DEVLET, BÜROKRASİ, BURJUVAZİ VE MİLLET İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Burjuvazi, kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda kulağımıza hoş gelmeyen bir kelime idi. Sol bir literatürden geliyordu ve muhafazakâr muhitlerde fazla itibar görmeyen manalar içeriyordu. Fakat geçen zaman içinde her şeye alıştığımız gibi sanki bu kelimeye de alıştık ve sözlerimizde, yazılarımızda rahatça kullanmaya başladık.

 

Bilindiği gibi Ortaçağ’da Batı’da,  feodal beylerin baskısından kaçan tüccarların, derebeylik sınırlarının kesiştiği alanlarda, ‘bourg’ adı verilen bölgelerde toplanarak, yaşamlarını sürdürmeleri ile birlikte yeni bir sınıfın da temelleri atılıyordu. İsmini bu bölgelerden alan burjuvalar feodaliteye karşı ciddi bir mücadele vermişlerdi. Burjuvaların, merkezî krallıkların oluşmasında büyük katkıları olmuştu. Feodalitenin zayıflamasında ciddi işlev görmüşlerdi.

 

Sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde Batı tarihinde burjuvalar öncü bir rol oynamışlardı.

Bizim tarihimizde böyle bir devre olmadığı için, bizdeki serbest meslek erbabına, sanayiciye, tüccara “burjuva” demek ne derece doğrudur, bu nokta tartışılabilir.

 

Fakat Batı tipi bir iktisadi gelişme düşünülerek ve ilk etapta “her mahallede bir milyoner oluşturalım” denilerek girilen bir yolda, devlet desteğiyle palazlandırılan kesimlere bir anlamda burjuva denmesi önceleri yadırgansa da, daha sonraları sadece sol terminolojinin değil daha geniş bir çevrenin kullandığı bir kavram haline geldi burjuva.

 

Türkiye’de sermaye büyük ölçüde devletin elinde olduğundan, devlet önce kendi iradesi ile bazı kesimlere bunu aktarma yoluna gitti. Güç elde etmek isteyen tüm kesimler, devletin elindeki bu maddi birikimi bir şekilde kontrol altında tutmaya çalıştı. İktisadi ve siyasi faaliyetlerin bir çoğunun odak noktası,  bu gücü elde etme ve kontrol dışına çıkarmama mücadelesi şeklinde ortaya çıktı. Millete hizmet amacıyla oluşturulmuş bürokrasi, bir yandan bu hizmetini sürdürürken, bir yandan da yukarıda zikrettiğim gücü elinde tutmanın yollarını aradı. Siyasi iktidarlara karşı, onlara ve dolayısıyla millete hizmet etmek için örgütlenmiş olan bürokrasi, bazen siyasi iktidardan bağımsızlaştı, bazen kafa tuttu, bazen de bu yüzden büyük buhranlar ortaya çıktı.

 

Devlet desteğiyle oluşmuş burjuvazi ile millete hizmet gayesiyle örgütlenmiş bürokrasi arasında zaman içinde ilginç ilişkiler ve münasebetler kuruldu. Devletin elindeki gücün önemli bir bölümünün özel kesime aktarılması sürecinde bürokrasi ile burjuvazinin paslaşmaları bazen çok arttı bazen de bürokrasi içindeki devlet gücünün özel sektöre aktarılmasına karşı çıkan kesimlerin gayretleriyle engeller ortaya konuldu. Son on yıldaki özelleştirme çalışmaları bu süreci bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

 

Bu arada ülkemizde, devletin millet nazarındaki meşruiyetinin en önemli temellerinden olan cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının bu denklem içindeki yeri konusuna gelindiğinde ise, çoğunluğun isteklerinin toplumun yönetilmesinde birinci sırada yer almasını şart koşan cumhurî bir yapıda,  genel mantık olarak devletin millet için var olması gerekmektedir. Fakat bizim gibi güçlü bir devlet geleneği içinden gelen ve gücün önemli kısmının devlet adındaki mekanizmanın elinde olduğu bir toplumda, devletin millet için olması gerektiği lafzen söylense de, uygulamada “millet, devletin bekası için vardır” tezi daha öne çıkmaktadır.

 

Ülkemizde mevcut olan yapıyı şu şekilde özetlemek gerçeklere aykırı düşmez kanaatindeyim:

Millet devlet için vardır. Devlet bürokrasisi milletin ve ülkenin menfaatlerini daha iyi bilir. Devletin güçlü olması için, güçlü fakat aynı zamanda devlete göbeğinden sıkı sıkıya bağlı bir burjuvazinin varlığı gereklidir. Bir yandan devlet, bir yandan da devletin kontrolündeki burjuvazi, yani devlet desteğiyle zenginleşmiş kesim, iktisadi hayatın önemli bir kısmını kontrol altında tutmalıdır. Orta direk olarak tanımlanan kesim ise elde ettiği birikimlerini türlü türlü vergilerle ve enflasyon denen canavarın marifetiyle, yani bazen direkt bazen de dolaylı yollarla burjuvaziye aktarmalıdır.

 

Son günlerdeki moda deyimiyle sessiz çoğunluğun diğer önemli bir fonksiyonu da burjuvazi ve bürokrasinin süzgecinden geçmiş kadrolar arasından, yine bu kesimlerin onayıyla oluşmuş seçim sistemi çerçevesinde, millet meclisini oluşturan fertleri seçmeleridir.

 

Bütün bu kontrollü yapıya ilaveten,  Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlar, bürokrasinin süzgecinden geçmeli, çeşitli anayasal kurumlarca denetlenmelidir.

 

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, cumhurî bir yapı, milletin, yani sessiz çoğunluğun isteklerinin devletin genel politikalarına hâkim olduğu bir yapı olmalıdır. Dolayısıyla, ülkemizde hüküm süren ve bazen kanıksadığımız çelişkiler ortadan kalkmadığı sürece millete hizmet eden bir devlet yapısına kavuşmamız kolay olmayacaktır.

 

Çözüm için en önemli başlangıç noktası, millete hizmet için, ondan sağlanan gelirle vazifesini yapan bürokratik kadroların, milletten aldıkları bu gücü, millete rağmen bir kısım azınlığa aktarmaya çalışmamaları ve yine milletten aldıkları bu güçle, milletin isteklerini dikkate almayan icraatlarda bulunmamalarıdır.

 

Bu ülkede yaşayan her fert en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde hakça ve insanca yasama hakkına sahiptir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Mart 1999 Müsiad Bülten Yıl 7 Sayı 32

 

İŞİMİZE BAKALIM

İnsanlık tarihinin hemen her döneminde cevabı aranan iki çok önemli soru var olagelmiştir. Bunlardan bir tanesi, “İnsanoğlunun elde etmeye çalıştığı bilginin hakiki kaynağı nedir ve bu bilgiye nasıl ulaşılabilir? sorusudur

Bir diğer soru da “Tüm bu yaratılmışlar niçin yok değil de vardır,  onların varlık veya yokluklarına karar veren irade onları niçin yaratmıştır, özellikle insanoğlunun varlığının sebebi nedir?”

 

Yüce Allah, yarattığı ilk insanı, aynı zamanda Peygamber olarak tayin etmiş ve onun kanalı ile insanoğluna ilk bilgileri öğretmiştir. Daha sonraki dönemlerde de gerektiği hallerde Peygamberleri kanalı ile lüzumlu bilgileri ve bilginin ne şekilde kullanılacağını kullarına bildirmiştir.

 

Bilginin ana kaynağı olan Yüce Allah, aynı zamanda canlıların varlığının sebebini de açıklamıştır.

 

Bilginin ana kaynağı vahiy, vahyin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili Peygamberlerin sözleri ve fiilleri, bu ana kaynakları yorumlama ve hayata uygulama için akıl ve tecrübe…

 

Vahiy yoluyla bize gelen bilgiden ve Peygamberlerin yorumlarından anladığımız üzere de, varlığımızın ana sebebi, bizi Yaratan Allah’ın istediği tarzda bir hayat sürdürmemiz, yani “kul” olmamız…

 

Ana hatları ile en önemli ve birinci işimiz bu… Peki, “birinci işimiz bu” demekle işimiz bitiyor mu? Hayır, esas o zaman başlıyor. Ömrümüz olduğu sürece, hayatımızı bu ana ilkelere göre tanzim etmeye çalışmak, en önemli hareket noktamız olması gerekiyor.

Yapacağımız her işte, alacağımız her stratejik ve taktik kararda hep bu hassasiyetlere uygun hareket etmemiz icap ediyor. Yapacağımız işin bilgi ile alakalı arka planı meşru bir temele oturuyor mu? Kararlarımızı verirken bilgi edinme ve karar verme prosesinde doğru yolu izledik mi? Peki, yapacağımız iş, bizim kulluk noktasındaki pozisyonumuza nasıl bir etki edecek?

 

Özetle ana işimiz, yaptığımız ve yapacağımız tüm işleri bu iki mihenk taşına vurmak olmalı. Bu önemli süreç, doğru bir şekilde yürüyorsa sonuçlar her zaman arzu ettiğimiz gibi olmayabilir. Tabii bu demek değildir ki hedeflediğimiz yolda gevşeklik gösterelim. Asla… Elden gelen usulü dairesinde yapılmalıdır. Fakat sonuç istendiği tarzda olmadıysa üzüntüye, yeise kapılmamalı, “olanda hayır vardır” yorumuyla, işe devam edilmelidir.

 

İnsanoğlu, çok mükemmel olarak kurgulanmış bir kader çerçevesi içerisinde yüzmektedir. Küllî iradenin bu mükemmel programını, ona göre çok çok alt düzeyde olan insan idrakinin tam manasıyla kavraması mümkün değildir. Fakat insanoğluna hakikati kavrama noktasında yardımcı olan ve ipucu veren en önemli iki husus, yukarıda izah etmeye çalışılan, vahiyle gelen bilgiye ulaşabilme ve kul olmanın bilincine varabilmedir.

Bu bilince varabilen insan kendi cüz’î iradesinin küllî irade içindeki yerini aslına en yakın tarzda kavrayabilir. Bu kavrayış da insana istikamet verecek olan yegâne kılavuzdur.

 

Bu bilince varan insan ne yapar?

Her hal ve şart altında Rabbinin kendisinden yapmasını arzu ettiği tarzda davranmaya çalışır. Cüz’î iradesini hep o yöne yöneltir. Her ortaya çıkan sonuçta kendi cüz’î iradesinin bir payı olduğunu bilmekle birlikte, tüm olanların küllî irade içinde yer aldığının şuurunda olur. Yapması gerekenleri, yapılması istendiği şekilde yapar ve sonuca tam bir teslimiyyetle rıza gösterir.

 

Kâmil insan, eskilerin deyimiyle “gassalin elindeki meyyit gibi” ölünün yıkayıcısına teslim oluşu gibi kadere rıza gösterir.

Bu hâl, insanın sonuçları değerlendirmesine mani değildir. Değerlendirmesini yapar, sonuçların ortaya çıkmasına giden yolda cüz’î iradenin hatalı davranışlarını tesbit ederse onlardan ders çıkarır, düzeltmeye çalışır. Her doğru davranış, her düzeltme, küllî iradeye dayalı bir eylemdir Yüce Allah’ın küllî iradesinin ne şekilde tecelli edeceğini kullar bilemediğinden her kul, en iyi sonucu oluşturmada kendi müsbet katkısını (yani cüz’i iradesini) en iyiye yönelterek yapma yarışı içinde olmalıdır. Her iyi ve doğru davranış sonsuz ummanda bir katre mesabesindedir.

Bu ummanda yanlışların bile bir hikmeti olduğu muhakkak olduğundan, her işte bir hayır vardır prensibi belki böyle bir gerçeği ifade etmektedir.

 

Evet, özetle ifade etmek gerekirse insan bilgiyi aldığı yere çok dikkat etmeli, her davranışında hareketlerinin ana kaynaktan gelen bilgi ile uygunluğunu test etmelidir. Ayrıca davranışlarının arka planında kul olma bilincinin yatıp yatmadığını da gözlemlemelidir. İnsanoğlunun aslî işi budur. Bu temellere dayanan işler, samimi bir niyetle yapılırsa her zaman ve zeminde doğru bir usulle yapılmış işlerden sayılmaya adaydır.

