BİR HABERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bu yazı 28 Şubat sonrası Türkiye’mizde, ne tür hazin tabloların yaşandığını gösteren örneklerden biri olarak kaleme alınmıştı

 

Hürriyet Dergi Grubu’na ait Tempo Dergisi’nin 49/573 sayılı (3-9 Aralık1998) nüshasında “ÇOCUK KİTAPLARINDA ŞERİAT PROPAGANDASI” başlığıyla bir yazı yayınlandı. Yazıyı hazırlayan Nilüfer Arat. Yazının üzerine oturduğu temel konu da Türkiye’nin ‘en büyük’ yayın kuruluşlarından biri olarak ifade edilen Kaynak Yayınları’nın  ( Şu anda var olan Kaynak Yayınları ile isim benzerliği dışından bir irtibatı yoktur) yaptığı bir araştırmanın bulguları. Araştırmayı yürüten ve Tempo dergisinin de kendisinden sıkça bahsettiği kişi ise, yayın evinin Çocuk Kitapları Yönetmeni Nalan Mahsereci.

Mezkûr araştırmanın en çarpıcı yönleri şöyle sıralanıyor:

—Çocuk kitaplarında şeriat propagandası yapılıyor…

—Çocuklar için yayın yapan 231 yayınevinden 74’ü (%32) şeriatçı.

—Bu 231 yayınevinin yayınladığı toplam 2963 eğitsel amaçlı kitaptan 657 tanesi (%22) şeriatçı yayınevleri tarafından yayınlanıyor.

Bu “dehşetengiz” bulguların yanında Tempo dergisinin araştırmadan “çıkardığı” genel kanaat satır başlıklarıyla şöyle:

—Yapılan yayınlar, edebî bir çerçeve içinde, örtülü olarak dini propaganda yapmanın yanında, dinin gereklerini, felsefesini öğretiyor.

—Kitaplardan verilen örnekler de şöyle: Abdest alıyorum, hacca gidiyorum türünden boyama kitapları.

—Boyama kitabında resmi çizilen kız çocuğu namaz kılarken başını örtüyor. Sonra dedesinin de sakalı var. (Tüm bunlar, çocuğa verilen yanlış mesajlar olarak değerlendiriliyor.)

—Selahaddin Eyyubi, Kılıçarslan, Alparslan başlıklı çizgi romanlarda yaygın dini motifler kullanılıyor. (Bu çizgi romanlarda ana tema ise şu şekilde belirtiliyormuş: Sivri mızrak madde ise, onu düşmana saplayan kol ruhtur, imandır.)

Nalan Mahsereci’nin araştırması sırasında tesbit ettiği önemli “tehlike”lerden bir tanesi ise, kitapların bazılarında evrim kuramına karşı, yani insanların maymundan geldiklerini ifade eden kurama karşı, yaratılış kuramının benimsetilmeye çalışılmasıdır. Hatta bu kuramı ileri süren bir dizi kitabı şeriatçılar, 1993 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara tavsiye ettirmişler. Bu şekilde okullarda okutturuyorlarmış.

“Görüldüğü gibi bu yayınevleri korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar” diyor, Tempo dergisi adına bu yazıyı hazırlayan Nilüfer Hanım. Aynı zat, anne ve babalara bu konuda dikkatli olmalarını tavsiye etmeyi de ihmal etmiyor.

Araştırmayı okurken aklıma gelen noktalardan bir tanesi araştırmayı yapan yayıncının yayınevlerinin pazar paylarına verdiği önem oldu. Kaynak Yayınları çocuk eğitimi ile ilgili yayınlara yeni girmeye başlamış. Tempo dergisini çıkaran Hürriyet Grubu ise bu sahada basılı ve görsel olarak çok zamandır etkin bir durumda. Her iki yayınevinin de %32’lik Pazar payına hâkim olan ‘bir tür yayıncılıktan’ rahatsız oldukları kesin!

“Şeriatçı” diye ifade ettikleri bu tür insanların sanki pazardan çıkmalarını veya çıkarılmalarını istiyorlar. Sadece onların değil, bu tür kitapları talep edip çoluğuna-çocuğuna alan insanları da, gizliden gizliye sanki suç işliyorlarmış psikozuna sokmaya çalışıyorlar.

Tempo dergisinde konuyla ilgili yazının son paragrafında yer bulan ‘korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar’ ibaresi ile sanki onların korkmalarını, kendi ülkelerinde talebi olan bir işi yaptıkları için sırf bazı kişiler istemiyorlar diye cesaretlerinin kırılması gerektiğini ima ediyorlar.

Bu %32’lik kesim hakikaten yanlış bir şey mi yapıyor?  Abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek gibi fiiller halkının %99’unun Müslüman olduğu Türkiye gibi bir ülkede çok tabii şeyler değil mi? İslâm dininin temel kuralları olan namazı, namaz kılmak için yapılan temizlik olan abdesti, ömürde bir kere gidilen haccı anlatan kitapları sanki suçmuş, kötüymüş gibi bir çerçeve içinde tarif etmek, onu son yılların karalama sıfatı olan ve kendi öz anlamı dışında nerdeyse her yerde kullanılan “şeriat” kavramı ile ve tehlike imiş gibi ortaya koymak ise çok manidar bir tavır.

Bu konuları, dergideki gibi işleyen arkadaşlar, insanımızın nasıl bir dini inanışa sahip olmasını istiyorlar acaba? Abdesti, namazı, haccı olmayan bir İslâmiyet’in hakîki İslâmiyet’le uzaktan yakından bir benzerliği olamayacağına göre, dinsiz nesiller istiyorlar da bunu ifade etmekten çekinerek, bu tür dolambaçlı yollara mı başvuruyorlar? Dersiniz.

Yine araştırmaya dönersek, çocuklara yönelik dîni muhtevalı yayınlar yapan yayınevlerinin tesbit edildiği gibi %32’lik bir pazar paylarının olmasını talep yönünden değerlendirelim. Demek ki ülkemizde bu tür yayınlara ilgi bir hayli fazla. Tabii, kitapların yanında bu tür konularda sözlü ve yaşayan kültürün de çok canlı olduğunu düşünürsek “Tempo’cu” arkadaşların korkularını daha iyi anlayabiliriz. Ülkenin dört bir yanında camilerin olduğunu, günde 5 vakit ezanların okunup insanların abdest alarak camilere gittiğini, cami ile hiç ilgisi olmayanların bile ömründe en az bir kere, o da öldüğünde camiye getirildiğini, bütün kotalara rağmen her yıl binlerce insanın hacca gittiğini gören, çocukların okudukları kitaplardan çok daha fazla bir şekilde bu manzaralardan etkilendiklerini bu “Tempo’cu” arkadaşlar iyi bilmektedirler.

Bu noktalardan hareketle Tempo’daki yazıya başlarkenki giriş cümlelerinin ve yazının birkaç yerinde geçen bazı ibarelerin de, arkadaşların kendi niyetlerini ele veren, ağızdan kaçmış cümleler olarak algılanabileceğini belirtmekte fayda var. Yazının başlangıç paragrafında şöyle bir ifadeye yer verilmiş:

“Geleceği bugünden belirleyebilirsiniz. Nasıl mı? Çocukları eğiterek. Çocukları eğitmek geleceğe temel atmaktır’.

Diğer bir cümleyse şöyle “…Bu alana önemli yığınak yapıyorlar.

Bu ülkede, İslâm dini, abdest, namaz, hac, yeni şeyler değil ki yeniden ortaya atılsın. Nesillerdir yaşanan, müesseseleri ile Türk toplumunun adeta içine sinmiş değerlerdir korktukları. Bu konuda hiçbir yayın yapılmayacak olsa bile yaşayan kültür ile nesillerden nesillere nakledilen değerlerdir bunlar.

Fakat insanların maymundan geldiği tezi bu topraklar için çok yeni ve kabul edilmesi çok zor olan iddialar. Allahsızlık, dinsizlik bu topraklarda yaşayan insanlar için çok zor kabul edilebilecek/kabul edilmeyecek özellikler. Bu yeni (!) düşünceleri bu topraklarda yerleştirmek için gayret sarf edenler acaba Hürriyet Grubu yayınları olmasın? Kendi yapmaya çalıştıklarını yanlışlıkla söylemiş olmasınlar. Bu tezimizi güçlendiren örnekler de yok değil. Doğan Grubu (Hürriyet Grubu’nun da içinde yer aldığı grup)’nun çocuklar için yayınladığı Herkül isimli kitaptan küçük bir bölümü buraya aktarmakta fayda var:

“Büyük şef Zeus hapsetti korkunç devleri,

İşleri düzene sokmaktı tüm derdi.

Tanrılara, tanrıçalara birer iş verdi.

İnsanlar sevinçten bayram etti!

