BİR YILI DEĞERLENDİRİRKEN

MÜSİAD BÜLTEN’inin 1996 yılında ilk sayısına başlarken, geçtiğimiz yılın genel bir değerlendirmesini yapmayı planlıyordum. Bu niyetle masanın başına oturup 1995 yılının önemli olaylarını düşünürken, bir yandan da bu olayları belli bir tasnife tabi tutmaya çalışıyordum. Zihnim böyle bir faaliyetle meşgul iken boşta kalan gözlerim kütüphanenin raflarında geziniyordu. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddi bir çalışmanın ürünü olarak yayınlanan Şark İslâm Klasikleri’nin bulunduğu bölüme geldiğimde Sadi’nin Bostan adlı meşhur eseri sanki özellikle dikkatimi çekti.

 

Kitabı karıştırdıkça, binikiyüzlü yıllarda kaleme alınmış ibretli hikâyelerin, uzun bir zaman çizgisi içinde, tek bir yılın değerlendirilmesinden çok daha önemli ve kuşatıcı olabileceğine kanaat getirdim ve bazı hikâyeleri beğeneceğinizi ümit ederek seçmeye başladım.

 

Düşündüm ki bu hikâyelerin büyük çoğunluğu insanoğlunun hiçbir devirde değişmemiş ve değişmeyecek olan yönlerini konu edindiği için, dünün insanına hitap ettiği gibi bugünün ve muhtemelen yarının insanına da hitap edebilecektir.

 

O zaman 1995 yılının genel değerlendirmesi olarak başlayan bu yazımızın, muhtemelen 1996, 1997 ve takip eden yılların da genel değerlendirmesi olmaya aday bir muhtevaya  sahip olduğunu iddia etmek mümkün olabilir.

 

Sizleri, Sadi’nin Bostan adlı eserinden derlediğimiz hikayelerle baş başa bırakırken, her anını tefekkür ve tezekkür ile geçirebileceğimiz nice yıllar temenni ediyoruz

 

Kızıl Aslan’la Danışman

 

Kızıl Aslan’ın sağlam bir kalesi vardı. O kadar yüksekti ki Elvend (Batı İran’da yüksek bir dağ, 3900 m.) dağından boynunu yüceltirdi. Yolu, gelin zülfü gibi kıvrım kıvrım olan bu kalede kimseden endişe edilmez ve hiçbir şeye ihtiyaç duyulmazdı. Bir bahçenin içinde, lacivert tabağa konmuş yumurta gibi, görülmedik bir şeydi.

 

Bir gün padişahın yanına, uzak yollardan, huzuru mübarek bir zat  (Emir) geldi. Bu zat diyar diyar dolaşmış ve cihan görmüştü; gerçeği tanıyan hünerli bir adamdı. Güzel konuşuyor, her şeye aklı eriyor, çok şeyler biliyordu. Hâsılı sözü sohbeti yerinde bir bilgeydi.

 

Kızıl Aslan dedi ki:

-“Bu kadar gezmişsin, bunun gibi sağlam bir kale gördün mü?”

 

Adam gülümsedi:

-“Evet, dedi, çok hoş bir kale. Ancak sağlam olduğunu zannetmiyorum. Değil mi ki senden önce daha birtakım azameti padişahlar buna sahip olmuşlar ve içinde birkaç zaman kaldıktan sonra bırakıp gitmişlerdir? Ve değil mi ki senin ardınca başka padişahlar da gelecekler, burada yaşayacaklar ve senin ümit ağacının meyvesini onar yiyecekler? Şu halde babanın saltanat devrini hatırlayarak gönlünü bu gibi düşüncelere bağlamaktan kurtarmalısın. Nitekim felek tutmuş, babanı bir köşeye oturmuş. Öyle oturtmuş ki şimdi bir mangıra dahi hükmü geçmiyor. Her şeyden, herkesten nevmit olduğu için ümidi ancak Allah’ın lütfüne kalmıştır. Akıllı adamın nazarında dünyanın çöp kadar kıymetli yoktur. Çünkü o, her zaman bir başkasının mekânı olmuştur.”

 

 

 

 

(…)

 

Cömertliğe dair…

 

Eğer akıllı isen ‘mânâ’ya meylet. Zira yerinde kalacak olan şey mânâdır, sûret değil. Şu halde bilgisi, cömertliği ve takvâsı bulunmayan kişinin sûretinde de hiçbir mânâ yoktur.

 

Ancak halkın gönül rahatlığı ile yatmasını sağlayan kimsedir ki toprağın altında rahat uyur.

 

Sen kendi kaygını sağladığında çek; hısımların hırsa düşerler, ölenle ilgilenmezler. Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.

 

Gönlünün perişan olmasını istemiyorsan perişan olanları gönülden çıkarma. Hemen bugünden hazineyi dağıt; yarın bunun anahtarı senin elinde olmayacaktır. Sen kendi azığını yanında götür; çoluğundan-çocuğundan acımak gelmez.  Ahirete giderken azığını yanına alan kişi, devlet topunu dünyada iken çelmiştir. Dünyada hiçbir kimse benim sırtımı kendi tırnağım gibi kaygılanarak kaşımaz (Arap Atasözü). Şimdi nen varsa avucuna al, ihsan et. Yarın pişman olur, elinin tersini dişlersin.

 

Yoksulun çıplak vücudunu örtmeye çalış ki Allah’ın affı da senin günahlarına perde çeksin. Garibi kapından nasipsiz çevirme. Allah yargılasın, sen de kapılarda garip olabilirsin.

 

Başkasına muhtaç olmaktan korkan büyük insan muhtaç olanlara iyilik eder.

 

Hastaların gönlünü gözet. Mümkündür, günün birinde senin gönlün de hastalanabilir. Acizlerin gönlünü sevindir ve acze düşeceğin günü hatırla. El kapılarında dilenci değilsin; bunun şükrânesi olarak kapından dilenciyi kovma.

(…)

Gönülsüzlüğe dair…

 

Ey Allah kulu, Yüce Allah seni topraktan yarattı; sen de toprak gibi gönülsüz ol: Hırsa kapılma, başını dikme, dünyayı yakma. Madem ki O seni topraktan vâretmiş, sen de ateşe benzeme. O korkunç ateş vaktiyle başını yüceltip kibirlenirken toprak aciz davranmış; o kibirlendikçe bu alçak görünmüştü. Fakat böyle olduğu içindir ki ondan şeytan, bundan insan yaratıldı.

 

(…)

Yağmur tanesi

 

Bir buluttan bir damla yağmur düştü. Bu damla denizin genişliğini görünce utandı:

“Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum? Eğer deniz buysa gerçekten ben hiçim” dedi.

Damla kendisini hor görünce sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi. Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki, nihayet padişahlara yaraşan namlı bir inci oldu.

Hâsılı, bir yüceliği kurumsuz olmakla buldu; yokluk kapısını çaldığı için var oldu.

(…)

Dünya evi

 

Gönül erlerinden biri, iyi bir adam, kendi boyuna yetecek kadar bir ev yapmıştı. Bir başkası dedi ki: “Biliyorum, sen bu evden daha iyisini yaptırabilirdin.”

Gönül eri: “Hayır, diye cevap verdi, ben köşk yüceltmekten ne bekleyebilirim? Bırakıp gitmek için bu da kâfîdir.”

