BİR HABERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bu yazı 28 Şubat sonrası Türkiye’mizde, ne tür hazin tabloların yaşandığını gösteren örneklerden biri olarak kaleme alınmıştı

 

Hürriyet Dergi Grubu’na ait Tempo Dergisi’nin 49/573 sayılı (3-9 Aralık1998) nüshasında “ÇOCUK KİTAPLARINDA ŞERİAT PROPAGANDASI” başlığıyla bir yazı yayınlandı. Yazıyı hazırlayan Nilüfer Arat. Yazının üzerine oturduğu temel konu da Türkiye’nin ‘en büyük’ yayın kuruluşlarından biri olarak ifade edilen Kaynak Yayınları’nın  ( Şu anda var olan Kaynak Yayınları ile isim benzerliği dışından bir irtibatı yoktur) yaptığı bir araştırmanın bulguları. Araştırmayı yürüten ve Tempo dergisinin de kendisinden sıkça bahsettiği kişi ise, yayın evinin Çocuk Kitapları Yönetmeni Nalan Mahsereci.

Mezkûr araştırmanın en çarpıcı yönleri şöyle sıralanıyor:

—Çocuk kitaplarında şeriat propagandası yapılıyor…

—Çocuklar için yayın yapan 231 yayınevinden 74’ü (%32) şeriatçı.

—Bu 231 yayınevinin yayınladığı toplam 2963 eğitsel amaçlı kitaptan 657 tanesi (%22) şeriatçı yayınevleri tarafından yayınlanıyor.

Bu “dehşetengiz” bulguların yanında Tempo dergisinin araştırmadan “çıkardığı” genel kanaat satır başlıklarıyla şöyle:

—Yapılan yayınlar, edebî bir çerçeve içinde, örtülü olarak dini propaganda yapmanın yanında, dinin gereklerini, felsefesini öğretiyor.

—Kitaplardan verilen örnekler de şöyle: Abdest alıyorum, hacca gidiyorum türünden boyama kitapları.

—Boyama kitabında resmi çizilen kız çocuğu namaz kılarken başını örtüyor. Sonra dedesinin de sakalı var. (Tüm bunlar, çocuğa verilen yanlış mesajlar olarak değerlendiriliyor.)

—Selahaddin Eyyubi, Kılıçarslan, Alparslan başlıklı çizgi romanlarda yaygın dini motifler kullanılıyor. (Bu çizgi romanlarda ana tema ise şu şekilde belirtiliyormuş: Sivri mızrak madde ise, onu düşmana saplayan kol ruhtur, imandır.)

Nalan Mahsereci’nin araştırması sırasında tesbit ettiği önemli “tehlike”lerden bir tanesi ise, kitapların bazılarında evrim kuramına karşı, yani insanların maymundan geldiklerini ifade eden kurama karşı, yaratılış kuramının benimsetilmeye çalışılmasıdır. Hatta bu kuramı ileri süren bir dizi kitabı şeriatçılar, 1993 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara tavsiye ettirmişler. Bu şekilde okullarda okutturuyorlarmış.

“Görüldüğü gibi bu yayınevleri korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar” diyor, Tempo dergisi adına bu yazıyı hazırlayan Nilüfer Hanım. Aynı zat, anne ve babalara bu konuda dikkatli olmalarını tavsiye etmeyi de ihmal etmiyor.

Araştırmayı okurken aklıma gelen noktalardan bir tanesi araştırmayı yapan yayıncının yayınevlerinin pazar paylarına verdiği önem oldu. Kaynak Yayınları çocuk eğitimi ile ilgili yayınlara yeni girmeye başlamış. Tempo dergisini çıkaran Hürriyet Grubu ise bu sahada basılı ve görsel olarak çok zamandır etkin bir durumda. Her iki yayınevinin de %32’lik Pazar payına hâkim olan ‘bir tür yayıncılıktan’ rahatsız oldukları kesin!

“Şeriatçı” diye ifade ettikleri bu tür insanların sanki pazardan çıkmalarını veya çıkarılmalarını istiyorlar. Sadece onların değil, bu tür kitapları talep edip çoluğuna-çocuğuna alan insanları da, gizliden gizliye sanki suç işliyorlarmış psikozuna sokmaya çalışıyorlar.

Tempo dergisinde konuyla ilgili yazının son paragrafında yer bulan ‘korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar’ ibaresi ile sanki onların korkmalarını, kendi ülkelerinde talebi olan bir işi yaptıkları için sırf bazı kişiler istemiyorlar diye cesaretlerinin kırılması gerektiğini ima ediyorlar.

Bu %32’lik kesim hakikaten yanlış bir şey mi yapıyor?  Abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek gibi fiiller halkının %99’unun Müslüman olduğu Türkiye gibi bir ülkede çok tabii şeyler değil mi? İslâm dininin temel kuralları olan namazı, namaz kılmak için yapılan temizlik olan abdesti, ömürde bir kere gidilen haccı anlatan kitapları sanki suçmuş, kötüymüş gibi bir çerçeve içinde tarif etmek, onu son yılların karalama sıfatı olan ve kendi öz anlamı dışında nerdeyse her yerde kullanılan “şeriat” kavramı ile ve tehlike imiş gibi ortaya koymak ise çok manidar bir tavır.

Bu konuları, dergideki gibi işleyen arkadaşlar, insanımızın nasıl bir dini inanışa sahip olmasını istiyorlar acaba? Abdesti, namazı, haccı olmayan bir İslâmiyet’in hakîki İslâmiyet’le uzaktan yakından bir benzerliği olamayacağına göre, dinsiz nesiller istiyorlar da bunu ifade etmekten çekinerek, bu tür dolambaçlı yollara mı başvuruyorlar? Dersiniz.

Yine araştırmaya dönersek, çocuklara yönelik dîni muhtevalı yayınlar yapan yayınevlerinin tesbit edildiği gibi %32’lik bir pazar paylarının olmasını talep yönünden değerlendirelim. Demek ki ülkemizde bu tür yayınlara ilgi bir hayli fazla. Tabii, kitapların yanında bu tür konularda sözlü ve yaşayan kültürün de çok canlı olduğunu düşünürsek “Tempo’cu” arkadaşların korkularını daha iyi anlayabiliriz. Ülkenin dört bir yanında camilerin olduğunu, günde 5 vakit ezanların okunup insanların abdest alarak camilere gittiğini, cami ile hiç ilgisi olmayanların bile ömründe en az bir kere, o da öldüğünde camiye getirildiğini, bütün kotalara rağmen her yıl binlerce insanın hacca gittiğini gören, çocukların okudukları kitaplardan çok daha fazla bir şekilde bu manzaralardan etkilendiklerini bu “Tempo’cu” arkadaşlar iyi bilmektedirler.

Bu noktalardan hareketle Tempo’daki yazıya başlarkenki giriş cümlelerinin ve yazının birkaç yerinde geçen bazı ibarelerin de, arkadaşların kendi niyetlerini ele veren, ağızdan kaçmış cümleler olarak algılanabileceğini belirtmekte fayda var. Yazının başlangıç paragrafında şöyle bir ifadeye yer verilmiş:

“Geleceği bugünden belirleyebilirsiniz. Nasıl mı? Çocukları eğiterek. Çocukları eğitmek geleceğe temel atmaktır’.

Diğer bir cümleyse şöyle “…Bu alana önemli yığınak yapıyorlar.

Bu ülkede, İslâm dini, abdest, namaz, hac, yeni şeyler değil ki yeniden ortaya atılsın. Nesillerdir yaşanan, müesseseleri ile Türk toplumunun adeta içine sinmiş değerlerdir korktukları. Bu konuda hiçbir yayın yapılmayacak olsa bile yaşayan kültür ile nesillerden nesillere nakledilen değerlerdir bunlar.

Fakat insanların maymundan geldiği tezi bu topraklar için çok yeni ve kabul edilmesi çok zor olan iddialar. Allahsızlık, dinsizlik bu topraklarda yaşayan insanlar için çok zor kabul edilebilecek/kabul edilmeyecek özellikler. Bu yeni (!) düşünceleri bu topraklarda yerleştirmek için gayret sarf edenler acaba Hürriyet Grubu yayınları olmasın? Kendi yapmaya çalıştıklarını yanlışlıkla söylemiş olmasınlar. Bu tezimizi güçlendiren örnekler de yok değil. Doğan Grubu (Hürriyet Grubu’nun da içinde yer aldığı grup)’nun çocuklar için yayınladığı Herkül isimli kitaptan küçük bir bölümü buraya aktarmakta fayda var:

“Büyük şef Zeus hapsetti korkunç devleri,

İşleri düzene sokmaktı tüm derdi.

Tanrılara, tanrıçalara birer iş verdi.

İnsanlar sevinçten bayram etti!

Ama bir gün yukarıda olup biten,

Tarihi değiştiriverdi kökünden…’

(…)

O gece tanrıların yurdu Olimpos Dağı’nda şenlik vardı.

Zeus ile Hera’nın oğulları Herkül’ün doğumu şerefine, gökyüzü havai fişeklerle ışıl ışıldı…”

Bu kitabın devamında, Kanal D’nin sevilen dizisi Herkül’ün doğumu sonrası yaşanan olaylar anlatılıyor. Televizyonlarda, kitaplarda güçlü, kuvvetli, yakışıklı bir dev olarak tanıtılan Herkül, esasında Yunan tanrılarından Zeus’un oğlu. Kendisi de adeta bir yarı tanrı. İnsanlarımız, çocuklarımız Allah’ı, kitabını, İslâm dininin yaratılış kuramı olarak Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı bilmeyecekler, fakat eski Yunan tanrılarının menkıbelerini okuyarak, tv.’lerde izleyerek bambaşka bir dinin temel inançlarının tesirinde kalacaklar. Birisinin ismi, şeriat yanlısı olmak,  irtica ve zararlı davranış, diğerinin adı ise çağdaş bilimsel düşüncenin yolu, ilerilik ve aydınlık Türkiye…

Sonra “yığınak” lafı, yazının bütününde iki kere geçiyor. Ortada savaş mı var ki yığınak ihtiyacı olsun. Günde 5 vakit ezan okunan ve ezanın gereği olarak camilerde kılınacak namazı anlatan boyama kitabını basmak, onu satmak, onu okumak, niçin yığınak olarak ifade edilmiş anlamak bir hayli güç. Yığınağı olsa olsa Evrim teorisini, Yunan mitolojisini bu ülke insanının beynine zorla sokmak isteyen insanlar yapabilir…

Bu arada, Tempo dergisinin yayınının ortaya çıkardığı somut bir neticeye de değinmeden geçemeyeceğim. Derginin yayınlandığı hafta İstanbul’da, (Başka şehirlerde de oldu mu bilmiyorum) İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne ait uzmanlar birçok çocuk yuvasına ani baskınlar düzenleyerek yukarıda bahse konu olan yayınları aradılar. Ve bu yayınlardan örnekler alarak, tutanak tuttular. Baskıncı uzmanların yuva ilgililerinin soruları karşısında verdikleri cevap şöyle oldu: Ankara’dan talimat geldi, onun üzerine arama yapıyoruz.

Ne arıyorlar?

Abdest Alıyorum, Namaz Kılıyorum türü boyama kitaplarını, dergide adı geçen yayınevlerine ait yayınları… Yuvalar, yatak altlarına kadar didik didik aranıyor. Öğretmenlere, çocuklara sorular soruluyor:

—Neler öğretiyorsunuz/öğreniyorsunuz? Başka ne gibi kitaplar okutuyorsunuz/okuyorsunuz? gibi çapraz sorular. Muhatapları 4-6 yaş arası okul öncesi dönem çocukları.

Yuva yöneticileri, İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü görevlilerinin bu işi hiç de istekli olarak yapmadıklarını ifade ediyor. Onlar, kendileri ile sürekli irtibat halinde olan, her ay evraklarını getiren, senede birkaç defa teftiş geçiren yuvaları az çok tanıyorlar ve bu tür baskınların, kaçakçılara, hırsızlara uygulanabilecek didik didik arama yöntemlerinin çocuklar üzerinde hiç de iyi bir etki bırakmayacağını biliyorlar. Fakat emir büyük yerden.

Nereden?

Ankara’dan, bakanlıktan. Bakanlık neden böyle bir ihtiyacı hissediyor? Yığınak yapmaktan bahseden, aslında kendisi yığınak yaparak çocuklara evrim teorisini, Yunan mitolojisini, tanrıtanımazlığı aşılamak isteyen kesimlerin düğmeye basmasından…

Özetlemek gerekirse; bugün kendi doğduğu coğrafyada bile uygulanabilirliğini yitirmiş bir Marksizm yorumunun, Türkiye’de bir dönem savunuculuğunu yapmış bir damarın uzantısı olan malum yayınevinin, güçlü bir medya holdingi ile birlikte yaptığı hacmi küçük, fakat önemi çok büyük bu yönlendirme çalışması, ülkemiz için, yarınlarımız için çok üzücü sonuçlar doğurabilecek mahiyette bir faaliyettir.

Ülkemizde insanlarımızın büyük çoğunluğunun dini olan İslâmiyet’in temel ibadetlerinin, dayanak noktalarının ‘kötü’, ‘zararlı’ olarak ifade edilmesi, bu değerlere sahip insanların çeşitli vasıtalarla korkutulmaya çalışılması çok yanlış davranışlardır. Ülkemizde kökü olmayan düşünce ve inanç sistemlerinin zorla benimsetilmeye çalışılması da bir diğer yanlış tutumdur.

Herkesin, özgür iradesi ile Müslüman olmamaya, başka bir dine mensup olmaya, inanca veya inançsızlığa inanmaya hakkı olduğu gibi Müslüman olmaya da hakkı vardır. Müslüman olmaya çalışan insanları, kötü sıfatlarla anmak hiç kimsenin imtiyazı olamaz, olmamalıdır.

Ülkemizde son yıllarda var olan nazik ortamı kullanarak, bu ortam içinde ortaya çıkan bazı kavramların arkasına geçerek, düşmanı veya ticari rakibi olduğu kesimleri zayıflatmaya çalışmak hiçbir fert, grup, cemaat veya cemiyet için doğru ve onurlu bir davranış değildir.

 

ERHAN ERKEN

YENİ ŞAFAK GAZETESİ

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ 1999

 

SOKAKTAKİ ADAMIN SESİ

Üniversitedeki öğrencilik yıllarından beri beraber olduğumuz arkadaş grubumuzda Mehmet isimli bir kardeşimiz var. Mehmet aslen Kayserili ve Kayserililerin büyük çoğunluğunun yaptığı gibi serbest ticaretle uğraşıyor. Pratik bir zekâya sahip, nüktedan bir insan… Şimdi, diyeceksiniz ki memlekette bu özelliklere sahip binlerce insan varken bize ne Kayserili Mehmet’ten? Haklı olabilirsiniz ama lütfen biraz daha bekleyin!

Bizim Kayserili Mehmet’in en hoş yanı, “Arkadaşlar, ben sokaktaki adamım, sokaktaki adamın sesine kulak verin” diyerek başladığı açıklamalıdır. Ne zaman ki siyasi, sosyal, ekonomik veya kültürel bir konuda sohbet açılır, herkes konunun kendi ihtisas alanı çerçevesinde detaylı analizini yapmaya çalışırken, konunun kıvamını bulduğu noktada, şayet Mehmet oradaysa muhakkak söze girer ve sözlerini umumiyetle şöyle tamamlar: “Tamam sizler koca koca laflar ederek kendi kendinize konuşuyorsunuz, fakat ben sokaktaki adam olarak sizi yeterince anlayamıyorum veya siz bana kendinizi yeterince anlatamıyorsunuz.

Şimdi bu konu, benim ve mensubu bulunduğum büyük Müslüman cemaatin faydasına mı, zararına mı? Faydasına ise bu faydayı nasıl arttıracağız? Yok, zararına ise bu zararı nasıl önleyeceğiz? Bu konuda ortaya koyduğumuz fikirlerin sonuçları bizi Allah’a yaklaştıracak mı, yoksa uzaklaştıracak mı? Hesabımızı düzgün olarak vermek konusunda öbür tarafta bize destek mi olacak?”

Biz, bu söylemin ardından ilk etapta belki güleriz. Çünkü bu tip çıkış tansiyonu düşürür. Fakat ardından gelen bir iki dakika içinde Mehmet’in yaklaşımı puan toplamaya başlar. Aslında bizim “Kayserili”, konuşulanları çok iyi anlar, fakat ihtimal ki konunun konuşulmasını, tartışılmasını icap ettirecekse en önemli noktasına dikkat çekmek için bunu yapar. Çoğu zaman da bu tavrıyla hedefine ulaşır ve toplulukta bulunan insanlar Mehmet’in şahsında sokaktaki adama konuyu izah etmeye çalışırlar.

İnsanların hakkında müspet veya menfi tarzda derinlemesine fikir beyan ettikleri birçok konuda “sokaktaki adam” şablonunu kullanmak bazen meselenin daha açık bir tarzda anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Örnek vermek gerekirse; 1960 yılından beridir belli aralıklarla ama daima tartışma mevzuu edilen, AET (veya bugünkü deyimiyle Avrupa Topluluğu) ve şimdilerde safhalardan neredeyse en önemlisi olan Gümrük Birliği konusunu ele alalım.

Türkiye, Avrupa Topluluğu’na girmeli mi, yoksa dışında kalıp kendi medeniyet dairesindeki kardeşleriyle belki kısa dönemde zorla da olsa belli ortaklıklar içine girmeye mi çalışmalı?

Bu sorulara cevap aranırken insanlar ilk önceleri her iki cevabın da kendi tezlerini destekler tarzdaki en rasyonel taraflarını öne çıkartıp izahlar yapıyorlar. Oysa meselenin arka planını biraz eşeleyince daha farklı hareket noktalarına varıyorsunuz.

Türkiye AT’ye girmeli diyen kesimin genelde Türk insanının çağdaş uygarlık seviyesine     (seviye neresi ise) ulaşmak için ne pahasına olursa olsun Batılıların yanında yer almasına arzu ettiği ve bunu sağlayacak bir araç olarak da ilk tezi desteklediğini görüyorsunuz.

Türk insanının tarihten gelen kültürel ve dîni bağlarını önemseyen ve yeniden bu bağlarla oluşmuş çerçeve içindeki yerini almasını isteyenler de ikinci tezi güçlendirecek deliller arıyorlar ve ortaya koyuyorlar.

Bazen çok komplike gibi görünün meselelerin “sokaktaki adam” üslubuyla esasında bazı basit ama önemli noktalar üzerine oturduğunu fark edebiliyorsunuz.

Bu günlerde A.T. ve Gümrük Birliği konularının tartışıldığı her mecliste gözüm ve gönlüm bizim Mehmet’i veya onun yaklaşımına sahip başka Mehmetleri arıyor ve hayati sorularını sormasını diliyor.

Ancak bu tarzda sorular sorularak ve onların cevaplarını net bir şekilde alarak daha faydalı noktalara ulaşabileceğimize inanıyorum.

Mehmet sen ne zaman nerede bulunacağını iyi bilirsin, insanların sana ve senin gibilere ihtiyacı var, ne olur bizi bekletme…

ERHAN ERKEN MÜSİAD BÜLTEN ARALIK 1994

MÜSİAD BÜLTENİ  Aralık 1994

GREV PAZARLIĞI

Odanın içinde sigara dumanından kesif bir tabaka oluşmuştu. Neredeyse 3 saattir süren toplantı hararetli konuşmalarla devam ediyordu. Çaycı en az yedi sekiz sefer dolu bardaklarla girmiş, boşlarla çıkmıştı. Sekreter, tembihli olduğu için her gün hiç durmadan çalan telefonun bile adeta sesi kesilmişti. Odada arada bir ses tonu yükseliyordu. Hatta bir iki defa taraflar karşılıklı olarak masayı yumruklamışlardı.

-%70 zam, üç maaş ikramiye ve aylık 195 saat çalışma, bundan bir adım geriye gidemeyiz.

-Kardeşim biz “baba”dan (Süleyman Demirel) daha zengin değiliz. O bile %35 veriyor. Biz ondan bile fazla verip %50 diyoruz. 2 maaş ikramiye, çalışma saati de 225. Yeter kardeşim, yeter yahu…

-Olmazsa greve gideriz, bütün işçiler bizden yana, daha fazla zorlamayın.

-Gidebilirsen git bakalım. İş oylamaya kalırsa burayı başın önünde terk edersin sonra…

İfadeler tehditkâr bir hâl almaya başlamıştı. Üç sendikacı ile fabrika sahibi, müessese ve personel müdürlerinden meydana gelen altı kişinin konuşması artık sonuç verir bir mecranın dışına çıkmıştı. Sendika temsilcileri, “Biz işçi kardeşlerimizle bir toplantı yapacağız, sakın mani olmaya kalkışmayın” diyerek masadan kalktılar. Fabrika sahibi Zeki Gülce, “Yapın bakalım, yalnız ben buradayım ve gözüm üzerenizde. Yanlışlık olursa çok kişinin canı yanar bilmiş olun…” şeklinde bir uyarıda bulundu.

Bu laflar hiç yenir yutulur şeyler değildi, fakat bazen sinirlerin gerilmesi insana neler söyletiyordu. Zeki Bey, tehdidin ağır kaçtığını hissetti. Hiç renk vermeden yerinden kalktı ve müdürlerine, 10 dakika sonra onları odasında beklediğini söyleyerek lavaboya gitti. Öğle ezanı yeni okunmuştu. Zeki Bey, “Abdest tazeleyeyim de namaz kılayım” diye düşündü. Beş dakika sonra yenilenmiş bir ruh haleti içinde odasındaydı. Seccadesini serdi, sekreterine namazda olduğunu söyledi. Sekreter hanım, neredeyse her gün öğle namazını ikindiye yarım sat kala alelacele kılan patronunun bu haline pek mana veremeden:

-Peki efendim, yalnız sizden telefon bekleyen birkaç arkadaşınız var.

-Beklesinler ne yapayım. Şu namazımı kılayım, sonra vakit kalırsa ararız. Ben unutursam hatırlatırsın.
Büyük bir edeple kıbleye yöneldi. Sanki 15–20 dakika evvel sendikacıların önündeki o sert adam kendisi değildi. Bir an için işinin dışında ayrı bir âlemdeymiş gibi bir duyguya kapıldı.