Ama bir gün yukarıda olup biten,

Tarihi değiştiriverdi kökünden…’

(…)

O gece tanrıların yurdu Olimpos Dağı’nda şenlik vardı.

Zeus ile Hera’nın oğulları Herkül’ün doğumu şerefine, gökyüzü havai fişeklerle ışıl ışıldı…”

Bu kitabın devamında, Kanal D’nin sevilen dizisi Herkül’ün doğumu sonrası yaşanan olaylar anlatılıyor. Televizyonlarda, kitaplarda güçlü, kuvvetli, yakışıklı bir dev olarak tanıtılan Herkül, esasında Yunan tanrılarından Zeus’un oğlu. Kendisi de adeta bir yarı tanrı. İnsanlarımız, çocuklarımız Allah’ı, kitabını, İslâm dininin yaratılış kuramı olarak Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı bilmeyecekler, fakat eski Yunan tanrılarının menkıbelerini okuyarak, tv.’lerde izleyerek bambaşka bir dinin temel inançlarının tesirinde kalacaklar. Birisinin ismi, şeriat yanlısı olmak,  irtica ve zararlı davranış, diğerinin adı ise çağdaş bilimsel düşüncenin yolu, ilerilik ve aydınlık Türkiye…

Sonra “yığınak” lafı, yazının bütününde iki kere geçiyor. Ortada savaş mı var ki yığınak ihtiyacı olsun. Günde 5 vakit ezan okunan ve ezanın gereği olarak camilerde kılınacak namazı anlatan boyama kitabını basmak, onu satmak, onu okumak, niçin yığınak olarak ifade edilmiş anlamak bir hayli güç. Yığınağı olsa olsa Evrim teorisini, Yunan mitolojisini bu ülke insanının beynine zorla sokmak isteyen insanlar yapabilir…

Bu arada, Tempo dergisinin yayınının ortaya çıkardığı somut bir neticeye de değinmeden geçemeyeceğim. Derginin yayınlandığı hafta İstanbul’da, (Başka şehirlerde de oldu mu bilmiyorum) İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne ait uzmanlar birçok çocuk yuvasına ani baskınlar düzenleyerek yukarıda bahse konu olan yayınları aradılar. Ve bu yayınlardan örnekler alarak, tutanak tuttular. Baskıncı uzmanların yuva ilgililerinin soruları karşısında verdikleri cevap şöyle oldu: Ankara’dan talimat geldi, onun üzerine arama yapıyoruz.

Ne arıyorlar?

Abdest Alıyorum, Namaz Kılıyorum türü boyama kitaplarını, dergide adı geçen yayınevlerine ait yayınları… Yuvalar, yatak altlarına kadar didik didik aranıyor. Öğretmenlere, çocuklara sorular soruluyor:

—Neler öğretiyorsunuz/öğreniyorsunuz? Başka ne gibi kitaplar okutuyorsunuz/okuyorsunuz? gibi çapraz sorular. Muhatapları 4-6 yaş arası okul öncesi dönem çocukları.

Yuva yöneticileri, İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü görevlilerinin bu işi hiç de istekli olarak yapmadıklarını ifade ediyor. Onlar, kendileri ile sürekli irtibat halinde olan, her ay evraklarını getiren, senede birkaç defa teftiş geçiren yuvaları az çok tanıyorlar ve bu tür baskınların, kaçakçılara, hırsızlara uygulanabilecek didik didik arama yöntemlerinin çocuklar üzerinde hiç de iyi bir etki bırakmayacağını biliyorlar. Fakat emir büyük yerden.

Nereden?

Ankara’dan, bakanlıktan. Bakanlık neden böyle bir ihtiyacı hissediyor? Yığınak yapmaktan bahseden, aslında kendisi yığınak yaparak çocuklara evrim teorisini, Yunan mitolojisini, tanrıtanımazlığı aşılamak isteyen kesimlerin düğmeye basmasından…

Özetlemek gerekirse; bugün kendi doğduğu coğrafyada bile uygulanabilirliğini yitirmiş bir Marksizm yorumunun, Türkiye’de bir dönem savunuculuğunu yapmış bir damarın uzantısı olan malum yayınevinin, güçlü bir medya holdingi ile birlikte yaptığı hacmi küçük, fakat önemi çok büyük bu yönlendirme çalışması, ülkemiz için, yarınlarımız için çok üzücü sonuçlar doğurabilecek mahiyette bir faaliyettir.

Ülkemizde insanlarımızın büyük çoğunluğunun dini olan İslâmiyet’in temel ibadetlerinin, dayanak noktalarının ‘kötü’, ‘zararlı’ olarak ifade edilmesi, bu değerlere sahip insanların çeşitli vasıtalarla korkutulmaya çalışılması çok yanlış davranışlardır. Ülkemizde kökü olmayan düşünce ve inanç sistemlerinin zorla benimsetilmeye çalışılması da bir diğer yanlış tutumdur.

Herkesin, özgür iradesi ile Müslüman olmamaya, başka bir dine mensup olmaya, inanca veya inançsızlığa inanmaya hakkı olduğu gibi Müslüman olmaya da hakkı vardır. Müslüman olmaya çalışan insanları, kötü sıfatlarla anmak hiç kimsenin imtiyazı olamaz, olmamalıdır.

Ülkemizde son yıllarda var olan nazik ortamı kullanarak, bu ortam içinde ortaya çıkan bazı kavramların arkasına geçerek, düşmanı veya ticari rakibi olduğu kesimleri zayıflatmaya çalışmak hiçbir fert, grup, cemaat veya cemiyet için doğru ve onurlu bir davranış değildir.

 

ERHAN ERKEN

YENİ ŞAFAK GAZETESİ

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ 1999

 

SOKAKTAKİ ADAMIN SESİ

Üniversitedeki öğrencilik yıllarından beri beraber olduğumuz arkadaş grubumuzda Mehmet isimli bir kardeşimiz var. Mehmet aslen Kayserili ve Kayserililerin büyük çoğunluğunun yaptığı gibi serbest ticaretle uğraşıyor. Pratik bir zekâya sahip, nüktedan bir insan… Şimdi, diyeceksiniz ki memlekette bu özelliklere sahip binlerce insan varken bize ne Kayserili Mehmet’ten? Haklı olabilirsiniz ama lütfen biraz daha bekleyin!

Bizim Kayserili Mehmet’in en hoş yanı, “Arkadaşlar, ben sokaktaki adamım, sokaktaki adamın sesine kulak verin” diyerek başladığı açıklamalıdır. Ne zaman ki siyasi, sosyal, ekonomik veya kültürel bir konuda sohbet açılır, herkes konunun kendi ihtisas alanı çerçevesinde detaylı analizini yapmaya çalışırken, konunun kıvamını bulduğu noktada, şayet Mehmet oradaysa muhakkak söze girer ve sözlerini umumiyetle şöyle tamamlar: “Tamam sizler koca koca laflar ederek kendi kendinize konuşuyorsunuz, fakat ben sokaktaki adam olarak sizi yeterince anlayamıyorum veya siz bana kendinizi yeterince anlatamıyorsunuz.

Şimdi bu konu, benim ve mensubu bulunduğum büyük Müslüman cemaatin faydasına mı, zararına mı? Faydasına ise bu faydayı nasıl arttıracağız? Yok, zararına ise bu zararı nasıl önleyeceğiz? Bu konuda ortaya koyduğumuz fikirlerin sonuçları bizi Allah’a yaklaştıracak mı, yoksa uzaklaştıracak mı? Hesabımızı düzgün olarak vermek konusunda öbür tarafta bize destek mi olacak?”

Biz, bu söylemin ardından ilk etapta belki güleriz. Çünkü bu tip çıkış tansiyonu düşürür. Fakat ardından gelen bir iki dakika içinde Mehmet’in yaklaşımı puan toplamaya başlar. Aslında bizim “Kayserili”, konuşulanları çok iyi anlar, fakat ihtimal ki konunun konuşulmasını, tartışılmasını icap ettirecekse en önemli noktasına dikkat çekmek için bunu yapar. Çoğu zaman da bu tavrıyla hedefine ulaşır ve toplulukta bulunan insanlar Mehmet’in şahsında sokaktaki adama konuyu izah etmeye çalışırlar.

İnsanların hakkında müspet veya menfi tarzda derinlemesine fikir beyan ettikleri birçok konuda “sokaktaki adam” şablonunu kullanmak bazen meselenin daha açık bir tarzda anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Örnek vermek gerekirse; 1960 yılından beridir belli aralıklarla ama daima tartışma mevzuu edilen, AET (veya bugünkü deyimiyle Avrupa Topluluğu) ve şimdilerde safhalardan neredeyse en önemlisi olan Gümrük Birliği konusunu ele alalım.