Oğlum, sel yoluna ev yapma; bu binayı (Burada dünya evi anlamında) kimse tamamlayamamıştır. Kervancının yolda ev yapması, akıl, tedbir ve marifet işi değildir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Şubat 1996

 

MÜSİAD SİYASETİN NERESİNDE OLMALIDIR?


Müsiad, isminden de anlaşılacağı gibi ana faaliyet sahası olarak iktisadi alanı seçmiş, bu sebepten dolayı da sanayi, ticaret ve iş dünyasını ilgilendiren konuları öncelikli olarak gündemine almış olan bir dernektir. Bununla birlikte, Ülkemizde hemen hemen her faaliyet alanının siyasetle bir şekilde ilişkilendirildiği inkar edilemez bir gerçek olarak önümüzde dururken, ekonomi gibi, siyasetin karar alışları ile doğrudan ilgili bir sahanın da bu genel tesbitin dışında durabilmesi mümkün görünmemektedir.

Dolayısıyla MÜSİAD, her ne kadar iktisat temelli bir dernek olsa da tabii olarak, zaman zaman siyasî gündemler içerisinde yer almaktadır…

Bu keyfiyetin ne kadar sağlıklı olduğu veya derecesinin ne olması gerektiği hususu ise tartışmalı bir konudur.

Ekonominin büyük ölçüde devletin kontrolünde olduğu, siyasi ve ekonomik gücün genel anlamı ile merkezde toplandığı Türkiye gibi bir ülkede, siyasetin veya dar anlamı ile parlamentoda sağlanabilecek bir üstünlüğün, bu gücü ülkeye hizmet amacıyla kontrol edebileceğini düşünen çok sayıda insanımız, yukarıdaki anlamı ile siyasetle yakından ilgilenmektedir.

Siyasî sahada oluşan her tür dalgalanma, rüzgâr veya bu tür gelişmeler, insanlarımızı derinden etkilemekte, ana sahaları siyaset olmayan çok sayıda vatandaşımız ve kurumumuz, en ufak bir hareketlenmede esas meşguliyet sahalarını geri plana iterek yukarıda çerçevesi çizilen siyaset çalışmalarını, gündemlerinin birinci maddesi yapmaktadır.

Bilindiği gibi geniş anlamı ile siyaset “gücü kullanma sanatı”dır. Gücün bir tarafında kamuoyu dediğimiz halk bulunmaktadır. Yaygın kanaate göre, halk bu gücünü yalnız seçimler yoluyla merkeze gönderdiği vekilleri eliyle kullanıyor gibi görünse de, esasında bu gücün kullanım alanının daha yaygın olması gerekmektedir.

Sivil toplum örgütleri dediğimiz gönüllü kuruluşlar, yarı resmî mahiyetteki odalar ve diğer meslekî teşekküller ve bu mahiyetteki organizasyonlar da gücün kullanılması noktasındaki çeşitli enstrümanlar olarak zikredilebilir. Ülkemizde, bu kanalların yeteri derecede güçlü ve organize olamaması, kamuoyunun ülke siyasetine olan etkisini yeterli bir düzeye çıkaramamasındaki en önemli sebeplerdendir. Bu sebepten insanlarımız, siyaset denince ilk ve belki de tek olarak parlamenter siyaseti anlamaktadır.

Gücün diğer taraflarında da yargı ve bürokrasi yer almaktadır. Belli bir eğitimden geçmiş kadroların oluşturduğu bu kesimler, ülkede siyasetin oluşmasında parlamento ile birlikte etkili olan bir sacayağını meydana getirmektedir. Gücün oluştuğu tüm bu sahaların,  MÜSİAD gibi ülke genelinde yaygın organizasyonu olan bir derneğin ilgi alanı içinde olması da tabii bir netice olarak değerlendirilmelidir.

MUSİAD, iktisadî ağırlıklı bir dernek olduğu için ekonomiyi derinden etkileyen siyasî olaylarla ilgilenmek durumundadır. MÜSİAD’ın oluşturduğu iktisadî söyleminin, Hakk ve hakikati hedef alan politikalarının ve makro/mikro ekonomik tavsiyelerinin ülkemizde uygulanabilme imkânı bulabilmesi için, geniş anlamıyla siyasetle ilişki içinde olmalı, düşüncelerini siyasetin uygulayıcısı olan partilere, meclise ve bürokrasiye duyurabilmelidir. Ayrıca yine ekonominin can damarları olan ve kamunun gücünün siyasetin oluştuğu merkezlere ulaşmasını sağlayacak tüm sivil örgütlerle ve meslek kuruluşları ile yakın temas içinde olmalı ve üyelerinin hak ve menfaatlerini buralarda savunmalarına yardım etmeli, baskı grubu fonksiyonunu her durumda yerine getirebilmelidir.

MÜSİAD’ın idarecileri ve yetkili organları da derneğin bu politikalarını birinci elden takip edebilmeli ve yönlendirebilmelidir.

MÜSİAD’ın idarecileri siyasetle ilgilenmeyi, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz şekilde anlamayıp çok uç bir örnek olarak, birinci elden siyasetin bir aktörü gibi davranmayı tercih etmeleri durumunda, derneğin ekonomik ağırlığı otomatik olarak siyasete kayacak, ekonomik hedeflerin uygulanması için siyasetle ilişki kurmak tarzında düşünülmesi gereken hareket tarzı, siyasî sahada taraf tutar bir hüviyetle yer değiştirebilecektir. Böylesi bir tavır alış, tüm sivil toplum örgütleri için olduğu gibi, çalışma sahası olarak ekonomiyi seçmiş bir dernek için de sıhhatli bir çizgi olarak değerlendirilemeyecektir. Her konuda olduğu gibi siyaset sahasında da dengeli duruşun önemi inkâr edilemez.

MÜSİAD, dernek politikası olarak daha evvelki senelerde farklı olaylarda göstermeye çalıştığı tavrını adeta bir pergele benzeterek, sabit ayağını ekonominin üzerine koyarak, diğer ayağı ile geniş anlamda siyaset ve ilimle ilgili alanlarda dolaşmıştır. Geçmiş dönemlerde, derneğin resmî politikası olmamakla birlikte, kişisel davranışların farklı anlaşılmasından ötürü, bazı kereler sabit ayakta kayma olduğu iddiaları ortaya atılmış olsa da, bu güne kadar genel manada sabit ayakta ciddî konum değişikliği vukû bulmamıştır. Bundan sonra da derneğin resmî görüşünde bu tip bir farklılık yaşanmayacağı konusunda en yetkili organ olan ve “Genel Kurul”ca seçilmiş bulunan Yönetim Kurulu iradesini açıkça ifade etmektedir. Yönetim Kurulu’nun bu görüşü, derneğin mensuplarının şahsî tercihlerine ipotek koymak anlamı taşımamaktadır. Her üyemiz istediği siyasî tercihe sahip olabilir, istediği siyasî hareketin içinde yer alabilir. Hatta yönetim kurulu üyeleri, şubelerdeki yöneticiler de bu tip bir özgürlüğe sahiptir. Fakat tüm bu tercihler, derneğin ekonomik tabanlı hizmet anlayışına tesir edecek bir mahiyet arz etmemelidir. Dernek, bir siyasî hareketin tamamıyla destekçisi ve alt yapı unsuru gibi değerlendirilmemeli, dernek yöneticileri, derneğin siyasî bir çalışmanın atlama noktası gibi görünmesine sebep olacak davranışlardan şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da titizlikle kaçınmalıdır.

