MÜSİAD YÖNETİMİNDE 10 YIL

-Uzun yıllardır çeşitli yönetim kademelerinde bulunduğunuz MÜSİAD’ın, kuruluşundan bugüne gelişim süreci ile ilgili gözlemleriniz neler oldu?

 

On yıldır yönetiminde bulunduğum ve her genel kurulda, bir sonraki yıl için oluşturulan  Yönetim Kurulu listelerinde yer almanın heyecanını yaşadığım MÜSİAD’ın , 13’üncü genel kurulunda, bu sefer divan başkanlığı vazifesini yaptım. Böylesi bir durum, insanı çok değişik duyguların içine sürüklüyor.

Yılların çok hızlı geçtiğini bir kere daha yakinen görüyorsunuz. Geçen yıllar ile birlikte ömrün de bitmekte olduğunu hissediyorsunuz ve hüzünleniyorsunuz.

Diğer yandan, yönetim kadrolarındaki insanların  değişmesine rağmen, gelişme sürecinde içinde yer aldığınız MÜSİAD’ın, dimdik ayakta durduğunu, 26 şubesi ve iki binin üzerinde üyesi ile, Anadolu’nun dört bir yanında kök salmaya başladığını, insanımıza ümit ve güç verdiğini görüyorsunuz, seviniyorsunuz..

 

1990 yılında kurulan Müsiad’ın, kurulduğu tarihte dünyanın ve Türkiye’nin şartları çok farklı idi. Soğuk savaş sonrası döneminin henüz başlarındaydık. 12 Eylül darbesi sonrası Türkiye’de siyaset yeniden şekilleniyordu. Irak, başındaki Saddam ile birlikte Orta Doğu’da yeni bir güç odağı olarak ortaya çıkmaya başlıyor, buna karşılık bu bölgeyi dizayn etmek isteyen büyük devletler de bu hadise çerçevesinde  bölgeyle daha aktif olarak ilgileniyor ve sıcak müdahaleler yapılıyordu.

Rahmetli Özal ile birlikte başlayan Türkiye’nin dış dünya ile daha fazla entegre olması hali Müsiad yöneticilerini ve üyelerini de derinden etkiliyor ve iş adamlarımızın ticari faaliyetlerinde dış ticaretin rolü artıyordu.

Refahyol döneminde Müsiad, siyasi iktidar ile ilişkilerinde çok değişik bir imtihanın içine girdi. Bir noktadan bakıldığında iktidara çok yakın olarak görünüp bu halin getirdiği problemler ile uğraşırken, bir yandan da, var olduğu düşünülen yakınlığın, üyelerinin meşru zeminlerdeki haklarını korumaya yeterli derecede fayda sağlayamamasının sıkıntılarını çekti

28 Şubat döneminde, özellikle Müsiad ve üyelerinin içinde yer aldığı geniş bir çevre ciddi baskılara uğradı. Fakat bütün bunlara rağmen, Müsiad, çalışmalarını aksatmadı, aksine, azmini ve kararlılığını arttırdı.

11 Eylül saldırıları ardından dünya ölçeğinde başlayan yeni bir dalga ve Müslümanlara yönelik baskılar karşısında da Müsiad farklı bir sınavın içine girdi. Üyelerinin yurt içinde  ve yurt dışında ekonomik aktivitelerini fazlalaştırmak, işletmelerini daha rasyonel şekilde yönetebilmelerini sağlamak, bütün bunların yanında da ait oldukları medeniyetin özelliklerine uygun yaşayabilmeleri noktasında özgüvenlerini arttırmak için ciddi çalışmalar yaptı.

3 Kasım sonrasında iktidara gelen ve halkımız için ümit olan Ak Parti döneminde de Müsiad, bir yandan ümitlerin artarak devam etmesini sağlamak, öte yandan da eksik gördüğü noktalarda yapıcı eleştirilerini ve katkılarını yönetimdeki kadrolarla paylaşmak gibi bir fonksiyonu icra etmektedir.

 

 

-MÜSİAD’ın, misyon ve vizyon çerçevesinde, yeni dönemde neleri başarabileceğine inanıyorsunuz?

Müsiad 14 senelik mazisi olan köklü bir kuruluştur. Hedefleri, bu hedeflere ulaşabilmek için çalışma prensipleri, değişen ülke ve dünya şartlarına göre kendini revize edebilecek mekanizmaları mevcuttur. Yeni dönemde, başlamış ve sürdürmekte olduğu çalışmaları devam ettirmenin yanında 3 Kasım ve 28 Mart seçimleri sonrasında ülkede ortaya çıkan yeni siyasi yapı ve ekonomik gelişmeler çerçevesinde gündeme gelebilecek  yeni sorunlarla da muhatap olmaktadır ve bundan sonra da olacaktır.

Müsiad’ın iktidardaki kadrolarla çevre olarak yakınlığı derneğin çalışmalarında başarı sağlamak, üyelerinin ekonomik gelişmelerine katkıda bulunmak için çok önemli bir avantaj fakat aynı zamanda da dikkatli davranılmazsa çok tehlikeli bir özelliktir.

Müsiad bu hassasiyete her zamankinden daha çok dikkat  etmelidir.

Aynı zamanda kamusal ve yarı kamusal alanlardan ısrarla uzakta tutulmaya çalışılan kesimlerin Türkiye’deki sayısal ağırlıkları oranında temsillerinin sağlanması da yeni dönemin en önemli sınavlarından biri olacaktır. Müsiad, bu çalışmalarda yapıcı ve dengeleri gözetici mahiyette çok ciddi bir ağırlığa sahip olacaktır.

Türkiye’nin özellikle son on yılında reel kesimlerin dışında ranta dayalı alanlara yönelen ve oralarda biriken milli gelirin, yeni dönemle birlikte reel ekonomiye doğru kanalize edilmesi Müsiad’ın en temel beklentilerinden birisidir. Bu hususta alınmakta olan tedbirlerle ilgili hükümetle bazı konularda farklı düşüncelere sahip olan Müsiad, fikirlerini açıkça ve etkili bir şekilde savunabilmeli, halkın ümitlerini menfi yönde etkilemeden yapıcı eleştirilerini yapabilmeli, araştırma ve raporlarını her zamankinden daha dikkatli hazırlamalıdır.

Siyasi rüzgarla ters düşme korkusuyla hakikatleri söyleyememek, aynı mahallenin insanlarının, aynı gemide seyahat eden yolcuların birbirlerine karşı yapabilecekleri en büyük kötülüktür. Fakat bununla beraber doğrunun doğru ve güzel bir üslupla ve neticeye tesir edebilecek bir formatta dile getirilebilmesi de Müsiad’ın yeni dönemindeki en önemli sınavlarından biri olacaktır.

Müsiad’ın bugüne kadar geldiği başarılı nokta, yeni bir yönetim ve başkan ile birlikte, inşallah çok daha ilerilere götürülecek ve emanet bundan sonra da sürekli bir şekilde yeni ve ehil arkadaşlarımıza , kardeşlerimize devredilecektir.

Hepsine şimdiden başarılar diliyorum..

 

-Bilindiği üzere, değişim ve dönüşüm sözü son yıllarda sıkça kullanılıyor. Ne var ki,  bu değişmenin sınırları pek sağlıklı olarak belirlenmiş değil. Değişme adına değişime açık olanlarla, kendiliğimizi koruyarak, yeniliklere karşı temkinli olma gereğini savunanlar var.

Değişime paralel olarak bir de küresel dalgalanmalar yaşamakta dünyamız. Bu öyle bir dalga ki, yerelliği ve özgün kimliği silerek, insanları tek tip hegemonyaya mecbur kılıyor. İşadamlarına ticari ve sınai  faaliyetleri yanında, ayrıca bir kültür ve medeniyet idraki kazandırılması konusundaki fikriniz nedir?

Bildiğiniz üzere, kurumların devamlı olabilmeleri için, içinde bulundukları ortamdaki değişimlere ve gelişmelere uyum sağlayabilmelerinin yanında, kendilerini önemli ve farklı kılan özeliklerini muhafaza edebilmeleri gerekmektedir. Ancak bu sayede varlıklarının bir anlamı olabilir.

Asıl önemli olan ise,  var olmanın yanında tarihte anlamlı bir iz bırakabilmek ve gelenek oluşturabilmektir.

MÜSİAD bu amaçla kurulmuş, değişen dünya ve ülke şartları içinde, ilim, siyaset ve iktisat saç ayağı üzerinde oluşan toplumsal yapıda, ticaret ve sanayi kesimine yeni bir tanım getirmeye çalışmıştır.

İşadamlarının dikkatlerini bir yandan ülkenin unutulmuş, unutturulmuş iktisadi değerlerine çekerken, bir yandan onları yurt dışına ve ihracata yönlendirmiştir. Bu gaye ile karış karış dünyanın dört bir yanına geziler düzenlenmiş, fuarlara iştirak edilmiş, ülke içinde ihtisas fuarları organize etmiştir…

Bütün bunların yanı sıra MÜSİAD, iş adamlarımıza, ait oldukları medeniyetten pencere açmaya çalışmış,  onların, tarihleri ile ve içinde yaşaya geldikleri coğrafya ile doğru ve sağlam bir ilişki kurabilmelerine zemin hazırlamıştır.

Homo ekonomicus  adıyla bir araştırma yaptırarak, halkımızın %99’unun mensup olduğu İslam Dini’nin, sanayici ve iş adamlarımıza ne tür müsbet özellikler kazandırması gerektiğini ortaya koymaya çalışmıştır.

Yüce Peygamberimizin (a.s) Medine Pazarı uygulamasından, günümüz ticaretinde nasıl yararlanılması gerektiği üzerinde önemle durmuş ve fuar çalışmaları ile Medine Pazarı kavramı arasındaki ilişkiyi sürekli canlı tutmaya gayret göstermiştir.

Globalleşen bir dünyada yerel özelliklerin öneminin kaybolmaması gerektiğinin altını  çizen Müsiad, globalleşme ve küreselleşme eğiliminin yanında, dünyamızda özellikle iktisadi sahada, bölgesel birlikteliklerin de öneminin azalmadığını , hatta bilakis artmakta olduğunu tesbit etmiştir. Buna bağlı olarak Türkiye’nin kendi bölgesiyle, İslam Ülkeleriyle ve Türki Cumhuriyetlerle münasebetlerini arttırması gerektiğini savunmuş, uzun zamandır içinde yer aldığımız bölgesel birlikteliklerin devamından yana tavır almış ve bu konuları mevcut iktidarlara sürekli tavsiye etmiştir.

 

Önce Ahlak ve Teknoloji derken, teknolojik gelişmelerin  arka planında var olan kültür ve medeniyet boyutuna özellikle dikkat çekmiştir.