Türkiye, Avrupa Topluluğu’na girmeli mi, yoksa dışında kalıp kendi medeniyet dairesindeki kardeşleriyle belki kısa dönemde zorla da olsa belli ortaklıklar içine girmeye mi çalışmalı?

Bu sorulara cevap aranırken insanlar ilk önceleri her iki cevabın da kendi tezlerini destekler tarzdaki en rasyonel taraflarını öne çıkartıp izahlar yapıyorlar. Oysa meselenin arka planını biraz eşeleyince daha farklı hareket noktalarına varıyorsunuz.

Türkiye AT’ye girmeli diyen kesimin genelde Türk insanının çağdaş uygarlık seviyesine     (seviye neresi ise) ulaşmak için ne pahasına olursa olsun Batılıların yanında yer almasına arzu ettiği ve bunu sağlayacak bir araç olarak da ilk tezi desteklediğini görüyorsunuz.

Türk insanının tarihten gelen kültürel ve dîni bağlarını önemseyen ve yeniden bu bağlarla oluşmuş çerçeve içindeki yerini almasını isteyenler de ikinci tezi güçlendirecek deliller arıyorlar ve ortaya koyuyorlar.

Bazen çok komplike gibi görünün meselelerin “sokaktaki adam” üslubuyla esasında bazı basit ama önemli noktalar üzerine oturduğunu fark edebiliyorsunuz.

Bu günlerde A.T. ve Gümrük Birliği konularının tartışıldığı her mecliste gözüm ve gönlüm bizim Mehmet’i veya onun yaklaşımına sahip başka Mehmetleri arıyor ve hayati sorularını sormasını diliyor.

Ancak bu tarzda sorular sorularak ve onların cevaplarını net bir şekilde alarak daha faydalı noktalara ulaşabileceğimize inanıyorum.

Mehmet sen ne zaman nerede bulunacağını iyi bilirsin, insanların sana ve senin gibilere ihtiyacı var, ne olur bizi bekletme…

ERHAN ERKEN MÜSİAD BÜLTEN ARALIK 1994

MÜSİAD BÜLTENİ  Aralık 1994

SANMA BU TEKERLEK KALIR TÜMSEKTE

Mehmed’im sevinin başlar yüksekte

Ölsek de sevinin eve dönsek de,

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir…

(…)  Necip Fazıl Kısakürek

Rahmetli Üstad’ın “Zindandan Mehmet’e Mektup” isimli şiirinden naklettiğim bu mısraları her okuyuşumda kendimi, taşlı, topraklı, tümsekli bir yolda ve koca tekerlekli bir arabanın içerisinde tasavvur ederim. Araba sanki Hakk ve hakikati temsil eden aydınlık bir menzile doğru yol almakta ve bu yolculuk sırasında yoldaki engeller arabanın gidişini sürekli engellemekte.

Araba her taşa, toprağa ve tümseğe takılışta şiddetle sallanıyor, bazen bu engel hatırı sayılır bir büyüklükte ise bir duraklama geçiriyor. Her duraklama, onu aşmak için arabanın biraz daha güç harcamasını ve yeni bir hamle yapmasını gerektiriyor..

Böylesi bir düşünce anaforu içerisinde insanın aklına şu sorular da  geliveriyor?

Bu taşlar, topraklar ve tümsekler acaba neyin nesi? Aydınlığa giden yolda işleri ne? Buraya rast gele mi gelmişler? Yoksa birileri onları bu yol üzerine ustaca dizmiş ve dizmeye de devam mı ediyor?

İçinde bulunduğumuz şartlar göz önüne alınıp dikkatlice bakıldığında, arabanın önündeki ve arkasındaki yolda var olan engellerin hep ustaca düzenlendiği fark edilebiliyor. Demek ki birilerinin işi nasıl ki aydınlığa doğru gitmeye çalışmak ise, diğerlerinin aksi yöndeki amacı da, bu taş ve toprakları yollara dizip imkanları nispetinde onlara engel olmak.

O zaman Hakk ve hakikate doğru yol almak isteyen insanlar için bir hususu önemle vurgulamak gerekiyor:

Aydınlığa doğru bir yola çıkılmış gidiliyorsa, o yolda kullanılan arabanın çok sağlam, çok dengeli ve yol şartlarına göre sürekli takviye edilen bir tarzda olması icap ediyor. Arabanın içindekilerin de (bugün ben/biz, yarın sonraki nesiller) engellerden ve geçici karanlıklardan etkilenmeden, morallerini bozmadan, gözlerini yolun sonundaki aydınlıktan ayırmamaları gerekiyor.

Bu arada, taş ve toprakları yollara dizenlere, suni tümsekler oluşturanlara da şu çağrının yapılması şart.. Aydınlığa giden yola engeller koymaya çalışırken, aydınlığı göremiyor ve ona nasıl ulaşılır diye kafa yormuyorsunuz. Oysa arabanın tekerleği dün nasıl takıldığı tümseklerde daimi olarak kalmadıysa bugün de, yarın da kalmayacaktır. Hakk ve hakikat yolunun tıkalı durması mümkün değildir. Elbet açılacaktır..

Son olarak şunu dile getirmekte fayda var. Arabanın sağlam olmasına, morallerin bozulmamasına dikkat ederken, yoldaki taş ve toprakların da bir yandan temizlenmeye çalışılması, yolun selameti için gerekli bir hizmet olacaktır.

Üstad’ı Rahmetle anıyor, tekerleklerin tümseklere daimi olarak takılı kalmayacağı  Hakk ve hakikat yolculuğunda, menzil-i maksuda selametle varmanızı diliyorum.

ERHAN ERKEN

MUSİAD BÜLTENİ Mart 1997

 

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR: İSTANBUL


İstanbul, tarih boyunca İmparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir.

Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika)  geçiş noktasındaki bu şehir , bir yandan Grek Ortodoks – Bizantik özellikleri (sur içi ), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir.

Osmanlılar, Devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü, gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başlamıştır. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin bir çok meselesinde tıkanıklıklar oluşturmuştur. Halkın önem verdiği meselelerin bir çoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri bir çok proje de halk tarafından benimsenmemiştir.

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.

Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz bir yol ayrımındadır ve yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir:

İstanbul, bugün, Medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam –Türk medeniyetinin sembol şehirlerinden biri midir?

Modernizmin ve materyalizmin yoğun etkisi altında bir düşüncenin ürünü olarak düşünüldüğü zaman, sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır?

Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarıyla bakarsak, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehir midir?

Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını mıdır?

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği midir?

 

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde,  yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır.

İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir.

Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır.

Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç, gerekse de dış mekanların ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekanlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin ortaya çıkması mümkün hale gelebilir.

Sembol şehirler,  ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak,  bir çok eserin içinde ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar.

İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi, bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz.

Organize Sanayi Bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekanlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığım noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler.

Ancak o zaman her şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz

Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle düzenli, fakat, içerik açısından  köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan ve çalışan insanlarımızın oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir.

 

 

.

 

 

BANA KÜTÜPHANENİ GÖSTER SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

“Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”


Türk milletinin genel anlamıyla yazılı değil sözlü kültürü daha fazla benimsediği yaygın bir tespittir. Sözlü kültürü tercih ediyor oluşumuz, göçebe bir gelenekten gelmemizden ve bu geleneğin genlerimize kısmen işlemiş bulunmasından dolayı olabilir. Kâh yürüyerek, kâh at sırtında diyardan diyara göçen, Orta Asya’dan kopup gelerek önce Anadolu daha sonra Balkanlar derken, Afrika ve Avrupa içlerine kadar uzanan bir coğrafyada yerleşen atalarımız, muhtemeldir ki, oturup bir şeyler üzerinde yoğunlaşmadan çok, birbirleriyle ve diğer insanlarla daha çok hareket halinde iletişim kurmuştur. Gerçi son bin yıllık süreçte, biraz daha medeni yani şehirli bir kültür hâkim olmaya başlamış, bu kültürün hâkim olmasıyla birlikte sözlü kültürün yanında yazılı kültür de bir hayli gelişmiştir.

Sözlü kültürü sadece Türk Milletinin bir özelliği olarak ortaya koymak çok isabetli bir tespit olmayabilir. Tarihten öğrendiğimize göre diğer doğu halklarında, mesela özellikle Araplarda da bu gelenek yaygındı. Panayırlarda karşılıklı şiir okuyan şairler, kassas denen kıssa anlatıcılar, onların kültür aktarımında da önemli bir yer tutmaktaydı.

Özetle ifade etmek gerekirse, sohbet, muhabbet ve hareket, insanımıza genel anlamıyla düşünmek, tefekkür etmek, yazılı vesikalar ve kitaplar üzerinde yoğunlaşmaktan daha cazip gelmektedir.

