra Selanik Başkonsolosluğuna gittik.  Konsoloslukla aynı bahçede bulunan Atatürk’ün evinin dolaşılması ve bahçede alınan ikramları takiben şehrin panoramik turuna devam edildi. Bu tur sırasında, Sultan Abdulhamit’in hal edilmesinden sonra zorunlu ikamete tabi tutulduğu ve bugün Selanik Valiliğini barındıran, Alatini Köşkü’nü ve az sayıda sağlam kalan Osmanlı eserlerini hüzünle seyrettik.

Selanik, tarihte çeşitli adlarla anılan önemli bir şehir: Kabe-i Hürriyet, Mehdi-i Hürriyet, Dar-u Yahud, Kahpe Selanik…… Tüm bunlar bu önemli şehrin en meşhur isimlerinden bir kaçı. İttihatçıları ve avdetiler adı verilen dönmeleri ile  Rumeli muhacirlerinin dönüş yolundaki en mühim kavşak noktalarından biri olan bu liman kenti, Osmanlı ve İslam kimliğinin ortadan kalkması için Yunanlıların ciddi şekilde çalıştıkları ve bunda kısmen  muvaffak oldukları bir şehir haline dönüşmüş.

Yonyo’nun meyhanesi, Beyaz Kulesi, Atatürk’ün evi, Sultan Hamit’in Alatini köşkü ile dikkatleri çeken, Rahmetli anneannemin, babaannemin ve dedelerimin gençlik yıllarında gözleri arkada kalarak terk etmek zorunda bırakıldıkları ve bizlere İstanbul’a çok benzerdi diye anlattıkları  Selanik’ten ayrılarak, yolculuğumuza devam ettik.

Selanik Başkonsoloslumuz ziyaret sırasında, bu şehirde ayakta(!) kalan Osmanlı eserleri ile ilgili bizlere bir çalışma sundular. Bu çalışmada ismi geçen diğer eserlerle ilgili kısa bir malumat vermenin bu noktada faydalı olacağını düşünüyorum.

HamzaBey Camii; Selanik’teki bu ilk Cami, 1468 yılında 2. Murat döneminde kumandan Hamza Bey için yaptırılmış. Egnatia Caddesi üzerindeki bu eser, 1978 Yılındaki Selanik depreminde ciddi hasar gördükten sonra bir daha onarılmamış, sadece iskelelerle desteklenmiştir. Selanik 1997 Avrupa Kültür Başkenti Organizasyonu tarafından Cami restorasyonu için 250 milyon drahmi ayrılmış olmasına rağmen , kızıl haçın mülkü görünen caminin restorasyonu için henüz kayda değer bir adım atılamamıştır.

Alaca İmaret Camii (İshak Paşa Camii); Sadrazam İshak Paşa tarafından 2. Batezid döneminde 1484 yılında yaptırılmıştır. 1978 Depreminden sonra önemli hasar gören cami, restore edilmiş fakat 1986 yılından itibaren Selanik belediyesi tarafından sergi, konser ve benzeri kültürel etkinliklerde kullanılmaktadır.

Yeni Camii;1902 Yılında Müslüman olan Yahudiler tarafından İtalyan mimar Vitaliano’ya yaptırılmış bu camii de 1986’dan bu yana sergiler ve kültürel etkinlikler için kullanılmaktadır.

Bey Hamamı; Sultan 2. Murat döneminde 1444 yılında yaptırılan hamam ayakta kalan en büyük hamamdır. 1968 Yılına kadar Cennet hamamı adıyla kullanılmıştır. 1997 Restorasyonundan sonra ‘Ortaçağ Laik Mimarisi’ sergisiyle ziyarete açılmıştır.

Paşa Hamamı; Kanuni döneminde Selanik Valisi Cezerizade Koca Kasım Paşa tarafından 1520-30 arasında yaptırılmıştır. Hamamın suyuunn ısıtılmasında kullanılan kömürün çevre kirliliğine yol açtığı gerekçesi ile 1981’de kapatılmıştır. Anka hamamı adıyla da

bilinmektedir.

Musa Baba Türbesi;(Terpsitheas Meydanı) 16. Yüzyılda şehrin tanınmış kişilerinden Musa Baba’nın türbesi olarak yapılmıştır. Onarım görmemiş olan bu türbeyi semtin spor kulübü sosyal kulüp olarak kullanmaktadır.

Yahudi Hamamı; 16. Yüzyılda Halil Ağa tarafından Yahudi Mahallesinde yaptırılmış ve 1900’lerin başına kadar faaliyette kalmıştır.Selanik 1997 Avrupa Kültür Başkenti programı çerçevesinde onarım görmüştür.

Yeni Hamam; 16. Yüzyılın ikinci yarısında Hüsrev Kethüda tarafından yaptırılan bu hamam bir dönem taverna olarak kullanılmıştır. Halen Aigili adlı özel bir kültür merkezi olarak faaliyettedir.

Bedesten; 2. Bayezid tarafından 15. yy’ın sonunda yaptırılmıştır.Halen tekstil ürünlerinin satıldığı bir çarşı olarak hizmet vermektedir. Onarım görmektedir.

Yedi Kule; Osmanlı’ların ilk dönemlerinde 1431 yılında Çavuş Bey tarafından inşa edilen bu yapı 1989’a kadar hapishane olarak kullanılmış, şu anda ise kültür merkezi olarak kullanılmak üzere restore edilmiş.

Tophane; Kanuni’nin Selanikte birkaç ay kaldığı 1546’da inşa edilmiş olan bu yapının şu an çok az bir kısmı ayakta

Ayrıca bir bakanlık tarafından kullanılan Hükümet Konağı, Belediye Konukevi tarafından kullanılan Belediye Konukevi de Osmanlı Devri eserlerinden bazıları.

Tarihi eserlerinin büyük bir çoğunluğu yerle bir edilse, kalanları da, bitmeyen tamirat iskeleleri arasında gizlenmeye çalışılsa da, kenarından köşesinden gördüğümüz kadarıyla buram buran tarih kokan ve ‘biz’den kısmi esintiler taşıyan bu güzel şehirde ayrılıyoruz.

İlk durağımız Giannitsa yani YENİCE-İ VARDAR.  Burada, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Şah ile birlikte Rumeli’ye geçen akıncılardan Gazi Evrenos Paşa’nın Türbesini ziyaret ettik. Türbenin yıkık dökük hali bizleri cidden üzdü.

Yenice-i Vardar’dan sonra,  Edessa veya diğer  bir adıyla da VODİNA (ki şu anda içinde neredeyse hiç Müslüman yaşamıyor)’yı geçerek Yunanistan’ın Makedonya sınırına ulaştık. Sınırda ufak bir beklemeden sonra şimdiki adıyla Bitola olan, annemin babası Rahmetli Salih dedemin Selanik’ten bir evvelki durakları olan,  MANASTIR’a vardık.

Mustafa Kemal’in okumuş olduğu Askeri İdadiyi ziyaret ettik ve sonrasında bu tarihi şehirde biraz dolaştık. Askeri İdadi’nin kapısının önünde pardesü ve baş örtüleriyle iki Müslüman hanım teyzenin karşımıza çıkışını fotoğraf makinamızla büyük bir keyifle tesbit ettik.