Siyasetle ekonomi, çay ve şeker gibi değerlendirilmeli, her iki sahada çalışanlar da yaptıkları faaliyetlerin kendi alanlarında kuşatıcı ve dolgun olmasına, hem kendi içinde hem de ilgili diğer alanlarla bütünlük taşımasına özen göstermelidirler. Çay da, şeker de kendi sınıflarının en vasıflısı ve kalitelisi olmalıdır.

MÜSİAD, kurum olarak, siyasî sahada ortaya çıkabilecek olan ihtilaflarda herhangi bir tarafta yer almamaya özen göstermelidir. Ayrılıkları pekiştirmek yerine, farklı yapıların hizmet yarışlarını fikir ve icraat planında, centilmence sürdürmelerinin yollarını açmaya çalışmalıdır.

MÜSİAD, her konuda olduğu gibi siyaset sahasında da şahıslardan çok ilkeler, tutarlı politikalar ve bütüncül bakış açılarının altını çizmeli, bunların gerçekleşmesi için kadroların önemine vurgu yapmalıdır.

MÜSİAD, ekonomik ve siyasî sahalarda, fikir ve proje bazında dağarcığında ne varsa onu herkesle paylaşmalı, tüm güzel fikirlere ve insanlara sahip çıkmalı, onların doğru fikirlerini desteklemeli ve gerektiğinde de uyarmalıdır.

MÜSIAD güzide bir kuruluşumuzdur. On bir yıldır binlerce insanın maddî ve manevî katkılarıyla, fikir ve düşünce düzeyindeki görünen ve görünmeyen emekleriyle bir noktadan bir noktaya gelmiştir.

MÜSİAD, üyelerinden, yöneticilerinden, sevenlerinden bugün de kendisine sahip çıkılmasını beklemektedir. Daha büyük hedeflere gitmesi gereken MÜSİAD’ın önü açılmalıdır.

MÜSİAD, herhangi bir kesimin, grubun, partinin alt kümesi olarak değerlendirilmemeli, buna yol açabilecek davranışlardan şiddetle kaçınmalı; geçmişten geleceğe, gelenekle birlikte yeniliğe doğru ilkeli bir şekilde yol almalıdır. Pergelin sabit ayağını daima olması gereken yerde tutmalıdır…

MÜSİAD, farklı dönemlerde meydana gelebilecek konjonktürel dalgalanmalarda aslî konumunu değiştirmeyip, tarihî seyir içinde anlamlı bir hizmet görme hedefinden bir an bile ayrılmamalıdır.

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülteni 2001


 

 

FARKLI BİR MAHALLE BASKISI

Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakultesi Kamu Yönetimi Bölümünü 1985 yılında bitirmiştim. Yüksek Lisans sınavları için hazırlıklara başladım. Mezun olduğum üniversitenin Siyaset Bilimi bölümü düşündüğüm yerlerden biriydi. Diğer bir alternatif de Marmara Üniversitesi Yakınçağ Tarihi idi. Her iki bölümün de sınavlarına girmeye karar vermiştim.

Boğaziçi için önce yabancı dil sınavı daha sonra da bölüm için yazılı sınava girdim. İkisini de verince sıra sözlü mülakata gelmişti.

Mülakat günü lisans döneminde kendilerinden bazı dersleri almış olduğum üç hocanın karşısındaydım.

Yaşım 24, lise dönemlerinden itibaren fikri mücadelelerin içerisinde geçen bir talebelik döneminin verdiği kısmi bir keskinlikle hocalarla konuşmaya başladık.

Prof Dr. İlkay Sunar, Prof Dr. Binnaz Toprak ve Dr Yeşim Arat ile bir masa etrafındayız.

Önce yazılı ile alakalı bazı yorumlardan sonra Binnaz hanım mülakatın en önemli sorusunu yöneltti.

Erhan, sen niye bu bölümde master yapmak istiyorsun?

Hocam, ben inançlı bir Müslümanım. En önem verdiğim hususlardan bir tanesi dinimi teorik ve pratik olarak en iyi şekilde öğrenmek ve yaşayabilmek.

Bunun için öncelikle düşünsel anlamda ve inanç olarak saf bir imana sahip olabilmeyi istiyorum. Fakat ben lise döneminden itibaren Batılı düşüncenin ülkemizdeki en önemli okullarında eğitim gördüm ve yoğun bir tesir altında yetiştim. Önce Galatasaray’ı bitirdim daha sonra Boğaziçi’nden mezun oldum. Aldığım eğitim sırasında ve yaşadığım çevrede birçok ideolojinin istemesem de, karşı dursam da beni etkilediğini hissediyorum.

Ben saf bir akideye sahip olabilmem için zihnimi etkilemiş olan liberalizm, muhafazakarlık, ütopik sosyalim, determinizm v.s gibi tüm batılı düşüncelerin menfi etkilerini çok iyi analiz edebilmeli ve onların zihnimdeki etkilerini azaltmalı ve yok edebilmeliyim. Onun için bu düşünceleri derinlemesine incelemeli, analiz edebilmeli, bu sürecin sonunda da daha saf bir düşünce yapısına sahip olabilmeliyim.

Bu hususu daha iyi açıklayabilmek için, o sıralarda yakın bir akrabamızın geçirdiği beyin rahatsızlığı dolayısıyla öğrenmiş olduğum tıbbi bir örneği verdiğimi hatırlıyorum.

Beyin cerrahisi bölümünde ihtisas yapan bir pratisyen doktorun, beyin cerrahisi ile ilgili rahatsızlıkları daha iyi ayırt edebilmek için sırasıyla nöroloji ve psikiyatri bölümlerinde belli bir dönem eğitim aldığını düşüncelerimi daha çarpıcı bir şekilde ifade edebilmek için  örnek olarak vermiştim.

Bu sayede beyin cerrahisine konu olan olayları daha iyi kavrayabilen uzman gibi ben de zihnimi etkileyen farklı ideolojileri de çok iyi öğrenebilmeliydim.

Beni dikkatle dinleyen hocaların içinde Binnaz hanım hemen tepki vermişti;

Erhan, biz Boğaziçi’nde senin bu zararlı etkilerinden kurtulmak istediğin Batılı düşünceleri öğrencilere aktarmaya çalışıyoruz. Onun için buradayız. Sen böyle düşünüyorsan seni biz niye mastıra kabul edelim?

Valla hocam lisans döneminde durum daha başka idi. Ben o zaman da aynı görüşlere sahiptim. Fakat master ve doktora dönemleri daha başka. Bu dönemlerde daha yoğun ve farklı bir ilişkiye gireceğiz. Sonra Erhan sen bu düşüncelerini niye açıkça ifade etmedin diye söylemeyesiniz diye şimdiden açıkça kendimi izah etmek istedim.

Bu konuşmaları dinleyen İlkay bey; Binnaz niye böyle konuşup çocuğu sıkıştırıyorsun birak rahat rahat düşüncelerini anlatsın diye konuşmaya müdahale etti.

Bu ikaz sonrasında Binnaz hanım daha fazla devam etmedi.

Ondan sonra o günün şartlarında dünya politikası, bölgesel ilişkiler, yeni devrim yaşamış İran gibi konularda benim görüşlerimi ve analizlerimi dinleyen hocalarım bana teşekkür etiler ve odadan çıktım.

