Daha iyi bir eğitim sistemi için anlamlı sorular sormak

27-29 Mayıs 2016 tarihlerinde Gaziantep Üniversitesi ve Şahinbey Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği Eğitim Sempozyumunun Eğitim ve İnsan başlıklı panelinde, Erhan Erken tarafından sunulan tebliğin metin haline getirilmiş şeklidir.

Öncelikle eğitimle ilgili çok fazla tarif bulabilmek mümkün. Bunların arasından ilginç gelebilecek bir kaç tarifi naklederek başlayabiliriz

Eğitim, insanoğlunun yaratılışında mevcut olan kabiliyetlerinin ve özeliklerinin (bu özellikler ruhi, bedeni ve zihni mahiyette olabilir) gelişmesini sağlar

Kınalızade’nin tarifine göre ‘kişiyi dini ve dünyevi vazifelerini hakkıyle yerine getirebileceği bir hale ulaştırır.’

Eğitimin diğer bir önemli yönü: Nesiller arasında kültür aktarımını sağlamak.

Bir başka yönü de: İnsanoğlunun becerisini geliştirmek ve onu meslek sahibi yapmak

Modern dönemlerdeki kullanımıyla eğitim, iyi yurttaş yetiştirme ve tebaayı denetleme aracı olarak kullanılmaya da çalışılmıştır. Altusser ve Gramchi gibi Marksist eğilimli bazı düşünürler ise Eğitimi Devletin İdeolojik bir aygıtı olarak değerlendirmişlerdir

Türk Milli Eğitiminin ulaşmak istediği nokta 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununda şöyle belirtilmektedir; iyi vatandaş, iyi insan, iyi meslek sahibi birey yetiştirebilmek

Bununla birlikte bazı tartışmalarda eğitimde ‘iyi vatandaş’ veya bunu daha çok memur yetiştiren zihniyet olarak ele alan düşünceye karşı kendi ayakları üzerinde duracak, biraz daha pragmatist bir insan tipi oluşturma hedefinden de bahsedilir.

Son dönemlerde girişimci insan tipi yetiştirme konusu da bu hedefler içinde yer almaya başladı

……..

İnsanoğlu doğduğu andan itibaren bir eğitim sürecinin içine girer. Sürekli bir şeyler öğrenir. İlerleyen zamanlarda bu öğrenen varlık öğretmeye de başlar. Bir birikimi birilerinden alır ve bu birikimi başkalarına aktarır.

Osmanlıya kısaca göz attığımızda Medreselerin verimli olarak hizmet gördüğü dönemlerde bir öğrencinin okuduğu mekandan ziyade ders aldığı Hoca’nın isminin daha önde olduğunu görüyoruz. Tabii bu dönemlerde daha çok diz dize eğitim önemli. İcazet, meşk gibi ilim ve sanat aktarım yolları eğitim yöntemi olarak yaygın olarak kullanılmakta

Eğitim olarak tanımladığımız bu aktarım mekanizmasının zamanla kitleselleştiğini görüyoruz. Buna yönelik de çeşitli yapılar ortaya çıkıyor. Tarihi sürece çok detaylı olarak girmeden günümüze doğru hızlıca gelirsek, son dönemlerde en belirgin tanımlamayla örgün eğitim kurumlarının oluştuğunu görüyoruz. Onların yanında da yaygın eğitim kurumları gelişiyor. Bunların dışında da daha bireysel, daha bağımsız, bazen de okulsuz bir toplum arayışına varacak tarzda oluşumlar meydana çıkıyor.

Bir eğitim çalışmasında önemli nokta öncelikle onun nasıl bir felsefi yaklaşıma sahip olduğudur. Nasıl bir toplum hayali kuruyor ve toplumun oluşması için nasıl bir insan tipini gerekli görüyor.

EĞİTİM FELSEFESİ GENEL OLARAK ŞU SORULARA CEVAP ARAMAYA ÇALIŞIR;

•İnsan nedir?

•Eğitim nedir?

•Eğitimin amacı nedir?

•Kimler, niçin eğitilmelidir?

•Eğitimin içeriği ne olmalıdır?

•Ne ne kadar öğretilmelidir?

•Eğitimde insana ne kazandırılmalıdır?

Eğitimle ortaya çıkması arzu edilen insan tipinin hangi bilgilerle, hangi becerilerle, hangi yetkinliklerle donatılmış, hangi ahlaki özelliklere sahip olarak yetişmesi gerekiyor? Bu özelliklere sahip olan insanın nasıl bir estetik derinliği olmalı sorusunun da cevabı önemli.

Eğitimin amaçları, içeriği, öğretim yöntemleri, benimsenen felsefeye göre biçimleniyor.

Çeşitli felsefi akımların, varlık, bilgi, değerler, ahlak, insan ve insanın eğitimine ilişkin bakış açıları eğitimi şekillendirmektedir….

Varlığı ve insanı tanımlamak için uğraşan tüm düşünce ekolleri ve onların alt birimi olan eğitim felsefeleri çok sayıda sorular sormuş ve bunları cevaplamaya çalışmışlar…

TEMEL SORULAR ŞUNLAR OLMUŞ

Öncelikle en mühim soru: Varlığın sebebi nedir? İnsan niçin vardır? İnsanın varlığına karar veren güç veya saik kimdir veya nedir?

Biz bu konuda bir aydınlığa kavuşabilmek için hangi bilgi kaynaklarını kullanmalıyız?

Ondan sonra nasıl bir aksiyon almalıyız, yani amellerimiz nasıl olmalıdır?

Bizim ait olduğumuz inanç sistemi ve medeniyet bu soruları ( benim cümlelerimle) özetle şöyle cevaplamış… :

Allah mutlak hakimdir ve insanlar O’nun kuludur.

Kainat, insana hizmet eden bir yerdir.