Şehir meydanı  sanki İstanbul’daki Eyüp Sultan Camii’nin içinde yer aldığı meydanı andırıyor. Birbirine bakan iki camii, saat kulesi, çınar ağaçları, güzel bir havuz. Camilerden biri İshakiye Camii, bir diğeri de Yeni Cami. Fakat şu anda son cemaat yeri maalesef sergi salonu olarak kullanılıyor. İçinde kazı yapılıyor. Camiinin çok öncelerde orada var olabilecek(!) bir kilisenin üzerine yapılıp yapılmadığını araştırıyorlar. Bu bilimsel araştırma(!) neticesi böyle bir bulguya rastlarlarsa muhtemelen camiyi yıkıp, kiliseye çevirecekler…..

İshakiye Camii’nin yanı başında güzel bir Osmanlı çarşısı var. 1530 tarihinde yapılmış. Kapısının üzerindeki kemerde ay yıldız hala duruyor. Fakat saat kulesinin üzerindeki ay yıldızı söküp haç dikmişler.

25000 km2’lik Makedonya’nın batısındaki en önemli ve tarihi değere haiz bu şehrinden çıkışta Pelister dağları ve daha aşağıda Baba dağlarının altından geçiyoruz. Rumeli’nin en önemli üç eyalet merkezinden biri olan Manastır, türkülere konu olan havuzu, az sayıda olsa da göze çarpan başı örtülü ihtiyar teyzeleri, şehir siluetinde önemli bir yer tutan camileri, geniş bir alanda büyük bir yapı olarak varlığını sürdüren eski Askeri İdadi ile bize geçmişten küçük de olsa bir tad verdi.

Manastır’dan sonraki yolumuz Resen yani RESNE. Resneli Niyazi’si, (Resneli Niyazi’den bahsederken yeğeni olan ebru sanatçısı ve neyzen Sn. Niyazi Sayın’ı da saygıyla anmadan geçmememiz gerekiyor) Elmas madeni ile meşhur bu kasabada durmuyoruz ve akşam konaklayacağımız OHRİ’ye doğru yola koyuluyoruz.

Ohri, Yugoslavya Federasyonu ve Tito döneminde turizm açısından çok önem verilen bir şehir imiş. Tabii güzellikler açısından da hakikaten mükemmel bir bölge. Makedonya’nın en batı ucundaki bu şehir, Yugoslavya dağıldıktan sonra turistik açıdan yeni yatırımların yapılmadığı bir yer olarak kalmış.

Akşam ilk olarak Ohri Gölünün kaynaklarından biri olan bir su kenarında Alabalık yedik. Kaldığımız otelin müdürü ve o bölgede Eman Tur ekibinin rehberi Cemal Rahvan Bey, geleneksel Türk ve Müslüman misafirperverliğinin güzel bir örneğini sundu. Akşam yemeği öncesinde, Akşam Namazı için Hayati Baba Camii ve Tekkesine gittik. Namaz sonrası Tekkenin Şeyhi Osman Efendi ile küçük bir tanışma sohbeti yapıldı ve Cemal Bey genel bir bilgi sundu. Tekke Şeyhi Osman efendi az sözlü bir insan. Gözlerinin içi gülüyor. Bakışları samimi ve canlı. Oturuşuyla, gülüşüyle, vücut diliyle yani kısacası ‘hal’i ile güzel bir insan.

Daha sonra yemekte Makedonya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Vekili Maksut Ali Bey de kafilemizle beraber oldu. Türkiye’den giden herkesin çok fazla vaatte bulunduğu, en yetkili kişilerin bile hiçbir şey yapmadıklarını ifade eden Maksut bey, yemek sonrası genel olarak sıkıntıların beyan edildiği pesimist bir çerçeve sundu.

Sabah namazında Hayati Baba dergahında zikir vardı. Sonrasında yaz misafir salonu denen mekanda sade kahve ve lokum ikram ettiler ve bir miktar ilahi okudular. Halveti tarikatının Hayati koluna bağlı olan tekke, bölgede Müslümanların birlik ve beraberliğinin sağlanmasında önemli bir merkez vazifesi gördüğü izlenimini bizlere verdi.

Ohri’de kısa fakat rehberimizin ustalığı sayesinde yararlı bir gezi yaptık. Yıkılmış camileri, eski Osmanlı mahallelerini, tepedeki kaleyi gördük. Şehrin bir bölümü Safranbolu’yu andırıyordu.

Ohri, Balkanların Kudüs’ü olarak isimlendirilen bir şehir. Yahudileri de çok meşhur. İstanbul’da Hasköy’deki Ohrida Sinagogu ismini buradan alır ve Yahudiler için çok önemli bir sinagogdur.

Yine Makedonlara Dinlerini öğreten Krillos-Metadios kardeşler için burada bir heykel bulunmaktadır. Heykelin dikili olduğu meydanda eskiden var olan bir caminin yıkılmış olduğunu öğrenmek, tabii açıdan olağanüstü güzel olan bu şehrin, zihnimizde kalan görüntüsünde her hatırladığımızda rahatsızlık veren bir eksiklik oluşturuyor..

Ohri çıkışında Struga’ya giderek Drin Nehrinin doğduğu yeri gördük. Bugüne kadar gördüklerimizin tersine olarak, gölden nehrin başladığı ve şelale tarzında aktığı noktada bir miktar durduktan sonra KIRÇOVA ( Kicevo) üzerinden ve DEBRE’nin (Debar) tabelada 50 km yazdığı bir uzaklıktan geçerek GOSTİVAR’ a yöneldik. Debre tabelasının önemi ne diye aklınızdan geçmiş olabilir; Daha evvel de Rahmetle andığım Salih dedem, eski günlerinden bahsederken, mübadelede İstanbul’a Selanik’ten geldiklerini, Selanik öncesinde de, Manastır’da bulunduklarını anlatırdı. Manastır lafzı geçtiğinde komşu bölge olan Debre-i Baliğa’dan da muhakkak söz ederdi. Tabeladaki Debre şehrinin diğer önemli bir hatırasından da bahsetmeden geçemeyeceğim. 2001 Yılı Aralık ayında Kayınpederim Cevat Bey Rahmet-i Rahmana kavuştu. Defnetmek için Edirnekapı’daki Sakızağacı Şehitliğine gittik. Anneciğinin üstüne gömdük. Mezar taşında şu ibare vardı: Debreli Mahmude, Ruhuna El-Fatiha. Hanım tarafının da İstanbul öncesi kökleri bu tabelanın olduğu şehirden geliyor.

Mahmude Hanım, saraçlık yapan beyi ve çocukları ile İstanbul’a göçmüş, memleketinin ismi bir hatıralarında bir de  mezar taşında kalmış

Türkülere konu olan ‘At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin’ sözünde geçen Hasan Efendi de, kimbilir elindeki martini ile küffara karşı nasıl bir mücadele göstermiş ve sonunda dağları inleten martini susmuş ve sadece türkülere konu olmuş.

Gostivar’da bizleri oranın Sancak başkanı olan Erdoğan Saraç isminde bir dost karşıladı. Her hareketiyle adeta bölgeyi avuçlarının içinde tuttuğu izlenimi veren bu zatın ve beraberindekilerin sıcak  karşılamaları  adeta tüm yorgunluğumuzu aldı. Kısa bir süre kaldığımız bu şehirde ev sahiplerinin ikramları, sohbetleri ve ilgileri hakikaten dostça ve kardeşçe idi.