Sohbetin, muhabbetin ve hayır yolunda hareket halinde olmanın yanlış bir şey olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu faaliyetlerde ana unsur olan bilmek, ilim sahibi olmak konusunun da önemine dikkat çekmenin yararlı olduğuna inanmaktayız.

Bilgi (ilim) sahibi olmak için en önemli eylemlerden bir tanesinin de okumak olduğu muhakkaktır. İnsanoğlu peygamberler gibi vahiy yoluyla bilgiye ulaşamadıkları için veya Allah’ın bahşettiği ilham yoluyla bilgi sahibi olmak az sayıda seçilmiş insana nasip olduğu için, normal insanların faydalı bilgiye ulaşma yolunda başvurdukları en önemli araçlardan birisi okumaktır.

Bilgi sahibi olmanın da hayatı daha anlamlı bir hale getirebilmek için en önemli yollardan birisi olduğunu belirtmemiz de faydalı olacaktır. Bilgi sahibi olmanın yanında, daha iyi düşünmek, daha iyi konuşabilmek, daha iyi yazabilmek, fikrini daha iyi anlatabilmek için de okumak çok önemlidir.

Peki, insanoğlu ne okumalıdır?

Evvela okunması gereken en mühim kitaptan bahsetmekte yarar var: O da Kur’an –ı Kerim.

Yaratıcının bizden istedikleri, yaşadığımız dünya, hayatın hakikatı, öldükten sonra bizi bekleyen öteki âlem; tüm bunlar Allah tarafından vahyedilmiş bilgilerin yazılı olduğu Kur’an-ı Kerim’de yer alıyor.

Daha sonra Kur’an perspektifinde hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yarayan her ne varsa sırasıyla onların okunması çok önemli; Peygamber (as)’in sözleri ve fiilerini bizlere anlatan hadis kitapları, tefsirler, siyerler, fıkıh kitapları ve sair.

Tabii bu arada tarihin, coğrafyanın, mantığın, mikro ve makro kosmosun daha iyi anlaşılmasını sağlayacak eserlerin, içinde yaşanılan asrın ve çevrenin etkilendiği düşünce akımlarının, adetlerin arka planlarının ve temel kaynaklarının okuma ve bilgilenme faaliyetinde ihmal edilmemesi gerekir.

Bu konu daha detaylı bir yazıda ele alınmayı hak edecek kadar derin olduğundan, daha ileriye gidip uzatmamak için, bir yayınevinin çok beğendiğim şu sloganını naklederek meramımı anlatmak isterim: “Tüm kitaplar ancak tek bir kitabın daha iyi anlaşılması için okunmalıdır.”

Okumanın üzerinde bu kadar çok durduktan sonra okumak fiilinin başka yönleri ile ilgili de birkaç söz söylemek yararlı olacak.

Asıl olan sadece çok okumak değil, kaliteli okumaktır; Yani okuduğunu hazmetmeye çalışan, anlamak için gayret eden, anlamakla birlikte okuduklarından gerek düşünce planında, gerek ruh yapısını geliştirmede, gerekse de fiillerinin güzelleşmesinde yararlanan insanlardan olmak gerekir. Ancak o zaman okumak fiili faydalı bir hal alır.

Okuduğu kitapların içinde yazan bilgilerin ve yorumların üzerinde düşünmeyen, onlardan istifade edemeyen insanlar, kitap taşıyan fakat ne taşıdığından haberi olmayan hamallardan farklı değillerdir.

Okumayı sevmek bir anlamda kitabı da sevmektir. Kitap sevgisi insana küçüklükten kazandırılırsa sonrasında okumayı sevmeye de vesile olabilir. Bilgi (ilim), bilginin nakledildiği en önemli geleneksel araç kitap, insanoğlunun hakikatle en kayda değer bağlantılarından birisidir. Bu bağlantı ne kadar sağlam olursa insan dünyada daha huzurlu bir hayata ulaşır.

Son dönemlerde bilginin ulaşımında kitabın yanı sıra dijital ve görsel araçlar da ciddi bir işlev görse de kitap ve yazılı araçlar hala önemini koruyorlar. Fakat yılların geçmesiyle beraber bu önem diğeri lehine değişeceğe benziyor.

Bizlerin yetişme çağlarında kitaba çok daha fazla önem verilmekteydi. Lise yıllarında düzenli gitmeye çalıştığım bir kitapçı dükkânı aynı zamanda birçok önemli kişinin sohbetlerinden de istifade ettiğim bir mekândı. Yani; kitap, kitapçı, ilmi sohbet beraberce anılabilecek değerlerdi. Hafta sonları hem yeni yayınları görüp alabilmek, hem de o kitapları okumuş ve içindekilerle ilgili fikir alışverişinde bulunan kişilerin sohbetlerine iştirak etmek için, bu formattaki kitapçı dükkânlarına gitmek, benim açımdan önemli bilgi edinme vasıtalarından birisiydi.

Bana öğüt veren o dönemki bilge kişilerin üzerinde durdukları önemli noktalardan biri; babamdan aldığım harçlığın bir miktarını kitap almaya harcamam ve kendime has bir kütüphane kurmam üzerineydi. Ben de, bu öğütlere uyarak, imkân buldukça kitapçılara gidiyor, önem verdiğim kişilerin tavsiye ettikleri kitapları alıyor, dikkatlice okuyor, özetler çıkarıyor, kendi imkânım ölçüsünde kütüphanemi geliştirmek için gayret sarfediyor; aynı zamanda da elde ettiğim birikimle okuldaki fikri tartışmalarda yer almaya çalışıyordum.

Bizim dönemimizde ülkemizin içinde bulunduğu tartışma ortamı bazen çok yıpratıcı özellikler taşısa da, bir yönüyle de bilgi edinmeyi mecburi kılacak bir dış dürtü olarak hepimizi adeta motive ediyordu.

Bilgi(ilim) sahibi olmanız önemliydi, bildiğiniz şeyleri içselleştirmeniz önemliydi, hem şüphe duymayacak kadar iyi bilecek hem de tamamen zıt fikirli insanlara bunları sağlam delillerle anlatarak onları ikna etmeye çalışacaktınız. Fikir mücadelesi yapılan ortam tam bir er meydanıydı. Bu er meydanında karşınızdakini ikna ederken, kendi bildiklerinizi de test ediyordunuz.

Bizim gençlik dönemlerimizde karşı karşıya kaldığımız bu tür meydan okuyuşlar, her dönemde farklı tarzlarda insanların karşısına çıkmaktadır. Hakkı ve hakikati arayan, sahip oldukları hak düşünceyi başka insanlara da anlatmaktan zevk alan ve bunu üzerine vazife bilen insanlar bilgiye sahip olmak için gayret göstermek zorundadırlar. Eskilerin dediği gibi zahmetsiz Rahmet olmuyor…

Bu yolda da alışkanlıklar çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren kazanılmaktadır. Dolayısıyla çocukluğun ve gençliğin bu anlamda önemi çok büyüktür.

Bana gençlik yıllarımda büyüklerimin söylediği sözlerin, bugün de büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünüyorum. Bilginin nakledildiği araçlarda bazı değişiklikler yaşansa da aslolan bir gencin elindeki değerlerin bir kısmını bilgiye ulaşmak için harcayabilme alışkanlığını edinebilmesidir. Çünkü bilgi (veya ilim) insanın sahip olması gereken en değerli hazinelerden birisidir. Bu bilginin lazım olduğu zaman kullanılabilmesi için bir yerlerde depolanması, tasnif edilmesi ve kullanılabilir bir halde muhafaza edilmesi gerekir. Tarihi süreçte kütüphaneler bu amaca yönelik olarak kurulmuşlar ve bilgiyi nesillerden nesillere taşımışlardır. Bugün değişen teknolojik şartlarda bilgi farklı metotlarla saklanmakta, tasnif edilmekte ve istifadeye sunulmaktadır. Nesiller birbirlerine bilginin önemini anlatırken kendi bildikleri metotları söyleyecekler, yeni yetişenler de o söylenenleri kendi zamanlarının şartlarına göre anlamaya çalışacaklardır.

Hani bazı sözler vardır; bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, gibi. Bu sözden ilham alarak biz de şöyle bir söz oluşturabiliriz: “Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”

Veya şöyle de olabilir; bana dijital kütüphanende bulunan metinleri, internette ulaşmış olduğun ve istifade edebildiğin kütüphanelerin listesini söyle ben de senin düşünce düzeyin hakkında fikir söyleyeyim…

Belki de bu kadar iddialı sözler söylemek her zaman doğruyu bulmamıza yardımcı olmayabilir. Fakat bu kadar lafı etmekteki maksadımız, insanımızın yaşadığı hayatta istikamet sahibi olabilmek için okumayı sevmesi, dolayısıyla okumanın en önemli malzemesi olan kitaba, kütüphaneye ve bunların çağdaş versiyonlarına muhabbet duymasının öneminin altını çizmektir. Tabii burada gelişen teknoloji ile birlikte yukarıda da ifade ettiğim gibi görsel ve dijital ortamda da bilgi edinmek için önemli bir kanal açılmakta olduğunu görmezden gelemeyiz.