Dünya ve Ahiret diye birbirini tamamlayan iki varlık alemi mevcuttur. Bunların ayrı ayrı değil, bir ve beraberce değerlendirilmesi gerekmektedir…

Bu temel bilgileri nereden öğrenmeliyiz?

Öncelikle Kitap’tan yani Kur’an-ı Kerim’den ve Kur’anı bize ulaştıran Peygamber (a.s)’ın sözlerinden ve fiillerinden. Kur’an’ın bize ulaşmasını sağlayan en önemli vasıta ise vahiydir..

İlave olarak bunları anlamlandırabilmek için yine bu iki kaynaktan anladığımız fıkhetme gibi temel bir bilgi kaynağımız daha var. Yani aklı kullanmak da çok önemli…

Burada tarih içinde bazı yorum farklılıkları ortaya çıkmış. Kaynakların önem sırasını farklı gören ekoller olmuş… Ama ana omurgadan sapmadıkça ihtilafta rahmet vardır diye mesele kısmen çözülmüş.

Bunlar değişmeyen değişkenler. Yaşanan hayat ve o hayatın içindeki her kurum, yapı, sosyal, siyasal, iktisadi vs her sistem bu temel argümanlar çerçevesinde oluşturulmalı ki ana varlık teorisine uygun olsun. Tabii insan eğitimi ile ilgili temel yaklaşımlarımız bu ana kaynaklara bağlı olarak şekillenmeli ki istikamet üzere olabilelim

Bunun dışında farklı görüşler ve felsefi yaklaşımların da var olduğunu görüyoruz.

Hristiyanlıktan kaynaklanan ve tarih içinde eğitim kurumlarının arka planında çok etkili olmuş bir dalga var. Bu dalga içinde kilise çok etkili ( Batıdaki eğitim kurumlarının temelinde genellikle kilise var) Misyoner okulları özellikle bizim coğrafyamızda çok çalışmış, hala da çalışmadıkları söylenemez. Fakat onlar da kuruluş felsefelerinde belli değişiklikler yapmış durumdalar.

Batıda Din, mevcut durumu itibariyle, temelde etkin olsa da gittikçe hayatın içinde kenara sıkışmış bir durumda, adeta dekoratif bir figür gibi. ( Bizde ise nasıl olduğuna dair üzerinde çokça düşünmeliyiz) Laiklik akımı dinin toplum içindeki yerini gittikçe daraltmış.

Laikliğin bizim gibi toplumlarda gelişmesi ile bizde de bu durum yaygın olarak yerleşmiş durumda…

Özellikle batıdaki aydınlanma dönemi sonrası ortaya çıkan çeşitli yaklaşımlar var: Bunlar daha çok materyalist ve pozitivist yaklaşımlar…

Bu yaklaşımların merkezinde genellikle insan aklı var. RATİO veya US

Üniversitede politik sosyoloji diye bir ders almıştık. Oradaki hocamızın çözümlemesi benim zihnimde çok derin bir yer etmişti. Hocamızın anlatımına göre ‘ Batı’da ortaya çıkmış olan bu tür düşünce ekollerinde hakikatın temeli Ratio’dur. Dinde Vahyin aldığı yeri Bilim alır. Bu ekollerin peygamberleri de Bilim adamlarıdır ‘derdi..

Mesela şu anda dünyaya büyük bir oranda egemen olan Liberal bir yaklaşım var. Onun temelinde ise insanı tüm bağlardan kurtaralım ve özgür kılalım görüşü hakim. Bu özetle ifade etmek gerekirse insanı ve onun aklını merkeze alan bir yaklaşım. Burada bizdeki Hududullah’ın bir önemi yok gibi görünüyor.

Bunu geliştiren bir diğer düşünce ekolü: İnsanın maksimum haz almasını sağlayan bir düşünce tarzı.. ‘En fazla sayıda insanın en fazla mutluluğu’ ( Jeremy Bentham)( faydacı teori)

Bu teoriye göre tek gerçek hayat. Ölüm sonrasının bir hükmü yok.

Tabii yine materyalist bir temele oturan Marksist yaklaşım da önemli bir etki oluşturmuş.

Bunları çok fazla çeşitlendirebiliriz… ( Özetle şöyle sıralayabiliriz)

İdealist felsefe/Platon, Kant, Hegel/ Fikir, ruh önde. Eğitim bireyin özelliklerini ortaya çıkarmalı kendisini keşfetmesini sağlamalı

Realist felsefe/ Descartes, Spinoza/ Gerçek, insanın zihni dışında var. İnsan ona uyabilmeli

Pragmatik felsefe/ John Dewey./ İnsan ve yaşama pragmatik yaklaşır. Bireyi güçlü, ehliyetli verimli yetiştirmek gerekir. Birey değişen şartlara uyabilen bir tarzda yetişmelidir

Varoluşçu felsefe/ Nietche, Sartre/ İnsan kendini keşfedebilmelidir. Eğitimin amacı özetle bu. Bireyi merkeze alır ve ona bir bütün olarak bakar. Standartlaşmaya karşı. Eğitim bireysel bir çabadır..

Eğitim felsefesi alanında ise…

Daimicilik (Perennializm)

Esasicilik (Essentializm)

İlerlemecilik (Progressivizm)

Yeniden kurmacılık (Recontructionizm)

Varoluşçu eğitim vs.

Konumuz sadece felsefe ve buna bağlı eğitim felsefesi olmadığı için bu bahsi burada nihayete erdirmek ve daha genişçe bilgi almak isteyenleri bu konuda var olan yoğun bir okuma listesi ile baş başa bırakmamız gerekiyor.

Yeniden kendi eğitim tarihimize dönersek; Tarihi sürecimiz içerisinde başlangıçtaki varlıkla ve kaynaklarla ilgili ana tercihlerimizde hiçbir tereddütümüz yokken (veya çok daha azken dersek belki daha doğru olur), kendi içinde dengeli bir yapımız vardı.