Daha sonra,  KALKANDELEN (Tetova)’e doğru yola koyulduk. Sohbetimiz sırasında, Gostivar’da yaygın olarak  ticaret yapıldığını, nüfusun da 30-40 bin civarında olduğunu ifade ettiler. Meyve yetiştirme, biber ve özellikle özel bir çeşit olan Şuşka Biberi bu bölgenin yaygın bir bitkisi. Gostivar  Kalkandelen hattında, Şardağ eteklerinde Müslüman köyler yoğun olarak göze çarpıyor. Bu bölge Vardar ovasının yukarı bölümleri.

Bu seyahatte cami ve özellikle MİNARE’nin sembolik olarak çok büyük önemi bulunduğunu daha iyi kavradık. Özellikle siluetin oluşmasında ve bir bölgenin kimliğinin anlaşılmasında minare çok önemli bir anlam taşıyor. Gavur diyarlarında bu önem daha da artıyor.

Gavur, bizim kültürümüzde özel yeri olan bir kelime. Kafir’den, gayri müslimden daha derin bir mana ifade ediyor. Özellikle Rumeli muhacirlerinin ‘gavur’ lafını kullanırken kelimeye yaptıkları vurguyu fark etmemek mümkün değil. Ben küçük yaşlarımızda kaybetmemize rağmen dedem ve anne annemlerde bunu çokça hissederdim. Özellikle, kendilerini yurtlarından eden, acımasızca insanları kesen Bulgarlar ve Yunanlılar için söyledikleri bir söz idi‘gavur’. Bugün Filistin’de, Felluce’de, dün Bosna’da, bu tip muamelelere uğrayan insanlar da, kendilerine bu zulümleri reva görenler için, muhtemelen kendi dillerinde ‘gavur’ benzeri bir laf kullanıyorlardır.

1839’daki, Tanzimat-ı Hayriye  ile birlikte, artık ‘gavura gavur diye hitap edilmeyeceğinin’ ilan edilmiş olmasına rağmen, ‘gavur’ kavramı, muhaceret görmeyen benim bile, anlatımlarımda  yer alabiliyor.

KALKANDELEN olarak bildiğimiz, resmi adıyla Tetova bölgesi, 2001 çatışmalarında dağlarda çok büyük hakimiyet mücadelelerinin yaşandığı bir yer. Şehir merkezinde genellikle Arnavut Müslümanlar hakim durumdalar. Bu bölgelerde Müslüman Makedon ilişkisi her an teyakkuz halini muhafaza ediyor. İlişkiler sanki patlamaya hazır bir bomba izlenimi veriyor.

İlk olarak bir adıyla  Harabati Baba, diğer adıyla da Sersem Ali Baba dergahı denen bir yere gittik. Bu şahıs Malatya’dan gelmiş, Bektaşi meşrep bir kişi imiş. Tekke son döneme kadar İslami hassasiyeti olmayan grupların elinde bulunmuş, hatta içinde bar benzeri yerler bile açılmış. Son yıllarda HİLAL Organizasyonu tekkenin kontrolünü ele almaya başlamış. Bizleri burada Hilal Organizasyonunun başındaki Behacuddin Şehabi Bey karşıladı. Gerek Tekke, gerekse de bölge ile ilgili tarihten günümüze doyurucu bir malumat verdi. Tekkenin misafir bölümünün Otel olarak düzenlenebileceğini, Türkiye’den gelecek işadamlarının burada mekanın anlamına uygun bir otel işletmesi gerçekleştirebileceğini uzun uzun anlattı.

Kendisi de Kalkandelen doğumlu olan ve 70’li yıllarda anne ve babalarıyla birlikte buradan Türkiye’ye göçen Hasan Hoşben’in akrabalarının hazırlamış oldukları börekleri, Tekke’nin bahçesindeki geniş misafirhanede afiyetle yedik.

Daha sonra Kalkandelen’in önemli bir Camii olan Paşa Camii veya diğer bir adıyla Alaca Camii’ni ziyaret ettik.1495 Yılında, şu anda camiinin bahçesindeki sekiz köşeli türbede medfun bulunan iki kız kardeş, Hurşide ve Mensure hanımefendiler tarafından yaptırılmış olan bu camii daha sonra 1833 yılında, Abdurrahman  Paşa tarafından yeniden inşa ettirilerek genişletilmiş. İç tezyinatı çok ilginç olan ve Türkiye’deki hiçbir camiye benzemeyen manzara resimleri ve süslerle donatılmış olan bu camiyi ziyaretimizden sonra, Üsküp Büyükelçiliğindeki randevumuza gittik. Heyetten temsilci bir grubun gerçekleştirdiği ziyaretin hemen sonrasında Üsküp Ticaret Odası’nda Makedonyalı işadamları ile bir toplantı yaptık.

Gayet sıcak bir karşılamanın ardından Oda Başkanı ve bizim heyet başkanımız sunumlarını yaptılar. Makedonya Ticaret Odası Başkanı;’ protokoler konuşmaları bırakalım iş yapalım’ havasında idi. O bölgede Türkiye’den gelip fabrika alan ve işletmeye başlayan Yalım Erez kardeşlerin iyi bir örnek olduğundan bahsetti. Konuşmalarında ve davranışlarında hepimizi teşvik edici bir tavır içinde idi. Sürekli olarak  somut adımları beklediğini ifade etti.

Daha sonra Mustafa Paşa Camii’ni ziyaret ettik, civardaki kabristanlarda Fatiha okuduk ve Üsküp’e panoramik bir bakış gerçekleştirdikten sonra eski şehrin olduğu mahalle doğru yürümeye başladık.

Akşam ve Yatsı namazlarımızı Murat Paşa Camii’nde eda ettik. Tabii akşam yemeğimizi  yediğimiz Kapan handaki köfteciden bahsetmemek mümkün değil.

Kapan, bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde yiyecek ve giyecek eşyaların toptan satıldığı yerlere verilen bir isim idi. Bir anlamda, depo, antrepo ve hal anlamına da gelmektedir. Kapan han, adından da anlaşılacağı üzere bizlere, bir dönem buralarda toptan giyim ve gıda ticareti yapıldığını göstermekte.

İstanbul’daki Unkapanı semtinin de adı aynı mantıkla konulmuş. Devletin birbirlerinden çok uzak diyarlarında ticari hayata kavram ve fonksiyon açısından benzer damgalar vurmuş olması, Osmanlı Medeniyeti’nin büyüklüğünü ve gücünü göstermesi bakımından hakikaten güzel ve öğretici bir örnek.

Gezi rehberlerimizin başından beri tekrarladıkları, ’gezimiz Namaz niyaz, köfte piyaz gezisidir’ özdeyişinin ne anlama geldiğini en iyi Üsküp’te idrak ettiğimizi söyleyebiliriz.

Tarihi mekanda yediğimiz Rumeli Köfteleri hakikaten muhteşemdi. İstanbul Aksaray’da şu andaki İSKİ’nin arka tarafındaki MİS köfte salonunda, talebeliğimizde sık sık Rumelili Ferit Amcanın köftelerini yemeğe giderdik. Kapan Han’daki köfteler, Ferit Amcanın MİS Köfte Salonundaki köfteleri, bugün onun oğlunun Fatih Malta’da açmış olduğu BİZİM Köfte Salonu’nun köfteleri yiyenlere, birbirlerine yakın damak tadlarını veriyorlar.