 

Netice veya sonuç asıl değildir. Asıl olan sonuca giden yolun ve oturduğu temelin doğru ve istendiği biçimde olmasıdır. Bizim işimiz de budur… Biz işimize bakmaya devam edelim…

 

YOKSULLUK VE DÜNYA SİSTEMİ

Yoksulluk Kavramının Kuramsal Açılımları

Yoksulluk kavramı özellikle 1990’larda gerek ulusal, gerek uluslararası alanda kalkınma ve gelişme tartışmalarının önemli bir eksenini oluşturmaya başlamıştır. Bu tartışmalar, birbiriyle son derece ilintili olan, yoksulluğun tanımı, neden ortaya çıktığı ve nasıl mücadele edileceği konularında yoğunlaşmıştır. Gerek akademik çevrelerde gerek politika tartışmalarında genel kabul gören tanıma göre, yoksulluğu iki boyutta ifadelendirmek mümkündür:

 

Mutlak yoksulluk, bir insanın yaşamını minimum düzeyde sürdürebilmesine, yani biyolojik olarak kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli kalori ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmesine dayalı olarak tanımlanmaktadır. Ayni ve nakdi gelirleri bu temel gereksinimleri karşılamakta yetersiz olanlar mutlak yoksulluk sınırının altında kalmaktadır.

 

Göreli yoksulluk, kişinin bir toplumsal varlık olmasından hareket etmekte ve kendisini biyolojik olarak değil, toplumsal olarak yeniden üretebilmesi için gerekli tüketim ve yaşam düzeyinin saptanmasını içermektedir. Bu durumda, belli bir toplumda kabul edilebilir minimum tüketim düzeyinin altında geliri olanlar göreli yoksul olarak tanımlanmaktadır. İşlevsel olarak, bu iki kavram genelde parasal göstergeler üzerinden hesaplanmaktadır. Örneğin, uluslararası karşılaştırmalarda mutlak yoksulluk sınırı çoğunlukla, satın alma paritesiyle düzeltilmiş olarak, 1 ABD Doları’na eşit günlük harcama düzeyidir. Göreli yoksulluk için çoğunlukla benimsenen yöntem ise, ülke içindeki ortalama ya da medyan gelirin belli bir oranı altında (örneğin % 40) geliri olan bireylerin topluma oranının bulunmasıdır. Bu bakımdan, göreli yoksulluk kavramı ile bir toplumdaki gelir dağılımı arasında açık bir ilişki vardır.

GELİR MERKEZLİ YAKLAŞIM

Ne var ki, yoksulluğun salt gelir eksikliği ya da ortalamadan/medyandan sapan gelir miktarı olarak tanımlanması bazı sınırlamaları da beraberinde getirmektedir. Salt gelir odaklı perspektifin bireylerin toplumsal oluşumun sunduğu hak ve olanaklara ulaşıp ulaşamaması konusunda kapsamlı bilgi veremeyeceği, özellikle son on yıldaki tartışmalarda gittikçe artan ölçüde kabul görmektedir.

İHTİYAÇ MERKEZLİ YAKLAŞIM

Alternatif yaklaşımların başlangıç noktasını, bireyin ihtiyaçlarının daha geniş tanımlanması gereği oluşturmaktadır. Beslenme, barınma ve giyim gibi minimum ihtiyaçlara ek olarak, güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ulaşım, yönetime katılma, temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanma, sigortalı bir işte çalışma gibi öğeler ön plana çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, örneğin, sivil, toplumsal, kültürel ve siyasal haklardan yararlanma olanağının bulunmamasının da toplumsal dışlanma anlamına geleceği ve bu nedenle yoksulluk tanımı içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ifade edilegelmektedir. Ayrıca, cinsiyet ayrımcılığı gibi olguların yoksulluk üzerinde önemli etkileri olabileceği sürekli vurgulanmaktadır.

YOKSULLUĞUN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ:

Yoksulluğun neden ortaya çıktığına ilişkin tartışmalarda, konu uluslararası ve ulusal ölçekte ele alınmaktadır.

Hangi ölçekte alınırsa alınsın, yoksulluğu;

a) yapısal nedenlere dayandıranlar ile

b) kötü yönetişimden kaynaklandığını ileri sürenler biçiminde bir ayrışma görülmektedir. Yapısalcılar, ekonomik güç eşitsizlikleri düzeltilmeden, yönetişimdeki iyileştirmelerin fazla bir anlamı olmayacağı görüşündedir. Buna karşılık ikinci yaklaşımı savunanlar, iyi bir yönetişim sistemi oluşturulmadan yapılacak ekonomik düzenlemelerin ancak kısa vadeli etkisinin olacağını ileri sürmektedir.

 

Yoksulluğun ulusal olduğu kadar uluslararası boyutları da vardır. Günümüzün “küreselleşen” dünyasında artık yoksulluk kavramı yalnız ulusal sınırlar içerisinde değerlendirilmemektedir. Bazıları yoksul ülkelerin içinde bulunduğu durumu büyük ölçüde küreselleşme sürecine göndermelerle açıklamaktadır. Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası örgütlerin yoksulluğun nedenlerinin ortadan kaldırılması için yeterince çaba göstermediği, hatta sürmekte olan yoksulluğun nedeni olduğu görüşündedirler. Ayrıca, küreselleşme sürecinin ve buna paralel olarak refah devleti kavramındaki aşınmanın gelişmiş ülkelerde de “yoksulluk adaları” oluşturduğunu vurgulamaktadırlar.

Biz de çalışmamızda bu hususa daha fazla vurgu yapacağız.

 

Dolayısıyla, yoksulluğun nasıl ve neden ortaya çıktığı sorusuna verilecek cevap, bir anlamda yoksullukla mücadele konusunda izlenecek yolu da belirleyecektir.

Yapısal değişikliklerin zorunlu ve vazgeçilemez olduğunu savunan görüşe göre, yalnız katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesi önerisi pek bir işe yaramayacaktır.

Benzer biçimde, yoksulluğun iyi yönetişim eksikliğinden kaynaklandığını ileri sürenler, katılımcı mekanizmalar oluşturulmadan, saydamlık ve hesap sorma sağlanmadan gerçekleştirilecek yapısal değişikliklerle, bir dönem sonra yeni yoksullar ve yeni zenginler yaratmanın ötesine gidilemeyeceği görüşündedir. Aslında, yapısal değişiklikler ile demokratik ve katılımcı mekanizmaların birlikte, bir bütün içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

Çarpıklığın nedeni uluslar arası üretim ve paylaşım sistemidir.

Bu bölüme başlarken Dünya Sistemi ile ilgili bazı mukayeseli rakamları sıralamak istiyorum:

-ABD’de nüfusun % 1’i ülke servetinin % 39’una sahiptir.

-1965 – 1995 yılları arasında dünyanın en zengini olan % 20’lik insan kitlesi, dünyadaki toplam gelirlerini % 70’den % 86’ya çıkarmışlardır.

-Dünyanın en yoksulu olan % 20’lik kitlenin geliri ise, 1965 – 1995 yılları arasında % 2.3’ten  % 1.3’e düşmüştür.

-1960’larda dünyanın en zengin % 20’lik kitlesi, en yoksul l milyar nüfusun gelirinin 30 katı fazla gelire sahipken, 1990’larda bu, 80 kat olmuştur.

-Human Developmant Report (İnsan Gelişimi Raporu) 2000’e göre, dünya nüfusunun en zengin % 20’lik kısmı dünyadaki toplam gelirin % 86’sına, % 60’lık kısmı, % 13’üne, en fakir % 20’lik kısım ise, toplam gelirin sadece % 1’lik kısmına sahiptir.

-Mal ve hizmet ihraç etmede % 82’lik pay en zengin % 20’lik kesime, % 1’lik pay ise % 20’lik en yoksul kesime aittir.

-ABD’de 60 milyon, Avrupa  Birliği ülkelerinde 80 milyondan fazla insan yoksulluk sınırında yaşıyor.

-Dünyanın en zengin ülkelerinde bile “poor and homeless” (fakir ve evsiz) insanlar vardır.

-Dünyadaki tablo böyle iken, gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından ülkemizin dünyadaki ilk 10 ülke arasında yer aldığı bilinmektedir.

 

Dünyada, hem üretilenler bağlamında, hem de doğal kaynaklar bağlamında kaynaklar yeterli olduğu halde neden yoksulluk azaltılamamaktadır?

Yoksulluğu iyi anlayabilmek için modern batı sisteminin temel paradigmalarına ve bu paradigmaların oluşum sürecine yakından bakmak gerekiyor.

Dünyanın İktisadi Tarihi incelendiğinde, Batı’lı milletlerin 1500’lü yıllarda denizaşırı seyahatlerle başlayan süreçte elde ettikleri sermaye birikiminin dünya sisteminde var olan adaletsizliklerin ilk başlangıç noktalarından biri olduğu göze çarpmaktadır. Batı’daki Sanayileşme hamlelerinin temelinde, bu sayede batıya aktarılan hammadde kaynakları, yer altı zenginlikleri ve köleleştirilmek veya çok zor şartlarda çalıştırılmak suretiyle emeğinden istifade edilen insan unsurunun önemli bir katkısı bulunmaktadır.

 

Öte yandan, 19. Yüzyıl sömürge hareketleri incelendiğinde karşımıza çıkan bir çok hakikat da bu fikrimizi destekler mahiyettedir. Afrika kıtası ve Uzak Doğu bu devrede Batılı ülkeler için en fazla ilgi çeken bölgeler olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin hasta adam pozisyonunda bulunsa bile dünyanın en önemli kesişim noktalarını kontrol eder bir tarzda varlığını sürdürmesi, sömürgecilik döneminin en önemli geciktirici ve engelleyici faktörlerinden biri olmuştur.

 

Tarihimiz açısından mutluluk veren bir olay da şudur ki, kendi döneminin büyük güçlerinden biri olan Osmanlı, dünyadaki etkisine rağmen sömürgecilik cereyanına katılmamış, merkez dışında kontrolu altındaki bölgelerden aldığı gelirleri büyük ölçüde yine oralar için harcamıştır.

 

Büyük ölçüde iç paylaşım sıkıntılarının ürünü olan ve batılı ülkelerin kendi aralarındaki problemlerin çözülememesinden dolayı patlak veren Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan sınırlar, Dünya üzerinde yeni yeni ülkeler ortaya çıkarmaya başlamıştır. Bu ülkelerin ortaya çıkışı ve İkinci Dünya savaşı sonrasında BM sistemi altında bugün 200 civarına varan devletin oluşumu süreci, tamamen yeni tür bir sömürgecilik mantığı ile şekillenmiştir.

YENİ SÖMÜRGECİLİK

Bugün Dünya Siyasi haritası çok dikkatli bir şekilde incelendiğinde, coğrafi özellikler, insan ve hammadde kaynakları, kültürel ve dini değerlerin yeni devletlerin kuruluşu sırasında özelllikle dikkat dışı bırakıldığı veya başkaca bir deyişle özellikle problem üretecek ve yeni devletleri güçlü bir şekilde ortaya çıkarmaktan uzak olarak dizayn edildiği görülebilir.

Örnek olarak; Birçok Afrika ülkesinin suni sınırları ve farklı hakimiyet alanları içinde bırakılmasını,

Türkiye’nin Güneydoğu komşuları ile olan sınırlarını,

Orta Doğu ülkeleri (Filistin, İsrail, Ürdün v.s), Hindistan Pakistan, Bengladeş ve Keşmir bölgelerindeki  sınırları sayabiliriz…

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan çift kutuplu dünya sisteminde, her kutup, kendi alt sistemindeki ülkelerle ilişkisinde, ülkeler arasındaki ilişkileri maalesef hep aradaki iktisadi gelişmişlik düzeyinin açılması temelinde gerçekleştirmiştir.

Bir kısım iktisatçıların ‘Mukayeseli Üstünlükler Teorisi’nin bir sonucu olarak açıkladığı bu devrede, bir dönemdeki tanımlamasıyla üçüncü dünya ülkeleri, daha sonraki kullanımıyla gelişmekte olan ülkeler, aradaki farkı kapatmak şöyle dursun, gittikçe artan bir uçurumla karşı karşıyadırlar.

Uluslararası sistemde, ülkeler arasında ekonomik açıdan uçurum artarken, özellikle Rusya’nın dağılması ve ABD’nin tek süper güç halini alması ile Batılı Liberal Kapitalist Sistem, dünyada  neredeyse ulaşılması hedeflenen tek sistem halinda sunulmaya başlanmıştır. Bu sistemin yaygınlaşması sürecinde, bu sistemi uygulamaya çalışan ülkelerde iç dengeler de süratle bozulmuştur ve ya devam etmektedir.