Nasıl bir hayat, nasıl bir insan, nasıl bir toplum ve nasıl bir dünya sorularının ciddi bir şekilde sorulup, cevapları üzerinde toplumsal bir mutabakat oluşturulmadan gerçekleştirilecek teknolojik gelişmelerin veya transferlerin, toplumumuza uzun dönemde mutluluk getirmesinin şüpheli olabileceği, Müsiad’ın dikkatini çekmeye çalıştığı en önemli noktalardan biri olmuştur.

Son olarak Müsiad, iş adamlarımızın toplumun kültür ve sanat değerleri ile ciddi bir biçimde ilgilenmeleri gerektiği hususuna özellikle dikkat çekmektedir ve bunun en bariz örneği olarak her fuarının en büyük alanını sanat sergisi olarak ayırmaktadır.

 

-Yılan hikâyesine dönen bir AB-Türkiye ilişkileri var ortada. Ne içindeyiz, ne de büsbütün dışında. Sizce nereye varacak bu uzun flört hali. Ufukta  sağlıklı bir evlilik görülüyor mu?

 

MÜSİAD,  tarih boyunca yüzü genelde batı yönüne dönük bir toplumun çocukları olarak, son 40 küsur yıllık Avrupa Ortak Pazarı ve  Avrupa Birliği  projelerine hep ihtiyatla yaklaşmış, fakat bununla beraber, dış ticaretinin %50’sinden çoğunu Avrupa Birliği ülkeleri ile yapan Türkiye’nin, bu ülkelerle ile olan ekonomik ilişkilerine özel bir  önem vermiştir.

 

Ekonomik, sosyal ve siyasi ilişkilerde tek yönlü değil çok boyutlu bir ilişkinin gerekliliğini sürekli vurgulamıştır.

Bizim tezimize göre, Türkiye’nin  üstüne düşen husus, insan unsuru, yönetim anlayışı, ekonomik gelişmişlik, devlet ve millet ilişkileri yönünden kendi niteliklerini arttırabilmek olmalıdır.

Türkiye’nin AB’ye girebilmesi konusu Türkiye açısından olduğu kadar AB açısından da çok büyük önem taşımaktadır. AB için , yukarıda saymaya çalıştığımız özelliklere sahip olması gereken bir Türkiye’yi kendi bünyesine alıp almamak en önemli imtihandır.

Ülkemiz,  bu özelliklere sahip olabilmek için AB’ye girmeyi ister bir görüntü içinde olmamalı, halkımız yukarıda kısaca sayılan niteliklere layık olduğu için onlara bu nitelikleri kazandırmak arzusu, iktidarların en önemli hedefi olmalıdır.

Bütün bunların yanı sıra Türkiye’nin içine dahil olmaya çalıştığı AB ve içinde yer aldığımız Uluslar arası sistem de adalet, güç ve hakkaniyet ilişkisi ve ülkelere/insanlara farklı standartların uygulanması konularında seviye olarak maalesef kötü bir noktadadır. Bosna, Afganistan ve Irak işgalleri, Keşmir, Filistin ve Kıbrıs konuları bu konuda en bariz örneklerdir.

Bu noktada çağımızın içinde bulunduğu seviye maalesef örnek bir seviye değildir. Türkiye bu seviye ile iktifa etmemesi gereken bir ülke olmak zorundadır.

Ülkemizin heyecanla sonucunu beklediği Aralık 2004’deki, Avrupa Birliğinden müzakere için takvim alma hedefi büyük bir problem olmazsa gerçekleşecek gibi görünmektedir. Fakat tam üyelik konusunda tarih hiç de yakın görünmemektedir.

Müsiad açısından, bu gidiş, bir medeniyet tercihi olarak göründüğü oranda toplumumuz için uzun vadede faydadan ziyade zarar getirir endişesini taşımaktayız.

Bu endişe Müsiad içinde hararetle tartışılmaktadır ve bu tartışmayı toplumumuzun çeşitli katmanlarına da süratle yaymak en önemli vazifelerimizden biri olmalıdır kanaatini taşımaktayım.

 

-Kurumların kalıcılığı, daha çok bir gelenek oluşturmalarına bağlıdır. Bu cümleden olarak MÜSİAD sizce bir gelenek oluşturmuş mudur?

 

Müsiad’ın kurulduğu günlerdeki dünyanın ve Türkiye’nin şartları hepinizin bildiği gibi çok değişmiştir. Bu değişimin çok iyi okunması icap etmektedir. Derneğin ve bizim gibi çalışmalar yapan tüm kurumlarımızın faydalı hizmetler görebilmesi için yeni şartlara uygun bazı değişiklikler ve geliştirme çalışmalarının yapılması gerekmektedir. Fakat gelenek oluşturabilmenin en önemli unsuru olan, kalıcı değerlerimizin muhafazasına da, özellikle ihtimam gösterilmelidir.

 

Neleri değiştireceğimize karar vermek kadar, neleri muhafaza edeceğimize karar vermek de aynı derecede önemlidir.

Esasında, eş zamanlı olarak yapılması icap eden; gelişime ayak uydurma ve kalıcı olması gereken değerleri muhafaza etme çalışması, sadece MÜSİAD’ın   değil, bizimle aynı tarihi ve toplumsal değişim sürecini yaşayan tüm kurumlarımızın  yapması gereken bir faaliyettir.

 

Ancak bu sayede tarihte iz bırakabilen yapılar oluşturabilir, kendimizden sonraki nesillere de kalıcı eserler bırakabiliriz. Müsiad bu güne gelinceye kadar bir çok noktada hatırı sayılır bir gelenek oluşturmuştur. Fakat konjonktürün süratle değiştiği, Türkiye’de ve dünyada bir çok yerleşik yapının sarsıldığı ve pozisyon değiştirdiği günümüzde Müsiad da değişimlerden etkilenmekte ve bazen yerleşik değerlerini de yeniden tartışmak lüzumunu hissetmektedir. Bu tartışmalar sonucunda İnşallah daha sağlam bir yapıya ulaşılacaktır.

Dünyada ve Türkiye’mizde çok ciddi gelişmelerin olduğu tarihi bir sürece tanıklık ediyoruz.

Önemli kırılma ve yeniden düzenleme çalışmaları çok yakınlarımızda ve bazen de bizim içinde yer aldığımız bölgede cereyan ediyor.

Tarihimizden alacağımız dersler, ait olduğumuz medeniyetin bize kazandırdığı eşsiz değerler ve eğer samimiyetimizi kaybetmezsek,  her an yanımızda olacak olan Allah’ın yardımı, bu zor şartlarda hepimizi ve tüm insanlığı selamete çıkaracaktır inancını taşımaktayız.

 

MÜSİAD BÜLTEN 2004

 

 

KİTAPLARDAKİ TEORİ YETMEZ, HAYAT PRATİĞİ DE GEREKİR

 

İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Üyesi ve Boğaziçi Yöneticiler Vakfı (BYV) Mütevelli Heyeti Başkanı Erhan Erken ile iş dünyasının beklentileri ve üniversitelerin mezunlarına verdiği katma değer üzerine kısa bir sohbet ettik.

 

Erhan Erken, yayıncılık-matbaacılık, ticaret, eğitim kurumları işletmeciliği gibi pek çok alanda faaliyet gösteren şirketler kurdu. 20 yıla yaklaşan bir süredir pek çok eğitim müessesesinde kurucu olarak yer aldı. Eğitimin alt yapısının gençlik olduğundan hareketle çocuklara ve gençlere yönelik birçok projeyi hayata geçirdi. Anaokulundan etüt merkezine; bilgi merkezinden öğretmen/eğitici kurslarına kadar eğitim ve öğretimle alakalı çok geniş bir alanda hizmetler sundu; eğitim-öğretim mahreçli onlarca makale kaleme aldı.  Bu süreçte çocukları/gençleri yetiştirecek ekipleri/kadroyu teşkil etti. Bir yanıyla işletmeci/girişimci bir yanıyla da eğitimci olan Erhan Erken aynı zamanda İTO Yönetim Kurulu Üyesi ve İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Mütevelli Heyeti Üyesi.

 

Türkiye’de gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bunca mezun insan arasında yetişmiş, iyi vasıflı birilerini bulmak gerçekten zor. Kritik yönetici kadroları için iş daha da vahim bir hal alıyor.

Her “eğitimli eleman”ın “nitelikli eleman” olmadığı ve ikisi arasında bir fark olduğu aşikâr. Bu farkın kapatılabilmesi için kim, neler yapabilir? Üniversiteler, MEB, Sivil Toplum Kuruluşları veya kişinin bizzat kendisi açısından soruyorum.

 

Bu konuda benim en önem verdiğim hususlardan bir tanesi çocukların tahsil hayatlarının en başından itibaren ciddi bir gözleme tabi tutularak kabiliyetlerine göre yönlendirilebilmeleridir. Bizde bu husus maalesef ihmal ediliyor. Nitelikli bir eleman, hayatının ilk dönemlerinden itibaren kaliteli eğitimcilerin elinde özelliklerine en uygun tarzda yönlendirilen ve yetiştirilen insandır. Eğitim sürecindeki bir ferdin hayatının hangi döneminde kendisine ne tür bir eğitimin verileceği dikkatlice analiz edilerek kararlaştırılmalıdır. Ülkemizde maalesef herkese aynı, tür standart bir eğitim verilmektedir.

Analitik düşünce çocuklarımıza yeterli ölçüde verilememektedir. Çocuklarımıza öğrenmeyi öğrenme, araştırma yapma, kendi kendine yeterli olma gibi hususlarda yeterince yardımcı olunamamaktadır.

Kendi sanayicilik tecrübem içinde gördüğüm nice ustalar veyahut kalfalar vardı ki bunlar hayatlarının daha erken dönemlerinde kabiliyetlerine ve özelliklerine göre ele alınıp yetiştirilebilselerdi çok mükemmel bir endüstri mühendisi, çok başarılı bir sistem analisti olabilirlerdi. Şu anda kimi normal bir usta olarak emekli oldu kimisi de en çok ustabaşı olarak hizmet edebildi. Bu değerler bizim ülkemizin değerleridir.

 

Mesela iş yerimize temizlik işleri için aldığımız bir elemanın uzun yıllar içinde izlediğimde mükemmel bir organizatör veya başarılı bir siyaset adamı olabileceğini görmüşümdür. Fakat bu eleman bugün sadece bir makinenin ustasıdır.

Bu konu en başta hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın ele alması gereken bir husustur. Bu gün yaklaşık 15 milyon çocuğumuz milli eğitim sistemi içinde eğitim görmektedir. Okuma yazma oranını %100’e çıkarmak, milli eğitimimizin uzun yıllar en önemli hedefi olmuş; çocukların ufkunu açmaya değil, onları ortak bir standart içinde yetiştirmeye daha büyük önem verilmiştir.

 

STK’lar, milli eğitim sistemine tavsiyelerde bulunmak, imkan ölçüsünde yönlendirmek, bazen de spesifik örnekleri ortaya koymak noktasında daha aktif olmalıdır.

