ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Divân Sohbetleri’nden birinde, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal misafirimizdi. “Üniversite Nasıl Olmalı?” ana başlığında gerçekleşen sohbet sırasında Ayşe Hanım birçok önemli tespitte bulundu. Okumaya devam et ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

REİS HİTABI ONUN ÜZERİNDE HEP ŞIK DURDU

Bu yazı değerli bacanağım Abdulkadir Kibar’ın 2012 yılı Ekim ayının ilk günlerinde vefatından bir hafta sonra kaleme alınmış ve Dünya Bizim kültür sitesinde yayınlanmıştı

“Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere,
Anlar ki yolcu yol görünür serviliklere”…
Bundan beş altı yıl evvel bir kitapta rastladığım Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sonbahar” şiirinde geçen bu mısralar çok dikkatimi çekmişti. Hem dünyanın hem de insanın sonbaharını tasvir eder mahiyetteydi. Bunu okur okumaz rahmetli Abdülkadir Kibar ile paylaşmıştım. “Bacanak, bu mısralar sanki tam bizi anlatıyor değil mi?” dediğimde gülümsemişti. Sonrasında ne zaman vücudumuzun bir yerinde bir sızı olsa birbirimize bu mısraları hatırlatır olmuştuk.
O günlerde bu iki mısra ikimiz için de,  çok iyi bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir gerçeği ifade ediyordu. Fakat şu an rahmetli Abdülkadir için ayn-el yakin yaşadığı ve bildiği bir hakikat durumunda…

Yaşadıkları fikrî dönüşüme rağmen “reis” hitabı samimiyetinden bir şey kaybetmedi
Rahmetli ile aileye damat olacağı sıralarda tanışmıştık. Her haliyle asil bir duruşu vardı. Bir dönem iş ortaklığı yaptık. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde Abdülkadir’i daha yakından tanıma imkanı bulmuştum. Çok dengeli bir arkadaştı. Benim de çok önem verdiğim usul konusunda çok hassastı. Hayatının önceki dönemlerinde yaşadıkları onda ciddi bir hayat tecrübesi oluşturmuştu. Olaylara mesafeli yaklaşıyor, hemen içine dalmıyor, demlenmesini bekliyor, her şeyi iyice ölçüp biçiyordu.
Bir de şunu fark etmiştim ki Abdülkadir’in geniş bir çevresi vardı ve bu çevre kendisine özel bir saygı gösteriyordu. Ülkücü hareket içindeki mücadeleli yıllarını, Mehmet Kahraman’ın yayın yönetmenliğinde çıkardıkları Yazı dergisi ile insanlara ilan ettikleri o derin değişimlerini kısmen izlemiştim. Ülkücü hareket içinde kazanmış olduğu “Reis” sıfatının, fikrî bir değişim geçirmiş olsa da, kendisinin bu dönüşümünü tasvip eden veya etmeyen herkes tarafından aynı canlılıkta kullanılmakta olduğunu hayretle müşahede etmiştim.
Bu, rahmetli Abdülkadir’deki yüksek ahlakî özelliklerin ve insanî kalitenin üstünlüğünün göstergesiydi. Çubuklu’lu Şükrü Kibar Hoca’nın oğlu Abdülkadir Kibar, Yazı dergisini çıkarmaya sebep olan değişimi geçirmeden evvelki ülkücü döneminde de Müslümandı. Ahiret inancı tamdı. Âleme nizamat vermek istiyordu. Allah’a (c.c), Kur’ana ve Peygambere (a.s) saygısı en üst düzeydeydi. Felsefî tabirle ontolojik açıdan, yani Var oluşunu anlamlandırma noktasında İslam dairesi içindeydi.
Ahlakî değerlere eski döneminde de maksimum önem veriyordu. Kul hakkına en üst düzeyde riayet etmeye gayret ediyordu. Teşkilat parası veya malı, onu için adeta “Beyt-ül mal” hükmündeydi. Cebinde para olmasa da teşkilat parasını ne elliyor ne de elletiyordu.  Başkalarına nefsî olarak zulmeden kimseleri -arkadaşı da olsa- uyarıyor, gerektiğinde o zamanın usulü ile falakaya dahi yatırıyordu.
O dönemlerde “millet” tanımını, içinde bulunduğu çevrenin özelliklerine göre daha dar bir şeklide yapmışlardı. Kur’an’a ve Sünnete bağlılığı tam olmakla birlikte, onu anlamada kullandığı diğer ikincil kaynaklar ve etkilendiği kişilerin bakış açılarındaki farklılıklardan dolayı, o ve arkadaşları farklı bir yerde duruyorlardı. Yine felsefî terimle epistomolojik açıdan, yani bilgi kaynakları yönüyle bazı eksiklikleri bulunuyordu.
Yaşadıkları fikrî dönüşüm onlardaki bilgi kaynağı eksikliklerini yerli yerine oturttu. Temel İslami bilgi kaynaklarına en üst düzeyde değer veriyorlardı. Kendileri istikamet bulurken, çevrelerinde kendilerini izleyen arkadaşlarına da rehber oldular.

Filistin askısı ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim
Cezaevi dönemleri ve işkence gördüğü devrelerde başını hiç öne eğmedi. Arkadaşlarını satmadı, aksine hiç alakası olmayan olaylar bile onun dosyasına yüklenirken sesini çıkarmadı. Yirmi beş yıllık akrabalığımız ve dostluğumuz döneminde, yıllar geçmiş olsa da bu nazik dönemleri ile ilgili ne ben ona detay sordum ne de o bana bir şey anlattı. Bazen çok yeri geldiğinde bile tebessüm eder geçerdi. Ben bu bilgileri onun yakın arkadaşlarının muhabbetlerinden çıkarmış ve ona karşı sevgim ve takdirim daha da artmıştı.
Kendisine zulüm ve işkence edenlerden bile onlara acıyarak ama çok yüzeysel bahsederdi. Bir kere, çok yeri geldiğinde zikrettiği Filistin askısını ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim. Devlet ve millet için samimi bir şekilde mücadele eden bu gençlere kim bu acıları reva görmüştü?
Daha önce de ifade etiğim gibi, Yazı dergisi çerçevesinde ifadesini bulan dönüşümde Rahmetli Abdülkadir ve çevresinin, Kur’an-ı Kerim’i anlamada kullandıkları bilgi kaynaklarına verdikleri önem sıralaması değişti. Millet kavramını tarihteki yerine uygun bir tarzda algılamaya başladılar. Millet denince sadece Türk milletini değil İslam milletini anladılar. Komünistlere karşı savunmak için canlarını feda etmeye hazır oldukları “Devlet”in gücünü kullanan kesimlerin,  onları hapislere atması, saygı duydukları kesimlerin emirleriyle inanılmaz işkencelere maruz kalmaları onlarda yeni ufuklar açmıştı.
Rahmetli Abdülkadir ve arkadaşları bu fikrî dönüşümü bir dönem yalnız kalmaları pahasına gerçekleştirdiler ve farklı bir mücadeleyi yaşamaya başladılar. Abdülkadir, önem verdiği Kur’an ve Sünnet’in istediği insan tipine eskiden de uygun bir gençti, olgunluk döneminde de bu duruşunu aynen sürdürdü. Sahip olduğu ağırlığı ve nüfuzu eskiden de yanlış yollarda kullanmıyordu, sonrasında da hiçbir zaman kullanmadı.

İslami eğitim çalışmalarına hiç aksatmadan devam etti
1980 öncesi yalın bir şekilde ifade edileceği tarzda Ülkücü-Selametçi ayrımında Abdülkadir, bir dönemden sonra “ülkücü” tanımını kullanmamaya başladı, kendisini ifade etmek için Müslüman tanımı ona yetiyordu ve ömrünün sonuna kadar da bu tanım onu en güzel şekilde anlattı. Ülkücülük sıfatını bırakınca Selametçi de olmadı. Refleks olarak ben onun kendi dönemindeki ‘Ülkücü’ özelliklerini daima taşıdığını gözlemledim. Civanmert bir kişiydi, cesurdu, bir şeye yöneldiyse tüm benliği ile yöneliyordu, dostuna vücudunu siper ediyordu. Beraber olduklarının da böyle olmasını bekliyordu.
Yukarıdaki satırlarda onun “Reislik” sıfatını ve ağırlığını, devri geçtikten sonra da son nefesine kadar taşıdığından bahsetmiştim. Bu sıfatı hakkıyla temsil etti. Fakat onu hiçbir zaman bilerek yanlış yerde kullanmadı. Etrafında birçok kişi çok daha aşağı seviyede bir nüfuzu ucuza satmak, şahsî ikbali için kullanmak gibi basitlikler yaparken o, bu nüfuzu kullanmamak için azami gayret gösterdi.
Siyasi hareketlenmeler içinde kendisine birçok mevki teklif edildi. Hiç birine itibar etmedi. Sadece belli dönemlerde bazı gönüllü faaliyetlere katkıda bulundu.
Bir dönem Yeryüzü dergisini yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nin çalışmalarına katıldı.
Kendisiyle aynı fikrî dönüşümü geçiren dostlarıyla yaptığı İslami eğitim çalışmaları onun için her şeyin üstündeydi. Hiç aksatmadan bu çalışmalara devam etti.
Ticaret, siyaset ve örgütlü toplumsal organizasyonların üzerinde cereyan ettiği zeminin şartları bir çok yönüyle onun hassasiyetleriyle çeliştiği için, bu ortamların imkan ölçüsünde dışında durmaya çalıştı. Bu sebepten daha münzevi bir hayat yaşamaya gayret etti. İşinin çapını geliştirmedi. Veya para kazanma aracı olarak nüfuzun çokça kullanıldığı bir dünyada onun ilkesel duruşu işinin gelişmesini engelledi. Zenaat boyutunu fazlaca aşamadı veya aşmadı. Çok zengin olmadı ama başı daima dik durdu. Ama bu ona alabildiğince bir özgürlük, ciddi bir manevi güç ve saygınlık kazandırdı.

Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen o müthiş sosyal hareketlilik
Hastalığı süresince Vakıf Guraba Hastanesi ziyaretçi ile doldu taştı. İnsanlar bazen sabah akşam uğrayarak hatır sorar oldular. “Kan veya trombosit lazım olacak” lafı edildiğinde hemen dört bir yanda listeler oluştu. İstanbul’un farklı semtlerinde her gün hatimler, Yasinler okundu, zikirler çekildi.
Hastane personeli, son dönemde bu tip bir hastaya rastlamadıklarından olsa gerek, her fırsatta hayretlerini ifade ettiler.
Derken emr-i Hak vaki oldu. Cenaze namazı çok sevdiği Üsküdar semtinin en köklü camilerinden Yeni Valide Sultan Camii’nde kılındı. Hayatının içinde belli bir süre de olsa yer alan her renkten insan koşarak cami avlusunu doldurdular. Hepsi Abdülkadir’i, “bizim Abdülkadir” olarak nitelendiriyordu.
Defin sonrası akşamla yatsı arası aynı camide Kur’an tilaveti oldu. Sonraki iki gece de oturduğu evin karşısındaki Balipaşa Camii’nde Kur’an okundu ve taziyeye gelenler ağırlandı. Vefatıyla birlikte camilerin bu tarz taziye ve dinî toplantılar için kalabalıklar tarafından değerlendirilmesi devrinin yeniden başlamasına vesile olacağını düşünmekteyim. Çünkü üç gece boyunca cami bahçesinde gerçekleşen buluşmalar, katılanlarda, ‘biz niye bu camileri ihmal ediyoruz’ sorusunun uyanmasına sebep oldu.
Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığı ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”
Bu soruya en anlamlı cevap belki şudur: İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslami hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helalinden kazanmaya çalıştı ve tevazuyu hiç elden bırakmadı.
Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti öylece teslim etti.
Allah Rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

Erhan Erken
Dunya Bizim
08 Ekim 2012 Pazartesi

İTİCÜ’DE MEZUNİYET GÜNÜ

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi 2011-2012 mezuniyet töreni 28 Haziran’da Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Törende yaptığım konuşmanın metni aşağıdadır.

Değerli misafirler,

 

Eğitim, en önemli konusu olan insani ve dolayisiyla da toplumu inşa eden faaliyetler bütünüdür. Ülkemizde 20 milyon civarinda çocuğumuz ve gencimiz örgün eğitim sistemi içinde bulunuyor . Bu dinamik kitlenin, tarihiyle ve kültürüyle barişik, kimlik ve kişilik sahibi, yaradılış gayesine uygun bir çerçevede yetişmesi yarınlarımız için büyük önem taşıyor. Bölgesinde ve dünyada etkin bir ülke olan Türkiye’nin, dünyanin sayili ülkeleri arasına girmesi için gençliğini ve tüm insan unsurunu en iyi şekilde eğitmesi hayati önem taşimaktadir.