-Allahu Ekber…
​(…)

Namazın bitimine doğru müessese müdürü ve personel müdürü odaya girmişlerdi.

-Allah kabul etsin efendim!

-Tekabbel Allah!

-Amin, sağ olun. Kahve içer misiniz, arkadaşlar, sinirlere iyi gelir?

-Olur efendim, alalım. Bir dakika, siz zahmet etmeyin, ben sekretere söylerim.

-Arkadaşlar, bu adamlar herhalde toplantı yapacaklar. Sizden ricam, bir iki genç bulalım da videoya kayıt edelim. Yalnız mümkün olduğu kadar farklı açılardan almaya çalışalım. Çok hareketli tartışma anlarını da zumlasınlar.  Bir de kameraların gözükmemesine azami dikkat edelim.
Mümkünse fabrikanın çatısından veya yan komşudan rica edelim, onun balkonundan çekim yapalım, oldu mu?

İşçilere de sendikacılara da söylediklerimizi aynen ulaştırmaya çalışalım. Bunlar “yanlış yunluş” şeyler söyleyip çocukların kafalarını karıştırmasınlar. Hatta yaklaşan bayram için kendilerine ekstra bir şeyler düşünebileceğimizi de fısıldayalım, oylamaya giderlerse perişan olmaları lazım. İşçilerin yüzüne bakamasınlar.

-İşçilerin bazıları grev için çok ateşli, bunlar, diğerlerini ve özellikle de gençleri etkiliyorlar. Onlarla özel konuşsak mı?

-Yok yok şimdilik bu söylediklerim dışında hiçbir hareket yapmıyoruz. Hele bir enerjilerini boşaltsınlar, sonra bakarız…

Saat 15.00’e doğru başlayan toplantı tarzındaki gösteri, yaklaşık 1000 kişinin çalıştığı fabrikada 250 civarında işçinin bazen aktif, bazen de pasif katılımıyla bir saat kadar sürdü.

Saat 18.00’e doğru, fabrikanın reklâm filmlerinin, dia gösterilerinin yapıldığı odasında iki kişi, videodan öğleden sonraki gösteriyi izliyordu, Zeki Gülce ve çok güvendiği yardımcısı İlhan.

-İlhan, dörtte biri anca toplayabilmişler. Bu işi beceremeyecekler. Yalnız birçok kişinin canı yandığı ile kalacak.

-Evet, çok kuvvetli değiller. Farkındaysanız, işçileri fazla tahrik etmek istemiyorlar gibi geldi bana. Bu hallerini örtmek için araya birkaç sivri slogan katıştırmışlar. Onun ötesinde bir şey yok. Sahi siz hiç Altınyunus’a gider misiniz? Neden onu tutturmuşlar?

-Yok canım, bir kere önünden geçtik. İçini hiç bilmem. O tatil köyü bizim gibiler için değil ki. Fakat bak konuşmacı yine söylüyor: “Yazları Altınyunus tatil köyünde, Alanya sahillerindeki yalılarında yedikleri paralar maliyeti arttırmıyor da, size yapacakları zam mı maliyetleri artıracak…” Bak utanmaza bak…

-Ahmet Usta’yı görüyor musun? O kadar insanın arasında ne yapıyor öyle?

-Galiba ileri gidenleri ikaz ediyor.

-Herhalde, bakın bir tanesi onu itekleyip kenara çekiyor… Aaa, koca adamı tartaklıyorlar.

-Tartaklayanların başı da Hasan, görüyor musun?

-Hani o, ameliyatı için rahmetli babanızın ön ayak olduğu çocuk değil mi?

-Yaa, vay vicdansız vay. Onu da adam eden Ahmet Usta’dır biliyor musun?


Bu Ahmet Usta var ya, rahmetli babamın ilk ustasıdır. Eskiden aileden bir fert gibiydi. Devamlı geliş-gidiş yapardık onlarla. Beni de çok severdi. Bazen haftada bazen de 15 günde bir beni tekkeye götürürdü. Ben de çok sevinirdim. Gerçi kendisi Nakşî idi. Onun intisaplı olduğu hocaefendinin camiine de giderdik. Hatta hatırlarım, bazen onlar zikir yaparlarken ben kenarda bekler, o camiinin tonton müezzini ile sohbet ederdim. Beş altı sene evveline kadar o güzel insanları seyrek de olsa ziyaret ederdim, fakat bu aralar çok uzak kaldım…

Neyse nerden nereye atladık. Yani anlayacağın Ahmet Usta bizim ailenin emektar ustasıdır, baba yadigârıdır. Ona kalkan el, bize kalkmış gibidir. Hepsi görür gününü! Tazminatlarını hesaplayıp atalım. Ustabaşını itip kalkmak neymiş görsünler.

-Zeki Bey, bu işten bir şey çıkmaz. Biz bayramda yarım maaş ekstra ikramiye verelim. Zammı da %50 diye tüm işçilere duyuralım. Bunlar çözülürler.
-Evet evet haklısın. Söylediğin gibi hareket edelim.

(…)

Aradan 15 gün kadar geçti. Fabrikada grev için yapılan oylama işçilerin grevi istemediği ve yönetimin teklif ettiği ücret ve çalışma şartlarını kabul ettiği şeklinde bir eğilimi ortaya çıkardı. Sendika büyük bir prestij kaybetmişti. Greve gidileceğini hesaplayan, bunun için sendikayı ve işçilerin bir bölümünü çeşitli şekillerde kışkırtan aynı sektördeki bazı rakip firmalar, ortaya çıkan durumdan hiç hoşnut olmamışlardı. Fabrika yönetimi ise rahatlamıştı. Kendi aralarında konuştuklarında asgari ücretin biraz üstünde bir maaşla çalışın işçinin %50 bile zam alsa yine de geçinmesinin ne kadar zor olduğunu ifade ediyorlardı. Fakat “piyasa şartları”, “rekabet”… “Tüm ekonomik dengesizlikleri biz tek başımıza mı düzelteceğiz” gibi dayanaklar bularak hemen başka bir konuya geçiyorlar ve adeta bu noktada kendi vicdanlarından kaçıyorlardı.

Grev provaları yapıldığı günlerden birinde fabrikadan çıkarken temiz yüzlü, gençten bir işçinin yanına yaklaşıp söylediği sözler aradan günler geçtiği halde Zeki Gülce’nin aklından çıkmıyordu.

Ne demişti “Sizin dininize bağlı, hak ve adaleti kollayan bir insan olduğunuza inanıyorum. Menfaatime olduğu halde sendikayı desteklemedim.. İmkânınız müsait de bize hak ettiğimizi vermiyorsanız ahirette iki elim yakanızda olacaktır, haberiniz olsun.”

Bu laf adeta klişe gibi zihninde yer etmişti. Yeni aldığı ve Türkiye’de emsali az bulunan 500 SEL Mercedes’ine her bindiğinde veya yine geçen sene aldıkları Tekirdağ’daki yalıyı düşündüğünde o nurani yüzlü genç, gözünün önüne geliyor ve sanki “Bunlara benden kestiklerinle sahip oldun” diyordu. Fakat ruha huzursuzluk veren şeyleri geri plana atan beyin fonksiyonları hemen imdadına yetişiyor ve gencin siluetini hafızasının derinliklerine itiyordu.

Fabrika yönetimini ve özellikle de fabrika sahibi Zeki Beyi üzen bir diğer husus da grev provası niteliğinde düzenlenen toplantı sırasında ve sonrasında meydana gelen bazı olaylardı. Kardeşi gibi davrandığı bazı insanların yeri geldiğinde düşmanıymış gibi karşı muamelede bulunması onu çok sarsmıştı. Belki de ilk kez bu olayla birlikte, “tecrübe” denen şeyin insanlara olan güveni azaltmasına bizzat kendi üzerinde şahit olmuştu.

Babasının dört sene evvel vefatıyla birlikte fabrika yönetimini üstlenmişti, sağda solda buna benzer hadiseleri çok duymuş olmakla birlikte kendisinin karar merciinde olduğu ilk işçi direnişiydi bu. Yıllar önce liseye giderken bir gün rahmetli babası ona “Oğlum hayatta hayret etmemeyi öğrenmelisin” dediğinde, bu lafı hiç sevmediğini hatırlıyordu. Belki babası gibi ehl-i takva bir insanın bu tip bir söz söylemesi ona anlamlı gelmemişti. İnsanların birçoğu kendisinin yanında başka, diğer insanların yanında başka türlü konuşuyorlardı. Her zaman ilke edindikleri doğruları yoktu. Mesela bu Zeki Bey için eskiden hayret edilecek bir şeydi. Yine insanların bir kısmı, kendilerine yapılan iyiliklere karşı samimiyetsizce cevap vermek zorundaymışlar gibi davranıyorlardı. Bu da hayret edilecek bir husustu. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündü, fakat zamanla ne oldu, kendisinin de artık çok ekstra konular haricinde hayret etmediğini hissetmeye başladı. Tabii, bu hissiyatın insanlar arası ilişkiler için zararlı bir hâl olduğunu zihninin kenarından hiç çıkarmadı. Nasıl böyle bir değişime uğradığını düşünürken bir hususu fark etti. Eskiden Mecelle’de yer alan “Beraat-ı zimmet esastır” kaidesini kendisine şiar edinmişti. Bu kaideyi insanlara uyguladığı zaman da insanlar öz olarak temizdir, birkaç kirli insan için tüm insanları kötülememek gerekir diye düşünüyordu. Fakat tanıdığı insan sayısının süratle artması, üstüne üstlük maddi durumlarının iyi olması dolayısıyla etraflarında dolaşan riyakârların çoğalmasıyla “İnsanların kötü niyetli olması normaldir, ancak bir miktar teşrik-i mesainin ardından iyi niyetinden emin olduktan sonra o insandan bir şey beklenebilir” görüşü kendisinde yer etmeye başladı. Demek ki “tecrübe” ile kaya gibi sağlam denen kıstaslar değişebiliyordu. Yeni kazındığı halin iyi olduğu iddia edilebilir miydi? Kesinlikle hayır… Binlerce insanın ortasında, maddi açıdan süper denebilecek imkânlara sahip, fakat en yakınına bile “acaba” ile bakan bir “tecrübe.”

Bazen, yerin dibine batsın böyle tecrübe diye düşünmüyor da değildi? Fakat sürdürülen hayat, insana her zaman düşündüklerinin aynısını yaşama fırsatı veriyor muydu sanki? Bu noktaya geldiğinde ise “Ben galiba bu işi yapmaya, ama bütün olumsuzlarına rağmen kendi içinde tutarlı bir şekilde yapmaya mahkûmum” diyerek kararını pekiştiriyor ve “devam” diyordu.

(…)

Fabrikadaki gergin ortamdan yıpranan Zeki Bey, yaklaşan Ramazan ayından evvel kısa dönemli de olsa bir tatile çıkma ihtiyacı duymuştu. İlkokula giden çocuğunun yarı yıl tatilinde bu kaçamağı yapabileceklerini düşündü. Kış mevsimi için en iyi yer şüphesiz ki Uludağ’dı. Eskiden, kendi küçüklüğünde babası, annesi ile birlikte gezemeye gitmeyi düşündüklerinde akıllarına ilk olarak Bursa gelirdi. Babası Uludağ’daki otellerde hiç kalmazdı. Bursa’da Çekirge semtinde mütevazı bir otelde kalırlar, Uludağ’a da günübirlik çıkarlardı. Babası; “Bu oteller çok sosyetik, hem de içkili, bize göre değil” diyerek yıldızı biraz az da olsa, lokantasında içki verilmeyen Çekirge’deki oteli tercih ederdi.

Zeki Bey rahmetli babasını hassasiyetine hâlâ saygı duymakla birlikte, olaylara daha global baktığını düşünüyordu. Devlet örgütünün Tekel kurumuyla içki imal edip sattığı bir ülkede yaşamaya razı olmak, içkili bir otelde kalmaktan kendi görüşüne göre deha az problemli değildi. “Meseleleri genelde çözmedikçe detayda boğulmanın anlamı yok” diyerek bu çelişik noktayı atlıyordu. O zaman, Uludağ’daki babasının deyimiyle “sosyetik” bir mekânda tatil, onu babası kadar sıkmıyordu. Çünkü o daha büyük bir sıkıntının içinde hissediyordu kendini. Zihnî hesaplaşmasında bu tür bir kararla rahatlamasına rağmen mutlak manada rahatlayamaması kafasını kurcalayan en önemli hususlardan biriydi. Acaba babasının detaylardaki hassasiyeti insanı daima diri tutan bir hassasiyet miydi?

Zeki Gülce global bakışıyla atladığı bu çelişik noktadan sonra telefonu kaldırarak Uludağ’daki oteli arayıp yer ayırttı. Ailesiyle birlikte orada zihnî çelişkiler yaşadığı mekânlarda geçen 10 günden sonra tekrar İstanbul’a döndüler…

Kendisini biraz rahatlamış hissediyordu. Gezilerini on günle kısıtlamalarının sebebi biraz da yaklaşan Berat Kandili’ni İstanbul’da geçirmek istemelerindendi.

İstanbul’a döndükleri günün ertesi günü kandildi. O gün akşam namazı için fabrikanın mescidine inmeyi düşündü. İndiği zaman cemaat oluşmuş namaza durmaya hazırlanıyorlardı. Niyet edip imama uydu. İmam ilk rekâtta Fatiha’dan sonra Elemneşrahleke’yi okuduğunda Zeki Bey sanki eski günlere geri gitmişti. Ahmet Usta ile onun bağlı olduğu dergâha gittiklerinde namazdan sonra Hatm-i Hacegân yaparlarken bu sûreyi okuyorlardı. O sahne hiç güzünün önünden gitmez, ne zaman bu sûre okunsa hatırlardı.

Namaz bittiğinde, mescid çıkışında Ahmet Usta’nın koluna girdi.

-Ahmet Usta, bu akşam ne yapıyorsun?

-Hiç evlat, birazdan paydos var. Sonra eve gideceğim, çoluk çocuk bekler. Belki yatsıya Efendinin camiine giderim.

-Beraber gidelim mi?

-Olur, gidelim de, hayırdır ne oldu?

-Hiç, bir şey yok, canım öyle istedi.

Fabrikadan beraber çıktılar. Ahmet Usta’nın evine ve kendi evine telefon ettiler. Dışarıda bir şeyler yedikten sonra yatsı namazına camiye vardılar. Namazlar kılındı. Zeki Gülce, uzun zamandır uzak kaldığı bu havayı özlemiş olduğunu hissetti. Ahmet Usta’nın yanından ayrılmamaya özen gösteriyordu. Beraberce önce küçüklüğünün “tonton” müezzininin yanına gittiler. Müezzin, onu hemen tanıdı, kucakladı, hatırını sordu. Ondaki samimiyet ve içtenlik Zeki Beyi ürpertmişti. O kadar tabii bir sıcaklık vardı ki yüzünde, insanların birçoğunun yüzünde her gün aşina olduğu o riyakâr gülüşlerden çok farklıydı bu keyfiyet.

Biraz görüştüler ve Efendi’nin yanına gittiler. Ahmet Usta, Efendi’ye Zeki Gülce’yi tanıştırdı. “Rahmetli Hasan Gülce Bey’in oğlu, hatırlarsınız eskiden beraberce sizi ziyarete gelirdik.” Efendi, tanıdığını ima eder tarzda başını sallayıp gülümsedi. Zeki Bey elini öperken, o da diğer eliyle Zeki Bey’in yüzünü sıvazlıyordu.

-Nasılsınız evladım, dedi.

-Çok sağ olun Efendim, dua buyurunuz.

Dikkatlice yüzüne baktığında Efendi Hazretleri’nin saçlarının çok beyazlamış olduğunu fakat sanki ay parçası gibi parıldadığını fark etti.

Müsaade isteyip bir kenara oturdular. Birazdan Hatme yapılacaktı. Ahmet Usta katılıp katılmayacağını sordu.

-Yok ben şu kenarda oturup seni beklerim.

Eline bir tesbih alıp kenara doğru geçti. Bir yandan Kelime-i Tevhid çekiyor, bir yandan da uzun zamandır hissedemediği garip bir iç huzurunun sebebini düşünüyordu. Sanki bir tuhaf olmuştu. Yaklaşık bin küsur kişinin önünde tir tir titrediği, tekstil sektörünün patronu Zeki Gülce, soldan sağa doğru kayan her tespih tanesi ile sanki biraz daha ufalıyor, büzüşüyordu.

Aradan ne kadar geçtiğini kendisinin de bilmediği bir zaman diliminden sonra yüksek sesle “Elemneşrahleke” sûresinin okunduğunu işitti. Kafasını kaldırıp sureyi okuyana bakınca sanki başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti. Kur’an okuyan kişi, fabrikanın kapısında arabasına yaklaşıp kendisiyle konuşan gençti. Ne kadar da güzel okuyordu. Hocaefendi’nin yanında başı dik ve huzurlu bir sesle okuduğu her ayet-i kerime ile sanki ruhlara biraz daha sükûn veriyordu.

O anda serveti gözünde küçülüverdi. Bazen o destelerde para insanlara sahte bir huzur veriyordu, fakat bu huzurun objektif ekonomik değerlere ifade edilemeyen, insanın vicdanında hissettiği maliyeti çok büyüktü. Maaş verdiği ve fabrikasındaki 1000 küsur kişiden sadece biri olan insanın, Hocaefendi’nin yanındaki itibarı ve cemaatin huzur ve sükûn bulmasına sebep olan ihlâsı, milyarlarla satın alınamıyordu. Kafasında dönüp dolaşan tüm bu düşüncelerle ve kendi durumundan duyduğu mahcubiyet ile başını önüne eğerken Efendi Hazretleri ile göz göze geldiler. O anda Efendi’nin tatlı bir gülümseme ile başını hafifçe salladığını buğulu gözleriyle fark etti. Binlerce insanın Efendisi olan zatın kendisinin de Efendisi olması herhalde o anda vuku bulmuştu.

Ahmet Usta yanına gelip omzuna dokunduğunda Zeki Bey, hafif hafif hıçkırarak ağlıyor ve tespihine âdete kapanmış zikrediyordu.

ERHAN ERKEN

İktisat ve İş Dünyası Bülteni  Aralık 1993

OFİSTE NAMAZ VAKTİ

Ayşe Hanım, bana Hasan Beyi bağlar mısınız?

—Tabii, Ali Bey.
—Alo, Hasan Bey, Almanya’dan gelecek mallar ile ilgili akreditif açıldı mı?
—Banka ile mutabakat sağladık, tahmin ediyorum, yarın açılacak.
—O malın sigorta işlemlerini de takip ediyoruz değil mi?
—Evet efendim…

Sigorta işlemleri deyince arabasının kaskosunun zamanının geçmiş olduğunu hatırlayıverdi. Hemen sekreterinin numarasını çevirdi.

—Ayşe Hanım, bir arkadaş gönderelim de benim arabadan evrakları alıversin, geldiklerinde sigortacılara verelim. Kaskonun taksit süresi geçti, unutmayalım.
—Olur efendim, hemen ilgileniyorum.
—Bana bir de çay söyler misiniz?
—Fincanda değil mi?
—Evet, lütfen…

İşlerinin bir bölümünü rayına oturtmanın rahatlığı ile oturduğu koltukta arkaya doğru yaslandı. O sırada gözü duvardaki saate takıldı. Saat 17:00’ye geliyordu. İkindi namazını henüz kılmamıştı ve namaz kerahet vaktine giriyordu.

Doludizgin geçen zaman, içinde isteyip de yapamadığı birçok şeyi beraberinde götürüyordu. Talebeliğinden beri düzenli olarak kıldığı namazlarına, yoğun iş hayatı içinde bir türlü arzu ettiği önemi veremediğini düşünüp derin bir “of” çekti. Zaman mı çok hızlı geçiyordu? Yoksa yaşanan hayat mı farklı temeller üzerine oturmuştu da bu temellere uymayan işlere yer ve zaman bulmak bu kadar zorlaşıyordu?

Kapı çalındı, çayı gelmişti. Çayını içip namazını öyle kılmaya karar verdi. Bir sigara yaktı. Çaydan aldığı ilk yudum onu öğrenciyken kaldığı talebe evine götürüvermişti. Ne hoş günlerdi onlar, diye iç geçirdi. Bugünlerine göre maddi olarak çok zor şartlarda geçen, fakat iç huzuru itibariyle dingin ve çok daha az çelişkili olan o günlerini gıpta ile gözünün önüne getirdi.

Hayatın siyah ve beyaz tonları çok fazlaydı, gri tonlar ise ehemmiyetsiz bir yer tutuyordu. İki dakika evvel telaffuz ettiği sigorta, kasko, bankadan sağlanacak finansman gibi konular geçmiş dönemde üzerinde çok rahat hüküm verdiği veya okuduğu bir hükmün, tamam, işte doğru bu, diye taraftarı olduğu meselelerdi.

İktisat talebesi olduğu için kafa yorup araştırırken eline geçen bir kitapta okuduğu, sigorta ile ilgili menfî görüşler onu derinden etkilemişti. Hafızasını zorladı, yanılmıyorsa, dış ticarette ve özellikle deniz aşırı ülkelerle yapılan dış ticarette sigortaya cevaz verir mahiyette bir hükme, meşhur fetva kitaplarından birinde rastlamıştı. Fakat arabasın kasko sigortası ile ilgili kendisini rahatlatacak, gönlüne su serpecek bir bilgi veya bir iz hatırlayamıyordu. Devletin, vatandaşın malını koruyamadığı bir ortamda insanın kendisini garantiye alması lazım. Bu birikim, bu güç, Müslümanların gücü, onun korunması da lazım diye düşünerek, kendisini rahatlatacak argümanı buluyordu. Peki, buluyordu da, neden her seferinde kendi kendine bir daha, bir daha soruyordu? Her ay yatırdığı primin ne şekilde ve nerelerde nemalandırıldığını düşünmek kendisine ısdırap veriyordu da acaba bu huzursuzluğu oradan mı geliyordu?