KÜRESELLEŞME

Küreselleşme diye de tanımlayabileceğimiz bu süreç, yol açtığı gelir adaletsizliği nedeniyle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında gelir farklılaşmasının gittikçe daha da açılmasına neden olmaktadır. Küreselleşme öncesi dönemde Doğu-Batı mücadelesi olarak lanse edilen gerginliklerin yerini, zengin-yoksul, başka bir deyişle Kuzey-Güney mücadelesinin (Huntington’un deyimiyle “çatışmasının”) aldığı görülmektedir.

Günümüzde küreselleşmenin, gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerdeki varlıklı gruplara daha çok çıkar sağladığı da ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle Arjantin’de yaşanan kriz sonrasında insanların sokağa dökülmesi, bu gerçeğin farkedilmesi ve buna duyulan tepkinin dışavurulması ile ilgili bir süreçtir.

Finansal olaral sıkıntıya giren ve çıkış yolu bulmak için IMF’nin önerdiği reçeteleri uygulayan ülkelerdeki krizlerin daha da derinleşmesi ve sonrasında şirketlerin, özellikle de finansal sektördeki şirketlerin yabancıların eline geçmesi, küreselleşmeye ve küreselleşmenin simgesi hâline gelen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara olan tepkileri artırmış ve bu kuruluşların rolü tartışılmaya başlanmıştır.

1997’deki Asya ve 1998’deki Rusya krizleri ve bu krizlerin küresel ölçeğe yayılarak Brezilya ve Türkiye gibi ülkeleri etkilemesiyle artan tartışmalar, Türkiye’de yaşanan Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri ile son Arjantin krizinin ardından şiddetlenmiş ve küreselleşmeye karşı tepkiler artmıştır

Küreselleşme olgusuna paralel olarak, ülkelerin ekonomilerini dışa açmaları ve liberalizasyon çabaları ülkelerin istikrarlı bir büyüme trendi yakalaması için yeterli olmamaktadır.

Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme adlı kitabında, küresel gelişmelere karşı çıkan hükümetlerle ilgili çok önemli bir tespitte bulunmaktadır:

Falk, Küresel Kapitalizmin oyun sahasına giren bir hükümetin, kendisinden istenen oyunu oynamaktan başka hiçbir seçeneği olmadığını iddia etmektedir.. Şayet bu oyunu oynamayı reddederse veya jeopolitik muhafızlar siyasi veya ideolojik sebeplerden ona bu oyunu oynama fırsatı veremezlerse, ya sermaye kaçışı, ya durgunluk, ya dış destek kaybı ve müzmin fakirlik gibi problemlerle karşılaşacağını öne sürmektedir.

Falk’a göre, küreselleşmeye karşı koymak kolay değildir. Ancak, küreselleşmeye kayıtsız şartsız teslim olmak ve küresel kuruluşların (IMF, Dünya Bankası, DTÖ, vs.) her dediğini sorgulamadan yapmak, ülkenin ekonomik sorunlarını çözmesi ve istikrarlı büyüme eğilimini yakalaması için yetmemektedir. Eğer bu mümkün olsaydı, Arjantin’de kriz bu kadar derinleşmez ve insanlar sokağa dökülmezdi. Tabii Ülkemiz için de aynı tesbit geçerlidir

ACI BİR TESBİT

Modern dünyada paraya ve kredi mekanizmalarına hükmedenler maalesef, toplumları da yönlendirmektedirler. Bu yönlendirme gücüne sahip unsurlar, dünyada ortaya çıkan krizlerin ve dengesizliklerin de en önemli sebeplerindendir. Dolayısıyla küresel manada ve ülkelerin iç bünyelerine ortaya çıkan göreli ve mutlak yoksulluğun da en önemli sebepleri arasında sayılmalıdırlar

Bir iktisatçımızın hesaplamalarına göre; ülkeler arasında bir günlük gerçek mal ve hizmet ticareti 20 milyar dolar, bir günlük para ticareti ise 2 trilyon dolardır.

Bunun yıllık karşılığı ise 1997 yılı verileriyle yılda 7 trilyon $ ve 700 trilyon $ olarak hesaplanmaktadır.

Özetle ifade etmek gerekirse reel ticaret , sanal ticaretin 100’de biri seviyesindedir.

Peki para sahiplerinin dağılımı konusunda bir dengeden söz edilebilir mi? Maalesef hayır.

Modern dünyada servetin onda dokuzu, mevcut ülkelerin onda birinde toplanmış durumdadır.

Dörtyüz dolar milyarderi, dünya nüfusunun yarısı kadar zengindir.

Küresel krizler de maalesef bugün dünyadaki en güçlü durumda görünen ülkelerinin başrol oyuncusu oldukları küresel adaletsizliklerin eseridir.

Avrupa ve Kuzey Amerika başkentlerinde bulunan büyük bankalar da dünyadaki krizlerin adeta orkestra şefleridirler. Faize dayalı iktisadi dünya sistemi de adeta bütün haksızlıkların ve adaletsizliklerin kaynağı durumundadır.

 

1997 Rusya ve Uzak Doğu krizlerinde, yukarıda zikredilen uluslararası finans güçlerinin çok ciddi katkıları olmuştur. Örnek vermek gerekirse finans devi Soros’un tetiklemesiyle başlayan Uzak Doğu krizinde, Malezya Borsası’nın 10 ay içinde kaybettiği değer 260 milyar dolar civarındadır. Böylesi bir kaybın ülke ekonomisi için ne büyük bir kayıp oluşturduğu dikkatle hesaplanmalıdır.

Yine 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinde ülkemizdeki dolar bazındaki GSMH 200 milyar dolar seviyelerinden 150 milyar dolar seviyelerine gerilemiştir. Ülkemizin göreceli olarak fakirleşmesine yol açan bu durum, ülke içi dengelerinin de sarsılmasıyla kesimler arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür.

 

Medeniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu tezleri ile ilgili bazı yorumlar..

Son on yılda küreselleşme ve Batılı Liberal Kapitalist Sistemin felsefi arka planı konusunda en önemli tartışmalardan biri Fukayama ve Huntington’un makaleleri etrafında cereyan etmiştir. Bu makalelerin konumuzla ilgili olan yönüyle alakalı birkaç hususu özetle değerlendirmekte fayda mülahaza etmekteyiz.

Samuel Huntington, 21. yüzyılın din ağırlıklı bir medeniyetler çatışmasıyla belirleneceğini ifade ederek, Çin uygarlığını ve İslâm’ı, Batı’nın yeni düşmanları olarak lanse etmekte ve tanımladığı sekiz uygarlığın arasında, en ciddî çatışmaların İslâm uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasındaki çatışma olduğunu söylemektedir.

Bazı ilim adamları, Samuel Huntington’un 1993 yılında ortaya attığı “medeniyetler çatışması” tezinin, soğuk savaşın bitimine bağlı bir küreselleşme ürünü olduğunu ve yeni dünya düzeni konumunda çözümlemeler ortaya koymanın yanısıra, olaylara yön vermeye çalıştığını ifade etmekte ve hatta, Huntington’un bütün çözümlemelerini, yıkılan Sovyetler Birliği’nin yerine, Batı uygarlığı için yeni bir düşman yaratma gayreti üzerine inşa ettiğini ve bu yaklaşımın da Arnold J. Toynbee’nin “Meydan Okuma ve Karşı Koyma” kuramına dayandığını belirtmektedirler.

 

Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi yabancı-yerli akademik-siyasî çevrelerde ve medyada yoğun olarak tartışılmıştır.  Bunlar arasında en dikkat çekici görüşlerden biri de Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun görüşüdür.

Davudoğlu, “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı” başlıklı makalesinin girişinde meseleye şöyle teşhis koymaktadır: “Siyasî karar mekanizmaları ile siyaset teorisyenleri arasında ilginç bir hukukîleştirme ve meşrulaştırma ilişkisi olagelmiştir. Özellikle siyasî değişimin ve yeni dünya düzen arayışlarının yoğunlaştığı dönemlerde bu ilişki tarzı daha da yaygınlık kazanmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde ‘yeni dünya düzeni’ sloganı çerçevesinde yaygınlaşan yeni teoriler, hâkim siyasî güçlere kamuoyu oluşturma ve meşruiyet kazandırma doğrultusunda önemli hizmetler sunmuşlardır. En çarpıcı örneğini Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezinde gördüğümüz bu ilişki türünün son misâli Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezidir. Muhteva açısından birbiriyle çelişen bu iki tez zamanlama ve ABD dış politikasının teorik zeminini oluşturmak bakımından ciddî benzerlikler arz etmektedir.”

Davudoğlu, Fukayama’nın “tarihin sonu tezinin Batı medeniyetinin geçirmekte olduğu kriz sürecini örtmeye çalışan entelektüel bir çaba olduğunu, ancak, Bosna’da yaşanan dramın Fukuyama’nın oluşturduğu bu çerçeveyi geçersiz hâle getirdiğini belirtmektedir. Yaşanan dengesizlikler ve çarpıklıkların örtülmesi için gerekli olan yeni teorik çerçeveler ve bu çerçevelerin öngördüğü yeni düşmanlar bulma misyonunu ise, “medeniyetler çatışması” teziyle Huntington üstlenmiştir. Davudoğlu, Huntington’un tarih içindeki medeniyet çatışmalarını ön plâna çıkarırken, medeniyetler arası kaynaşma, müsamaha ve sentez alanlarını bilinçli bir teorik tercih olarak yok farz ettiğini ve bu tercihin makalenin misyonu ile yakından ilgili olduğunu ifade etmektedir.

Buna göre, Huntington, Batı medeniyetinin sorumluluklarını gözardı ederek, bunalımın sorumluluğunu ve ortaya çıkan çatışma alanlarının yükünü tekelci Batı medeniyeti tarafından hayat alanları gittikçe sınırlanan yerel medeniyetlere ve otantik kültürlere yüklemekte, böylece de gelecekteki bunalımın suçlularını önceden ilân etmektedir. Oluşturduğu evrensel değerler ve demokratik sistemle insanoğlunun nihaî hedefini gerçekleştiren Batı medeniyetini ön plâna çıkaran Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi ile detaydaki bunalımların nedenini yerel kültürler ve medeniyet çatışmaları olarak gösteren Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin bu çerçevede birbirini tamamladığını söyleyen Davudoğlu, Fukuyama’nın tezi ile Batı medeniyetinin felsefî ve sistemik unsurları yüceltilirken, Huntington’un tezi ile başta İslâm ve onu takiben Konfüçyanizm olmak üzere diğer bütün kültür ve medeniyetlerin çıkan siyasî huzursuzluk ve bunalımların kaynağı olarak takdim edildiğini belirtmektedir.

Davudoğlu’na göre, üslûp ve muhtevaları farklı olmakla birlikte, Batı medeniyetinin hegemonyasını sürdürmek için devreye soktuğu ve Batı’nın iki ayrı yüzünü temsil eden Fukuyama ve Huntington’un misyonları aynıdır ve birbirlerini tamamlamaktadır.

EROL MANİSALI

Direk olarak Fukayama ve Huntington ile ilgili olmasa da bu noktada Erol Manisalı’nın bir makalesinden kısaca bahsetmek yararlı olacaktır.

“Yirmibirinci Yüzyılda Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye” adlı eserinde Erol Manisalı; toplumsal ve millî bilincin köreltilerek, toplumsal bilinç yerine bireysel çıkarın sunulduğunu belirtmektedir. Manisalı şöyle demektedir: “Politikacıya da ‘ülkende yükselmek istiyorsan dışardaki güç odaklarıyla işbirliği yap’ deniyor. Ulusal sanayiciye, ‘ayakta kalmak istiyorsan, dışarda bir büyük bul ve ona bağlan’ önerisi yapılıyor.”

Manisalı, “Küreselci güçlülerin” azgelişmiş dünyaya etnik özgürlükler ve dinî özgürlükler gibi oyuncaklar da sunarak, azgelişmiş ülkelerde iç çatışmaları tahrik ettiklerini ve onların iç kargaşadan başka şeylerle uğraşmalarına imkan bırakmadıklarını, yani toplumsal olarak bilinçlenmelerine izin vermediklerini iddia etmektedir. Kısacası, küresel güçlüler, azgelişmiş ülkelere toplumsal demokrasiyi unutturmak için, onların önüne etnik, dinî, cinsel ne kadar araç varsa atmakta ve onları oyalamaktadırlar.

Gelir dağılımı adaletsiz  olan bir dünyada huzur ve barışın temin edilebileceğini ummak safdilllik olmaz mı? Zengin ve yoksul arasında bu denli büyük bir uçurumun olduğu  insanlık aleminde elbette global kaoslar olacaktır.