Son yıllarda bu konuda yapilan çalışmalar bizleri oldukça ümitlendiriyor. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine ve eğitim yatırımlarına daha tatminkâr kaynak ayrılmakta ve bu konuda ciddi bir gayret gösterilmektedir. Bu gayretleri takdirle karşılamaktayız.

Bizler İTİCÜ yönetimi olarak, eğitime önem verilen böylesi bir ortamda üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Sayilari 160’ı geçen üniversiteler içinde üniversitemiz fiziki kapasitesinin yani sıra hoca ve program kalitesi olarak da sürekli bir gelişme içindedir.

(Sütlüce’deki yeni kampüs, ilavelerle büyüyen Küçükyalı Mühendislik Kampüsü, Teknopark içindeki aktivitemiz, Kuyumcukent laboratuarimiz)

Bu gelişmeyi sağlayan başta kurucu kurumumuz İTO ve İTO Vakfina, üniversitemiz değerli mütevelli heyetine ve rektörümüze, tüm akademik ve idari personelimize teşekkür ediyorum.

Bugün 1000 civarında gencimiz hayatlarının önemli bir virajını geçiyorlar. Bir menzilden başka bir menzile doğru yol alıyorlar.

İnşallah hayatlarinin bu döneminde öğrenme sevgilerini hiç kaybetmeden ve kendilerini sürekli geliştirerek yeni hedeflere doğru yol alirlar. Sonuç olarak hayatlarini hem kendileri, hem de çevreleri için anlamli hale getirirler.

Tüm bu gayretler ana konumuz olan gençlerimizin bulunduğu halden daha iyi bir hale ulaştirilmasi içindir. Bu süreçte anne ve babalara da büyük görev düşüyor.

Değerli anne ve babalar,

Bugüne kadar çocuklarınız için yaptığınız fedakarlıkları, eminiz ki bundan sonra da devam ettireceksiniz. Çünkü, bu çocuklar sizlerin eseri. Cenab-i Hak, yavrularınızın nice güzel günlerini ve mürüvvetlerini sizlere göstersin.

İnsan o kadar önemli bir varlıktır ki, evrenin ve alemin adeta özüdür, yaşadığı hayatı ise iyi değerlendirilmesi gereken bir emanettir.

Bu noktada tarihimizdeki iki önemli mütefekkirden birkaç beyit okumak istiyorum.

İlk iki beyit 1867 ile 1950 arasinda yaşamiş bir arif ve mutasavvif olan  Kenan Rifai’nin Nutku Şerif’inden

Bilgin sana kiymet, talebin neyse, o sun sen,

İnsanlığı, sade yiyip içmede mi sandın?

Halin ne ise, müşteri sen oldun o hale,

Noksanı meğer adl-i ilahide mi sandın?

Diğer seçtiğimiz beyit ise Şeyh Galip ‘in Terci-i Bend adli eserinden (1780’ler)

Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Kendine iyi bak, özünü düşün. Sen evrenin özüsün,(tüm evrenin adeta küçük bir kopyasısın)

Bütün evrenin göz bebeği olan ademsin yani insansın sen.

Bu insanin tüm alemin sadece şeklen değil tam anlamıyla özü ve göz bebeği olabilmesi için onun insan-i kamil seviyesine varması gerekir.

Değerli  misafirlerimiz,

Bu mutlu günümüze katiliminiz için sizlere ayri ayri teşekkür ediyorum.

Sayin Bakan ve Vali beye hassaten şükranlarımı sunuyorum.

Emeği geçen sayin mütevelli üyelerimize, sayin rektörümüze, tüm akademik ve idari kadromuza bir kez daha teşekkür ediyorum.

Velilerimize de özel tebrik ve teşekkürler ediyorum

Sevgili öğrenciler,

Tebriğin büyüğü ise sizlerin…  bahtınız açik olsun. Yeni hayatinizda başarilar diliyorum.

Hepinize en derin sevgi, saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Erhan Erken

28/06/2012 Haliç Kongre Merkezi

AYRILIKTAN 100 YIL SONRA ATA TOPRAĞINDAYIM !

Mayıs ayının 24 ila 26’sı arasında Selanik Kitap Fuarı’nı ziyaret etmek maksadıyla Osmanlı Rumeli’sinin bu önemli şehrine seyahat ettik. 24 Mayıs Perşembe sabahında, İstanbul’dan ben dahil 4’ü İstanbul Ticaret Odası (İTO) Meclis üyesi ve diğer ikisi de İTO personelinden oluşan kafile ile yola çıktık. Karayolu ile İpsala sınır kapısından geçerek Yunanistan sınırlarına girdik.Mustafa Sarnıç ve İTO heyeti

Gümülcine’den Moğolistan’a atandı büyükelçi olarak

İpsala gümrük kapısından sonra ilk durağımız olan Gümülcine’de Türkiye Gümülcine Başkonsolosluğumuzu ziyaret ettik. Başkonsolosumuz Sn. Mustafa Sarnıç bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladı. Yakın bir süre sonra Moğolistan’a büyükelçi olarak gidecek olan Mustafa Bey, Gümülcine’deki Türk ve Müslüman azınlığın meseleleri ve Yunanistan’ın son durumu ile ilgili düşüncelerini bizlerle paylaştı. Bizler de ziyaretimiz ve genel konular ile alakalı kendisini bilgilendirdik.

Sayın Başkonsolos bizlere eşi tarafından hazırlanmış olan çok kıymetli bir kitabı hediye olarak verdi. Esin Sarnıç Hanımefendi Batı Trakya’da Ramazan adıyla güzel bir eser ortaya çıkarmış.

Sadık Ahmet’in çizgisini devam ettiriyorlar

Başkonsolusumuz ile beraberce yediğimiz yemekten sonra, Dostluk, Eşitlik ve Barış Partisi’nin genel merkezine kısa bir ziyaret yaptık. Parti Genel Başkanı Mustafa Ali Çavuş, merhum Sadık Ahmet’in çizgisini devam ettirmek konusunda gayret içinde olduklarını özellikle zikretti.

Gümülcine'de Dostluk Eşitlik ve Barış PartisiDaha sonra yürüme yolumuz üzerindeki Gümülcine Türk Gençler Birliği Lokali’ndeki kardeşlerimize uğrayıp hatırlarını sorduk. 1928 Yılında kurulmuş olan bu birliğin, isminde Türk kelimesi olduğu için Yunan makamlarınca sakıncalı olarak değerlendirildiğini öğrenmek bizleri hayrete düşürdü.

Atanmış müftü ve imamlarla dinî hayata müdahale ediliyor

Gümülcine’deki kısa ziyaretimizde gördüğümüz şu ki, sınırımızdan Karasu bölgesine kadar olan yerde, Yunanlılar azınlık statüsündeki Türklere kısmî bir serbestlik vermiş durumdalar. Camiler açık, minareler ayakta, ezanlar susmamış.

Fakat atanmış müftü ve imamlarla onların dinî hayatlarına müdahale etmeye çalışıyorlar. Halk da atanmış imam ve müftülere karşı sessiz ama içten gelen bir direnç gösteriyor. Bu direncin nasıl bir şey olduğunu sözle anlatmak pek mümkün değil. Bizzat o insanların arasında yaşanarak bu farklılık daha net algılanabilir.

Varlığına izin verilen minarelerin yükseklik ölçüsüne dikkat ediliyor. Türklerin bulundaki bölgelere hizmeti en minimum oranda götürüyorlar. Her saniyeleri kontrol altında. Gümülcine Başkonsolosluğu’na yaklaştığımız andan itibaren bizim bile peşimize takılan iki sivil polis memuru şehri terk edene kadar yanımızdan ayrılmadı.

Gümülcine’de başta Başkonsolosumuz olmak üzere tüm Türkler uyanık ve ne yaptığını bilen insanlar. Anavatandan gelen bizim gibi kişiler onlara moral veriyor ve direnme güçlerini arttırıyorlar.

O kadar yerleşim yerinin adı değişti ama Kavala’nın adı aynı kaldı

Gümülcine’den sonra yola devam eden kafilemiz, İskeçe’yi geçtikten sonra Kavala’ya vardı. Kavala deniz kenarında güzel bir liman ve sayfiye şehri. Şehrin deniz kenarında bir miktar yürüyüş yaptıktan sonra, yüksekçe bir yerinde yer alan kalesini uzaktan seyrettik. Kavala’ya bu benim ikinci gidişim. İlk gittiğimde öğrendiğim bir bilgi bana çok çarpıcı Kavala Kalesigelmişti. Balkanlarda yer isimleri, özellikte Yunanistan’da, tamamen değiştirilmiş.

Kavala’nın isminin değişmemiş olmasının sebebi, Osmanlı’da merkeze isyan eden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu bölgede doğmuş olması imiş. Yunanlı, düşmanı olduğu Osmanlı’ya ihanet edenin ismini ilelebet yaşatmaya önem veriyor.

Fuar alanı daha önce Müslüman mezarlığı imiş

Kavala’da kısa bir süre kaldıktan sonra Selanik’e doğru yola devam ediyoruz. Akşamüstü saatlerinde Selanik’e varıyoruz ve otele yerleşiyoruz. Kısa bir dinlenmeden sonra da Selanik Kitap Fuarı’nın yapıldığı mekana geçiyoruz. Fuar alanı daha önce Müslüman mezarlığı olan bir bölge imiş. Yunanlılar bu mezarlığı ortadan kaldırıp yerine geniş bir sergi alanı kurmuşlar. Bu insanların başkalarının değerlerin saygısı yok denecek kadar az. Her davranışlarında bunu hissetmek mümkün.

Kitap fuarı iki büyük sergi alanından oluşmuş. Birçok ülkedeki kitap fuarlarına göre metrekare olarak daha küçük bir alanda kurulmuş olmasına rağmen Balkanların en önemli şehirlerinden birinde yapılıyor olması bu fuara bizim nazarımızda ayrı bir önem katıyor.

İTO, Selanik Kitap Fuarı’na 3 yıldır stand bazında katılıyor. Geçen yönetim döneminden itibaren başlamış olan yurt dışındaki önemli merkezlerde kültür ve kitap fuarlarına katılım programının gelişerek devam ediyor olması çok önemsediğimiz bir husus. Bu fuarlar farklı kültürlerle doğrudan temas imkanı sağlıyor ve aynı zamanda kendi kültürel Selanik Kitap Fuarı İTO standıve düşünsel birikimimizin yurt dışında sunulmasına imkan veriyor.

İTO’nun standı yine çok güzel ve fonksiyonel bir tarzda dizayn edilmiş. Standda Kültür Bakanlığı’na TEDA projesinin tanıtılması için bir bölüm ayrılmış. Kültür AŞ’nin bazı kitapları da yine İTO standında sergilenmiş.

“Bir tek benim lisanım var” demek istiyor Yunan

İTO dışında fuarda bir de Hizmet Vakfı’nın standı vardı. Yunanca basılmış Risale-i Nurlar kitap okurlarının dikkatine sunulmuştu. Fuarın özellikle çocuk kitapları bölümü çok canlı idi. Ertesi günkü ziyaretimizde yüzlerce çocuğun gruplar halinde fuarda kitapların arasında dolaşması özellikle dikkatimizi çekti. Yayınevleri onlara özel standlar kurmuşlar. Çocukların dikkatle takip ettikleri gösteriler ve programlar düzenliyorlardı.

Fuarda, İTO dışında neredeyse tüm yayınevlerinin kitapları Yunanca. İngilizce kitap bile -bizimkini dışarıda tutarsak- yok gibiydi. Yunanlı şunu demek istiyor: Bir tek benim lisanım var. Benimle kültürel temas kurmak istiyorsan dilimi ve yazımı öğrenmek zorundasın. Fuarı gezerken, Osmanlı Türkçesi’nin dil ve yazı olarak bizim gelişmemize mani olduğunu söyleyenlerin sözlerinin sıhhat derecesini çokça düşünmek fırsatını buldum.

