GEZİ OLAYLARI VE RAMAZAN-I ŞERİF AYI

Haziran ayı başında Taksim Gezi parkında masum bir çevre duyarlılığı çerçevesinde başladığı söylenen fakat daha sonra gerçek boyutları gün yüzüne çıkan eylemler dizisi, ülkemizde ciddi bir kutuplaşmayı da beraberinde getirdi. İlk olayların sonrasında bu hareketlenmenin düzenleyicisi olarak ortaya çıkan bir grup kişi, Başbakan Yardımcısı ile yaptıkları görüşme sonrasında, İstanbul’a yapılacak üçüncü havaalanından, üçüncü köprüye, valilerin görevden alınmasından, önemli toplumsal olaylara kadar çözüm önerilerini ve ültimatom gibi tekliflerini TV kameralarından deklare ettiler. Derken olay başbakanın İstanbul ve Ankara’daki ofislerini işgal etmeye, başbakanın görevden ayrılması isteklerine kadar varmaya başladı. Okumaya devam et GEZİ OLAYLARI VE RAMAZAN-I ŞERİF AYI

2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

Türkiye’de yayıncılık faaliyetleri son yıllarda önemli bir gelişme gösteriyor. Yayıncılarımız hazırladıkları kitapları yurt içinde olabildiğince geniş bir alana dağıtmaya çalışırken bir yandan da yurt dışına kitap satabilmeye gayret ediyorlar. Bu hedefe yönelik olarak özellikle son 8 yılda yurt dışı fuarlara katılım her sene biraz daha fazla artış gösteriyor. Okumaya devam et 2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

İstanbul merkez vaizlerinden merhum Salih Şeref Hoca, 01.07.1911 tarihinde Balıkesir’in Gönen ilçesi Çınarlı köyünde doğmuş. Gönen’de hafızlığını tamamladıktan sonra dinî ilimleri tahsil için İstanbul’a gelmiş.

O dönemlerde Fatih Camii başimamı olan merhum Ömer Aköz ve Fatih Müftüsü Yekta Sundu gibi hoca efendilerden Arapça ve dinî ilimler derslerini tahsil etmiş. Meşhur Gönenli Mehmet Efendi’den aşere takrib dersleri okuyarak kurra hafızlık icazetini başarıyla almıştır. Merhum Salih Şeref hocamız Kur’an-ı Kerim’i tüm farklı kıraat çeşitleriyle okuyabilme bilgi ve becerisine sahip bir kişiydi. Okumaya devam et SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Afrika’yı adeta yeniden keşfetmeye başladı. Son yıllardaki bu hızlı gelişme neticesi büyükelçiliklerin sayısı 30’u geçti. Devletin bu aktif politikasının yanı sıra yine son yıllarda iş dünyası da Afrika’nın çeşitli bölgelerindeki ticarî münasebetleri yoğunlaştırdı.

Tüm bunlara ek olarak, sivil toplum kuruluşları, yardım dernekleri ve çeşitli vakıflar da bu kıta ile daha yoğun ilgileniyorlar. Su kuyusu açanlar, mahrumiyet bölgelerinde tıbbi destek için organizasyon yapanlar, kıtlık yaşanan bölgelere yardım götürenler, okullar açanlar, Kur’an kursları kuranlar… Hemen hepsi bu büyük kıtaya yönelik ülkemizdeki ve Dünya Müslümanları’ndaki ilginin bir tezahürü olarak sayabileceğimiz faaliyetler… Okumaya devam et AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

1956 DA İSLAM DERGİSİNİN HEDEFİ 50 BİN TİRAJ İDİ

Benim kitaplarla tanışmamda ilk katkısı olan kişilerden biri rahmetli Ahmet Dayım i di. Dışarıdan bakıldığında küçük fakat içi en kenar noktasına kadar dolu bir kütüphanesi vardı. Benim de merakımı bildiğinden, arada bir beraberce karıştırır, eskilerden neler var bakardık. Yine böyle kütüphanesini beraberce karıştırdığımız bir gün bana bazı kitaplar ve dergiler vermişti. Yıllar sonra geçtiğimiz hafta sonunda onları tekrar ele aldığımda, 1956 yılında yayınlanmaya başlamış olan “İslam” dergilerine rastladım. Okumaya devam et 1956 DA İSLAM DERGİSİNİN HEDEFİ 50 BİN TİRAJ İDİ

YÖK KANUN TASLAĞI ÜZERİNE

Türkiye’de yeni Anayasa hazırlanması çerçevesinde bir çok alanda kapsamlı çalışmalar yapılıyor. Yüksek öğrenim alanında da son birkaç yıldır çeşitli zeminlerde toplantılar, paneller, çalıştaylar düzenlenmekte. Buralarda ana amaç nasıl daha iyi bir Yüksek Öğrenim Sistemi oluşturulabilir sorusuna doğru cevaplar bulabilmek.