Yaklaşık 200 yıldır gittikçe artan bir düzeyde Batı medeniyetinin etkisine giren bir coğrafyanın içindeyiz. Bu süreçle birlikte o bahsettiğimiz dengeli yapıda önemli değişiklikler meydana geldi.

Bugün için şu soruyu sormamız önemli diye düşünüyorum:

Bu coğrafyada yetişen insanlar ve toplumlar olarak bizi ciddi olarak etkileyen bu dalgaya karşı tavrımız ne olmalıdır?

Bir dönem Batılı akımlar ve oradan gelen düşünceler adeta topyekün kabul edilme yoluna gidildi. Başta aydınlar olmak üzere toplumu yöneten ve yönlendirenler bu akımlardan etkilendiler ve başka bir medeniyetin adeta gönüllü takipçileri ve zamanla muallimleri ve uygulayıcı oldular.

Onlar eliyle toplum değiştirilmeye çalışıldı. Hatta bu değişim istek dışı ve bir anlamda zorla oluşturuldu. Burada da en önemli enstrüman eğitim oldu.

Batı tipi okullar açıldı. Bu felsefi ekollerin temsilcilerinin etkilediği aydınlar ülkede daha çok materyalist bir hava estirdiler. Fransız devriminin havası, ideolojiler çağı çok etkili oldu

Bu yüzyılın başında ise geçmişle aramızda ciddi bir kopukluk oldu..Dil değişti, yazı değişti, tarihe bakış değişti ve adeta rota değişimimiz daha keskin bir hal aldı.

Yeni bir limana dümen kırdık.

Temel varlık ve ilgi teorilerimizi değiştirmeye yönelik ciddi bir dönüşüme uğradık

Bu, halkın temel görüşlerini ve düşüncelerini değiştirmeye yönelik bir önemli devreydi

Eğitim sistemi buna göre kurgulandı

Batıdaki bir çok görüşün ülkemizdeki takipçileri oluştu.

1869’daki Saffet Paşa’nın Maarif Nizamnamesinin, Emrullah efendinin toplumu yukardan aşağı değiştirmeyi savunan ve önceliği yüksek eğitime önem veren Tuba Nazariyesinin, Satı Efendinin eğitimde aşağıdan yukarı gelişmeyi savunan teorisinin, Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet düşüncesinin, hasılı neredeyse hepsinin arka planında batılı bir veya birkaç düşünürün fikirleri vardı.

Mesela Cumhuriyet sonrası Türkiye’ye davet edilen John Dewey ile birlikte onun fikirleri ilk dönem tepe yöneticilerini etkiledi ve eğitimde Amerikan yaklaşımına geçişin temelleri atıldı. Daha birçok batılı düşünürün çeşitli seviyelerde etkileri oldu.

Aradan yıllar geçti,

Bu dönemlerde on yılda 15 milyon insan yarattık her yaştan diye marşlar bestelendi. Köy enstitüleri açıldı. Dini eğitim bir dönem neredeyse topyekün yasaklandı. Buna rağmen büyüklerimizden öğrendiğimize göre, 50’li yıllarda ezan yeniden aslı gibi okunduğu gün insanlar bu sesi ağlayarak dinlemişlerdi

Şimdi geldiğimiz noktada şu soruyu sormak ve cevabını aramak çok önemli ve gerekli: Toplum bu tercihlerden ve değişimlerden memnun mu? Memnun ise ne kadar memnun?

Burada şunu görebiliyoruz: Altusser veya Gramchi’nin hayal ettiği tarzda Devletin ideolojik aygıtı olarak kullanılmaya çalışılan eğitim, her zaman toplumu istendiği gibi yukarıdan aşağı değiştiremiyor. Vesayet veya baskı bu değişimi tam olarak gerçekleştiremiyor.

Peki etkilemiyor mu?

Ciddi olarak etki yapıyor ama sonuçları yine de her zaman uygulamayı yapanların kurguladığı gibi oluşmuyor. Burada sonuçlara etki eden başka bir şeyler var.

Yani bugün herhangi başka birisi de kendi felsefi yaklaşımına göre bir toplum hayal edip bunu baskı yaparak ne kadar uygulayabilir?

Demek ki bu yöntem çok sağlıklı değil gibi görünüyor.

Bu gün için de görünen o ki toplum öz değerlerinden tam manasıyla kopmak istemiyor. Tüm aksi gayretlere rağmen özüne yöneliş sürüyor. Mesela toplumda Allah’a inanma oranı yaklaşık yüzde 80’lere varıyor. ( gençlikle ilgili bir araştırmanın sonucu) Toplum aynı oranlarda Peygambere (a.s) saygı gösteriyor. İyi kötü bayram namazına gitme oranı yüzde 75-80. Cenazelerin camilerden kalkma oranı da çok yüksek seviyede. Toplumda inancı olmadığını iddia eden insanların çok büyük bir kısmının naaşı, vefatından sonra cenaze namazı kılınmak üzere camilere geliyor.

Bilgi kaynaklarımız olan Kur’an ve Sünnet’e sathi düzeyde de olsa bir saygı var.

Fakat Batılı etkilenme de yoğun. Şeklen veya lafzen görünen yönelişin içi çok dolu değil. Kitleler doğru ve sahih bilgiyi nerelerden elde edebileceğini tam olarak bilemiyor

1999 Yılında Devlet ilk defa Osmanlının kuruluşunun 700’üncü yılını kutladı. Ömrümüzde gördüğümüz en stratejik olaylardan biriydi. Tarihimizle kısmen barışma işaretiydi bu.

BU NOKTADA BAZI SORULAR SORMALIYIZ?

Türkiye’nin geldiği bu noktada bizim eğitim felsefemizin ne olması gerekiyor?

Bu felsefe nasıl tespit edilecek?