Dışişlerimizin yurtdışı kadrosu artık genç, dinamik ve şuurlu

Seyahatimizin ana hedefi kitap fuarının dolaşılması ve oraya katılan arkadaşlarımıza moral desteği olmakla birlikte bu önemli şehirde birçok başka ziyaret de gerçekleştirdik.

Selanik Başkonsolosumuz Sn. Tuğrul Biltekin bizleri rezidansında kabul etti. Genç, dinamik, meselelere vakıf bir diplomatla karşılaşmaktan dolayı heyet olarak çok mutlu olduk. Daha sonra kendi aramızda değerlendirme yaparken; son dönemde Dışişleri Bakanlığımızın yurt dışı kadrolarında çokça görmeye başladığımız bu dinamik, şuurlu başkonsoloslar ve büyükelçilerin, ülkemizin dış Tuğrul Biltekin ve İTO heyetipolitikadaki aktif duruşunu kuvvetlendiren önemli gelişmelerden biri olduğu konusunda ittifak ettiğimizi beraberce teyit ettik. Ayrıca Selanik Başkonsolosluğu’na 8 ay evvel bir ticari ataşenin atanmış olması da diğer önemli bir gelişme olarak dikkatimizi çekti.

Konsolosluğun hemen yanı başındaki Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev de Selanik’te önemli bir mekan. Bir konsolos görevlisi bize evin çeşitli kesimlerinin tarihini ve fonksiyonlarını anlattı.

2. Abdülhamid’in kaldığı Alatini Köşkü’ne uzaktan bakabildik

Küçüklüğümüzde, babamın anneannesi rahmetli Pakize Hanım, bize Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ile tanıştıklarını anlatırdı. Ondan bahsederken Rumeli aksanı ile “Zübide Molla” derdi. Biz kendisine “niye kendisine ‘molla’ derdiniz” diye sorduğumuzda, “evladım, o zamanlar bizim oralarda okumuş yazmışlara ‘molla’ denirdi” diye cevaplardı. Muhtemel ki bizimkiler de bu bölgeye yakın bir yerlerde otururlarmış. Bu yerleri gördüğümüzde onları da yâd etme imkânı buldum.

Selanik’te Sultan II. Abdulhamid Han’ın hal edildikten sonra sürgüne yollandığı Alatini Köşkü’nün etrafını dışarıdan dikkatlice ve hüzünle dolaştık. Daha önceden cami olarak kullanılan ve şu an ya metruk, ya onarım halinde, ya da kültür merkezi olarak kullanılan camileri içimiz burkularak seyrettik. Koca şehirde bir tane kalmış olan minarenin yakınından geçerken, Türkiye’de mevcudiyeti dikkatimizi bu kadar çekmeyen minarenin önemini bir kere daha teyid ettik.

Regaib Kandili’ni Selanik’in 50-60 metrekarelik tek mescidinde idrak ettik

Selanik’e vardığımız gece Mübarek Regaib Gecesi idi. Fuarda karşılaştığımız Ticaret ataşesi Kemal Bey, Regaib gecesinde Selanik’te mescid olarak kullanılan tek mekânda bir program düzenlendiğini ve başkonsolusumuzun da orada olduğunu bize haber etti. Bu haber gurbette bizim için o kadar önemliydi ki hemen adresini alıp oraya doğru yöneldik.

Bir binanın alt katında 50-60 metrekarelik bir mescide Müslümanlar oturmuş, Kur’an ve Mevlid okuyan hoca efendiyi huşu içinde dinliyorlardı. Dernek başkanı ve TC Başkonsolusu da bağdaş kurmuş, cemaatle birlikte oturuyorlardı. Bu muhteşem manzara bizleri adeta büyüledi. Biz de onlara katıldık. Akşam namazı sonrasında cemaat ile hasbihal ettik.Selanik Kitap Fuarı

Makedonya-Trakya Müslümanları Kültür ve Eğitim Derneği adı ile organize olan bu insanlar, başkanları İsmailoğlu Osman Amca’nın önderliğinde bu mekanda ibadetlerini yapıyorlar. Küçük ama coşkulu bir cemaat. Bize faaliyetlerinden bahsettiler. Çocuklarına dillerini ve dinlerini öğretmek için bu girişimi başlattıklarını anlattılar.

Kısıtlı imkanlarla büyük ve önemli işler yapıyor Selanik’te Müslümanlar

Cuma sabahı, ilk olarak otelimizden çıkarak Beyaz Kule’ye gittik. İzmir’in kordon boyunu andıran kıyıdan yürüyerek vardığımız ve adeta şehrin simgesi olarak kabul edilen bu kule 15. veya 16. yy’larda Venediklilerce inşa edilmiş. Birçok kere yıkılan kule son olarak Kanuni döneminde Mimar Sinan tarafından altı katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminde bir müddet zindan olarak kullanılan bu eser, 1878’de kapatılarak beyaza boyandığı için bu adla anıldığı söylenmekte. 1985 yılından beri, Osmanlı tarihi hariç, Selanik tarihinin sergilendiği bir müze olarak ziyarete açık olan bu kuleyi dolaştık.

Daha sonra Cuma namazı için bir önceki akşam gittiğimiz mescide gittik. Cuma namazını kıldık. Osmaniye Mescidi adını verdikleri bu güzel mekanın önünde hatıra fotoğrafı çektirdik, cemaatin ihtiyaçlarını dinledik. Türkiye şartlarında pek de önemli görmediğimiz paralarla bu insanların buralarda çok ciddi hizmetler yapabileceğini tespit ettik. Bu tespitlerin aynı zamanda bizler için bir mükellefiyet olduğu fikri ile bu güzel insanlardan ayrıldık.

Daha sonra, Selanik’te kısa bir süre kalacağımız ve hepsini detaylı bir şekilde ziyaret edemeyeceğimiz için tarihî mekanları hızlı bir şekilde dolaşmak kararı aldık:Selanik Osmaniye Mescidi

Selanik’deki ilk cami olan ve 1468 yılında 2. Murat döneminde kumandan Hamza Bey için yaptırılmış Hamza Bey Camii’ni, Alaca İmaret Camii (İshak Paşa Camii)’ni, Yeni Cami’yi,  Bey Hamamı ve Paşa Hamamı’nı sadece dışından görerek Ticari ataşemizin ofisine gittik. Ticari ataşe bizleri Kuzey Yunanistan Yunan-Türk Odası Başkanı ile buluşturdu. İki ülke arasında ne tür ticari irtibatlar kurulabileceğini ve mevcut olanların nasıl daha verimli hale getirilebileceğini müzakere ettik.

Daha sonraki ziyaret noktamız Selanik’in üst kısımlarındaki kale idi. Yedi Kule olarak da isimlendirilen bu mekandan şehri kuşbakışı görmek mümkün. Vakit akşama geldiği için bu bölgede kısa bir dolaşmadan sonra bir yemeklik zaman orada kalarak Osmanlı zamanından kalan binaların arasındaki dar yollardan geçerek şehre indik.

100 yıl sonra ben dedemlerin terk etmek zorunda kaldıkları bölgeye gidecektim

Cumartesi günü sabahtan Selanik’e veda ettik. Yağmurlu bir havada başlayan yolculuğumuzun benim için en önemli kısımlarından biri, dönüş yolumuzdaki Kilkis veya Osmanlı’daki adı ile Avrethisar ziyareti idi.

Aile içinde anlatıldığı kadarıyla baba tarafından rahmetli dedemler bu bölgede otururlarmış. Dedemin babası olan Topal Ahmet Bey’in Avrethisar’da bir çiftliği varmış. Balkan Savaşı patladığında Bulgarlar bu bölgeye doğru gelirlerken dedemler tren yolu ile evlerini terk edip yaklaşık 60 km uzaklıktaki Selanik’e gitmişler.

Balkanlardan çıkışımızın başladığı süreden 100 yıl sonra ben dedemlerin terk etmek zorunda kaldıkları bölgeye gidecektim. Bildiğim tek nokta da orada bir tren istasyonu olduğu idi. Kafiledeki arkadaşlar da benim heyecanıma ortak oldular ve Kilkis’a giderek tren istasyonunu soruşturmaya başladık.

Dedemler her şeylerini ardlarında bırakıp kaçmışlar Bulgar gavurundanSelanik Kalesi

Bir iki temastan sonra Kilkis’in merkezine 3-4 kilometre uzakta Christona denen bir mekanda metruk bir istasyon ve önünden geçen tren raylarının olduğunu bilen bir iki kişi bulduk. Sağanak yağmur altında, şu an boş bir hangar gibi duran metruk istasyona ve önünden geçen tren yoluna ulaştık.

Demek ki rahmetli dedem, kardeşleri ile birlikte aile içindeki anlatımıyla ‘Bulgar gavurundan’ bu istasyondaki son tren ile kaçmışlar. Her şeylerini arkada bırakarak Selanik’e gelmişler. Daha sonra da mübadele ile önce Manisa’ya, daha sonra da 1933’de İstanbul’a ulaşmışlar.

Avrethisar’dan mekanı bulmanın mutluluğu, ama aynı zamanda dedelerimin çektiklerini düşünerek içime dolan hüznü bir arada yaşayarak ayrıldık. Karayolu ile gerçekleştirdiğimiz bu yolculuğu, yaklaşık 550 km olan Selanik-İstanbul yolunu sağ salim kat ederek bitirdik ve şehrimize vasıl olduk.

Osmanlı’nın son dönemleri hüzünlü mübadele ve göç hikayeleriyle dolu

Osmanlı’nın son dönemleri hakikaten çok hüzünlü olayları barındıran bir zaman dilimi. Bizim ailenin yaşadığı tipteki mübadele ve göç hikayelerini bir çok ailede bulmak mümkün. Osmanlı’nın terk etmek zorunda kaldığı bölgelerde ise yüz yıl sonra bile henüz sıhhatli ve adaletli bir denge kurulabilmiş değil.

İnşallah bu geçirilen hüzünlü devirler daha adaletli bir dünya kurulabilmesi noktasında tüm milletler için ders olur.

ERHAN ERKEN

Dünya Bizim 28.Mayıs 2012Avrethisar İstasyonu

Kültür Ekonomisi ve İstanbul

 

2010 yılı Avrupa Kültür başkenti olarak ilan edilmesiyle birlikte İstanbul şehri  farklı açılardan yeniden ilgi odağı oldu. Şehirle birlikte birçok temel kavram da gündemimizde önemli bir yer işgal etmeye başladı.

Bilindiği üzere kullanılan kelime ve kavramların  maksadı ifade edebilmede çok büyük önemi var. Bu sebepten mevzu bahis olan bu kelime ve kavramlar üzerinde öncelikle ve derinlemesine durmakta fayda olduğunu düşünüyor ve onları  farklı açılardan değerlendirmek  istiyorum. Bu kelime ve kavramlar çoğu zaman birbirlerinin yerine kullanılıyorlar. Farklı ülkelerde ve farklı disiplinlerde farklı anlamlara geliyorlar
Öncelikle doğdukları ülkelerde ve şartlarda ne şekilde ortaya çıktıkları,  hangi evrelerden geçtikleri üzerinde bir miktar durmakta yarar var. Sonrasında da bugün için  bu kavramları kullananların onları  hangi anlamlarda kullandıklarına bakmak bizlere değişik bakış açıları sağlayacak anlamlarda kullandıklarına bakmak bizlere değişik bakış açıları sağlayacak.

Peki, bu kelime ve kavramlar neler?

En başta kültürü ele alalım. Kültürün tesbit edilebildiği  kadarıyla 160 küsür tanımı mevcut. Bir kullanım şekli olarak, ekip biçmek anlamına geliyor. Bizde de ilk karşılığı hars olarak kullanılmış. Hatta  bir ara ekin diye de tanımlandığına rastlanıyor. Daha sonra bir kısım aydın irfan kelimesinde karar kılmış (özellikle 2. Meşrutiyet aydınları). İrfan ise hem ilim, hem iman, hem de edeb i içeriyor. Dini ve dünyevi diye ikiye ayrılmıyor, bir bütün  olarak ele alınıyor.  Bilginin dışında sezerek idrak etme gücünü de anlatıyor kelime olarak.