Çalan telefonun zili Ali Bey’in çay yudumlaması ile başlayan geçmişe doğru yolculuğuna ve iç hesaplamasına bir virgül koyuverdi.

—Ali Bey, ………. bankasının müdürü ve yardımcısı geldiler. Saat 17.00’de randevunuz vardı, daha evvel hatırlatmıştım.
—Tamam Ayşe Hanım saat kaç, 16.58 mi? Sen iki dakika oyalayıver öyle içeri alırsın.

Ali Bey ikindi namazı için hazırlık yapmak üzere çoraplarını çıkarmış ve takunyalarını ayağına geçirmişti. Yine ortada kalıverdi. Yarınki akredifi açacak bankanın tepe yöneticileri idi gelenler. Kredi miktarı yüksekti. Gelenleri üstelik randevu de verilmişken bekletmek olmaz diye düşündü. Diğer yandan çok önemli bir diğer vazifeyi, ikindi namazını kaçırmak mevzu bahisti. Bu şekilde düşünürken çoraplarını giyip ayakkabılarını bağlamıştı bile. Ceketini, kravatını düzeltip evraklarını hazırlarken kapı çalındı. Sekreteri Ayşe Hanım, misafirlere yol göstererek içeri girdi.

Ali Bey, iç dünyasındaki hesaplaşmaları ustalıkla gizleyen mütebessim çehre ile misafirlerine doğru yöneldi.

—Buyurunuz hoş geldiniz…

—Ali Bey nasılsınız? Diyerek kendisine uzan iki el vardı karşısında. Bir tanesini tereddütsüzce ve hemen sıkıverdi.

—Siz nasılsınız Erdal Bey, şöyle buyurun rahat edin.

Diğer ele eli giderken bir anlık bir duraklama hali onun başka bir dünya ile olan bağlantısını hatırlatan bir ürpertiyi de beraberinde taşıyordu.

—Nasılsınız Aslı Hanım, hoş geldiniz.

ERHAN ERKEN

İktisat ve İş Dünyası Bülteni 1992

İS GORÜŞMESİ

Aynanın karşısında dikkatle boyun bağını bağlıyordu. Beyaz gömleğe lacivert rengin iyi gittiğini düşündü. Dikkatle, gömleğinin en üstteki düğmesini kapadı ve boyunbağını düğme görünmeyecek şekilde yerleştirdi. Aynada, çenesinin altında bazı yerleri iyi traş edemediğini fark etti. Traş makinesi ile oraları da aldı. Yüzünü kremledi. Bir de “after shave” sürerse iyi olacaktı. Geçenlerde aldığı yeni şişeden yüzüne bir güzel sürdü.

-Hanım, süeter giyeyim mi, yoksa böyle daha mı iyi?
-Yok, yok giyme, istersen yanına al, mülakattan sonra giyersin.

Ceketini, pardesesünü giydi, kasketini taktı. Ayakkabılarının tozunu fırça ile aldı. Tam giyiyordu ki çoraplarını fark etti. Koyu lacivert takım elbisenin altına kahverengi çoraplarını giymişti. Belki üç sene evvel kendisi için anlamı olmayan bu ayrıntıdaki uyumsuzluk canını sıktı.

-Lacivert çoraplarımı verir misin, bunları değiştireyim.

-Olur tabii, diyen hanımının getirdiği çorapları kapı ağzında giydi ve veda ettikten sonra, besmelesini çekerek kapıdan çıktı.

Sabah serinliği yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. Rüzgârdan yüzünün adeta yandığını hissetti. Eskiden sakalı varken, bu tip bir yanmayı çok az hissederdi. Sanki onları kestikten sonra yüzü çıplak kalmıştı.

Sakalları aklına gelince elini gayr-i ihtiyari olarak yüzüne götürdü. Çenesine kadar sıvazladı. Senelerce taşıdığı sakallarını nasıl da kesmişti. “Ama ne yapayım, nereye gitsem diplomamla, not ortalamamla birlikte, sakalımın niteliğini araştırıyorlar ve bakışları değişiyor” diye kendi kendine söylendi.

Dört senelik İmam Hatip Lisesi’ni üç senede tamamlamış, İktisat Fakültesi’ni de hiç sene kaybetmeden ve iyi derece ile mezun olmuştu. Dışarıdan devam ettiği kurslarla İngilizcesini geliştirmiş ve detaylı bir muhasebe organizasyonunu bilgisayarda takip edebilecek donanımı edinmişti. Fakat tam bunlar, talebeliğinde hayâl ettiği iyi bir işe girebilmesi için yeterli olmuyordu, ona üzülüyordu.

İlk önceleri, her yere müracaat etmiyordu. Kendince yer belirliyor, ona göre talep geldiğinde görüşmeye gidiyordu. Bir müddet sonra önünde çok az alternatifin kaldığını görüverdi. Bir holdinge, ortaklıkları arasında banka bulunmasın diye özen gösteriyordu. İlk önceleri, böyle bir ilke tesbit ettiği an gönlünün ne kadar daralabileceğini düşünememişti belki de. Bu sayede büyük holdinglerin ve sermaye gruplarının münasebetleri ile alakalı geniş bir malumata sahip olmuştu.

Gireceği şirket grubunda içki imal edilmemesini de istiyordu. Bu sebepten, yazı makineleri ithal eden bir firmada çok iyi imkânlarla işe başlayacakken, işe başlayacağı firmanın bağlı olduğu grubun çok meşhur bir bira markasını bünyesinde barındırdığını öğrenmiş ve hemen işten çekilmişti. Kendi kendine şöyle düşünüyordu: “İçki satan bir bakkal veya marketten alış veriş etmemek hususunda bu kadar senedir sürdürdüğüm bir ilke kararı varken, nasıl olur da içki imal eden bir holdingde çalışabilirim.” Bu durumda ya başlangıç ilkelerini değiştirecekti ya da tercihlerini…

“Ah ilkeler ve acımasız gerçekler” diye mırıldandı. Kafasında bin bir düşünce ve fikrî jimnastikle birlikte yeni müracaat ettiği iş yerine varmıştı.

-Ahmet Bey ile görüşebilir miyim?

-Efendim isminizi alabilir miyim?
Hangi konuda görüşecektiniz?
-Hasan Soylu, iş konusunda müracaatım vardı ve kendisi bana saat 10.00’a randevu vermişti.

-Bir dakika bekleyin ben kendisine haber vereyim.

Sekreter hanım, kendinden emin tavırlarla yerinden kalktı ve içeriye doğru gitti. Hasan Bey, saatini kontrol etti, 10’a 5 vardı. İyi, tam zamanında gelmişim diye geçirdi içinden. kasketini eline aldı ve sekreter hanımın işaret ettiği bekleme yerine doğru yöneldi. Yürürken, duyduğu ayak seslerinden sekreterin geldiğini anladı.

-Ahmet Bey toplantıya giriyor. Biraz beklemenizi söyledi. Yarım saat kadar olabilir dedi.

-Peki, ben şurada bekliyorum, diyerek koltuklara doğru yürümeye devam etti. İçinden “Ya sabır” diyordu. Halbuki randevusuna yetişmek için ne kadar hızlı hareket etmişti. Söz, talebeliğinden beri beri kendisi için çok önemli idi. Herkesten de aynısını bekliyordu. Hem 10.00 diye Ahmet Bey söylemişti, fakat adam rahatlıkla kendi verdiği sözü hiçe sayıyordu. Eski devrelerinde olsa idi, ‘Daha ilk görüşmede verdiği sözde durmayan bir adamın genel müdür olduğu yerde çalışılmaz’ diyerek çeker giderdi belki, fakat zaman, insanlara hazmetmesini öğretiyordu.

Koltuğa oturdu. Gayr-i ihtiyari olarak elindeki kasketini sıkmıştı. Sanki tüm hıncını ondan alıyordu. Oysa o bezden, astardan yapılmış zavallı bir kasketti (!), ne günâhı vardı! İçinden bir ses şems-i siperlikli serpuşun hiç de elinde durduğu gibi mahzun ve zavallı olmadığını söylüyordu. Kendisi değil miydi, okul yıllarında özellikle kasket takmayan ve arkadaşlarına taktırmayan! Gerekçe olarak da yakın bir arkadaşının şu sözünü söylerdi:

“O kasketinden kan damlıyor sakın ha takma” Şimdi elinde büzüştürdüğü o kasket, okul döneminde karşı çıktığı sembollerden bir tanesi idi. O zamanlar, yünden bir bere takıyordu. İş hayatında berenin birçok insanı ürküttüğünü hissedip çıkarmış ve onun yerine kendi deyimiyle “Siperliğinden kan damlayan serpuşu” takmıştı. Acaba sembollere takılıp kalmak hatalı mıydı? Birçok insanın dediği gibi hayati konular dururken kasketin, kravatın lafını etmek gereksiz miydi? Veya tam tersi, basit semboller olarak insanın karşısında duran bu nesneler, medeniyet dönüşümleri içinde meselenin özünü ifade edecek nitelikteki köşe taşları mıydı?

Bazen bir kasket veya küçük bir bez parçası olan kravat insanı ne kadar derin konuların içine çekiyordu.

Hasan Bey yarım saat için oturduğu bekleme koltuğunda neredeyse bir saate yakın bekledi. Kendisine Ahmet Beyin müsait olduğunu söyleyen sekreter hanımı takip ederek genel müdürün odasına girdi.

Ahmet Bey oturduğu yerden ve bir yandan da telefonla konuşarak adeta yarım ağızla:

-Hoşgeldiniz, buyurun oturun.

-Hoş bulduk efendim.

Müdürün elini sıkarak, kendisine gösterilen koltuğun kenarına oturdu. Bu arada, telefon görüşmesini bitiren Ahmet Bey, önündeki tanıtım kâğıdına göz gezdirirken, ilk sorusu şöyle oldu.

-Demek liseyi İmam Hatip’te bitirdiniz.

-Evet efendim, Zeytinburnu İmam Hatip Lisesi mezunuyum.

-Fakat dışarıdan bakıldığında hiç İmam Hatip’liye benzemiyorsunuz. Üstelik İngilizceyi iyi bildiğinizi de yazmışsınız.

-İmam Hatip’liliğin sizce ayırıcı görüntüsü nedir acaba?

Ahmet Bey, bu soruya karşı, pek memnun olmadığını ifade eder tarzda yüzünü ekşitti.

-Neyse bırakalım bu konuyu. Okul dereceleriniz güzel, yalnız tecrübeniz tam arzu ettiğimiz seviyede görünmüyor. Yalnız, sıkı çalışarak bu açığınızı kapatabilirsiniz sanıyorum. Bir konuya daha dikkatinizi çekmek isterim. Birkaç sene evvel yine bir ‘İmam Hatip’li bir arkadaş ile çalışmıştık. Günde kaç sefer, namaz kılmak bahanesi ile ya dışarı çıkıyor, ya da ortadan kayboluyordu. Bu sebeple onu vazifeden affettik. Siz, bütçe koordinatör yardımcısı olarak çalışacaksınız. Böyle bir görevde bu tür sorumsuzluklara göz yumamayız, onu belirtmek isterim.

Hasan Bey sinirlenmeye başlamıştı.

-Ben şimdiye kadar çalıştığım yerlerde namazlarımı da işlerim gibi aksatmamaya gayret sarf ettim. Beni işe kabul edecekseniz, elbisem gibi, saçım gibi benden ayrılmaz bir parça olan ve günde en fazla yarım saat vakit alan namazlarımı da kabul etmeniz gerekir.

Bu cevap Ahmet Beyi biraz tedirgin etmişti.

-Ben söyleyeceğimi söyledim. Namaz için sık sık işinize ara vermenize müsaade edemem.

Hasan Soylu, bu son cümle ile birlikte beş altı saniye içine sığan uzun ve yoğun bir muhasebe süreci geçirdi. Borçlarını, iki gün sonra ödenmesi gereken kirasını, üç ay kadar sonra doğacak çocuğunu, bir de zihnine adeta çivi ile yazılmış olan “Allah en büyük rıızık vericidir” kavramını gözlerinin önüne getirdi.

-Ben sizin gönlünüzdeki insan değilim, hoşcakalın, diyerek ayağa kalktı.

Genel Müdür, bu cevabı beklemiyordu.

-Bu kadar ani karar vermeseydiniz, diyebildi.

Cevap vermeden, onun elini sıkan Hasan Bey, yüzünde hafif ama acı bir tebessümle müdürün yüzünü baktı ve odadan dışarı çıktı. Koridorda hem yürüyor, hem de iki eliyle zavallı kasketini sıkıyordu. Binayı terk ederken kenarda bir çöp tenekesi gördü. Oraya doğru yöneldi. Kapağını açtı. Kasketini hızla içine attı. Hırsını alamamıştı. Elini boynuna götürdü. Kravatını çıkardı onu da fırlattı.

Sokağın kenarından dönerken adamın birinin kendisine hayretle baktığını gördü. Bu soğukta kasketini atan, boyunbağını çıkarıp çöpe fırlatan bir insan, o adamın gözüyle her halde normal sayılamazdı.

Adama gülümsedi. İki eliyle omuzlarından tuttu. Biliyor musun arkadaş, Cemil Meriç ne diyor:

“Bütün camileri yıksak, bütün Kur’an’ları yaksak, biz yine Osmanlı’yız yani İslam.”

Anlıyorsun değil mi?

Oradan ayrılırken, adamcağız hâlâ, hayretler içerisinde başını bir yukarı bir aşağı sallıyordu.

ERHAN ERKEN

İktisat ve İş Dünyası Bülteni Şubat 1993

İktisat ve İş Dünyası Bülteni 1992

DEGİSİK BİR İS ADAMİ TİPLEMESİ

Her zamanki mahcup tavrıyla kapının önünde göründüğünde mesai henüz yeni başlamıştı. Selâm vererek odaya girmek için izin istedi. Hüsn-i muhabbetle mukabele gördü ve buyur edildi. Koltuğun yanına ilişir gibi çekine çekine oturdu.
İlk dakikalarda daima böyle yapardı. Hemen kalkıverecekmiş gibi bir kenara büzüşür, ilerleyen dakikalarda ise oturduğu yere yavaş yavaş yerleşirdi. Dakikalar saatleri kovalayarak geçerken o, o güne mahsus stratejisini uygulayabileceği en uygun noktaları dolaşarak, çaycısından ustabaşına, müdüründen şoförüne kadar hemen hemen ilgili tüm kişilerle temasını kurar, hedefine adım adım yaklaşır ve gitmesi gereken saatte              -genellikle- hedefine tamamen ulaşmış bir şekilde işyerini terk ederdi.
Fısıltı tarzında bir sesle hâl hatır sorduktan sonra, bugünlerde kendisi için ayrılan malların yetersiz olduğunu söyleyerek söze başladı. Başka kişilere fazlaca mal verildiğini, mal verilen kişilerin fason olarak kutu yaptırdıkları ailelere fazla işçilik ödeyerek bu malları mamul madde haline çevirdiklerini ve kendi piyasasını bozduklarını söyledi.
Tatlı tatlı konuşmasının arasında bu anlattığı konuya canının sıkıldığı hissediliyordu. Anlaşılan onun mal almadığı bir iki hafta boyunca yine onun çevresinden gelen kişilere mal verilmesine kızmıştı. Üstelik mal alan kişiler imalat sırasında işçilik fiyatlarını artırıyorlardı. Kendisi büyük ölçekli çalıştığından işçiliklerin artmasıyla maliyeti de artıyor ve özellikle Anadolu’ya satışı zorlaşıyordu. Bunu önlemeye gayret ettiği belliydi.
Birdenbire,
-Niçin tüm malınızı bana vermiyorsunuz? Ben hiç kimse yokken sizin malınızın tümünü almıyor muydum? Sizinle yıllık anlaşma yapalım ama benden başkasına da kesinlikle mal vermeyin. Tamam mı? Diyerek konunun çehresini değiştirmeye başladı.
-İyi de herkesi devreden çıkardıktan sonra ya sen bu malları satın almaz da bizi ortada bırakırsan. Biz de alternatiflerimizi kaybederek sana muhtaç hale düşersek
-Tamam, endişelerinizde haklısınız, o zaman anlaşma yapalım. Mesela size şöyle bir teklif sunayım; Benim bir kamyonetim var. Onu size vereyim. Siz de bana karşılığında mal verin, olur mu? Yalnız tek şartım var; başka kimseye mal vermeyeceksiniz.
Mal karşılığı alış-veriş yeni teklif ettiği bir şey değildi. Eskiden de bir dönem beyaz eşya karşılığı mal aldığı olmuştu. Hesabı kabardığı bir gün damdan düşer gibi şöyle sormuştu.
-Ağabey, buzdolabı ister misin? Sana bir derin dondurucu getireyim.
-Oğlum sen beyaz eşyacı mısın? Nereden çıktı bu iş?
-Sadece dolap değil, istediğin her şeyi getiririm. İster kendin kullanırsın, istersen işçilerine vadeli olarak satarsın. Hem onlar mal sahibi olurlar, hem de sen maaşlarından keserek paranı tahsil edersin.
-Bak bir şey daha söyleyeyim, sana fason iş bastıran ajanslara da promosyon olarak bu malzemeleri teklif edebilirsin. Mesela “x” liralık iş yaptırana bir fırın, “2x” liralık sipariş verene televizyon hediye etmek gibi.
Fikir güzel ama değil mi?
-Dehşet bir fikir de, sen bizi beyaz eşya satıcısı yapacaksın bu gidişle. Bu senin anlattıklarını ülkenin en hatırı sayılır kuruluşları bayilerine uyguluyor. Maşaallah senin bilmediğin hiçbir şey yok! Barter ticareti, promosyon, tekel oluşturma…
-Ağabey sana zararı var mı? Bir kere malını satacaksın. Karşılığında aldığın malları teşvik unsuru şeklinde kullanarak işlerini artıracaksın. Üstelik, evine yeni bir şeyler götürüp hanımını sevindireceksin. Sana kalsa para verip dolap filan almazsın. Bu sayede eşyalarını yenileyeceksin.
Bu diyalogdan bir hafta sonra işyerine 4-5 adet fırın, birkaç çamaşır ve bulaşık makinesi bir de buzdolabı getirmişti. Hakikaten dediklerini yaparak birçok kimseyle birlikte ailemizi de mutlu etmiş, imalatımızın artmasına da katkıda bulunmuştuk.
Tabii bu arada yeni bir finansman yöntemi daha keşfetmiştik. Bize gelen beyaz eşyaların, oturduğu semtte yeni açılan bir mağazadan en uzun vade ile alındığını, bize nakit ödeme gibi sayılarak hem zor zamanında ona nefes aldırdığını, hem de uzun dönemli bir alım avantajı sağladığını fark ettik. Beyaz eşya satıcısına ise aylık taksitler yerine ne verdiği hususu bizim için hep meçhul olarak kaldı.
Kamyonet teklifinin arkasından bu yaşadıklarımız aklımıza gelince teklife bakışımız yumuşamıştı.
-Tamam, fikir olarak güzel, yalnız kamyoneti bir kontrol ettirelim sonra bakarız, diyerek konuyu geçiştiriverdik.
Bizim o gün için kıvama geldiğimizi görerek fazla uzatmayan dostumuz, bu sefer fiyatlara doğru konuyu çevirmeye başladı. Bizimle dönemlik değil ton bazında anlaşma yapmak istiyordu.
-Hayrola niye böyle? Dediğimizde ise cevap hazırdı.
Merkez Bankası tarafından alınan tedbirlerin faize yatırılmış mevduatın çözülmesine yol açacağını, bunun da altın satışlarını müsbet yönde etkileyeceğini düşündüğünü ifade ediyordu. Bizden hammadde olarak alıp, fason olarak kurdurup sattığı kuyumcu kutularının satışlarında artma beklediğini, yaz sonuna kadar satabileceği mal kadar bağlantıyı yapmak istediğini belirtiyordu.
“Çantadan” esnaf olan, tahsil derecesinin çok fazla olmadığını bildiğimiz bu Anadolu delikanlısı ekonomik trendlerle ilgili de ciddi malumat sahibiydi. Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi hocamız Demir Demirgil’in (toprağı bol olsun) derslerinde zor bela kavradığımız, faiz, para, altın ve yatırım arasındaki ilişkileri ve dengeleri bizim arkadaşımız pekala kurabiliyordu.
Evet, dediklerinde doğruluk payı olabilirdi.
-Ton olarak anlaşabiliriz. Yalnız kamyonet işi olmayabilir. Bize anlaşma tutarına yakın çek getirebilecek misin?
-Bakarız, diye cevaplarken bir yandan da çekleri nereden bulacağını, hangi atraksiyonları yaparak bu meseleyi çözeceğini düşündüğü belliydi. Hesaplarını hep kafasından yapan, yaptığı hesaplarda da bilgisayar ile pek de ters düştüğü görülmeyen müşterimiz, çek operasyonlarında pek mahirdi.
Yıllarca kayınpederinin hatır çeklerini kullanırken, kayınbiraderinin bir yanlışından dolayı çek kaynakları kurumuştu. Uzunca bir süredir başka başka kişilerin çeklerini kullanıyordu. Kim bilir, onların da ne tür işlerini çözüyordu. Aynı isimli çekler gelip şüphelendiğimizde yeni kaynak bu mu diye sorardık. Her seferinde de:
-Sizi niye ilgilendiriyor? Arkasını ciro etmiyor muyum? Bana güvenmiyorsanız onu söyleyin, derdi.
Laf buraya gelince daha fazla uzatamayacağımız için orada bırakıyorduk.
-Adana’dan yüklü bir ödeme bekliyorum, gelince daha rahat konuşuruz. Tahmin ediyorum ki bir iki hafta içinde gelecek.
Bu arkadaşımızın en problemli yönü olan zaman mefhumuna gelince işler her zamanki gibi karışacağa benziyordu. Şimdiye kadar zamana uyduğu pek görülmemişti. Bir hafta diyorsa onun bir ay olmayacağını kimse garanti edemezdi. Bir ay sonra geldiğinde bütün kusurlarını kabul edip, boynu bükük bir şekilde durarak kendisini affettirir ve yine çeşitli imtiyazlar kopararak giderdi. Artık alışkanlık haline gelen bu hale karşı sürekli nasihatimiz şuydu:
-Oğlum sözünü yerine getirmiyorsun. İyi hadi buna alıştık. Peki bir telefon dahi edemez misin? Yine:
-Doğru haklısınız. Bakın artık cep telefonu alıyorum. Beni istediğiniz zaman bulacaksınız.
Birkaç ay evvelki bu söz bizleri çok sevindirmişti. İlk günler her aradığımızda kendisini telefonun başında buluyorduk. Fakat son günlerde telefon uzun uzun çaldıktan sonra karşımıza çocuğu çıkmaya başladı.
-Alo, evladım babanı verir misin?
-Anne, babamı arıyorlar…
Anlaşılan aramalar sıklaşınca sekreter kullanmaya başlamış ve yenge hanımı bu göreve getirmişti. Demek ki yine eskisi gibi biz onu istediğimizde bulamayacaktık. O ne zaman isterse bize ulaşacaktı.
Son anlaşmamızın nereye varacağı henüz netlik kazanmadı, fakat bu arkadaşımız ile ilgili her tecrübemiz bize yepyeni şeyler öğretmeye devam etti.
Evvelki dönemlerde başımızdan geçen bir olay daha var ki onu da zikretmeden geçemeyeceğiz.
Bütün tedbirlerimize rağmen bize borcunun çok olduğu dönemlerden birindeydik. Ne gelip borcunu ödüyor, ne de onun dışında başka kimse gelip yüklü mal alıyordu. Elimizdeki kutular dağ gibi birikmişti.
Derken birdenbire, işyerimize kutu almak için gelen giden sayısında artma olmaya başladı. Gelenlerin de çoğu bizimkinin tanıdıkları idi. Her gelene onu soruyor, gelip borcunu ödemesi gerektiğini söylüyorduk.
Derken, şuna inandık ki, bizimki sıkışmış, borcunu ödeyemiyor, diğerleri üzerinden mal alıp o sayede ticari faaliyetine devam ediyordu. Anlaşılan, işleri kıpırdamaya başlamıştı.
Bir dönem böyle gittikten sonra ansızın çıkageldi.
Her zamankinden daha mahcuptu. Bizi yumuşatabilmek için dört beş sefer gelip gitmesi gerekti. O da, biz de biliyorduk ki yumuşama elbette olacaktı. Her iki taraf da öne geçmeye çalışıyordu.
Sonuçta, krizi çözmüştük fakat bir şey daha öğrenmiştik ki, grup çalışması her faaliyette olduğu gibi ticarette de çok önemliydi. Hem gruplar oluşturulmalı, hem de işin cinsine göre alt bayiler, alt mal tedarikçileri edinilmeliydi. Sıkışıklıkların aşılmasında kullanılabilecek yollardan birisi de kuşkusuz buydu.
Özetle ifade etmek gerekirse, sözünde durmaması dışında bu müşterimizle yapılan alış verişlerin bize kazandırdığı çok şeyler olmuştur.
Öncelikle, tahsil ve terbiyenin yanında “piyasa tecrübesi” denen şeyin önemini yakînen gördüğümüz canlı bir örnekti o. Ayrıca işini iyi bilmek, onu her veçhesiyle takip etmek, konjonktürden kendi işlerimiz için en iyi şekilde faydalanmak yine bu arkadaşımızın bize verdiği derslerden bir kaçıdır.
İş hayatında nerede esneyip nerede atağa kalkacağını bilmek, elindeki kozları en iyi noktada ortaya çıkarmak gibi konularda da küçük tecrübelerimiz bize büyük dersler kazandırmıştır.
Hangi tahsil zincirinden geçersek geçelim, hangi engin tecrübeleri yaşarsak yaşayalım, yine de arz üzerinde yaşayan insanlar içinde en ummadığımız birilerinden dehşetengiz malumatlar öğrenebileceğimizi unutmamalıyız.
Akıllı insan yalnız kendi aklını kullanan insandır.
Dahi insan ise başkalarının da aklını kullanabilen insandır…