Osmanlı çok muhteşem bir devlet imiş. Yıkılışının üzerinden 80 küsür yıl geçti. Hakim olduğu coğrafyada, yokluğunun meydana getirdiği boşluk, hala büyük bir problem oluşturuyor ve bir türlü doldurulamıyor. Toprakları üzerinde onlarca ülke kurulmasına rağmen vakti zamanda oluşturmuş olduğu her konudaki tarz, üslup, bakış açısı, lezzet birliği bugün bile farklı coğrafyaları ve insanları, aralarında var olan sınırlara rağmen birbirlerine yakınlaştırıyor ve beraber anılmalarını sağlıyor.

Geceyi Vardar Nehrinin yanı başındaki Holiday Inn Oteli’nde geçirdik. Sabah ise, erkenden Kosova’ya doğru yola koyulduk. Sınırdaki Kaçanik Boğazı’nı geçerken rehberimiz Haluk Hoca, bu boğazın şahit olduğu önemli bazı tarihi olayları bizlere nakletti. Bize çok da uzak olmayan coğrafyalarda ne hazin olayların cereyan ettiğini, televizyonlarda izlerken sanki başka dünyalarda cereyan ediyormuş gibi uzağımızda hissettiğimiz çarpışmaların, kitle halinde ölümlerin işte bu topraklarda, yakın bir geçmişte olduğunu gözlerimizle görmek bizleri derinden etkiledi.

Arnavutların yoğun olarak bulunduğu bu bölgelerde yolculuk ederken rehberimizin Arnavutlar ile ilgili yoğun bir bilgilendirme bombardımanı altında kaldık. Osmanlı’nın son dönemlerinde isimleri sıkça geçen, Sultan Abdülhamit’in en uzun süreli sadrazamlığını yapmış olan Avlonyalı Ferit Paşa, Sultan Abdülhamit’e hal edildiğini  bildirmeye giden ekipteki İşkodralı Mustafa Esat Toptani, İstanbul’da yetişip sonra Arnavut Kralı olan Ahmet Zogo, ressam Abidin  Dino’nun  Dino ailesi, Şemseddin Sami’nin ailesi olan Froseri kardeşlerin ve daha birçoklarının  kök itibariyle Arnavut olduklarını öğrendik. Kosova’daki ve Makedonya’daki Arnavutlar, İslam Dini’ne mensuplar. Arnavutluğun sınır bölgelerinde Hıristiyan Arnavutlar çoğunluktadır.

Özellikle Kuzey Arnavutluk bölgesinde misyonerlik faaliyetlerinin bir hayli yoğun olduğunu yine rehberimizden öğreniyoruz. Bu arada ilginç bir ayrıntıyı da paylaşalım. Nobel Barış ödülünü alan Rahibe Teresa, bu bölgeden yetişmiş ve Müslüman bir aileden gelip sonradan Hıristiyan olan Üsküplü Gonca Hanım imiş. Kendisine neden ödül verildiği bu bilgiden sonra bizde daha bir netleşmiş oldu.

Kosova sınırları dahilinde ilk durağımız Priştine yolu üzerinde Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ın türbesi oldu. Türbe girişinde bizleri Kosova Meclisindeki birkaç Türk milletvekilinden biri olan ve halen Meclis Başkan Vekilliği görevini üstlenen Nafia Hanım karşıladı. Türbenin varlığı başlı başına bir olay, fakat önemiyle mütenasip olmayan bakımsızlığı bizleri nisbeten üzdü. 1389 Yılında bu bölgede gerçekleşmiş olan ve Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanan Kosova Meydan Muharebesinden sonra, Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ı savaş meydanında gezinirken şehid eden Miloş Kapilaviç adına, Sırplar da, ovanın  diğer tarafında bir anıt inşa etmişler.

Medeniyetler nokta-i nazarından sembollerin önemini daha iyi anlamak için bu tip ziyaretler ve karşılaştırmalar hakikaten çok öğretici oluyor.

Sultan Murad-ı Hüdavendigar türbesinden sonra Priştine’ye doğru devam etmiyoruz, geri dönerek, Prizren’e doğru yöneliyoruz. Prizren’e doğru giderken yolda bölge ve bölgenin hatırlattıkları ile ilgili Haluk Hoca’nın anlattıklarından alabildiğimiz notlar şu şekilde özetlenebilir:

Kosova üretimi olmayan bir bölge. Bu sebepten yoğun bir ticari faaliyet var. Ayrıca tüketim konusunda Makedonya’dan bile daha ileri bir durumdalar

Prizren genellikle Arnavut milliyetçilerinin hakim olduğu bir şehir. Bu bölgede nüfusun büyük bir çoğunluğu Müslüman. Şehirde çok az Hıristiyan yaşıyor.

Gilan ve Prizren şehirlerinde Türkçe konuşan bir nüfus mevcut. Biz de bu gerçeği yakinen müşahede ettik. Kosova’da en fazla Türkçe konuşulan şehir ise Priştine

Bu bölgede Sırplar ile Müslümanlar arasında en çok çatışma olan şehir Bitroviça. Bu bölgede Arnavutlar ve Sırplar karşılıklı yerlerde ikamet ediyorlar.

Yine rehberimizin verdiği ilginç bilgilerden biri de Prizren’in isminin ‘pür-zerrin’den geldiğini, yani süs ve ziynet dolu manasında olduğunu ifade etmesiydi. Yine Prizren’in din bilgisi yüksek halkıyla öne çıktığı, Osmanlı’dan kalan 20 adet camisinin açık olduğu, bu şehir ile ilgili bilgilerden bazıları.

Prizren’de ilk olarak  Kırık Camii’ni ziyaret ettik. Ziyaretimiz sırasında, bu camiinin Osmanlı zamanında inşa edilen ilk camii olduğunu ve bu bölgedeki Türk taburu tarafından onarıldığını öğreniyor ve cami duvarına yerleştirilen kitabeyi inceliyoruz.

Daha sonra Sinan Paşa Camii’ne giderek namazlarımızı eda ettik. Camii’nin tuvaletlerinin eski Osmanlı usulü oluşu ve tuvalet ile temizlik sırasında su ve idrar sıçramasını önleyecek basit fakat akıllıca bir tarzda yapılmış olması dikkatimizi çeken ayrıntılardan birisi idi.

Taharet musluğunun altındaki taşa bir delik yerleştirilmiş idi . Çeşmeden akan su, kullanılmadığı zaman otomatikman delikten aşağıya akıyor ve hacet gideren insanın hiçbir yerine su sıçramıyor.

Sinan Paşa Camii ve Şadırvan Meydanı, Prizren’e gelen misafirlerin ilk dolaştırıldığı yerler imiş. Şehrin ortasından geçen İstriça nehri ve üzerindeki köprünün, sadece nehrin iki yanını değil bizlerle tarihi buluşturan bir fonksiyon icra ettiğini fark ediyoruz. Köprünün, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından onarılmakta olduğunu öğrenmek de bizlere ayrı bir memnuniyet verdi. Şehri gezerken rastladığımız diğer camiiler; medresesi de olan ve daha çok törenlerin yapıldığı Gazi Mehmet Bey Camii (Bayraklı Camii de deniyor), İkinci Mehmet tarafından yapılan Emin Paşa Camii, Saraçhane Camii. Prizren’de ayrıca çok sayıda tekke olduğunu da öğrendik.