Çok çeşitli tanımlar içinde kültür ile ilgili şu tanımları kullanmayı tercih edebiliriz;

Yaşayış üslubumuzda, düşüncemizde, günlük münasebetlerimizde sanatta, edebiyatta, dinde, eğlencede, yaratılışımızın ifadesi

Bir değerler ve idealler tasarısı

İnsanı insan yapan bilgilerin bütünü

Sosyal planda bir medeniyetin özelliklerini gösteren entellektüel, moral, maddi yanlarının, değer sistemlerinin, yaşayış üsluplarının bütünü…

Tarihi süreçte kültür ve medeniyetin bazen yanyana , bazen de birbirlerinin yerine  kullanıldığını görüyoruz. Medeniyet ile ilgili şöyle bir tanımı tercih edebiliriz; insanın hayat şartlarına söz geçirmek için tasarladığı mekanizmaların veya organizasyonların bütünü.

Medeniyet kültüre göre daha birikimci, daha kolay yayılıcı, kültür ise daha çok kişilere bağlı ve sübjektif…

Çağdaş sosyologların bir bölümü, kültürü bir dönem toplumlara ait bir değer olarak ele almışlar. Aralarında yakınlık bulunan veya ortak bir kaynaktan gelen milli kültürlerin bir araya gelişinden de medeniyet oluşuyor diye de tarif etmişler.

Medeniyet ise; zaman ve mekanda çok daha geniş ve çok daha kucaklayıcı bütünler için kullanılmış.

Rahmetli üstad Cemil Meriç umran kelimesini (kavramını ) daha kuşatıcı buluyor
Ona göre halk, nüfus, ahali, kültür, medeniyet hepsi umran kavramının içinde yer alıyor. Umran geniş anlamıyla; kültür demek: bilgiyi, inancı, sanatı, ahlakı, hukuku, adaleti bir kelime ile insanın toplumsal bir varlık olarak elde ettiği bütün kabiliyetleri kucaklayan bir bütün. Bir kavmin yaptıklarının ve oluşturduklarının bütünü diye tanımlıyor. İctimai ve dini düzen; adetler ve inançlar hepsi bu kavramın içinde adeta mündemiç..

İbn-i Haldun da ise diğer anahtar kelime asabiyet… Umran bir badiye de teşekkül ediyor… Bir de şehirde, asabiyet ise tüm bu oluşumların en önemli bağlayıcı unsuru..

Bu kelime ve kavramları her ele alışımızda farklı bir bakış açısı kazandığımızı hissedeceğiz… Birçok farklı sözlüğe bakmak da ufkumuzu açmak açısından büyük yarar sağlayacaktır..

İstanbul kültür, irfan, medeniyet açısından büyük bir birikim. Bu birikimde bize ait olan çok fazla unsur mevcut. Bu bizin ne olduğunu iyice ortaya koyabilmeliyiz.

Bizim İstanbul’umuz  deyince bu tanımın gerektirdiği farklılıklar nelerdir? İstanbul’un bizim olarak devam edebilmesi için niye bazı farklılıkları ısrarla muhafaza etmeliyiz?
Onları ortadan kaldırırsak veya kaldırılmasına müsade edersek bu şehre bizim şehrimiz demek mümkün olur mu?

1453 de İstanbul bir fetih yaşadı. Bizans’da Konstantinapolis olan bu şehir, başka bir bir medeniyetin başkenti oldu. Yani bizim medeniyetimizin başşehri oldu.
Bu açık, net ve hiçbir zaman ortadan kaldırlamayacak  bir gerçektir….

Uzunca bir dönem aynı zamanda Doğu Romanın başkenti olma vasfını da korudu. Fakat tarihi süreç içinde değişti ve dönüştü. Tarihte fetih gerçekleştiren bir çok kavmin yapamadığı çok özel bir şeyi başardı. Kendisini fetheden insanların ait oldukları medeniyetin sembol şehri haline geldi. Eskiden var olan bir çok tarihi özelliği ve insan malzemesini de kaybetmeden hepsini bünyesinde barındırarak bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirdi. Bize bu halde emanet edildi. Bizler de bu emanet içinde doğduk

Şehir, içinde yaşanılan, kendisini var eden tüm özellikleriyle beraberce yaşanılan,  geçmişten gelen tüm yapılarıyla ve değerleriyle uyum içinde hayat sürülen bir bütündür.

İstanbul şehri mevzubahis edildiğinde, bu şehrin sakinlerinin önemli bir bölümü,  maalesef bu özelliğin kısmen ihmal edildiğini ve şehrin tarihi özellikleri korunmaya çalışılırken içinde yaşanılan hayata müdahale edildiği gibi bir hisse sahip oluyorlar..
Bir şehrin yapılarını koruyayım derken, onun içinde yaşayan insanların hayatlarına direk veya dolaylı olarak müdahale etmek, insanların o alanları terketmelerine sebep olabilir. (hali hazırda oluyor da)

Bu hal de o şehrin zamanla kısmen bir müze haline gelmesine yol açar ve o şehri içinde yaşanılır bir yer olmaktan çıkarır. İstanbul’un böylesi bir tehlike içinde olduğu belli bir süredir bir çok çevrede dile getirilmekte…

Şehir, kültür ve medeniyet kavramları ile ilgili bu kısa değerlendirmeden sonra, son dönemlerde çokça kullanılan yeni bir kavrama değinmek istiyorum, kültür ekonomisi..

Kültür ekonomisi, son yıllarda öne çıkan bir kavram. Özellikle batıda gittikçe  önem kazanıyor. Bizim için de zaman içinde ciddi bir öneme sahip olacak gibi görünüyor…

Kültürel değerlerin ekonomik bir değer olarak değerlendirilip ülke ekonomisi için önemli bir girdi sağlaması fikri ile birlikte gelişen bu kavram, hem İstanbul hem de Türkiye’nin bir çok şehri için değerlendirilebilecek yeni bir saha olarak gündemimizi işgal etmeye başladı.

Özellikle İstanbul’un  kültür ekonomisinin nesnesi haline getirilmesi konuşulurken bu sembol şehrin doğru bir şekilde ele alınması gerekiyor.

Bir medeniyetin başşehri olan ve önemli bir tarihi birikime sahip bu şehrin kültür ekonomisi çerçevesinde ele alınması sırasında şehir olma vasfını muhafaza ederek, yaşayan bir organizma olarak ele alınması, ekonomik değerler uğruna onun bir müze şehir haline getirme çabalarına karşı dikkatli olunması gerekiyor.

2010 kültür başkenti kavramı içinde de bence bu tip bir tehlikeden özellikle kaçınmalıyız. Belediyelerimiz,  kamu yöneticilerimiz ve halkımız,  tarihi dokunun korunmasına dikkat ederken bu hassasiyete de dikkat etmelidirler.

Bu noktanın adeta bıçak sırtı gibi çok hassas bir dengeye oturması gerekiyor
Ayarı kaçarsa maalesef şehrin elden gidivermesi tehlikesi başgösterir.

Büyük bir medeniyetin başkenti yaşayan bir müze haline geliverir: Biz onun içindeki eserleri  tamir ederiz, ışıklandırırız, fakat içinde yaşayamayız, etrafından sadece seyrederiz. Bu hususu teyit etmesi bakımından  çevremize şöyle bir bakıvermeniz yeterli..

Mesela, İstanbulun en büyük camilerinin etrafında yaşayan insan kaldı mı dikkatlice bir bakalım.
Sultanahmet, Süleymaniye, Bayezid, ve Yeni Cami gibi Selatin camilerin etrafında içerlerinde cemaat olabilecek ne kadar insan yaşıyor?

Başka bir açıdan bakıldığında da İstanbul’un büyük nüfus barındıran bölgeleri ne kadar İstanbul. Şehrinin klasik özelliklerini ne kadar taşıyorlar? Başımızı iki elimizin arasına alıp bir değerlendirelim; Başakşehir,  Beylikdüzü,  Ataşehir ne kadar İstanbul’dur?

Bu cümlelerime bakarak sakın ola ki bu ilçelerimizi modern şehircilik anlamında küçümsediğimiz anlaşılmamalı. Sadece bir medeniyet merkezi olan tarihi bir şehrin değerlendirilmesi anlamında bu mukayese yapılmalı..

İstanbul’u İstanbul yapan  kültüre ve içinde yer aldığı medeniyete ait özellikleri belirleyici olarak ortaya çıkartılmalı. Fakat onun yaşayan bir varlık olduğu ihmal edilmemeli…

Diğer ülkelerde yaşayan insanlar için de zaten bence cazip olan noktaların da buralar olduğu kanaatini taşımaktayız. 2010 Avrupa Kültür başkenti çalışmaları ve Kültür ekonomisi kavramları çerçevesinde  bu noktalara sürekli vurgu yapılmalı, bu vurguların altı kalın kalemle çizilmeli. Bu tarihi ve önemli şehri diğer ülke ve kültürlerden insanların merak edip gelip görmesi ve incelemesi için gayret edilmeli

Elbet merak eden olacaktır ve olmaktadır da.. O da kültür ekonomisi denen kavramın alanına girecek gelişmeleri ortaya çıkaracaktır

Bugün yılda 5 milyon kişi merak edip geliyorsa bu rakam en az 10 milyon olmalıdır
Onların gelişi şehrin ve ülkenin ekonomisine ciddi bir yarar da sağlayacaktır.

Fakat biz böylesi önemli bir konuda, ekonomik kaygıları önemserken kültür ve medeniyetimize ait, onların yaşayan bir varlık olarak devam etmesini sağlayamaya yönelik özellikleri bu hedefe kurban etmeyelim. Kapitalizmin herşeyi meta ve mal halinde ele alan bakış açısının ortaya çıkardığı arıza ekonomik kaygılarla bizlerin de en önemli başlığımız olmasın. Bahis mevzuu olan kavramlar ve değerlerimiz de meta olmasın. Sadece alınır satılır bir mal gibi değerlendirilmesin, irfan kaybolmasın, umran düşüncesi yitirilmesin.

Bu şehri öncelikle kendimiz ve nesillerimiz için koruyup gözetelim, güzelleştirelim, içinde yaşanılabilir bir şehir olarak muhafaza edelim. Eskiden istanbulluluk olarak tanımlanan özelliklere sahip insanların yaşadığı bir şehir haline yeniden getirelim
İnsanların gelip yaşadıkları, ekonomik değer elde ettikleri, mübarek topraklarını sadece rant aracı olak gördükleri, hoyratça tükettikleri, benimsemedikleri, cenazelerini bile alıp götürdükleri bir şehir olmaktan çıkaralım. Bu tarz bir bakış açısını tüm karar vericilerimize ve hemşehrilerimize yayarak  İstanbul’umuzu  diğer kültürlere ve medeniyetlere de örnek hale getirelim…

SEFERNAME-İ OXFORD

Aralık ayının üçüncü haftasında hanımla birlikte, ziyaret için Londra’nın yakınlarındaki Oxford’a gittik.

Oxford Londra’ya yaklaşık 80 km uzakta, neredeyse tamamiyle eğitim için organize edilmiş bir kasaba hüviyetinde. Bu kasabada neredeyse her şey eğitime odaklanmış vaziyette. Evler, pansiyonlar, alış veriş mekanları, ortak kullanıma açık yeşil alanlar, kütüphaneler,  vel hasıl hemen her şey…

Oxford Üniversitesi 40 kadar müstakil kolejden meydana gelen, tabii bu arada ortak kullanım alanları da bulunan bir eğitim mekanı. Çoğu, yüzyılı geçkin mazisi bulunan bu kolejler farklı alanlarda ihtisaslaşmış. Lisans eğitimi verenler olduğu gibi sadece lisansüstü çalışmalara odaklananlar da var.

Hemen hemen hepsinin dış yüzleri taş yapı ve iç avlularında insanı rahatlatan yemyeşil alanları bulunuyor. Daha modern birkaç tanesi hariç bu yapı stili kolejlerin mimarisine hakim.  İçlerinde kütüphaneleri, chapel diye adlandırılan küçük kiliseleri, öğrencilerin barınacakları yurtları, sınıfları ile bizim Osmanlı medreselerini andırıyorlar.

Kolejlerin duvarlarında o mekanlara hizmet etmiş kişilerin adlarının yazılı olduğu levhalar ahde vefanın güzel bir örneği olarak yer alıyorlar

Geleneği olmayanın geleceği olur mu?

İngiltere’ye gittiğinizde hava alanından çıktığınız andan itibaren trafiğin sol taraftan işlemesi ve taşıtların direksiyonlarının sağ tarafta olması çok belirgin bir farklılık olarak göze çarpıyor.

Caddelerden geçerken çocukluktan itibaren bize öğretilen; önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakacaksın klişesini hemen unutmanız ve kendinizi yeni baştan formatlamanız gerekiyor. Önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakmanız gerek,  yoksa maazallah başınıza çok iş açılabilir.