AYNA

Aynanın karşısında elinde makasla sakallarını düzeltiyordu. Esasında bu bir düzeltme mi yoksa başka bir şey mi diye kendi kendine sormadan da edemiyordu.
Önce fazlalıkları almıştı. Daha sonra “haydi biraz daha kısaltayım” diyerek tekrar kesmeye koyulmuştu. Yarım saattir bir oradan bir buradan diyerek neredeyse yüz etinin görüneceği bir seviyeye indirmişti sakallarını.

Talebeliğinden itibaren bıraktığı, bazı devreler çok büyük misyon yüklediği, kimi zaman özenle bağladığı sarığın altından duruşunu keyifle izlediği sakalı, son yıllarda aynada gözüne fazlaca dokunmaya başlamıştı. Sosyal hayatın içine çokça girdiğinden midir, “konjonktür” denilen o meçhul çevre şartlarından mıdır, gittikçe sıkça takmaya başladığı kravatın üzerinde pek de yakışır durmadığı için midir, nedir bilinmez, her geçen gün daha bir sorguladığını hissediyordu sakalını.

Hem öğrencilik dönemlerinden beri kendisine eşlik eden birçok arkadaşı da çeşitli sebeplerle sakallarını kesmişti. O sebepler, vakti zamanında kendi ölçülerine göre “muteber” gördükleri sebepler mi, yoksa ‘sudan’ şeyler mi, orasını pek kurcalamak istemiyordu.  Sonuç olarak arkadaşlarının büyük çoğunluğu hali hazırda tıraşlı durumdaydı.

Bütün bu karmaşık duygular içinde biraz daha keseyim, biraz daha keseyim derken sakalı, sakallıktan çıkmış adeta tüyleri yolunmuş kuşa dönmüştü. O sırada mutfaktan, içerideki odada kurulu sofraya tabakları taşıyan hanımı, beyinin ayna karşısındaki halini fark etmiş ve adeta irkilerek:

—Aaa Hasan, bu ne hâl, ne yapmışsın sakallarını? Dedi.

—Hiiç, sadece düzeltiyorum…

—Ne düzeltmesi canım, hiç bir şey kalmamış ki. Ya bırak, adam gibi sakala benzesin, ya da tamamen kes, biraz da o şekilde dolaşırsın, değişiklik olur.

—Bu kadar seneden sonra olur mu? Yıllarca sakalları muhafaza et. Delikanlılık çağında ısrarla bırak. Okuldayken, yeni işe müracaat ederken, yok şu kuruma resim verirken, yok başka bir yerde bulunurken bu işin adeta mücadelesini ver, sonra “şıp” diye kesiver. Hadi kestiğin zaman çok daha önemli bir işe yarayacaksa neyse ama şu anda o tür bir sebep de yok.

—Esasında doğru söylüyorsun da, şartların değiştiğini de göz ardı etmemen lazım. Artık yaşın ilerledi, olgunlaştın. Çok daha önemli vazifeler seni bekliyor. Topluma hizmet edebileceğin, bu sayede yıllardır edindiğin birikimini daha geniş kitlelere aktarabileceğin fırsatlar önüne çıkacak gibi görünüyor. Peygamberimizin (s.a.v) sünnetini bu tür bir yolla ifa etmek de yabana atılır bir tercih değil gibi düşünülebilir. Bunları sen de biliyorsun. Önüne bu tür fırsatlar çıktığında (ki yakın zamanda çıkacak gibi) dış görünüşünün -imaj mı deniyor?- daha geniş bir yelpazeye açılabilecek türde olması, tahmin ediyorum ki tercih edilir bir husustur. O noktada keseceğine şimdi kesmen bence daha uygun olabilir.

—Yahu hanım, sen neler söylüyorsun. Kafamı allak-bullak ettin. Gerçi, zaten allak bullaktı da belki benim dillendirmekten ürktüğüm şeyleri ‘pat’ diye söyleyiverdin.
Yarım saattir şu ayna karşısında neler çekiyorum. Tam yarama tuz bastın adeta. Esasında sana hak vermemek elde değil.

***
—Evet, daha önemli hizmetler için insanın bazen kendinden fedakârlık etmesi gerekiyor, galiba.

Bu diyalog “kökten kesme” kararı almasında önemli bir dayanak noktası olmuştu. Hasan, aynaya doğru döndü. Aynanın yanındaki dolaptan, evlenirken hanımı tarafından kendisine hediye olarak getirilen tarihî tıraş takımını çıkardı. Yanaklarını sabunlamaya başladı.
Tıraş makinesinin sakallarını keserken çıkardığı her ses adeta kulaklarını çınlatıyordu.
Bu sadece basit bir sakal tıraşı mıydı?
Yoksa bir hesaplaşmanın neticelendiği bir an mıydı?
Veya üzerine o büyüklükte bir anlam yüklenemeyecek boyutta daha alt bir problem noktası mıydı?

Kafası bu sorularla karman-çorman olan Hasan, büyük bir itina ile bitirdiği “işi”nin sonunda yanaklarına ‘after shave’ini sürerken yeni yüzüne aynada anlamlı anlamlı bakıyordu…

ÇOCUKLARIN EĞİTİMİ

Çocuk eğitimi konusunda bir deneme çalışması

Bir topluluğunun ileride alması muhtemel şekli tahayyül etmek için toplumun yetiştirmek istediği insan tipini üretmek amacıyla geliştirdiği eğitim mekanizmalarını incelemek yeterlidir.

 

Çevre şartları

 

İnsanların yaşadıkları hayata maddi ve pozitivist gözlüklerle bakmalarını isteyen görüşlerin etkili olduğu bir dünyada yaşamaktayız. Zikri geçen dünya görüşlerinin gereği olarak, insan aklı ve akla dayalı çağdaş bilim, evrenin yaratılışı da dahil olmak üzere sanki her konuda insanın karşılaştığı müşkülleri halledebilecek güçler olarak farz edilmiştir.

 

Bu telakkîlerin tabii sonucu olarak, olup biten tüm hadisâtın tamamen sebeplere bağlı bir tarzda izah edildiği Determinizm prensibi, insanların toplumsal ilişkilerini düzenlemek için ‘çoğunluğun iradesine iman’ ana fikri ile yola çıkan ve gerektiğinde hakkın çiğnenmesi uğruna, çoğunluğun sultasına müsaade eden demokrasi düşüncesi, insanın insanı sömürmesi neticesi meydana gelen sermaye birikimi üzerine kurulan ve insanlar arasındaki ilişkilerde karşılıklı yekdiğerini düşünme esprisini yok eden kapitalizm sistemi ve bu çerçevede sayıları daha da artırılabilecek olan görüş ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.

 

Batılı milletler, kendi sosyal bünyelerinin tabiî gelişimi içerisinde ortaya çıkan bu dünya görüşlerini tarihin bir dönemlerinden sonra elde ettikleri ezici maddi güçle, evrenin diğer köşelerine de yaymak istemişler ve hâlâ da bu isteklerinde ısrarcı konumdalar..

 

Özellikle son birkaç asırdır Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları coğrafyalar da, Batılıların yayılma alanı içerisinde önemli bir yer işgal etmektedir. Bu sebepten de Müslüman topluluklar iman ettikleri dinin kendilerinden istediği istikametin dışında bir yola doğru sürüklenmektedir…

 

Müslüman topluluklar içerisinde kökünü dinden alan gelenekler büyük bir hızla değişmektedirler (Tabii ki tüm geleneklerin dinden geldiğini söylemek mümkün değil.), bu değişimle birlikte toplumun özünü oluşturan hemen hemen tüm kurumlar yukarıda zikri geçen dünya görüşlerinin hedeflerine uygun bir tarzda teşkilatlanarak faaliyete geçmişler, bugün de bu faaliyetlerini artan bir hızla sürdürmektedirler.

 

Müslüman topluluklarda, toplumun dinamiklerinin genelde yukarıdan aşağıya doğru belirlendiği ve sürdürüldüğü göz önüne alınırsa, böyle bir süreç içerisinde, Batılı dünya görüşlerini kendi toplumlarına ithal etmek isten aydın ve münevver adıyla maruf kişiler, toplumun bir anlamda öncülüğünü bazen zorla da olsa ele geçirmiş ve Müslümanları adeta yeniden inşa etmeye çalışmışlardır.

 

Bir topluluğunun ileride alması muhtemel şekli tahayyül etmek için toplumun yetiştirmek istediği insan tipini üretmek amacıyla geliştirdiği eğitim mekanizmalarını incelemek yeterlidir.

 

Müslüman topluluklarda Batılı dünya görüşlerinin etkin olması sürecinde en önemli değişikliklerin eğitim konusunda gerçekleştirildiği muhakkaktır. Bugün, yaşadığımız toprak üzerinde faaliyet sürdüren eğitim kurumları, ana tema olarak Batılı hayat tarzını toplum arasında yaymak amacına hizmet etmektedir. İlkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim müesseseleri, cemiyet hayatında Batılı hayat tarzının hâkim olması için gerekli düşünce şeklini ve kavramları zihinlere ve benliklere yerleştirmeyi temel alan bir eğitim programını uygulamaktadır.

 

Resmî eğitim kurumlarının yanı sıra basın, radyo-televizyon ve çağın elektronik gelişimi ile orantılı olarak gelişen tüm iletişim vasıtaları, genelde Batılı hayat tarzının yerleşmesini isteyen güçlerin kontrolü altında olduğundan, toplumun menfî yönde eğitiminde önemli bir işlev görmektedir. Bütün bunlara ilave olarak elektronik ve bilgisayar teknolojisinin korkunç bir hızla gelişmesi ile birlikte Türkiye’nin uluslararası iletişim ağına entegre olması, yakın zaman sonra üzerinde en fazla durulması gereken konulardan biri olacaktır. Bugün için uluslararası iletişim ağını kontrol altında tutan çevrelerin mahiyeti bilindiğinden, gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu yolla ortaya çıkacak tahribatın boyutları umulanın da üzerinde olacaktır.

 

 

Eğitimde ve özellikle çocuk eğitimi konusunda dikkat edilmesinde fayda mülahaza edilen hususlar

 

Eğitimin toplumsal bir düzenin kuruluşunda ve devam ettirilmesindeki önemi hiç kimse tarafından inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Ulaşılması arzu edilen toplumsal yapıyı gerçekleştirecek insan tipinin yetiştirilmesi için gerekli olan ve birbirini tamamlayan safhaları hâvî bir eğitim sisteminin oluşturulması Müslümanlar için önemli bir vazifedir. Bu vazifenin yerine getirilmesi için zihnî, bedenî ve maddî yönlerden ne tür çalışmalar yapılması gerekiyorsa bunlara ivedilikle başlanması veyahut bu mahiyetteki atılımların en kısa zamanda nihayete erdirilmesi gerekmektedir. “En kısa zaman” tabiri hiçbir şekilde konunun ciddiyetinin lüzumlu kıldığı sürenin kısaltılması anlamında da anlaşılmamalıdır.

 

Yaş durumlarına göre birbirini tamamlayan safhalarıyla komple bir eğitim sisteminin kurulması ve istenildiği şekilde faaliyet sürdürülmesi, toplumdaki genel eğilimlerin mevcut durumuyla da yakından ilgilidir. Dolayısıyla yapılmak istenenler ancak genel bir toplumsal programın içerisinde bir değer ifade eder. Böyle bir çalışmanın, ciddiyetine binaen belli bir zaman alması tabiidir.

 

Fakat böyle bir zamanın geçişi sırasında da hayat devam etmekte, insanların ve konumuzun ortak noktası olan çocukların özlediğimiz tarzdaki eğitim ihtiyaçları aynen sürüp gitmektedir. Bu durumda, dışımızda bizi saran şartlara daha fazla müdahalemiz olamadığından, çocuklarımızı içinde bulunduğumuz şartları dikkate alan ve onlara karşı tavır alınacağını bilir bir tarzda yetiştirmek icap etmektedir.

 

Çocuklara, dinimizin bize yaşanmasını emrettiği hayat tarzının dışında bir şekilde oluşturulmuş kurumları, insan-insan ve insan-çevre (madde) ilişkilerini, gelenek ve görenekleri, toplum tarafından konulmuş kuralları mümkün olduğunca açık bir dille fakat yanlış olan temel değerlerimize ters düşen yönleriyle anlatmamız icap etmektedir. (Bu tip yetiştirme tarzının da müspet olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.) Böyle bir yaklaşım tarzı sayesinde çocuklar tertemiz bir ortamda yaşamadıklarının bilincinde olacaktır. Çocukların eğitimi ile uğraşan büyüklerin en önemli fonksiyonları, ilk önce özü itibariyle bize ait olmayan unsurlara karşı tavır alınmalarının gerekli olduğu bilincini çocuklara vermek, buna paralel olarak da bu tavır alışlarında teorik ve pratik açıdan onlara yardım edecek araçları ve yolları sağlamaya çalışmak olacaktır.

 

Çocuklara yapılabilecek en büyük yardım, tek ve çok güçlü bir Allah’ın varolduğunu, onun insanları hiçbir zaman yalnız bırakmayıp her an bakıp gözettiği ve kontrol ettiği gerçeğinin onlara açık bir dille anlatılması ve kavratılması olacaktır. İnsanın yaptığı ve yapacağı tüm hareketlerin, insan ve eşya ile ilgili tüm değerlendirmelerin ancak Allah’ın isteklerine uygun olup olmamak şartıyla bir değer ifade edeceği gerçeği çocuklara bir bir mikyas gibi verilmelidir. Bu perspektifin kazandırılması, ilk ve en önemli hedef olmalıdır. Çünkü daha sonra yapılacak tüm değerlendirmeler bu hakikate atıfta bulunulduğu zaman bir değer kazanacaktır.

 

Bunlara ilave olarak çocuklara, tüm yaratılmışlara, Allah’ın yarattığı varlıklar olmaları dolayısıyla saygı ile bakmayı öğretmek gerekir. Her şeyi yaratanın (kötülükler de dahil) Allah olduğu düşünülerek, murdar olarak vasıflandırılan bir hayvanın bile yaratılışının belli hikmetleri bulunduğu gerçeği çocuklara izah edilmelidir. Ayrıca çocuklara, kâfir bir insana dahi, insanlık vasıflarından dolayı saygıdeğer bir Müslüman olabilme özeliklerini üzerinde taşıdığından dolayı, her şeyden önce tebliğ edilmesi gereken bir kul olarak bakabilmeleri izah edilmeye çalışılmalıdır.

 

Çocuklara, Müslüman, günahkâr veya Allah’a hiç inanmayan kâfir, ayrımını çok iyi izah etmek icap etmektedir. Bu sayede çocuğun çevresini daha iyi ve çelişkisiz olarak gözlemleme ve değerlendirme ihtimali artmış olacaktır.

 

Çocuklarımızın Hz. Allah-insan, insan-insan ve insan-eşya münasebetlerine bakışta sahip olmaları gereken bazı temel kıstasları şöylece sıralayabiliriz:

 

Öncelikle üzerinde durulması icap eden birkaç tanesini zikretmek gerekirse, “Allah’ın hudutları” olarak vasıflandırılan Allah’ın kullarından istediği şeylere karşı genelde bir saygı hali ve kabullenme duygusu, kul hakkına riayet etme hassasiyeti, emanete ihanet etme korkusu başta gelenler olarak sayılabilir…

 

Bunlara ilave olarak çocuklarımızı Batılı hayat tarzının temel kıstasları olan noktalara karşı da duyarlı olarak yetiştirme mecburiyetimiz, her geçen gün daha da artmaktadır kanaatindeyiz: Örnek vermek gerekirse, çocuklarımıza sadece yaşadıkları hayat ile mukayyed olan konularda yatırım yapmaları için insanların şuuraltlarına empoze edilmeye çalışılan “tasarruf” fikri yerine, İslâm dininde önemli bir yere sahip olan “israf etmekten sakınma” itiyadı kazandırılmaya çalışılmalıdır.

 

İkinci bir örnek olarak, benzer sebeplerin her zaman benzer neticeleri doğurduğunu öne süren Determinizmin eğitim ve toplum hayatındaki önemli tesiri karşısında çocuklarımız, istedikleri bir şeye sahip olmak için gerekli şartları yerine getirmekle birlikte o şartların ancak Allah’ın dilemesi ile beklenen neticeyi doğurabileceği noktasında aydınlatılmalıdır.

 

Çocuklarımızın iç dünyalarının sağlam bir şekilde inşa edilebilmeleri için mutlak Yaratacı ve her şeyi kuşatıcı olan Allah (cc) ile sağlam bir irtibat kurabilmeleri gerekmektedir. Bunun için de en iyi yollardan biri Allah’a dua etme arzusunun geliştirilmesidir. Tabii ki, “dua”nın insan olarak elimizden gelen gayretin gösterilmesiyle birlikte yapılması gerektiğinin üzerinde de ehemmiyetle durulmalıdır. Dua etme itiyadının gelişmesi “Dost olarak Allah yeter” prensibinin zaman içerisinde çocuğun zihninde ve kalbinde yerleşmesini daha da kolaylaştırabilecek bir yol olarak gözükmektedir. Müspet olmayan çevre şartları içerisinde her an mücadele etmeye hazır bir genç ve yetişkin ortaya çıkabilmesi için, çocukluktan itibaren sağlam bir iç dünyanın kurulabilmesi şarttır.

 

Çocuklarımıza okumayı, kitaplarla haşır-neşir olmayı sevdirmeye çalışmak da önemli bir hedefimiz olmalıdır. Evlatlarımızı okumaya teşvik etmek mühim bir meseledir. Belli bir konu üzerinde zihnini toplayabilme kabiliyetlerini geliştirebilme, ayrıca kendi özel kabiliyetlerini kazanarak, bunu kullanabilme ve geliştirebilme konularında da çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren yardımcı olmalıyız.

 

Çocukların, dış dünyanın bir parçası olarak kurumlarla olan münasebetlerine gelince:

 

Faaliyet şekli itibariyle çok uç bir örnek olarak banka gibi bir kurumu ele alırsak, çocuk, yaşına göre böyle bir kurumun varlığından ve işleyişinden haberdar olmalıdır. Fakat o haberdar oluş ile birlikte, o kurumun Allah’ın istedikleri dışında (O isteklere hangi noktalarda karşı olduğunun izahı ile birlikte) bir faaliyet gösterdiği bilgi ve yorumu da verilmelidir. Çocuğun kurumlarla olan münasebetlerinde yapacağı değerlendirme, kurumun yaptığı işlerle Allah’ın emirleri arasındaki bağlantıyı sorgulayabilecek perspektifi önceden kazanıp kazanmaması ile yakından ilgili olacaktır.