Burada toplumda nasıl bir konsensüs sağlanacak?

Toplumun önem verdiği değerleri eğitim sistemimizin içine nasıl taşıyacağız?

Bugün bu değerlerin ne kadarı eğitim sisteminin içinde yer alıyor?

1982 Anayasası ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi mecburi yapıldı. Fakat bu Dini öğrenmek isteyenlere sağlıklı bir imkan tanımıyor. Son yıllarda seçmeli derslerle bu imkanı kısmen sağlandı.

Fakat bu ne derecede ihtiyacı karşılıyor?

Bu dersleri sağlıklı verecek öğretmen kadromuz yeterli mi?

Toplum içinde yaptığımız gözlemlere göre bunun pek de yeterli olmadığını müşahede ediyoruz

Globalleşen dünyada ve Batının her şubesi ile o din dışı etkileri toplumlara taşıdığı, adeta içine zerk ettiği bir dünyada bizler ve nesillerimiz kendi öz değerlerimizi nasıl koruyacağız?

Eğitim sistemimiz nasıl kurgulanmalı ki bu dış dalgalara karşı insanımızı etkilenmekten koruyalım ve biz de karşı dalga oluşturacak bir insan tipi oluşturalım?

Bunu sağlamak için öncelikle felsefi düzlemdeki gayretlerimiz hangi esaslara dayalı olmalı?

Bu felsefi gayretler ile birlikte bunun uygulanmasında sadece elitleri ve aydınları mı öncelemeliyiz? Yoksa aşağıdan yukarıya doğru mu bir yöntem izlemeliyiz? Yoksa ikisini de dengeli mi yapmalıyız?

Bu noktada Devlet nerede olmalı? Daha önceleri olduğu gibi yukarıdan aşağı belirleyici ve vesayetçi bir devlet yapısı ne kadar sıhhatli?

Aile nerede olmalı, elitler nerede olmalı? Sivil toplum nerede olmalı?

Bugüne kadar bunların halka sorulduğunu kimse iddia edemez. 28 Şubatta insanlar devletin yaptığı seçme sınavı ile İmam hatiplere gönderdikleri çocuklarını üniversiteye giriş imkanları ellerinden alındı diye bu okullardan almak zorunda bırakıldılar. Almayanların çocukları üniversitelerde doğru dürüst yerlere giremediler.

Meslek lisesine giden çocuklar bir dönem büyük haksızlığa uğradılar.

Geçmişteki bu adaletsizlikler son dönemlerde büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.

Şimdi yeniden bir eğitim sistemi kurgulamaya çalışırken farklı felsefi yaklaşımlara sahip insanların talepleri sistemde nasıl yer alması gerekiyor?

Özellikle toplumumuzun ciddi bir değişime uğradığı ve dış etkilere açık olduğundan hareketle çoklu ve seçmeli bir bakış açısı çok daha tercih edilebilir olarak görünüyor.

Tek tip yaklaşımlar, içinde bir çok tehlikeyi barındırıyor..

Burada kamu otoritesi tarafından, insanların üzerinde ittifak ettiği veya uzlaştığı noktalara uygun olarak bir yapının belirlenmesi daha anlamlı bir tercih olarak görünüyor.

İdarecilerin kendinden menkul, yönlendirici, baskıcı bir tavrı olmamalı, onların yaklaşımları aksine kolaylaştırıcı olmalı..

Farklı taleplere göre o insanların ve toplulukların isteklerine uygun cevaplar ve çözümler bulabilme yolları aranmalı.

Tabii bu öncelikle Anayasanın başlangıç ilkelerinden başlamalı ve sonrasında da bu minvalde kurgulanabilmeli

Eğitimde yetiştirilecek insan tipinin vasıflarına kadar gelmeli

Buralarda Devlet, aydınlar ve aileler hepsi etken olabilmeli

Bu ana tercihlerde uzlaşma sağlandıktan sonra diğer konulara geçilmeli..

Çocuklarımızın okudukları kitaplar sadece Talim Terbiye Kurulunun içindeki bir avuç kişinin inhisarında olmamalı..

Yüksek öğretim sadece YÖK sisteminin tepe yönetiminin yönlendirmesi altında çalışmamalı.

Eğitim alan kitlenin arzu ve istekleri sistemde bir yerlerde karşılık bulabilmeli…

Tabiidir ki bu hususların sağlanabilmesi için top yekun bir sistem oluşturulmalı.

 

Burada öncü gruplar yani hem işin felsefi yönü ile ilgilenenler hem de eğitimciler, yani hocalar, muallimler veya öğretmenler hangi özellikler ile donatılmış olmalı?

Çocuk, eğitimci veya eğitim kurumu, aile, çevre, devlet gibi tüm unsurlar içinde eğitimin alacağı yönü hangileri ne kadar etkilemeli? 

Sorularımıza devam edelim;

Eğitimde araç, gereç, kitap, yeni malzemeler olarak bilgisayar, akıllı tahta vs üretilmesinde hangi kıstasları öne alacağız? Burada aletlerin biçiminden öte içeriklerinin çok önemli olduğunu hiçbir durumda göz ardı etmememiz gerekiyor.

Her öğrenciye tablet vermek, hepsini bilgisayar sahibi yapmak tamamen şekilsel bir durum. O aletlerin taşıdığı bilginin üretilmesinin o aletten çok daha önemli olduğunu ihmal etmemek gerekiyor.

Eğitim yapılacak mekanların mimari özellikleri konusunda nelere dikkat edeceğiz?

