REİS HİTABI ONUN ÜZERİNDE HEP ŞIK DURDU

Bu yazı değerli bacanağım Abdulkadir Kibar’ın 2012 yılı Ekim ayının ilk günlerinde vefatından bir hafta sonra kaleme alınmış ve Dünya Bizim kültür sitesinde yayınlanmıştı

“Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere,
Anlar ki yolcu yol görünür serviliklere”…
Bundan beş altı yıl evvel bir kitapta rastladığım Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sonbahar” şiirinde geçen bu mısralar çok dikkatimi çekmişti. Hem dünyanın hem de insanın sonbaharını tasvir eder mahiyetteydi. Bunu okur okumaz rahmetli Abdülkadir Kibar ile paylaşmıştım. “Bacanak, bu mısralar sanki tam bizi anlatıyor değil mi?” dediğimde gülümsemişti. Sonrasında ne zaman vücudumuzun bir yerinde bir sızı olsa birbirimize bu mısraları hatırlatır olmuştuk.
O günlerde bu iki mısra ikimiz için de,  çok iyi bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir gerçeği ifade ediyordu. Fakat şu an rahmetli Abdülkadir için ayn-el yakin yaşadığı ve bildiği bir hakikat durumunda…

Yaşadıkları fikrî dönüşüme rağmen “reis” hitabı samimiyetinden bir şey kaybetmedi
Rahmetli ile aileye damat olacağı sıralarda tanışmıştık. Her haliyle asil bir duruşu vardı. Bir dönem iş ortaklığı yaptık. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde Abdülkadir’i daha yakından tanıma imkanı bulmuştum. Çok dengeli bir arkadaştı. Benim de çok önem verdiğim usul konusunda çok hassastı. Hayatının önceki dönemlerinde yaşadıkları onda ciddi bir hayat tecrübesi oluşturmuştu. Olaylara mesafeli yaklaşıyor, hemen içine dalmıyor, demlenmesini bekliyor, her şeyi iyice ölçüp biçiyordu.
Bir de şunu fark etmiştim ki Abdülkadir’in geniş bir çevresi vardı ve bu çevre kendisine özel bir saygı gösteriyordu. Ülkücü hareket içindeki mücadeleli yıllarını, Mehmet Kahraman’ın yayın yönetmenliğinde çıkardıkları Yazı dergisi ile insanlara ilan ettikleri o derin değişimlerini kısmen izlemiştim. Ülkücü hareket içinde kazanmış olduğu “Reis” sıfatının, fikrî bir değişim geçirmiş olsa da, kendisinin bu dönüşümünü tasvip eden veya etmeyen herkes tarafından aynı canlılıkta kullanılmakta olduğunu hayretle müşahede etmiştim.
Bu, rahmetli Abdülkadir’deki yüksek ahlakî özelliklerin ve insanî kalitenin üstünlüğünün göstergesiydi. Çubuklu’lu Şükrü Kibar Hoca’nın oğlu Abdülkadir Kibar, Yazı dergisini çıkarmaya sebep olan değişimi geçirmeden evvelki ülkücü döneminde de Müslümandı. Ahiret inancı tamdı. Âleme nizamat vermek istiyordu. Allah’a (c.c), Kur’ana ve Peygambere (a.s) saygısı en üst düzeydeydi. Felsefî tabirle ontolojik açıdan, yani Var oluşunu anlamlandırma noktasında İslam dairesi içindeydi.
Ahlakî değerlere eski döneminde de maksimum önem veriyordu. Kul hakkına en üst düzeyde riayet etmeye gayret ediyordu. Teşkilat parası veya malı, onu için adeta “Beyt-ül mal” hükmündeydi. Cebinde para olmasa da teşkilat parasını ne elliyor ne de elletiyordu.  Başkalarına nefsî olarak zulmeden kimseleri -arkadaşı da olsa- uyarıyor, gerektiğinde o zamanın usulü ile falakaya dahi yatırıyordu.
O dönemlerde “millet” tanımını, içinde bulunduğu çevrenin özelliklerine göre daha dar bir şeklide yapmışlardı. Kur’an’a ve Sünnete bağlılığı tam olmakla birlikte, onu anlamada kullandığı diğer ikincil kaynaklar ve etkilendiği kişilerin bakış açılarındaki farklılıklardan dolayı, o ve arkadaşları farklı bir yerde duruyorlardı. Yine felsefî terimle epistomolojik açıdan, yani bilgi kaynakları yönüyle bazı eksiklikleri bulunuyordu.
Yaşadıkları fikrî dönüşüm onlardaki bilgi kaynağı eksikliklerini yerli yerine oturttu. Temel İslami bilgi kaynaklarına en üst düzeyde değer veriyorlardı. Kendileri istikamet bulurken, çevrelerinde kendilerini izleyen arkadaşlarına da rehber oldular.