Ne yalan söyleyeyim böyle bir konuşmadan sonra herhalde yüksek lisansa kabul edilmem diye düşünmüştüm. Binnaz hanımın net ifadeleri beni bayağı düşündürmüş ve tedirgin etmişti

Fakat yaşanan bu diyaloğa rağmen ben yüksek lisansa kabul edildim.

Binnaz hanımın yorumuna rağmen kabul edilmem Boğaziçi’nin genel yaklaşımına uygun bir tercihti, fakat kabul edilmiş olmam Binnaz hanım ve onun gibi düşünenlerin ötekine karşı tutumunu ortadan kaldırmıyor ve tedirginliğimi izale edemiyordu. Çünkü bana bu lafı söyleyen kişi o üniversitede etkili bir hoca idi ve ben de ona bağlı olarak çalışacak talebelerden biri idim.

Daha sonraları Marmara Yakınçağ Tarihi bölümüne de kabul edildim ve o okulda asistanlığa girebilmem için şart koşulan Tarihte master yapmamla ilgili isteğe bağlı olarak Marmara Üniversitesini seçtim

Son günlerde gündemi meşgul eden bir araştırma çerçevesinde 23 yıl evvel yaşadığım bu olayı bir daha hatırladım.

Mahalle baskısını konu alan bu araştırma, özetle, Müslümanların ötekilere karşı iktidarın ve çoğunluğun gücü ile manevi bir baskı uyguladığı tezini işliyor

Şerif Mardin hocanın geçen yıllarda ortaya attığı Mahalle baskısı tezi,12 ilde sadece belli bir bakış açısına sahip deneklerin cevaplarına bakılarak derinlemesine konu ediliyor

Araştırmayı yapan hocalardan bir tanesi olan Prof. Dr Binnaz Toprak, yıllar önce yüksek lisans mülakatında 24 yaşında bir genç olan beni, bir tür mahalle baskısına muhatap eden kişiden başkası değil.

O günün şartlarında bulunduğu konumdan aldığı güçle talebesine rahatlıkla ‘mahalle baskısı’ kuran Binnaz Toprak, bu gün çoğunluğa sahip bir düşüncenin çeşitli şehirlerde varlığını ve yaşama çabasını ‘objektif’liği tartışılır bir şekilde ‘mahalle baskısının etkileri’ olarak yorumlayabiliyor.

Türkiye garip bir ülke; Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren yeni tip aydınlarının önderliğinde yöneldiği farklı bir medeniyet tercihi çerçevesinde, sürekli gelgitler yaşıyor.

Milletin bir bölümü yeni tercih edilen medeniyetin hedefleri istikametinde doludizgin gitmeye çalışırken, milletin diğer bir bölümü, özellikle son otuz yılda, her gün artan bir yoğunlukla kadim medeniyetiyle ilişki kurmaya çalışıyor. Modernleşme, küreselleşme ve İslamileşme birbirini farklı boyutlarla etkilerken yeni yeni sentezler ortaya çıkıyor.

Bir yandan modernleşme ve kürselleşme rüzgarlarından etkilenen, aynı zamanda da kendi asli medeniyeti ile ilişki kurmaya çalışan milletin fertleri birbirlerini yek diğerine mahalle baskısı kurmakla suçlamak yerine, birbirlerini daha iyi anlamaya çalışsalar çok daha verimli bir toplumsal düzen kurulabileceği kanaatini taşımaktayız.

Özellikle aydınlarımızın bu hususa çok dikkat etmeleri, düşünürken, araştırırken, teori geliştirirken, zamana ve zemine göre farklı standartlar kullanmamaları gerekiyor.

ERHAN ERKEN

Dünya Bülteni 2008

 

YOL AÇMAK VE YOL OLABİLMEK

Yollar, tarih boyunca insanları, kültürleri, medeniyetleri birbirlerine bağlamıştır. Her devir, kendi gelişmişlik seviyesine göre yollar keşfetmiş ve her devrin yollarının geçtiği mekanlar, coğrafyalar diğer bölgelere göre önem kazanmışlardır. Kara yolları içinde İpek yolu, denizyolları içinde Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle ortaya çıkan yeni Hindistan ve Uzak Doğu Denizyolu, Sultan Abdulhamit’in hayalini kurduğu fakat tam manasıyla işler hale sokmaya imkan bulamadığı Hicaz Demiryolu, geçtiğimiz yüzyıllarda bahsi geçen önemli yollardan bazılarıdır.

Hava yolu ise daha çok 20.yüzyılda gelişmeye başlayan, insanlık için büyük yıkımları beraberinde getiren Dünya Savaşları sırasında önemli sıçrama gösteren, insanlık tarihinde nisbeten yeni bir yol türü..

Mesafeleri kısaltan, insanları ve coğrafyaları birbirlerine hızla yaklaştıran hava yolu alanında ülkemizde de iftiharla izlediğimiz bir kurumumuz var; Türk Hava Yolları..

THY ile her seyahatimde, koltuğa oturup, kemerlerimi bağladıktan sonra ilk yaptığım işlerden biri SKY LİFE dergisine göz atmak. İlk etapta nerelere göz atıyorum derseniz, THY’den haberler bölümü dikkatimi çeken noktalardan biri;

THY nerelere yeni seferler açmış? İç ve dış hatlarda kendini ne kadar geliştirmiş?

Bu bölümdeki haberlerin arka planında, ülkemiz insanı dünyanın hangi noktalarına artık daha rahat ulaşabilecek, nerelere doğru yeni yollar açılacak, bu açılan yollardan hangi ticari, sınai, kültürel alış verişler yapılabilecek gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışırım.

Ülkemizin, 780 bin km kare civarında olan sınırlarının çok ötesinde, tarihi ve kültürel etki alanı olduğuna inanan bir kişi olarak, bu etki alanının öncelikle geliştirilmesi ve ticari ilişkiler ile de pekiştirilmesi gerektiğini önemsediğimden, THY’nin her yeni hattı bana heyecan verir.

Dergide dikkatle izlediğim ikinci önemli alan da arka sayfalardaki iç ve dış hatların yer aldığı haritalardır. Yıllar önce siyaset bilimci bir arkadaşım İngiliz Hava Yolları’nın sefer yaptığı yerlere dikkatimizi çekmişti. Üzerinde güneş batmayan İngiliz Milletler Topluluğu dünyanın neresiyle ilgiliyse İngiliz Hava Yolları’nın oraya seferi vardır diyerek, tesbitini bizlerle paylaşmıştı. O gün bu gündür ben de THY’nin seferlerine böyle bir misyon biçerim.

Bu haritalarda sefer yapılan noktaları gösteren her bir kırmızı çizgiden,  ülkemin ufku hakkında ip uçları çıkarmaya çalışırım.

THY yöneticileri de inanıyorum ki bu noktalardan hareket ederek kırmızı çizgileri son yıllarda inanılmaz derecede arttırdılar ve benim gibi haritaları okumaya çalışan insanları mutlu ediyorlar.

SKY LİFE Dergisine bir yazı ile konuk olmam istendiğinde, daha evvel yazı yazanlar ne tür şeylerden bahsetmişler diye hepsini topluca okumaya çalıştım. Bu arada bir şey dikkatimi çekti. Öncelikle herkesin birbirinden güzel anıları ve çağrışımları var. Ortak nokta ise; THY’den memnuniyet ve kurumu benimseyen bir yaklaşım tarzı. Bir kurumun yöneticileri için, hizmet alanlar tarafından benimsenmek çok hoş bir duygu olsa gerekir.