Bu süreç devam ederken, 5 Kasım 2012 tarihinde Yüksek Öğrenim yasa taslağı YÖK sitesinde yayınlanarak tartışmaya açıldı;  Bu tarihten sonra birçok zeminde YÖK başkanı ve YÖK üyeleri, çeşitli toplum kesimlerinin ve paydaşların eleştirilerini, katkılarını almak için toplantılara katıldılar. Akademisyenler, vakıf üniversitelerinin yöneticileri, öğrenciler ve toplumun duyarlı kesimleri fikirlerini paylaştılar.

Taslak bir metin çerçevesinde bu tarz bir tartışma zemininin ortaya çıkışı öncelikle müsbet bir gelişme. Bu vesile ile ilgili herkes olayın hem bütünü hem de detayları üzerinde bir defa daha düşünme fırsatı buldu. Konu ile alakalı en uç fikirler bile not edildi. Hem devlet üniversiteleri hem de vakıf üniversiteleri içinde farklı duruşlar gözlemlendi.

Taslak üzerinde görüşmeler devam ediyor. YÖK üst yönetimi bu aralar değerlendirme dönemindeler.

Bundan sonra nasıl bir yol izlenecek?

Siyasi otorite taslak üzerinde ne tür bir süreci işletecek ve olay nasıl bir sonuca ulaşacak?

Zaman içinde inşallah hep birlikte izleyeceğiz

Bu yazımızda taslağın bütünü ile ilgili kısa yorumlar yapacak fakat daha çok vakıf üniversiteleri ile ilgili bazı hususları değerlendirmeye çalışacağız.

Taslağın genel çerçevesi içinde yer alan ve olumlu olarak değerlendirdiğimiz hususlardan bir bölümünü şu şekilde sıralayabiliriz:

Taslakta, Yüksek öğretimde çeşitlilik, kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik, performans, rekabet, mali esneklik ve kalite güvencesi ilkelerine vurgu yapılmakta,

Devlet tarafından vakıf üniversitelerinden hizmet alınması diğer bir deyişle, devlet üniversitelerine yerleştirilemeyen veya Vakıf üniversitelerinde öğrenimlerine devam etmek isteyen öğrencilerin öğrenim ücretlerinin devlet tarafından ödenmesi öngörülmekte,

Üniversitelerin yurt dışında birim açabilmelerine imkan tanınmakta,

Vakıf yüksek öğretim kurumları ile özel sağlık kuruluşları arasında tıp, diş hekimliği ve diğer sağlık bilimleri alanlarında eğitim-öğretim, araştırma, uygulama ve sağlık hizmeti sunumu amacıyla işbirliği yapılabilmekte. Türkiye Yüksek öğretim Kurulu tarafından belirlenen kriterler çerçevesinde bu yüksek öğretim kurumları ile işbirliği yapan özel sağlık kuruluşları üniversite hastanesi olarak kabul ediliyorlar,

Yeni kurulacak olan vakıf üniversiteleri için, Kurucu vakfın, ilgili yüksek öğretim kurumu mezun verinceye kadar her eğitim-öğretim yılı başında bir yıllık giderlerinin yüzde yirmisi tutarındaki parayı garanti etmesi öngörülmekte.

Olumlu olarak değerlendirdiğimiz bu noktalara ilave olarak yabancı üniversitelere Türkiye’de Şube açmalarına izin verilmesi de taslakda yer alan önemli bir yenilik. Vakıf Üniversiteleri bu noktada şu öneriyi ileri sürüyorlar ki bizce de uygun bir teklif:  Türkiye’de şube açacak yabancı okullar Türkiye’deki Vakıf Üniversiteleri ile aynı şartlara sahip olmalı,  onlara ekstra kolaylık sağlanmamalı

Bu arada YÖK’ün denetim fonksiyonu ile ilgili şöyle bir formülün yararlı olacağını düşünmekteyiz:

Yüksek öğretim kurumlarının değerlendirme ve denetlenmesinin idari-akademik ve mali denetim olarak ayrılmasının yararlı olacaktır. Buna bağlı olarak İdari-akademik denetimin, yapısı ve çalışma şekli yönetmelikle belirlenen Akreditasyon Kurulu tarafından, vakıf üniversitelerinin mali denetiminin ise bağımsız denetim kuruluşlarınca yapılmasını tavsiye etmekteyiz.

Taslakta Üniversiteler için üç tür yapı öneriliyor. Şu anda mevcut olan Devlet ve Vakıf Üniversitelerinin yanı sıra Özel Üniversite kavramı da taslakta yer almış. Özel Üniversitelerin açılması anayasa değişikliğini zorunlu kılsa da kavram olarak taslakta yer alması önemli bir gelişme ve bizce de gerçekleştirilmesi gereken bir aşama. Özel teşebbüsün belli kriterlere uymak koşuluyla eğitim alanına da girmesi rekabetin ve kalitenin artması açısından da yararlı olacaktır.