Filistin askısı ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim
Cezaevi dönemleri ve işkence gördüğü devrelerde başını hiç öne eğmedi. Arkadaşlarını satmadı, aksine hiç alakası olmayan olaylar bile onun dosyasına yüklenirken sesini çıkarmadı. Yirmi beş yıllık akrabalığımız ve dostluğumuz döneminde, yıllar geçmiş olsa da bu nazik dönemleri ile ilgili ne ben ona detay sordum ne de o bana bir şey anlattı. Bazen çok yeri geldiğinde bile tebessüm eder geçerdi. Ben bu bilgileri onun yakın arkadaşlarının muhabbetlerinden çıkarmış ve ona karşı sevgim ve takdirim daha da artmıştı.
Kendisine zulüm ve işkence edenlerden bile onlara acıyarak ama çok yüzeysel bahsederdi. Bir kere, çok yeri geldiğinde zikrettiği Filistin askısını ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim. Devlet ve millet için samimi bir şekilde mücadele eden bu gençlere kim bu acıları reva görmüştü?
Daha önce de ifade etiğim gibi, Yazı dergisi çerçevesinde ifadesini bulan dönüşümde Rahmetli Abdülkadir ve çevresinin, Kur’an-ı Kerim’i anlamada kullandıkları bilgi kaynaklarına verdikleri önem sıralaması değişti. Millet kavramını tarihteki yerine uygun bir tarzda algılamaya başladılar. Millet denince sadece Türk milletini değil İslam milletini anladılar. Komünistlere karşı savunmak için canlarını feda etmeye hazır oldukları “Devlet”in gücünü kullanan kesimlerin,  onları hapislere atması, saygı duydukları kesimlerin emirleriyle inanılmaz işkencelere maruz kalmaları onlarda yeni ufuklar açmıştı.
Rahmetli Abdülkadir ve arkadaşları bu fikrî dönüşümü bir dönem yalnız kalmaları pahasına gerçekleştirdiler ve farklı bir mücadeleyi yaşamaya başladılar. Abdülkadir, önem verdiği Kur’an ve Sünnet’in istediği insan tipine eskiden de uygun bir gençti, olgunluk döneminde de bu duruşunu aynen sürdürdü. Sahip olduğu ağırlığı ve nüfuzu eskiden de yanlış yollarda kullanmıyordu, sonrasında da hiçbir zaman kullanmadı.