 

İletişim vasıtalarıyla çocuğun münasebetleri konusu, çocuğun eğitimiyle uğraşan kişilerin belki de en fazla üzerinde duracağı hususlardan olacaktır. Bu gün için iletişim araçlarının içerisinde etki alanı en fazla olanı şüphesiz ki televizyondur.  Çocuk televizyon denen aracın bizatihi kendisine düşman olarak yetiştirilmemelidir. Bunun yerine çocuklara televizyon programlarını hazırlayan veya bu programlarda yer alan insanların yaptıkları hareketler veya bizzat programların vermek istedikleri mesajlar ile Allah’ın emir ve nehîleri arasında bağı kurabilecek zihnî bir eğitim verilmeye çalışılmalıdır.

 

1992 yılının başlaması ile artan kanal sayısı ve daha da gelişen çizgi filmler, masum ve çocukça görünümleri altında çok büyük zararları da beraberlerinde getirmektedir. Bazı filmler çocukları gayb konusunda hatalı bir tarzda şartlandırırken, bazıları da batı medeniyetinin köşe taşlarını parça parça çocukların zihinlerine işlemektedir. Anne ve babaların, masum ve çocukça görünümleri altında evlerimize misafir olan çizgi film kahramanlarına karşı çok ciddi bir tarzda dikkatli ve uyanık olmaları yavrularımızın zihnen bozulmalarını önlemeye çalışmalıdırlar.

 

Çok yeni bir alet olmasına rağmen çocuk ve bilgisayar ilişkisi de gelişen teknoloji ile birlikte gündemimize giren ve zamanla belki de gündemin en önemli maddesi olacak bir husustur.

 

Ülkemizde çok kısa sürede yaygınlaşma istidadı gösteren bilgisayar kullanımının da, objektif faydaları yanında ideolojik boyutu da ihmal edilmeden incelenmesinin gerekli olduğu kanaatini taşımaktayız.

 

İletişim vasıtalarının çok yaygın olduğu bir çevrede yaşamamız hasebiyle çocuklarımız bu kanallarla gelen her türlü menfi etkiye açık halde bulunmaktadırlar. Bu vasıtaların hoşa giden e çok cazip yönlerinin de olduğu hesaba katılarsa çocuklarımızın onlarla olan ilişkilerini çok dikkatle takip etmemiz, menfi etkiler karşısında anında tashih ve perspektifi yenileme cihetine gitmemiz gerekmektedir.

 

Unutulmamalıdır ki, bugünün çocukları yarının büyükleri olacaklardır…

ERHAN ERKEN

1993 BSV BÜLTENİ

 

HİSBE TEŞKİLATINDAN ODALARA

Tarihi seyir içinde ortaya çıkan sosyal, ekonomik, kültürel birçok müessesenin, derinlemesine incelendiğinde kendilerinden önce var olan benzer kurumlardan etkilenmiş oldukları genel bir tesbit olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu benzerlik bazen şekil anlamında olduğu gibi bazen de dayandığı temel noktalar itibariyle olabilmektedir.

Bununla birlikte birbirilerine çok benzese, bazen şubesi yahut devamı gibi görünse bile, yatay veya dikey olarak her ne şekilde bakılırsa bakılsın hiçbir toplumsal yapı ve/veya organizasyon birbirinin tıpatıp aynısı değildir.

Ticaret ve Sanayi Odaları, Borsalar , İhracatçı Birlikleri ve bunların üst kuruluşları, günümüzde, ticaret ve sanayi alanında faaliyet yapan işletmelerin bağlı oldukları yapılardır. Bu yapılar, kapsadıkları alanlardaki şirketlerin ve şahısların iktisadi ve sosyal hayatlarında önemli bir yer tutarlar. Çoğunlukla yarı kamusal mahiyette olan bu kurumların yetersiz kaldıkları alanlarda da gönüllü yapılanmalar ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde hizmet gören bu tip kurumların tarih içindeki  iz düşümleri mahiyetinde bir çok kurum ve organizasyonun kurulmuş olduğunu görebilmek mümkündür..

Biz bu çalışmada bugün var olan ticaret ve sanayi odalarından  geriye doğru giderek tarih içinde işlev görmüş benzer  kurumlarla ne tür yakınlıklar kurulabileceği üzerinde duracağız., Hangi alanlarda etkilenmeler olmuş, dayandıkları temeller konusunda ne tür benzerlikler kurulabilir veya kurulmalıdır konusunu açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.

Hisbe teşkilatından odalara başlığı altında inceleyeceğimiz çalışmanın başlangıcı olarak bütün bu etkilenmelerin en önemli kaynağı olarak gördüğümüz Asr-ı saadet dönemini almayı uygun bulduk.

Bu sebeple o dönemin önemli bir kurumu olarak Hisbe ile konumuza başlıyoruz.

HİSBE; Emir bil – ma’ruf ve nehiy ani’l – münker faaliyetleri ve özellikle bununla görevli müesseseye verilen isimdir Arapça kökenli olan bu kelime, sevabını umarak bir iş yapmak, akıllı ve basiretli bir şekilde yönetmek, çirkin bir iş yapanı kınamak hesaba çekmek  anlamındaki ihtisab masdarından isim hale gelen bir kelimedir.

Bu işle ilgili olan kişiye de muhtesib ismi verilmiştir.

Konusu dini-ve örfi ilkeler ışığında ve dengeli bir şekilde fert, toplum , devlet hakları ile kamu ahlak ve düzeninin korunması olan hisbe faaliyeti Müslümanlar için farz-ı kifaye sayılmıştır.

Bir çok kaynakta kendisine ilk muhtesib de denen Rasulullah (a.s), bu vazife ile ilgili bazı düzenlemeler ve hareket tarzları belirlemiş ve ana çerçeve olarak devletin kontrolü altında bir uygulama şekli benimsemiştir.

HİSBENİN ANA GÖREV ALANLARI

Hz. Ömer’in devrinde tam teşkilatlı bir yapı oluşmasına rağmen hisbe ile ilgili ilk uygulamalar Peygamber döneminde başlamıştır

Hisbe teşkilatının görev alanı üç temel başlık altında toplanabilir.

Allah hakları

Kul hakları

Her iki yönü bulunan haklar

ALLAH HAKLARI

Temel olarak bu ölçüde bir ayırım bazen hoş karşılanmasa da konuyu daha iyi ortaya koyabilmek için bir çok kaynak tarafından  tercih edilmiştir.

Allah hakları cümlesinden ifade edilebilecek konuları özetle ifade etmek gerekirse;

İbadetlerin zamanında edası  (Özellikle toplu olarak kılınması  gereken Cuma ve Bayram namazları)

Camilerin bakım ve onarımı

Bidatlerin, aleni ihlallerin men edilmesi

Fasit-batıl akitlerin, hile ve aldatmacaların önlenmesi

Haramların işlenmesinin önlenmesi olarak sayılabilir

KUL HAKLARI

Yol, su, cami, savunma sistemi ve benzeri alt yapı hizmetlerinin görülmesi

Komşu haklarına tecavüzün önlenmesi

Ölçü-tartı aletlerinin denetimi

Muamelatta hukuka riayetin temini gibi pazar işleri,

HER İKİ YÖNÜ OLAN HAKLAR

Dul ve boşanmış hanımların haklarının korunması,

Köle ve hayvan haklarının gözetilmesi

Yolların temiz ve geceleri aydınlık tutulması, amme menfaatine zararlı inşaatların men edilmesi gibi belediyecilik faaliyetleri sayılabilmektedir.

 

İLK MUHTESİB HZ. PEYGAMBER(A.S)

Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi ihtisab kurumunun dayandığı noktayı Hz. Peygamber (a.s) dönemine kadar uzatmak kabul edilen en uygun tesbit olarak tercih edilmektedir. İlk Muhtesib de Hz. Peygamber olarak kaynaklarda zikredilmektedir.

Bu vasfı ifade eden en önemli örneklerden biri olarak şu hadise anlatılmaktadır;

Peygamber (a.s) bir gün, bir buğday satıcısının yanına geldi. Elini buğday yığınının içine sokup ıslaklık hissedince, sebebini sordu. Yağmur, cevabı alınca satıcıya; insanların görmesi için niçin altını üste getirmediğini sordu. Sonuç olarak  ‘Bizi aldatan bizden değildir.’ diye buyurdu

Bu örneğin dışında, Hz. Peygamber, fiili denetimleri sırasında satıcılara meslekleri ile ilgili uyarılarda bulunmuştur.

Hz. Peygamber (a.s) kendisine gelen problemleri çözmüş, şikayet ve müracaatları değerlendirmiştir.

 

HALİFELER

Rasulullah a.s ‘dan sonraki halifeler döneminde , direk müdahaleler dışında zamanla vasıflı elemanlar memur olarak tutulup görevlendirilmiştir

Riba’ya (faize) özel önem verilmiştir.

Hz: Ömer’in bu husustaki şu sözü genel yaklaşımı göstermek açısından önemlidir: ‘Bizim pazarlarımızda ilgili hükümleri bilmeyenler ticaret yapamaz. Aksi takdirde ister istemez faiz yerler’

Halifelerin bu husustaki örnek olarak gösterilebilecek bazı sözleri ve fiilleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

Hz. Ömer: Bizim pazarımızda asla karaborsacılık yapılamaz. Bazıları ellerindeki fazla sermayeyi bizim bölgemize gelmiş rızk-ı ilahiye yatırarak karaborsacılık yapmaya yeltenmesin’

Hz. Osman: Küçük çocukları kazanç sağlamaya zorlamayın. Çünkü bulamazsa hırsızlık yaparlar..

Hz.Ali:’Farklı cinsten hurmaları birbirine karıştırmayın’.

Hz Ali’nin, balıkhaneleri bayat balık satılmaması konusunda uyardığı rivayet edilmektedir.

Hz Ali: Efendisinin, aldığı hurmayı beğenmeyip değiştirmesini istediği bir cariyenin isteğini yerine getirmeyen satıcıya malı alıp parayı geri vermesini söyledikten sonra: ‘Ey tüccar topluluğu ! Allah’tan korkun ve alış verişinizde iyilikle muamele edin ki Allah sizi de bizi de bağışlasın’

Tüm bunlar, tüketici haklarının korunması noktasındaki sözlerden ve hizmetlerden seçilmiş bazı örnekler olarak zikredilebilir.

MUHTESİBİN GÖREVLERİ

İlk dönem muhtesibleri ile ilgili incelemelerin sonucunda muhtesiblerin aşağıdaki görevleri yapan kişiler olarak ortaya çıktıkları görülmektedir. Daha sonraki dönemlerde çeşitli organizasyonlar içinde muhtesib ismiyle anılar vazifeliler yer almış ve bu sayılan vazifelerin bazen bir kısmını bazen tamamını yapar bir fonksiyon icra etmişlerdir.

1) Pazar nizam ve intizamının temini

2) Yeni Pazarların Kurulması

Bu konudaki ilk örnek MEDİNE PAZARI’dır:

Hz Peygamber (a.s) Müslümanların kendilerine ait bir Pazar yerlerinin olması gerektiğini düşünerek Medine’de özel  bir alan tahsis etmiş ve belli kurallar dahilinde Müslümanların bu pazarda kendi aralarında alış veriş yapmalarını tavsiye etmiştir. Bu pazarda geçerli olan kurallar ana hatlarıyla iki noktada ifade edilebilir:

a) Pazarda sabit yerler edinilmeyecek yani tekelleşmelere müsaade edilmeyecek, belli kişilerin belli imtiyazlara sahip olmalarına imkan verilmeyecek

b) Pazarda yer alanlardan ve yapılan alış verişten vergi alınmayacak

Bu Pazar zamanla Medine’de ciddi bir ilgi görmüş Müslümanların dışındakiler de bu pazardan alış veriş etmeye başlamışlardır.

3) Çevre Düzenlemesi:

Pazarın kurulduğu yerin merkezi olmasına, Cami ve pazarın yan yana yapılmasına özen gösterilmiştir.

4) Yollar için de nizamnameler oluşturulmuştur. Şehrin ana caddelerinin, tali yol ve sokakların bile ölçüleri ve şekilleri belirlenmiştir

5) Fiyat denetimlerinin yapılması

6) Haksız rekabetin önlenmesi

7) Kalite kontrol çalışmaları yapılması

Bu  başlığın altına ölçü ve tartı aletlerinin denetimi de girmektedir.

Mesela o dönemde  ölçek Medine ölçeği, tartı de Mekke tartısı olarak tesbit edilmiştir

8-Aldatıcı reklama mani olunması. Malın özelliklerinin olduğundan fazla abartılması, tüketiciyi yanıltıcı olarak tanıtım yapılmasının önlenmesi.(Bu gün ticaret odlarında da dürüst reklamcılık komiteleri veya komisyonları bulunmaktadır)

9) Haram kılınmış malların ticaretinin önlenmesi

Hisbe kurumu, özetlediğimiz yukarıdaki satırlarda görüldüğü gibi kısmen belediyelerin kısmen de günümüzdeki odalar ve borsalar gibi kurumların gördüğü hizmetleri gören bir mekanizma idi. Tarihimizde ve günümüzde ortaya çıkan bir çok kurumun bu yapıdan örnek aldığı ve/veya alması gerektiği bir çok nokta olduğu muhakkaktır

AHİ ORGANİZASYONLARI

Hisbe adlı organizasyondan sonra yine tarih içinde önemli bir fonksiyon görmüş olan bir kurumu incelemeye çalışacağız. Bu kurum farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış ve uzunca bir süre tarih sahnesinde önemli bir işlev görmüştür. Çok dikkatli bakıldığında dayandığı temel dinamikler itibariyle hisbe kurumunun dayandığı temellerle ve gördüğü işlevle aynilik gösteren bir çok noktayı bulabilmek mümkündür

Ahi organizasyonları, Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının bazı dönemlerinde ticaret ve zanaat erbabının hem mesleki hem de ruhi dayanışmalarını beraberce sağlayan organizasyonlar olarak ortaya çıkmıştır

“Ahi” sözcüğünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasında görüş birliği yoktur. “Ahi” kelimesi, Arapça “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati’t Türk’te “Ahi” kelimesinin, eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen “akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Terim olarak Ahilik ise, XIII. yüzyılın ilkyarısından XIX . yüzyılın ikinci yarısına kadar Anadolu’da, Balkanlarda ve Kırım’da yaşamış olan Türk Halkının sanat ve meslek alanında yetişmelerini, ahlâki yönden gelişmelerini sağlayan bir kuruluşun adıdır.

Ahilik başka bir kaynakta tarif edildiği üzere;, hem sosyal hem de kültürel yapılara ait bir terim olarak; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkarların iş teşkilatı manasını da taşımaktadır. Ahi birlikleri her kurum gibi, belli bir ihtiyacı karşılama amacı ile kurulmuşlardır.
En geniş anlatımla Ahi birliklerinin kuruluş amacı; Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkmenler arasında yer alan çok sayıdaki sanatkara kolayca iş bulmak; bu kişilerin Anadolu’daki yerli Bizans sanatkarları ile rekabet edebilmelerini sağlamak, piyasada tutunabilmek için yapılan malların kalitesini korumak, üretimi ihtiyaca göre ayarlamak, sanatkarlarda sanat ahlâkını yerleştirmektir.

Anadolu ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran (Şeyh Nasiruddin El Hoyi) bir mutasavvuf yani tasavvuf ehlidir. 1175 yılında doğmuş ve 1262 yılında 90 küsur yaşında şehit edilmiştir. Kabri vefat ettiği Kırşehir’dedir. Kendisi Debbağ yani deri tabakçısı ve aynı zamanda 32 mesleğin de piri olan Ahi Evran,  kendi mesleği olan dericilik dalından başka 32 çeşit mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Ahi Evran’ın Anadolu’da kurduğu Ahilik teşkilatı; ahlâk, akıl, bilim ve çalışma olmak üzere dört temel esas üzerine kurulmuştur.

Ahi Evran’ın Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus’a sunduğu Letaif-Hikmet adlı kitap, sultanlara ve yöneticilere nasihat verici bir mahiyettedir.  “Siyasetname” türü eserinde Ahi Evran hükümdarlara şöyle seslenmektedir:

“Allah insanı, medenî tabiatlı yaratmıştır. Bunun açıklaması şudur: Allah insanları yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk, dericilik gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, bu meslek dallarının gerektirdiği alet ve edevatı imal etmek için de birçok insan gücüne ihtiyaç vardır. Bu yüzden toplumun ihtiyaç duyduğu ürünlerin üretimi için lüzumlu olan bütün sanat kollarının yaşatılması şarttır. Bununla da kalmayıp, insanların sonradan doğacak ihtiyaçlarını karşılamak için yeni sanat dallarının meydana getirilmesi gerekmektedir.

Hakkında birçok araştırma yapılan Ahi Evran Veli “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi Ahiret için çalış” Hadis-i Şerifi’ni kendisine rehber edinmişti.

Ahilik teşkilatı mensuplarına dünyada yaşamak için bilgi, ahlak ve sanata, esnaf-sanatkarlar arasında yardımlaşma ve dayanışmaya, Ahiret için de takva ve iman esaslarına sımsıkı sarılmaya ihtiyaç olduğunu sık sık hatırlatırdı.

Ahi Evran, ahlâk, sanat ve konukseverliğin uyumlu bir birleşimi olan Ahilik teşkilatını kurmuş ve bu kurumu son derece saygın bir kurum haline getirmiştir. Bu sivil toplum kuruluşu yüzyıllar boyunca bütün esnaf ve sanatkarlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiştir. Bir açıdan bakıldığında Resulullah(a.s) dönemindeki hisbe kurumundan etkilendiği açıkça görülen Ahilik teşkilatı kendisinden sonraki asırlarda ortaya çıkacak bir çok esnaf ve sanatkar organizasyonuna da örnek teşkil etmiştir.

Ayrıca Ahilik, yeniçeriliğin kuruluşunda, Hacı Bektaş töreleriyle birlikte önemli rol oynamış, devlet adamları bu kuruluşa girmeyi onur saymışlardır. Anadolu’da köylere kadar yayılan ahilik pek ayrıca, askeri zümre mensuplarını, kadı ve müderrisleri, tarikat şeyhlerini bünyesinde toplamıştır

Osmanlı hükümdarı olan Orhan Gazi ve oğlu Sultan Murat gibi padişahlar tüm bu sıfatların yanı sıra birer ahi olarak anılmaktan hoşnut olmuşlardır..

Son ahi Mustafa Karagülle’ye bir röportajda şöyle sormuşlar;

Siz Allah deyince ne yaparsınız?

Karagülle; Hz Mevlana’ya bu soru sorulduğunda biz döneriz ,

Hacı Bektaş-ı Veli ise biz dururuz demiş.

Ahi Evran bu soru karşılığında dönen de bizden duran da bizden. Biz Allah diyerek çalışan, her çalışmada da Allah diyen ahileriz diye cevap vermiş.

Ahiliğin esaslarını benimseyen insanların : doğru, emanete saygı gösteren, cömert, tevazu sahibi, nasihat eden, hatalarından af dileyen fertler olmaları beklenmekteydi.

Bir Ahiyi ahilikten çıkaran eylemler ise şu şekilde sıralanabilir:

1/ İçki içmek

2/ Zina yapmak

3/ Münafıklık, dedikodu, iftira

4/ Gurur ve  kibir

5/ Merhametsizlik

6/ Kıskançlık

7/ Kin

8/ Sözünde durmamak

9/ Yalan

10/ Emanete hıyanet

11/ Cimrilik

12/ Kişinin ayıbını örtmemek, yüze vurmak

13/ Adam öldürmek

Ahilik, fütüvvet ahlak ve dayanışma anlayışına dayalı İslamî bir esnaf ve sanatkar teşkilatı olarak Türk tarihinde önemli bir edinmiştir. Özellikle Fatih devrinden itibaren ahilik siyasi bir güç olmaktan çıkarak esnaf birliklerinin idari işlerini düzenleyen bir teşkilat halini almıştır. Esasları, ahlaki ve ticari kuralları fütüvvetname adı verilen kitaplarda yazılmış olan ahilik teşkilatı, İslam dünyası ve özellikle Anadolu şehir kasaba ve köylerindeki esnaf ve sanatkarların faaliyetlerini, eleman yetiştirme ve denetimlerini düzenlemiştir

Ahilik teşkilatının başlıca amacı, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma düşüncesinin oluşturulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Yoksula, yabancıya, garip ve misafire sofra kurup onu beslemek ahiliğin temel kurallarını oluşturan ve ideolojisini karakterize eden hususlardandır

Ahiliğin sosyal karakteri doğruluk ve dayanışma noktalarında toplanmıştır. Kendi sanatından olanlara, ehli fütüvvete ve başkalarına yardım etmeyi, ahiler, başlıca görev bilmişlerdir. Ahilerin yaptığı bu sosyal yardımlar, hayır işleme ve sevap düşüncelerine dayanarak yapılmıştır. Bu açıdan, yarı mistik yarı sosyal ahlak düşüncesini zorunlu bir sosyal güvenlik kurumu derecesine çıkarmak mümkün olamamıştır. Ahilik teşkilatı içerisinde esnaf birlikleri, ustalar, kalfalar ve çıraklar yer almıştır.

Büyük şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan ahilerin her birinin müstakil bir zaviyesi var olmuş; küçük şehirlerde ise muhtelif meslek grupları tek bir birlik teşkil edebilmişlerdir. Bunlarla, mesleklere ait problemleri halletmişler ve devlet ile olan ilişkilerini düzenlemişlerdir. Mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti, bu birliklerin görevleri arasında yer almıştır.

FÜTÜVVETNAME

Ahiliğin nizamnamelerine (öğretisine) fütüvvet name adı verilmekteydi.