Yoksulluk beraberinde açlık, hastalık ve ölümleri de getiriyor…

Bugün için dünyanın GSMH’sinin 35 Trilyon Dolar civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bunun, 10.5 Trilyon Doları ABD, 4.2 Trilyon Doları Japonya ve 2.4 Trilyon Doları ise Almanya tarafından üretiliyor. İlk üç ülkenin GSMH’lerinin toplamı 17.1 Trilyon Dolar. Yani dünyanın toplam hasılasının (yaklaşık) yarısını ilk üç ülke oluşturuyor. Bu üç ülkenin toplam nüfusu ise 500 milyon civarında. Dünyamızda ise yaklaşık 6 milyar insan yaşamaktadır.

Buna karşılık, dünya nüfusunun neredeyse yarısı, yani yaklaşık 3 milyar insan, günde 2 dolarlık bir gelirle yaşıyor. 1.2 milyarı içinse bu 1 dolardan da az bir gelir demek. İstatistiklere göre, 800 milyon insan, yani her 7 kişiden biri yatağına aç gidiyor. 3 milyar insan yeterli sağlık hizmeti alamıyor. Hâlâ 1.2 milyar insan temiz içme suyuna sahip değil. Kolera, dizanteri ve diğer parazit hastalıkları nedeniyle halen yılda 3 milyon insan ölüyor. Her gün 5 yaşının altındaki 30 bin çocuk engellenebilir nedenlerle ölüyor. Hava kirliliğinin yol açtığı solunum yolları hastalıkları nedeniyle ölenler dünya genelindeki ölenlerin %10’unu oluşturuyor. Avrupa’da sel felaketleri, Afrika’da kuraklık ve açlık tehlikesi, Çin’de çölleşme, Amozon’da bitki ve hayvan türlerinin yok olması, kutuplarda buzulların erimesi ve hava kirliliği sorunu dünya için önemli bir tehdit haline gelmiş durumda.

 

Türkiye’de de durum çok farklı değil..

Türkiye’nin GSMH’sı, 160 milyar USD civarındadır. Nüfusun yaklaşık 70 milyon olduğu ülkemizde kişi başına düşen milli gelir ise 2250 USD civarındadır.(Satın alma paritesi itibariyle bu rakamların çok daha yüksek olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır) Ancak, bu her ferde  GSMH’dan 2250 dolar düştüğü anlamına da gelmemektedir.

Dört kişilik bir ailenin sadece karnını doyurabilmesi için gerekli olan para, yani açlık sınırı 390 milyon liradır. Buna giyim, ulaşım, kira, eğitim vb. ihtiyaçlar eklenerek hesaplanan yoksulluk sınırı ise 1 milyar 100 milyon liraya yükselmiş durumdadır. Buna göre, kamu çalışanlarının yaklaşık 1 milyon 250 bini ancak açlık sınırında yaşıyorlar. Açlık sınırını geçenlerin sayısı yaklaşık ise  300 bin.

Yoksulluk sınırını geçebilenlerin sayısı ise sadece 37 bindir.

Araştırmalara göre, Türkiye’de işsiz kalmak insanların sağlığını kaybetmekten sonra korktukları ikinci şey haline gelmiştir. İşsizlik ve ekonomik sıkıntılar sonucunda aile içi sorunlarda büyük artış görülmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsünün verilerine göre, Türkiye’de 2 milyon 200 bin işsiz mevcuttur. Bunların % 30’unun bir yıldan uzun bir süredir işsiz olduğu, % 70’nin ise son bir yılda işsiz kaldığı tesbit edilmiştir. Okullarından yeni mezun 170 bin kişinin de iş beklediği diğer önemli bir bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Ülkemizde, şehirlerde yaşayan nüfusun, doğdukları kırsal kesimlerle ilgilerini muhafaza eden kesimleri, buralardan aldıkları desteklerle bir miktar nefes alabilmektedirler. Sülale tipi yapılanmaların, eskiye göre büyük ölçüdeki çözülmelere rağmen hala etkisini sürdürüyor olması, kentlerdeki hemşehri dayanışmaları, insanlarımızın dini geleneğin tesiriyle  sürdürdükleri yardımlaşma  özellikleri bu ölçüde kötü rakamlara rağmen sosyal patlamaları önleyen etkenler olarak göze çarpmaktadır.

 

Batı’daki Sosyal Devlet uygulamaları insani ama eksik bir çabaydı…

Batıda, Kapitalizmin ve sanayi devriminin doğurduğu çarpıklıklara bir çözüm olarak ortaya çıkan sosyal devlet uygulaması, varolan yaygın kanaatin aksine sol bir uygulamaydı. Bilhassa 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve 20. Yüzyılda kendisini hissettiren Marksist ideolojinin rijit yönlerinin kapitalizm tarafından içselleştirilmesi ve kapitalist sistemin devamına yönelik oluşan doğal refleksin realize edilmesi anlamına geliyordu. Sosyal devlet kavramı iktisadi açıdan gelişmiş ülkelerin kendi iç problemlerini bir nebze olsun halledebildi fakat gelişmekte olan ülkeler statüsündeki devletler ve iktisaden çok sefil durumdaki ülkelerde ne uluslararası finans kuruluşları ne de BM çerçevesindeki yardım kuruluşları göstermeliğin ötesinde bir çözüm üretebiliyorlar.

Dünya sisteminin kontrolünü elinde tutan güçlerin etki alanındaki medya çabalarıyla büyütülen bu çalışmalar açılan uçurumun ve büyüyen problemlerin boyutunu gizleyemiyorlar.

Son günlerde Etopya’da açlık sınırındaki insanlar için yapılan müzik gösterileri ve Irak’lı mülteciler için düzenlenen Pavarotti konserleri bu noktadaki en son örneklerden sadece bir kaçı olarak gözümüze çarpmaktadır.

Çözüm ne derece mümkün?

İnsanlık tarihinde haksızlık ve adaletsizliklerin bir çok örneği mevcuttur. Bazı örnekler ise, sonuç olarak iyi görünse de yapılışı veya gerçekleştirilişi sırasında başvurulan yöntemler ve araçlar itibariyle tasvip edilmesi imkansızdır. Daha evvel bahsettiklerimizi toparlarsak, Batının Sanayileşme Serüveni ve bugün geldiği noktanın arka planını incelediğimizde de insanlık değerleri açısından çok önemli kusurları görebilmekteyiz.

Batı’nın sermaye birikiminin gerisinde dünyanın farklı bölgelerindeki birçok kavmin hakkı vardır.Topraklarından koparılmış, zor şartlar altında çalışmaya ve kimliklerini değiştirmeye zorlanmış insanların kol gücü, sanayileşme sürecinde ciddi bir değer oluşturmuştur. Aynı zamanda çeşitli sanayi kollarının ihtiyacı olan hammaddeler hakiki sahiplerinin ellerinden zorla alınmış veya bu insanlar tayin edilmiş sanayi kolları için hammadde sağlamaya zorla mecbur edilmişlerdir.

Direk kolonyalizm daha sonraki yüzyıllarda ve günümüzde şekil değiştirerek, medeniyet ihracı veya küreselleşme adlarıyla modern bir kimliğe bürünmüş, fakat üçüncü dünya ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler veya güney ülkeleri denen ülkeler, iktisaden gelişmiş olan devletlerin kontrol ettiği dünya sisteminde küresel adaletsizliğin sonuçlarını acı bir şekilde hissetmişlerdir.

Bugün göreceli olarak yoksul durumdaki bu ülkelerin birçoğunda mutlak yoksulluk sınırının altındaki nüfusun oranı da çok yüksektir. Aynı zamanda sistemin yapısı gereği gelişmiş ülkelerin nüfusu içinde zengin ve yoksul kesimlerin arasındaki oranlar da makul sınırların çok üzerindedir.

İnsanlar ve ülkeler  arasındaki adaletsizliklerin ve yoksulluğun en aza indirildiği bir yapının ve sistemin oturduğu ana temeller neler olabilir diye sorulacak bir soruya aşağıdaki cevaplar verilebilir:

İslam coğrafyasında önemli bir medeniyet döneminin yaşandığı gerçeğinden hareketle, bu medeniyetin odak noktasında yer almış olan Kur’anla, gerek bizim gerekse tüm insanlığın yeniden temasa geçmesi sağlanmalıdır.

Yöneticiler, ilim adamları, sanayici ve tacirler, hayatlarının her safhasında dengeyi gözetmelidirler.

İlimde gaye yaratılışın sırrına varmak, kitaba bağlı kalarak doğru ve hak anlayışını yaygınlaştırmak;

Siyasette gaye çoğunluğu manipule etmeden halkın katılımına ve özgür seçimine açık bir sistem geliştirmek, hukukun üstünlüğünü yerleştirmek ve toplumsal dengeyi sağlamak;

Ekonomide gaye ise serbest piyasa şartları içinde sosyal refahı ve kazanç dengesini sağlamak olmalıdır.

Bütün insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş, bizim de kurtuluşumuz olamaz düsturu ana ilke haline getirilmelidir.

Global manada bir çözüm yolu ararken de mikro ölçekte, her ferdin haksızlıktan ve adaletsizlikten kaçınmasının şart olduğu şiddetle vurgulanmalıdır.

Zekat ihmal edilmemeli, sadaka yaygınlaştırmalı, komşusu açken tok yatmama ölçüsü insanlar için önemli bir düstur haline gelmelidir.

Tabiatın insanlığa emanet olarak verildiği,  dünya ahiret denklemi içinde kul hakkının çok önemli olduğu, boynuzsuz koçun boynuzlu olandan hakkını alacağı bir günün geleceğinin hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerektiği vurgulanmalıdır..

Batılı kapitalist sistemin, küreselleşme safhasıyla etkisi altına giren kitlelerin en büyük dayanaklarından biri, iktisaden yoksullaşmalarına rağmen manevi ve ruhi dünyalarındaki zenginliklerin önemini kaybetmemek olmalıdır.

Gecenin karanlığının en koyu olduğu an, şafağın sökmesinin başladığı an olduğu gerçeği hiç bir zaman unutulmamalıdır. Hayalci olmamakla birlikte zulüme razı olmamak ve kötülüğün bertaraf edilmesi için cesaret, gayret ve fedakarlık göstermek şarttır.

Çalışmamızı, MÜSİAD’ın 2002 yılındaki Mültivizyon Metninin sonuç cümleleriyle bitirmek istiyorum:

Yeni bir insana ihtiyacımız var.

Değerlerini değişen şartlar karşısında yitirmeyen..

Varlık sebebinin kulluk olduğunu unutmayan

Hakikate giden yolları teknolojinin kurguladığı sanal aldatmacalarla örtmeyen..

Gücünü sömürü değil adaletten alan,

Zulme rıza göstermeyen, mazlumlarla kenetlenebilen insanlara

Spekülatif kazançlara göz yummayan,

Krizin aslında zihniyetlerden kaynaklandığını bilen,

Rekabetten yılmayan, mücadeleden kaçınmayan,

Kendisi, çevresi, toplumu ve en önemlisi Rabbiyle barışık insanlara,

İnsan gibi var olmasını bilenlere..

Adam gibi adamlara ihtiyacımız var….

 

ERHAN ERKEN

Yoksulluk Sempozyumunda Sunulan tebliğ 2004

 

Yararlanılan Kaynaklar:

1) Erol Manisalı; Yirmibirinci Yüzyıl’da Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye, Otopsi Yayınevi, İstanbul, 2001.

2) Richard Falk; Yırtıcı Küreselleşme: Bir Eleştiri, Çev. Ali Çaksu, Küre Yayınları, İstanbul, 2001.

3) Samuel P. Huntington; “Medeniyetler Çatışması mı?”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001,

4) Ahmet Davudoğlu; “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalım Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001

5) Dr. Mete TURGUT; 21. Yüzyılı Medeniyetler Çatışması mı,Zengin-Fakir çatışması mı belirleyecek?, http://www.turkiyevesiyaset.com/sayi8/0808.

 

6) Emre Kongar, Küresel Terör ve Türkiye: Küreselleşme, Huntington ve 11 Eylül, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002,

7) Kafdağına Yolculuk; Müsiad Mültivizyon Metinleri, Mustafa Özel, Melikşah Utku

8) Mustafa Özel; Müslüman ve Ekonomi: İz Yayınları, İstanbul,1997

9)William H. Mc. Neill; Dünya tarihi: Çev. Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara, 2001

1o) Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi Türkiye Ulusal Raporu

 

ÜÇ MODEL

İktisadi hayat içerisinde aktif olarak yer alan Müslümanların davranışlarını analiz edebilmek için kabaca üç tür model oluşturmak mümkün. Bir Müslüman’ın ele aldığımız herhangi bir modelin tüm özelliklerini taşıması her zaman ihtimal dahilinde olmayabilir, ama iktisadi hayattaki Müslümanların hareketlerine, karar alışlarına yön veren eğilimleri bize göstermesi açısından modelleştirme bize önemli kolaylıklar getirecektir.