Doğru bilgiye, insanlara dünya ve ahirette faydalı olacak bilgiye ulaşma arayışı insanlığın ilk dönemlerde kilden tabletlere daha sonra papirüs kâğıdına yazılmış yazılar kanalıyla olabileceği gibi, aharlı kâğıda kamış ile veya matbaa makinesi ile basılarak da olabilir ve tarihi süreçte de böyle olmuştur. Yeni dönemlerde de bu faaliyet başka bir şekil almış ve dijital ortama taşınmaya başlamıştır. Mühim olan bilginin toplanması, tasnif edilmesi ve insanlara ulaşması ise, vasıtanın ismine takılmak bizleri esas hedeften uzaklaştırmamalıdır.

İnsan için önemli olan doğru bilgiye, dünya ve ahirette yararlı olacak bilgiye ulaşmak ve onu hayatında uygulamak olmalıdır. Okumak ve okuma konusu olacak materyale önem vermek bilgiye önem vermenin bir gereğidir.

Kitap, bugüne kadar bu konudaki en hayati araç olmuştur. Kitabın ve kitapla ilgili kültürün nesillerden nesillere aktarılmasının önemi, kitapları topluca insanların hizmetine sunan kütüphanelerin değeri de buradan ileri gelmektedir

Son olarak, tüm kitapların en değerlisi olan “kitabın” yani Kur’an- ı Kerim’in daha iyi anlaşılabilmesi ve mutlak bilginin nesillerden nesillere aktarılabilmesi için okumaya ve kitap sevgisini yaygınlaştırmaya önem vermeliyiz.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BÜLTENİ 2008

DEVLET, BÜROKRASİ, BURJUVAZİ VE MİLLET İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Burjuvazi, kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda kulağımıza hoş gelmeyen bir kelime idi. Sol bir literatürden geliyordu ve muhafazakâr muhitlerde fazla itibar görmeyen manalar içeriyordu. Fakat geçen zaman içinde her şeye alıştığımız gibi sanki bu kelimeye de alıştık ve sözlerimizde, yazılarımızda rahatça kullanmaya başladık.

 

Bilindiği gibi Ortaçağ’da Batı’da,  feodal beylerin baskısından kaçan tüccarların, derebeylik sınırlarının kesiştiği alanlarda, ‘bourg’ adı verilen bölgelerde toplanarak, yaşamlarını sürdürmeleri ile birlikte yeni bir sınıfın da temelleri atılıyordu. İsmini bu bölgelerden alan burjuvalar feodaliteye karşı ciddi bir mücadele vermişlerdi. Burjuvaların, merkezî krallıkların oluşmasında büyük katkıları olmuştu. Feodalitenin zayıflamasında ciddi işlev görmüşlerdi.

 

Sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde Batı tarihinde burjuvalar öncü bir rol oynamışlardı.

Bizim tarihimizde böyle bir devre olmadığı için, bizdeki serbest meslek erbabına, sanayiciye, tüccara “burjuva” demek ne derece doğrudur, bu nokta tartışılabilir.

 

Fakat Batı tipi bir iktisadi gelişme düşünülerek ve ilk etapta “her mahallede bir milyoner oluşturalım” denilerek girilen bir yolda, devlet desteğiyle palazlandırılan kesimlere bir anlamda burjuva denmesi önceleri yadırgansa da, daha sonraları sadece sol terminolojinin değil daha geniş bir çevrenin kullandığı bir kavram haline geldi burjuva.

 

Türkiye’de sermaye büyük ölçüde devletin elinde olduğundan, devlet önce kendi iradesi ile bazı kesimlere bunu aktarma yoluna gitti. Güç elde etmek isteyen tüm kesimler, devletin elindeki bu maddi birikimi bir şekilde kontrol altında tutmaya çalıştı. İktisadi ve siyasi faaliyetlerin bir çoğunun odak noktası,  bu gücü elde etme ve kontrol dışına çıkarmama mücadelesi şeklinde ortaya çıktı. Millete hizmet amacıyla oluşturulmuş bürokrasi, bir yandan bu hizmetini sürdürürken, bir yandan da yukarıda zikrettiğim gücü elinde tutmanın yollarını aradı. Siyasi iktidarlara karşı, onlara ve dolayısıyla millete hizmet etmek için örgütlenmiş olan bürokrasi, bazen siyasi iktidardan bağımsızlaştı, bazen kafa tuttu, bazen de bu yüzden büyük buhranlar ortaya çıktı.

 

Devlet desteğiyle oluşmuş burjuvazi ile millete hizmet gayesiyle örgütlenmiş bürokrasi arasında zaman içinde ilginç ilişkiler ve münasebetler kuruldu. Devletin elindeki gücün önemli bir bölümünün özel kesime aktarılması sürecinde bürokrasi ile burjuvazinin paslaşmaları bazen çok arttı bazen de bürokrasi içindeki devlet gücünün özel sektöre aktarılmasına karşı çıkan kesimlerin gayretleriyle engeller ortaya konuldu. Son on yıldaki özelleştirme çalışmaları bu süreci bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

 

Bu arada ülkemizde, devletin millet nazarındaki meşruiyetinin en önemli temellerinden olan cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının bu denklem içindeki yeri konusuna gelindiğinde ise, çoğunluğun isteklerinin toplumun yönetilmesinde birinci sırada yer almasını şart koşan cumhurî bir yapıda,  genel mantık olarak devletin millet için var olması gerekmektedir. Fakat bizim gibi güçlü bir devlet geleneği içinden gelen ve gücün önemli kısmının devlet adındaki mekanizmanın elinde olduğu bir toplumda, devletin millet için olması gerektiği lafzen söylense de, uygulamada “millet, devletin bekası için vardır” tezi daha öne çıkmaktadır.

 

Ülkemizde mevcut olan yapıyı şu şekilde özetlemek gerçeklere aykırı düşmez kanaatindeyim:

Millet devlet için vardır. Devlet bürokrasisi milletin ve ülkenin menfaatlerini daha iyi bilir. Devletin güçlü olması için, güçlü fakat aynı zamanda devlete göbeğinden sıkı sıkıya bağlı bir burjuvazinin varlığı gereklidir. Bir yandan devlet, bir yandan da devletin kontrolündeki burjuvazi, yani devlet desteğiyle zenginleşmiş kesim, iktisadi hayatın önemli bir kısmını kontrol altında tutmalıdır. Orta direk olarak tanımlanan kesim ise elde ettiği birikimlerini türlü türlü vergilerle ve enflasyon denen canavarın marifetiyle, yani bazen direkt bazen de dolaylı yollarla burjuvaziye aktarmalıdır.

 

Son günlerdeki moda deyimiyle sessiz çoğunluğun diğer önemli bir fonksiyonu da burjuvazi ve bürokrasinin süzgecinden geçmiş kadrolar arasından, yine bu kesimlerin onayıyla oluşmuş seçim sistemi çerçevesinde, millet meclisini oluşturan fertleri seçmeleridir.

 

Bütün bu kontrollü yapıya ilaveten,  Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlar, bürokrasinin süzgecinden geçmeli, çeşitli anayasal kurumlarca denetlenmelidir.

 

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, cumhurî bir yapı, milletin, yani sessiz çoğunluğun isteklerinin devletin genel politikalarına hâkim olduğu bir yapı olmalıdır. Dolayısıyla, ülkemizde hüküm süren ve bazen kanıksadığımız çelişkiler ortadan kalkmadığı sürece millete hizmet eden bir devlet yapısına kavuşmamız kolay olmayacaktır.

 

Çözüm için en önemli başlangıç noktası, millete hizmet için, ondan sağlanan gelirle vazifesini yapan bürokratik kadroların, milletten aldıkları bu gücü, millete rağmen bir kısım azınlığa aktarmaya çalışmamaları ve yine milletten aldıkları bu güçle, milletin isteklerini dikkate almayan icraatlarda bulunmamalarıdır.

 

Bu ülkede yaşayan her fert en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde hakça ve insanca yasama hakkına sahiptir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Mart 1999 Müsiad Bülten Yıl 7 Sayı 32

 

İŞİMİZE BAKALIM

İnsanlık tarihinin hemen her döneminde cevabı aranan iki çok önemli soru var olagelmiştir. Bunlardan bir tanesi, “İnsanoğlunun elde etmeye çalıştığı bilginin hakiki kaynağı nedir ve bu bilgiye nasıl ulaşılabilir? sorusudur

Bir diğer soru da “Tüm bu yaratılmışlar niçin yok değil de vardır,  onların varlık veya yokluklarına karar veren irade onları niçin yaratmıştır, özellikle insanoğlunun varlığının sebebi nedir?”