Fütüvvet namelerde dini ve ahlaki emirlerden bahsedilmekteydi.

Bu noktada Fütüvvet ve Fütüvvetnamelerle ilgili de kısaca bilgi vermek yararlı olacaktır.

Fütüvvet kavramının tarihi gelişimini ve evrimini iyi anlayabilmek için, Cahiliye devrinde Arap toplumundaki feta tipinden (sözlük manası genç, yiğit, cömert), İslami dönemde kurumlaşmış bir fütüvvet teşkilatına, bu teşkilatın tasavvufla birleşerek tasavvufi bir nitelik kazanmasına, bu noktadan sonra da esnaf kesimiyle kaynaşarak mesleki bir mahiyet kazanan Ahilik kurumuna dönüşmesine kadar uzanan süreci bir devamlılık olarak görmek gerekmektedir. Aynı zamanda birinden ötekine geçişin nasıl meydana geldiğini de iyi belirlemek icap etmektedir.

İslam öncesi Arap topluluklarında feta kelimesi; şecaat, iffet, cömertlik ve diğer gamlık gibi üstün vasıfları ifade eden eski asalet ve fazilet özelliklerini temsil ediyordu. Fakat bu hal kurumlaşmış bir yapıyı değil münferit bir kişiliği ifade ediyordu.

İslami dönemde özellikle 9. yüzyıldan itibaren sosyal bir yapılanma halinde gençler arası sosyal, ekonomik ve siyasi bir kurumlaşmaya doğru yönelen fütüvvet kavramı, Abbasilerin son dönemlerinde 12.yy’ın başları, resmi bir devlet kurumu halini almaya başlamıştır.

Yine 9. yy’dan itibaren gelişen tasavvufi hareketle birlikte fütüvvet kavramı da iç içe geçmeye başlamış ve tasavvufi fütüvvet gelişmeye başlamıştır.

Son aşamada da  bir yönüyle tasavvuf bir diğer yönüyle de esnaf tabakasını içine alan mesleki teşekkül şeklindeki  Ahilik Fütüvveti ortaya çıkmıştır.

Anadolu Ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran’ın  (esas kurucu Ahi Türk’tür) hem meslek erbabı hem de büyük bir sufi olduğu bu gerçeği en iyi  anlatan örneklerden birisidir.

 

Fütüvvet  kavramını bazı İslam alimleri şu şekilde izah etmeye çalışmışlardır;

*Cafer es Sadık: ‘Bize göre fütüvvet ele geçen tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.’

*Kuşeyri’de anlatıldığı üzere fütüvvet, dilencinin geldiğini görünce kaçmamaktır. İnsanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır.

*Sülemi’nin kitabında anlatıldığı üzere; fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek hallerden kaçması, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka bir şekilde görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır.’

*Yine Sülemiye göre, fütüvvet;

Adem gibi özür dileyici,

Nuh gibi iyi,

İbrahim gibi vefalı,

İsmail gibi dürüst,

Musa gibi ihlaslı,

Eyyüp gibi sabırlı,

Davut gibi cömert,

Hz Muhammed gibi merhametli olmaktır.

Yine devamla,

Ebubekir gibi hamiyetli,

Ömer gibi adaletli,

Osman gibi hayalı,

Ali gibi de bilgili olmaktır.

Fütüvvet ehlinin teşkilatlı dönemde şed (kemer) kuşanmaları, şalvar giymeleri, tuzlu su içmeleri, her sanatın bir piri olduğuna inanmaları, örgütlenip disiplinli bir şekilde mesleklerini icra etmeye çalışmaları, birbirlerini kardeş bilmeleri önemli özelliklerindedir.

Ayrıca fütüvvet ehlinin ‘Ali’den başka feta, zülfikardan başka kılıç yoktur’ deyip Hz Ali’yi pir ve baş feta tanımaları da, son zamanlarda bazı kesimler tarafından ahiliğin ve fütüvvet düşüncesinin sufilikten farklı bir hüviyet imiş gibi gösterilmeye çalışılmasına sebep olmuştur.

Bu söz Hz. Peygamber’e atfedilen bir hadise dayandırılmakta ve Hz Ali Peygamber’e (a.s) varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmektedir. Bu sebepten Hz. Ali ideal bir feta kimliği ile bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün fütüvvet namelerde kendisine özel bir yer verilmiştir.

Ahilerin, Ahi Evren’den başka bir de meslek pîrleri vardır ki, bunlar genellikle o mesleği yapmış peygamberlerden olurdu. Ahi ustasının dükkanında o peygamberin isminin de geçtiği bir beyit yazılı olurdu.

Mesela usta terzi ise asılı levhada, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazar; veya usta demirci ise, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” yazılı levha asılı olurdu.

AHİLİĞİN FONKSİYONLARI:

Ahiliği tanımlarken bahsettiğimiz bir çok özelliği maddeler halinde ifade etmek gerekirse, ahilik kurumu farklı başlıklar altında bir çok fonksiyon görmekteydi.

1/ İş Hayatı ile ilgili

Ahilik kurumu yürürlükte olduğu dönemde ve çevrede, planlı, programlı, kontrollu bir sosyal ve iktisadi yapıyı sağlamaktaydı. Tüm kurallar ve organizasyon bu amaca uygun olarak işlemekteydi

Zaruret olmadıkça esnaf iş ve meslek değiştirememekteydi

Piyasada işe devam edenlerin muhakkak bir sanatının olması gerekiyordu

İş yerlerinde mesleki hiyerarşi ve kariyer çok önemliydi, organizasyon bunu sağlamaktaydı.

Bir kişi 10 yaşında iş hayatına başladığında yamak olarak başlıyor, çırak olabilmesi için 1001 gün geçmesi gerekiyordu. Kalfa olmak için bir çırağın en az 3 yıl çalışması lazımdı. Ancak ondan sonra belli bir imtihandan geçme hakkına sahip olabiliyordu. Ustalık bu imtihandan sonra elde edilebiliyor, ancak ustalar dükkan açabiliyordu.

Bunun için kalfanın bir tarikat şeyhinin peştamal kuşatmasıyla usta olma hakkını kazanması gerekiyordu

Bir ustanın rast gele dükkan açabilmesi de mümkün değildi. Çünkü esnaf, sanatkar, dükkan sayıları, iş ve üretim araçları da belli bir sınırlama altındaydı.

Daha sonraki dönemlerde Gedik teşkilatı şekline dönüşen bu sistemle, tanımı yapılan bu düzen sağlanmaktaydı.  1860 yılına kadar süren bu sistemde bir kişi çıraklıktan kalfalıktan yetişip açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe yani gedik sahibi olmadıkça dükkan açamamaktaydı.

Gedikler sabit ve seyyar diye iki kısma ayrılıyorlardı. Sabit gedikler bir dükkana veya atölyeye bağlı gediklerdi. Sahipleri ancak o mekanda ticaret veya üretim yapabilirlerdi. Seyyar olanlarda ise kişiye ait bir makamdı ve ona sahip olan istediği mekanda sanatını veya işini devam ettirebilirdi.  Bu yapı mesleğe önemli bir disiplin getiriyor ve dışardan sistem içine girişlere ancak belli kurallar ve izinler dahilinde imkan veriyordu. Yani liberalizmdeki gibi (Laissez faire,  laissez passer) bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler prensibi yoktu..

Esnaf ve sanatkarın işşiz kalmaması ve aşırı üretimden kaynaklanan problemlerin ortaya çıkmaması temel meseleyi oluşturuyordu.

Görüldüğü üzere gayet planlı ve programlı olan esnaf hayatında yükselebilmek için, bir yandan ehliyet ve liyakata önem verilir bir yandan da o meslek erbabının keyfi davranışına imkan tanınmazdı. Alış ve satış tekelleri ve öncelikleri esnaf sisteminin en önemli hususiyetlerindendi. Hammaddeler ihtiyacı olan esnafa tahsis edilmekte idi. Bu mekanizma esnafa fiyatları istediği gibi ayarlama imkanı vermiyordu. Kadı, sistemdeki tüm hareketleri kontrol edebiliyordu.

Bu planlı ekonomik hayat mesleki eğitim, ihtiyaca uygun eleman temini gibi konuları da kontrol etmeyi mümkün hale getiriyordu. Hangi meslek dalı için ne evsafta ve hangi seviyede adam ihtiyacı olduğu belli idi.. Bugün sanayinin ve ticari hayatın eleman ihtiyacı ve bunun nasıl sağlanacağı meçhul iken o devirde bu konu gayet planlı ve kontrollü şekilde sağlanabiliyordu.

Ahi organizasyonlarında hiyerarşik yapı kısaca şu şekilde oluşmaktaydı:

Esnaf organizasyonunun en tepesinde kadı bulunmaktaydı. Kadı, esnafın seçtiği şeyh başkanlığındaki heyet üyelerini tayin ve azledebilir, esnafı denetlerdi.

Muhtesipler, çarşıyı pazarı dolaşır, denetleme görevi görürdü

Esnaf Şeyhi denen kişiler esnaf tarafından seçilen dışa karşı onları temsil eden insanlardı. Bir yerleşim merkezinde her meslek dalının bir tane Esnaf Şeyhi bulunur, Esnaf şeyhlerinin hepsi o yerleşim merkezindeki Ahi Baba vekiline bağlı olurdu. Ahi Evren’in Kırşehir’deki tekkesi merkez tekke idi. Bütün ahiler manevî olarak Ahi Evren’e bağlı idi. Ahi Evren’in vefatından sonra da Kırşehir’deki tekkenin postnişini ahilerin manevî başkanlığını yürütmekteydi ki bunlara Ahi Baba denirdi. Diğer yerleşim merkezlerinde ise Ahi Baba vekilleri bulunurdu.

Ahi Baba vekili Esnaf şeyhleri tarafından seçilirdi. Ahi Baba vekilinin en önemli vazifesi Esnaf şeyhlerini ve onların idare heyetini denetlemekti. Herhangi bir mesleğin Esnaf şeyhleri ve idare heyetleri, o mesleğin ustaları tarafından seçilirdi. Bunların, esnafın haklarını savunmak, eğitimleri ile ilgilenmek, orta sandığında toplanan paraları idare etmek, törenler düzenlemek gibi vazifeleri vardı. En önemli vazifesi ise esnafı denetlemekti. Üretilen malların kalitesi sürekli denetim altında tutulur, böylece tüketici hakları 21. yüzyıl insanının hayalinin bile ulaşamayacağı bir seviyede korunurdu. Her türlü şikayeti değerlendirip esnafı denetleyen idare kurulu, eğer esnaf hatalı ise gereken cezayı verirdi. Bu cezalar, özür dilemeden dükkan kapatmaya kadar olabilirdi. Mesela yapılan ürün, kalitesiz olduğu için kısa zamanda yıpranmış ise, o ürün o ustanın dükkanının çatısına atılır ve müşteriye tazesi verilirdi. Tabii bu durum o usta için en büyük ayıp olurdu. İtibarı zedelenirdi. Tabii ki en çok denetim kunduracılar çarşısında olurdu. Kunduranın, müşterinin kullanım hatasından mı yoksa ustanın kalitesiz malzeme kullanıp işini savsaklayarak yapmasından mı yıprandığı tartışma götürdüğünden buradaki denetimler inceden inceye yapılırdı. Şayet ustanın hatası tespit edilirse yapmış olduğu pabuç dükkanın damına atılırdı. “Pabucu dama atılmak” deyimimizin kaynağı da bu olaya dayanır.

Nakipler esnaf şeyhlerinin yardımcılığını yaparlardı.

Kethüda bazı esnaf birimlerinde nakibin işlerini üzerlerine alır, esnafın çeşitli işlerini takip eder, toplantıları yönetirdi.

Yiğitbaşı ise kethudanın yardımcısıydı. Esnaf arasındaki anlaşmazlıklarda ilk müdahale mercii idi. Bir ustanın bağımsız iş yapabilmesi için yiğitbaşının izni gerekliydi. Disiplin ve hammadde temini işleriyle de ilgili idi.

Ehli vukuf denen kişiler de bugünkü bilirkişi fonksiyonunu görürlerdi.

2/ Ahlaki Fonksiyonlar ve Eğitim

Ahi organizasyonu bir yönü ile tekke ve zaviye fonksiyonu da görmekteydi. Esnaf bir yandan mesleğin inceliklerini öğrenirken bir yandan da ahlaki eğitim almaktaydı. Gence bu yolda yol atası ve yol kardeşliği yolu ile rehberlik yapılmaktaydı.

Ahilik yoluna giren kişiye  üç şeyinin açık olması gerektiği öğütleniyordu;

Eli açık olmalı, kardeşlerinden ihtiyacı olanlara elindekileri verebilmeli hayır ve hasenata yatkın olmalıydı. Veren el olmak makbuldu

Kapısı açık olmalı, verme kültürüne uygun olarak herkese destek olması en önemli düsturlardan biriydi. Konuklara kapısı ve gönlü açık olmalıydı

Sofrası açık olmalı, insanlara seve seve yediğinden ikram edebilmeli, fakirlere daima sofrasında yer vermeliydi

 

Üç şeyi de kapalı olmalıydı:

Gözü kapalı olmalı; Başkasının değerlerini, ayıbını görmeye, namahreme bakmaya ve kötülüklere  kapalı olmalıydı

Irzı kapalı olmalı;  harama yaklaşmamalıydı

Dili  kapalı olmalı; kötü söz etmemeli, gıybet yapmamalıydı

 

Aynı zamanda ahilik prensibine göre alçak gönüllü olmalıydı

Ahi Baba’nın Ustalığa yükselen gence nasihati şu cümlelerle anlatılırdı:

“Harama bakma, haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol,yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama,
Kimseyi kandırma, kanaatkar ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve

Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”

Meşhur seyyah İbn Batuta Ahileri şöyle anlatır:

“Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini içeceklerini,
yatacaklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin
ellerinden kurtarma; şu veya bu sebeple yaramazlara katılanları yeryüzünden
temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde
rastlamak mümkün değildir.”

 

 

Ahilikteki yamaklıktan ustalığa kadar olan terfî merasimleri günümüzdeki diploma törenlerinden mana itibariyle çok farklıydı. Bu merasimlerde bir üst dereceye terfi eden adaya güzel nasihatlerde bulunulurdu. Mesela ustalık merasiminde usta eski kalfasının sırtını sıvazlayarak şöyle derdi:

“Taşı tut altın olsun. Allah seni iki cihanda aziz etsin. Tuttuğun işten hayır gör. Erenler, pîrler hep yardımcın olsun. Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin. Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun”

Ahilerde pratik ve nazarî eğitim birbiri ile iç içeydi. Genç ahi ister yamak, ister çırak, isterse kalfa olsun gündüz iş başında mesleğini yaparak-yaşayarak öğreniyordu. Cumartesi akşamları ise zaviyelerde 740 maddeden oluşan davranış ve görgü kuralları tedrici olarak öğretilirdi. Mesela yamaklık ve çıraklık dönemlerinde bu 740 kuraldan 124 tanesi öğrenilmiş olurdu. Yamakların, çırakların, kalfaların ve ustaların dersleri ayrı ayrı idi ve hepsinin karakteri model bir şahsiyetin rehberliğinde şekillenirdi. Öğrenilen bilgiler kalben benimsenir, hemen tatbik sahasına intikal ettirilir, huy haline getirilirdi.

Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi. Ahinin yirmi dört saat boyunca yapacağı davranışlar belli idi. Hangi durumda nasıl hareket edileceği, görgü ve edep kaideleri zaviyelerde muntazaman öğretilirdi

3/ Sosyal Güvenlik ve arabuluculuk

Yiğitbaşı mesleki ihtilaflarda arabuluculuk yapar ihtilafları çözerdi

Yardım sandığı ihtiyaç anında esnafın imdadına yetişirdi

Düğünler ve törenler için esnafın ortak demirbaş eşyaları herkesin işini görür, masrafları minimuma indirirdi. Bugün bile Anadolu’nun bazı yerlerinde düğünlerde ortak kap kacağın kullanıldığı bilinen bir gerçektir.

Asya’daki anayurdumuzda ahlakla sanatı birleştirmiş ve kaynaştırmış olan Ahilik, Anadolu’da da aynı görevi yapmış, üstelik onu köylere dek yaygınlaştırmıştır.
Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı ’’yaran odaları’’dır. Şehirlerdeki Ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her türlü gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiçbir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerlerin, yoksul düşmüş köylerin halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu durumda olan Anadolu köylerinde başka bir örgüt, ‘’yaran odaları’’ örgütü kurmuşlardı. Buralarda köy halkının ‘’imece’’ denilen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu.

4/Gençlikle İlgili Fonksiyonlar:

Zaviyelerde hem mesleki hem de ahlaki eğitim yapılmaktaydı

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi. Sürek avı, kılıç kalkan ve ok kullanma, ata binme öğretilmekteydi. Aynı zamanda temel dini bilgiler ve ahlaki özellikler kazandırılmaktaydı, özetle dini ve manevi değer aktarım merkezi olarak işlev görmekteydi.

 

5/ İdari ve Askeri fonksiyonlar:

Ahi organizasyonları sıkıntılı dönemlerde(Moğol istilası gibi)  askeri mücadelenin içinde bilfiil yer almışlardır.

Osmanlı Devleti kurulurken ve Orhan beyin seçimi sırasında ağırlık koymuşlardır

Devletin gelişimi sürecinde Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un yanı sıra Ahiyan-ı Rum organizasyonları da bilfiil hizmet etmişlerdir

 

AHİ TEŞKİLATININ ORTADAN KALKMASI,  LONCA VE GEDİK SİSTEMİNİN KURULUŞU

Ahi teşkilatının Osmanlı Devleti esnaf ve sanatkarları üzerindeki etkileri XV. yüzyılın ortalarından sonra azalmıştır

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türkleri’ne sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında aşağı yukarı 630 yıl yön verip, ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, 3. Sultan Ahmet dönemine dek sürmüştür. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde, 1727 yılında ‘’gedik’’ denen bir uygulamaya geçilmiştir

Osmanlı Devleti’nin Gayr-ı Müslimler üzerindeki egemenlik alanı büyüyüp genişledikçe, sanatkarlar çoğalıp dalları arttıkça, bu Müslüman ve Gayr-ı Müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, Gayr-ı Müslim tebaanın artmasıyla doğru orantılı olarak çesitli dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur.

Bu devrelerde, devletin uyguladığı merkeziyetçi politikaya ayak uydurabilen, her an yönetimin denetim ve gözetimine açık, üst yöneticileri Sultan’ın “Berat-ı Şerif”i ile atanan lonca teşkilatı iktisadi ve sosyal yapının içinde öne çıkmaya başlamıştır. Bu yapının ortaya çıkışıyla beraber, esnaf da, önceleri toplandığı dergah ve zaviyeleri yavaş yavaş terk ederek loncaları oluşturmaya başlamıştır

Lonca teşkilatına aynı zamanda Gedik sistemi de denmekteydi.

Aslında loncadan farkı olmayan ve onunla aynı sitem içinde değerlendirilen Gedik kavramı, Türkçe’dir. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi, başkalarının işleyememesi koşuluyla hükümetçe verilen beratın ya da senedin içinde yazılı olan hakların kullanılmasıdır. Gedik, sahiplerince yapılacak işi başkalarının işleyememesi ve satacağı şeyi başkalarının satamaması şartıyla, hükümet tarafından verilen senedin içindeki hükümlerin kullanılması ve yürütülmesidir.

Loncalar ve Gedik Sistemi kanalıyla :

Mesleki dayanışma

Mesleki Hiyerarşi

Meslek mensuplarının manevi gelişimleri

Meslek mensuplarının Merkezi otorite ile düzenli ilişkileri sağlanmaktaydı

Kavram olarak lonca, sanat sahiplerinin ve esnafın kendi aralarında kurdukları düzeni, birliği ve özel işleri için toplandıkları yeri (odayı) ifade etmektedir

Lonca teşkilatı, mesleğe giriş ve ilerleme açısından, esnaf zaviyeleri ölçüsünde ağır koşullar koymadığı gibi, din ve tarikat esaslarına da tabi olmamıştır. Merasimsiz olarak ve hangi dinden olursa olsun bütün esnafın toplanabileceği ve serbestçe müzakere yapabileceği lonca yapısında idare şu şekilde oluşmaktaydı;

Lonca yönetim kurulu, esnaf ustaları tarafından seçilen beş kişiden oluşmakta; esnafa ait  her tür iş bu kurulca incelenmekte ve sonuçlandırılmaktaydı. Alınan kararlardan lonca (yönetim kurulu) esnafa karşı; başkan da loncaya (yönetim kuruluna) karşı sorumlu bulunmaktaydı

Yönetim kurulu, aynı zamanda başkanın idaresinde olan “(esnafa) yardım (teavün) sandığı”nın denetiminden de sorumluydu.

Lonca teşkilatında esnafın işleri doğrudan doğruya esnaf tarafından seçilmiş olan bir başkan (reis) tarafından yönetilmekteydi. Esnafa karşı sorumlu olan başkanın başlıca görevleri;

esnafla ilgili uyuşmazlıkları çözümlemek,

esnafın sandık gelirlerini almak, hesabını tutmak,

esnafa ait hayır kurumları varsa onların idarelerini ve devamını sağlamak,

esnafın özel ve genel durumunu incelemek, kontrol etmek,

lonca yönetim kuruluna başkanlık etmek, çırak ve kalfa merasimini icra etmek gibi işlerdi

Bu tarz esnaflık ve sanatkarlık, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar bir kişi, çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan ya da bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak ellerinde imtiyaz fermanı olan kişiler sanat veya ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar esnafın sayılarının arttırılıp eksiltilmemesi, mülk sahiplerinin eski kiralarını arttırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışarıdan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsarlar. Esnaftan biri sanatını bıraktığında elinde tuttuğu ustalık hakkını, esnaf içinden gelmiş bir kalfaya verdiğinde sanatına ait alet ve edevatları da satar ya da esnaftan birinin ölümü halinde, aletleri, varislerine bir miktar para ödenerek yeni ustaya devredilirdi. Ustalık hakkıyla birlikte alınıp satılan ya da devir ve teslim edilen sanat aletlerine, esnaf arasında gedik denilmiştir.