Bu husus da çok önemli. Derslikler, onların yapısı, bahçe düzenleri çocukların en iyi eğitimi almalarına imkan verir bir tarzda olmalı. Mesela, Oxford’daki kolejlerde tüm yapıların bir şapel etrafında yerleşmiş olduğunu görmek mümkün. Bu eğitim kurumunun felsefesi ile ilgili temel bir tercihi gösteriyor

Her eğitim kurumunda kütüphaneler merkezi bir yere yerleştirilmeli..Çok şık ve çocukların kitap okumasını ve araştırma yapmasını teşvik eder bir tarzda olmasına özel önem verilmeli

Galatasaray Lisesi’nde Selim Sırrı Tarcan adıyla anılan iç basket sahasının eskiden okulun mescidi olduğunu oradan mezun olan çok kişinin bilmediği söylenir. Osmanlı’nın batıya açılan pencere olarak tanımladığı bu Sultani’de mescit çok merkezi bir yerde bulunuyor. Daha sonra minberi de kapatılıp spor salonu yapılıyor.

Boğaziçi Üniversitesi gibi bireysel özgürlüklere çok fazla önem verdiğini iddia eden bir okulda mescit, öğrencilerin yıllarca süren taleplerine rağmen ancak bu yıl açılabildi…

İngiltere’deki bir başka önemli okul olan UCL (University College London) de öğrencilerin gruplar halinde ders çalışmalarını sağlamak için sınıfların büyüklükleri belli bir oranda tutulmuş. Bu mimari yapı gurup çalışmalarını destekler mahiyette kurgulanmış.

Özetle mimari kurgu ve yapı eğitimde önemli bir yer tutuyor veya tutması gerekiyor.

Dil konusunda birkaç şey söylemek gerekiyor. Öncelikle çocuklarımız ana dillerini iyi öğrenmeliler ki kendilerini ifade edebilmeliler. Sığ düşünmemeliler. Bunun yanı sıra yabancı dillerin öğrenilmesinin de önemli olduğu inkar edilemeyecek bir gerçek. Eğitimde yabancı dil konusunun son yıllarda bayağı önem kazandığını gözlemleyebiliyoruz.

Fakat tüm bu gelişmelere rağmen bu noktada nerelerdeyiz? Bunu İyice analiz etmek gerekiyor.

Globalleşen dünyada bu konuda daha çok mesafe almanın gerekli olduğu ilk bakışta göze çarpıyor ama daha fazla incelenmesi de önemli.

Çocuklarımız İstanbul’da, Ankara’da, Gaziantep’te olduğu kadar Londra’da, New York’da, Tokyo’da, Dubai’de ve Afrika’da da hayatlarını sürdürecekler. Oralardaki insanlarla farklı başlıklar altında temas edecekler. Özellikle başta İngilizce ve kardeş coğrafyalarla daha iyi temas için Arapça çok önemli diller.

Geçenlerde medyada yer bulan bir görüşün derinlikli düşünen çok sayıda kişiyi şaşırttığını bu vesile ile zikretmenin önemi üzerinde bir miktar durmak gerekiyor: Bu konuşmada zikredilen; ‘Batı dilleri ile ilgili, onların dillerini öğrenenlerin, dillerini öğrendikleri milletlerin ve toplulukların kültürel olarak tam etkisi altına girer’ tezinin ben eskimiş bir tez olduğu kanaatindeyim. Burada asıl olan iç donanımdır. Bugün İslam Ülkelerindeki eğitim sistemleri kimler tarafından ve kimlerin etkisiyle şekillenmiştir, bunu dikkatlice değerlendirmek gerekir.

Eğitimde tarih şuurunun çok önemli olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Son dönemlerde bu alanda ciddi bir gelişme görülüyor. Fakat bunun popüler tarih düzeyinden daha detaylı tarihi analizlere doğru evrilmesinin gerekli olduğu aşikar.

Bu konuda toplum olarak yeterli bir düzeyde miyiz? Mesela tarihimizi daha iyi öğrenebilmek için Osmanlıca bilme oranımız hangi seviyede?

Mehmet Şevket Eygi ağabeyin lise yıllarında iken kendisi ile ilk tanıştığımızda bize sorduğu soru çok önemliydi.

Okuman yazman var mı? Yani Osmanlıca biliyor musun?

Yeni nesillere her dönem bu soruyu sormanın önemli olduğuna inanıyorum

Amerikan asıllı mühtedi bir dostumuz var. Eğitimde müfredatlar üzerine çalışıyor. Bir seferinde bana ‘ sizin tarihi zenginliğinizin çocuklarınızı bilinçlendirme konusunda ne kadar değerli olduğunun farkında mısınız’ diye sormuştu. İlave olarak ‘Ben bir Amerikalı olarak Amerikalı Müslüman çocuklara yönelik geliştirdiğim müfredat çalışmalarında bu noktanın eksikliğinden dolayı çok zorlanıyorum’ demişti…

Formel eğitim ne kadar önemli olacak, yaygın eğitim ve hayat boyu eğitim ne kadar etkili olmalı?

Burada son dönemlerde yaygınlaşan hayat boyu eğitim çabalarının çok önemli olduğunun altını çizmek gerekiyor. Formel eğitim ( örgün eğitim) yanında özel programlı eğitim çabalarının da önün açılması eğitimde bir hayli mesafe alma imkanı sağlayabilir

Mesela 10 yıldan fazladır çeşitli şehirlerde ve ilçelerde uygulamaya çalıştığımız Bilgi Merkezi, Bilgi evi faaliyetlerinin yaygınlaşmasının da çok önemli olduğunu düşünüyorum

Bizim bu çalışmamızda değerler eğitiminin çeşitli sportif ve sanatsal branşlarla birlikte çocuklara verilmesinin çok verimli olduğunu yakinen müşahade etmiş bulunmaktayız. Okumaya yöneltme, kendine güvenli, sorgulayan, araştıran, bilgiyi kimlerden ve hangi kaynaklardan aldığına dikkat eden bir insan tipi oluşturma noktasında bu Bilgi evi çalışmaları en verimli olacak şekilde kurgulanmalı ve uygulanmalı diye düşünüyorum.