Birinci modelimizde ele alacağımız örnek tipi, “Rahmete ve berekete yönelik davranan Müslüman” ana başlığı altında inceleyeceğiz.

Böyle bir kişi, haramdan kaçınır, şüphelilerden mümkün olduğunca uzak durur. Banka ve hatta finans kurumları ile hiçbir ilişki kurmamaya çalışır. Şehir dışı ödeme ve tahsilatlarında posta çeki hesabı kullanır. Çeşitli şüpheli ilişkilere girer korkusuyla sadece küçük çaplı ticari organizasyonlara kalkışır. Onun için mühim olan, işinin büyümesi veya iktisâden güçlü olmak değil, boğazından geçen lokmanın helâl ve katışıksız olmasıdır.

Karnında haram lokma olanın duasının kabul edilmeyeceği korkusu, onun hareketlerinde birinci referans noktasıdır.

Hep peşin alış-satışlar yapmaya çalışır, vadeli olarak alış verişten mümkün olduğunca kaçar. Fıkhî olarak peşin ve vadeli satışlar arasında doğabilecek fiyat farkının caiz olduğunu bilmesine rağmen, bu tür bir alış-veriş onu rahatsız eder. Yaptığı iş sahasının, dînî hedefleriyle alakalı olan yönünü sürekli düşünür. Mesela bir iş gereksiz tüketime yönelik ise o sahaya girmemeye gayret eder.

Bir sermaye sağlama şekli olarak faizle kredi almak yerine hisse senedi piyasasının yaygınlaşmasını müsbet görmekle birlikte, hissesini alacağı şirketin faizle veya gayri İslâmi yöntemlerle iş yapabileceğini düşünerek borsadan hisse almaya yanaşmaz. Endeksin elli binlerin üstüne çıkması onun için cezp edici bir mahiyet arz etmez.

Herhangi bir sebepten nakit sıkıntısına düşmüş bir insandan kendisi için çok kârlı olsa da kesinlikle mal almaz.

Devletle en küçük bir kredi, teşvik işine girmez. Enflasyonun altında negatif faizle alınacak teşvik kredisine veya yatırımın belli bir miktarının geri ödenmesine yönelik herhangi bir projeye sıcak bakmaz. ‘Birilerinin hakkını yerim, bundan dolayı da Allah’ın rahmetini celbedemem’ korkusuyla bu sahalara gözünü ve kulağını kapatır.

Arabasını, evini ve malını sigorta ettirmez. Sigorta ilişkisine girdiği kurumların birikimlerini nemalandırma biçiminin genelde gayri İslâmi olduğu fikriyatına sahiptir. Bu fikriyat sonuçta maddî açıdan kendi zararına olsa da, sigortaya yine de menfî gözle bakar.

Bağ-Kur ve SSK konusunda da rahat değildir. Herhangi kanuni bir mecburiyet olmasa onlarla bile ilişkiye girmeyi düşünmez. Bu konuda hassasiyetli olan bazı insanlar çalışırken ödedikleri primleri altın cinsinden hesap eder. Pirimlerinin toplamı emeklilikten sonra, altın cinsinden ödedikleri değerden fazlaysa bu farkı almazlar veya alsalar da kendileri için kullanmazlar

Bu modeldeki insanların tasarruf aracı olarak genellikle altını seçtikleri müşahede edilmektedir.

Zikrettiğimiz birinci kategorideki şahısların arasından maddi açıdan büyük birikimler yapanların çıkması pek mümkün olmamaktadır. Zaten bu türün aradığı da büyük maddi birikim değildir. Mühim olan, iktisadi hayatta Allah’ın rahmetini celbetmektir. Bu yolla en büyük güç olan Allah’ın gücünü arkalarına almayı hedeflemektedirler. Bu zümre mensupları, onların aile efradı kısmî ve dönemsel zorluklar çekebilir,  lakin İslâmi teorinin ve emanetin hiçbir zedelenmeye uğramadan sonraki nesillere intikalini bu yolla mümkün görür.

İkinci modelimizi “İktisadi hayatta maddi gücü kazanmak için çalışan ve imkanı ölçüsünde her yolu deneyen insan tipi” olarak isimlendirebiliriz. Bu tip için içinde yaşadığı zemin çok önemlidir; imânî açıdan teslim olmuş olmasına rağmen içinde yaşadığı sistemin tüm kurallarına riayet edilmesi ve onlardan tümüyle istifade edilmesi prensibini kendisine şiar edinmiştir.

Biraz çeşitlendirirsek; işinin gelişmesi için gerekli finansmanın sağlanmasında banka veya teşvik kredisi, ihracat kredisi veya tüketici kredisi türü tüm yolları kullanır. İşyerini çağdaş ölçülere göre dizayn eder, sekreterinden çaycısına kadar tüm personelinin prezantabl (!) olmasına azami dikkat gösterir. İşçi-işveren münasebetlerinde kanunlar ve cari piyasa kuralları dairesinde kendisi için maksimum faydayı sağlayacak tüm yolları kullanır. Yatırımları konusunda bazı temel tercihler (içki üretimi gibi) hariç çok seçici değildir.

Giyiminden, arabasının markasına ve modeline kadar ‘oyunun kurallarına uygun’ olacak tüm ayrıntılara dikkat eder.

Borsa, futuring (gelesiye alış-satış) tahvil, repo, yatırım fonları, rasyonel olmak koşuluyla onun için alternatif kazanç yollarıdır.

Evinden arabasına fabrikasından yaşamına kadar sahip olduğu hemen her şey sigortalıdır. Ana ilkesi maddi olarak maksimum getiriyi elde etmek ve yine maddi kayıpları en aza indirmek ve bu yolla elde edilen güçle de inancı yönünde hizmet edebilmektir.

Bu modele uyan Müslümanlar önemli bazı suallere de cevap arama mükellefiyetini taşıyorlar. Mesela yukarıdaki kıstaslara dayanan bir Müslüman için zekât oranı kırkta bir midir? Yoksa onun için gösterilecek örnek harpte malının tamamını veren Hz. Ebubekir (r.a) veya malının yarısını veren Hz. Osman (r.a) mıdır?

İslam’ın çok özel şartlar içinde izin verdiği bazı izinleri kullanarak kazanılan bir maddi güçten, o gücü kullanan insan, kendi nefsi için ne ölçüde faydalanabilir?

Tarifi yapılan insanın konumu,  işinin genel müdüründen öte bir anlam taşır mı? ( veya taşımalı mıdır?)

İkinci modelimiz için cevap arayan sorularla ilgili bu kadarla iktifa ederek üçüncü modelimize geçebiliriz.

Bu modelimizdeki şahısların genel özellikleri “Yaptıkları işe kendilerinden ayrı tüzel bir kişilik mantığı” ile bakabilmeleridir. Yani biraz daha açarsak kendi gerçek kişiliklerini firmalarının tüzel kişiliğinden bütünüyle ayrı tutabilmektedirler. Kapitalist sistemin bir ürünü olan tüzel kişiliğin, o sistemin gerçeklerine ve kaidelerine uygun olarak hayatiyetini sürdürmesinin tabiî olduğunu düşünmektedirler. Bu kişilerimiz, tüzel kişiliğe bakışta seküler, kendileri ile ilgili şahsî kararlarında dine dayalı bir davranış içindedirler. İşlerinin başındaki yüzleri ile mesai sonrasındaki yüzleri birbirine taban tabana zıttır.

Bu model içindeki bir insan, firması paraya sıkıştığında veya yatırım için finansmana ihtiyaç duyduğunda rahatlıkla kredi alabilmekte, fakat kendi özel ihtiyacı için kesinlikle kredi kullanmamaktadır. İşçisini asgari ücretle çalışmayı sistem gereği olarak çok normal görmekle birlikte aynı çalışanına çeşitli yollarla zekât veya sadaka fonundan destek olabilmektedir.

Üretilen mamullerin tanıtımında çağdaş reklâm yöntemlerinin her türünü gayet rahatlıkla kullanabilmekte fakat evine televizyon almamakta veya en ufağından alarak, çoluğunu- çocuğunu bu aletin zararlarından korumaya çalışmaktadır.

İkinci modele özellikle, maddi gücü oynama noktasında benzeyen üçüncü modelimiz daha ilkeli, hayatının kurtarabildiği kadar bölümünü İslâmi temel kurallarına göre yaşamaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra iş hayatı içinde daha fazla maddi güce ulaşmayı veya varolan gücü kaybetmemeyi hedeflemektedir.

Kaba hatlarıyla tariflerini yapmaya çalıştığımız bu modellere karşı en iyisi veya en kötüsü budur, ya da tercihimiz şu modelden yanadır demenin, geldiğimiz noktada çok fazla anlamı olmayacağı âşikârdır. Yapılması gereken, yukarıda tarif edilen tiplemeleri kendi içinde geliştirmek, belki daha başka eklemelerle çeşitlendirmek ve üzerlerinde derinlemesine durup tartışarak daha iyi, en iyi gibi noktalara varabilmek olmalıdır.

Müslümanlar, hangi modele daha yakın olurlarsa olsunlar, ‘Kitab’a ve sünnete bağlılıklarını kaybetmedikleri ve niyetlerini hâlis tuttukları oranda Allah’ın yardımıyla en iyiye ve en doğruya doğru gideceklerine inanıyorum

ERHAN ERKEN

Nisan 1995 MUSİAD BULTENİ

 

 

SİYER-İ NEBİ VE SİYASET

Bir insanın Müslüman olabilmesi için ilk şart Kelime-i şahadet getirmesidir. Yani Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve elçisi olduğuna kalbi ile inanması ve bu inancını kelimelere dökerek beyan etmesidir. Bu genel kabulden sonra Müslümanlık dairesi içine adımını atan insan, Allah’ın kendisinden neler istediğini öğrenmek için O’nun vahiy yolu ile gönderdiği kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e sarılır. Kur’an-ı Kerim’in insanlığa geliş yolu bilindiği gibi Hz. Muhammed (sav) vasıtasıyla olmuştur. 23 senelik bir devrede kısım kısım gönderilen ayetler, bizzat tatbikat ile birleşerek kıyamete kadar insanoğlunun ihtiyacını görecek bir bütün oluşturmaktadır.

 

Müslümanlar, bu sebepten Hz. Peygamber’e (sav) çok büyük sevgi ve muhabbet beslemektedir. O’nun hayatı, yaptıklarını ve yapmadıklarını öğrenmeye çalışmakta, bunun yanında davranışlarında insanlığa örnek olacak genel kuralları tespit edip onları uygulamaya gayret sarf etmektedirler. Bu özellik, tarihte böyle olduğu gibi bugün ve yarın da muhakkak ki böyle olacaktır. Hz. Peygamber’in (sav) hayatını tafsilatıyla anlatan kitaplara bilindiği gibi “siyer kitapları” denmektedir. İslâm tarihinin her döneminde birçok ilim adamı tarafından çok sayıda siyer kaleme alınmıştır. Müslümanlar bu kitapları okumuşlar, okutmuşlar ve oradan aldıkları genel dersleri hayatlarına tatbik etmeye çalışmışlardır.

 

Geçenlerde, son devrin önemli araştırmacılarından Muhammed Hamidullah’ın İslâm Peygamberi isimli kitabını inceliyordum. Değerli ilim adamı Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından Fransızca’dan tercüme edilerek Türkçe’ye kazandırılan ve 1980 yılında basılmış olan bu eserin “içindekiler” bölümüne bakarken Rasullullah’ın (sav) Takip Ettiği Siyasetin Temel Umdeleri başlığı altında yer alan hususlar dikkatimi çekti ve okuduğum metni sizlerle paylaşmak istedim.