Cari kanun ve Yönetmelikler bugüne kadar Devlet ve Vakıf Üniversitelerini kamu tüzel kişiliğine tabi kurumlar olarak değerlendirirken taslakta vakıf ve özel üniversiteleri özel hukuk tüzel kişisi statüsüne konulmuş. Özel Üniversiteye dönüşmek isteyen birçok kurum için bu tercih uygun bulunsa da kurumsal bir yapıya sahip ve hakikaten Vakıf zihniyeti ile çalışan Vakıf Üniversiteleri bu tanımlamadan çok büyük rahatsızlık duydular.

Vakıf Üniversitelerinin katılımıyla oluşan TOBB Vakıf Yüksek Öğrenim Meclisi, bu rahatsızlığı  aşağıdaki cümlelerle ifade ediyor; ki biz de bu görüşleri uygun görmekteyiz:

TOBB Vakıf Yüksek Öğretim Meclisi’nin görüşü şu şekilde:

Taslakta Vakıf Üniversitelerinin kamu tüzel kişiliğini haiz ve kanunla kurulan kurumlar olmaktan çıkarılıp, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz ve YÖK’ün teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla kurulan yüksek öğretim kurumlarına dönüştürülmesinin aşağıda belirtilen pek çok sakıncası bulunmaktadır:

1. Üniversitenin kurucu vakfı Vakıflar Kanunu’na tabi iken, kamu hizmeti sunan vakıf üniversitesinin özel hukuk kişisi olması hukuken tartışmalı bir konudur.

2. Taslak bu şekliyle kabul edildiği taktirde, vakıf üniversitelerinin statülerindeki değişiklik nedeniyle Devlet üniversitelerine tanınan mali kolaylıklar ile harç ve emlak vergisi muafiyetlerinden yararlanmaları mümkün olmayacak ve bu durum zaten yüksek KDV uygulanan vakıf üniversitelerine ilave yükler getirecektir. Her ne kadar, Kanun taslağında devlet üniversitelerine tanınan mali hakların vakıf üniversitelerine de tanınacağı söylense de bu husus hukuken tartışmalıdır.

3. Bu değişiklik ile vakıf üniversitelerinin bursluluk durumuna göre devlet yardımı alabilmesinin önü kapatılmaktadır.

4. Vakıf üniversiteleri bu değişiklikle arazi ve tesis tahsis imkanlarından yararlanamayacaklardır.

5. Vakıf üniversiteleri kamu yararına kamulaştırma olanağından yararlanamayacaktır.

6. Vakıf üniversitelerinin bu statü değişikliğiyle, diğer kamu kurumlarıyla ilişkilerinde yaşamakta oldukları sorunlar katlanarak artacaktır.

Eğitim/öğretim gibi temel nitelikte kamusal bir hizmet veren kurumlar olan vakıf üniversitelerinin kamu hukuku tüzel kişisi olmaktan çıkarılması, açık bir statü ve prestij kaybı anlamına gelmektedir.

Çeşitli toplantılarda bir araya gelen Vakıf Üniversitelerinin temsilcilerinin en çok dillendirdikleri hususlardan bir tanesi de Vakıf Üniversitelerinin YÖK Genel Kurulu ve YÖK Yürütme Kurulunda Mütevelli Heyet Başkanı düzeyinde temsil edilecekleri bir yapının kurulmasıdır.

Bu arada üzerinde durulan bir diğer husus da Vakıf Mütevelli Heyetlerinde üniversitenin akademik kadrosundan birkaç öğretim üyesinin bulunabilmesine imkan tanıyan bir düzenleme yapılması şeklindedir. Bu şekilde, kararlar alınırken akademik kadronun ve Mütevelli Heyet üyelerinin birbirlerinin yaklaşımlarını daha iyi görebilmeleri imkanı oluşacağı düşünülmektedir.

Taslakda en dikkat çeken noktalardan biri de belli bir büyüklüğün üstündeki Devlet Üniversitesi için vakıf Üniversitelerindeki Mütevelli heyetlere benzer bir Üniversite Konseyi kurulmasına imkan verilmesi olmuş. Bu Konseyleri Üniversitedeki Rektör dahil tüm atamaları yapıyor, Üniversiteyi temsil ediyor ve ita amirliği görevini üstleniyor. Bu nokta Üniversite sistemi için çok önemli. Fakat bu değişim için kapsamlı bir anayasal değişim icap ediyor. Çünkü 1982 Anayasasına göre Cumhurbaşkanlığı makamı  YÖK gibi özerk kurumların atamalarında en etkili merci. 1982 Anayasasını hazırlayanlar özellikle üniversite sistemini ciddi bir kontrol altında tutmayı düşünmüşler.