Mesela ABD’de çocukların özel yetenek çalışmaları üniversite giriş kriterleri içinde belli bir yere sahip. Bizde de bu yönde bir çalışmanın başladığını görmek ümit verici bir gelişme.

Eğitimle ilgili Sorularımıza devam edelim;

Türkiye’nin 2023 ve 2071 gibi hedefleri var. Bu hedeflerin tüm yönleri ile yeniden gözden geçirilmesi, toplumun bu yıllara yönelik olarak nasıl şekillenmesi ve ne tür bir insan unsurunun gerekli olduğu hususu çok önemli. Bu çerçevede kararlar alınırken toplumsal bir konsensüs sağlanması da dikkat edilmesi gereken bir diğer husus. Burada eğitim açısından bakıldığında MEB, YÖK, Mesleki Yeterlik Kurumu ve sair kurumlarımız ve STK’larımız nasıl bir işbirliği içinde olmalı? Mevcut durumu yeterli görüyor muyuz?

Mesleki eğitim; bunun hem teknik hem de ahlaki boyutunu sağlayacak kurumlarımızın nasıl bir çerçeveye oturması gerekiyor?

Tarihteki hisbe kurumu, ahilik yapısı, fütüvvet geleneği ve oradan devam eden lonca yapılanmasından bugüne hangi dersleri alacağız?

Ahiliğin üç şeyin kapalı ve üç şeyin açık olması prensibi çok değerli.

ÜÇ ŞEY AÇIK OLMALI: ELİ, KAPISI, SOFRASI

ÜÇ ŞEY KAPALI OLMALI: GÖZÜ, IRZI, DİLİ

Bu hususun meslek ahlakı çerçevesinde toplumumuzda hayli ihmal edildiğini, eskiden meslek elemanı yetiştirmenin tabii uzantısı olan bu hususun şimdi pek de gündemde olmadığını üzülerek izliyoruz…

Eğitim seviyesi neredeyse ortaokul seviyesinde olan iş hayatındaki yaklaşık 27 milyon çalışanımızın hem mesleki hem de ruhi eğitimini hangi mekanizmalarla sağlayacağız?

Prof. Dr. Oğuz Borat’ın bir sohbette yaptığı tesbite göre bunun yaklaşık 17 milyonu ortaokul düzeyinde bir tahsile sahip. Öncelikli hedefimiz bunların öğrenim seviyelerini yükseltmek olmalı. Buna dayalı olarak bir dönem İTO’da MEB ve İL GENEL MECLİSİ ile ortaklaşa olarak yaklaşık 10000’in üzerinde kişinin faydalandığı sertifika programı yapılmıştı.

Şimdi TOBB buna benzer programı yurt sathında yapmaya çalışıyor. Bu kıymetli bir çalışma ve yaygınlaşması gerekiyor.

TOPLUMUZDAKİ DİNİ EĞİTİMLE İLGİLİ DE BAZI SORULARI SORMAMIZ GEREKİYOR

Bugüne kadar orta öğretim ve yüksek öğretimde örgün eğitim içinde Din Eğitimi ne kadar yer buldu?

Ve hali hazırda buluyor? Bunu iyice sorgulamalıyız.

Son dönemlerde müfredatın içinde yer bulmaya başlayan DEĞERLER EĞİTİMİ çalışmalarının çok önemli olduğunun altını çizmeliyiz.. Dinin içinde de tamamıyle yer bulan temel insani değerlerin eğitim müfredatının içinde yer alması her görüşten insanın olumlayacağı bir şey. Tabii bunları olumlamayan kişilerin çocuklarına da bunları illa vereceğiz diye bir zorlamamız da olmamalı.

Kur’an kursları Din eğitiminde ne kadar ve ne seviyede yer tutuyor? ( Kur’an Kursları ve hafızlık eğitimi)

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ve buraya bağlı Camiiler (ki sayısı 80000 civarında , 100000 kişilik bir kadro ile hizmet görüyor) halkın Din eğitimini ne kadar karşılayabiliyor? Bu mecranın halkın yaygın dini eğitimi alabilmesi için çok büyük bir potansiyel olduğunu inkar edemeyiz. Fakat burada Cami dilinin üzerinde çok ciddi oranda çalışılması gerektiğinin altını çizmek gerekiyor. Vaaz ve sohbet dili özellikle gençleri muhatap alır ve onların da gündemini yakalayacak tarzda düzenlenmeli ki arzu edilen yararlar sağlanabilsin.

Örgün eğitimdeki Din ve Ahlak Hocaları ile Din eğitiminde vazife gören insanlarımızın ( imamlar, vaizler, Kur’an-Kursu Hocaları ) yetişmesi ile ilgili ne tür çalışmalar yapılıyor?

Bu çalışmalar yeterli mi?

Burada Devletin yanında, halkın arzusu istikametinde belli bir çerçevesi çizilmiş alanlarda bu hizmetleri gönüllü kuruluşların da yapmasını sağlamanın yollarını açmak daha verimli olur mu sorusunun açıklıkla sorulması önemli?

Ülkemizde genel anlamı ile öğretmen yetiştiren kurumlar ne kadar verimli?

Bugün Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yaklaşık 850,000 öğretmen bulunuyor. ( Toplamda 920,000) 150,000 civarında da akademisyen var. Örgün eğitimde 600,000 civarında derslik ve 70,000 civarında okul var

20 Milyona yakın çocuğumuz okullarda okuyor. Bu büyük sistemde kilit role sahip kesim öğretmenler ve bunların öğretmenlik vasıflarına sahip olmaları ve yeterli donanıma kavuşmalarını önemi inkar edilemeyecek bir gerçek.

EĞİTİMİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ ETKİSİ ÜZERİNE DE BAZI ÖRNEKLER VERMEK ÖNEMLİ:

Eğitimin önemi bilinmesine rağmen yine de tarih içinde eğitimin dönüştürücü etkisini net olarak gördüğümüz bazı olayları kısaca hatırlatmak yararlı olacak:

1/ Peygamber Efendimiz (a.s) dönemindeki Ashabı Suffa ve Erkamın evi yoğun bir eğitim faaliyetinin toplumu ve sonraki asırları dönüştürücü rolu üzerinde önemli bir örnektir.

2/ Amerika’da 1800’lerin başında kurulan American Board adlı Misyonerlik kurumu Amerikalıların bu tarz faaliyetlerinde önemli bir dönüm noktası oluyor. Bunları büyük vakıflar finanse ediyorlar

Amerikalıların 1850’lerin ortalarından itibaren Osmanlı topraklarında kasabalara ve köylere kadar kurdukları ağ çok ilginç

Özellikle bu yabancı okulların gerek tüm talebelere yönelik gerekse de özellikle hanım kızlara yönelik yerleştirmek istedikleri temel bazı görüşler var. Feminizm, ulus-devlet düşüncesi, laiklik ve sair gibi. Bu okullar bu görüşleri yaymada kendi dönemlerinde bir hayli muvaffak oluyorlar…

Mesela Protestan kökenli olanlar daha çok Bulgarlar, Ermeniler, Kürtler ve Arnavutlar üzerine odaklarınıyor ve bunda da istedikleri etkiyi sağlamada başarılı oluyorlar

Yine Osmanlı’daki Amerikan okullarının özellikle Arap Milliyetçiliği, Balkan ve Ermeni ayaklanmalarında etkin rol oynayan öğrenciler yetiştirdiklerini görüyoruz.

3/Bir sohbetimizde Dr. Alim Arlı, şu misali vermişti: İkinci Dünya Savaşı sırasında Batılı ülkeler birbirlerini çok yoğun bir şekilde tahrip ettiler. Bu savaş sonrası dönemde insan nesli nasıl bu kadar cani olabildi sorusu idareciler ve eğitimciler arasında çokça dile getiriliyor. Bunu azaltabilmek için ders programlarına bir tür insanlık dersi koyalım görüşü ortaya çıkıyor. Humanity adı verilen dersler bundan sonra müfredatlara daha fazla dahil edilmeye başlanıyor. Bunun da kısmen insanlara müsbet manada tesir ettiğini farkedebiliyoruz. Tabii ne kadar muvaffak oldu bu da tatışılabilir

4/ Osmanlı’da 1830’larda oluşturulan Tercüme odaları içinden çıkan bir avuç genç daha sonraki yıllarda Osmanlı’daki batılılaşma hareketlerinde çok dönüştürücü bir etki yapmıştır… Tercüme odaları bu çerçevede özel olarak incelenmelidir.

Bu misaller daha da çoğaltılabilir..

SONUÇ OLARAK

Bugüne kadarki eğitim ile ilgili çalışmalarda yukarıdakiler gibi hatta çok daha da geliştirilebilecek birçok sorunun cevabını bulma yönünde çalışmalar yapıldı.

Bu soruları daha önceki dönemde de kendi aralarında sormuş ve cevapları hususunda çeşitli tartışmalar yapmış bir geleneğin devamı olduğumuzu söyleyebiliriz. Bizden evvelkiler de çokça düşünmüşler, yazıp çizmişler bizlere bir hayli malzeme bırakmışlar.

Keza batılılar da öyle; orada da incelenecek bir hayli malzeme mevcut..

Geçmişten bugüne, bu konularla ilgili bizden evvelkiler neler demişler, bugünküler neler diyorlar diye imkanımız nisbetinde öğrenmeye çalışmak çok önemli bir uğraş.

Esas hedefimiz kendimize ait dört başı mamur, eskilerin deyimi ile ‘efradını cami ağyarını mani’ bir teorik çerçeve ve uygulama planı çıkartabilmek. Bu hedefimizden hiçbir zaman vazgeçmemek gerek.

Fakat bu noktaya istendiği ölçüde ulaşılamamış olsa da daima daha doğruyu bulabilmek için sormak, sorgulamak ve olabildiğince anlamlı cevaplar bulabilmek gerekiyor.

Eğitim ihtiyacı azalmıyor artıyor. O zaman olabildiğince etraflıca sorular sormaya, soru kalitemizi arttırmaya ve çevremizde bu sorulara belli bir felsefi yeterlilik, oturmuşluk, kuşatıcılık çerçevesinde bakabilen, analitik düşünebilen kişilerden bütüncül veya bir bütünün parçası olabilecek cevaplar bulup, bunları yerli yerine oturtmaya çalışmamız şart. Uygulama mecburiyetinde olduğumuz durumlarda da bu yöntemlerle yönümüzü bulmaya gayret etmemiz gerekiyor.

Tüm bunlardan sonra geldiğimiz noktada Eğitim felsefesinin önemi her şeyin ötesinde.

Umuma yönelik bir yapı kurulacağı zaman bu konuda mutabık kalınacak bir yöntem bulmak öncelikli mesele. Devlet burada emredici değil organize edici olmalı. Sivil toplum kendi önemsediği değerleri birbirlerine anlatarak birbirlerini ikna etmeye çalışmalı. Bunun için gönüllü çalışmalara çok büyük vazife düşüyor. Üniversitelere çok büyük vazife düşüyor. Bugün 80000 civarında doktora çalışması yapan gencimizin bu çalışmaları çok önemli. Bunların yönlendirilmeleri çok önemli…

Önce bilgi sahibi olmalı sonra kanaat sahibi olmalıyız ki fikirlerimizin bir değeri olsun.

Bilen insanların birbirlerinin İkna etmeleri sonucu oluşacak konsensüsün de genele uygulanması çok değerli olur kanaatini taşımaktayım.

Bu mümkün mü?

İdeali böyle fakat uygulamalar maalesef her zaman istenildiği gibi olamayabiliyor.