 

Hamidullah bu umdeleri aşağıdaki şekilde tasnif ediyor:

  • İslâm’ın tebliğ edilmesi.
  • Ahlâkilik ve adalet
  • İnsanların eşitliği.
  • Dâhilde tesanüd ve sulh-u sükun (içerde dayanışma ve dirlik düzenlik).
  • Toparlanma ve yayılma (İslâmiyet’e yeni kazanılmış fertlerin cemaat içinde yaşadığı, olgun Müslümanların çeşitli ülkelere giderek hakkın, doğrunun, iyinin anlatılması için yayılmaları).
  • İnsan kanına hürmet.
  • Teknik alanda gelişmeye önem verme.
  • Haber alma hizmeti (iletişim ehemmiyeti).
  • İktisadi baskı.
  • Müslümanların düşmanlarının dost ve müttefiklerini kendi tarafına toplamak.
  • Müslümanların düşmanlarını kendi düşmanlarını kendi düşmanlarıyla kuşatmak.
  • Diplomasiyi maharetle kullanmak.
  • Müslümanlara farklı sebeplerden düşmanlık duyanların bir kısmının yakınlığını kazanmak ve aralarının düzgün olmasını engellemek.
  • İslâmiyet’le yeni müşerref olmuş kişilerin şeref ve haysiyetinin korumak.

 

Muhammed Hamidullah’ın Peygamberimizin (sav) hayatını analiz ederek çıkarmış olduğu bu sonuçların yanı sıra başka ilim adamları da siyere bakarak farklı yorumlar geliştirmişlerdir. Samimi gayretlerin ürünü olarak ortaya çıkarılan tüm yorumlardan tarih içinde birçok siyaset adamı yararlanmış ve İslâm Medeniyeti asırlara meydan okuyarak günümüze kadar taşınmıştır. İslamiyet’in bir konu hakkındaki yorumunu anlayabilmek için, esas kaynak olan Kur’an-ı Kerim’in yanında, onu açıklayıcı mahiyetteki Peygamberimizin (sav) sözleri ve fiillerinden oluşan sahih Hadis-i Şerifler birincil öneme haiz metinlerdir. Muteber hadislere dayanan ve bizlere İslâm’ın en mükemmel yaşandığı dönemle ilgili tarihî bir perspektif veren siyer kitapları, her devirde, gerek Müslümanların gerekse de İslâm tarihini inceleyen hemen herkesin değer verdiği başucu kitapları arasında yer alır.

 

Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi kitabı da bu kategoride önemli bir yer tutmaktadır.

 

Yukarıda aktardığım bölüm, sözü geçen kitabın ikinci cildinde tafsilatıyla yer almaktadır.

 

Okumaya, okutmaya, kitaplarla münasebet kurmaya durmaksızın devam edelim… O en güzel kitabı daha iyi anlayabilmek için, en güzel insan ve son Peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) sözlerini, fiillerini öğrenip tatbik etmeye çalışan insanlarla dolu bir dünya dileğiyle…

ERHAN ERKEN

Şubat 1998 MUSİAD BULTEN

 

KURBAN VE HACC

Kurban Bayramı yaklaşırken toplumun farklı farklı kesimlerinde değişik bir hazırlık göze çarpıyor. Gazetelerdeki bayram dolayısıyla çıkan çeşit çeşit reklâmlar, “En iyi, en ucuz tatil bizde”, “Tatilde Kuşadası’ndayız” türünde ibarelerle bayramın sadece “tatil” kısmını öne çıkaran bir zihniyetin ürünü. Çalışanlar ise alacakları bayram ikramiyesini ne şekilde değerlendireceklerinin hayali içinde. İkramiyeler ise birçok iş sahibi için bayramı kâbus haline getirecek bir yük.

 

Vakıflar, dernekler şimdiden çalışmalara başladılar. Alacakları fazladan her deri veya her kurban için okutulacak bir talebenin şu kadar günlük ihtiyacı veya yarım kalmış Kur’an Kursu’nun eksik 20–30 tuğlası diye düşünülerek hummalı bir faaliyete girişilmiş. Tabii bu arada bütün yıl boyunca “bizim mahalleye” uğramamış, onu adeta yok saymış bir zihniyet, bayram münasebetiyle ve şaibeli bir kurumla pusuya yatmış, bayramı inananlara nasıl zehir ederim diye planlar kuruyor.

 

Kurban Bayramı’nın önemli diğer bir yanı da Müslümanlar için çok değerli olan hacc ibadetinin bu tarihlerde olması.

 

İslâm’ın şartlarından olan haccın ifası için Müslümanlar, Hicri Zilkade ayından başlamak üzere, yoğun olarak da Zilhicce ayının ilk günlerinden itibaren gruplar halinde hacc yoluna çıkmaya başlıyorlar.

 

Arefe gününe kadar Mekke’ye ulaşıp güneş batıncaya kadar Arafat’a çıkacak olan her Müslüman, Hacı olabilecek ve kul hakkı hariç tüm günahlarından arınmış ve “Bembeyaz bir sayfa” açılmış olarak Müzdelife’ye ve Mina’ya inecek.

 

Hacc, birçok farklı özelliği bünyesinde barındıran müthiş bir olay. Hiçbir insanî komut insanları bu tarz bir hareketin içerisine dahil edemez. Müslümanlar tamamen ay ve güneş hareketlerine bağlı olarak, senenin bir gününde aynı mekânda toplanabiliyorlar ve güneş batıncaya kadar tayin edilmiş olan o “çizgi”yi geçemiyorlar. 1400 küsur senedir her sene bu olay, aynı şekilde gerçekleşiyor. Güneş batıyor, sanki bir yarış startı verilmiş gibi “arınmış” insanlar Arafat”ı terk etmeye başlıyorlar.

 

Sadece bu nokta mı? Hayır. Ali Şeriati’nin Hacc isimli kitabında tasvir ettiği gibi hac iklimindeki her insan, Hz. İbrahim (A.S), oğlu İsmail ve hanımı Hacer arasında cereyan eden senaryoyu, aktörleri kendisi ve ailesi olduğu halde “tek kişilik bir oyun gibi” oynuyor veya daha doğru bir deyimle oynaması gerekiyor.

 

Hiç bir kimsenin bire bir Hz. İbrahim (A.S)’ın saçının teli olamayacağını bildiğimiz halde, sırf Allah için hanımını ve çocuğunu çölde Allah’a emanet ederek vazifeye giden o mümtaz kişinin durumunu hissetmesi, kendini onun yerine koyması, adeta kendi nefsinde aynı imtihanı verip veremeyeceğini sorgulamasına vesile olması “hacc”ın önemli yönlerinden bir diğeri olsa gerek.

 

Çok farklı ülkelerden gelmiş, Kâbe’ye farklı yönlerinden “kıble” diye yönelmiş insanların, tek bir komutla yan yana ibadet etmeleri, aralarında var olan farklılıkların aslında detayda farklılıklar olduğunu kavrayabilmeleri, “hacc”ın sağladığı diğer bir mühim nokta.

 

“Hacc”a giden Müslümanların kendi milletlerinin ötesinde çok büyük bir ümmetin ferdi olduklarını kavramalarında da “Hacc”ın önemli bir faydası oluyor.

 

İdarecileri farklı zihniyetlerde olsa da, aralarında kalın sınırlar bulunsa da, siyasi gündemleri düşman gibi görünse de İslâm kardeşliği Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor, onlara, “kardeşliklerini” hatırlatıyor ve bazen her şeyin “sun’i” olduğunu adeta haykırıyor; sosyal, kültürel “bir”liğin öneminin altını çiziyor.

 

Ya iktisadi hayat… Hacc, Müslümanların sadece ruhi olgunlaşmalarını ve birbirlerinin farklı sosso-kültürel özelliklerini tanımalarını sağlamıyor, ilave olarak iktisadi açıdan da birbirlerine yaklaşmalarını, alışveriş yapmalarını, birbirlerinden bir şeyler alıp satarak meşru şekilde geçinmelerini teşvik ediyor. “Medine Pazarı”nın kurulmasını ve bu pazarda müminlerin birbirleriyle alış-veriş yapmalarını isteyen bir Peygamberin (sav) ümmetine, O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı veriyor hacc.

 

Ve tabii Medine’ye gelen her Müslüman, sanki kendisine sağlığında gidilmişçesine haberdar olacağını müjdeleyen Peygamberini (sav) ziyaret ederek, onun yaşadığı, savaş yaptığı, devlet kurduğu mekânları dolaşarak o tarihi yeniden gözünün önüne getiriyor ve bin bir dersle dolu kutlu yolculuğunu tamamlayıp adeta kan tazeleyerek ülkesine dönüyor.

 

İşte yaklaşan Bayramı, Bayram yapan en mühim noktalardan bir tanesi de kısaca özetlemeye çalıştığım Hacc ibadetidir.

 

İçinde İslâm tarihinin kilit olaylarının sembolleriyle yer aldığı, Müslümanın gerek ruhi olgunluğunu geliştiren, gerek sosyo-kültürel açıdan ufkunu açan, gerek ümmet şuurunu pekiştiren Hacc ibadeti, Kurban Bayramı ile Müslümanların gündeminde çok önemli bir yer tutmalıdır.

 

Kurban Bayramı bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

ERHAN ERKEN

Mart-Nisan 1996 MUSİAD BULTENİ

 

İZ BIRAKANLAR


Bu yazıda sizlere üç şahıstan söz etmek istiyorum. Bu üç şahıs farklı tarihlerde ve farklı çevrelerde yaşamış olmalarına rağmen birbirlerine benzeyen bazı önemli özelliklerden dolayı böylesi bir yazının konusu oldular. Bu arada, bahsi geçen kişilerin söz konusu ettiğimiz özelliklere sahip yegâne insanlar olmadıklarını da belirtmemizde fayda görüyorum.

 

Nedir bu üç insanı birleştiren özellikler? Bu kişiler yaşadıkları dönemlerde yaptıkları bazı işlerden veya hayata bakışlarındaki temel bazı hususiyetlerinden dolayı kendilerinden sonraki devreleri de etkilemişler ve başlıktaki ifademize uygun olarak söylemek gerekirse “iz bırakmışlardır.”

 

Bahis konusu edeceğimiz ilk zat, İstanbul şehrinin adeta medar-ı iftiharı olan Hz. Ebu Eyüb El Ensari Hazretleri’dir. Eski İstanbul’un yeşil kalmış nadir semtlerinden kendi adıyla anılan Eyüp Sultan’da medfun bulunan bu ulu zat, her gün binlerce kişi tarafından ziyaret edilmekte, din ile bağlantılı hemen her temel hadisede Müslüman halk tarafından muhakkak hatırlanmaktadır.

 

Ebu Eyüb Halid Bin Zeyd El Ensari Hazretleri’nin beni en çok etkileyen yönü, bundan 1400 küsur sene evvel hayvan sırtında, sırf Resül-u Ekrem (sav)’in sözünde işaret ettiği şehri fethetmek için binlerce kilometre uzaklıktaki hiç görmediği bir şehre gelmiş olmasıdır. O şehri yine görememiş, fakat uğrunda şehit düşerek kendisi için “gurbet” olan bir diyarda defnedilmiştir.

 

Bu ne iman,  bu ne teslimiyettir ki, insanları en zor şartlarda bile aylarca süren seferlere çıkarabiliyor, yaşlı canlarıyla onları hayvan sırtında binlerce kilometre uzaklıktaki bir diyara cihada gönderebiliyor.

 

Eyyüb El Ensari (ra), hakikat bildiği yolda engel tanımayan bir insandı. Onun içindir ki yüzyıllar sonra bile insanları hatırasıyla irşada devam etmektedir.

 

Üzerinde duracağımız ikinci isim Robert Kolej’in kurucusu Cyrus Hamlin…

Eyyüb El Ensari’den sonra bu ismin ne yeri var diye sorabilirsiniz. Fakat Hamlin’in yaptığı işin üzerinde biraz durduğumuzda hangi noktada bağlantılı olduklarını daha iyi görmemiz mümkün olacaktır.

 

Hamlin, 1839 yılında genç bir üniversite mezunu olarak misyonerlik ateşiyle Amerika’dan kalkıp Osmanlı’nın başşehri İstanbul’a gelmiştir. Bundan yaklaşık 150 küsur sene evvelinin şartlarıyla okyanus aşırı bir ülkeye sırf kendi inançlarını aşılamak için gelen bir Amerikalı. İstanbul’da özel bir okul açmaya karar veren bu genç adam, 1856 yılında Christopher Rhinelander Robert ile tanışır ve meşhur Osmanlı diplomatı Ahmet Vefik Paşa’nın Bebek sırtlarındaki arazisini satın alarak işe girişir. İnşaatın uzaması üzerine Bebek’te küçük, kiralık bir binada 4 öğrenci ile öğretime başlayan okula finansörünün ismi verilir: “Robert College”

 

Okul, Türk topraklarında Batılı manada birçok “ilkin” öncüsü olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkün: Okulun Bebek kampusünde ilk futbol oyunu, yine aynı kampuste Avrupa ve Türkiye’nin ilk modern kapalı spor salonu, ilk basketbol oyunu, R.C. Players adıyla Türkiye’de (o zaman Osmanlı) ilk öğrenci tiyatro kulübü, öğrenci kızların ilk defa bir tiyatro oyununda rol alması, mezunları arasında ilk kadın Profesörün bulunması, İngilizce roman yazan ilk Türk’ün bu okuldan mezun olması, Amerika’da ve İngiltere’de sahneye çıkan ilk Türk’ün buranın mezunu oluşu v.s.