YÖK üyelerinin seçimi ve Başkanın atamasını Cumhurbaşkanlığı makamı yapıyor. Burada Türkiye’de genelde Cumhurbaşkanının  daha çok asker kökenli olacağı veya askeri yapının etkisiyle seçileceği varsayımıyla böyle bir yapının kurulduğu gözlemlenmektedir.

Son dönemlerde bu makamda sivil Cumhurbaşkanının bulunması ve artık bu makamın halk oyuyla seçilecek olması yeni dengelerin oluşmasında hesaba katılması gereken önemli bir gelişme olmuştur.

Devlet Üniversiteleri için bu tarz bir vizyon ortaya koyan YÖK, taslakta daha önce Vakıf Üniversitelerinde, Mütevelli Heyetlerce yerine getirilen  Rektör ataması fonksiyonunu sürpriz bir şekilde kendi uhdesine almış. Vakıf Üniversitelerinde Mütevelli Heyetlerin fonksiyonunu azaltan taslak hazırlayıcıları, YÖK’ün bu alandaki kontrolünü arttırmaya çalışmış. Taslaktan anlaşıldığına göre, YÖK yöneticileri , Vakıf Üniversitelerinin bütçelerini ve harcamalarını daha fazla kontrol etmek istiyor.

Hatta en dikkat çekici hususlardan biri de bu güne kadar Üniversitelerin bağlı oldukları Kurucu vakıflarının seçtikleri Mütevelli Heyet üyelerinin atamalarını da YÖK’ün kendisinin yapması gerektiğini savunur bir duruma gelmiş.

Başlangıçta beyan ettiğimiz genel anlamdaki bir çok açılıma rağmen vakıf Üniversiteleri ile ilgili bu kritik tercihler vakıf Üniversiteleri tarafından çok ciddi bir tepki ile karşılandı.

1980 Darbesi sonrasındaki Türkiye şartlarında oluşturulan 1982 Anayasası ile darbeyi yapanlar ülkeyi merkezi bir bakış açısı ile yeniden dizayn etmeye çalışmışlardı. 1982 Anayasası içinde tarifi yapılan Yüksek Öğrenim sistemi ve onu en üst organı olan YÖK bu güne kadar bu bakış açısı ile sistemi yönetiyordu. Yeni bir anayasa ve YÖK yasasının bu yoğun kontörlü azaltması ve YÖK’ü koordinasyon görevi yoğun olan bir noktaya çekmesi beklenmekteydi.

Oysa yeni taslağın içinde bu beklentiye ters ve hatta bazı noktalarda özellikle yukarıda bahsi geçen Vakıf Üniversiteleri alanında çok daha abartılı merkeziyetçi unsurlar barındırdığı gözlemleniyor. İlerleyen safhalarda bu noktaların düzeleceğini umuyoruz..

Vakıf Üniversitelerin oluşturdukları mesleki oluşumlar olan Vakıf Üniversiteleri Birliği ve TOBB Vakıf Üniversiteleri Sektör Meclisinde muhtelif zamanlarda yapılan toplantılarda ilave olarak şu konularda da müzakereler yapılmış ve YÖK yöneticileri ile de paylaşılmıştı. Bu hususların da taslakta bir şekilde yer alması beklenmekteydi.

Örnek olarak, Eğitimin finasmanı konusunda Devlet Destekli ve garantili politikalar ve modeller geliştirilmesi, bu konuda Maliye Bakanlığı, Bankalar Birliği ve Vakıf Üniversiteleri tarafından bir yapı oluşturulması tavsiye edilmişti. Bu tavsiyenin alt çözüm yolu olarak da;

– Uzun vadeli ve düşük oranlı kredilerin teşvik edilmesi,

– Mezuniyetten sonra geri ödeme imkanlı modellerin oluşturulması,

– Kullanılan kredilerin geri ödenmesinde devlet garantili burs sistemi geliştirilmesi,

– Kullanılan kredilerin geri ödenmesinde sigorta sisteminin geliştirilmesi,

konularının bir formül haline getirilmesi tavsiye edilmişti. Bu önemli konunun YÖK taslağında genel hatları ile de olsa yer alması beklenmekteydi.

Ayrıca, Vakıf Üniversitelerinin nitelikleri göz önüne alınarak Devlet Üniversitelerinden farklı bir Vakıf Yüksek öğretim Kurumları Kanununa tabi olmalarının yararlı olacağı da tavsiye edilmekte. Ayrı bir kanun olmasa bile ana kanun içinde müstakil bir bölüm olarak ve detaylı düzenlemelerin bu bölümün içinde bulunması yararlı olacaktır.