Üniversitelerimiz de bilim merkezi olma konusunda daha duyarlı olmak mecburiyetindedir. Bugün, üniversitelerimizin en üst kurulu olan YÖK, üniversitelerimizin öğretim kalitesi olarak yükselmesinden ve oradaki gençlerimizin daha iyi yetişmelerinden çok, mevcut pozisyonları ve statüleri korumaya yönelik, -maalesef- dogmatik bir yaklaşım içerisindedir. İyi niyetin ve adaletin olmadığı ortamlardan verimli bir ürünün çıkmayacağı aşikârdır. Türkiye’miz de maalesef bu hatalı tutumların bedelini ödemektedir.

 

Tüm şartlara rağmen fertler, kendi çabalarıyla ve sistem içindeki -kısmen- verimli unsurların gayretleri ile belli bir düzeye gelebilmektedir. Eğitim-öğretim sistemlerinin iç dinamiklerinin çalışamadığı/iyi çalışmadığı yerlerde bireyler çok daha fazla gayret etmek mecburiyetindedir.

 

Bazı iş çevreleri tarafından, mezun olan gençlerin verimli birer eleman olarak çalışabilmesi ve tatmin edici bir ücretle iş bulabilmesi için en az 2-3 yıl tecrübe kazanmak amacıyla çalışması ve bu esnada ücret konusuna hiç önem vermemesi uygun bir yöntem olarak dile getiriliyor. Katılıyor musunuz? Bu konuda yeni mezun gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Gençler meslek hayatlarının ilk yıllarında maaş konusunu birinci öncelik olarak ele almamalıdır.  Uzun dönemde kendileri için en uygun iş dalı ve pozisyon, maaştan daha önemlidir. Maaş konusunda ise hakkaniyete uyan bir seviye tutturulması her iki taraf için tavsiye edilecek bir noktadır. İşveren açısından iyi bir genç, yatırım yapılacak bir değerdir. Bu değeri ucuza çalıştırmak, bir zaman için mümkün olur. Hakkaniyete uymayan maaş politikaları, üzerine yatırım yapılan elemanların yitirilmesine yol açar.

 

Gençler ise çalışma hayatlarının ilk yıllarını daha ziyade öğrenme amaçlı olarak düşünmeli; ileride almayı düşündükleri pozisyonlara uygun iş kollarında ve iş yerlerinde çalışma hayatlarına başlamaya gayret sarf etmelidirler.

 

Ben, işletme alanında ortanın biraz üzeride büyüklükteki işletmeleri yani orta seviyedeki KOBİ’leri gelişme açısından ilk dönemler için çok faydalı görmekteyim. Çünkü bu tip şirketler gençlere birçok departmanı aynı anda görebilme imkânını sağlayarak onları daha iyi geliştirebilir. İş hayatının biraz daha ileri devrelerinde kurumsal kültürü olan, daha büyük çaplı işletmelerde çalışmak da kariyer açısından önemli yararlar sağlayacaktır kanaatindeyim.

 

Üniversiteden mezun olan bir öğrencinin, sizin açınızdan “nitelikli eleman” olarak kabul edilebilmesi için hangi yollardan geçmesi gerekiyor?

 

Bir öğrencinin mezun olduktan sonra nitelik açısından eksik yönlerini tamamlamaya kalkışması ona ciddi ölçüde zaman kaybettirecektir. Aslolan öğrencilerin tahsil hayatları içinde hayata hazırlanabilmeleridir.

Öğrencinin, hangi sahada çalışmak istiyorsa onunla ilgili olarak gerekli donanımları almaya üniversite yıllarında (esasında bu süre çok daha öncelere kadar gidebilir) başlamış olması şarttır.

 

Mesela yabancı dil öğrenimi, bahsettiğimiz donanımların en önemlilerinden biridir. Hangi alanda olursa olsun, mezun olan gencimizin, en az bir yabancı dili, yapacağı çalışmalara yetecek tarda yazma, anlama ve konuşma olarak halletmiş olması ilk gerek şartlardandır.

Lisans düzeyinde, sadece aldığı derslerin kitaplarını okumuş olması belki yeterli not almak için kâfi gelebilir. Fakat alanında iyi olabilmek, daha detaylı okuma ve araştırmaları gerektirir.

 

Staj, sadece adet yerini bulsun diye yapılacak bir angarya değil; çalışma hayatını tanıma noktasında önemli bir araçtır. Bu konuda gerek staj veren işletmelerin gerekse de staja giden gençlerimizin daha dikkatli olmaları her açıdan faydalı olacaktır.

İyi bir ortalama ile mezun olabilmek de iş hayatında aranılan değerlerden biridir.

Öğrencilerin tahsil hayatları boyunca sadece derslerine çalışmaları onları nitelikli yapmaz. Derslerle birlikte öğrenciliğin sınırları dâhilinde sosyal faaliyetlere katılmak da ciddi bir pratik sağlar. Çünkü hayat sadece kitaplardan öğrenilemeyecek kadar girift bir şeydir.

Bu çalışmalar öğrencileri insani ilişkiler konusunda hazırlar, onlara pratik düşünme imkânı verir, bildiklerini uygulamak konusunda yardımcı olur. Kısaca derslere mani olmayacak oranda sosyal faaliyetler çok yararlıdır.

 

Ayrıca iş hayatına doğru yerde başlamak da gençler için daha sonraki hayatlarında fayda sağlayacak önemli bir noktadır. Bu hususta tecrübeli büyüklerin kariyer yönetimi konusunda tavsiyeleri altın değerinde öğütlerdir.

 

İş dünyası, nitelikli eleman ihtiyacını nasıl karşılıyor? Üniversiteden mezun olanların mezuniyet sonrası eğitiminde iş dünyasının daha fazla sorumluluk alması gerekmez mi? Mesela üniversiteler yahut MEB’le  işbirliği halinde, bir çözüm üretemezler mi?

 

Ülkemizde mesleki eğitim maalesef ciddi ölçüde baltalanmaktadır. İmam-hatiplerin üniversitelere devam etmesini engellemek isteyen azınlık bir kesimin ciddi propagandaları neticesi, ülkemizin orta öğretimi çok sağlıksız bir noktaya sürüklenmiştir.

 

İlköğretimin kesintisiz olarak sekiz yıla çıkarılması ve meslek okullarının üniversiteye girişte ham puanlarının düşük bir katsayı ile çarpılması, bir yönü ile çocuklarımızın yeterli düzeyde yönlendirilebilmelerine imkân tanımamakta, diğer bir yönüyle de üniversiteye gitme şansını kaybetmek istemeyen gençlerimiz meslek liselerini tercih edememektedir.

Meslek liseleri iş dünyasına ara eleman yetiştirmesi gereken bir eğitim birimi iken, bu fonksiyonlarını etkili bir tarzda yerine getirememektedir. Bu durum, olaya tarafgir ve ideolojik bir gözlükle bakan kişilerden dolayı, “sakin” bir şekilde müzakere edilememektedir.

 

Fakat son dönemde iş dünyası, nitelikli ara eleman konusuna daha fazla duyarlı hale gelmiş ve sistem üzerinde ciddi oranda baskı kurmuş bulunmaktadır. Her meslek gurubu yoğun bir şekilde kendi meslek lisesini açmaya çalışmakta ve oradan yetişecek gençlerin yüksek okullara gidebilmelerinin önünü açmak için sistemin aktörlerini zorlamaktadır. Bu hâl tahminimce zaman içinde daha da ivme kazanacaktır.

 

İlaveten, üniversite-sanayi işbirliği maalesef ülkemizde istenen düzeyde gerçekleşememiştir. Bununla birlikte hadiseye taraf olan tüm kesimler bunun önemini kavramaya başlamıştır. Üniversiteler, sanayi ve iş dünyası ile yoğun bir temas içinde olmalıdır. Her iki kesim birbirini geliştirebilmelidir. Ar-Ge konusunda çalışan insan sayısı ülkemizde çok düşüktür. Üniversiteler, Odalar, STK’lar, KOSGEB ve MEB bu konularda son dönemlerde artmakta olan ilgiyi daha da teşvik etmeli ve faydalı yönlere doğru kanalize edebilmelidir.

 

Tüm bunlar, nitelikli eleman yetişmesi konusunda zemini daha verimli hale getirecektir.

Ülkemizdeki oda ve borsalar uzun yıllar üniversite öğrencilerini ihtiyaç ve başarı burslarıyla destekledi. Şimdi bu kuruluşlar birkaç adım daha ileri giderek kendi üniversitelerini kurmaya başladı. İstanbul Ticaret Odası öncülüğünde İstanbul Ticaret Üniversitesi kuruldu. Bunu, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin TOBB Üniversitesi izledi.  Mütevelli Heyeti Üyesi bulunduğunuz İstanbul Ticaret Üniversitesi iş dünyasının beklentilerine yönelik olarak öğrencilerine diğer üniversitelerden ayrı olarak hangi katma değerleri sunuyor? Üniversitenizde pratik ve ticari hayatı kucaklayan ne tür eğitim programları uygulanıyor?

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi beşinci yılının içinde olan bir eğitim kurumu. İlk hedef olarak bir şehir üniversitesi hedefiyle öğrenime başlamış ve daha çok belli konulara dikkatini teksif etmeye çalışmış bir üniversite burası. İleriki yıllarda üniversitemiz değişen şartlara göre yeni hedeflere yönelme konusunda değerlendirme yapacaktır.

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi 350 bin tüccarın üye olduğu bir odanın desteğinde faaliyet gösteren bir üniversitedir. Bu üniversite, ticaret hayatının bizatihi içinde, o hayatın tüm sorunlarını bilen bir zeminde faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla sorunların özüne vâkıftır ve onlara yönelik akademik çözümler üretilmesi konusunda ciddi anlamda şansa sahiptir.

Aynı zamanda üniversitemizde eğitim gören gençlerimiz gerek staj imkânı gerekse de mezun olduktan sonra iş imkânları konusunda önemli bir avantaja sahiptir.

İstanbul Ticaret Üniversitesi bir yönüyle özel bir vakıf üniversitesi olmakla birlikte İTO’nun özelliğinden dolayı yarı kamusal bir statüye sahiptir. Bu hususiyet, üniversiteye özel sektör zihniyetiyle işleyen bir devlet üniversitesi özelliği vermektedir.

İstanbul Ticaret Üniversitesi arkasında yer alan büyük gücün desteğiyle eğitim alanında ihtiyacı olabilecek birçok şeye daha kolay ulaşabilmekte, gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde geniş bir iletişim ağına sahip bulunmaktadır.

 

Üniversitemizin kısa sürede ciddi bir büyüme göstermesi de sahip olduğu bu özelliklerinden dolayıdır. Bundan sonra da bu büyümeyi, eğitim kalitesini daha da arttırarak, uluslararası düzeyde tanınan bir üniversite haline gelme noktasına kadar taşımayı hedeflemekteyiz.Bu hususta İTO ve bağlı kuruluşlarıyla, Üniversitemiz arasında kurulacak anlamlı ve stratejik köprülerle, daha kapsamlı ve sinerji oluşturan çalışmalara imza atılacaktır.