 

Daha sonra bünyesinden Boğaziçi Üniversitesi’ni çıkaracak olan Robert Kolej’in Batılı değerlerin Türk kültürüne ithalinde ne denli öncü bir rol oynadığını ve Türkiye’nin Batılaşma sürecinde üst düzey ne tür etkilerinin bulunduğunun dikkatli bir gözle bakmayınca görmememiz mümkün değildir. Bugün Türk siyasi hayatının en önemli noktalarında Robert Kolej ve Boğaziçililerin bulunması bana göre Cyrus Hamlin’in eseridir. Kendince kutsal bir dava için Amerika’dan kalkıp Osmanlı payitahtına gelen bir idealistin gayretinin 150 küsur yıl sonraki meyvesidir bunlar. Unutmayalım ki Allah (cc) adildir ve çalışana karşılığını verir. Hayırda yarışana ise ekstradan kat kat vereceğini vaat etmektedir.

 

Üçüncü misalimiz Bediuzzaman Said-i Nursi’dir. Said-i Nursi’nin tüm yaşamının İslâm uğrunda gayret etmek, bir diyardan öbür diyara koşuşturmak, sürgün edilmek ve hapislerde sürünmekle geçtiğini hemen hemen bilmeyenimiz yoktur. Bu kadar meşakkate uğramış olan bu zatın hayatı, gözyaşları içinde okunabilecek derecede acıklı bir zaman dilimini kapsar.. Bugün yattığı yer bile bilinemeyen Said-i Nursi’nin açtığı yolda yürüyen, yıllar sonrasında da olsa ondan feyz alan insan sayısı milyonlarla ifade edilebilmektedir.

 

Hangi inanca sahip olursa olsun kendinden sonraki nesle bir eser bırakan, bir çığır açan, insanları yıllar; hatta asırlar ötesinden etkileyen kahramanların hayatlarındaki en önemli benzerlik, normal insanların ölçüleriyle davaları uğruna yaşamlarını adeta feda etmeleridir. Hangi medeniyet çerçevesinde olursa olsun, ancak bazı hayatların feda edilebilmesiyle kalıcı eserlerin ortaya konulabileceğini bizlere gösteren yukarıdaki misallerin ışığında, bu yazının yazanın da dâhil olduğu hemen herkesi daha derin düşünmeye davet ediyorum.

ERHAN ERKEN

Ekim 1994 MUSİAD BULTENİ

 

BİR YILI DEĞERLENDİRİRKEN

MÜSİAD BÜLTEN’inin 1996 yılında ilk sayısına başlarken, geçtiğimiz yılın genel bir değerlendirmesini yapmayı planlıyordum. Bu niyetle masanın başına oturup 1995 yılının önemli olaylarını düşünürken, bir yandan da bu olayları belli bir tasnife tabi tutmaya çalışıyordum. Zihnim böyle bir faaliyetle meşgul iken boşta kalan gözlerim kütüphanenin raflarında geziniyordu. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddi bir çalışmanın ürünü olarak yayınlanan Şark İslâm Klasikleri’nin bulunduğu bölüme geldiğimde Sadi’nin Bostan adlı meşhur eseri sanki özellikle dikkatimi çekti.

 

Kitabı karıştırdıkça, binikiyüzlü yıllarda kaleme alınmış ibretli hikâyelerin, uzun bir zaman çizgisi içinde, tek bir yılın değerlendirilmesinden çok daha önemli ve kuşatıcı olabileceğine kanaat getirdim ve bazı hikâyeleri beğeneceğinizi ümit ederek seçmeye başladım.

 

Düşündüm ki bu hikâyelerin büyük çoğunluğu insanoğlunun hiçbir devirde değişmemiş ve değişmeyecek olan yönlerini konu edindiği için, dünün insanına hitap ettiği gibi bugünün ve muhtemelen yarının insanına da hitap edebilecektir.

 

O zaman 1995 yılının genel değerlendirmesi olarak başlayan bu yazımızın, muhtemelen 1996, 1997 ve takip eden yılların da genel değerlendirmesi olmaya aday bir muhtevaya  sahip olduğunu iddia etmek mümkün olabilir.

 

Sizleri, Sadi’nin Bostan adlı eserinden derlediğimiz hikayelerle baş başa bırakırken, her anını tefekkür ve tezekkür ile geçirebileceğimiz nice yıllar temenni ediyoruz

 

Kızıl Aslan’la Danışman

 

Kızıl Aslan’ın sağlam bir kalesi vardı. O kadar yüksekti ki Elvend (Batı İran’da yüksek bir dağ, 3900 m.) dağından boynunu yüceltirdi. Yolu, gelin zülfü gibi kıvrım kıvrım olan bu kalede kimseden endişe edilmez ve hiçbir şeye ihtiyaç duyulmazdı. Bir bahçenin içinde, lacivert tabağa konmuş yumurta gibi, görülmedik bir şeydi.

 

Bir gün padişahın yanına, uzak yollardan, huzuru mübarek bir zat  (Emir) geldi. Bu zat diyar diyar dolaşmış ve cihan görmüştü; gerçeği tanıyan hünerli bir adamdı. Güzel konuşuyor, her şeye aklı eriyor, çok şeyler biliyordu. Hâsılı sözü sohbeti yerinde bir bilgeydi.

 

Kızıl Aslan dedi ki:

-“Bu kadar gezmişsin, bunun gibi sağlam bir kale gördün mü?”

 

Adam gülümsedi:

-“Evet, dedi, çok hoş bir kale. Ancak sağlam olduğunu zannetmiyorum. Değil mi ki senden önce daha birtakım azameti padişahlar buna sahip olmuşlar ve içinde birkaç zaman kaldıktan sonra bırakıp gitmişlerdir? Ve değil mi ki senin ardınca başka padişahlar da gelecekler, burada yaşayacaklar ve senin ümit ağacının meyvesini onar yiyecekler? Şu halde babanın saltanat devrini hatırlayarak gönlünü bu gibi düşüncelere bağlamaktan kurtarmalısın. Nitekim felek tutmuş, babanı bir köşeye oturmuş. Öyle oturtmuş ki şimdi bir mangıra dahi hükmü geçmiyor. Her şeyden, herkesten nevmit olduğu için ümidi ancak Allah’ın lütfüne kalmıştır. Akıllı adamın nazarında dünyanın çöp kadar kıymetli yoktur. Çünkü o, her zaman bir başkasının mekânı olmuştur.”

 

 

 

 

(…)

 

Cömertliğe dair…

 

Eğer akıllı isen ‘mânâ’ya meylet. Zira yerinde kalacak olan şey mânâdır, sûret değil. Şu halde bilgisi, cömertliği ve takvâsı bulunmayan kişinin sûretinde de hiçbir mânâ yoktur.

 

Ancak halkın gönül rahatlığı ile yatmasını sağlayan kimsedir ki toprağın altında rahat uyur.

 

Sen kendi kaygını sağladığında çek; hısımların hırsa düşerler, ölenle ilgilenmezler. Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.

 

Gönlünün perişan olmasını istemiyorsan perişan olanları gönülden çıkarma. Hemen bugünden hazineyi dağıt; yarın bunun anahtarı senin elinde olmayacaktır. Sen kendi azığını yanında götür; çoluğundan-çocuğundan acımak gelmez.  Ahirete giderken azığını yanına alan kişi, devlet topunu dünyada iken çelmiştir. Dünyada hiçbir kimse benim sırtımı kendi tırnağım gibi kaygılanarak kaşımaz (Arap Atasözü). Şimdi nen varsa avucuna al, ihsan et. Yarın pişman olur, elinin tersini dişlersin.

 

Yoksulun çıplak vücudunu örtmeye çalış ki Allah’ın affı da senin günahlarına perde çeksin. Garibi kapından nasipsiz çevirme. Allah yargılasın, sen de kapılarda garip olabilirsin.

 

Başkasına muhtaç olmaktan korkan büyük insan muhtaç olanlara iyilik eder.

 

Hastaların gönlünü gözet. Mümkündür, günün birinde senin gönlün de hastalanabilir. Acizlerin gönlünü sevindir ve acze düşeceğin günü hatırla. El kapılarında dilenci değilsin; bunun şükrânesi olarak kapından dilenciyi kovma.

(…)

Gönülsüzlüğe dair…

 

Ey Allah kulu, Yüce Allah seni topraktan yarattı; sen de toprak gibi gönülsüz ol: Hırsa kapılma, başını dikme, dünyayı yakma. Madem ki O seni topraktan vâretmiş, sen de ateşe benzeme. O korkunç ateş vaktiyle başını yüceltip kibirlenirken toprak aciz davranmış; o kibirlendikçe bu alçak görünmüştü. Fakat böyle olduğu içindir ki ondan şeytan, bundan insan yaratıldı.

 

(…)

Yağmur tanesi

 

Bir buluttan bir damla yağmur düştü. Bu damla denizin genişliğini görünce utandı:

“Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum? Eğer deniz buysa gerçekten ben hiçim” dedi.

Damla kendisini hor görünce sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi. Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki, nihayet padişahlara yaraşan namlı bir inci oldu.

Hâsılı, bir yüceliği kurumsuz olmakla buldu; yokluk kapısını çaldığı için var oldu.

(…)

Dünya evi

 

Gönül erlerinden biri, iyi bir adam, kendi boyuna yetecek kadar bir ev yapmıştı. Bir başkası dedi ki: “Biliyorum, sen bu evden daha iyisini yaptırabilirdin.”

Gönül eri: “Hayır, diye cevap verdi, ben köşk yüceltmekten ne bekleyebilirim? Bırakıp gitmek için bu da kâfîdir.”

Oğlum, sel yoluna ev yapma; bu binayı (Burada dünya evi anlamında) kimse tamamlayamamıştır. Kervancının yolda ev yapması, akıl, tedbir ve marifet işi değildir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Şubat 1996

 

FIKIH DANIŞMANLIĞI

 

Bir işletmenin başarılı olabilmesi için gerekli ilk şart, iyi yönetilmesidir. İyi yönetimin göstergeleri arasında ise ilk başta yönetim kadrosunun ehil kişilerden oluşmasını, hedeflerin işletmenin gücü ile orantılı bir seviyede tesbit edilmesini, hedeflere ulaşma yolunda programlamanın doğru yapılmasını ve her safhada kontrolün ihmal edilmemesini sayabiliriz.

 

Bu arada işletmenin maliye, sigorta, çalışma ve iş güvenliği konularında mevzuata vakıf bir mali danışmana, kişi ve kuruluşlarla hukuki münasebetlerde bilgisine başvurulabilecek bir hukuk danışmanına, işin çapına göre yurtiçi ve uluslararası genel gelişmeleri ve sektörel hareketleri yorumlayacak daha nitelikli bir başka danışmana da ihtiyacı olabileceğini başarıyı sağlayacak şartlar arasında zikredebiliriz.

 

Şayet işletmenin patron veya patronları, başarının tarifi içine helâlinden kazanmayı ve helâlinden harcamayı da koyuyorlarsa o zaman önemli bir danışman ihtiyacını daha gündeme getirmemiz gerekecektir, o da “fıkıh danışmanı”dır.

 

Nasıl bir hukuk danışmanı, cari konularda muhalefet etmeden ve onlardan azami derecede istifade ererek işletmenin hukuki açıdan sağlam bir zemin üzerinde yürütülmesini sağlayacak tavsiyelerde bulunuyorsa, fıkıh danışmanı da dini açıdan işletmenin lehindeki ve aleyhindeki hususların belirlenmesi konusunda yöneticilere yol gösterecek, firmanın harama bulaşmasını engelleyici bir fonksiyon icra edecektir.

 

Bu noktada konuyu biraz daha açmak için şöyle bir soru sorulabileceğini düşünelim. Kaynağını dinden almayan kaideler üzerine oturmuş bir sistemde, harama bulaşmadan her konuya “İslâmi” diyebileceğimiz cevaplar ve çözümler bulabilmemiz ne derecede mümkün olabilir?