Örnek olarak Mütevelli Heyetlerle Rektörlüğün görevlerinin ayrı ayrı ve detaylı olarak kanunda yer alması bu kurumlarda olası yetki çatışmalarını da engelleyeceği tavsiye edilmektedir.

Ülkemizde son yıllarda sayısı hızla artan Yurt dışında Devlet kurumlarının burslarıyla okuyan  ( lisans, yüksek lisans ve doktora ) gençlerimizin dönüşlerinde mecburi hizmetlerini Vakıf Üniversitelerinde de yapabilmeleri imkanının sağlanması konusu da beyin göçünün tersine çevrilmesi açısından Yüksek Öğretime ciddi yarar sağlayacağı düşünülmektedir. Bu hususun da kanunda yer alması uygun olacaktır.

Ayrıca Yabancı uyruklu personelin Vakıf Yükseköğretim Kurumlarının her kademesinde ( Rektörlük hariç) görev almasına imkan sağlanması yararlı olacaktır

Sonuç olarak, yeni YÖK kanun taslağı içerisinde Yüksek Öğretimin yeniden yapılanması hususunda bazı ümit verici noktalar bulunmakla birlikte özellikle sayıları 70’i bulan ve hızla artan Vakıf Yüksek Öğretim Kurumlarının yönetilmelerini ve gelişmelerini engelleyici bir çok hayati madde bulunmaktadır.

Taslağın son şeklini alacağı süreçte yukarıda özetle zikredilen bu maddelerin düzeltilmesi yararlı olacaktır.

ERHAN ERKEN

Dünya Bülteni 4 Aralık 2012

İSLAM DÜNYASINDA İYİ YÖNETİŞİM

İslam Dünyası STK’ları Birliğinin 23 Mayıs 2010 tarihinde Malezya’nın başşehir Kuala Lumpur’da düzenlediği İslam Dünyası’nda İyi Yönetişim Konferansında sunulmuş olan tebliğin Türkçe tercümesidir.

Sayın Başkan,

Saygıdeğer Misafirler,

Sözlerimin başında hepinizi en samimi duygularla selamlıyorum. Okumaya devam et İSLAM DÜNYASINDA İYİ YÖNETİŞİM

ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Divân Sohbetleri’nden birinde, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal misafirimizdi. “Üniversite Nasıl Olmalı?” ana başlığında gerçekleşen sohbet sırasında Ayşe Hanım birçok önemli tespitte bulundu. Okumaya devam et ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

REİS HİTABI ONUN ÜZERİNDE HEP ŞIK DURDU

Bu yazı değerli bacanağım Abdulkadir Kibar’ın 2012 yılı Ekim ayının ilk günlerinde vefatından bir hafta sonra kaleme alınmış ve Dünya Bizim kültür sitesinde yayınlanmıştı

“Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere,
Anlar ki yolcu yol görünür serviliklere”…
Bundan beş altı yıl evvel bir kitapta rastladığım Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sonbahar” şiirinde geçen bu mısralar çok dikkatimi çekmişti. Hem dünyanın hem de insanın sonbaharını tasvir eder mahiyetteydi. Bunu okur okumaz rahmetli Abdülkadir Kibar ile paylaşmıştım. “Bacanak, bu mısralar sanki tam bizi anlatıyor değil mi?” dediğimde gülümsemişti. Sonrasında ne zaman vücudumuzun bir yerinde bir sızı olsa birbirimize bu mısraları hatırlatır olmuştuk.
O günlerde bu iki mısra ikimiz için de,  çok iyi bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir gerçeği ifade ediyordu. Fakat şu an rahmetli Abdülkadir için ayn-el yakin yaşadığı ve bildiği bir hakikat durumunda…