İş piyasasında arz ve talebi oluşturmak amacıyla Sivil Toplum Kuruluşlarına büyük görevler düşüyor. Bu cümleden hareketle Başkanı bulunduğunuz Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda öğrencilerle iş dünyasını buluşturmak ve öğrencileri iş hayatına hazırlamakla ilgili ne tür faaliyetlerde bulunuyorsunuz?

Vakfımız beşeri sermayenin bir ahenk içerisinde ülke kalkınmasının itici gücü olmasını temin için gerekli yönlendirme ve koordinasyon hizmetlerini sürdürmektedir. Bu cümleden olarak geride kalan 9 yıllık hizmet yılımızda öğrenci ve yeni mezun kardeşlerimize yönelik olarak iş dünyasıyla tanışma toplantıları, iş dünyasına hazırlık seminerleri, işe ilk adım seminerleri, iş/sanayi sektörlerini tanıtma seminerleri, fabrika/işyeri/okul gezileri düzenledik ve geniş katılımlı staj organizasyonları tertip ettik. Malum olduğu üzere üniversitelerin İdari Bilimler Fakültelerinde staj ihtiyari. İsteyen staj yapıyor, isteyen öğrenci de yapmıyor. Hâl böyle olunca İİBF’de okuyan öğrenciler staj yeri bulmakta zorluk çekiyor. İmkânlar ölçüsünde öğrenciler için her yıl düzenli olarak staj imkânı temin etmeye çaba sarf ediyoruz.

 

Tüm bunları yaparken hadisenin talep yönünü de ihmal etmemeye gayret ediyoruz. İş camiası vakfımızdan Boğaziçi Üniversitesi mezunlarını istihdam talebinde bulunuyor. Mezun ve mensuplarımıza bu noktada da yardımcı oluyoruz. Mezun kardeşlerimizi iş dünyasıyla buluşturuyoruz. İş dünyasına böylelikle iyi eğitim almış, bir yabancı dili iyi konuşabilen Boğaziçi Üniversitesi mezunlarını yönlendiriyoruz.

 

(*)MÜLAKAT;İBRAHİM ETHEM GÖREN

MÜSİAD ÇERÇEVE ARALIK 2005

 

SANMA BU TEKERLEK KALIR TÜMSEKTE

Mehmed’im sevinin başlar yüksekte

Ölsek de sevinin eve dönsek de,

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir…

(…)  Necip Fazıl Kısakürek

Rahmetli Üstad’ın “Zindandan Mehmet’e Mektup” isimli şiirinden naklettiğim bu mısraları her okuyuşumda kendimi, taşlı, topraklı, tümsekli bir yolda ve koca tekerlekli bir arabanın içerisinde tasavvur ederim. Araba sanki Hakk ve hakikati temsil eden aydınlık bir menzile doğru yol almakta ve bu yolculuk sırasında yoldaki engeller arabanın gidişini sürekli engellemekte.

Araba her taşa, toprağa ve tümseğe takılışta şiddetle sallanıyor, bazen bu engel hatırı sayılır bir büyüklükte ise bir duraklama geçiriyor. Her duraklama, onu aşmak için arabanın biraz daha güç harcamasını ve yeni bir hamle yapmasını gerektiriyor..

Böylesi bir düşünce anaforu içerisinde insanın aklına şu sorular da  geliveriyor?

Bu taşlar, topraklar ve tümsekler acaba neyin nesi? Aydınlığa giden yolda işleri ne? Buraya rast gele mi gelmişler? Yoksa birileri onları bu yol üzerine ustaca dizmiş ve dizmeye de devam mı ediyor?

İçinde bulunduğumuz şartlar göz önüne alınıp dikkatlice bakıldığında, arabanın önündeki ve arkasındaki yolda var olan engellerin hep ustaca düzenlendiği fark edilebiliyor. Demek ki birilerinin işi nasıl ki aydınlığa doğru gitmeye çalışmak ise, diğerlerinin aksi yöndeki amacı da, bu taş ve toprakları yollara dizip imkanları nispetinde onlara engel olmak.

O zaman Hakk ve hakikate doğru yol almak isteyen insanlar için bir hususu önemle vurgulamak gerekiyor:

Aydınlığa doğru bir yola çıkılmış gidiliyorsa, o yolda kullanılan arabanın çok sağlam, çok dengeli ve yol şartlarına göre sürekli takviye edilen bir tarzda olması icap ediyor. Arabanın içindekilerin de (bugün ben/biz, yarın sonraki nesiller) engellerden ve geçici karanlıklardan etkilenmeden, morallerini bozmadan, gözlerini yolun sonundaki aydınlıktan ayırmamaları gerekiyor.

Bu arada, taş ve toprakları yollara dizenlere, suni tümsekler oluşturanlara da şu çağrının yapılması şart.. Aydınlığa giden yola engeller koymaya çalışırken, aydınlığı göremiyor ve ona nasıl ulaşılır diye kafa yormuyorsunuz. Oysa arabanın tekerleği dün nasıl takıldığı tümseklerde daimi olarak kalmadıysa bugün de, yarın da kalmayacaktır. Hakk ve hakikat yolunun tıkalı durması mümkün değildir. Elbet açılacaktır..

Son olarak şunu dile getirmekte fayda var. Arabanın sağlam olmasına, morallerin bozulmamasına dikkat ederken, yoldaki taş ve toprakların da bir yandan temizlenmeye çalışılması, yolun selameti için gerekli bir hizmet olacaktır.

Üstad’ı Rahmetle anıyor, tekerleklerin tümseklere daimi olarak takılı kalmayacağı  Hakk ve hakikat yolculuğunda, menzil-i maksuda selametle varmanızı diliyorum.

ERHAN ERKEN

MUSİAD BÜLTENİ Mart 1997

 

HAYATI PROGRAMLAMAK ÖNEMLİDİR

Çocuklarınızın özgürlüğü için, onlara, hayatlarını programlamada yardımcı olun.

Çocuklarımızın hayatlarının büyük bir kısmını televizyon, vcd, dvd ve bilgisayarların karşısında geçirdikleri bir dönemde yaşıyoruz. Anne ve babalar evlerde, eğitimciler okullarda, yazarlar ve şairler makale, kitap ve şiirlerinde bu canlı ve hareketli araçların adeta esaret altına aldıkları yavrularımızın ne derecede geniş çerçeveli bir etkinin altında olduklarını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor.

 

Yıllar geçtikçe bu araçlar acaba kitapların yerini almaya mı talipler?

Çocuklarımız internette chat veya Goggle’da araştırma yapmaktan, sakin bir köşede iki satır kitap okumaya veya duygularını ifade etmek amacıyla şiir yazmaya zaman bulamayacaklar  mı acaba?

 

Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüd-ü Anka kuşunun yerini ‘Pokemon’un kahramanları veya ‘Yüzüklerin Efendisi’nin alma ihtimali ne kadar kuvvetli?

 

Şu an için, bu anlama ve anlamlandırma ameliyesinin henüz tamamlanabildiği ve kolayca da tamamlanabileceği kanaatine varmamızı mümkün kılacak, doyurucu açıklamalara kavuştuğumuz söylenemez. (En azından bizim nazarımızda bu böyledir.)

 

Anlama ve anlamlandırma da tek başına yeterli değil tabii ki. Aynı zamanda sağlıklı mukayeseler, tutarlı fayda ve zarar analizleri yapabilmek gerekli. Tüm bunlardan sonra yararlı noktalar öne çıkarılarak, zararlı alanların engellenmesi çalışmalarının yapılması icap ediyor. Neyin veya nelerin yanında, neyin veya nelerin karşısında olunacak? Veya herhangi bir şeyin karşısında olmak illa gerekli mi, değil mi?

 

İlk izlenimlerimiz, saydığımız görsel iletişim araçlarının karşısına geçen çocukların -tabii büyükleri de bu halden ayrı tutmak pek mümkün değil- etken bir davranış tipinden çok edilgen bir tarza sürüklendikleri yönünde. Bilgisayar ve internet hadisesini, bu tesbitin kısmen dışında tutmak gerekiyor sanırım.

 

Tv ve videolar kanalıyla gelen mesajların, duyguların, uyanan fikirlerin kalıcı olmaktan ziyade çok hızlı olarak geçip giden ve tüketilen bir yapısı var. Fakat yine de çok hızlı geçip giden sahnelerde sürekli ve ısrarla tekrarlanan bir çok noktanın da kalıcı etkiler bıraktığı aşikâr. Bu özellikten dolayı özellikle sinema ve dizi filmlerinde uygulanmakta olan gizli reklâm konusu çok ciddi tartışmaları da beraberinde getirmiştir.

 

Bilgisayar konusunda da çocukları fazlaca bireyselleştirdiği ve onların çevreleriyle ve arkadaşlarıyla kuracakları sağlıklı ilişkileri kısmen etkilediği konusunda uzmanların önemli iddiaları/tesbitleri var.

 

Bu araçların diğer menfi bir etkisi de çocukların kendi başlarına yapacakları programları engelleyici bir özellik ve cazibe taşımaları. Programlar, oyunlar veya araştırılacak envai çeşit konu o kadar çok ki, çocukların bu araçların oluşturdukları gündemin dışına çıkarak daha özgür ve kendilerine uygun programlar yapabilmeleri çok zor hale geliyor.

 

Bu kaynaklar kanalıyla verilmek istenen mesajlar tamamen eğitsel bir çerçeve içinde tutulsa ve içerik olarak fayda temeli üzerine otursa, bazı psikolojik ve fıtrî mahzurlarına rağmen, bu kadar eleştiri almayabilir kanaatindeyiz. Fakat mesajların -genellikle kanalları ellerinde tutanların tamamen farklı bir varlık ve kimlik anlayışı içerisinde olmalarından dolayı- bahsettiğimiz felsefeye dayalı olarak oluşturulması ciddi bir tehlikeyi de beraberinde getirmekte. Verilmek istenen mesajların aynı zamanda kapitalist iktisat anlayışının devamını sağlamak gayretiyle, bu hedefe uygun tüketim kalıplarının kökleşmesine yönelik bir içeriğe sahip olması da diğer önemli bir nokta.

 

Çocuklarımızı -aynı zamanda büyüklerimizi ve kendimizi de- bu kaynaklara karşı özgürleştirebilmek önemli gibi görünüyor. Tabii bu araçların tamamen zararlı, tamamen kötü olduklarını iddia etmek de mümkün değil. Dikkatini çekmeye çalıştığımız nokta, kişisel programların tamamen veya kısmen devre dışı kalarak dışardan gelen etkilere bağlı bir hayat programının uygulanmasının, gerek çocuklar gerekse de büyükler için zararlı olduğudur…

 

Büyükler kendi programlarını yeni baştan gözden geçirebilmeli, çocuklarının günlük programlarını da yine onlarla birlikte, ama tamamen farklı bir çerçeve içinde yeniden ele alabilmelidir. Yaptığımız programlar içinde televizyonun, dijital videoların ve bilgisayarın kısmen, ama kontrollü bir tarzda yer almasının tamamen zararlı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.