Tanzimat’ın ilanından ve yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılmaya başlandıktan sonra, öteden beri sürüp gelen tekelcilik kuralının sanatla ticaretin gelişmesinde zararlı olduğu anlaşılmış, ticaret ve sanayinin gelişmesi gerektiğinden ve istenildiğinden, artık gedik ve tekelcilik kuralının sürdürülmesinde hükümetçe yarar görülmemiştir.

Ruslarla yaptığımız Kırım Savaşı’nın ardından, Osmanlı Sultanı 1. Abdülmecit’in 1856 da yayınladığı ‘’Islahat Fermanı’’ ile Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyruklarının, her türlü sanat, ticaret ve meslekleri özgürce yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında bütün gedik beratları sona ermiş oldu.

Lonca örgütünün dağılışı Osmanlı Devleti’nce bu sıralarda adeta onaylandı. Bozuk oldukları gerekçesiyle havai gedik mamullerinin satışı 1860 yılında yasaklandı. Devlet, sanatkarın durumunu düzeltmekle değil, Avrupa’yla uğraşmaktaydı. Bu düşünceyle, çökmüs olan loncaları, gedikleri düzeltme yoluna hiç gidilmedi. 1861 yılında da tekelcilik usulü kaldırılarak yeni gedik tesis edilmemesi kanunu çıktı. Böylece sanatkarların bu tarihi teşkilatlanması ölü sayılmış, geleneklere aykırı olarak sanatçı olmayanlara da açılmış ve yeni genişlemeler yapabilecek durumdan çıkartılmıstı. Esnaf çökmüstü. Ortada artık işleyen tezgah kalmamıştı. Nihayet 1912 yılında çıkartılan bir kanun ile Ahilik müessesesi tamamen ilga edildi.

Osmanlı ekonomisinin 19.yüzyıldaki almaya başladığı bu yeni şekle uygun olarak, bu yüzyılın ikinci yarısında ticaret ve sanayi odaları kurulmaya başladı

25 Haziran 1875’de Ticaret ve Sanayi Meclisi’ne yeni Cemiyetler kurma hakkı verildi

14 Ocak 1882 Dersaadet Ticaret Odası kuruldu

Bu oda, 2. Meşrutiyet sonrası, 13 haziran 1910’da Dersaadet Sanayi ve Ticaret Odası adını aldı.

İlk dönemlerde bu odaların yönetimlerinde daha çok gayri Müslim tüccarlar hakim durumdaydılar.

İzmir’de 1923 Şubat ayında toplanan İzmir İktisat Kongresinden sonra ortaya çıkan iktisatta millilik cereyanları, aynı zamanda İstanbul’da faaliyette olan Milli Türk Ticaret Birliği grubunun çalışmaları, Ticaret ve Sanayi Odasının Türkleştirilmesi noktasındaki baskıları arttırdı.

1923 Yılı Ağustos ayında yapılan İdare Meclisi Toplantısında oda yönetiminin Türk tüccarlar eline geçmesi sağlanmış olur.

Cumhuriyet sonrası Avrupa Devletlerindeki mevzuat örnek alınarak 22 Nisan 1925’de ticaret ve sanayi odaları için yeni bir nizamname oluşturuldu. Meslek gruplarına odalara kaydolma zorunluluğu getirildi.

8 Mart 1950’de 5590 sayılı kanun ile yeni bir dönem başladı. Bu kanun ile odalara kamu kurumu statüsü verildi.

Odalar ve borsaların üst birliği olarak Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği oluşturuldu.

30 Mayıs 1952’de İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası,  Ticaret Odası ve Sanayi Odası diye iki ayrı odaya ayrıldı.

1950’li yılların ortalarından itibaren daha evvel ithalatçı olan kesimler, ithalata getirilen kısıtlamaların ardından mümessili oldukları ürünleri, lisans anlaşmaları yaparak veya dış firmaların ortaklıklarıyla yurt içinde üretmeye başladılar. Bu şekilde başlayan süreç ithal ikameci sanayi stratejisinin başlangıcı idi ve bu sayede ülkedeki cılız sanayii gelişmeye başladı.

Aynı devrelerde hükümet odalara ithalat kotalarını dağıtma yetkisi verdi. Bu  karar odaların önemini ciddi ölçüde arttırdı.

 

Sanayi kesiminin 60’lı yıllarda artan gücü fakat bu gücün aynı oranda odalarda temsil edilememesi, farklı bir mekanizma ihtiyacını da beraberinde getirdi. 1971 yılında Türkiye Sanayici ve İş adamları Derneği (TÜSİAD) kuruldu. Bu dernek Türkiye’de sanayileşmenin birinci neslinin ön ayak olduğu bir dernekti. TÜSİAD ilk kurulduğu dönemde kısıtlı sayıda üyeye sahipti.

1971 Tarihi aynı zamanda odaların ithalat kotalarını dağıtım yetkisinin ellerinden alındığı yıl oldu.

Bu tarih odaların esnaf, tüccar ve sanayici gözündeki önemini olumsuz yönde etkiledi ve başka güç merkezlerine yönelmelerinin önü açılmış oldu.

TÜSİAD, 1950’den sonra gelişen birinci kuşak sanayicilerin, TOBB ise daha çok İstanbul ve Anadolu’daki küçük boy esnaf ve ticaret erbabının örgütleri olarak ayrışmaya başladılar.

Anadolu sermayesi ile ithal ikameci politikaların geliştirdiği sanayi kesimi arasında ülkenin sanayi ve ticaret politikaları konusunda bazen ortak tavırlar gösterildiği gibi birçok sefer de farklı duruşlar sergilenebiliyordu

1980 Sonrası dönem,  değişen ekonomik yapı ve bu çerçevede ihracata yönelik gelişme çerçevesinde yeni tür bir sanayici ve tüccar kesimin yıldızının parladığı yıllardı. İktisaden gelişen yeni kesimler, odalar içinde yeterli bir temsil imkanını kolaylıkla bulamamaktaydı. Tüsiad da genelde çok dar bir kesimin çıkarlarını korumaya yönelikti.

İhracatın teşvik edildiği ve Türk iktisadi hayatının süratle dışa açıldığı bu dönemde gelişen iş çevreleri iktidarlar üzerinde yeni baskı grupları oluşturmaya başladılar. Finans kesimi ve büyük ihracatçı şirketlerin sahiplerinin kurdukları dernekler bu çerçevede önemli etkilerde bulundular. Türk Trade bu dönemde hükümetler üzerinde etkin olan iş dünyası kuruluşlarından biri olarak ön plana çıktı.

1990 Yılının başında MÜSİAD bu tür bir zeminde kuruldu. Daha çok muhafazakar orta kesim iş adamlarını inisiyatifi ile kurulan bu dernek kısa sürede Anadolu’da teşkilatlanarak Anadolu sermayesinin ve özellikle de küçük ve orta boy işletme sahiplerinin önemli bir sesi durumuna yükseldi

1990’lı yıllarda İstanbul ve Anadolu’da birçok siadın kurulması, TÜSİAD’ın bu siadların bir bölümüne kucak açarak Anadolu’da bu kuruluşlarla birlikte farklı bir tarzda teşkilatlanmaya çalışması, yukarıda bahsettiğimiz gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

ASKON , İGİAD, ARSİAD, GENÇ İŞ ADAMLARI DERNEĞİ ve bu amaçla kurulmuş bir çok vakıf ve dernek türü teşkilatlanmalar da, iktisaden gelişen kesimlerin, var olan yapılarda yeterli temsil imkanını bulamadıklarını düşünerek harekete geçmeleriyle, kısmen de siyasi yelpazede güçlenmek isteyen siyasi kadroların kısmi teşvikleriyle kurulan organizasyonlar olarak sahnede yerlerini aldılar.

Kapitalizmin son 20-25 yılda ülkemizde de yapısal olarak  ciddi boyutta yerleşmesi,  orta sınıfları, esnaf ve tüccar kesimini menfi şekilde etkilemektedir. Büyük işletmeler ve sermaye grupları ciddi bir şeklilde büyüme gösterirken orta sınıflar adeta kaybolma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Ya birleşerek büyük güç olmaları, ya da büyük dalgalanmaların kendilerine etki edemeyecekleri bir boyuta kadar küçülmeleri icap etmektedir. Ayrıca yenilik, farklılaşma gibi hususlara özel önem vererek farklılıklarıyla ayakta kalabilmeyi başarabilmelidirler

Esnaf ve tüccar kesim aynı zamanda,  tıpki eskiden olduğu gibi birlik, beraberlik içinde olmak ve mesleki etik değerler etrafından toplanmak zorundalar.

Odalar, borsalar, ihracatçı birlikler, onların üst organları, hemen hepsi geçmişimizde var olan yapıların bugünkü şeklen karşılıklarıdır. Kendilerine mecburi aidat veren üyelerinin yani iş dünyasının iktisadi, sosyal ve kültürel tüm meselelerine sahip çıkmak ve onların usulüne uygun çözümü için gerekli merciler nezdinde etkili çalışma yapmak mecburiyetindedirler

Fakat üyelerinin meselelerine cevap verebilmek için tüm bu yapıların, geçmişimizdeki örnek dönemlerden birçok noktada alacakları çok şeyler oldukları kanaatini taşımaktayız.

Bu kurumların bugün üyelerinin iktisadi ve ahlaki gelişimlerini ne ölçüde sağlayabildikleri hususu tartışmaya açık bir durum olarak gözükmektedir Bu kurumların tam manasıyla göremedikleri iş dünyasındaki ihtiyaçları, genellikle sektörel dernekler ve vakıflar karşılamaya çalışmaktadır. Bu tarz sektörel oluşumlar gönüllülük esasına göre çalıştıklarından çoğu kere finansman  ve organizasyon sıkıntısı çekmekte, bu sebepten de belli istisnalar dışında her zaman istenen hizmeti görememektedirler.

Özetle ifade etmek gerekirse bir yanda kanuni yetkilerine dayanarak meslek mensuplarını üye olarak kaydeden,  resmi belgeler düzenleyebilen, aidat toplayan kısaca legal ve maddi gücü olan fakat bu güçleriyle orantılı bir hizmet verebilme noktasına yükselemeyen oda, borsa ve birlik türü yapılar ile, onların kısmen boş bıraktıkları alanlarda gönüllülük esasıyla çalışmalar yapmaya çalışan fakat bu gönüllülük gayretlerini maddi ve legal bir güçle destekleyemeyen sektörel veya genel çerçeveli iş dünyası organizasyonları

Tabii bu ikilemin içinde bir yandan uluslar arası büyük iktisadi ve sosyal .dalgalanmalar, bir yandan da ülke içindeki adaletsiz sermaye ve organizasyon dağılımının ve yetersiz devlet desteğinin  ortaya çıkardığı problemlerle uğraşan iş dünyası ve özellikle de  küçük ve orta boy işletmeler….

Bunlara ilaveten, mesleki eğitim, mesleklerin tanımlamaları, meslek elemanlarının yetiştirilmesi, onların kariyer planlamaları, kademeler aralarındaki geçişler, sektörlerin eleman planlaması ve buna uygun olarak bir eğitim ve denetim sistemi geliştirilmesi gibi hususlar da 21. yüzyılda ülkemizde henüz tam rayına oturmamış konulardan bir diğeri

Gerek merkezi hükümet, gerek yerel yönetimler, gerekse de iktisadi ve sosyal hayatın düzenlenmesi için oluşturulmuş olan kurumlar ve bunların içinde vazifeli olan kişiler, ülkemizdeki bu meseleleri çözmek zorundalar.

Bardağın boş tarafından bakıldığında görülen bu manzaranın yanı sıra, bardağın dolu tarafına da bakmak gerekirse bazı kıpırtılar ve ümit ışıkları görebilmek de mümkün.

Sanayi Bakanlığının son dönemlerde yapmaya çalıştığı sanayi ve iş gücü envanteri çalışmaları, refahın kesimler arasında daha adaletli dağıtılabilmesi için alınmaya çalışılan bazı kararlar, odalar, borsalar ve mesleki birliklerin daha verimli çalışabilmesi için gerek kanun gerekse onu tamamlayan yönetmelikler düzeyinde yapılan değişiklikler, mesleki eğitim alanında atılan bazı adımları bu cümleden müsbet gelişmeler olarak zikredilebilir

Örnek olarak mesleklerin yeniden organize olabilmelerine imkan sağlayabilmek, yukarıda zikredilen birçok probleme cevap verebilmek  ve ülkemizdeki Mesleki Eğitimi tek elden yönlendirmek amacıyla özerk bir yapı olarak kurulan Mesleki Yeterlilik Kurumu,  Avrupa Birliği normlarına göre meslek standartlarını ve ölçme mekanizmalarını oluşturmak üzere çalışmalara başladı. Bu çalışma gerek mesleki hiyerarşi, gerek mesleki disiplin ve gerekse de mesleki eğitim konusunda teorik bazda önemli bir atılım olarak göze çarpmakta.

Bu çabanın bürokratik çarklar içinde verimliliğini yitirmeden ve hızlı bir şekilde işlerlik kazanabilmesi çok önemli sonuçlar doğuracaktır.

Tabii bu çalışma yapılırken tarihimizde yüzyıllar boyu uygulanmış ve  kendi dönemlerinde başarılı örnekler göstermiş olan.ahilik ve lonca sistemlerinden ve onların oturduğu değerlerden ciddi manada faydalanmak icap etmektedir. Karar verici konumda olan insanların, iktisadi ve sosyal tarihimizi, ahilik haftalarında tiyatro oyunu formatında göstermelik olarak tatbik edilen şed kuşanma törenleri veya başarıyla uygulanmış bir sistemin rituelleri olarak siyasi malzeme tarzında kullanılmaktan öte, ders alınması gereken hususlar olarak değerlendirebilmeleri beklenmelidir.Bu husus ülkemizin maddi ve manevi kalkınması için olmazsa olmaz unsurlardan birisidir..

Üyelerinin mesleki ve ahlaki sorunlarını gereği gibi çözemeyen onun için de bu alanlarda sektörel derneklerin sayılarının çığ gibi artmasına sebep olan ticaret ve sanayi odalarının yönetimleri ve meslek komiteleri de, geçmiş dönemlerdeki uygulamalardan önemli dersler çıkarmak zorundadırlar.

Kendisi de tüccar olan ve uygulamalara baktığımızda da adeta ilk muhtesib olarak iktisadi hayatta piyasa kuralları, tüketici hakları, denetim, tahkim gibi çok önemli mekanizmaların ilk örneklerini uygulayan bir Peygamberin ümmeti olan bu coğrafyanı insanları, hakça ve adilce bir dünya kurulabilmesi için ciddi bir gayret sarfetmeye adeta mecbur olmak gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktadırlar

Gözünü, ırzını, dilini kötülüklere kapayıp, kapısını, sofrasını ve elini iyiliklere ve güzelliklere açan insanlardan olarak tarihte iz bırakmak isteyenler,  girişimci bir ruh ile, yanlışların karşısına dikilip, bozuk mal üretenleri piyasa dışına, bozuk fikir ve eylem sahiplerini de topluma etki edemeyecekleri bir konuma yerleştirmek zorundadırlar.

Son cümle olarak, ailelerimizi, nesillerimizi, insanlarımızı daha iyi yarınlara hazırlayabilmemiz için geçmişimizden ibret alabilmek, bugünü iyi analiz edebilmek, yarını da iyi tahmin edebilmek mecburiyetindeyiz

ERHAN ERKEN

EĞİTİM DERGİSİ 2010

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

 

Ahi Evren, Tasavvufi Düsüncenin Esaslari, Çev., Mikail Bayram, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfi Yay., 1995, 212 s.

Ahilik Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 1, S. 540, İstanbul

Anadol, Cemal, Türk-Islam Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnameler, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1991.

Baskanligi Yay., 1987, 415 s.

Bayram, Mikail, Ahî Evren ve Ahî Teskilati’nin Kurulusu, Konya, 1991, 192 s.

Bayram, Mikail, Baciyan-i Rum (Anadolu Selçuklulari Zamaninda Genç Kizlar Teskilati), Konya: S.Ü. Yay., 1987, 62 s.

Çagatay, Neset, Ahilik Nedir, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1990.

Çagatay, Neset, Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahî Evran, Ankara: TTK Yay., 1982.

Çagatay, Neset, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, 2.b., Ankara: TTK Yay., 1997, 269 s.

Çagatay, Neset, Fütüvvetçilikle Ahiligin Ayrintilari, Ankara: TTK Yay., 1976.

Dursun, Davut, Osmanli Devletinde Siyaset ve Din, Istanbul: Isaret Yay., 1989, 445 s.

Ekinci, Yusuf, Ahîlik ve Meslek Egitimi, Istanbul: MEB Yay., 1989, 111 s.

Ekinci, Yusuf, Ahilik, 3.b., Ankara, 1991, 192 s.

Er, Tülay, Simav Ilçesi ve Çevresi Yaren Teskilati, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanligi Yay., 1988, 151 s.

Erken, Erhan, İktisat, Tarih ve Zihniyet Dünyamız, Müsiad Yayınları, İstanbul 2006

Erken, Veysi, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahîlik, Ankara: Seba Yay., 1998, 102 s.

Fütüvvet Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 13, S. 260, İstanbul

Fütüvvetname Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 13, İstanbul

Güllülü, Sabahattin, Ahî Birlikleri, Istanbul: Ötüken Nesriyat, 1977.

Güllülü, Sabahattin, Sosyoloji Açisindan Ahî Birlikleri, 2.b., Istanbul: Ötüken Nesriyat, 1992, 190 s.

Gündüz, Irfan, Osmanlilarda Devlet-Tekke Münasebetleri, Istanbul: Seha Nesriyat, 1983, 288 s.

Gürata, Mithat, Unutulan Adetlerimiz ve Loncalar, Ankara, 1975, 151 s.

Haksever, Hamit, Tasavvufî  Esnaf Teşkilatı, Ahilik, İlkadaım Dergisi, Ekim 2004

Hisbe Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 18, S.133, İstanbul

Ibn Hüseyin es-Sülemi, Tasavvufta Fütüvvet [Metin-Çeviri], Çev., Süleyman Ates, Ankara: A.Ü. Ilahiyat Fakültesi Yay., 1977, 212 s.

İbn Teymiye, Bir İslam Kurumu Olarak Hisbe, Çev., Vecdi Akyüz, İstanbul: İnsan Yay., 1989, 179 s.

Kallek, Cengiz, Asr-ı Saadet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi , İz yayıncılık;

Kavakçı, Yusuf Ziya, Hisbe Teşkilatı, Erzurum, 1975.

Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul, 1987.

Koraltürk, Murat (Haz.), Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları, İst. Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007
Bayram, Sadi, Ahilik ve Loncalar—Milli Kültür Temmuz 1977.
Parmaksızoğlu ,İsmet, İbn Batuta Seyahatnamesinden. Seçmeler.—Kültür Bakanlığı.Yayınları, .Ankara,.1981

Köprülü, Fuat, Osmanli Devleti’nin Kurulusu, 3.b., Ankara: TTK Yay., 1988, 122 s.

Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatinda Ilk Mutasavviflar, 6.b., Ankara: Diyanet Isleri

Lonca’dan Oda’ya, İTO’nun 125.yıl anısına, İTO yayınları, İstanbul, 2007

Ocak, Ahmet Yasar, Türk Sufiligine Bakislar, Istanbul: Iletisim Yay., 1996, 264 s.

Önes, Edhem Ruhi, Osmanli Imparatorlugunda Devlet ve Esnaf, Istanbul: Esnaf ve Sanatkarlar Dernekleri Birligi Yay., 1985, 112 s.

Refik, İbrahim, Fütüvvet ve Ahilik, Sızıntı Dergisi, Kasım 1988

Seyh Esref b. Ahmed, Fütüvvet-Nâme, Haz., Orhan Bilgin, Istanbul, 1992, 51 s.

Soykut, Refik, Ahi Evran, Ankara, 1976, 19 s.

Soykut, Refik, Esnaf Kimdir, Esnaflikta Ahilige Yaklasim, Ankara, 1978, 109 s.

Soykut, Refik, Orta Yol Ahilik, Ankara, 1971, 181 s.

Sungur, Necati, Ahî Divâni (Inceleme-Metin), Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1994, 223 s.

Şeyzeri, A. Nasr, İslam Devletinde Hisbe Teşkilatı, Çev., Abdullah Tunca, İstanbul: Marifet Yay., 1993, 178 s.

Tabakoğlu,.Ahmet, Prof.Dr. Osmanlı İktisat Sistemi Maddesi, , Osmanlı Ansiklopedisi; Cilt 5, İz yayıncılık, 1996, İstanbul.
Tabakoğlu,.Ahmet, Prof.Dr, Türk Çalışma Hayatında Füt. ve Ahilik Geleneği. Kaynaklar Dergisi 2/1984.

Tarus, Ilhan, Ahiler, Ankara: Çalisma Bakanligi Yay., 1947, 52 s.

Torun, Ali, Türk Edebiyatinda Türkçe Fütüvvet-nameler, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1998, 526 s.

Turan, Kemal, Ahilikten Günümüze Mesleki ve Teknik Egitim Tarihi Gelisimi, Istanbul: M.Ü. Ilahiyat Vakfi Yay., 1996, 168 s.

 

EĞİTİM ÜZERİNE

Eğitimin amacını nasıl tanımlıyorsunuz?

Farklı tanımlar ve bakış açılarına göre eğitimim amacı ile ilgili şunları söyleyebiliriz

Eğitim, insanoğlunun yaratılışında mevcut olan kabiliyetlerinin ve özeliklerinin (bu özellikler ruhi, bedeni ve zihni mahiyette olabilir) gelişmesini sağlar

Kınalızade’nin tarifine göre kişiyi dini ve dünyevi vazifelerinin hakkıyle yerine getirebileceği bir hale ulaştırır.

Nesiller arasında kültür aktarımını sağlar

İnsanoğlunun becerisini geliştirir ve onu meslek sahibi yapar

Modern dönemlerdeki kullanımıyla iyi yurttaş yetiştirme ve tebaayı denetleme aracı olarak işlev görür

  • Eğitim anlayışınızı açar mısınız?