 

Yüce Allah, yarattığı ilk insanı, aynı zamanda Peygamber olarak tayin etmiş ve onun kanalı ile insanoğluna ilk bilgileri öğretmiştir. Daha sonraki dönemlerde de gerektiği hallerde Peygamberleri kanalı ile lüzumlu bilgileri ve bilginin ne şekilde kullanılacağını kullarına bildirmiştir.

 

Bilginin ana kaynağı olan Yüce Allah, aynı zamanda canlıların varlığının sebebini de açıklamıştır.

 

Bilginin ana kaynağı vahiy, vahyin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili Peygamberlerin sözleri ve fiilleri, bu ana kaynakları yorumlama ve hayata uygulama için akıl ve tecrübe…

 

Vahiy yoluyla bize gelen bilgiden ve Peygamberlerin yorumlarından anladığımız üzere de, varlığımızın ana sebebi, bizi Yaratan Allah’ın istediği tarzda bir hayat sürdürmemiz, yani “kul” olmamız…

 

Ana hatları ile en önemli ve birinci işimiz bu… Peki, “birinci işimiz bu” demekle işimiz bitiyor mu? Hayır, esas o zaman başlıyor. Ömrümüz olduğu sürece, hayatımızı bu ana ilkelere göre tanzim etmeye çalışmak, en önemli hareket noktamız olması gerekiyor.

Yapacağımız her işte, alacağımız her stratejik ve taktik kararda hep bu hassasiyetlere uygun hareket etmemiz icap ediyor. Yapacağımız işin bilgi ile alakalı arka planı meşru bir temele oturuyor mu? Kararlarımızı verirken bilgi edinme ve karar verme prosesinde doğru yolu izledik mi? Peki, yapacağımız iş, bizim kulluk noktasındaki pozisyonumuza nasıl bir etki edecek?

 

Özetle ana işimiz, yaptığımız ve yapacağımız tüm işleri bu iki mihenk taşına vurmak olmalı. Bu önemli süreç, doğru bir şekilde yürüyorsa sonuçlar her zaman arzu ettiğimiz gibi olmayabilir. Tabii bu demek değildir ki hedeflediğimiz yolda gevşeklik gösterelim. Asla… Elden gelen usulü dairesinde yapılmalıdır. Fakat sonuç istendiği tarzda olmadıysa üzüntüye, yeise kapılmamalı, “olanda hayır vardır” yorumuyla, işe devam edilmelidir.

 

İnsanoğlu, çok mükemmel olarak kurgulanmış bir kader çerçevesi içerisinde yüzmektedir. Küllî iradenin bu mükemmel programını, ona göre çok çok alt düzeyde olan insan idrakinin tam manasıyla kavraması mümkün değildir. Fakat insanoğluna hakikati kavrama noktasında yardımcı olan ve ipucu veren en önemli iki husus, yukarıda izah etmeye çalışılan, vahiyle gelen bilgiye ulaşabilme ve kul olmanın bilincine varabilmedir.

Bu bilince varabilen insan kendi cüz’î iradesinin küllî irade içindeki yerini aslına en yakın tarzda kavrayabilir. Bu kavrayış da insana istikamet verecek olan yegâne kılavuzdur.

 

Bu bilince varan insan ne yapar?

Her hal ve şart altında Rabbinin kendisinden yapmasını arzu ettiği tarzda davranmaya çalışır. Cüz’î iradesini hep o yöne yöneltir. Her ortaya çıkan sonuçta kendi cüz’î iradesinin bir payı olduğunu bilmekle birlikte, tüm olanların küllî irade içinde yer aldığının şuurunda olur. Yapması gerekenleri, yapılması istendiği şekilde yapar ve sonuca tam bir teslimiyyetle rıza gösterir.

 

Kâmil insan, eskilerin deyimiyle “gassalin elindeki meyyit gibi” ölünün yıkayıcısına teslim oluşu gibi kadere rıza gösterir.

Bu hâl, insanın sonuçları değerlendirmesine mani değildir. Değerlendirmesini yapar, sonuçların ortaya çıkmasına giden yolda cüz’î iradenin hatalı davranışlarını tesbit ederse onlardan ders çıkarır, düzeltmeye çalışır. Her doğru davranış, her düzeltme, küllî iradeye dayalı bir eylemdir Yüce Allah’ın küllî iradesinin ne şekilde tecelli edeceğini kullar bilemediğinden her kul, en iyi sonucu oluşturmada kendi müsbet katkısını (yani cüz’i iradesini) en iyiye yönelterek yapma yarışı içinde olmalıdır. Her iyi ve doğru davranış sonsuz ummanda bir katre mesabesindedir.

Bu ummanda yanlışların bile bir hikmeti olduğu muhakkak olduğundan, her işte bir hayır vardır prensibi belki böyle bir gerçeği ifade etmektedir.

 

Evet, özetle ifade etmek gerekirse insan bilgiyi aldığı yere çok dikkat etmeli, her davranışında hareketlerinin ana kaynaktan gelen bilgi ile uygunluğunu test etmelidir. Ayrıca davranışlarının arka planında kul olma bilincinin yatıp yatmadığını da gözlemlemelidir. İnsanoğlunun aslî işi budur. Bu temellere dayanan işler, samimi bir niyetle yapılırsa her zaman ve zeminde doğru bir usulle yapılmış işlerden sayılmaya adaydır.

 

Netice veya sonuç asıl değildir. Asıl olan sonuca giden yolun ve oturduğu temelin doğru ve istendiği biçimde olmasıdır. Bizim işimiz de budur… Biz işimize bakmaya devam edelim…

 

KURBAN VE HACC

Kurban Bayramı yaklaşırken toplumun farklı farklı kesimlerinde değişik bir hazırlık göze çarpıyor. Gazetelerdeki bayram dolayısıyla çıkan çeşit çeşit reklâmlar, “En iyi, en ucuz tatil bizde”, “Tatilde Kuşadası’ndayız” türünde ibarelerle bayramın sadece “tatil” kısmını öne çıkaran bir zihniyetin ürünü. Çalışanlar ise alacakları bayram ikramiyesini ne şekilde değerlendireceklerinin hayali içinde. İkramiyeler ise birçok iş sahibi için bayramı kâbus haline getirecek bir yük.

 

Vakıflar, dernekler şimdiden çalışmalara başladılar. Alacakları fazladan her deri veya her kurban için okutulacak bir talebenin şu kadar günlük ihtiyacı veya yarım kalmış Kur’an Kursu’nun eksik 20–30 tuğlası diye düşünülerek hummalı bir faaliyete girişilmiş. Tabii bu arada bütün yıl boyunca “bizim mahalleye” uğramamış, onu adeta yok saymış bir zihniyet, bayram münasebetiyle ve şaibeli bir kurumla pusuya yatmış, bayramı inananlara nasıl zehir ederim diye planlar kuruyor.

 

Kurban Bayramı’nın önemli diğer bir yanı da Müslümanlar için çok değerli olan hacc ibadetinin bu tarihlerde olması.

 

İslâm’ın şartlarından olan haccın ifası için Müslümanlar, Hicri Zilkade ayından başlamak üzere, yoğun olarak da Zilhicce ayının ilk günlerinden itibaren gruplar halinde hacc yoluna çıkmaya başlıyorlar.

 

Arefe gününe kadar Mekke’ye ulaşıp güneş batıncaya kadar Arafat’a çıkacak olan her Müslüman, Hacı olabilecek ve kul hakkı hariç tüm günahlarından arınmış ve “Bembeyaz bir sayfa” açılmış olarak Müzdelife’ye ve Mina’ya inecek.

 

Hacc, birçok farklı özelliği bünyesinde barındıran müthiş bir olay. Hiçbir insanî komut insanları bu tarz bir hareketin içerisine dahil edemez. Müslümanlar tamamen ay ve güneş hareketlerine bağlı olarak, senenin bir gününde aynı mekânda toplanabiliyorlar ve güneş batıncaya kadar tayin edilmiş olan o “çizgi”yi geçemiyorlar. 1400 küsur senedir her sene bu olay, aynı şekilde gerçekleşiyor. Güneş batıyor, sanki bir yarış startı verilmiş gibi “arınmış” insanlar Arafat”ı terk etmeye başlıyorlar.

 

Sadece bu nokta mı? Hayır. Ali Şeriati’nin Hacc isimli kitabında tasvir ettiği gibi hac iklimindeki her insan, Hz. İbrahim (A.S), oğlu İsmail ve hanımı Hacer arasında cereyan eden senaryoyu, aktörleri kendisi ve ailesi olduğu halde “tek kişilik bir oyun gibi” oynuyor veya daha doğru bir deyimle oynaması gerekiyor.