Yaşadıkları fikrî dönüşüme rağmen “reis” hitabı samimiyetinden bir şey kaybetmedi
Rahmetli ile aileye damat olacağı sıralarda tanışmıştık. Her haliyle asil bir duruşu vardı. Bir dönem iş ortaklığı yaptık. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde Abdülkadir’i daha yakından tanıma imkanı bulmuştum. Çok dengeli bir arkadaştı. Benim de çok önem verdiğim usul konusunda çok hassastı. Hayatının önceki dönemlerinde yaşadıkları onda ciddi bir hayat tecrübesi oluşturmuştu. Olaylara mesafeli yaklaşıyor, hemen içine dalmıyor, demlenmesini bekliyor, her şeyi iyice ölçüp biçiyordu.
Bir de şunu fark etmiştim ki Abdülkadir’in geniş bir çevresi vardı ve bu çevre kendisine özel bir saygı gösteriyordu. Ülkücü hareket içindeki mücadeleli yıllarını, Mehmet Kahraman’ın yayın yönetmenliğinde çıkardıkları Yazı dergisi ile insanlara ilan ettikleri o derin değişimlerini kısmen izlemiştim. Ülkücü hareket içinde kazanmış olduğu “Reis” sıfatının, fikrî bir değişim geçirmiş olsa da, kendisinin bu dönüşümünü tasvip eden veya etmeyen herkes tarafından aynı canlılıkta kullanılmakta olduğunu hayretle müşahede etmiştim.
Bu, rahmetli Abdülkadir’deki yüksek ahlakî özelliklerin ve insanî kalitenin üstünlüğünün göstergesiydi. Çubuklu’lu Şükrü Kibar Hoca’nın oğlu Abdülkadir Kibar, Yazı dergisini çıkarmaya sebep olan değişimi geçirmeden evvelki ülkücü döneminde de Müslümandı. Ahiret inancı tamdı. Âleme nizamat vermek istiyordu. Allah’a (c.c), Kur’ana ve Peygambere (a.s) saygısı en üst düzeydeydi. Felsefî tabirle ontolojik açıdan, yani Var oluşunu anlamlandırma noktasında İslam dairesi içindeydi.
Ahlakî değerlere eski döneminde de maksimum önem veriyordu. Kul hakkına en üst düzeyde riayet etmeye gayret ediyordu. Teşkilat parası veya malı, onu için adeta “Beyt-ül mal” hükmündeydi. Cebinde para olmasa da teşkilat parasını ne elliyor ne de elletiyordu.  Başkalarına nefsî olarak zulmeden kimseleri -arkadaşı da olsa- uyarıyor, gerektiğinde o zamanın usulü ile falakaya dahi yatırıyordu.
O dönemlerde “millet” tanımını, içinde bulunduğu çevrenin özelliklerine göre daha dar bir şeklide yapmışlardı. Kur’an’a ve Sünnete bağlılığı tam olmakla birlikte, onu anlamada kullandığı diğer ikincil kaynaklar ve etkilendiği kişilerin bakış açılarındaki farklılıklardan dolayı, o ve arkadaşları farklı bir yerde duruyorlardı. Yine felsefî terimle epistomolojik açıdan, yani bilgi kaynakları yönüyle bazı eksiklikleri bulunuyordu.
Yaşadıkları fikrî dönüşüm onlardaki bilgi kaynağı eksikliklerini yerli yerine oturttu. Temel İslami bilgi kaynaklarına en üst düzeyde değer veriyorlardı. Kendileri istikamet bulurken, çevrelerinde kendilerini izleyen arkadaşlarına da rehber oldular.

Filistin askısı ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim
Cezaevi dönemleri ve işkence gördüğü devrelerde başını hiç öne eğmedi. Arkadaşlarını satmadı, aksine hiç alakası olmayan olaylar bile onun dosyasına yüklenirken sesini çıkarmadı. Yirmi beş yıllık akrabalığımız ve dostluğumuz döneminde, yıllar geçmiş olsa da bu nazik dönemleri ile ilgili ne ben ona detay sordum ne de o bana bir şey anlattı. Bazen çok yeri geldiğinde bile tebessüm eder geçerdi. Ben bu bilgileri onun yakın arkadaşlarının muhabbetlerinden çıkarmış ve ona karşı sevgim ve takdirim daha da artmıştı.
Kendisine zulüm ve işkence edenlerden bile onlara acıyarak ama çok yüzeysel bahsederdi. Bir kere, çok yeri geldiğinde zikrettiği Filistin askısını ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim. Devlet ve millet için samimi bir şekilde mücadele eden bu gençlere kim bu acıları reva görmüştü?
Daha önce de ifade etiğim gibi, Yazı dergisi çerçevesinde ifadesini bulan dönüşümde Rahmetli Abdülkadir ve çevresinin, Kur’an-ı Kerim’i anlamada kullandıkları bilgi kaynaklarına verdikleri önem sıralaması değişti. Millet kavramını tarihteki yerine uygun bir tarzda algılamaya başladılar. Millet denince sadece Türk milletini değil İslam milletini anladılar. Komünistlere karşı savunmak için canlarını feda etmeye hazır oldukları “Devlet”in gücünü kullanan kesimlerin,  onları hapislere atması, saygı duydukları kesimlerin emirleriyle inanılmaz işkencelere maruz kalmaları onlarda yeni ufuklar açmıştı.
Rahmetli Abdülkadir ve arkadaşları bu fikrî dönüşümü bir dönem yalnız kalmaları pahasına gerçekleştirdiler ve farklı bir mücadeleyi yaşamaya başladılar. Abdülkadir, önem verdiği Kur’an ve Sünnet’in istediği insan tipine eskiden de uygun bir gençti, olgunluk döneminde de bu duruşunu aynen sürdürdü. Sahip olduğu ağırlığı ve nüfuzu eskiden de yanlış yollarda kullanmıyordu, sonrasında da hiçbir zaman kullanmadı.