Osmanlı Türkçemizin sağdan sola yazılmasından dolayı çağdaş dünyanın gerisinde kalırız diye bize öğretilen bilgiyi burada yeniden tefekkür etmeye çalıştım. Bu İngilizler neredeyse tüm dünyaya meydan okuyarak trafik akışlarını ters (! ) yapmaya devam ediyorlar ama hiç de geride ( ! ) kalmıyorlar. Onlar kendi gerçeklerine ve geleneklerine sımsıkı sarılınca diğerleri de onlara uyum sağlamaya gayret ediyorlar.

Otomobil üreten ülkeler,  İngilizlere araba satabilmek için direksiyonları mecburen sağa tarafa koyuyorlar. Tabii sadece İngiltere’ye değil İngiliz Milletler topluluğuna bağlı ülkelere de aynı uygulama devam ediyor.

İngiltere’de buzdolabı kapakları bile ters (!) açılıyor.

Geleneğin önemi burada daha bir net görünüyor. Ölçü birimleri, bina tipleri, yollar v.s her yer tarihine bağlı olmakla adeta iftihar ediyor.

Yabancı bir mekanda belli bir süre kalmak, karşılaştığınız bir çok konu üzerinde etraflıca düşünme fırsatı veriyor insana.  Muhafazakar çevrelerde sıkça telaffuz edilen ve gençliğimizden beri bize öğretilen; ‘Batının tekniğini alalım fakat ahlakını ve yaşam biçimini almayalım’ deyişinin de pek anlamı olmadığını bir kere daha hissediyorsunuz buralarda.

Basit bir örnek vermek gerekirse; Lavaboda eliniz yıkarken iki ayrı batarya bulunuyor. Birinden sıcak diğerinden soğuk su akıyor. Ya eliniz veya ayağınız yanıyor veya buz gibi suyla üşüyorsunuz. Ilık su ile temizlenmek için lavabonun giderini tıkamanız ve biriken ılık suyu kullanmanız gerek. Peki  ilk temasdan sonra bu su temiz kalır mı?

Maalesef hayır…

Bizim geleneğimizde, ki bu dinden gelen bir husustur, ancak akarsu temizleyicidir. Lavabonuz ve bataryalarınız kendi anlayışınıza göre olmalı. Yani düşünce ve inanç biçiminiz ile ürettiğiniz teknoloji çok bağlantılı. Birini alırsanız otomatikmen diğeri de peşinden geliveriyor. Bu basit örneği hayatın her alanına taşımak mümkün.

Ya tuvaletler… Taharet musluğunun önemini fark etmeleri için bu batılılara hangi ilmihal kitabını okutmamız gerekecek? İlmihalsiz anlamaları mümkün olamayacak mı musluksuz tuvaletin ne kadar pis olduğunu? Su olmadan insanın tuvaletten sonra temizlenmesi mümkün müdür? Onun cevabı da elbette koca bir hayır!

Yabancı diyarlarda yaşasın pet şişe veya ibrik… Her şeyi çözüverdiği iddiasındaki Batılı kendi vücudunu temizleyemiyor. Kötü kokuları gidermek için parfüm şart…

Her şey eğitim için

Oxford’un güzel yanı öğrencilerin kendilerini geliştirebilmeleri ve ilme odaklanabilmeleri için neredeyse her şey düşünülmüş.

Sakin, yeşili bol, insanların kurallara uyma noktasında çok titiz davrandıkları, birbirlerinin yüzlerine tebessümle baktıkları bir ortam. Kabul edildiği bir koleje kayıt yaptıran öğrenci kendisine lazım olan tüm mekanlara elindeki kartla rahatlıkla girebiliyor, sağlık hizmeti alabiliyor. Bir bisikleti varsa,  ihtiyacı olan her tarafa rahatlıkla gidebiliyor. Her yer dümdüz ve herkesin takip edeceği yollar ve yerler belirlenmiş.  Yayalara bizde alışık olmadığımız kadar saygı gösteriliyor. Gerçi bu hal neredeyse bir çok Avrupa ülkesinde rastlanabilecek güzel bir ayrıntı.

Oxford ve çevresinden bazı manzaralar

Bir haftalık sürede kasabanın içinde ve çevresinde bir çok yere gidebilme imkanı bulduk. Bu sürede bir günümüzü oğlumuzun bir arkadaşının rehberliğinde Oxford’un bazı çevre köylerini gezerek değerlendirdik.  Bunlar arasında, ünlü İngiliz siyaset adamı Churchill’in doğup yaşadığı Woodstock ve içinde yer alan Bleinheim Palace çok ilginç bir mekan. Yemyeşil bir tabii çevre içinde muhteşem bir malikane. İnsanın burada filozof olmaması adeta imkansız gibi görünüyor.

Oxford’un yakın çevresindeki güzel yerlerden biri de Bourton On The Water köyü. Asırlara meydan okuyan binaları ve nefis tabii manzarasıyla bizleri bir hayli etkiledi. Köyde yaşlı nüfus çok fazla. İhtiyarlar güzel mekanlarda fakat yalnız yaşıyorlar. Bahçe içindeki evlerin önünden geçerken şayet gözünüz evin kapısında bir yaşlıya takılırsa o gözlerdeki muhabbete hasret bakışları fark etmemeniz mümkün değil. Vaktiniz varsa bu kişilerle uzunca bir sohbet yapabilirsiniz..

Oxford’da ziyaret ettiğimiz diğer bir mekan da Oxford İslamic Center. Merkezde iki binada hizmet veren bu kuruluş, içinde Türkiye’nin de bulunduğu birkaç Müslüman Ülkenin destekleri ile faaliyet gösteriyor. Araştırmacılar için küçük odaları, seminer salonları ve Mescidi ile kasabanın ortasında adeta bir nefes alma yeri. Son birkaç senedir daha büyük bir alanda yeni bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor. Henüz hizmete girmeyen bu Mescit ve binalar bitince İslamic Center’ın daha fonksiyonel bir yapıya bürüneceğine inanıyor Oxford’daki Müslüman öğrenciler ve araştırmacılar

Oxford’da iki müze

Kasaba’da kurulmuş olan iki adet Müzeyi de hızlıca ziyaret etme imkanı bulduk bu bir haftalık sürede.

Bunlardan biri farklı farklı ülkelerdeki hayvan örneklerinin sergilendiği  Natural History Museum bir hayli ilginç. Tarihte var olduğu ifade edilen dinazorlarun iskeletleri, girişte sizi tüm heybetiyle karşılıyor. Müzenin diğer bir tarafında birçok ülkeden getirilmiş olan çeşitli sanatlarla ilgili örnekleri de görmek mümkün

Bir diğeri de Ashmolean Museum adlı Müze. Dünyadaki farkli bölgelerden ve farklı medeniyetlerden çeşit çeşit eserlerin sergilendiği bu Müze, hakkıyla gezilmesi için en az bir tam günü gerekli kılan bir yapı. Vakit darlığından biraz hızlı dolaştığımız Müze, hakkını tam veremediğimiz inancıyla ayrıldığımız bir yer oldu bizim için.

Cami kapısından ayrılamayan Müslümanlar

Cuma namazı için Pakistanlıların yaptırdığı bir Camii’ye gittik. Oxford’daki Müslümanlar Cuma günü birbirlerini hasretle kucaklıyorlar namazdan sonra. İstanbul’da namaz bitince hemen çıkıp işlerine koşturan insanların yanında, burada yağmura rağmen insanların Cami kapısından bir türlü ayrılamamaları bana çok enteresan geldi,

Cuma sonrası Teksas doğumlu ve sonradan Müslümanlığı seçen Mustafa kardeşimizin refakatinde kasabanın

biraz dışındaki OLD MERSTON denen mahalleye gittik. Eski İngiliz evlerinin tipik örneklerinin yer aldığı bu bölgede, sağanak yağmur altında adeta tarihte bir kısa gezinti yaptık. Yüksek damlı tek veya iki katlı bahçeli evleri, tipik bir kilise ve mahalle mezarlığını ve dar sokakları geçerek gezimizi tamamladık. Rehberimiz Mustafa, not tuttuğumu görünce ‘sefernameme’ katkı olsun diye bir çok evin önünde durup resim çekmemi teşvik etti. Gazzali’de Eğitim yaklaşımı konusunda doktora yapan bu Şazeli dervişi, daha sonra gittiğimiz ve mükemmel bir misafirperverlik gösterdiği hanesinde, dünyanın dört bir yanından topladığı konusuyla ilgili orijinal belge ve kitapları bizlerle paylaştı.

Dünyanın farklı noktalarında hakikatin peşinde koşan farklı milletlerden insanları görmek, bir çok yanlışın yaşandığı dünyamızın içinde güzel örnekler olarak bizlere büyük moral verdi.

Cuma gününün gecesi çok ilginç bir Mevlid programına da katıldık. Asya Kültür Merkezi adlı bir mekanda, Müslümanlar akşam saatlerinde toplanarak bir taraftan Siyer okuyorlar aralarda da okudukları konulara uygun bizdeki Mevlid’e benzer ilahiler söylüyorlardı. İsmine Mevlid deseler de bir tür Siyer dersiydi katıldığımız program.

Hanımlar ve erkekler üst katta bu organizasyon içindeyken başka birileri de bir alt katta, onların küçük çocuklarına yönelik bir başka program yapıyorlardı. Programa gelenler evlerinde hazırladıkları nevaleleri getirmişler ve okumalar bittikten sonra onları topluca yedikten sonra evlerine dönüyorlardı..

İnsanlar hem hoşça vakit geçiriyorlar hem de beraberce bir şeyler öğreniyorlardı. Eğitim açısından değişik bir tecrübeydi.

Bir hafta içinde bu tarz bir iki programa daha davet edildik. Katıldıklarımızda şöyle bir şey dikkatimizi çekti. Programlar yaklaşık 2 saate göre ayarlanmış. Saatinde başlıyor ve fazla uzun sürmeden bitiyor ve herkes geldiği yere dönüyor. Başlangıç ve bitiş saatleri belli..

Ev okulları

Oxford’daki bazı Müslüman öğrenciler, araştırmacılar ve hocalar, kendi çocukları için ev okulları düzenlemişler. Çocukların, inandıkları değerlere göre yetişebilmeleri için içlerinden kim bir konuda uzmansa çocuklar onların evlerine derse gidiyorlar. Bu eğitimlerin yapıldığı bir evde gördüğümüz bir duvar yazısı bizim bir hayli dikkatimizi çekti.

‘HAFIZLIK KURALLARI’ diye başlayan bu metinde çocukların ağzından;

dikkatli dinleyeceğimize,

birbirimize yardım edeceğimize,

birbirimize yüksek sesle seslenmeyeceğimize

kibar olacağımıza,

utangaç olmayacağımıza,

kendimize güveneceğimize,

duyarlı olacağımıza.

Söz Veriyoruz diye yazıyordu..

 

Basit olmasına rağmen hem şekli hem de içeriği çok güzel bir kurallar manzumesi olarak örnek alınabilecek mahiyette bir duvar yazısı idi.

Bir haftalık Oxford seyahati gurbette evladına ve gelinine misafirliğe giden bir babanın ayrılırken yaşadığı tatlı bir hüzün ile noktalandı.

Onları Allah’a emanet ederek ve hanımı bir hafta için daha oralarda bırakarak İstanbul’a döndüm

 

Erhan Erken

Dünya Bizim 02.01.2012

 

YAKIN TARİHİMİZDE ANAYASALAR VE SOSYAL DEĞİŞİM

GENEL BİLGİLER

Ülkemizde Anayasa yerine kullanılmaya başlanan ilk kavram “Kanun-u Esasi” olmuştur. 1876 yılında hazırlanan ilk anayasa ile de meşrûtî bir idarenin temelleri atılmıştır. 1921 yılından başlayarak 1960 yılına kadar geçen devrede yürürlükte olan anayasalar için “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” deyimi kullanılmıştır. Anayasanın Batı dillerindeki karşılığı bilindiği gibi “constitution” dur. Bu kelime ise Latince kökenli olup, “kurmak, inşa etmek” anlamına gelmektedir

Genelde anayasalar diğer yasaların üzerinde, onlardan daha geniş kapsamlı ve bütünü kuşatıcı, bir görüşe göre ise onları doğuran, onlara kaynak ve dayanak olan bir yasa diye tanımlanmaktadır.