Prizren’de misafirperverliğin güzel bir örneğine de şahit olduk. Sultan Murat türbesinde bizi karşılayan Nafia Hanım buraya kadar kafşlemize eşlik etti. Sinan Paşa Camii’nin avlusundan itibaren Demokratik Türk Partisi Başkanı Mahir Bey, Belediye Başkan Vekili Ercan bey, çeşitli bölgelerden gelmiş olan parti mensupları, entellektüeller, Mitroviça’dan Atilla ve Ergin Beyler ve daha ismini sayamayacağım bir çok kişi. Öğle yemeğini beraberce yedikten sonra, iyi niyet konuşmaları yapıldı . Yemek ve konuşmalar esnasında bütün katılımcıların çok mutlu oldukları gözlerden kaçmadı.

Kısa bir gezintinin akabinde şehirden, dolaşmanın  tadına doyamadan ve gözlerimiz arkada kalarak ayrılmak zorunda kaldık.

Akşam üstü yine Üsküp’e döndük. Üsküp’te daha evvel panoramik olarak seyretmiş olduğumuz diğer önemli camiiler olan,  İshak Bey Camii’ni, Sultan Murat tarafından yaptırılmış olan Muradiye Camii’ni ve İshak Paşa’nın oğlu tarafından yaptırılmış olan İsa Bey Camii’lerini dolaştık. Bir gece evvel köfte yediğimiz Kapan han dışında Kurşunlu ve Sulu Han’ların Osmanlı döneminden kalmış olduğunu, aynı zamanda şehirde Davutpaşa Hamamı, Şengül Hamamı, Rıfai tekkesi, Tefeyyüz Mektebi gibi ziyaret edilmesi gereken yerler olduğunu öğrendik. Gezintimiz sırasında Üsküp’lü gençlerin yeni oluşturmakta oldukları bir kütüphaneye de uğradık. Farklı diyarlarda aynı dertlerle dertlenmiş genç kardeşlerimizin dar imkanlarla ve kan ter içindeki uğraşları bizlere ayrı bir heyecan ve gayret verdi. ‘Köprü’ adıyla yayınladıkları dergilerini bizlere hediye ettiler.

14 Haziran Pazartesi sabahı Üsküp’ten hareket ettik. 1392 Yılında Osmanlı tarafından fethedilmiş bu şehir , Manastır ve Ohri ile birlikte Makedonya’nın en önemli üç şehrinden birisi. Gezimiz sırasında tesbit ettiğimiz diğer bir nokta da şu oldu ki, 6 gün boyunca hızlı bir şekilde dolaştığımız bu yerlerin her biri müstakil olarak en az üç- dört günlük bir seyahati hak eden yerler. Birer veya yarımşar günlük gezilerle buraların hakkı verilmemiş oluyor.

Üsküp’ten  Kumanova’ya doğru gidiyoruz. Buraya Kuman  Türkleri gelip yerleşmişler. Şu anda Arnavut Müslümanlarının yoğun olduğu bir yer. Yol boyunca yanımızda Vardar nehrini görmüştük. Bu nehir toplam 350 km. civarında uzunluğu olan bir nehir. Bunun 264 km.’si ise Makedonya sınırları içerisinde. Yine Makedonya’da üç önemli göl var: Arnavutluk sınırında daha evvel ziyaret etmiş olduğumuz Ohri ile, Yunanistan sınırındaki Presba ve Doyran gölleri.

Bu bölgede anadili Türkçe olan Müslümanlara GORALI adı verilmektedir.  Anadili Makedonca olan Müslümanlar da TORBEŞ adıyla anılmaktadırlar.

Makedonya’dan Bulgaristan’a geçen kafilemizle ilk olarak Köstendil şehrinden geçiyoruz. Burada 5-6 adet Türk ailesinin kalmış olduğunu söyleyen rehberimiz aynı zamanda kullanılmayan iki camiinin varlığını bize haber veriyor. Bu camiiler; Mehmet Paşa ve Ahmet bey camileri. Bazı Osmanlı konaklarının da tamir edilmekte olduğunu görüyoruz.

Bulgaristan’da ciddi bir genç nüfus kaybı var. Yol boyu işlemeyen ve terk edilmiş sanayi tesisleri görülüyor. Bulgaristan’da Ahmet Doğan’ın liderliğinde Halklar ve Özgürlükler Partisi var ve mecliste 21 sandalyeye sahipler. Ziraat ve Devlet Bakanlıkları da yine bu partinin milletvekilleri tarafından yapılıyor. Bu ülke sınırları içinde 1 İslam Enstitüsü ve 3 adet İmam Hatip Okulu bulunuyor. Özellikle Rusçuk , Şumnu ve Mestanlı bölgelerinde Türkler bulunuyorlar. Ülkede 2 Türk İşadamı derneği faaliyetini sürdürüyor. Bunlardan biri Filibe’de diğeri de Sofya’da.

Sofya’ya vardığımızda ilk olarak başkonsolosluğu ziyaret ediyoruz. Gayet sıcak bir şekilde karşılanıyoruz. Başkonsolosumuz Bulgaristan ile ilgili geniş bir malumat vererek , iş alanları ile ilgili bize yön göstermeye gayret etti. Makedonya-Bulgaristan sınırında bir müddet sıkıntı yaşadığımız için Sofya’ya geç vardığımızdan, Sofya Ticaret Odası ile randevümüz sabaha kaldı. Akşam Prenses Oteline yerleştik. Gezimiz boyunca kaldığımız oteller içinde tuvaletinde taharet musluğu olan tek otel Prenses Otel. Aslında esas amaç olarak kumarhane fonksiyonu görmek için kurulduğu izlenimi veren bu otelde taharetlenmeye hassasiyet gösterilmesi özellikle dikkatimizi çekti ve bizleri memnun etti.

Sofya’daki diğer ilginç bir nokta, ibadete açık tek camii olan Seyfullah Efendi camiinin Sedat Peker tarafından onarılıp ibadete açılmış olması. Türkiye’de ismi organize suç örgütü lideri olarak zikredilen bu şahsın, böylesi ulvi bir hizmeti yapmış olması bizleri hakikaten çok mutlu etti. Allah gönlüne göre versin, yaptığı güzel hizmetler yolunu aydınlatsın ve onun doğru yolda yürümesine vesile olsun. Türkiye’miz çok enteresan farklılıkları ve zıtlıkları içinde barındıran, insanlarının hiç ummadığımız derinliklere sahip olduğu çok zengin bir ülke.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde 83 camiinin varlığını tespit etmiş olduğu Sofya’nın bu açık olan tek camiinde abdestlerimizi alıp keyifle namazlarımızı kıldık.

Akşam Sofya’yı dolaşmaya çalıştık. Komünist hakimiyeti altında uzunca bir süre kalan bu şehrin mimarisinde bu dönemin ciddi izlerini görüyorsunuz. Sovyet hakimiyeti üslup olarak şehre adeta damgasını vurmuş.

Akşam Sofya Radyosunda çalışan Türk bir arkadaş bize rehberlik etti ve Türk kahvehanesinde çaylarımızı içerken bizleri bir hayli bilgilendirdi.