Yılların akıp gitmesiyle her gün yeni mecraların ortaya çıkması, zamanla yeni problem alanlarının da gündeme gelmesini mümkün kılabilir. Bakalım zamanla daha neler göreceğiz?

 

Önceleri kilden parçalara, taşlara, ağaç yapraklarına, daha sonraları aherli kâğıtlara yazılmış, ilerleyen yüzyıllarla birlikte matbaada çoğaltılarak insanlara ulaştırılan hikâyeler, romanlar, şiirler, hikmetli sözler, kıssalar, kutsal metinler ve bu geleneğin devamı olan günümüzdeki çalışmalarla, yukarıda zikri geçen araçların aralarındaki ilişki ve etkileşimin zamanla nasıl bir noktaya ulaşacağı herkesin merakını uyandırıyor… Bunlar, birbirlerinin yerine mi geçecekler,  karşı karşıya mı duracaklar veya aralarından bazısı form ve mahiyet mi değiştirecek?

 

Yoksa bu kadar soru sormaya gerek olmayacak bir tarzda hepsi, birbirlerini güzel bir tarzda tamamlıyor, çocukların ve büyüklerin fıtratlarına çok uygun gelişmeler oluyor da biz mi anlamıyor ve algılayamıyoruz?

 

Bütün bu zikrettiklerimizden daha önemlisi de tüm bu mecraların en önemli konusu olan insanoğlunun bu kaynaklarla ilişkisi nasıl bir boyut kazanacak?

 

Tüm bu mülahazalara rağmen son söz olarak şunu tavsiye edebilirim ki, siz siz olun kendiniz için en iyi kişisel gelişme programını yapmaya çalışın. Uzmanlara danışın, kitaplar okuyun, fakat kendi programınızı kendiniz yapın…

 

Geleceğimizin teminatı olan yavrularımızın programlarının da en az kendi kişisel gelişim programlarınız kadar hatta çoğu zaman onlardan da önemli olduğunu hiç unutmayın ve çocuklarınızın özgürleşebilmelerine yardımcı olun.

ERHAN ERKEN

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ

 

VİYANA’DA DESTAN YAZIYORLAR!


Türkiye’de yüksek öğrenim görme şansı bulamayıp da Viyana’ya giden öğrenciler, zahmetin nasıl rahmete döndüğünün bir örneği.

 

Viyana bizim tarihimizde çok önemli bir şehirdir. Tarihî kaynaklardan öğrendiğimize göre, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu 1673 tarihinde Viyana’yı kuşatmış ve zafere çok yakın bir noktaya kadar gelmişken toplanan Haçlı ordusunun yardıma gelmesi ile iki ateş arasında kalmış ve büyük bir bozgun yaşanmıştı. Bu tarihten sonra Osmanlı, Avrupa karşısında psikolojik bir gerileme dönemine girmişti. Viyana bozgunu sonrası geri çekilme sırasında çok sayıda ganimet bırakılmış ve onbinlerce insanımız Avrupa topraklarında esir olarak kalmıştı.

Avusturya ve Viyana tarihinde de Osmanlı kuşatması ve geri çekilmesi çok önemli izler bırakmış. Bugün Viyana’nın birçok noktasında bu savaşın izleri açık olarak görülmekte, Viyana ve Avusturya halkı için bu olay adeta bir milat gibi değerlendirilmekte. Tarihimizde bu denli önemli bir yer tutan Viyana’da bugün yaklaşık 80000 civarında Türk vatandaşı yaşıyor. Bunların bin civarı da yaklaşık 10 yıllık bir süreçte buraya okumak için giden gençlerimiz.

Dedelerimizin hüzünle terk ettikleri topraklarda okuyorlar

Bilindiği üzere 28 Şubat sürecinden sonra üniversite seçme sınavlarında uygulamaya başlanan katsayı hesaplaması dolayısıyla, özellikle imam hatip lisesi mezunları hak ettikleri fakülteleri kazanamaz bir duruma düştüler. Ayrıca hukukî alt yapısı olmayan başörtüsü yasağı dolayısıyla genç kızlarımızın bir bölümü de üniversitelere tesettürlü olarak devam edemez oldular.

Önce bu gençlerimiz için vakıf üniversitelerinde okuyabilme imkânları araştırıldı. Bu noktada da dolaylı engellemeler ortaya çıkınca bir grup hayırsever insanın girişimiyle arzu eden başarılı gençlerin Viyana’da okuyabilmeleri imkânı ortaya çıktı. 2000’li yılların başlarında ilk öğrenci grubu Viyana’ya gitti. Ülkelerinde aslında hak ettikleri fakültelere giremeyen bu gençler, dedelerimizin hüzünle terk ettiği Viyana topraklarında üniversiteye kabul edildiler.

On yıl içinde 1200 civarında gencimiz bu ülkede üniversite eğitimi gördüler ve halen görmeye devam ediyorlar. Mezun olanlar, yüksek lisans ve doktorasını yapanlar, okullarını bitirip iş ve akademi dünyası içinde çalışmakta olanlar, evlenip yuva kuranlarla birlikte orayı yurt edindiler, hayatın içinde önemli bir yer tuttular.

Oradaki çocukları her şeyleri ile ilgileniyorlar

Viyana’daki bu on yıllık serüvenin odak noktasında WONDER adlı bir dernek var. Başkanlığını Yusuf Kara’nın üstlendiği bu dernekte Yusuf Bey ve hanımı Nadire Kara, genç kardeşleriyle birlikte onların her meselesi ile ilgileniyorlar. Kendi çocuklarıyla beraber bu 1200 gence de adeta analık, babalık, ağabeylik ve ablalık yapıyorlar. Organizasyonlara nezaret ediyorlar, Türkiye ile Avusturya arasında adeta mekik dokuyorlar. Gençlerin, yemeleri, içmeleri, barınmaları, okullara yerleşmeleri, ilerleyen yıllarda evlenmeleri, coşkuları, sevinçleri, üzüntüleri, hayal kırıklıkları, sevdaları ve sair her şeyleri ile meşgul oluyorlar.

Kızlar ve erkeler için yurtlar ve öğrenci evlerinden müteşekkil bu geniş aile, WONDER dışında 12 adet ayrı dernek kurmuş. Dernekler tamamen fonksiyon bazında organize olmuşlar. Doktorların, mühendislerin, sosyal bilimcilerin hepsi kendi alanlarında faaliyet gösteriyorlar. Ayrıca Avusturya’da yaşayan Türklerin çocuklarına hizmet veren imam hatip türü bir okul da kurmuşlar, “Kubbe 6” adlı bir yuva bile işletiyorlar. Dergiler, internet üzerinden yaygın bir yayın çalışması, sergiler, toplantılar, sadece Avusturya içinde değil, bütün dünyaya yayılmış gezi faaliyetleri…

Gidip de görünce…

Viyana’da müthiş bir aktivite var. Yıllardır İbrahim Solmaz dostumuzdan duyduğum ve nerdeyse bütün safhalarını uzaktan takip ettiğim bu çalışmanın bu kadar canlı, üretken ve geniş boyutlu bir noktada olduğunu kavrayamamış olmaktan dolayı derin bir üzüntü duyduğumu itiraf etmeliyim. Şuna kuvvetle inandım ki insanın daha iyi kavrayabilmesi için bazı şeyleri bizatihi kendi gözleri ile görmesi gerekiyormuş.

Eylül ayının son haftasında, İstanbul Ticaret Odası heyeti ile birlikte Viyana Ticaret Odası ve çevresindeki eğitim kurumlarını tanımayı amaçlayan bir seyahat vesilesiyle Viyana’ya gittik. Bu iki günlük seyahat sırasında WONDER’e de uğramak ve buradaki gençler ile beraber olmak imkânını bulduk.

İTO heyetinin yanı sıra T.C. Viyana Büyükelçisi de bizlerle beraber oldu. Okulların henüz açılmamış olması dolayısıyla öğrencilerin hepsi Viyana’ya dönmemişti. Ancak bir bölümü akşam yemeğinde bizlerle birlikte idi.

Gurbet elde yabancı dil bilmeden

Haksız uygulamalardan dolayı vatanlarından uzakta tahsil hayatlarına devam etmek zorunda olan bu gençlerin hali bir yandan yüreğimizi derinden yaralarken, diğer yandan da azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını gösterdikleri bu anlamlı tablodan dolayı da gözümüzde ve gönlümüzde adeta bir efsane gibi büyüdüler.

Düşünebiliyor musunuz, henüz liseyi yeni bitirmiş gençler, Anadolu’nun dört bir yanından çıkıp gurbet diyarlarına gidiyorlar. Birçoğunun yabancı dili hiç yok. Birçoğu o zamana kadar büyük şehir bile görmemişken Viyana’ya gidip orada yüksek tahsil yapıyorlar. Bu gençler ve aileleri hakikaten önemli bir cesaret örneği gösteriyorlar. Gençlerin % 40 kadarı hanım kızımız, % 60 kadarı da erkek yavrularımız…

Yusuf Bey, hanımı ve onların çevresindeki isimsiz kahramanlar da bu ana kuzularının evlerini, yurtlarını ayarlıyorlar, masraflarını kendi kazançlarından ayırdıkları paralarla sağlamaya çalışıyorlar, hiç tanımadıkları bu mağdur memleket evlatlarının yetişmesi için uğraşıyorlar.

Peki niye?

Bir grup müstemleke aydınının sinsice hazırladıkları katsayı engeli ve hukuksuz başörtüsü yasağı ile tahsil hayatlarının önüne duvar örülmeye çalışılan bu gençlerin yetişmeleri ve ülkeye faydalı olabilmeleri için. Birileri ülkenin gençlerinin gelişmesi için ayırımcılık yapıp yolları tıkıyor, diğerleri bin bir fedakârlıkla tıkanan yolları açmaya çalışıyor ve bu arada gereksiz bedeller ödüyorlar.

Tabii gereksiz derken Yüce Allah’ın kader adlı büyük programında gereksiz diye bir şeyin olmadığını da hesaba katmak gerekiyor. Belki biz aciz kullar için gereksiz gibi görünen bazı şeylerin içinde hesaplanamayacak hikmetler saklı olduğunu da bu vesile ile bir defa daha görmek imkânı hâsıl oluyor.