İnsanoğlu beşikten mezara kadar eğitimin konusu olan bir varlıktır. Eğitim düzenli bir şekilde kurumlar kanalıyla yapılabileceği gibi hayatın içinde ve yaşayarak gerçekleşen eğitim de (aile, mahalle, cemaat v.s veya iletişim organları marifetiyle de gerçekleşen eğitim) en az kurumsal eğitim kadar hatta çoğu zaman ondan da etkili bir yoldur.

İnsanoğlunun çeşitli alanlarda gelişimi ile birlikte eğitim araçları da çeşitlilik göstermektedir.

Fakat her dönemde gerek kişisel gerek kurumsal gerekse de davranışsal açıdan rol modeller eğitimde çok önemli ve etkili bir yer tutmaktadır

Burada ana gaye Kınalızade’nin tarifinde anlatıldığı gibi ‘kulun dini ve dünyevi vazifelerini hakkıyla yerine getirebileceği bir hale ulaştırılabilmesidir’ Bu hedefe ulaşmada hangi yol ve yollar daha verimli, zamanın ve zeminin ruhuna en uygun metod hangisi olacaksa onun veya onların tercih edilmesi gerekmektedir. İnsanların karakter özellikleri, adetleri, gelenek ve görenekleri farklı olduğundan onlara en iyi hitap eden yollar kullanılmalı, tabii ve reel kanallar kullanılmaya çalışılmalıdır.

Bu tarz bir yaklaşım sayesinde ancak insanlık her devir bir öncekinden daha güzel bir yaşam standardına kavuşabilir, insanlık vasıflarına daha uygun bir hayatın yaşanması gerçekleşebilir.

  • Eğitim anlayışınızın temelleri sağlam mı?

Yukarıda zikrettiğim hususlar benim için çok önemli olan belli kaynaklara dayanarak edinilmiş kanaatler ve bilgilerdir. Dolayısıyla kaynaklara nisbetle sağlam olduğuna inanmaktayım. Beşikten mezara kadar İlim öğrenmek, ilmi kimden aldığımızı bilmek en önemli hareket noktamızdır. Tarih boyunca Allah(cc) kullarına hep peygamberler göndermiş ve bu yüce kişiler insanlar için rol model olmuştur. Bu peygamberler belli topluluklar oluşturmuş ve bazen küçük bazen de büyük olmak üzere örnek toplumsal yapılar ortaya koymuşlardır. Vahye dayalı bilginin toplumsal bir hüviyet kazanamadığı, bazı peygamberlerin adeta tek başlarına kaldıkları dönemlerde bile nelerin olmaması gerektiği ile ilgili bilgiler bize hakikati göstermiştir.

Neredeyse tüm peygamberlerin ve önder kişilerin bir meziyetleri ve meslekleri olmuştur. Nerdeyse tüm mesleklerin piri olan bir Peygamber vardır. İdris Peygamber terzilerin, Davut Peygamber Demircilerin, Lokman Peygamber doktorların rol modelidir.

Asr-ı Saadet tüm insanlık için örnek bir toplum modelidir..

Aslolan insanların yaşadıkları hayat sürecinde daima Hakkın ve doğrunun yanında tercih yapmaya çalışmaları, kendilerinden sonraki nesle bunları aktaracak mekanizmalar kurma gayreti içinde olmaları ve adeta tarihe iz bırakabilmeleridir. Sonraki nesillere düşen de tarihi süreçte Hakkın ve Hakikatın gerçekleşmesi yönünde bırakılmış güzel izlerin peşini sürmek, onları canlı tutmaktır. Rahmetli Sebahattin Zaim bir röportajında şöyle diyordu; İnsan daima kamerayla çekim yapan kameraman ve ışıkçı gibi olmalıdır. Hep doğruyu ve hakkı aydınlatmalı ve onları insanlara göstermeli, kötünün ve zararlının üzerine ışık tutmamalı ve onu insanlara mümkün olduğunca göstermemelidir.

  • Eğitimde düzelme nerden başlamalı, nasıl yapılmalı?

Düzelme olacaksa bu önce kişinin kendisinden başlamalıdır. Dalga dalga en yakınından en uzağa doğru gitmelidir diye düşünüyorum. İnsan kendine nasıl istikamet verecek diye sorulduğunda en önemli başlangıç noktası kişinin varlığı ile ilgili doğru soruyu sorup ona doğru cevap verebilmesi ile alakalı.

İnsan niçin yaratıldı ve insanın varlığına karar veren irade ondan ne istiyor?

Bu soruya doğru cevap verebilmesi için insanın doğru bilgi kaynağına ihtiyaç var. Burada da iman ön plana çıkıyor. Doğru bilgi kaynağı yüce Allah’tan gelen vahiy ve O’nun Elçisinin sözü ve yaşama şekli ise o zaman bu kaynaklardan elde edeceği bilgiler ile varlığının hakiki gayesine varacak insanoğlu. Bu gayeyi keşfettikten sonra da ona uygun ameller aksiyonlar yapacak. Kendinden önceki dönemde bu tarz davranışlar gösteren insanların tecrübelerinden istifade edecek. Onları öğrenecek, hayatında uygulayacak, en yakınından başlayarak çevresine anlatacak, bu gayeye yönelik organizasyonlar oluşturacak veya var olanları bu gayelerle uygun hale getirmeye çalışacak

  • Başarının sadece rakamsal ifadelere yüklendiği bir dünyada, erdemli bir nesil nasıl yetişir?

Erdemli bir neslin hem ahlaki değerlerle hem de insani kabiliyetler ve özellikler ile donanımlı olması gerekiyor. Çağın gerektirdiği bilgiler, alet ilimleri, maharetler olabildiğince gençlik tarafından kazanılmaya çalışılmalı. Fakat aynı zamanda dini ve ahlaki değerler her zaman ve şartta bunların üstünde yer almalı. Amaçlara ulaşmaya çalışılırken sürekli doğru yollar kullanılmalı, hedefe varmak ve güç elde etmek gayesiyle meşru olmayan araçlara tevessül edilmemeli.

Erdemli nesil sadece kendini, ailesini, hemşehrini, cemaatini düşünmemeli. Tüm insanlığın iyiliğine ve hayrına çözümler peşinde koşmayı kendine ilke edinmeli. Tüm insanlığın kurtuluşu için gayret sarf eden bir Peygamberin ümmeti olduğu bilincini daima hatırlamalı.

  • Eğitimin okullarla endeksli ve belirli süreye ait görülmesinin zaaflarından bahseder misiniz?

Eğitim beşikten mezara kadar süren bir faaliyettir. Okul dönemi onun sadece bir bölümüdür. Tarihin farklı dönmelerinde farklı okul ve mektep türleri ortaya çıkmıştır. Süreçleri ve bunların süreleri farklı olmuştur. Toplumlardan toplumlara, zamandan zamana değişiklik göstermiştir. Bundan sonra da muhtemelen bu değişiklik devam edecektir.

Sıbyan mektebi, idadi, rüştiye, medrese diye süren bir devre sonrasında ana okulu, ilkokul, orta okul, lise ve üniversite diye belli bir dönem devam etmiştir. Daha sonra orta okulun kalktığını görüyoruz. Lise süreleri sürekli değişmekte, okul türleri değişmekte, yüksek öğrenimin şekli farklılıklar göstermekte. Ayrıca normal okulların yanında dershanelerden oluşan yepyeni bir eğitim şekli ortaya çıkmakta.

Toplumun ileride alması düşünülen şekli hedefleyenler bu hedeflere uygun olarak okulların sürelerini, yapılarını ve müfredatlarını planlamakta ve bu sayede bir sonraki nesli eğitmeye çalışmaktadırlar.

Tabii bir toplumun ileride alması gereken şekli belirlemede kim, nasıl ve hangi meşru ölçüler içinde hak sahibi olmaktadırlar?.

Özgür bir toplumda bu kararı kimler ve nasıl vermelidirler.? Bu tip bir soru ve buna verilecek cevaplar çok büyük önem taşımaktadır.

Toplumda bu konuda net bir konsensüs oluşmadığı dönemlerde resmi okulların yanı sıra farklı eğitim tipleri ve arayışları da meydana çıkmaktadır. Veya toplumun genel istekleri nazarı itibare alınmadan verilen bu tip bir karar karşısında toplumun eskiden beri gelen gelenekleri, aile yapıları ve değerleri, çocukların ve gençlerin eğitimine farklı şekillerde müdahale etmektedir. Bu durumda da okul ile toplumun diğer katmanları arasında farklılıklar ortaya çıkmaktadır.

Burada önemli olan genel eğitimin hedeflerine ve yapısına karar verenlerin halkın çoğunluluğunun isteklerine, eğilimlerine, ülkenin tarihi değerleri, kültürel yapısı ve ait olduğu medeniyetin genel özelliklerine uygun yapılanmaları bulup uygulayabilmeleridir. Aksi halde genele yönelik okul faaliyetleri istenen başarıyı sağlayamazlar.

 

  • Talebe kimdir? Ne talep eder ve ona nasıl yaklaşılmalı?

Talebe bilindiği gibi bir şeyi talep eden yani isteyendir. İnsan her türlü şeyi talep edebilir. İyiyi, kötüyü, ilmi, cahilliği, zenginliği, fakirliği, vel hasıl her şeyi

Aslolan iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı talep etmektir. Bir de talep edenin talep ettiği şeyin talep ettiği kişide veya yerde bulunup bulunmadığıdır. Yani talep ettiği şeyi ona sağlayacak doğru yerden mi bu talebi yapıyor yoksa yanlış adreste dolaşıp vakit mi kaybediyor? Tüm bunlar doğru talep ile doğru arzın buluşup buluşamayacağını sağlayacak noktalardır.

Bu genel noktalardan sonra özetle şöyle söylenebilir ki; kişi ne istediğini biliyorsa, gönülden istiyorsa ve isteğini doğru yerden talep ediyorsa amacına ulaşması kuvvetle muhtemeldir. İlim için şöyle söylenir: Allah ilmi isteyene parayı istediğine verir. Her isteyen tüm isteklerine istediği oranda ve zamanda tıpa tıp ulaşması her zaman mümkün olmaz ama maksadına ulaşanlar ancak arayanlar ve ısrarla isteyenlerdir.

  • Öğretmen kimdir? Neyi temsil eder?

Öğretmen kelime manası itibariyle bir şeyi öğreten kişidir. Her şeyin öğretmeni olabilir. İyiyi de kötüyü de, doğruyu da yanlışı da öğreten kişiye kelime manası itibariyle öğretmen denebilir. Bir de eskiden kullanılan muallim kelimesi vardı ki bu ilim öğreten manasında daha özel anlamlı bir kelime idi.

Bugün genelde ilköğretim seviyesinde hizmet gören eğitimcilere öğretmen denmektedir. Lise dönemine geçildiğinde hoca kelimesi daha çok kullanılmaktadır.

Dini ilimlerle ilgili muallimlere de hoca denmektedir. Camiilerde imamlık yapanlara da genellikle hoca denmektedir.

Toplumumuzda önemli bir kültürel ve sosyal değişim yaşandığından ve köklü müesseseler itibariyle de belli bir kesiklik oluştuğundan dolayı, birçok alanda kelimeler ve kavramlar düzeyinde karışıklıklar ortaya çıkmaktadır. Bazı kavramlar gelenekten gelirken aynen kullanılmakta, bazılarının muhtevası değişmekte, bazıları için de ithal kelime ve kavramlara ihtiyaç duyulmaktadır.

İlim sahasında ve eğitimde de bu sıkıntı çokça yaşanmaktadır.

Rahmetli Üstad Nurettin Topçu’nun 1959 yılında verdiği bir konferansta Muallim konusundaki sözlerinden bir bölümünü nakletmek istiyorum; Rahmetli Topçu şöyle diyor; ‘Devletleri ve medeniyetleri yapan da yıkan da muallimlerdir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür, alçalmıştır. Muallime değer verildiği, muallimin hürmet gördüğü ülkede insanlar mesut ve faziletlidir. ‘

‘İlk çağda muallim, hakim yani hikmet adamı idi. Ortaçağda muallimlik rolu, zahidlerin din adamlarının eline geçti. Halkı yetiştiren, ruhlara istikamet veren onlardı. Rönesanstan sonra muallimi, zekayı, tabiat hadiselerinin arkasından ve onların ışığında ışığında ilerleten laboratuarlarla atölyelerde buluyoruz.19. Asırda ise, teknikle tecrübenin üstadı olan bu muallimle yan yana ve ona rakip olarak romantik aşkın telkincisi muallimi görmekteyiz.’

Milletimiz hangi muallim tiplerini tanıdı?

Milletimizin ruhi temelleri olan İslam’da, peygamber ilk muallimdi. Öğreten o, inandıran o, yürüten o idi. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş, devleti mektep haline getirmişti.’

‘Muallimin mesuliyetleri çoktur ve cemiyet hayatının her sahasına uzanmaktadır. Bir memlekette ticaret ve alış veriş tarzı bozuksa bundan muallim sorumludur. Siyaset, milli tarihin çizdiği yoldan ayrıldıysa, milletinin tarihi karakterini kaybetmişse, bundan sorumlu olan yine muallimdir. Gençlik avare ve davasız, aileler otoritesizse bundan da muallim sorumlu olacaktır. Memurlar rüşvetçi, sorumlu makamlar ilitmasçı iseler muallimin utanması icap eder. Din hayatı bir riya veya taklit merasimi haline gelerek vicdanlar sahipsiz ve sultansız kalmışsa bunun da mesulu muallimleridir.’

Muallimin ruh yapısını meydana getiren karakterleri anlatırken de özetle şu noktalara dikkati çeker;

–          Muallim her şeyden evvel hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkardır, kullanıcısı değil yapıcısıdır, seyircisi değil aktörüdür. O en güzel en doğru hayat örneğini yapar, hazırlar, bize sunar; biz yaşarız

–          Muallim geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde, buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealcidir.

–          Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir.Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden  sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. Muallim halk gibi her yaşayan gibi yaşayamaz. Peygamberimizin (a.s) bunu pek güzel anlatan bir sözü var:’ Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız ve zevklerinizi yapmazdınız.’

–          Muallim hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Biz kibirli isek o mesul, biz sabırsız isek yine o mesuldur. Biz bütün bunlardan habersiz isek, bundan da o mesuldur.

–          Muallim sahip olduğu bu mesuliyetle içimizde en fazla hür olan insandır. Çünkü mesuliyetimiz, hürriyetimizin kaynağıdır.Muallimin çalışmasını idari ve siyasi endişelerle kayıtlandırmak öğretim idealine dışarıdan emirle yöne vermek istemek, onun yapısı bakımından hür olan şahsiyetini budamak, kısırlaştırmak, ölüme mahkum etmektir.

–          Maarif demek muallim demektir. Milli eğitim Bakanlığı sadece onu düzenleyen bir cihazdan başka bir şey değildir. Kitap, program, imtihan ve bütün öğretim meselelerini çözümleyecek olan bir milletin muallim ordusudur.’

Rahmetli Topçu bir ara şu soruyu soruyor; ‘bu kadar yükü muallime yüklemek, ilk bakışta fazla gibi görünüyor. Lakin hepimizin ruh yapısı muallimin elinden çıktığı düşünülürse, hiç de yanlış değildir.’

Tabii 1960 lı yıllarda muallimin toplumda oynadığı rol, ondan beklentiler, nesiller üzerindeki etkisi bu gün de aynı şekilde midir.? Nurettin Topçu’nun o gün için muallimden beklediği vazifeleri ve fonksiyonları bugün muallimler ile birlikte kimler ve nasıl yapmalıdır ve yapmaktadır.

Sosyal değişimle birlikte bu hususlar üzerinde çokça kafa yormak mecburiyetindeyiz.

 

 

  • Başarıyı nasıl tanımlayabiliriz?

Başarı bence izafi bir kavram; Bir şeye, bir yere, bir pozisyona göre ölçülebilecek bir değerdir. Başarıyı ölçebilmek için bir başarı ölçüsü koymak gerekir. Bu ölçü nasıl ve kim tarafından konulacak?

Kişinin kendi şahsi özellikleri ve kabiliyetlerinin oluşturduğu bir başarı çıtası mevcuttur. Kişinin bulunduğu ortamın gerektirdiği bir başarı seviyesi bulunabilir. İçinde yaşanılan şehrin, ülkenin hedeflediği başarı tarifleri ve sınırları mevcuttur. Bir de başarı alanlara ve konulara göre de değişir. Her alanın başarı sınırı farklıdır.

Yani özetle, alana, kişiye, ortama, devre ve daha birçok farklı alt gruba indirgenebilecek başarı tarifleri yapılabilir, sınırlar tesbit edilebilir. Bu sınırlar kişiler için yapılabileceği gibi toplumlar, ülkeler ve medeniyetler için de yapılabilir.

Dolayısıyla önce tarifleri yapmalı, kim ve kimler için başarıyı konuştuğumuz açıkça ortaya konmalı, sonrasında da başarı veya başarısızlık değerlendirilmelidir.

 

 

  • Kültür, gelenek, değerler nesillerden nesillere hangi yollarla geçiyor? Eğitimin farklı şubelerinin bu geçiş içindeki rolü hususunda neler söyleyebilirsiniz?

 

Kültür, gelenek, değerler nesiller arasında bir çok yolla geçiyor. Eğitim bu geçişin genel bir ismi. Fakat daha önceki cümlelerimizde kısmen değindiğimiz gibi eğitimin çok farklı yolları, zamana ve zemine göre değişen metodları mevcut.

Bu süreç bazen kurumlar içinde gerçekleşiyor. Toplum bir eğitim kurumları zinciri ile donatılıyor. Çocuklar ve gençler hayatlarının belli bir döneminde bu süreçten geçiyorlar ve onlara bir önceki neslin devraldığı ve geliştirdiği bilgiler, davranışlar ve doğru diye kabul edilen değerleri aktarılıyor.

Ayrıca bu aktarım süreci içinde başka enstrümanlar ve diğer köklü kurumlar da (mesela aile, cemaat, mahalle v.s) yer alıyor.

Eğitim kurumları ile bu saydığımız köklü kurumlar ve daha küçük boyuttaki diğer yapılar arasında bazı dönemlerde uyumlu bir ilişki kurulabiliyor. Bazen de bu uyum istenen kıvamda olamıyabiliyor. ( Tabii bu kültür ve değer aktarımı nerde gerçekleşirse gerçekleşsin buna tanım gereği bir tür eğitim demek mümkün)

Tarihi süreçte eğitim kurumları yanında belli sosyal ve ekonomik organizasyonlar önemli bir aktarım mekanizması olarak işlev görüyorlardı. Mesela tekkeler ve zaviyeler uzunca bir dönem ahlaki değer aktarımı açısından işlevsel yapılar olarak hizmet gördüler. Loncalar, sadece ekonomik açıdan değil,  bulundukları bölgelerde tekkelerle de irtibatlı olarak toplumun sosyal ve kültürel yapısını da örerlerdi.

Aile her dönemde bu aktarım işlevini gören bir yapıydı. Özellikle de büyük aile yapıları kültür ve gelenek aktarımı için çok fonksiyonel organizasyonlardı.

Zamanla bu bahsi geçen kurumların bazen yerine geçen  bazen de yanında yer alan yenileri de ortaya çıktı.. Tekke ve zaviyelerin ortadan kalkması ile onların yerini kısmen yeni tür vakıflar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları almaya başladı. Belli büyük ve teşkilatlı cemaatler kısmen tekke fonksiyonunu görseler de daha modern yapılar olan dernek ve yeni tür vakıflar da bu tarzda hizmet görür oldular.

Aileler çekirdek aile haline gelmeye başladı. Büyükannelerin, dedelerin, dadıların, lalaların yerini şehirlerde kreşler ve gündüz bakımevleri almaya başladı. Mahalle eski gücünü yitirdi. Camii cemaatı kavramı eski fonksiyonunu kaybetti. Tahrir defterlerinde o bölgedeki sayımda bir numarada yazılan İmam sadece camilerde namaz kıldıran devlet memuru halini aldı.. Herkesin kendi iş yeri ve sosyal muhitindeki organizasyonlar gerek mahalle gerekse de camii cemaatı işlevini alır oldu.

Aile ve mahalle yapısının gücünün yitirmesi ile birlikte onların yerini alan modern organizasyonlar kişiler için eğitim kurumu ve kültürel aktarım fonksiyonu gören yerler haline geldiler.

Geleneksel ve Dini değerleri az soluyan çevrelerde çeşitli batılı menşeli sosyal kulüpler, uluslar arası örgütlerin büyüklü küçüklü şubeleri de bu arada önemli vazifeler görmekteler. (Lions, rotary ve mason dernekleri, gençler için leo ve rotaraklar v.b)

Tabii bu arada iletişimin baş döndürücü gelişimi ile birlikte çeşitli kitle iletişim araçları, tv, sinema, internet, dijital oyunlar v.s gibi araçlar da eğitim ve kültür aktarımı açısından da önemli kanallar olarak incelenmeye değer.

Bugün kültürel aktarım, bilginin ve değerlerin insanlardan diğer insanlara geçişini sağlayan mekanizmalardan hangisi veya hangileri daha etkili sorusu bence çok hayati bir soru.

Geleneksel bir aktarım modeli olarak yaygın okul eğitimi bu kanallar içinde ne tür bir yer tutuyor.?

Yoksa bambaşka bir yol veya merkez mi bu aktarımın yönünü, derecesini ve içeriğini belirliyor.?

Rahmetli Nurettin Topçu’nun Mektep ve Muallime yüklediği misyonu bugün kimler ve hangi kurumlar gerçekleştirebiliyor.?

Resmi olarak okulları ve yüksek öğretim kurumlarını yöneten Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK gibi organizasyonlar bu gelişimi ne ölçüde kontrol edebiliyorlar?.

Başka kaynakların etkisiyle yönlendirilen gelişmeleri takip etmekten ve onların peşinde sürüklenmekten öte ne ölçüde etkili olabiliyorlar?

Teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim, başarılar dilerim

MÜLAKATI YAPAN ; AHMET MERCAN

EĞİTİM YAZILARI DERGİSİ