İslami eğitim çalışmalarına hiç aksatmadan devam etti
1980 öncesi yalın bir şekilde ifade edileceği tarzda Ülkücü-Selametçi ayrımında Abdülkadir, bir dönemden sonra “ülkücü” tanımını kullanmamaya başladı, kendisini ifade etmek için Müslüman tanımı ona yetiyordu ve ömrünün sonuna kadar da bu tanım onu en güzel şekilde anlattı. Ülkücülük sıfatını bırakınca Selametçi de olmadı. Refleks olarak ben onun kendi dönemindeki ‘Ülkücü’ özelliklerini daima taşıdığını gözlemledim. Civanmert bir kişiydi, cesurdu, bir şeye yöneldiyse tüm benliği ile yöneliyordu, dostuna vücudunu siper ediyordu. Beraber olduklarının da böyle olmasını bekliyordu.
Yukarıdaki satırlarda onun “Reislik” sıfatını ve ağırlığını, devri geçtikten sonra da son nefesine kadar taşıdığından bahsetmiştim. Bu sıfatı hakkıyla temsil etti. Fakat onu hiçbir zaman bilerek yanlış yerde kullanmadı. Etrafında birçok kişi çok daha aşağı seviyede bir nüfuzu ucuza satmak, şahsî ikbali için kullanmak gibi basitlikler yaparken o, bu nüfuzu kullanmamak için azami gayret gösterdi.
Siyasi hareketlenmeler içinde kendisine birçok mevki teklif edildi. Hiç birine itibar etmedi. Sadece belli dönemlerde bazı gönüllü faaliyetlere katkıda bulundu.
Bir dönem Yeryüzü dergisini yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nin çalışmalarına katıldı.
Kendisiyle aynı fikrî dönüşümü geçiren dostlarıyla yaptığı İslami eğitim çalışmaları onun için her şeyin üstündeydi. Hiç aksatmadan bu çalışmalara devam etti.
Ticaret, siyaset ve örgütlü toplumsal organizasyonların üzerinde cereyan ettiği zeminin şartları bir çok yönüyle onun hassasiyetleriyle çeliştiği için, bu ortamların imkan ölçüsünde dışında durmaya çalıştı. Bu sebepten daha münzevi bir hayat yaşamaya gayret etti. İşinin çapını geliştirmedi. Veya para kazanma aracı olarak nüfuzun çokça kullanıldığı bir dünyada onun ilkesel duruşu işinin gelişmesini engelledi. Zenaat boyutunu fazlaca aşamadı veya aşmadı. Çok zengin olmadı ama başı daima dik durdu. Ama bu ona alabildiğince bir özgürlük, ciddi bir manevi güç ve saygınlık kazandırdı.

Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen o müthiş sosyal hareketlilik
Hastalığı süresince Vakıf Guraba Hastanesi ziyaretçi ile doldu taştı. İnsanlar bazen sabah akşam uğrayarak hatır sorar oldular. “Kan veya trombosit lazım olacak” lafı edildiğinde hemen dört bir yanda listeler oluştu. İstanbul’un farklı semtlerinde her gün hatimler, Yasinler okundu, zikirler çekildi.
Hastane personeli, son dönemde bu tip bir hastaya rastlamadıklarından olsa gerek, her fırsatta hayretlerini ifade ettiler.
Derken emr-i Hak vaki oldu. Cenaze namazı çok sevdiği Üsküdar semtinin en köklü camilerinden Yeni Valide Sultan Camii’nde kılındı. Hayatının içinde belli bir süre de olsa yer alan her renkten insan koşarak cami avlusunu doldurdular. Hepsi Abdülkadir’i, “bizim Abdülkadir” olarak nitelendiriyordu.
Defin sonrası akşamla yatsı arası aynı camide Kur’an tilaveti oldu. Sonraki iki gece de oturduğu evin karşısındaki Balipaşa Camii’nde Kur’an okundu ve taziyeye gelenler ağırlandı. Vefatıyla birlikte camilerin bu tarz taziye ve dinî toplantılar için kalabalıklar tarafından değerlendirilmesi devrinin yeniden başlamasına vesile olacağını düşünmekteyim. Çünkü üç gece boyunca cami bahçesinde gerçekleşen buluşmalar, katılanlarda, ‘biz niye bu camileri ihmal ediyoruz’ sorusunun uyanmasına sebep oldu.
Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığı ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”
Bu soruya en anlamlı cevap belki şudur: İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslami hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helalinden kazanmaya çalıştı ve tevazuyu hiç elden bırakmadı.
Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti öylece teslim etti.
Allah Rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

Erhan Erken
Dunya Bizim
08 Ekim 2012 Pazartesi