Çekilen bunca zahmet karşısında hiç hesaplanamayan büyük rahmetler doğuyor. 1200 gencimiz uluslararası standartlarda eğitim görüyorlar, birkaç yabancı dil öğreniyorlar, dünyaya açılıyorlar, gurbet diyarındaki vatandaşlarımızın çocuklarının eğitilmesi için gönüllü kurumlar oluşturuyorlar, Avrupa üniversitelerinde hocalık yapıyorlar ve daha niceleri…

Viyana seyahatimizde gerçekleştirdiğimiz bir WONDER ziyaretinin bizde uyandırdığı duygu ve düşünceleri ifade edebilme sadedinde kaleme aldığım bu yazıyı bitirirken, bir noktayı daha zikretmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Seyahat sırasında bizimle olan T.C. Viyana Büyükelçimizin sergilediği tavırlar ve yaptığı konuşmalar tüm heyet açısından büyük bir moral kaynağı oldu. Büyükelçimiz, gurbet diyarında öğrencilerimiz için müşfik bir baba, geniş ufuklu bir aile büyüğü üslubunda kuşatıcı ve yüreklendirici konuşmalar yaptı. Türkiye’de bir kesim tarafından vebalı muamelesine maruz kalmış bu gençlerimize yabancı ülkede sahip çıkacak devlet büyüklerinin olduğunu görmek ülkemizin geleceği açısından hepimizi mutlu etti.

WONDER örneği, zahmetle başlayan bir serüvenin rahmete dönüşmesini gösteren önemli bir başarı hikâyesi. Allah bu hikâyede yer alan tüm gençlerimizin bahtlarını açık etsin. Onlara yardım eden insanlarımıza iki cihanda sıkıntı göstermesin. Bu hikâyenin oluşmasına sebep olan müstemleke aydınlarımıza da hakikatları en kısa zamanda görebilecek basiret nasip etsin.

Amin.

ERHAN ERKEN

05 Ekim 2010 Salı

 

 

ALİYA İZZETBEGOVİÇİ ANARKEN VE ARARKEN

Yahya Kemal’in bir sözü beni çok etkiler.

Büyükelçi iken bir gün ona sorarlar. Sizin ülkenizin nüfusu ne kadar?

O zamanlar Türkiye’nin nüfusu en fazla 20 milyon civarında.

Üstad cevap verir; 80 milyon.

Muhatapları şaşırır; Amma yaptın, peki nerede bu insanlar?

Cevap çok manidardır. Biz sadece yer üstündekileri değil toprak altındakileri de sayarız da ondan.

Bizim medeniyetimizde mezarlıkların ayrı bir yeri vardır.

Eski kabristanlar hep şehrin içindedir. Bazen mahallenin hemen ortasında, bazen sokağın kenarındaki mescidin bahçesinde…..

Hayat ve memat iç içedir.

Ölüler mezarlıklar kanalıyla dirilere sürekli vaaz verirler.

Bu duyguları bir kaç  sene evvel Saraybosna’ya gittiğimde de hissetmiştim.

Eski çarşıdan çıkıp tatlı bir yokuştan tırmanınca önümüze çıkan şehitlik aynı duyguların içimde uyanmasına sebep olmuştu.

İnce bir kalem gibi bembeyaz uzanan mezar taşları. Altlarında yatan gencecik çocuklar, yaşlılar, hanımlar, erkekler.

Hepsi Bosna’daki hain saldırılarda şehit düşmüş kardeşlerimiz.

Fakat onların mezar taşlarından etrafa yayılan vakarlı duruş, papatya tarlası gibi görüntü, toprak altındakilerin durumunun belki toprak üstündekilerden çok daha güzel olduğunu insanlara anlatıyordu.

Bu bembeyaz ve incecik mezar taşları arasından biraz daha yukarı çıkıldığında görülen daha büyükçe kabristanda ise bambaşka bir heybet vardı.

Belki madden çok büyük, çok süslü değildi.

Dünyanın bir çok ülkesindeki Devlet başkanlarının kabirleri gibi ihtişamlı, sanat eseri hüviyetinde de değildi.

Fakat bu kabirde başka bir ihtişam vardı.

Başında bekleyen asker hiç  hareketsiz duruyordu. Sadece eli kalbinin üstünde, sen bizim içimizde, yüreğimizdesin diyor gibiydi.

 

Başında Fatiha okurken bu güzel insanın sadece ülkesi için değil, ülkesinden de öte İslam alemi için kutlu bir direnişin nasıl olacağını, nasıl olması  gerektiğini anlatan bir yanı olduğunu hissetmiştim.

Kabri kendi gibi sade ve kibardı.

Fakat bu sadeliğin altında yine kendisinde olduğu gibi bir derinlik, bir bilgelik vardı.

O kabir mi öyleydi yoksa ben mi zihnimdeki, muhayyilemdeki Aliya’yı öyle görmek istiyordum bilinmez. Ama bu kabir bende o gün bu duyguları uyandırmıştı. Rahmetli Aliya’nın ölüm yıldönümünde bugün de aynı hisleri duyuyorsam demek ki mekanlar ve duygular arasında çok ince ve izah edilmesi imkansız bağlantılar mevcut.

Rahmetli Aliya İzzetbegoviç, halkıyla özdeşleşen, Medeni(!) batılıların gözleri önünde katledilen kardeşlerine moral aşılayan, stratejik düşünce ve iç derinliği aynı anda kendi varlığında birleştirebilen bir insandı, bir liderdi.

Zulme boyun eğmedi, kendisine zulum yapanlara bile merhametli davranılmasını telkin etti.

İslam dünyasının Batı’daki en uç noktasının kaybedilmesinin tüm İslam Dünyası için büyük bir tehlike olduğunun farkındaydı. İslam Dünyasını da bu düşünce etrafında derleyip toplamaya, uyanamayanları uyandırmaya çalıştı.

Allah’ın izniyle başardı  da.

Vazifesini yapmak için gayret sarf eden ve muvaffak olan bir lider olarak ruhunu teslim etti ve inşallah kendi imtihanını başarıyla verdi.

Aliya’nın bu serüvenindeki samimiyet, eminim ki onun bu sade kabrinin her yanına sinmişti.

Oraya ziyarete giden herkes de yine eminim ki bu sadeliği, bu samimiyeti, bu azmi, ama  aynı zamanda da manevi ihtişamı hissediyor.

Allah Rahmet eylesin

Nur içinde yatsın….

ERHAN ERKEN

2009 DÜNYA BİZİM

LONDRA’DA GENÇLERLE!

Gurbet yerde, hele de bu gurbet yabancı bir ülkenin şehri ise insanın kendi vatandaşları ve dindaşları arasında bulunması bambaşka güzellikte bir duygu.

Geçen hafta İngiltere’ye kısa bir seyahat gerçekleştirdim. Londra ve Oxford arasında geçen üç günün en hoş birkaç saati de Londra’daki Türkyar’da geçen saatlerdi.

24 saatlik bir çay hasretinden sonra Türkyar’da Salih’in hazırladığı tavşankanı çay, ancak tiryakilerin hissedebileceği bir mutluluğu yaşattı bana. Elimde koca bir bardak çay ve etrafımdaki gencecik ilim taliplilerinin çevreye yaydığı pozitif havanın ortasında keyifle etrafıma bakınıyordum. Konuşmayı seven bir insan olmama rağmen o gece etrafımdakilerin konuşmalarını dinlemek bana müthiş bir zevk verdi.

 

Uzun dönemli hedefler

Salih, London School Of Economics’de yüksek lisans yapmak için orada. Lisans sırasında iki fakülte bitirmiş ve LSE’den burs alarak okuyor Ali, Oxford’da da tarih doktorası yapıyor. Cihat, sinema alanında doktora çalışmalarından bahsediyor, Ahmet, dil öğrenmek ve sonrasında yüksek lisans için Londra’ya gelmiş. Mehmet Orta Anadolu’da İlahiyatı bitirdikten sonra yüksek lisans yapma niyetiyle gelmiş ve dil kursuna yazılmış… İskender edebiyat ve dil alanında başladığı doktorasının detaylarını anlatıyor. Abdulhamit içlerinde en büyükleri. Doktora sonrası yapmakta olduğu çalışmalarının son günlerinde.

Birbirlerini Türkiye’den de tanıyan bu gençler, aralarında kendi çalışma alanlarıyla ilgili hummalı bir sohbetin içindeler. Uzun dönemli hedefleri var. Yapmakta oldukları çalışmalarının sonrası ile ilgili fikir alış verişleri çok üst düzeyde.

Ben ise sadece dinliyorum… Onlara göre yaşı bir hayli ilerlemiş bir ağabeyleri (belki de amcaları) olarak mevzuya karışıp bu tatlı sohbeti bozmaktan adeta korkuyorum. Bizim yaş dönemi için geçmiş günlerde yapmış olduğumuz çalışmalar daha önemli. Fakat onlar istikbale odaklanmışlar.

 

Yararlı cümleler

Şu kütüphaneye gittin mi? Falanca makaleyi görmüş müydün? Doktora sonrası bu alanda bayağı boşluk var onu düşünsen faydalı olur… tarzı cümleler bu gençlerin ileride inşallah çok yararlı konumlara varacakları ile ilgili insanda kuvvetli bir his uyandırıyor…

Evet evet, Türkiye’yi hakikaten güzel günler bekliyor.

 

Dünya üzerine yayılmış güzel gençler!

Bir ara şunu düşünüyorum. Türkyar’da devam etmekte olan bu sohbetin bir benzeri ABD’nin herhangi bir eyaletinde veya Avusturya’nın bir şehrinde veya Almanya’nın bir üniversitesinin yurdunda, benzer bir tarzda fakat farklı gençler arasında da cereyan ediyor. Bu gençler bu yerlerde keyif çatmak, eğlenmek, günlerini gün etmek için değil, memleketlerine ve ait oldukları medeniyete faydalı birer insan olmak için bulunuyorlar. Saygı duyulacak güzel bir iş yapıyorlar… Yaşıtları bambaşka ortamlarda, dünyevi zevklerin doruklara çıktığı mekânlarda adeta kendilerinden geçmiş bir şekilde tepinirlerken bunlar oturmuşlar, ciddi konularda müzakere ediyorlar.

Birbirinizle bağlantıyı koparmamak önemli!

Bir ara dayanamayıp lafa karışıyorum.

Diyorum ki; Aman aranızdaki bu münasebeti devam ettirin, hep canlı tutun. Allah ömür verirse 15-20 sene sonra sizler bu ülkenin önemli yerlerinde bulunacaksınız. Sağ olana hayat çok hızlı geçiyor. Heybelerinizi iyi doldurursanız ve tabii ki birlik ve beraberliğinizi muhafaza ederseniz istikbalde ülkenin ve insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesinde ciddi katkınız olacaktır. Tek tek çok önemli olabilirsiniz fakat birbirlerinizle bağlantılı olarak yapacağınız çalışmalar tıpkı uyumlu bir orkestradan çıkan sesin ve müziğin dinleyenlerde uyandırdığı etkiyi uyandıracaktır.

Bireysel olarak belli bir kaliteyi yakalamış fakat aynı zamanada ahenkli bir topluluk, umulmadık hizmetlere vesile olabilir.