Sofya’daki radyonun 1935’de yayına başladığını ve 1944 yılına kadar günde 5-6 saat gibi yayın yapıldığını öğreniyoruz. İçe dönük yayınlarda genellikle Rumeli Türkülerine yer verildiğini, dışa dönük Türkçe yayınlarda ise Türk sanatçıların şarkılarının yer aldığını anlatıyor rehberimiz.

1944-84 arasında Türkçe konuşmaların içine sistematik olarak Bulgarca kelimeler de ilave ediliyormuş.1984’den sonra yayınlara bir dönem ara verilmiş.1993 Yılında içe dönük Türkçe yayınları yeniden başlamış ve yayın süresi 1.5 saatten 3 saate çıkartılmış.

Sofya’da bir çok noktada sıcak su kaynakları mevcut. Yol üzerinde bile sıcak su ile yüzünüzü yıkamanız mümkün.Yine Sofya’da Balkan okulu açılmış ve burada Türkçe dersi de verilmekte. Kültür müşavirliği ve ticari müşavirlik aktif olarak faaliyet yapıyor.

Tarkan’ın buralarda çok meşhur olduğunu da sohbetimiz sırasında öğreniyoruz. Buradaki bazı büyük firmaların reklamlarında Tarkan’ın konserlerinden istifade etmesi de önemli bir ayrıntı. Türkiye markasının bir şarkıcı üzerinden tanıtılması ülkemiz açısından ne kadar manidar olduğu konusunda uzun uzun düşünmek gerekiyor sanırım.

1984 ile 1989 arası bilindiği üzere Bulgarların Müslüman Türklere yaptıkları zulmün en zirve yılları. Müslümanların isimleri değiştiriliyor, Bulgar mezarlıklarına gömülüyorlar. 1989’da zulmün en uç yılında 400 000 civarında mülteci Türkiye’ye göç ettiğini bu arada hüzünle hatırlıyoruz.

Bugün ise Bulgaristan Avrupa Birliğine girme noktasında Türkiye’nin bile önüne geçmiş durumda ve ülkede çok önemli bir değişim görülüyor.

Sofya’da sabah kalkıp Ticaret Odasındaki toplantımıza gittik. Teknolojik yönü ağır basan bir program sonrası, ticari ilişki kurmak için gerekli adreslere hangi web siteleri aracılığı ile ulaşabileceğimizi öğrenerek odadan ayrıldık.

Sofya’dan sonraki durağımız Filibe idi. Milattan önce sekizinci yüzyılda kurulmuş olan bu şehir 1364 yılında Osmanlı hakimiyeti altına girmiş. Bu hakimiyet 1884 yılına kadar devam etmiş. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu şehirde 63-64 adet caminin varlığından bahsediliyor. Şu an ise maalesef sadece iki adet cami bulunuyor. Her iki camii de ziyaret ediyoruz. Filibe’nin ana caddesinde kısa bir gezintinin ardından, meraklılarla beraber, şehrin yukarı kesimlerindeki Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan eski şehirden bir esinti sunan bölgeye gittik. Arnavut kaldırımından dar sokaklarda, restore edilmiş Osmanlı konaklarının kenarlarında, ‘Kafe Taksim’ tabelası taşıyan set üstü kahvehanesinde, içimiz sızlaya sızlaya  dolaştık. Hele lokanta kulüp karışımı bir amaçla kullanılan bir Mevlevihaneye girdiğimizde adeta yutkunamaz hale geldik. Vakti zamanında zikirlerin yapıldığı, semazenlerin fır döndüğü bu mekanların bugün süfli amaçlar için kullanılıyor oluşu, tarihe karşı bir utanç hissinin benliğimizi kaplamasına yol açtı. Gerçi doğup büyüdüğümüz şehrimizde de nice mevlevihane ve tekke bugün metruk, harap ve biçare vaziyette duruyor. Onların bu hazin varlıklarını belki de kanıksadık. Fakat yaban ellerde bu tip duygularımız ve hassasiyetlerimiz herhalde biraz daha fazla ortaya çıkıyor.

Filibe’deki bu tarih ve hüzün dolu saatlerimizden sonra, Sultan Murat Camiinin altındaki börekçide yediğimiz nefis böreklerle biraz  ferahladık . İnsan nefsi bulunduğu her şarta çok kolay adapte olabiliyor. Yarım saat evvel şehrin yukarı kısımlarında üzüntüden adeta yutkunamazken, börekçide adam başı en az ikişer porsiyon Rumeli böreğini afiyetle yiyen yine bizlerdik.

Filibe’den sonra Svilengrad üzerinden ve Kapıkule sınır kapısından Edirne’ye vardık. Kapıkule’ye geldiğimizde sınırdaki küçük fakat dört minareli mescid, Anayasa’sında laiklik ilkesi şiddetle vurgulansa da halkı Müslüman olan bir ülkeye girdiğinizi adeta haykırıyor. Sınır kapılarında diğer ilginç bir nokta da tuvaletlerin yanı sıra  Gusülhane denen bir mekanın oluşu.

İlmihal kitaplarının giriş kısmında, sular, temizlik ve gusül abdestinin tarifi bulunan bir dine mensup insanların yaşadığı ülkenin sınır kapılarında, Gusülhanenin bulunuşunun, beni niye bu kadar etkilediğini bu yazıyı kaleme aldığım şu an bile yeterince anlayabilmiş değilim.

Kapıkule’den sonra, her yanı tarih kokan ve muhteşem Selimiye camii ile insanı adeta büyüleyen Edirne’nin şehir merkezine doğru yol alıyoruz.

İlk durak Selimiye Camii. Mimar Sinan’ın bu muhteşem eserinin içinde namazlarımızı kılıyoruz, bol bol resim çekiyoruz ve namaz niyaz köfte piyaz gezimizin son yemeğini yemek üzere Köfteci Osman’ın yolunu tutuyoruz.

Nefis köfteleri afiyet yiyip yola koyuluyoruz.

Artık yolculuk arkadaşlarımızla son bilgi alış verişlerimizin yapılacağı saatler başlıyor. Her birimizin ev ve aile özlemleri daha ön plana çıkıyor. Kim evine nasıl varacak?

İstanbul dışındakiler bulundukları şehirlere nasıl dönecekler?

EmanTur’un bundan sonra hangi gezileri var? Haluk Hoca’yı bir daha nerede bulup dinleyebilmek mümkün olacak? gibi sualler ve cevapları gezinin bundan sonraki bölümünü dolduruyor. Başladığımız yerde, yani İncirli’deki Ömür Lokantasının önünde (bugün orada artık Ömür Lokantası yok) gezimiz son buluyor.

Altı günü beraber geçiren bir otobüs arkadaşla hakikaten çok uyumlu bir gezi yaptık. Gerek gezi rehberlerimiz, gerek yolculuk arkadaşlarımız, gerek kafile başkanımız, hepsi çok güzel bir imtihan verdiler. İnsanların birbirlerini iyi tanımaları için beraberce seyahat etmenin önemli olduğundan bahsedilir. Bu grup hakikaten güzel insanlardan oluşmuştu. Gezinin güzelliği beraber dolaşılan arkadaşların güzelliği ile birebir ilintili idi.

Urumelinden güzel hatıralar, hüzün, tarihe yönelik mahcubiyet, daha sıkı işbirliği ve münasebet ihtiyacı şeklinde özetlenebilecek tespitlerle döndük

Erhan Erken

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

 

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar?

Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı , uyandım, rüya alemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekan düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya bir çok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya aleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (A.S.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri ‘Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim’ mealindeki duanın  manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabii uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya aleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım

İnsan oğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak , dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen, balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kimbilir hangi alemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağızıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekana adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor….

Pekiyi, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegane hayat , ahiret alemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin , her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

‘Dünyada ölümden başkası yalan’ diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir hadis-i-şerif meali daha var:

‘İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.’ Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı , çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpki yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya aleminden , gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya ahiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakikat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20,30,50,60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş  ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakikatini yaşamadan aynel yakin kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dahilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

Erhan Erken

SEMA METODUNDAN İNTERNETTE EĞİTİME

 

Türkiye’de yaşayan ve yaşları otuz ile elli arasında gezinen nesil,  icazet, meşk gibi kavramların neredeyse son kullanıcılarına şahit olan bir yaş grubu mu acaba diye kendi kendime çoğu kere sormuşumdur.

Dayımla her sohbetimizde kendi neslinden veya bir nesil evvelki alim zatlardan bahsederken, Tavaslı Mehmet Efendi’den ders okumuştu, Fatih dersiamlarından Salih Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçmişti, Rebi Molla’dan filanca dersi takip etmişti,  Rahmetli Hasan Akkuş  Hoca’dan  icazet almıştı gibi lafları çokça işitirim. Herhangi maruf  bir kişiden ders almış olmak, onun dizi dibinde yetişmek, direk iletişim yoluyla hem bilgi, hem davranış tarzı, hem ahlaki özellikleri kesbetmek bir evvelki nesil için çok önemli bir değer ifade ediyordu.

İlim için öyle de güzel sanatlar için farklı mı?

Musikide falanca müzisyen şu kişiden şu kadar eseri meşk etmişti dendiği zaman bu lafın söylenişindeki vurgu bile başka bir mana ifade etmekteydi.

Sanatkarlar için de hangi ustanın yanında yetiştiği, o kişi  için en önemli derecelerden bir tanesi idi. Mesela hüsn-i hat çalışan öğrenciler hocalarından bu sanatı meşk yoluyla öğrenirlerdi.

Bütün bunlar ve daha bir çok alanda bir çok örnek, evvelki devirlerde direk iletişimin, yani, kişiden kişiye bilgi, sanat, ahlaki yaklaşım gibi değerlerin aracısız ve teke tek bir tarzda nakledilmesinin bir yöntem olarak benimsendiğini göstermektedir.

Üstelik bu yol tavsiye edilen ve en muteber olarak tavsif edilen bir yol olarak ifade edilmektedir.

Hadis usulü kitaplarında geçen , talebenin hocasından diz dize oturarak direk olarak bir hadis metnini alması, hadisin naklinde en üstün metod olarak tarif edilmektedir. Sema metodu olarak anılan bu usul icazetin veya meşkin başka bir versiyonu, fakat aynı hassasiyeti taşıyan bir usul olarak dikkati çekmektedir.

Bu usuller şu an havasını bütünüyle soluyamadığımız, inceliklerini ancak bölük pörçük bir tarzda anlamaya çalıştığımız, hatıratlarda okuyup, kitaplardan lafzen izlediğimiz bir hayat tarzının eğitim ve  iletişim alanındaki tezahürlerinden başka bir şey değil.

Geçen yıllarla birlikte daha öncesinde kendisine çok yabancı olan başka bir hayat tarzının etkisi altına giren daha evvelkiler ve başlarken adını andığımız yaşları otuz ile elli arasında değişen nesil, teke tek ilişkiden ziyade,  toplu ilişkilerin hakim olduğu bir dünyada yaşamaya başladılar. Kitle iletişim araçları herhangi bir bilgiyi kilometrelerce uzağa bir anda iletir oldular.

Talebelere kalabalık sınıflarda eğitim ve öğretim veren okullar, farklı bir metodoloji içinde üretilmiş ve disiplinler arasında parçalanmış olan bilgiyi, yine o disiplinlere göre organize edilmiş fakültelerdeki hocalar vasıtasıyla nakleden üniversiteler, icazet yerine diploma vermeye başladılar. Bu bilgiyi naklederken de çoğu kere kocaman sınıfları ve  büyük anfileri kullanmayı tercih ettiler.

Bilginin bir noktadan başka bir noktaya aktarıldığı, fakat onunla birlikte nakledilmesi gereken başka değerlere yeterince dikkat edilmediği, bilginin muhatabı olanlar tarafından ne şekilde anlaşılıp kullanıldığının çok sıhhatli bir tarzda ölçülemediği bir ilişki biçimi. Başka bir şekilde ifade edersek,  görülmeyen değerlerin ölçülüp biçilmesinin yapılamadığı eksik değerlendirmeli bir yöntem.

Görsel ve yazılı medyanın hızlı gelişimi,  globalleşme denen cereyanın gittikçe yaygınlaşması,  bu araçları kontrol altında tutan merkezlerin ulaşabildikleri tüm noktalara tek elden mesaj gönderebilmeleri imkanını da beraberinde getirdi. Bu yöntemde, mesajlara muhatap olanlar yetişmişlik derecelerine göre yorumlayabilme, seçme yapabilme, tavır geliştirebilme gibi bir imkana sahip olsalar da, henüz yetişme çağındakiler ve sadece mesajı alabilecek kadar bir donanıma sahip olanlarda bu durum, mesaj kaynağının istediği biçimde etkilenmeye yol açmakta.

Yalnızca okuma yazma oranlarının çoğalması ile övünen toplumlar, vatandaşlarını, modern iletişim araçlarının gönderdikleri mesajları alıp, onların gereğini yapmaktan öte bir tarzda yetiştirmeyerek, adeta kendi toplumlarını ve  gelecekleri olan çocuklarını, bu mesajları yayan kaynakların ellerine sorgusuz ve sualsiz olarak terk ediyorlar.

İnsanları etken olmaktan ziyade edilgen olmaya iten bu tür bir iletişim tarzı karşısında, interaktif metodları öne çıkaran, mesajın kaynağını etkilemeye çalışan, gelen mesajı sorgulayan, mesajın veriliş biçimini tartışan bir yönelim de gittikçe sesini yükseltmekte. Özellikle aileler gelecekleri olan yavrularının eğitim ve öğretimleriyle her geçen sene biraz daha fazla ilgileniyorlar. Onları kitle iletişim araçları karşısında daha seçkinci olmaya yönlendirmeye çalışıyor, evlerinin içlerine kadar kendi elleriyle alıp getirdikleri televizyonların, videoların programlarını sorguluyorlar. Modern dadıların kendi ellerinden tatlı tatlı alıp götürdükleri yavrularına yeniden sahip çıkmaya çalışıyorlar.

Birçok yerde anne babaların küçük guruplar oluşturarak yavrularına hem bilgi hem de ahlaki değerler kazandırmaya yönelik hocalar tutup eğitim vermeye çalıştıklarını işitmek, diz dize eğitimin yeniden değer kazanmaya başlaması olarak yorumlanabilir mi onu bilemiyorum. Fakat yukarıdan aşağı doğru biçimlendirici bir iletişime karşı, farklı bir yöntem, bir çıkış aralığı ümidi olarak  zikredilmeye değer bir çaba olarak değerlendirilebilir.