Anayasaları taşıdıkları özellikler itibariyle bir kaç kategoriye ayrılabiliriz:

Liberal anayasalar: Bu tip anayasalarda temel hak ve özgürlükler belirlenmiştir. Yasama, yürütme ve yargı arasında güçler dağılımı gerçekleştirilmiştir. İçerdikleri hükümler arasında hükümetlerin yapmaları gereken meselelerden bahsedilmez, genel olarak toplumun normları dile getirilir. Anayasa, adeta toplumun çeşitli kesimleri arasında bir anlaşma ve uzlaşma niteliğindeki bir belge hüviyetindedir.

Pragmatik anayasalar: Bu tip anayasalarda ise hükümetlerin programlarında bulunabilecek birçok şey yer alabilmektedir. Ekonomik, sosyal ve siyasi alanlardaki politikalar, ana çizgileriyle ve planlı bir temele dayalı olarak bu tip anayasalarda yazılıdır. Genel çizgileriyle bir mutabakattan çok, eğitici ve öğretici yanları ağır basan metinlerdir. Toplumun çeşitli kesimlerinin isteklerini yansıtmaktan, onlar arasındaki bir mutabakattan daha çok, çeşitli yönetici grupların istekleri doğrultusunda topluma şekil vermeye yönelik olarak hazırlanan ve kitlelere empoze edilen anayasalardır.

Anayasalarla üzerine yapılan diğer bir tasnife göre ise, anayasalar “yumuşak” (bükülgen) ya da “sert” (katı) olarak tarif edilmektedir. Değiştirilmesi, diğer yasalara göre farklı özellikler taşıyan, özel bir çoğunluk ya da organ gerektiren anayasalara “sert anayasalar” denmiştir. 1924, 1961 ve 1982 anayasaları bu türdendir. Yukarıda zikri geçen anayasalar aynı zamanda pragmatik anayasaların da temel özelliklerini taşımaktadır.

“Yumuşak” diye tabir edilen anayasaların tipik bir örneği İngiliz Anayasası’dır. İngiliz Anayasası yumuşak bir anayasa olarak nitelendirilebilse de ülkedeki cari hukuk sistemi için de köklü gelenekleri ile hissedilir bir üstünlüğe sahiptir.

Anayasalar bir ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısının temel dinamiklerini oluşturması bakımından büyük önem taşımaktadır. Bir ülkede yapılması düşünülen değişikliklerin yerleşmesi ve uygulanması açısından da anayasaların hatırı sayılır bir işlevi bulunmaktadır.

Ülkemizdeki anayasaları ve tarih boyunca meydana gelen toplumsal değişimleri analiz edebilmek için her iki kavramı da birbirleri ile bağlantılı olarak incelemek gerekmektedir.

Anayasa kavramı üzerine yukarıda verdiğimiz bu kısa malumattan sonra, ülkemizdeki sosyal yapının bazı temel özellikleri, genel anlamıyla sosyal değişim ve yakın dönemde ülkemizdeki sosyal değişimin serüveni üzerinde de kısaca durmak istiyorum.

ÜLKEMİZDEKİ SOSYAL DEĞİŞİMİN TARİHÎ ARKA PLANI

Türkiye’de toplumsal düzende genel anlamda ataerkil bir yapının hâkim olduğu, çok sayıda ilim adamı tarafından paylaşılmakta olan bir sosyolojik tespittir. Ataerkil yapılarda genelde üstün alta, devlet aygıtının millete, yönetici elitlerin yönetilenlere emredici bir bakış açısı bulunmaktadır. Alttakiler de bu emredici yaklaşımı, genel çerçevesiyle kabul eden bir tutum ortaya koymaktadır. Tabiidir ki tarihî süreç içinde bu ataerkil yaklaşım ve alttakilerin tutumunda belli bazı değişikler meydana gelmiştir. Fakat bu tespitimiz, genel bir trendin ortaya konulması için kullanılmakta olan bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir.

Toplumlarda tarihi süreçte ortaya çıkan sosyal yapıdaki değişiklikleri ifade edebilmek için kullanılmakta olan iki tanım, analizimizin kurgusu itibariyle tercih edilmiştir. Bunlardan bir tanesi; başka toplumlardaki değişimlere özenilerek o topluma uygulatılmaya çalışılan sosyal değişimler (ki orijinal deyimiyle ‘induced change’) , diğeri de; toplumun kendi iç dinamiklerinin sonucu olarak meydana gelen sosyal değişimlerdir. (ki orijinal deyimiyle’ organic change’  olarak ifade edilmektedir.)

Ülkemizde, birazdan detayları ile izah etmeye çalışacağımız değişimle, genelde başka toplumlardaki yapılara özenilerek ortaya çıkan değişimler olarak tanımlanmaktadır. Toplumumuzun ataerkil yapısından kaynaklanan özelliklerden dolayı da bu değişimler genelde yukarıdan aşağı doğru, bazen özendirilerek, bazen de zorlanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Bu değişim ve dönüşüme tarihî seyir içinde kısaca bakmak gerekirse;

1600’lı yılların ortalarına kadar gerek maddi güç, gerekse de hâkimiyeti altındaki alanları genişleyen Osmanlı Devleti, bilindiği gibi bu tarihlerden itibaren belli bir duraklama ve geriye gidiş süreci içine girmiştir. Osmanlı’nın maddi değerler itibariyle çağdaşlarına karşı olan üstünlüğünü kaybetmeye başlaması ile birlikte özellikle yöneticiler arasında çok farklı arayışlar ortaya çıkmıştır. Önceleri “‘Kanun-u kadîm’e dönelim, devleti, eski dönemlerdeki müesseseleri ihya ederek yeniden organize edelim” arayışıyla başlayan ıslahat teşebbüsleri zamanla farklı mecralara kaymıştır.

Bu çerçevede, ülke dışında hüküm süren, kaba hatları ile “Batılı” diye tabir edebileceğimiz düşünce ve yaşayış tarzı, ülkenin maddi gerilemesini durdurabilmek için tercih edilmesi gereken değerler olarak topluma, millete ve devlete teklif edilmeye başlanmıştır.

Bu yeni yönelimi ortaya atanlar ise; o zamana kadar toplumda önder durumunda olan âlimlerin yerini almaya başlayan ve “münevver veya aydın” diye tanımlanan; belirleyici özellikleri itibariyle farklı (özellikle de Batılı paradigmanın hâkim olduğu) bir eğitim sürecinden geçmiş kesimler ve yönetici kadrolar olmuştur.

Önce teklif ile başlayan bu süreç, zamanla, özenilen bu düşünce ve yaşayış tarzının temel değerlerinin, yukarıdan aşağıya. bazen özendirilerek, bazen zorlayarak topluma uygulatılmaya çalışılması şeklini almıştır.

Geride kalan yaklaşık 200 yılı aşkın tarihimizde görünen en önemli tercihlerden biri olan bu tercih, diğer tüm bağlı tercihleri de etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.

Bu temel tercih değişikliğinin ana hedefi olan en önemli müessese de, İslâm dini ve onun toplum hayatında etkili olan temel değerleridir. Bu temel değerlerin zayıflatılmaya çalışılması, toplum hayatının dışına itilmesi, toplum hayatının işlevsellikten uzak köşelerine hapsedilmeye çalışılması, son 200 yıllık dönemde kısmen tahakkuk ettirilebilmiştir. Bu süreç geçen zaman içinde hızını gittikçe arttırmıştır

Sosyal değişimi hızlandırmaya çalışan kesimlerin bu çalışmalarına, İslâm dinini önemsediğini iddia eden kitlelerin teorik ve pratikteki bazı eksiklikleri de önemli oranda katkı sağlamıştır.

Bu kitleler, kendi inandıkları değerleri öğrenmek,  şeksiz ve şüphesiz inanmak,  üzerinde düşünmek ve kendi dışlarında vukû bulan değişikleri okuyarak onlara yönelik çözüm üretmek konularında maalesef yeterli bir başarı sağlayamamışlardır.

Bu eksiklik ülkemizde ve genel anlamı ile İslâm dünyasında Batılı anlamda bir sosyal değişimi gerçekleştirmek isteyen kesimlerin, belli bir dönem daha kısmen başarılı bir görüntü ortaya çıkartabilmelerine yol açmıştır.

Bu noktada şöyle bir değerlendirme yapmak da yararlı olacaktır: Zamanın değişmesi ile insanların/toplumların bağlı oldukları değerlerden bazılarının değişeceği/değiştirilebileceği konusu, tarih boyunca sürekli tartışma konusu olmuştur. Asıl olan, nelerin değişebileceği ve nelerin değişmeden kalması gerektiği ile ilgili kararların net olarak verilebilmesidir.

Değerler sisteminin bağlı olduğu temel kaynakların değişmesi elbette kabul edilebilecek bir husus değildir. Ayrıca, varlık ve varlığın sebebi ile ilgili olarak bakış açısındaki bir değişimin, inanılan değerlerin boşa çıkması demek olacağından, değişime konu edilmesi de söz konusu olmayacak diğer bir noktadır.

İslâm dinini referans alan insanlar için varlığın sebebi Yaratıcıya kul olmaktır. Bu bilgiyi aldıkları temel kaynak da Kur’an ve onu insanlara ulaştıran Yüce Peygamberin söz ve davranışlarıdır. Dolayısıyla bu iki temel konu, değişmeyecek değişkenler olarak mütalaa edilmektedir. Bunun dışındaki hususların bu temel noktalara bağlı olarak zaman içinde belli farklılıklar gösterebileceği kısmen kabul görmektedir.

Burada Batılı anlamda sosyal değişimi ülkemizde uygulamak isteyenlerin, bu temel noktalar üzerinde değişiklik yapılmasını arzu ettikleri ve toplumu bu yönde etkilemek istemeleri tespiti üzerinden hareketle sosyal değişim olgusu incelenmelidir.

Bu noktada şöyle bir sorunun cevabı üzerinde hassasiyetle durulmalıdır: Ülkemizde tarihi süreçte ortaya çıkan ve bu topraklarda yaşayan insanların temel değerlerindeki değişimi ve bunun hayata etkisini hedef alan bir sosyal değişim mutlak bir durum mudur? Bu soruya “evet” cevabı vermenin mümkün olmadığı, inanan insanlar tarafından ısrarla savunulmaktadır.

Dünyanın yaratıldığı andan günümüze kadar geçen tarihi süreçte, son 200 yılı aşkın döneme benzer birçok devre gelmiş ve geçmiştir. Fakat hiç birinde dini hassasiyeti olanların kendi inandıkları değerleri, olması gerektiği gibi savunabilmeleri konusunda gösterdikleri zafiyet ve bu hassasiyetlerini hayata uygulamaya geçirebilmelerinin önündeki engeller mutlak manada kalıcılık gösterememiştir. Belli dönemlerde değişmemesi gereken temel dinamiklerin önemini fark eden ve değişim gereken noktaları da iyi okuyup ana referans noktalarına bağlı olarak bunları geliştirebilen yeni öncü kesimler ortaya çıkmış, doğrunun ve hakkın hayata uygulanmasına mani olanların engellemeleri/dayatmaları kısmen veya tamamen ortadan kaldırılmıştır.

SOSYAL DEĞİŞİMİN ÖNEMLİ BİR UNSURU OLARAK ANAYASALAR

Yukarıda, tarihî gelişim sürecini kısaca izah etmeye çalıştığımız Batılı manadaki bir sosyal değişimi bu millete uygulatmak isteyen kesimlerin son 200 yılda kullandıkları en önemli araçlardan bir tanesi, ülke dışındaki trendlere uygun olarak ortaya çıkan anayasa çalışmaları olmuştur. Batı’da Magna Carta; bizde de kısmen Sened-i İttifak ile başlayan bu süreç, son dönem toplumsal tarihimizde göze çarpan en etkin mekanizmalarından biri olarak zikredilebilir.

1876 ve 1909 anayasaları (Kanun-u Esasi) bizim tarihimizde ortaya çıkan anayasa tekniğine uygun ilk örneklerdir. 1921 anayasa tadilatı ve 1924 anayasaları (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) dikkatlice incelendiğinde kendilerinden sonra yaşanan süreçleri nasıl etkilemiş oldukları gayet açıklıkla görülebilir.

Tabii burada anayasaları, süreçleri etkileyen tek parametre olarak ele almak da bizleri başka bir eksik analize götürebilir. Güçlü yönetici elitler, dış etkiler, büyük savaşlar ve savaş sonraları ortaya çıkan ciddi yıkımların bu değişimlerdeki önemli rolleri de inkâr edilemez.