 

Hiç bir kimsenin bire bir Hz. İbrahim (A.S)’ın saçının teli olamayacağını bildiğimiz halde, sırf Allah için hanımını ve çocuğunu çölde Allah’a emanet ederek vazifeye giden o mümtaz kişinin durumunu hissetmesi, kendini onun yerine koyması, adeta kendi nefsinde aynı imtihanı verip veremeyeceğini sorgulamasına vesile olması “hacc”ın önemli yönlerinden bir diğeri olsa gerek.

 

Çok farklı ülkelerden gelmiş, Kâbe’ye farklı yönlerinden “kıble” diye yönelmiş insanların, tek bir komutla yan yana ibadet etmeleri, aralarında var olan farklılıkların aslında detayda farklılıklar olduğunu kavrayabilmeleri, “hacc”ın sağladığı diğer bir mühim nokta.

 

“Hacc”a giden Müslümanların kendi milletlerinin ötesinde çok büyük bir ümmetin ferdi olduklarını kavramalarında da “Hacc”ın önemli bir faydası oluyor.

 

İdarecileri farklı zihniyetlerde olsa da, aralarında kalın sınırlar bulunsa da, siyasi gündemleri düşman gibi görünse de İslâm kardeşliği Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor, onlara, “kardeşliklerini” hatırlatıyor ve bazen her şeyin “sun’i” olduğunu adeta haykırıyor; sosyal, kültürel “bir”liğin öneminin altını çiziyor.

 

Ya iktisadi hayat… Hacc, Müslümanların sadece ruhi olgunlaşmalarını ve birbirlerinin farklı sosso-kültürel özelliklerini tanımalarını sağlamıyor, ilave olarak iktisadi açıdan da birbirlerine yaklaşmalarını, alışveriş yapmalarını, birbirlerinden bir şeyler alıp satarak meşru şekilde geçinmelerini teşvik ediyor. “Medine Pazarı”nın kurulmasını ve bu pazarda müminlerin birbirleriyle alış-veriş yapmalarını isteyen bir Peygamberin (sav) ümmetine, O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı veriyor hacc.

 

Ve tabii Medine’ye gelen her Müslüman, sanki kendisine sağlığında gidilmişçesine haberdar olacağını müjdeleyen Peygamberini (sav) ziyaret ederek, onun yaşadığı, savaş yaptığı, devlet kurduğu mekânları dolaşarak o tarihi yeniden gözünün önüne getiriyor ve bin bir dersle dolu kutlu yolculuğunu tamamlayıp adeta kan tazeleyerek ülkesine dönüyor.

 

İşte yaklaşan Bayramı, Bayram yapan en mühim noktalardan bir tanesi de kısaca özetlemeye çalıştığım Hacc ibadetidir.

 

İçinde İslâm tarihinin kilit olaylarının sembolleriyle yer aldığı, Müslümanın gerek ruhi olgunluğunu geliştiren, gerek sosyo-kültürel açıdan ufkunu açan, gerek ümmet şuurunu pekiştiren Hacc ibadeti, Kurban Bayramı ile Müslümanların gündeminde çok önemli bir yer tutmalıdır.

 

Kurban Bayramı bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

ERHAN ERKEN

Mart-Nisan 1996 MUSİAD BULTENİ

 

İZ BIRAKANLAR


Bu yazıda sizlere üç şahıstan söz etmek istiyorum. Bu üç şahıs farklı tarihlerde ve farklı çevrelerde yaşamış olmalarına rağmen birbirlerine benzeyen bazı önemli özelliklerden dolayı böylesi bir yazının konusu oldular. Bu arada, bahsi geçen kişilerin söz konusu ettiğimiz özelliklere sahip yegâne insanlar olmadıklarını da belirtmemizde fayda görüyorum.

 

Nedir bu üç insanı birleştiren özellikler? Bu kişiler yaşadıkları dönemlerde yaptıkları bazı işlerden veya hayata bakışlarındaki temel bazı hususiyetlerinden dolayı kendilerinden sonraki devreleri de etkilemişler ve başlıktaki ifademize uygun olarak söylemek gerekirse “iz bırakmışlardır.”

 

Bahis konusu edeceğimiz ilk zat, İstanbul şehrinin adeta medar-ı iftiharı olan Hz. Ebu Eyüb El Ensari Hazretleri’dir. Eski İstanbul’un yeşil kalmış nadir semtlerinden kendi adıyla anılan Eyüp Sultan’da medfun bulunan bu ulu zat, her gün binlerce kişi tarafından ziyaret edilmekte, din ile bağlantılı hemen her temel hadisede Müslüman halk tarafından muhakkak hatırlanmaktadır.

 

Ebu Eyüb Halid Bin Zeyd El Ensari Hazretleri’nin beni en çok etkileyen yönü, bundan 1400 küsur sene evvel hayvan sırtında, sırf Resül-u Ekrem (sav)’in sözünde işaret ettiği şehri fethetmek için binlerce kilometre uzaklıktaki hiç görmediği bir şehre gelmiş olmasıdır. O şehri yine görememiş, fakat uğrunda şehit düşerek kendisi için “gurbet” olan bir diyarda defnedilmiştir.

 

Bu ne iman,  bu ne teslimiyettir ki, insanları en zor şartlarda bile aylarca süren seferlere çıkarabiliyor, yaşlı canlarıyla onları hayvan sırtında binlerce kilometre uzaklıktaki bir diyara cihada gönderebiliyor.

 

Eyyüb El Ensari (ra), hakikat bildiği yolda engel tanımayan bir insandı. Onun içindir ki yüzyıllar sonra bile insanları hatırasıyla irşada devam etmektedir.

 

Üzerinde duracağımız ikinci isim Robert Kolej’in kurucusu Cyrus Hamlin…

Eyyüb El Ensari’den sonra bu ismin ne yeri var diye sorabilirsiniz. Fakat Hamlin’in yaptığı işin üzerinde biraz durduğumuzda hangi noktada bağlantılı olduklarını daha iyi görmemiz mümkün olacaktır.

 

Hamlin, 1839 yılında genç bir üniversite mezunu olarak misyonerlik ateşiyle Amerika’dan kalkıp Osmanlı’nın başşehri İstanbul’a gelmiştir. Bundan yaklaşık 150 küsur sene evvelinin şartlarıyla okyanus aşırı bir ülkeye sırf kendi inançlarını aşılamak için gelen bir Amerikalı. İstanbul’da özel bir okul açmaya karar veren bu genç adam, 1856 yılında Christopher Rhinelander Robert ile tanışır ve meşhur Osmanlı diplomatı Ahmet Vefik Paşa’nın Bebek sırtlarındaki arazisini satın alarak işe girişir. İnşaatın uzaması üzerine Bebek’te küçük, kiralık bir binada 4 öğrenci ile öğretime başlayan okula finansörünün ismi verilir: “Robert College”

 

Okul, Türk topraklarında Batılı manada birçok “ilkin” öncüsü olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkün: Okulun Bebek kampusünde ilk futbol oyunu, yine aynı kampuste Avrupa ve Türkiye’nin ilk modern kapalı spor salonu, ilk basketbol oyunu, R.C. Players adıyla Türkiye’de (o zaman Osmanlı) ilk öğrenci tiyatro kulübü, öğrenci kızların ilk defa bir tiyatro oyununda rol alması, mezunları arasında ilk kadın Profesörün bulunması, İngilizce roman yazan ilk Türk’ün bu okuldan mezun olması, Amerika’da ve İngiltere’de sahneye çıkan ilk Türk’ün buranın mezunu oluşu v.s.

 

Daha sonra bünyesinden Boğaziçi Üniversitesi’ni çıkaracak olan Robert Kolej’in Batılı değerlerin Türk kültürüne ithalinde ne denli öncü bir rol oynadığını ve Türkiye’nin Batılaşma sürecinde üst düzey ne tür etkilerinin bulunduğunun dikkatli bir gözle bakmayınca görmememiz mümkün değildir. Bugün Türk siyasi hayatının en önemli noktalarında Robert Kolej ve Boğaziçililerin bulunması bana göre Cyrus Hamlin’in eseridir. Kendince kutsal bir dava için Amerika’dan kalkıp Osmanlı payitahtına gelen bir idealistin gayretinin 150 küsur yıl sonraki meyvesidir bunlar. Unutmayalım ki Allah (cc) adildir ve çalışana karşılığını verir. Hayırda yarışana ise ekstradan kat kat vereceğini vaat etmektedir.