Onlara kendi neslimizde ve bizden önceki nesillerde bu tarz birlikteliklerin gerçekleştirdikleri çalışmalardan kısaca bahsediyorum. Bu arada vurguladığım diğer bir nokta da şu: Bu genç nesil yani sizler, dünyaya daha açıksınız. Sadece ülkenizi değil insanlığa da hizmet edebilmek için imkânlarınız daha geniş…

Aman hedeflerinizi kaybetmeyin…

Aman dikkatinizi dağıtmayın ve birbirinizin kıymetini bilin…

Sohbet, gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyor. Bu arada yeni gelenler oluyor, bazılarının uykusu gelip ayrılıyor. Fakat ben çay keyfi ile başlayan ve muhabbetin derinliği ile devam eden bu geceden inanılmaz bir zevk alıyorum.

Türkyar, 1970’lerin sonlarından itibaren Londra’da bu tarz birçok sohbete ev sahipliği yapmıştır muhakkak. O sohbetleri yapan nice genç bugün insanlığa hizmet yolunda bambaşka noktalarda bulunuyorlar. O gece orada bulunan gençler de inşallah yarının dünyasında önemli roller oynayacaklar.

Londra’daki, İstanbul’daki, New York’daki, Viyana’daki ve dünyanın farklı köşelerindeki tüm ilim gönüllüsü gençlere selam olsun.

Allah onların ayaklarını  istikamet çizgisinden ayırmasın.

Hayırlı emellerine kavuştursun.

Amin…

 

ERHAN ERKEN

26 Ekim 2009 Pazartesi  DÜNYA BİZİM

 

 

 

 

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR: İSTANBUL


İstanbul, tarih boyunca İmparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir.

Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika)  geçiş noktasındaki bu şehir , bir yandan Grek Ortodoks – Bizantik özellikleri (sur içi ), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir.

Osmanlılar, Devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü, gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başlamıştır. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin bir çok meselesinde tıkanıklıklar oluşturmuştur. Halkın önem verdiği meselelerin bir çoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri bir çok proje de halk tarafından benimsenmemiştir.

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.

Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz bir yol ayrımındadır ve yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir:

İstanbul, bugün, Medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam –Türk medeniyetinin sembol şehirlerinden biri midir?

Modernizmin ve materyalizmin yoğun etkisi altında bir düşüncenin ürünü olarak düşünüldüğü zaman, sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır?

Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarıyla bakarsak, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehir midir?

Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını mıdır?

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği midir?

 

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde,  yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır.

İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir.

Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır.

Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç, gerekse de dış mekanların ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekanlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin ortaya çıkması mümkün hale gelebilir.

Sembol şehirler,  ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak,  bir çok eserin içinde ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar.

İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi, bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz.

Organize Sanayi Bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekanlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığım noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler.

Ancak o zaman her şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz

Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle düzenli, fakat, içerik açısından  köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan ve çalışan insanlarımızın oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir.

 

 

.

 

 

BANA KÜTÜPHANENİ GÖSTER SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

“Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”


Türk milletinin genel anlamıyla yazılı değil sözlü kültürü daha fazla benimsediği yaygın bir tespittir. Sözlü kültürü tercih ediyor oluşumuz, göçebe bir gelenekten gelmemizden ve bu geleneğin genlerimize kısmen işlemiş bulunmasından dolayı olabilir. Kâh yürüyerek, kâh at sırtında diyardan diyara göçen, Orta Asya’dan kopup gelerek önce Anadolu daha sonra Balkanlar derken, Afrika ve Avrupa içlerine kadar uzanan bir coğrafyada yerleşen atalarımız, muhtemeldir ki, oturup bir şeyler üzerinde yoğunlaşmadan çok, birbirleriyle ve diğer insanlarla daha çok hareket halinde iletişim kurmuştur. Gerçi son bin yıllık süreçte, biraz daha medeni yani şehirli bir kültür hâkim olmaya başlamış, bu kültürün hâkim olmasıyla birlikte sözlü kültürün yanında yazılı kültür de bir hayli gelişmiştir.

Sözlü kültürü sadece Türk Milletinin bir özelliği olarak ortaya koymak çok isabetli bir tespit olmayabilir. Tarihten öğrendiğimize göre diğer doğu halklarında, mesela özellikle Araplarda da bu gelenek yaygındı. Panayırlarda karşılıklı şiir okuyan şairler, kassas denen kıssa anlatıcılar, onların kültür aktarımında da önemli bir yer tutmaktaydı.

Özetle ifade etmek gerekirse, sohbet, muhabbet ve hareket, insanımıza genel anlamıyla düşünmek, tefekkür etmek, yazılı vesikalar ve kitaplar üzerinde yoğunlaşmaktan daha cazip gelmektedir.

Sohbetin, muhabbetin ve hayır yolunda hareket halinde olmanın yanlış bir şey olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu faaliyetlerde ana unsur olan bilmek, ilim sahibi olmak konusunun da önemine dikkat çekmenin yararlı olduğuna inanmaktayız.

Bilgi (ilim) sahibi olmak için en önemli eylemlerden bir tanesinin de okumak olduğu muhakkaktır. İnsanoğlu peygamberler gibi vahiy yoluyla bilgiye ulaşamadıkları için veya Allah’ın bahşettiği ilham yoluyla bilgi sahibi olmak az sayıda seçilmiş insana nasip olduğu için, normal insanların faydalı bilgiye ulaşma yolunda başvurdukları en önemli araçlardan birisi okumaktır.

Bilgi sahibi olmanın da hayatı daha anlamlı bir hale getirebilmek için en önemli yollardan birisi olduğunu belirtmemiz de faydalı olacaktır. Bilgi sahibi olmanın yanında, daha iyi düşünmek, daha iyi konuşabilmek, daha iyi yazabilmek, fikrini daha iyi anlatabilmek için de okumak çok önemlidir.

Peki, insanoğlu ne okumalıdır?

Evvela okunması gereken en mühim kitaptan bahsetmekte yarar var: O da Kur’an –ı Kerim.

Yaratıcının bizden istedikleri, yaşadığımız dünya, hayatın hakikatı, öldükten sonra bizi bekleyen öteki âlem; tüm bunlar Allah tarafından vahyedilmiş bilgilerin yazılı olduğu Kur’an-ı Kerim’de yer alıyor.

Daha sonra Kur’an perspektifinde hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yarayan her ne varsa sırasıyla onların okunması çok önemli; Peygamber (as)’in sözleri ve fiilerini bizlere anlatan hadis kitapları, tefsirler, siyerler, fıkıh kitapları ve sair.

Tabii bu arada tarihin, coğrafyanın, mantığın, mikro ve makro kosmosun daha iyi anlaşılmasını sağlayacak eserlerin, içinde yaşanılan asrın ve çevrenin etkilendiği düşünce akımlarının, adetlerin arka planlarının ve temel kaynaklarının okuma ve bilgilenme faaliyetinde ihmal edilmemesi gerekir.

Bu konu daha detaylı bir yazıda ele alınmayı hak edecek kadar derin olduğundan, daha ileriye gidip uzatmamak için, bir yayınevinin çok beğendiğim şu sloganını naklederek meramımı anlatmak isterim: “Tüm kitaplar ancak tek bir kitabın daha iyi anlaşılması için okunmalıdır.”

Okumanın üzerinde bu kadar çok durduktan sonra okumak fiilinin başka yönleri ile ilgili de birkaç söz söylemek yararlı olacak.

Asıl olan sadece çok okumak değil, kaliteli okumaktır; Yani okuduğunu hazmetmeye çalışan, anlamak için gayret eden, anlamakla birlikte okuduklarından gerek düşünce planında, gerek ruh yapısını geliştirmede, gerekse de fiillerinin güzelleşmesinde yararlanan insanlardan olmak gerekir. Ancak o zaman okumak fiili faydalı bir hal alır.

Okuduğu kitapların içinde yazan bilgilerin ve yorumların üzerinde düşünmeyen, onlardan istifade edemeyen insanlar, kitap taşıyan fakat ne taşıdığından haberi olmayan hamallardan farklı değillerdir.

Okumayı sevmek bir anlamda kitabı da sevmektir. Kitap sevgisi insana küçüklükten kazandırılırsa sonrasında okumayı sevmeye de vesile olabilir. Bilgi (ilim), bilginin nakledildiği en önemli geleneksel araç kitap, insanoğlunun hakikatle en kayda değer bağlantılarından birisidir. Bu bağlantı ne kadar sağlam olursa insan dünyada daha huzurlu bir hayata ulaşır.

Son dönemlerde bilginin ulaşımında kitabın yanı sıra dijital ve görsel araçlar da ciddi bir işlev görse de kitap ve yazılı araçlar hala önemini koruyorlar. Fakat yılların geçmesiyle beraber bu önem diğeri lehine değişeceğe benziyor.

Bizlerin yetişme çağlarında kitaba çok daha fazla önem verilmekteydi. Lise yıllarında düzenli gitmeye çalıştığım bir kitapçı dükkânı aynı zamanda birçok önemli kişinin sohbetlerinden de istifade ettiğim bir mekândı. Yani; kitap, kitapçı, ilmi sohbet beraberce anılabilecek değerlerdi. Hafta sonları hem yeni yayınları görüp alabilmek, hem de o kitapları okumuş ve içindekilerle ilgili fikir alışverişinde bulunan kişilerin sohbetlerine iştirak etmek için, bu formattaki kitapçı dükkânlarına gitmek, benim açımdan önemli bilgi edinme vasıtalarından birisiydi.

Bana öğüt veren o dönemki bilge kişilerin üzerinde durdukları önemli noktalardan biri; babamdan aldığım harçlığın bir miktarını kitap almaya harcamam ve kendime has bir kütüphane kurmam üzerineydi. Ben de, bu öğütlere uyarak, imkân buldukça kitapçılara gidiyor, önem verdiğim kişilerin tavsiye ettikleri kitapları alıyor, dikkatlice okuyor, özetler çıkarıyor, kendi imkânım ölçüsünde kütüphanemi geliştirmek için gayret sarfediyor; aynı zamanda da elde ettiğim birikimle okuldaki fikri tartışmalarda yer almaya çalışıyordum.

Bizim dönemimizde ülkemizin içinde bulunduğu tartışma ortamı bazen çok yıpratıcı özellikler taşısa da, bir yönüyle de bilgi edinmeyi mecburi kılacak bir dış dürtü olarak hepimizi adeta motive ediyordu.

Bilgi(ilim) sahibi olmanız önemliydi, bildiğiniz şeyleri içselleştirmeniz önemliydi, hem şüphe duymayacak kadar iyi bilecek hem de tamamen zıt fikirli insanlara bunları sağlam delillerle anlatarak onları ikna etmeye çalışacaktınız. Fikir mücadelesi yapılan ortam tam bir er meydanıydı. Bu er meydanında karşınızdakini ikna ederken, kendi bildiklerinizi de test ediyordunuz.