THY’ye, küreselleşen dünyanın farklı farklı köşelerine yeni yollar açmak ve faydalı hizmetlere yol olmak konusundaki gayretlerinde başarılar diliyorum.

Kazasız ve güzel uçuşlar dileğiyle…

 

ERHAN ERKEN

Skylife Dergisi 2007

 

HİCRİ YILBAŞI NE DEMEK?

Yeni bir Hicrî yıla daha girdik. Her bir hicrî yıl, 1423 yıl evvel Hz. Peygamber’in (a.s), can dostu Hz. Ebubekir ile birlikte Mekke’den Medine’ye doğru hicret niyetiyle yola çıktıkları tarihin sene-i devriyesi. Hicret, Hicrî takvimin başlangıcı. Hicrî yılbaşı, içinde İslâm tarihinde birçok önemli olayın geçtiği Muharrem ayının ilk günü…

2000’li yıllarda, Prof. Dr. Teoman Duralı’nın tabiriyle Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin hâkimiyeti altındaki bir dünyada, dini hayatı yaşama ile ilgili en masum taleplerin bile abartılı bir şekilde karşılanıp baskı uygulandığı bir ülkede, Hicrî ylbaşını kutlamanın hatırı sayılır bir önemi var mıdır? Diye birçok kereler kendi kendime soruyorum.

Peygamber Efendimizin (a.s) ve ona inanan müminlerin, ilk vahiyden itibaren geçen yaklaşık 11 yıl boyunca, Mekke şehrinde büyük bir zulme uğradığı, İslâm tarihini okuyan herkesin malumudur. Mekke’de Müslümanlara karşı yapılan zulüm dayanılmaz bir hal alınca müminlerin bir kısmı önce Habeşistan’a hicret ettiler, daha sonra da Medine’ye hicret başladı. Yüce Peygamber de 622 yılının Muharrem ayının birinci günü, meşakkatli bir yolculuğa çıkmıştı. Baba yurdu olan şehri bırakıp, dinini daha iyi yaşayabileceği başka bir diyara doğru göçüyordu.

Hicri yılbaşını kutlayan bu günün Müslümanları, 1423 yıl evvel yaşanan bu olaydan kendileri için nasıl bir ders çıkarıyorlar?

Dinini arzu ettiği gibi yaşayamadığı bir zemini değiştirmeyi düşünen, buna karar veren ve bunu uygulayan Müslüman sayısı acaba ne kadar?

Sözle ifade edilen, fakat değil fiil ile tatbik edilmesi, zihnen bile düşünülemeyen bir hicretin yıldönümünün coşkuyla kutlanmasının kıymet-i harbiyesi var mıdır?

“Birilerinin her yıl 1 Ocak tarihinde kutladıkları yılbaşıları var da, bizim olamaz mı?” tarzı bir düşünceyle 1 Muharrem’i, Hicrî yılbaşı olarak kutlamayı düşünen Müslümanları tamamen kınamak niyetiyle bu cümleleri kaleme almıyorum. Moral ve motivasyon olarak bu tip gün ve gecelerin kısmen faydalı olabileceğini de savunabilirim. Fakat işin aslının bu olmadığı, içinde hicretin gerek davranış, gerekse de düşünce boyutuyla yer almadığı bir Hicrî yılbaşının, aslında hatırı sayılır bir öneminin olmadığına dikkat çekmek için bu soruları soruyorum.

Hicret fikri, bilindiği gibi çok dinamik bir anlam taşımaktadır. Yüce Allah’ın bizden, yine bizim faydamız için, yaşanmasını istediği hayatı yaşamamıza engel olan şartların bulunduğu mekânlardan, eğer onları değiştirme imkânlarımız tamamen tükenmişse çıkmak ve bu şartların daha elverişli olduğu başka mekânlara doğru gitmek… Ama bu gidişin içinde muhakkak geri dönüş fikrini ve inancını muhafaza etmek… Hicretin belki de en özet ifadesi budur.

Bazen bir ülkeden hicret edilebilir, bazen bir şehirden, bazen bir ilçeden veya sokaktan… Bir okuldan, bir işyerinden, belki bir sektörden… Hicrette aslolan illâ, içinde bulunulan bir alandan belli bir kilometre uzaklıktaki başka bir yere gitmek değildir.

İnancını yaşayamadığın bir yerin şartlarını daha iyi şartlara dönüştüremiyorsan ve bir zaman sonra bu şartlar senin yaşantını büsbütün kısıtlar hale geliyorsa, o zaman daha iyi şartların olabileceği yerlere, alanlara gitmektir hicret…

Fakat bulunulan yerin, belirli bir zaman için bile değiştirilmesi ciddi bir külfettir, çok önemli bir olaydır. Zaten bu kadar önemli olmasa koca bir zaman kavramının başlangıç tarihi olarak bu olayın seçilmeyeceği herkesin malumudur.

Demek ki Hicrî yılbaşının 1 Ocak’taki Miladi yılbaşı kutlamalarından nitelik açısından çok büyük bir farkı vardır. Bu farkın fark edilmesi yolunda daha derin düşünülmesi, hepimizin üzerine düşen ciddi bir görevdir.

1 Muharrem 1423 tarihinin, daha aydınlık günleri arzulayan tüm inananların bu arzularına ulaşmalarını sağlama yolunda önemli bir başlangıç olmasını diliyorum.

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülten 2002

BİTMEYEN KRİTİK SÜREÇLER

Türkiye gibi iki ana kıtanın kesiştiği ve diğer büyük bir kıta ile komşu olduğu bir coğrafyada yaşayan insanlar ’ülkemizin içinde bulunduğu kritik süreç’ cümlesini adeta ezberlemişlerdir. Bu cümleyi ilk duyduğum zamanlar 1970’li yılların başıydı.

Anarşik eylemler sürekli radyoda ve gazetelerde yer alıyordu. Henüz 10 yaşlarında bir ilkokul öğrencisi idim. Kaçırılan insanlar, güvenlik güçleri ile silahlı mücadeleye giren anarşistler. O sıralarda 12 Mart 1971 muhtırası verilmişti. Etrafımda gelişen olaylara ilgi duymaya çalışıyor, babamın arkadaş meclisinde aferin almak için o zamanın başbakanı ve hükümet üyelerine ezberlemeye gayret ediyordum. Sürekli değişen başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri beni serseme döndürmüştü ve bu uğraştan vazgeçmiştim. Yine o tarihlerde üç genç adam idam edilmişlerdi. Etrafımın tesiriyle bende oluşan intiba devleti yıkmaya çalışan çok kötü insanların asılarak imha edildiği şeklindeydi. Bugünden geriye bakınca koca koca adamların dolduruşuna gelen 23-24 yaşlarında gencecik insanların, o devrin tüm günahını yüklenmelerinden öte bir olay değildi.. Çocuk aklımla ülkemizin içinden geçtiği ilk kritik süreçti bu..

Derken 1974 Kıbrıs Barış Harekatı patlak verdi. Ayşe tatile çıktıktan az bir süre sonra, Kıbrıs’ın yarısına yakınını ele geçirdik. Dostumuz(?) olan ülkeler ve bugünkü stratejik ortağımız bize ambargo koydular.. Heyecanlı ve kritik bir devreydi. Şenlikköy’de yazlık evimizin arka komşuları olan Rum ailenin korka korka bizi ziyarete geldiğini ve bizim dostumuz olduklarını söyledikleri günü bu gün gibi hatırlıyorum.