İslami eğitim çalışmalarına hiç aksatmadan devam etti
1980 öncesi yalın bir şekilde ifade edileceği tarzda Ülkücü-Selametçi ayrımında Abdülkadir, bir dönemden sonra “ülkücü” tanımını kullanmamaya başladı, kendisini ifade etmek için Müslüman tanımı ona yetiyordu ve ömrünün sonuna kadar da bu tanım onu en güzel şekilde anlattı. Ülkücülük sıfatını bırakınca Selametçi de olmadı. Refleks olarak ben onun kendi dönemindeki ‘Ülkücü’ özelliklerini daima taşıdığını gözlemledim. Civanmert bir kişiydi, cesurdu, bir şeye yöneldiyse tüm benliği ile yöneliyordu, dostuna vücudunu siper ediyordu. Beraber olduklarının da böyle olmasını bekliyordu.
Yukarıdaki satırlarda onun “Reislik” sıfatını ve ağırlığını, devri geçtikten sonra da son nefesine kadar taşıdığından bahsetmiştim. Bu sıfatı hakkıyla temsil etti. Fakat onu hiçbir zaman bilerek yanlış yerde kullanmadı. Etrafında birçok kişi çok daha aşağı seviyede bir nüfuzu ucuza satmak, şahsî ikbali için kullanmak gibi basitlikler yaparken o, bu nüfuzu kullanmamak için azami gayret gösterdi.
Siyasi hareketlenmeler içinde kendisine birçok mevki teklif edildi. Hiç birine itibar etmedi. Sadece belli dönemlerde bazı gönüllü faaliyetlere katkıda bulundu.
Bir dönem Yeryüzü dergisini yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nin çalışmalarına katıldı.
Kendisiyle aynı fikrî dönüşümü geçiren dostlarıyla yaptığı İslami eğitim çalışmaları onun için her şeyin üstündeydi. Hiç aksatmadan bu çalışmalara devam etti.
Ticaret, siyaset ve örgütlü toplumsal organizasyonların üzerinde cereyan ettiği zeminin şartları bir çok yönüyle onun hassasiyetleriyle çeliştiği için, bu ortamların imkan ölçüsünde dışında durmaya çalıştı. Bu sebepten daha münzevi bir hayat yaşamaya gayret etti. İşinin çapını geliştirmedi. Veya para kazanma aracı olarak nüfuzun çokça kullanıldığı bir dünyada onun ilkesel duruşu işinin gelişmesini engelledi. Zenaat boyutunu fazlaca aşamadı veya aşmadı. Çok zengin olmadı ama başı daima dik durdu. Ama bu ona alabildiğince bir özgürlük, ciddi bir manevi güç ve saygınlık kazandırdı.

Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen o müthiş sosyal hareketlilik
Hastalığı süresince Vakıf Guraba Hastanesi ziyaretçi ile doldu taştı. İnsanlar bazen sabah akşam uğrayarak hatır sorar oldular. “Kan veya trombosit lazım olacak” lafı edildiğinde hemen dört bir yanda listeler oluştu. İstanbul’un farklı semtlerinde her gün hatimler, Yasinler okundu, zikirler çekildi.
Hastane personeli, son dönemde bu tip bir hastaya rastlamadıklarından olsa gerek, her fırsatta hayretlerini ifade ettiler.
Derken emr-i Hak vaki oldu. Cenaze namazı çok sevdiği Üsküdar semtinin en köklü camilerinden Yeni Valide Sultan Camii’nde kılındı. Hayatının içinde belli bir süre de olsa yer alan her renkten insan koşarak cami avlusunu doldurdular. Hepsi Abdülkadir’i, “bizim Abdülkadir” olarak nitelendiriyordu.
Defin sonrası akşamla yatsı arası aynı camide Kur’an tilaveti oldu. Sonraki iki gece de oturduğu evin karşısındaki Balipaşa Camii’nde Kur’an okundu ve taziyeye gelenler ağırlandı. Vefatıyla birlikte camilerin bu tarz taziye ve dinî toplantılar için kalabalıklar tarafından değerlendirilmesi devrinin yeniden başlamasına vesile olacağını düşünmekteyim. Çünkü üç gece boyunca cami bahçesinde gerçekleşen buluşmalar, katılanlarda, ‘biz niye bu camileri ihmal ediyoruz’ sorusunun uyanmasına sebep oldu.
Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığı ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”
Bu soruya en anlamlı cevap belki şudur: İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslami hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helalinden kazanmaya çalıştı ve tevazuyu hiç elden bırakmadı.
Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti öylece teslim etti.
Allah Rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

Erhan Erken
Dunya Bizim
08 Ekim 2012 Pazartesi

İTİCÜ’DE MEZUNİYET GÜNÜ

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi 2011-2012 mezuniyet töreni 28 Haziran’da Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Törende yaptığım konuşmanın metni aşağıdadır.