Tabiidir ki dünyanın diğer bölgelerinde ortaya çıkan büyük değişimler, bu bölgelerde yaşayan milletlerin insana, eşyaya ve tabiata bakışlarında meydana gelen büyük bakış farklılıkları ve onların ortaya çıkardığı farklı yönelimlerin etkisi, ülkemizdeki değişimi yoğun olarak etkileyen diğer parametrelerdir.

Türkiye’de büyük halk kitlelerinin din ile bağlantılarını menfi yönde etkileyen gelişmelerin ortaya çıkmasında, anayasaların kısmen hızlandırıcı, kısmen de değişimi kontrol altında tutucu önemli rolleri olmuştur.

Tüm bu yaşanan gelişmelere rağmen, dinin toplumun genlerinde var olan kalıcı etkisi, bazen en umulmadık anlarda ve en kısıtlayıcı dönemlerde bile Batılı anlamdaki sosyal değişimi etkileyen güçlerin ve onların kontrolünde oluşturulan anayasaların hesaplayamadığı en küçük aralıklardan gün yüzüne çıkabilmiştir. Mesela 1950–1960 yılları arasındaki dönemde bu tip bir gelişme göze çarpmaktadır. (Belli bir dönem ezanın Türkçe okunması ve 1950’den sonra tekrar aslına döndürülmesi bile toplumda çok önemli bir moral motivasyonu beraberinde getirmiştir.)

Gelişen liberal-kapitalist dış etkilerin topluma tesirde bulunduğu bir dönemde, ortaya çıkan bu kısmi özgürlük ortamından, dini hassasiyetler filizlenmiş ve geniş halk kesimleri din ile farklı tonda da olsa bir ilişki kurabilmiştir. Bu ilişki, zaman zaman, sosyal değişimi farklı bir yöne götürmeyi kendilerine hedef seçmiş kesimlerin sert müdahaleleri ile kesintiye uğratılmaya çalışılmıştır.

1950’lerdeki bu gelişmeler üzerine meydana gelen sert müdahale ve sonrasındaki 1961 Anayasası, en ufak boşlukta dinle ilişki kurabilen kesimlerin, yaşanan hayata ve sosyal değişime müdahale edebilmelerini engellemeye çalışan kontrol mekanizmaları ile donatılmıştır. İkili meclis yapısı, MGK, özerk kurumlar, güçler ayrımını sağlayan mekanizmalar bu cümleden zikredilebilecek bazı örneklerdir.

Arzu edilen Batılı anlamdaki sosyal değişim ve bunu, yönetici elitlerin tüm gayretlerine rağmen tam manasıyla ve onların istediği ölçüde içselleştiremeyen geniş kitlelerin dirençleri arasında sürekli gel-gitler ortaya çıkmıştır.

Bu süreçler içerisinde salt Batılı düşünceyi savunan yönetici elitlerin uyguladıkları ihtilal, darbe ve müdahale türü sert müdahaleler sonrasında anayasalar üzerinde gerçekleştirilen değişikler, hep geçmiş dönemde göze çarpan eksikliklerin giderilebilmesi ana fikri çerçevesinde yapılmıştır.

Bugün, 1980 askeri darbesi ve sonrasında gündeme gelen 1982 Anayasası’nın şekillendirdiği bir dönem yaşanmaktadır. Bu dönemin ana yaklaşımı, geniş kitlelerin, özlenen sosyal değişime karşı ortaya çıkabilecek gelişmeleri engelleyici ve kontrol altına alıcı bir yapı oluşturabilmektir.

Demokratik rejimlerin halka verdiği yönetimi etkileme gücü, yapılan yeni anayasaların etkisi ve buna bağlı birçok farklı mekanizmayla kontrol edilmekte ve etkisiz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü tarihi süreç içinde birçok defa görüldüğü üzere, ülke yönetiminde etkili olmaya başlayan halk çoğunluğu, umulmadık bir hızla genlerindeki İslâmi unsurlarla irtibat kurmakta ve Batılı anlamdaki sosyal değişim ile hedeflenen büyük farklılaşmalar sekteye uğramaktadır.

Ülkede yönetici elitler tarafından arzulanan Batılı paradigmaya uygun tarzdaki sosyal değişim ile halkın, hayata, eşyaya ve tabiata bakışının İslâmi hassasiyetlerden etkilenerek değil de farklı bir medeniyetin penceresinden bakılarak şekillenmesi arzu edilmektedir. Bu halin, sonuçları itibariyle çok farklı sosyal yapıları ortaya çıkarabileceğinden endişe eden bazı iç ve dış güçler, ülkenin yüzyıllardan beri iç içe olmaktan mutlu olduğu dini değerleri kısmen değiştirmek, içini boşaltmak, uygulanmasını engellemeye çalışmak, uygulamaya çalışanları itham etmek ve bu tarz yaklaşımları ‘irtica’ diye yaftalamak gibi tavırların içine girmektedir.

Bu kesimler için asıl olan, çoğu kere lâfzen ifade edildiği gibi demokratik bir cumhuriyet rejimi kurabilmek değil, ismi demokratik olan, fakat özlenen sosyal değişimi ters yönde etkilemeye yönelik gelişmeleri kontrol altında tutan ve onlara asla müsaade etmeyen bir sistemi devam ettirebilmek olmuştur.

Türkiye’de İslâm dini ve onun temel değerlerini,  yaşanan değerler olarak toplumda etkili kılabilecek bir yaklaşım, baştan beri ifade etmeye çalıştığımız sosyal değişimi önemseyen kesimlerin kabul etmek istemedikleri bir husustur. Ülkeyi Batılı değerler çerçevesinde değiştirmek isteyen sosyal değişimcilerin adeta kırmızı çizgisi bu olarak görünmektedir.

Analizimizin sonuna doğru gelirken iki sorunun cevabını araştırmak anlamlı olabilir:

Tüm bu çalışmaların ana hedefi olan geniş halk kitleleri sosyal değişimi önemseyen kesimlerle aynı fikirde midir?

Tarihî süreci dikkatlice incelediğimizde gözümüze çarpan en önemli husus, değiştirilmek istenilen dinden gelen değerler 200 yıllık aksi gayretlere rağmen, halk için halen önem taşımaktadır. 200 yıllık süreçte bu topraklardan milyonlarca insan gelip geçmesine rağmen Batılı değerlerin üzerine kurulmaya çalışılan bir sosyal değişim projesi istenen başarıya ulaşamamıştır.

Fakat bu sosyal değişim konusunu büsbütün başarısız ve etkisiz olarak değerlendirmek de mümkün değildir. Kısmî bir sosyal değişim ortaya çıkmıştır. Vukû bulan sosyal değişim sürecinde,  yukarıda ifade edilen ve değişmemesi gereken bazı değişkenlerin bile sorgulanmaya başladığı görülmüştür.

Bu sosyal değişimde yazımızda ifade ettiğimiz gibi dini önemseyen kesimlerin bazı yetersizlikleri de rol oynamıştır. Sonuç her iki yönelim için de mutlak manada arzu edilen bir hâl olmamıştır

Bu noktada kısmî bir uzlaşı mümkün müdür?

Belki de ulaşılması gereken nokta, kısmî bir uzlaşı noktası olmalıdır. Bu ülkenin tarihî gelişimi ile uyumlu fakat aynı zamanda dünyanın aldığı seyirle tam anlamıyla tenakuz göstermeyecek bir ara yol/formül bulunabilmelidir.

Bu ara yolun/formülün bulunabilmesinde en önemli merhale, bundan sonrasında yaşanması istenen toplumsal hayatı uzlaşı içinde yaşamaya imkân verecek, halkın isteği üzerinde vesayet kurulmasına imkân tanımayan, bir sosyal mutabakat ve bunun teknik ismi ile anayasa metni oluşturmaktır.

Bu anayasa, ülkenin en önemli gerçeği olan İslâm dininin temel değerlerini önemseyen kesimlerin, kalben onayladıkları değerleri yaşayabilmelerine imkân verecek açılımları içinde barındırmalıdır.

Yeni anayasa metni inancına uygun yaşamak isteyen insanların kendilerinin, aile yapılarının, çocuklarının hayatlarına karışılmasını engelleyen bir anlayışla kaleme alınmalıdır

Yeni anayasa insanların hayatlarıyla, eğitimleriyle, kültürleriyle, ekonomik aktiviteleri ile ilgili konularda onlara zorla istemedikleri değerleri dayatan bir metin olmamalıdır.

Böyle bir anayasa, aynı zamanda, Batılı anlamda sosyal değişim isteyen kesimlerin arzu ettikleri noktaları, dayatmacı bir tarzda değil de serbest bir ortamda ortaya koyabilecekleri bir toplumsal mutabakat metni olmalıdır.

Maksat, halkın çoğunluğunun isteklerinin toplumda hâkim olduğu ve azınlıkta kalanların da haklarının korunduğu bir sistemse ve bu sistem de demokratik bir cumhuriyet ise, bu sistem üzerinde de toplumda bir uzlaşı var ise, bu sistemi toplumsal bir sözleşme olarak ortaya koyan kapsayıcı bir çalışma yapılabilmelidir.

Milletin tüm fertleri, dengeli, katılımcı, barış içinde bir arada yaşama esasına dayalı, 200 yıllık Batılılaşma sürecini de, dini ve ahlakî normlara bağlı olarak geçen bin yıllık tarihi birikimi de dışlamayan, yumuşak bir anayasa yapılması konusunda ellerinden gelen tüm katkıyı göstermelidir.

Bu ülkede yaşayan her fert, en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde adalet temeline dayalı, hakça ve insanca yaşama hakkına sahiptir.

Ülkemizde kâmil manada din ve vicdan hürriyeti, teşebbüs hürriyeti, düşünce, ifade ve örgütlenme hürriyeti, gereksiz sınırlandırmalardan arındırılmış olarak tüm vatandaşlarımız için sağlanmalıdır.

Bu ülkede yüzyıllar boyu böyle bir hoşgörü ortamı içinde yaşamış bir milletin, içine düştüğü böylesi bir sıkıntılı ortamı da bu tarz bir yaklaşımla aşacağına inanıyorum

 

ERHAN ERKEN/ Dünya Bülteni 15.12.2011

BİR SEÇİMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

1995 Yılı İTO Seçimleri arkadaş grubumuz olarak ilk katıldığımız seçimlerdi. Yoğun bir çalışma neticesi katıldığımız seçimler sonrasında izlenimlerimi ve yorumlarımı o dönem Yayın Yönetmeni olduğum Müsiad Bülten’de değerlendirmiştim. Bu yazının bu genel bilgi çerçevesinde okunması yararlı olabilir.

 

Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’daki yaklaşık 300 binin üzerindeki ticaret erbabının bağlı olduğu İTO seçimleri Kasım ayında yapıldı. Daha önceki senelerde inançlı kesimin temsilcileri çeşitli gruplar içinde yer alarak İTO’nun yönetim kademelerinde söz sahibi olmaya çalışırken, bu seçimde ‘MÜSTAKİL’ bir liste ile seçimlere girmek gibi stratejik bir karar değişikliği gerçekleştirildi. MÜSİAD’ın önderliğinde başlatılan ve inançlı kesimde heyecan uyandıran bu çalışma neticesinde seçimlere ilgi büyük ölçüde arttı.

 

Fakat mevcut yönetimin usta bir yöntemle seçim öncesinde ortaya koyduğu oy vermek için vergi numaralarının İTO’ya bildirilmesi şartı, binlerce insanın oy vermesini engelleyen bir baraj vazifesi gördü.  Seçimde oy vermek için harekete geçen ve ne gariptir ki çoğunluğu da MÜSTAKİL listelere oy verecek tüccarlar, sandıklarından oy kullanamadan geri döndüler. Onlardan geriye ise İlçe Seçim Kurulu’na verdikleri itiraz dilekçeleri kaldı.

 

Üyelerinin seçim gibi tabii bir hakkını zorlaştıran oda yönetiminin bu uygulamaya niçin ihtiyaç duyduğu ciddi olarak soruşturulması gereken bir olay olarak önümüzde durmaktadır. Bu seçimin diğer bir önemli yönü de “Bu kafa İTO’yu yönetemez” diyen bir zihniyete karşı ortaya çıkan MÜSTAKİL listelerde yer alamayan, fakat “bu kafa” tanımı içine giren birçok insanımızla MÜSTAKİL listeleri oluşturanların farklı taraflarda kalmalarıydı.