1975’lerden sonraki dönemde artık daha bir büyümüştüm. Hele 1980 yılına gelirken yaşadığımız son üç yıl, hem ülke hem de bizler için kritik devrelerdi. Her gün girmeye alıştığımız kuyruklar ekonomik durumun önemli bir göstergesiydi. Gümrük duvarları ile korunan, ithal ikameci ve kapalı bir ekonominin ülkeyi getirdiği kötü sonu yaşıyorduk. Her sabah evden çıkarken Ayet el Kürsi, Felak Nas surelerini büyük bir titizlikle okuyor ve çekine çekine okula gidiyordum. Her gün, her mevsim ve her yıl kritikti… Patlayan silahlar, yakınımızda ölen arkadaşlarımız, ağabeylerimiz, o gün için içten içe kızdığımız fakat bu gün geriye baktığımızda üzüntü duyduklarımız… Hepsi ama hepsi kritik hem de çok kritik süreçlerdi.

1970’lerin sonunda uluslar arası düzeyde yaşanan en önemli olaylardan biri Rusların Afganistan’ı işgaliydi. Afgan müslümanlarının on küsür yıl boyunca Ruslara karşı gösterdikleri şanlı direniş, dünyanın bir çok bölgesinde ve tabii ülkemizde de takdirle izlendi.

Derken, yanı başımızdaki İran’da yaşanan ihtilali büyük bir dikkatle izledik. Kudretli Şah’ın ülkesini terk etmek zorunda kalışı, küçümsenen mollaların ülke yönetimine hakim olmaları tüm dünyada büyük yankılar uyandırdı.

Tam bu sıralarda, problemler içinde çalkalanan ve kritik bir süreçten geçmeye çalışan ülkemizde yeni bir darbe oldu. Çok sayıda insanın tutuklandığı, devletin her kesiminin askeri bir mantıkla yeniden reorganize edildiği bir süreç yaşanmaya başladı. Üniversiteye yeni başladığımız bu yıllarda,12 Eylül Darbesinin ucu bize de değer mi diye gelişmeleri endişe ile takip ettik. Bir ara herkesin takip edildiği, telefonların dinlendiği haberlerini öyle ciddiye almıştık ki çok normal telefon konuşmalarında bile rumuzlar kullanmaya başlamıştık. 20 Yaşlarında insanların zihinlerine kazınan güvensizlik ve tedirginlik, bir neslin iç dünyasını kimbilir ne hallere sokuyordu…

Bölgemize Çekiç Güç geldi. Genç aklımızla bir türlü hazmedemedik.12 Eylül sonrası ülke muhafazakar aydınlara teslim edildiğinde ise bir çokları sevinirken bir bölümümüz de olayları buruk bir yüz ifadesi ile izledi. Bu devrelerde sınırlarımızın yanı başında, komşularımız olan İran ile Irak’ın yıllarca süren savaşları hepimizi derinden üzüyordu. Müslümanların tüm birikimleri batılı silah endüstrisini besliyordu. Petrol ile gelen gelir silah alımı için geri gidiyordu. Gençler ölüyor, şehirler yıkılıyor, kutsal mekanlar bombalanıyor, düşmanlıklar körükleniyor, suni sınırlarla ayrılan ülkeler derin yaralar açılarak birbirlerinden kopuyorlardı İçe döndüğümüzde de ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu.

Dışa açılıyorduk. Bir yandan dünya sistemine entegre oluyor, bir yandan da yurt içinde kapitalist sistem daha bir kökleşiyordu. İktidardaki kişiler muhafazakar kimselerdi. Bize mi, yoksa başkalarına mı numara yapıyorlardı. Herhalde başkalarına numara yapıyorlar diye inanmak istiyorduk fakat yediğimiz golleri bir türlü izah edemiyorduk. Paramız konvertıbl oluyor, ülkeyi kötü günlere götüren eski(!) liderler yeniden siyaset yapma hakkı kazanıyorlardı.. Tüm bunlar kendi dönemlerinde hep kritik devrelerdi.

1980’lerin ikinci devresinde hafızamıza kazınan en acıklı olaylardan biri Halepçe katliamıydı. Komşumuz Irak’ın bize en yakın bölgelerinden birinde binlerce insan, çoluk çocuk dahil kimyasal silahlarla katledilmişti.

Derken Berlin duvarı yıkıldı. Sovyetler Birliği Gorbaçov’un perestroykası ile birlikte ciddi bir sistem değişikliğine gitmeye başladı. Lisede yıllarca mücadele ettiğimiz Rus rejimi taraftarı olan marksist arkadaşlarıma karşı 10 yıl sonra büyük bir zafer kazanmıştım. Artık dayanacakları bir sistem kalmamıştı. İşin hakikati, yıllar önceki bu mücadelemiz çoktan bitmiş, dünya da çok ama çok değişmişti. Yıkılan Berlin duvarı soğuk savaş döneminin de sonuydu. Batı Medeniyeti bir düşmanını kaybetmişti. Yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Bu düşman ise maalesef Müslümanlar olacaktı. Hem dünya, hem de bizler, yine kritik bir süreçten geçiyorduk..

Derken Irak’ın Kuveyt’i işgali, Amerikanın önderliğinde çok uluslu güçlerin Saddam’a haddini bildirmesi süreci başladı. Bir koyup iki alma hayalindeki Türkiye adeta havasını alarak ve bir çok problemi de çözme mecburiyetinde kalarak kritik bir sürece daha girdi… Batılıların desteği ile İran’a saldıran da aynı Saddam’dı, Batılılara aldırmadan (belki de haddinden fazla aldırarak) Kuveyt’i işgal eden de yine aynı adamdı. Hem ülkesi, hem halkı hem de komşuları olarak bizler harap oluyorduk…Eskilerin deyimiyle karagöz halt ediyor Hacivat ceremesini çekiyordu. Turizme yönelik bir işe giriştiğim bu devrede, işlerimizin adeta durma noktasına gelmesini ve bizim de bu süreci hakikaten kritik bir şekilde yaşadığımızı hiçbir zaman unutamamışımdır. Irak’a yapılan ambargodan yine en büyük zararı zavallı Iraklılarla birlikte benim ülkem ve halkım, yani bizler, çekiyordu…

1990 ‘lı yıllar iç borçlanma maceramızın hızlandığı yıllardı. 1994 yılında MÜSİAD yayınladığı bir raporla, iç borcun, tedbir alınmadığı takdirde 1999 yılında ülkeyi iflasa götüreceğini açıkladığında birçokları felaket tellallığı yapmakla suçluyorlardı. Çok önemli ve kritik sürecin yaklaşmakta olduğunu aklı selim sahibi insanlar önceden farketmişlerdi.

90’lı yılların bir diğer önemli gelişmesi medeni(!) batının tam göbeğinde Bosna Hersek’de yıllarca yaşanan insanlık dramıydı. Silahlı Sırplar masum Bosnalıları tüm dünyanın gözü önünde katlederken, güçlü(!) ülkelerin yardım eli sırf Müslüman oldukları için onlara uzanmıyordu. Uluslararası Hukuk, İnsan Hakları gibi evrensel değerlerin ne işe yaradıklarının görülmesi açısından ibretli bir zaman dilimini tüm dünya ile beraber yaşadık. Körfezde petrole bulanmış bir karabatağa gösterilen ihtimam, Bosna’da katledilen binlerce insana gösterilmemişti. Asrın en kritik süreçlerinden biri dost, müttefik ve stratejik ortaklarımız tarafından uzunca bir süre adeta görmezden gelinmişti.