Değerli misafirler,

 

Eğitim, en önemli konusu olan insani ve dolayisiyla da toplumu inşa eden faaliyetler bütünüdür. Ülkemizde 20 milyon civarinda çocuğumuz ve gencimiz örgün eğitim sistemi içinde bulunuyor . Bu dinamik kitlenin, tarihiyle ve kültürüyle barişik, kimlik ve kişilik sahibi, yaradılış gayesine uygun bir çerçevede yetişmesi yarınlarımız için büyük önem taşıyor. Bölgesinde ve dünyada etkin bir ülke olan Türkiye’nin, dünyanin sayili ülkeleri arasına girmesi için gençliğini ve tüm insan unsurunu en iyi şekilde eğitmesi hayati önem taşimaktadir.

Son yıllarda bu konuda yapilan çalışmalar bizleri oldukça ümitlendiriyor. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine ve eğitim yatırımlarına daha tatminkâr kaynak ayrılmakta ve bu konuda ciddi bir gayret gösterilmektedir. Bu gayretleri takdirle karşılamaktayız.

Bizler İTİCÜ yönetimi olarak, eğitime önem verilen böylesi bir ortamda üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Sayilari 160’ı geçen üniversiteler içinde üniversitemiz fiziki kapasitesinin yani sıra hoca ve program kalitesi olarak da sürekli bir gelişme içindedir.

(Sütlüce’deki yeni kampüs, ilavelerle büyüyen Küçükyalı Mühendislik Kampüsü, Teknopark içindeki aktivitemiz, Kuyumcukent laboratuarimiz)

Bu gelişmeyi sağlayan başta kurucu kurumumuz İTO ve İTO Vakfina, üniversitemiz değerli mütevelli heyetine ve rektörümüze, tüm akademik ve idari personelimize teşekkür ediyorum.

Bugün 1000 civarında gencimiz hayatlarının önemli bir virajını geçiyorlar. Bir menzilden başka bir menzile doğru yol alıyorlar.

İnşallah hayatlarinin bu döneminde öğrenme sevgilerini hiç kaybetmeden ve kendilerini sürekli geliştirerek yeni hedeflere doğru yol alirlar. Sonuç olarak hayatlarini hem kendileri, hem de çevreleri için anlamli hale getirirler.

Tüm bu gayretler ana konumuz olan gençlerimizin bulunduğu halden daha iyi bir hale ulaştirilmasi içindir. Bu süreçte anne ve babalara da büyük görev düşüyor.

Değerli anne ve babalar,

Bugüne kadar çocuklarınız için yaptığınız fedakarlıkları, eminiz ki bundan sonra da devam ettireceksiniz. Çünkü, bu çocuklar sizlerin eseri. Cenab-i Hak, yavrularınızın nice güzel günlerini ve mürüvvetlerini sizlere göstersin.

İnsan o kadar önemli bir varlıktır ki, evrenin ve alemin adeta özüdür, yaşadığı hayatı ise iyi değerlendirilmesi gereken bir emanettir.

Bu noktada tarihimizdeki iki önemli mütefekkirden birkaç beyit okumak istiyorum.

İlk iki beyit 1867 ile 1950 arasinda yaşamiş bir arif ve mutasavvif olan  Kenan Rifai’nin Nutku Şerif’inden

Bilgin sana kiymet, talebin neyse, o sun sen,

İnsanlığı, sade yiyip içmede mi sandın?

Halin ne ise, müşteri sen oldun o hale,

Noksanı meğer adl-i ilahide mi sandın?

Diğer seçtiğimiz beyit ise Şeyh Galip ‘in Terci-i Bend adli eserinden (1780’ler)

Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Kendine iyi bak, özünü düşün. Sen evrenin özüsün,(tüm evrenin adeta küçük bir kopyasısın)

Bütün evrenin göz bebeği olan ademsin yani insansın sen.

Bu insanin tüm alemin sadece şeklen değil tam anlamıyla özü ve göz bebeği olabilmesi için onun insan-i kamil seviyesine varması gerekir.

Değerli  misafirlerimiz,

Bu mutlu günümüze katiliminiz için sizlere ayri ayri teşekkür ediyorum.

Sayin Bakan ve Vali beye hassaten şükranlarımı sunuyorum.

Emeği geçen sayin mütevelli üyelerimize, sayin rektörümüze, tüm akademik ve idari kadromuza bir kez daha teşekkür ediyorum.

Velilerimize de özel tebrik ve teşekkürler ediyorum

Sevgili öğrenciler,

Tebriğin büyüğü ise sizlerin…  bahtınız açik olsun. Yeni hayatinizda başarilar diliyorum.

Hepinize en derin sevgi, saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Erhan Erken

28/06/2012 Haliç Kongre Merkezi