 

Üçüncü misalimiz Bediuzzaman Said-i Nursi’dir. Said-i Nursi’nin tüm yaşamının İslâm uğrunda gayret etmek, bir diyardan öbür diyara koşuşturmak, sürgün edilmek ve hapislerde sürünmekle geçtiğini hemen hemen bilmeyenimiz yoktur. Bu kadar meşakkate uğramış olan bu zatın hayatı, gözyaşları içinde okunabilecek derecede acıklı bir zaman dilimini kapsar.. Bugün yattığı yer bile bilinemeyen Said-i Nursi’nin açtığı yolda yürüyen, yıllar sonrasında da olsa ondan feyz alan insan sayısı milyonlarla ifade edilebilmektedir.

 

Hangi inanca sahip olursa olsun kendinden sonraki nesle bir eser bırakan, bir çığır açan, insanları yıllar; hatta asırlar ötesinden etkileyen kahramanların hayatlarındaki en önemli benzerlik, normal insanların ölçüleriyle davaları uğruna yaşamlarını adeta feda etmeleridir. Hangi medeniyet çerçevesinde olursa olsun, ancak bazı hayatların feda edilebilmesiyle kalıcı eserlerin ortaya konulabileceğini bizlere gösteren yukarıdaki misallerin ışığında, bu yazının yazanın da dâhil olduğu hemen herkesi daha derin düşünmeye davet ediyorum.

ERHAN ERKEN

Ekim 1994 MUSİAD BULTENİ

 

BİR YILI DEĞERLENDİRİRKEN

MÜSİAD BÜLTEN’inin 1996 yılında ilk sayısına başlarken, geçtiğimiz yılın genel bir değerlendirmesini yapmayı planlıyordum. Bu niyetle masanın başına oturup 1995 yılının önemli olaylarını düşünürken, bir yandan da bu olayları belli bir tasnife tabi tutmaya çalışıyordum. Zihnim böyle bir faaliyetle meşgul iken boşta kalan gözlerim kütüphanenin raflarında geziniyordu. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddi bir çalışmanın ürünü olarak yayınlanan Şark İslâm Klasikleri’nin bulunduğu bölüme geldiğimde Sadi’nin Bostan adlı meşhur eseri sanki özellikle dikkatimi çekti.

 

Kitabı karıştırdıkça, binikiyüzlü yıllarda kaleme alınmış ibretli hikâyelerin, uzun bir zaman çizgisi içinde, tek bir yılın değerlendirilmesinden çok daha önemli ve kuşatıcı olabileceğine kanaat getirdim ve bazı hikâyeleri beğeneceğinizi ümit ederek seçmeye başladım.

 

Düşündüm ki bu hikâyelerin büyük çoğunluğu insanoğlunun hiçbir devirde değişmemiş ve değişmeyecek olan yönlerini konu edindiği için, dünün insanına hitap ettiği gibi bugünün ve muhtemelen yarının insanına da hitap edebilecektir.

 

O zaman 1995 yılının genel değerlendirmesi olarak başlayan bu yazımızın, muhtemelen 1996, 1997 ve takip eden yılların da genel değerlendirmesi olmaya aday bir muhtevaya  sahip olduğunu iddia etmek mümkün olabilir.

 

Sizleri, Sadi’nin Bostan adlı eserinden derlediğimiz hikayelerle baş başa bırakırken, her anını tefekkür ve tezekkür ile geçirebileceğimiz nice yıllar temenni ediyoruz

 

Kızıl Aslan’la Danışman

 

Kızıl Aslan’ın sağlam bir kalesi vardı. O kadar yüksekti ki Elvend (Batı İran’da yüksek bir dağ, 3900 m.) dağından boynunu yüceltirdi. Yolu, gelin zülfü gibi kıvrım kıvrım olan bu kalede kimseden endişe edilmez ve hiçbir şeye ihtiyaç duyulmazdı. Bir bahçenin içinde, lacivert tabağa konmuş yumurta gibi, görülmedik bir şeydi.

 

Bir gün padişahın yanına, uzak yollardan, huzuru mübarek bir zat  (Emir) geldi. Bu zat diyar diyar dolaşmış ve cihan görmüştü; gerçeği tanıyan hünerli bir adamdı. Güzel konuşuyor, her şeye aklı eriyor, çok şeyler biliyordu. Hâsılı sözü sohbeti yerinde bir bilgeydi.

 

Kızıl Aslan dedi ki:

-“Bu kadar gezmişsin, bunun gibi sağlam bir kale gördün mü?”

 

Adam gülümsedi:

-“Evet, dedi, çok hoş bir kale. Ancak sağlam olduğunu zannetmiyorum. Değil mi ki senden önce daha birtakım azameti padişahlar buna sahip olmuşlar ve içinde birkaç zaman kaldıktan sonra bırakıp gitmişlerdir? Ve değil mi ki senin ardınca başka padişahlar da gelecekler, burada yaşayacaklar ve senin ümit ağacının meyvesini onar yiyecekler? Şu halde babanın saltanat devrini hatırlayarak gönlünü bu gibi düşüncelere bağlamaktan kurtarmalısın. Nitekim felek tutmuş, babanı bir köşeye oturmuş. Öyle oturtmuş ki şimdi bir mangıra dahi hükmü geçmiyor. Her şeyden, herkesten nevmit olduğu için ümidi ancak Allah’ın lütfüne kalmıştır. Akıllı adamın nazarında dünyanın çöp kadar kıymetli yoktur. Çünkü o, her zaman bir başkasının mekânı olmuştur.”

 

 

 

 

(…)

 

Cömertliğe dair…

 

Eğer akıllı isen ‘mânâ’ya meylet. Zira yerinde kalacak olan şey mânâdır, sûret değil. Şu halde bilgisi, cömertliği ve takvâsı bulunmayan kişinin sûretinde de hiçbir mânâ yoktur.

 

Ancak halkın gönül rahatlığı ile yatmasını sağlayan kimsedir ki toprağın altında rahat uyur.

 

Sen kendi kaygını sağladığında çek; hısımların hırsa düşerler, ölenle ilgilenmezler. Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.

 

Gönlünün perişan olmasını istemiyorsan perişan olanları gönülden çıkarma. Hemen bugünden hazineyi dağıt; yarın bunun anahtarı senin elinde olmayacaktır. Sen kendi azığını yanında götür; çoluğundan-çocuğundan acımak gelmez.  Ahirete giderken azığını yanına alan kişi, devlet topunu dünyada iken çelmiştir. Dünyada hiçbir kimse benim sırtımı kendi tırnağım gibi kaygılanarak kaşımaz (Arap Atasözü). Şimdi nen varsa avucuna al, ihsan et. Yarın pişman olur, elinin tersini dişlersin.

 

Yoksulun çıplak vücudunu örtmeye çalış ki Allah’ın affı da senin günahlarına perde çeksin. Garibi kapından nasipsiz çevirme. Allah yargılasın, sen de kapılarda garip olabilirsin.

 

Başkasına muhtaç olmaktan korkan büyük insan muhtaç olanlara iyilik eder.

 

Hastaların gönlünü gözet. Mümkündür, günün birinde senin gönlün de hastalanabilir. Acizlerin gönlünü sevindir ve acze düşeceğin günü hatırla. El kapılarında dilenci değilsin; bunun şükrânesi olarak kapından dilenciyi kovma.

(…)

Gönülsüzlüğe dair…

 

Ey Allah kulu, Yüce Allah seni topraktan yarattı; sen de toprak gibi gönülsüz ol: Hırsa kapılma, başını dikme, dünyayı yakma. Madem ki O seni topraktan vâretmiş, sen de ateşe benzeme. O korkunç ateş vaktiyle başını yüceltip kibirlenirken toprak aciz davranmış; o kibirlendikçe bu alçak görünmüştü. Fakat böyle olduğu içindir ki ondan şeytan, bundan insan yaratıldı.

 

(…)

Yağmur tanesi

 

Bir buluttan bir damla yağmur düştü. Bu damla denizin genişliğini görünce utandı:

“Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum? Eğer deniz buysa gerçekten ben hiçim” dedi.

Damla kendisini hor görünce sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi. Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki, nihayet padişahlara yaraşan namlı bir inci oldu.

Hâsılı, bir yüceliği kurumsuz olmakla buldu; yokluk kapısını çaldığı için var oldu.

(…)

Dünya evi

 

Gönül erlerinden biri, iyi bir adam, kendi boyuna yetecek kadar bir ev yapmıştı. Bir başkası dedi ki: “Biliyorum, sen bu evden daha iyisini yaptırabilirdin.”

Gönül eri: “Hayır, diye cevap verdi, ben köşk yüceltmekten ne bekleyebilirim? Bırakıp gitmek için bu da kâfîdir.”

Oğlum, sel yoluna ev yapma; bu binayı (Burada dünya evi anlamında) kimse tamamlayamamıştır. Kervancının yolda ev yapması, akıl, tedbir ve marifet işi değildir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Şubat 1996