1990’lı yılların yurt içindeki önemli ve sürekli bir gündemi de güneydoğudaki PKK ile mücadele adı altında devam eden düşük yoğunluklu harpti. Ciddi ve kritik bir dönem olan bu devre, APO’nun teslim edilmesi ile büyük bir azalma trendi içine girdi.Yüzmilyarlarca dolar ve 30000’in üzerine vatan evladını kaybettiğimiz bu savaş, Türkiye’nin 20.yüzyılda en çok kayıp verdiği mücadeleydi.

Yine, 1994 5 Nisan Krizi çok önemli bir kritik devre olarak tarihe geçecekti. Kamu maliyesinde yaşanan kriz ve döviz fiyatlarındaki ani artış özel sektör firmalarının büyük çoğunluğunda yıkımlara yol açmıştı. Ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu. Bu devrede alınan bir karar ülkemizde daha sonraları karşılaşacağımız Bankalar krizinin adeta zeminini oluşturması bakımından çok önemliydi. Özel Bankalardaki mevduata devlet garantisi getiriliyordu. Bunun ne manaya geldiğini, 2000’li yılların başından itibaren gündemimizde önemli bir yer tutacak olan Bankaların, kamu maliyesine, dolayısıyla da ülkeye verdikleri zararı gördüğümüzde daha iyi anlayacaktık. Fakat iş işten geçmişti…

1996 Yılı başında Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkeleriyle Gümrük Birliği macerası başladı. Çok stratejik ve kritik bir sürece daha girilmişti. Avrupa Birliğinin karar organlarında yer almıyorduk fakat ülkemizin zayıf ekonomisi Avrupa ile Gümrüklerin kaldırıldığı bir sürece giriyordu. Bir çok sektör için çok kritik bir karardı.

1996 Yılı haziran ayında Erbakan’ın Başbakan olması ile demokratik açıdan çok normal fakat başka açılardan da çok kritik bir süreci daha yaşamaya başladık. Bu süreç 28 Şubat 1997 MGK kararları ile daha problemli yeni bir devrenin başlamasına yol açtı. 1997 Yılı Haziran ayı ortalarında 12 Eylül ihtilalini yaşayan bizim nesil, yeni bir ihtilalin ayak seslerini adeta çok yakınımızda hissettik. Çok kritik ve tarihi bir sürece daha girmiştik.

Erbakan Hoca gitti, fakat maksat hasıl olmadı. 1990’lı yılların makro ekonomik dengeler açısından neredeyse en iyi devresi olan bu dönem nedense bazı kesimleri hiç memnun etmemişti. İnançlı insanlara, kurumlara, firmalara karşı sistemli bir sürek avına girişildi. Ülkede yeşilin neredeyse her tonu potansiyel suçlu muamelesi gördü. Ülkenin en çok İmam Hatip Okulu açmakla övünen kişisinin Devletin başında olduğu bir dönemde İmam Hatiplerin ve Kur’an Kurslarının adeta ipi çekildi. Bir nesil için çok kritik bir gelişme daha tarih sayfalarına yazıldı.

1997’den itibaren gelişen Rusya ve daha sonraları gündeme gelen Uzak Doğu ekonomik krizleri Dünya Ekonomisi ve ülkemizi için hep kritik süreçlerdi. 2000 Yılında Devlet, tüm organları ile önemli bir karar vererek 18 ay boyunca döviz kurunu sabit tutacağını ve buna bağlı olarak bir makro ekonomik denge politikası uygulayacağını ilan ettiğinde, ülke için yepyeni bir dönemin açıldığına inanmak istiyorduk. Riskli ve kritik bir dönemdi fakat kararların altında uluslar arası sistem ile anlaşan bir Devlet vardı, dolayısıyla uygulanma ihtimali yüksek görünüyordu.. 2000 yılını sonuna doğru bu politikanın yürümeyeceği görülmeye başladı. Devlete inananlar (başta ben olmak üzere) bir gol daha yemişlerdi. Bankacılık sektöründe patlak veren kriz ve ardından 2001 Şubat krizi sistemi yeni baştan alt üst etti. Derken Derwish’li günlerimiz başladı..

11 Eylül 2001’de ABD’de ikiz kulelerin yerle bir olması Dünya Sistemi açısından kritik yeni bir devrenin daha başlamakta olduğunun habercisiydi. Bu olayla birlikte adeta Global bir 28 Şubat süreci başladı. Çift kutuplu dünya sisteminin sona ermesi ile neredeyse tek global güç haline gelen ABD, yeni bir dünya dizaynına girişiyordu. İlk operasyon İran, Rusya ve Çin üçgeninin ortasındaki Afganistan’a yapıldı. Simge adam Usame Bin Ladin yakalanamadı fakat Afganistan üzerine tonlarca bomba yağdı. Sonuçta dünya devinin isteğine uygun mutemed kişilerin kontrolünde bir düzen kuruldu. Kritik bir süreçten daha geçilmişti. Afganistan işgalinde BM başta olmak üzere neredeyse tüm uluslar arası arenayı arkasına alan ABD, yeni bir hamle ile bu kez rotayı Irak’a doğru çevirdi.

Türkiye, 3 Kasım seçimleri ile yepyeni bir iktidara kavuştu. 1997’den beri sıkıntı içinde bunalan ülke insanı yeni bir umutla yeni hükümetini karşılarken, ülke ve dünya yine kritik bir sürecin içine daha girmeye başladı. Avrupa Birliğine aday ülke statüsü kazanma yolunda tatmin edici olmasa da bir görüşme takvimi almanın verdiği buruk sevincin ardından, yanı başımızda ciddi bir savaşın tamtamları çalmaya başladı. Kritik süreçler içinde büyümüş nesillerin yeni bir sınavı daha başlamakta..