 

İnsanlar mı birbirlerini iyi anlayamamışlar? Yoksa “bu kafa” sözünü söyleyenler mi maksadını aşan laflar etmişler ve sonra da sözlerinden dönememişlerdi? Veya ‘bu kafa’ tanımlamasını yapanlar çok bilinçliydiler de politika gereği önceden aşağıladıkları insanların bir bölümünü yanlarına çekebilmek için sonradan daha farklı mesajlar mı vermişlerdi?

 

Sonuç olarak farklı listeler ortaya çıktı. İTO Meclisi’nde ne kadar küçültülmek istense de önemli oranda “bu kafaya sahip” insanlar bir grup olarak yerlerini aldılar. Fakat isimleri yan yana bulunması gereken birçok insan da maalesef çizginin farklı taraflarında kaldılar.

 

Anlaması ve anlatması hakikaten zor olan bu hali ifade edebilmek maksadıyla İsmet Özel’in ‘’Waldo Sen Neden Burada Değilsin” isimli kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Aktarılan olay, bire bir ölçüde bizim yaşadığımız deneyime uymaya da ufuk açıcı bir rol oynayacaktır sanıyorum.

 

“Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi “ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın” gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

 

Bugün, yakarıdaki her iki sorunun Türkiye’de muhatabı bulunup bulunmadığını anlamak durumundayız. Kim, nerededir? Yerimizi biliyor muyuz? Burada size, dilim döndüğünce kendi masalımı anlatmaya çalıştım. Biliyorum sizin de kendinize mahsus bir masalınız var. Bütün massalar bir yana itildikten sonra geriye ne kalıyor? Herkes bir diğerine “Neden buradasın?” sorusunu soracaksa, onun alacağı cevap bir başka soru, “Sen neden burada değilsin?” olacaksa hepimiz masallarımıza umutsuz bir dirençle sarılmışız demektir. Masallarımızı bir kenara itme niyetimiz yok gibi.

 

‘Kim olduğumuz’ sorusuna cevap ararken aklımız hep ‘kim olacağımız’ sorusuyla karışıyor. ‘Kim olacağımızı’ düşündüğümüzde ise ‘kim olmak istediğimiz’ sorusu peşimizi koyvermiyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor.

ERHAN ERKEN

Kasım 1995 MÜSİAD BÜLTENİ

 

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar? Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı, uyandım, rüya âlemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekân düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya birçok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya âleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri “Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim” mealindeki duanın manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabiidir ki, uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya âleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım.

İnsanoğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak, dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen; balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kim bilir hangi âlemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağzıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekâna adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor…

Peki, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegâne hayat, âhiret âlemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin, her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

“Dünyada ölümden başkası yalan” diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir Hadis-i Şerif meali daha var:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.” Bu hadis, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı, çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpkı yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya âleminden, gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya âhiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakîkat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20, 30, 50, 60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakîkatini yaşamadan ayne’l yakîn kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dâhilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

ERHAN ERKEN

2003 BOĞAZİÇİ BÜLTEN

ARTIK EKSİK TEMSİL YOK!

Türkiye’nin fuarlarda niteliği!

Fransa’da 9 aydır devam eden, 400’ü aşkın etkinlikle kutlanan ve 31 Mart 2010’da resmen sona eren Türk Mevsimi’nin bitmesine çok yakın bir süre kala gerçekleşen Paris Kitap Fuarı için İTO heyeti ile birlikte Paris’e geldik.. Paris Kitap Fuarı dünyanın önemli kitap fuarlarından bir tanesi. Kültür ve Turizm Bakanlığı koordinasyonunda organize edilen katılım içinde, yayıncılar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Kültür A.Ş ve İstanbul Ticaret Odası, 250 m2’lik sergi alanına sahip bir standda, ülkemizin kültürel birikimini yansıtmaya çalıştılar.

Yayıncılarımız eserlerini sergiledi, paneller, imza programları, bire bir görüşmeler yapıldı. Yazar, çevirmen, yayıncı ve ülkemizin farklı renklerini taşıyan kültür adamları ve hanımları yabancı meslektaşlarıyla temaslarını geliştirdi.

Büyükelçi, Kültür Ateşesi, Başkonsolos ve resmi erkânın yanında Fransa’da yaşayan vatandaşlarımız, çeşitli ülkelerden gelmiş sanatçılar, yazarlar, eleştirmenler hep birlikte ülke standında verilen  kokteyle iştirak ettiler, uzun sohbetler yaptılar.

Kültür A.Ş’nin standında ebru ve hat sanatçılarımızın uygulamalı gösterileri fuar katılımcılarını ilgisini çeken önemli etkinliklerden biri oldu.

Fuarda çeşitli ülkelerin yayınlarının yanı sıra, güzel yazı yazmaya yönelik kalemlerden, taş baskı makinelerine kadar değişik malzemeler sergilenmişti.

Kitap fuarlarının tarihinde önemli bir değişim yaşanıyor

Türkiye’nin yurt dışındaki kitap fuarlarına katılımında son yıllarda önemli bir nitelik değişimi dikkat çekiyor.

Daha önceleri Kültür Bakanlığı’nın organize ettiği ülke katılımlarında genellikle ülkemizin belli renkleri daha fazla öne çıkar, gerek katılan yazarlar ve kültür adamları gerekse de yayıncılar yönünden sadece belli bir kesime öncelik tanınırdı.

Önceki Kültür Bakanımız Sn. Atilla Koç’un insiyatifiyle başlayan süreçte, ilk defa Frankfurt Kitap Fuarında, Yayıncılar Birliği ve Basın Yayın Birliği’nin ülke katılımını birlikte organize etmesi fikrinin doğması bu olumlu süreci başlatan önemli bir adım oldu.

İTO’nun da bu çerçevede aktif olarak dâhil olduğu bu ilk Frankfurt Fuarının çok başarılı geçmesi ve ülke birikiminin bütün renkleri ile ortaya konulması daha sonraki girişimlere de önemli bir cesaret verdi.

Daha sonraki yılda Türkiye’nin Onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı, yine aynı yaklaşımla yapıldı ve gerek içerik gerekse de İTO ve Kültür A.Ş’nin ekstra katkılarıyla ülkemiz için yüz akı olarak nitelenebilecek bir manzarayı ortaya çıkardı.

Bu organizasyonlar sırasında Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü yapan Doç. Dr. Ahmet Arı ve Doç.Dr. Aytekin Yılmaz, yine Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm, fuarların bu çerçevede geniş katılımlı olarak ortaya çıkmasında hakikaten önemli bir gayret sarf ettiler.

Yeni Kültür Bakanı  Sn. Ertuğrul Günay da başlamış olan bu geleneği aynen sürdürerek hizmetin devamını sağlıyor.

TEDA projesinin getirdikleri

Türkiye’nin son yıllarda gittikçe hızlanan dışa açılımı, dış dünya ile her alanda daha fazla temas kurulması sürecinde Türk kültürünün ve değerlerinin de yayınlar yoluyla insanlık âlemine ulaştırılması gerekiyor.

Kültür Bakanlığı’nın TEDA projesi bu açıdan çok olumlu bir girişim. Bakanlık son 5 yılda 632 esere destek sağlayarak, Türkçe yayınlanmış eserlerin farklı dillerde de okuyuculara kazandırılmasını sağladı. Ayrıca yayıncılarımızın, eserlerini farklı dillerde de yayınlamaları, diğer ülkelere telif satışı yapmaları, hem ekonomik açıdan yeni imkânlar sağlıyor hem de kültürel açıdan çok önemli bir hizmet görüyor.

Arzumuz bu tercüme eserler içinde Kültürümüzün derinliğini yansıtan önemli yazarlar ve zirve eserlerin de daha fazla yer almaları.

Dünya şayet bizimse hedefimiz, kalitenin ve güzelliklerin dünyanın her noktasına en kısa zamanda ve en kaliteli şekilde ulaşabilmesini sağlamak olmalı

İş dünyası kültür hayatının daha fazla içinde

Son yıllarda bilindiği gibi kitap fuarları, İstanbul Ticaret Odası’nın fuarlar takvimi içinde de önemli bir yer almaya başladı. Frankfurt Kitap Fuarına katılım ile başlanan bu süreç, zincire yeni halkaların ilave edilmesi ile büyüyor. Frankfurt, Paris, Selanik ve Cenevre kitap fuarlarını zaman içinde ve belli bir plan dâhilinde, Kahire, Londra, Tahran ve diğer önemli kitap fuarlarının izlemesi gerekecektir sanırım.

Yayıncıların büyük bölümünün  İTO üyesi olması dolayısıyla, odanın bu fuarlarda onların yanlarında yer alması, işlerini kolaylaştırıcı ve geliştirici bir rol oynaması, fonksiyonu ile doğru orantılı bir duruş.

TOBB gibi daha büyük  ölçekli bir yapının da aynı şekilde hedefleri içine İTO gibi kitabı ve kültürü de alması en büyük arzularımızdan bir tanesi. KÜLTÜR EKONOMİSİ kavramının yaygınlaşmaya başlamasının tabii bir uzantısı olarak ortaya çıkan bu gelişmenin daha da ileri boyutlara ulaşabilmesi için, yayıncılığın  kültürel bir aktivite olduğu kadar ticari bir aktivite  olduğunun daha fazla farkına varılması gerekiyor. Tabii bu arada kültürün sadece maddi kazançlara feda edilmesi tehlikesine karşı da aynı şekilde dikkat ederek…

2009 Yılı itibariyle 1.250.000 dolarlık bir hacme ulaştığı tahmin edilin yayıncılık sektörümüzün bu gücünü yurt dışı operasyonlarla daha da geliştirmek mümkün. Bundan sonrası için de sektörün önem verdiği yurt dışı fuarlara, şimdiye kadar yapıldığı gibi dikkatli bir seçimle ve Kültür Bakanlığı ile koordineli bir şekilde katılmak sektör için ciddi öneme sahip.

Paris Kitap Fuarı’nın kahramanları

Ali Ural, Münir Üstün, Metin Celal, Enver Ercan ve Ümit Yaşar Gözüm Paris Kitap Fuarının öne çıkan 5 ismi oldular. Ulusal Yürütme Komitesinin üyeleri olan bu arkadaşlarımızın gerisinde ismi yazılmayan birçok isimsiz kahraman mevcut. Tabii yukarıda kısaca bahsettiğim tarihi süreçte yer alan birçok ismi de Paris de ortaya çıkan güzel tablonun önemli renkleri olarak zikretmemiz gerektiği kanaatindeyim

Değinime son verirken bir özel paragrafı da Münir Üstün için açmak istiyorum. Münir kardeşimiz bu ekibin içinde en genç olanı. Onun son yıllardaki performansını yakinen izleyen bir isim olarak bazen ona nazar değmemesi için içten içe dua ediyorum. Bu sürecin ilk başında yer alan Frankfurt Kitap Fuarından bu güne kadar Münir çok ciddi bir gayret gösterdi. Genç yaşında ve bitmeyen enerjisi ile her yükün altına girdi. Gerek Basın Yayın Birliği, gerek Ulusal Yürütme Kurulu gerekse de sektörün önemli temsil yeri olan İTO Meslek Komitesinin neredeyse en aktif elemanı oldu. Kendinden çok tecrübeli isimlerin yanında çoğu kere sektörün isimsiz lokomotifi gibi çalıştı. Bu süreçte elde ettiği tecrübe ve birikim ile bundan sonraki organizasyonlarda da sektör kendisinden çok daha güzel şeyler bekleyecektir.

Son bir dileğimi de bahsetmeden bitiremeyeceğim:

Ülkemizin yurt dışında temsili noktasında son yıllarda başarıyla uygulanan, tüm kültürel renklerimizin fuarlarda dengeli bir şekilde yansıtılması konseptinin, yurt içindeki en önemli kitap fuarı olan TÜYAP Kitap Fuarında da artık etkili olması gerekiyor. Bu güne kadarki uygulamalarda maalesef birçok haksızlığın ve temsil probleminin yaşandığı bu önemli yurt içi kültürel etkinliğin organizatörlerinin, yurt dışındaki başarılı örnekleri, bundan sonraki TÜYAP fuarlarında uygulamaları hem yayıncılık sektörü hem de Kültür hayatımız için önemli bir fayda sağlayacaktır.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BİZİM HABER PORTALI 08 NİSAN 2010