Bizim gençlik dönemlerimizde karşı karşıya kaldığımız bu tür meydan okuyuşlar, her dönemde farklı tarzlarda insanların karşısına çıkmaktadır. Hakkı ve hakikati arayan, sahip oldukları hak düşünceyi başka insanlara da anlatmaktan zevk alan ve bunu üzerine vazife bilen insanlar bilgiye sahip olmak için gayret göstermek zorundadırlar. Eskilerin dediği gibi zahmetsiz Rahmet olmuyor…

Bu yolda da alışkanlıklar çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren kazanılmaktadır. Dolayısıyla çocukluğun ve gençliğin bu anlamda önemi çok büyüktür.

Bana gençlik yıllarımda büyüklerimin söylediği sözlerin, bugün de büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünüyorum. Bilginin nakledildiği araçlarda bazı değişiklikler yaşansa da aslolan bir gencin elindeki değerlerin bir kısmını bilgiye ulaşmak için harcayabilme alışkanlığını edinebilmesidir. Çünkü bilgi (veya ilim) insanın sahip olması gereken en değerli hazinelerden birisidir. Bu bilginin lazım olduğu zaman kullanılabilmesi için bir yerlerde depolanması, tasnif edilmesi ve kullanılabilir bir halde muhafaza edilmesi gerekir. Tarihi süreçte kütüphaneler bu amaca yönelik olarak kurulmuşlar ve bilgiyi nesillerden nesillere taşımışlardır. Bugün değişen teknolojik şartlarda bilgi farklı metotlarla saklanmakta, tasnif edilmekte ve istifadeye sunulmaktadır. Nesiller birbirlerine bilginin önemini anlatırken kendi bildikleri metotları söyleyecekler, yeni yetişenler de o söylenenleri kendi zamanlarının şartlarına göre anlamaya çalışacaklardır.

Hani bazı sözler vardır; bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, gibi. Bu sözden ilham alarak biz de şöyle bir söz oluşturabiliriz: “Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”

Veya şöyle de olabilir; bana dijital kütüphanende bulunan metinleri, internette ulaşmış olduğun ve istifade edebildiğin kütüphanelerin listesini söyle ben de senin düşünce düzeyin hakkında fikir söyleyeyim…

Belki de bu kadar iddialı sözler söylemek her zaman doğruyu bulmamıza yardımcı olmayabilir. Fakat bu kadar lafı etmekteki maksadımız, insanımızın yaşadığı hayatta istikamet sahibi olabilmek için okumayı sevmesi, dolayısıyla okumanın en önemli malzemesi olan kitaba, kütüphaneye ve bunların çağdaş versiyonlarına muhabbet duymasının öneminin altını çizmektir. Tabii burada gelişen teknoloji ile birlikte yukarıda da ifade ettiğim gibi görsel ve dijital ortamda da bilgi edinmek için önemli bir kanal açılmakta olduğunu görmezden gelemeyiz.

Doğru bilgiye, insanlara dünya ve ahirette faydalı olacak bilgiye ulaşma arayışı insanlığın ilk dönemlerde kilden tabletlere daha sonra papirüs kâğıdına yazılmış yazılar kanalıyla olabileceği gibi, aharlı kâğıda kamış ile veya matbaa makinesi ile basılarak da olabilir ve tarihi süreçte de böyle olmuştur. Yeni dönemlerde de bu faaliyet başka bir şekil almış ve dijital ortama taşınmaya başlamıştır. Mühim olan bilginin toplanması, tasnif edilmesi ve insanlara ulaşması ise, vasıtanın ismine takılmak bizleri esas hedeften uzaklaştırmamalıdır.

İnsan için önemli olan doğru bilgiye, dünya ve ahirette yararlı olacak bilgiye ulaşmak ve onu hayatında uygulamak olmalıdır. Okumak ve okuma konusu olacak materyale önem vermek bilgiye önem vermenin bir gereğidir.

Kitap, bugüne kadar bu konudaki en hayati araç olmuştur. Kitabın ve kitapla ilgili kültürün nesillerden nesillere aktarılmasının önemi, kitapları topluca insanların hizmetine sunan kütüphanelerin değeri de buradan ileri gelmektedir

Son olarak, tüm kitapların en değerlisi olan “kitabın” yani Kur’an- ı Kerim’in daha iyi anlaşılabilmesi ve mutlak bilginin nesillerden nesillere aktarılabilmesi için okumaya ve kitap sevgisini yaygınlaştırmaya önem vermeliyiz.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BÜLTENİ 2008

DEVLET, BÜROKRASİ, BURJUVAZİ VE MİLLET İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Burjuvazi, kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda kulağımıza hoş gelmeyen bir kelime idi. Sol bir literatürden geliyordu ve muhafazakâr muhitlerde fazla itibar görmeyen manalar içeriyordu. Fakat geçen zaman içinde her şeye alıştığımız gibi sanki bu kelimeye de alıştık ve sözlerimizde, yazılarımızda rahatça kullanmaya başladık.

 

Bilindiği gibi Ortaçağ’da Batı’da,  feodal beylerin baskısından kaçan tüccarların, derebeylik sınırlarının kesiştiği alanlarda, ‘bourg’ adı verilen bölgelerde toplanarak, yaşamlarını sürdürmeleri ile birlikte yeni bir sınıfın da temelleri atılıyordu. İsmini bu bölgelerden alan burjuvalar feodaliteye karşı ciddi bir mücadele vermişlerdi. Burjuvaların, merkezî krallıkların oluşmasında büyük katkıları olmuştu. Feodalitenin zayıflamasında ciddi işlev görmüşlerdi.

 

Sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde Batı tarihinde burjuvalar öncü bir rol oynamışlardı.

Bizim tarihimizde böyle bir devre olmadığı için, bizdeki serbest meslek erbabına, sanayiciye, tüccara “burjuva” demek ne derece doğrudur, bu nokta tartışılabilir.

 

Fakat Batı tipi bir iktisadi gelişme düşünülerek ve ilk etapta “her mahallede bir milyoner oluşturalım” denilerek girilen bir yolda, devlet desteğiyle palazlandırılan kesimlere bir anlamda burjuva denmesi önceleri yadırgansa da, daha sonraları sadece sol terminolojinin değil daha geniş bir çevrenin kullandığı bir kavram haline geldi burjuva.

 

Türkiye’de sermaye büyük ölçüde devletin elinde olduğundan, devlet önce kendi iradesi ile bazı kesimlere bunu aktarma yoluna gitti. Güç elde etmek isteyen tüm kesimler, devletin elindeki bu maddi birikimi bir şekilde kontrol altında tutmaya çalıştı. İktisadi ve siyasi faaliyetlerin bir çoğunun odak noktası,  bu gücü elde etme ve kontrol dışına çıkarmama mücadelesi şeklinde ortaya çıktı. Millete hizmet amacıyla oluşturulmuş bürokrasi, bir yandan bu hizmetini sürdürürken, bir yandan da yukarıda zikrettiğim gücü elinde tutmanın yollarını aradı. Siyasi iktidarlara karşı, onlara ve dolayısıyla millete hizmet etmek için örgütlenmiş olan bürokrasi, bazen siyasi iktidardan bağımsızlaştı, bazen kafa tuttu, bazen de bu yüzden büyük buhranlar ortaya çıktı.

 

Devlet desteğiyle oluşmuş burjuvazi ile millete hizmet gayesiyle örgütlenmiş bürokrasi arasında zaman içinde ilginç ilişkiler ve münasebetler kuruldu. Devletin elindeki gücün önemli bir bölümünün özel kesime aktarılması sürecinde bürokrasi ile burjuvazinin paslaşmaları bazen çok arttı bazen de bürokrasi içindeki devlet gücünün özel sektöre aktarılmasına karşı çıkan kesimlerin gayretleriyle engeller ortaya konuldu. Son on yıldaki özelleştirme çalışmaları bu süreci bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

 

Bu arada ülkemizde, devletin millet nazarındaki meşruiyetinin en önemli temellerinden olan cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının bu denklem içindeki yeri konusuna gelindiğinde ise, çoğunluğun isteklerinin toplumun yönetilmesinde birinci sırada yer almasını şart koşan cumhurî bir yapıda,  genel mantık olarak devletin millet için var olması gerekmektedir. Fakat bizim gibi güçlü bir devlet geleneği içinden gelen ve gücün önemli kısmının devlet adındaki mekanizmanın elinde olduğu bir toplumda, devletin millet için olması gerektiği lafzen söylense de, uygulamada “millet, devletin bekası için vardır” tezi daha öne çıkmaktadır.

 

Ülkemizde mevcut olan yapıyı şu şekilde özetlemek gerçeklere aykırı düşmez kanaatindeyim:

Millet devlet için vardır. Devlet bürokrasisi milletin ve ülkenin menfaatlerini daha iyi bilir. Devletin güçlü olması için, güçlü fakat aynı zamanda devlete göbeğinden sıkı sıkıya bağlı bir burjuvazinin varlığı gereklidir. Bir yandan devlet, bir yandan da devletin kontrolündeki burjuvazi, yani devlet desteğiyle zenginleşmiş kesim, iktisadi hayatın önemli bir kısmını kontrol altında tutmalıdır. Orta direk olarak tanımlanan kesim ise elde ettiği birikimlerini türlü türlü vergilerle ve enflasyon denen canavarın marifetiyle, yani bazen direkt bazen de dolaylı yollarla burjuvaziye aktarmalıdır.

 

Son günlerdeki moda deyimiyle sessiz çoğunluğun diğer önemli bir fonksiyonu da burjuvazi ve bürokrasinin süzgecinden geçmiş kadrolar arasından, yine bu kesimlerin onayıyla oluşmuş seçim sistemi çerçevesinde, millet meclisini oluşturan fertleri seçmeleridir.

 

Bütün bu kontrollü yapıya ilaveten,  Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlar, bürokrasinin süzgecinden geçmeli, çeşitli anayasal kurumlarca denetlenmelidir.

 

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, cumhurî bir yapı, milletin, yani sessiz çoğunluğun isteklerinin devletin genel politikalarına hâkim olduğu bir yapı olmalıdır. Dolayısıyla, ülkemizde hüküm süren ve bazen kanıksadığımız çelişkiler ortadan kalkmadığı sürece millete hizmet eden bir devlet yapısına kavuşmamız kolay olmayacaktır.

 

Çözüm için en önemli başlangıç noktası, millete hizmet için, ondan sağlanan gelirle vazifesini yapan bürokratik kadroların, milletten aldıkları bu gücü, millete rağmen bir kısım azınlığa aktarmaya çalışmamaları ve yine milletten aldıkları bu güçle, milletin isteklerini dikkate almayan icraatlarda bulunmamalarıdır.

 

Bu ülkede yaşayan her fert en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde hakça ve insanca yasama hakkına sahiptir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Mart 1999 Müsiad Bülten Yıl 7 Sayı 32