Bir tarafta, Stratejik ortak ABD, İngiltere ve Orta Doğu’da çıban başı gibi yıllardır tüm BM kararlarına meydan okuyarak silahlanan İsrail ekseninin dayattığı savaş gerçeği… Bir yanda, Halkına karşı Halepçe’de kimyasal silah kullanan, İran ve Kuveyt ile haksız hukuksuz savaşlara giren, bir çok kere de Türkiye’yi tehdit eden, OrtaDoğu’nun kontrol dışı lideri Saddam Hüseyin’in yönetimindeki kardeş Irak halkı… Muhtemel bir savaşın kırılgan ülke ekonomisine vereceği onarılmaz zararlar.. Yaklaşan savaşın, Orta Doğu’daki petrol başta olmak üzere hammadde kaynaklarının kontrolü ve yeni dünya düzeninin oluşumu sürecinde insiyatif kazanma hedefine yönelik olmasının verdiği rahatsızlık. Krizin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan BM merkezli Uluslararası Sistemi bile dikkate almayacak bir yöne doğru seyretmesi. ABD, İngiltere, İsrail ekseni karşısında, Avrupa Birliğinin iki önemli gücü Almanya ve Fransa’nın karşı durması, Rusya’nın ve Uzak Doğu’nun gelişen gücü Çin’in itirazi duruşlarının savaş ihtimalinin boyutlarını genişletici bir keyfiyet arzetmesi. Muhtemel bir savaşın Osmanlı sonrası suni sınırlarla ayrılmış Orta Doğu coğrafyasında oluşturacağı daha köklü parçalanmaların vereceği uzun dönemli zararlar… Ve daha birçok sıkıntılı değişken…. Ülkemiz ve dünya çok kritik bir dönemden daha geçiyor. Önemli olan, bundan önceki tüm kritik dönemeçlerde olduğu gibi, bu kritik dönemde de doğru adımların atılması, tarih ve gelecek nesiller önünde savunabileceğimiz bir pozisyonda durulabilmesidir. Birinci öncelik meşruiyet zemini çok tartışmalı olan bu savaşın önlenebilmesidir. ABD-İngiltere ve İsrail üçgeni, stratejik ortağımız da olsalar yapacakları tüm hareketleri, meşru ve tüm ülkeler tarafından kabul edilebilir bir zeminde izah edebilmelidirler. Türkiye kardeş Irak Halkının zarar göreceği bir savaşın kesinlikle tarafı olmamalıdır. Orta Doğu bölgesi ve halklarının, yüzyıllardır birlikte yaşadığımız ve dünyanın sonuna kadar da beraber yaşayacağımız topluluklar olduğu gerçeği hiçbir hal ve şartta göz ardı edilmemelidir. Dünya’daki hammadde kaynaklarının adaletli kullanımı konusunda, sadece askeri açıdan güçlülerin değil, tüm dünya halklarının söz hakları olduğu gerçeği sürekli vurgulanmalıdır. Son olarak unutulmaması gereken en hayati gerçek şudur ki, insanlar ve toplumlar için kritik süreçler hep var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Aslolan o kritik süreçleri doğrunun, haklının yanında ve adaletten ayrılmadan geçebilmeye çalışmaktır.

Erhan Erken

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

 

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar?

Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı , uyandım, rüya alemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekan düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya bir çok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya aleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (A.S.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri ‘Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim’ mealindeki duanın  manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabii uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya aleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım

İnsan oğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak , dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen, balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kimbilir hangi alemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağızıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekana adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor….

Pekiyi, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegane hayat , ahiret alemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin , her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

‘Dünyada ölümden başkası yalan’ diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir hadis-i-şerif meali daha var:

‘İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.’ Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı , çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpki yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya aleminden , gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya ahiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakikat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20,30,50,60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş  ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakikatini yaşamadan aynel yakin kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dahilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

Erhan Erken

DOĞRUYA DOĞRU

Yeryüzünde hayatın başladığı andan, kıyamete kadar geçecek olan sürede hiçbir insanın, zaman, coğrafya ve sosyal çevre açısından kendi istediği bir noktada dünyaya gelmediği herkesin malumudur. Bunlarla ilgili herhangi bir  tercih yapma şansı yoktur.

İnsanoğlunun içerisinde yaşamakta olduğu zaman, kendisi açısından en doğru ve de en hayırlı olan zamandır. Bütün bu saydıklarımızı düzenleyen külli irade şüphesiz ki en güzeli yaratandır ve onun her yaptığında hayır vardır.

Başka bir açıdan bakıldığında da insan iradesinin cüz’i de olsa fonksiyon ifade ettiği tek yer içinde bulunulan o andır.

Ne bir saniye sonrası, ne bir saniye evveli.

O anın gerisinde kalanlar zaman tüneli içindeki yerlerini alırlarken, sonrakiler ise yaşanılıp yaşanılmayacağı kişi için meçhul devreler olarak durmaktadırlar.

Gelecekle ile ilgili kurgular, ancak Yüce Allah takdir etmiş ve o süre insanoğluna verilmişse bir anlam ifade edecek yoksa sadece bir hayalden öteye gidemeyecektir.

Tıpkı öncekilerin yaşayamadıkları bir sonraki anları gibi.

İnsanoğluna yaşaması için bahşedilmiş olan hayat çok değerlidir. Yaşanılan ve tüketilen her saniyenin kıymeti bilinmeli , kaybedildiğinde üzülmeyecek şekilde değerlendirilmelidir.

Aynı zamanda geçmişten ibret almak, yapılan hatalardan dolayı pişmanlık duyup onları tekrar etmemek üzere karar vermek de, hayatın kalan bölümü için faydalı bir kazanım olacaktır.

Yarın ölecekmiş gibi ölümden sonraki dönem , hiç ölmeyecekmiş gibi de içinde bulunulan hayat için çalışın öğüdü, böylesi bir hakikatin altını çiziyor olsa gerek.

İnsanoğlu sadece yaşanmakta olan anın cüz’i de olsa sahibi ise (bu sahiplik de tartışılabilir), Yaratıcının kendisinden  istediklerini, yani yapılması gerekenleri, her hal ve şart altında ve gücü yettiği ölçüde yerine getirerek, zamanını en iyi şekilde değerlendirmiş olacaktır.

Yukarıdaki ifadeler yarın için hiçbir tasavvurun olmaması gerektiği tarzında da anlaşılmamalıdır. Lütfedilip verilirse yaşanacak hayat için, güzel ve olması gerekene uygun plan ve programlar yapmak da, yine günü ve yaşanılan anı en iyi şekilde değerlendirme yollarından bir tanesidir.

İçinde yaşanılan şartlar ne olursa olsun , Mevlana’nın misaliyle,  arının her hal-ü karda bal yapmak için uğraşması gibi, kişi kendi balı ne ise onu  yapmaya devam etmelidir. Her güzel çiçeğe konmalı, topladığı tüm değerleri, toplanması gereken yere getirerek en güzel ürünü ortaya çıkarmalıdır.

Yine Mevlana’nın ışık tutan sözlerinden hareketle, şartlar güllük gülistanlık olsa da, nasıl ki tüm güzellikler arasında köpek leş yemekten vaz geçmiyorsa, ve o leş de onun için baklava börek mesabesinde bir kıymet ifade ediyorsa,  sürekli kötülükleri iyi olarak gören  varlıklar  etrafta bulunacak ve doğrulara , güzelliklere sırt çevirip hayatı leş mesabesinde kötü ve Yaratıcının hoşuna gitmeyecek işlerle uğraşmaktan ibaret sayacaklardır. Bu işleri yaparken de yaptıkları kendilerine çok güzel ve doğru görünecektir.

Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, köpek leş yiyor diye, kötü bir şey yapmakla suçlanamaz. Bu, onun doğasındandır. Ancak insanoğlunun, fıtratı gereği böyle bir mükellefiyeti olmadığından, leş yemek mesabesindeki kötüden yana tercih kullanmak kabul edilecek bir durum değildir.

Aslolan hakikate yaklaşabilmenin peşinde koşmaktır. Şartların elverişli olup olmaması, ‘konjonktürün’ müsaade edip etmemesi, ifa edilen vazifelerin önemi veya önemsizliği, bu arayışın ve koşuşturmanın sonuca ulaşmasını müsbet veya menfi yönde etkileyen faktörlerdir. Fakat arayışın özünü etkileyemezler. İnsanoğlundan beklenen, yaşadığı hayatın her anında, sağlam referanslara göre tayin edilmiş olan doğruya doğru yönelmesidir.

Hakikat yolculuğunda hepinize başarılar diliyorum

Saygılarımla

ERHAN ERKEN