 

Böyle bir soruyu cevaplandırabilmek için meseleye şu noktadan bakabiliriz. Peygamber Efendimiz (sav) 23 senelik peygamberlik döneminde çok çeşitli şartlarla karşı karşıya kalmış ve kıyamete kadar sürecek bir dönem içinde insanların karşısına çıkabilecek türdeki tüm olayların çözümünde ipucu olabilecek misalleri vermiştir. Tabii tüm bu misallerin ve söylenen sözlerin “Yüce Kitabı” açıklamaya yönelik olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurursak, bu iki ana kaynağa bağlı olarak yapılacak “fıkhetme” ameliyesinin önemi daha da berraklaşır ve çözümün mümkün olabileceği tezini kuvvetlendirir.

 

Fıkıh danışmanının önünde gerek İslâmi, gerekse gayri İslâmi şartlarda nasıl hüküm vereceği, nasıl yön göstereceği konusunda başvurabileceği ana kaynaklar mevcuttur. 1400 senelik İslâm Tarihi de hüküm vermeye yardımcı olacak önemli bir malzeme kaynağıdır.

 

Sorularımıza devam edelim…

 

Bu nitelikte fıkıh danışmanı bulmak her isteyen işletme için mümkün olacak mıdır?

 

Böyle bir konuyu ele alırken altını çizmeye çalıştığımız en önemli husus, olaylara dini endişeye dayalı bir bakış açısıyla bakılmasını sağlayacak fıkıh danışmanlığı mekanizmasının gerekliliğidir. Bu gerekliliğin ciddi bir ihtiyaç olarak algılanması, önce mekanizmayı gündeme getirecek, bununla birlikte mekanizma için gerekli uzmanların daha nitelikli bir tarzda yetişmelerini teşvik edecektir.

 

İslam fıkhının, hayatın her safhasını kucakladığı göz önüne alınırsa fıkıh danışmanlığı, işletmelerin yanı sıra sosyal ve siyasi tüm mekanizmalar için olmazsa olmaz kabilinden bir ihtiyaç olarak hak ettiği mertebeye ulaşacaktır.

 

İçinde yaşanılan şartları ve gelişmeleri çok iyi bilen ve yorumlayan, aynı zamanda İslâmi kaynaklara vâkıf fakihlerimizin bugün için henüz tüm ihtiyaçlarımıza cevap verir bir noktada olmadıklarını, bizzat onların beyanlarından anlayabiliyoruz. İslâmi ilimler sahasında uzunca bir dönem devam eden zoraki kesikliğin ardından âlimlerimizin gayretleri, ümit verici nitelik arz etmektedir. İnsanlarımızın ilme olan taleplerinin artması, meselelerini fıkıh gözetiminde çözmeye yönelmeleri fıkıh danışmanlarımızın adedini ve kalitesini de arttıracaktır.

 

Unutmayalım ki marifet iltifata tabidir.

 

Tüm işlerimizi fıkıh çerçevesinde çözebilme cehdiyle dolu, “başarılı” günler dileğiyle…

ERHAN ERKEN

Haziran-Temmuz 1995

 

MÜSİAD SİYASETİN NERESİNDE OLMALIDIR?


Müsiad, isminden de anlaşılacağı gibi ana faaliyet sahası olarak iktisadi alanı seçmiş, bu sebepten dolayı da sanayi, ticaret ve iş dünyasını ilgilendiren konuları öncelikli olarak gündemine almış olan bir dernektir. Bununla birlikte, Ülkemizde hemen hemen her faaliyet alanının siyasetle bir şekilde ilişkilendirildiği inkar edilemez bir gerçek olarak önümüzde dururken, ekonomi gibi, siyasetin karar alışları ile doğrudan ilgili bir sahanın da bu genel tesbitin dışında durabilmesi mümkün görünmemektedir.

Dolayısıyla MÜSİAD, her ne kadar iktisat temelli bir dernek olsa da tabii olarak, zaman zaman siyasî gündemler içerisinde yer almaktadır…

Bu keyfiyetin ne kadar sağlıklı olduğu veya derecesinin ne olması gerektiği hususu ise tartışmalı bir konudur.

Ekonominin büyük ölçüde devletin kontrolünde olduğu, siyasi ve ekonomik gücün genel anlamı ile merkezde toplandığı Türkiye gibi bir ülkede, siyasetin veya dar anlamı ile parlamentoda sağlanabilecek bir üstünlüğün, bu gücü ülkeye hizmet amacıyla kontrol edebileceğini düşünen çok sayıda insanımız, yukarıdaki anlamı ile siyasetle yakından ilgilenmektedir.

Siyasî sahada oluşan her tür dalgalanma, rüzgâr veya bu tür gelişmeler, insanlarımızı derinden etkilemekte, ana sahaları siyaset olmayan çok sayıda vatandaşımız ve kurumumuz, en ufak bir hareketlenmede esas meşguliyet sahalarını geri plana iterek yukarıda çerçevesi çizilen siyaset çalışmalarını, gündemlerinin birinci maddesi yapmaktadır.

Bilindiği gibi geniş anlamı ile siyaset “gücü kullanma sanatı”dır. Gücün bir tarafında kamuoyu dediğimiz halk bulunmaktadır. Yaygın kanaate göre, halk bu gücünü yalnız seçimler yoluyla merkeze gönderdiği vekilleri eliyle kullanıyor gibi görünse de, esasında bu gücün kullanım alanının daha yaygın olması gerekmektedir.

Sivil toplum örgütleri dediğimiz gönüllü kuruluşlar, yarı resmî mahiyetteki odalar ve diğer meslekî teşekküller ve bu mahiyetteki organizasyonlar da gücün kullanılması noktasındaki çeşitli enstrümanlar olarak zikredilebilir. Ülkemizde, bu kanalların yeteri derecede güçlü ve organize olamaması, kamuoyunun ülke siyasetine olan etkisini yeterli bir düzeye çıkaramamasındaki en önemli sebeplerdendir. Bu sebepten insanlarımız, siyaset denince ilk ve belki de tek olarak parlamenter siyaseti anlamaktadır.

Gücün diğer taraflarında da yargı ve bürokrasi yer almaktadır. Belli bir eğitimden geçmiş kadroların oluşturduğu bu kesimler, ülkede siyasetin oluşmasında parlamento ile birlikte etkili olan bir sacayağını meydana getirmektedir. Gücün oluştuğu tüm bu sahaların,  MÜSİAD gibi ülke genelinde yaygın organizasyonu olan bir derneğin ilgi alanı içinde olması da tabii bir netice olarak değerlendirilmelidir.

MUSİAD, iktisadî ağırlıklı bir dernek olduğu için ekonomiyi derinden etkileyen siyasî olaylarla ilgilenmek durumundadır. MÜSİAD’ın oluşturduğu iktisadî söyleminin, Hakk ve hakikati hedef alan politikalarının ve makro/mikro ekonomik tavsiyelerinin ülkemizde uygulanabilme imkânı bulabilmesi için, geniş anlamıyla siyasetle ilişki içinde olmalı, düşüncelerini siyasetin uygulayıcısı olan partilere, meclise ve bürokrasiye duyurabilmelidir. Ayrıca yine ekonominin can damarları olan ve kamunun gücünün siyasetin oluştuğu merkezlere ulaşmasını sağlayacak tüm sivil örgütlerle ve meslek kuruluşları ile yakın temas içinde olmalı ve üyelerinin hak ve menfaatlerini buralarda savunmalarına yardım etmeli, baskı grubu fonksiyonunu her durumda yerine getirebilmelidir.

MÜSİAD’ın idarecileri ve yetkili organları da derneğin bu politikalarını birinci elden takip edebilmeli ve yönlendirebilmelidir.

MÜSİAD’ın idarecileri siyasetle ilgilenmeyi, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz şekilde anlamayıp çok uç bir örnek olarak, birinci elden siyasetin bir aktörü gibi davranmayı tercih etmeleri durumunda, derneğin ekonomik ağırlığı otomatik olarak siyasete kayacak, ekonomik hedeflerin uygulanması için siyasetle ilişki kurmak tarzında düşünülmesi gereken hareket tarzı, siyasî sahada taraf tutar bir hüviyetle yer değiştirebilecektir. Böylesi bir tavır alış, tüm sivil toplum örgütleri için olduğu gibi, çalışma sahası olarak ekonomiyi seçmiş bir dernek için de sıhhatli bir çizgi olarak değerlendirilemeyecektir. Her konuda olduğu gibi siyaset sahasında da dengeli duruşun önemi inkâr edilemez.

MÜSİAD, dernek politikası olarak daha evvelki senelerde farklı olaylarda göstermeye çalıştığı tavrını adeta bir pergele benzeterek, sabit ayağını ekonominin üzerine koyarak, diğer ayağı ile geniş anlamda siyaset ve ilimle ilgili alanlarda dolaşmıştır. Geçmiş dönemlerde, derneğin resmî politikası olmamakla birlikte, kişisel davranışların farklı anlaşılmasından ötürü, bazı kereler sabit ayakta kayma olduğu iddiaları ortaya atılmış olsa da, bu güne kadar genel manada sabit ayakta ciddî konum değişikliği vukû bulmamıştır. Bundan sonra da derneğin resmî görüşünde bu tip bir farklılık yaşanmayacağı konusunda en yetkili organ olan ve “Genel Kurul”ca seçilmiş bulunan Yönetim Kurulu iradesini açıkça ifade etmektedir. Yönetim Kurulu’nun bu görüşü, derneğin mensuplarının şahsî tercihlerine ipotek koymak anlamı taşımamaktadır. Her üyemiz istediği siyasî tercihe sahip olabilir, istediği siyasî hareketin içinde yer alabilir. Hatta yönetim kurulu üyeleri, şubelerdeki yöneticiler de bu tip bir özgürlüğe sahiptir. Fakat tüm bu tercihler, derneğin ekonomik tabanlı hizmet anlayışına tesir edecek bir mahiyet arz etmemelidir. Dernek, bir siyasî hareketin tamamıyla destekçisi ve alt yapı unsuru gibi değerlendirilmemeli, dernek yöneticileri, derneğin siyasî bir çalışmanın atlama noktası gibi görünmesine sebep olacak davranışlardan şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da titizlikle kaçınmalıdır.

Siyasetle ekonomi, çay ve şeker gibi değerlendirilmeli, her iki sahada çalışanlar da yaptıkları faaliyetlerin kendi alanlarında kuşatıcı ve dolgun olmasına, hem kendi içinde hem de ilgili diğer alanlarla bütünlük taşımasına özen göstermelidirler. Çay da, şeker de kendi sınıflarının en vasıflısı ve kalitelisi olmalıdır.

MÜSİAD, kurum olarak, siyasî sahada ortaya çıkabilecek olan ihtilaflarda herhangi bir tarafta yer almamaya özen göstermelidir. Ayrılıkları pekiştirmek yerine, farklı yapıların hizmet yarışlarını fikir ve icraat planında, centilmence sürdürmelerinin yollarını açmaya çalışmalıdır.

MÜSİAD, her konuda olduğu gibi siyaset sahasında da şahıslardan çok ilkeler, tutarlı politikalar ve bütüncül bakış açılarının altını çizmeli, bunların gerçekleşmesi için kadroların önemine vurgu yapmalıdır.

MÜSİAD, ekonomik ve siyasî sahalarda, fikir ve proje bazında dağarcığında ne varsa onu herkesle paylaşmalı, tüm güzel fikirlere ve insanlara sahip çıkmalı, onların doğru fikirlerini desteklemeli ve gerektiğinde de uyarmalıdır.

MÜSIAD güzide bir kuruluşumuzdur. On bir yıldır binlerce insanın maddî ve manevî katkılarıyla, fikir ve düşünce düzeyindeki görünen ve görünmeyen emekleriyle bir noktadan bir noktaya gelmiştir.

MÜSİAD, üyelerinden, yöneticilerinden, sevenlerinden bugün de kendisine sahip çıkılmasını beklemektedir. Daha büyük hedeflere gitmesi gereken MÜSİAD’ın önü açılmalıdır.

MÜSİAD, herhangi bir kesimin, grubun, partinin alt kümesi olarak değerlendirilmemeli, buna yol açabilecek davranışlardan şiddetle kaçınmalı; geçmişten geleceğe, gelenekle birlikte yeniliğe doğru ilkeli bir şekilde yol almalıdır. Pergelin sabit ayağını daima olması gereken yerde tutmalıdır…

MÜSİAD, farklı dönemlerde meydana gelebilecek konjonktürel dalgalanmalarda aslî konumunu değiştirmeyip, tarihî seyir içinde anlamlı bir hizmet görme hedefinden bir an bile ayrılmamalıdır.

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülteni 2001