Son yıllarda çılgınca bir hızla yayılan bilgisayar ve onunla birlikte gündemimize giren internet hadisesi de yerleşik iletişim kalıplarını zorlayan bir nitelik arz ediyor.

Televizyonun karşısında hareketsiz duran insanın yerini, bilgisayar karşısında istediği mesajlar arasında tercih yapabilen, dünyadaki hemen her yere her istediği zaman ulaşabilme imkanına sahip, bu kanalın kendisine verdiği imkandan istifade ederek o kanala bağlı olan herkese mesaj gönderebilme imkanını yakalayan bir insan alıyor.

Bilgi alışverişinin aynı anda hem kitlesel düzeyde hem de teke tek bir tarzda yapılabildiği yepyeni bir iletişim tarzı. Aynı anda anfi, aynı anda diz dize eğitim. Sesin, resmin, fikrin karşılıklı olarak nakledildiği bu yolda şu an hala bir şeyler eksik. Zaman bu konuda daha sağlıklı bir değerlendirme imkanı verecektir.

Şu an için en önemli nokta, bu kanalların gelişmesini sağlayan merkezler, oradan yayılan bilginin derlenmesi ve sunulması konusunda çok iyi bir hazırlığa sahip olduklarından bu sistemin içine dahil olan çevre unsurlar her ne kadar etkin olduklarını düşünseler de hali hazırda aktif bir alıcı durumundan öteye gidememektedirler. Fakat internet ağı geçen zaman içinde bambaşka açılımlar sağlamaya gebe bir saha olarak önümüzde durmaktadır.

İnsanoğlunda başlangıcından kıyamete kadar, hangi devrede olursa olsun değişmeyen noktaların doğru olarak tespiti hem eğitimde hem de iletişimde çok önemli bir nokta olarak karşımızda durmaktadır. Şartlar değiştikçe insanların birbirlerine mesajlarını aktarırken kullandıkları metodların da değişmesi tabii bir süreç olarak algılanmalıdır. Fakat bu değişimin insan fıtratına ve onun yaratılış gayesine uygun bir tarzda olmasına da özellikle dikkat edilmelidir.

Bu hassasiyeti göstermeyen beyinlerin ve çevrelerin ürettikleri metodların, insanlığın bugünü ve yarınını olumsuz bir biçimde etkilememesi için gayret göstermek, sorumluluk sahibi herkesin üzerine düşen önemli bir vazifedir.

ERHAN ERKEN

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ

KIŞ/BAHAR 2000 SAYI 5,6

DOĞRUYA DOĞRU

Yeryüzünde hayatın başladığı andan, kıyamete kadar geçecek olan sürede hiçbir insanın, zaman, coğrafya ve sosyal çevre açısından kendi istediği bir noktada dünyaya gelmediği herkesin malumudur. Bunlarla ilgili herhangi bir  tercih yapma şansı yoktur.

İnsanoğlunun içerisinde yaşamakta olduğu zaman, kendisi açısından en doğru ve de en hayırlı olan zamandır. Bütün bu saydıklarımızı düzenleyen külli irade şüphesiz ki en güzeli yaratandır ve onun her yaptığında hayır vardır.

Başka bir açıdan bakıldığında da insan iradesinin cüz’i de olsa fonksiyon ifade ettiği tek yer içinde bulunulan o andır.

Ne bir saniye sonrası, ne bir saniye evveli.

O anın gerisinde kalanlar zaman tüneli içindeki yerlerini alırlarken, sonrakiler ise yaşanılıp yaşanılmayacağı kişi için meçhul devreler olarak durmaktadırlar.

Gelecekle ile ilgili kurgular, ancak Yüce Allah takdir etmiş ve o süre insanoğluna verilmişse bir anlam ifade edecek yoksa sadece bir hayalden öteye gidemeyecektir.

Tıpkı öncekilerin yaşayamadıkları bir sonraki anları gibi.

İnsanoğluna yaşaması için bahşedilmiş olan hayat çok değerlidir. Yaşanılan ve tüketilen her saniyenin kıymeti bilinmeli , kaybedildiğinde üzülmeyecek şekilde değerlendirilmelidir.

Aynı zamanda geçmişten ibret almak, yapılan hatalardan dolayı pişmanlık duyup onları tekrar etmemek üzere karar vermek de, hayatın kalan bölümü için faydalı bir kazanım olacaktır.

Yarın ölecekmiş gibi ölümden sonraki dönem , hiç ölmeyecekmiş gibi de içinde bulunulan hayat için çalışın öğüdü, böylesi bir hakikatin altını çiziyor olsa gerek.

İnsanoğlu sadece yaşanmakta olan anın cüz’i de olsa sahibi ise (bu sahiplik de tartışılabilir), Yaratıcının kendisinden  istediklerini, yani yapılması gerekenleri, her hal ve şart altında ve gücü yettiği ölçüde yerine getirerek, zamanını en iyi şekilde değerlendirmiş olacaktır.

Yukarıdaki ifadeler yarın için hiçbir tasavvurun olmaması gerektiği tarzında da anlaşılmamalıdır. Lütfedilip verilirse yaşanacak hayat için, güzel ve olması gerekene uygun plan ve programlar yapmak da, yine günü ve yaşanılan anı en iyi şekilde değerlendirme yollarından bir tanesidir.

İçinde yaşanılan şartlar ne olursa olsun , Mevlana’nın misaliyle,  arının her hal-ü karda bal yapmak için uğraşması gibi, kişi kendi balı ne ise onu  yapmaya devam etmelidir. Her güzel çiçeğe konmalı, topladığı tüm değerleri, toplanması gereken yere getirerek en güzel ürünü ortaya çıkarmalıdır.

Yine Mevlana’nın ışık tutan sözlerinden hareketle, şartlar güllük gülistanlık olsa da, nasıl ki tüm güzellikler arasında köpek leş yemekten vaz geçmiyorsa, ve o leş de onun için baklava börek mesabesinde bir kıymet ifade ediyorsa,  sürekli kötülükleri iyi olarak gören  varlıklar  etrafta bulunacak ve doğrulara , güzelliklere sırt çevirip hayatı leş mesabesinde kötü ve Yaratıcının hoşuna gitmeyecek işlerle uğraşmaktan ibaret sayacaklardır. Bu işleri yaparken de yaptıkları kendilerine çok güzel ve doğru görünecektir.

Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, köpek leş yiyor diye, kötü bir şey yapmakla suçlanamaz. Bu, onun doğasındandır. Ancak insanoğlunun, fıtratı gereği böyle bir mükellefiyeti olmadığından, leş yemek mesabesindeki kötüden yana tercih kullanmak kabul edilecek bir durum değildir.

Aslolan hakikate yaklaşabilmenin peşinde koşmaktır. Şartların elverişli olup olmaması, ‘konjonktürün’ müsaade edip etmemesi, ifa edilen vazifelerin önemi veya önemsizliği, bu arayışın ve koşuşturmanın sonuca ulaşmasını müsbet veya menfi yönde etkileyen faktörlerdir. Fakat arayışın özünü etkileyemezler. İnsanoğlundan beklenen, yaşadığı hayatın her anında, sağlam referanslara göre tayin edilmiş olan doğruya doğru yönelmesidir.

Hakikat yolculuğunda hepinize başarılar diliyorum

Saygılarımla

ERHAN ERKEN