İNŞALLAH BUNU BAŞARIRIZ.

Dünya Bülteni, 07.06.2016

Türkiye yeni bir döneme girerken

Türkiye için yeni bir dönem daha başlıyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başkanlığındaki hükümet 1 Kasım seçimleri sonrasında hızlı bir başlangıç yapmış ve vaatlerini yerine getirmek için yoğun bir çaba içine girmişti. Fakat ülkenin iç ve dış meselelerinin halledilmesi konusunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakan arasında ortaya çıkan bazı fikir ve yaklaşım farklılıkları zamanla ortaya çıkmaya başlamış ve bu farklılıkların daha önemli sorunlara yol açacağı işaretleri belirmişti.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sonrası gündeme gelen başkanlık sistemi tartışmalarına iki tarafın yaklaşımlarındaki fark da bu ayrışmayı derinleştirmekteydi. Derken kamuoyunda arka planı detaylı bir şekilde tartışılan bir MKYK kararı sonrası dozajı yükselen sıkıntı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın görüşmesi sonrası yepyeni bir çehre kazandı. Sonuçta Olağanüstü Kongreye giden Ak Parti’nin yeni bir Genel Başkan seçmesi gibi bir durum ortaya çıktı.

Yeni durumun ülkemiz, kardeş milletler ve topyekûn insanlık için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Türkiye Pazartesi günü ile birlikte bir yorumlamaya göre daha iddiasız, başka bir yorumlamaya göre ise daha icracı bir Başbakan ve kabine ile yönetilmeye başlanacak. Bu yönetim, muhtemelen Cumhurbaşkanı’nın kuvvetli bir şekilde dile getirdiği fiili bir Başkanlık sistemine doğru yol alacak ve bundan sonra da fiili durumun hukuki gereklerinin yerine getirilmesi Türkiye’nin ana gündemlerinden biri olacak

Yüzde 49,5 Oyla iktidara gelen ve vaat ettiklerini yapma yolundayken iktidarı bırakmak zorunda kalan Ahmet Davutoğlu’nun durumunun, kamuoyu vicdanında ne tür bir etki bırakacağını zaman gösterecek. Fakat gerek MKYK sonrası olağanüstü kongreye gitme kararını açıklarkenki sözleri, gerekse de Genel Kuruldaki konuşmasının satır araları, Davutoğlu’nun, kendisini hizmet etmekle yükümlü gördüğü hem ülke ve dünya siyaseti, hem de daha geniş anlamlı bir büyük dava için çalışmalarına devam edeceği yolunda mesajlar içermekteydi. Bunun nasıl ve hangi mecralar içinde gerçekleşeceğini de muhtemelen yine zaman gösterecek.

65’inci Hükümet, Türkiye’nin yeni anayasa, başkanlık sistemi, ekonomik gelişme ve son yıllarda artan terör olayları gibi ana gündemlerinin dışında dış politikada da çok önemli sorunları çözmek gibi başlıklarla yoğun olarak ilgilenmek zorunda olacak. Tabii burada Hükümet derken bir anlamada fiili Başkanlık yolu daha fazla açılan Cumhurbaşkanı ile birlikte karar verip uygulayan bir icradan söz etmek gerekecek.

Bu sorunların çözümü yolunda Davutoğlu’lu dönem ile Davutoğlu’suz dönem arasında meydana gelebilecek farklılıkları da görebilmek için yine zamana ihtiyacımız olacak.

Dünya Bülteni olarak bu önemli kavşak noktalarında bizler, başlangıcından bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da okuyucularımıza yine sadece olayları nakletmeyecek, bu olayların arka planlarını daha iyi kavramaya yarayacak gerek yurt içi gerekse de yurt dışı yorum ve analizleri sizlerle paylaşmaya çalışacağız.

Türkiye gibi, sadece 780 bin km karelik bir toprak parçası ve 78 milyonluk bir nüfustan ibaret olmayan, gerek bölgesel gerekse dünya açısından etki alanı çok geniş bir ülkede yayıncılık yapmak bizlere çok önemli sorumluluklar yüklüyor.

İnşallah bu sorumluluğun gereğini en iyi şekilde yerini getirme gayreti içinde olmak da Dünya Bülteni ailesi olarak bizlerin imtihanı olacak.

Allah (cc) hepimizin yardımcısı olsun

Dünya Bülteni, 23.05.2016

Yurt dışı faaliyetler diplomasisi

Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır

26 Nisan 2016 tarihinde Yunus Emre Enstitüsü’nün Hırvatistan Zagreb merkezinin açılışına katılmak üzere Yunus Emre Enstitüsü heyetiyle birlikte İstanbul’dan hareket ettik. Bir sonraki gün yapılacak birçok organizasyona katılmak üzere Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, bazı bakanlar ve milletvekilleri de aynı gün Zagreb’e gitmişlerdi.

Bu seneki 27 Nisan tarihi Hırvatistan’daki Müslümanlar için çok özel bir günün yıldönümü idi. Bundan tam 100 yıl önce o dönemki Hırvat Meclisi İslam Dinini resmi dinler arasında kabul ettiği için bir dizi program tertip edilmişti. Diyanet İşleri Başkanı Sn. Mehmet Görmez Bey de daha önceden Zagrep’e gelmiş ve bu yıldönümü için şehre davet edilmiş olan İslam Dünyasının farklı bölgelerinden Müslüman Liderlerle görüşmeler ve toplantılar yapmaya başlamıştı.

Zagreb’e vardığımızda Türkiye’den kalabalık bir iş adamı heyetinin de Zagreb’de olduğu ve ertesi gün yani 27 Nisan günü DEİK çerçevesinde büyük bir iş konseyi toplantısı organize edilmiş olduğu bilgisini de aldık.

İlave olarak, 27 Nisan programları arasında İslam Dünyasından gelmiş çeşitli düzeydeki temsilcilerin katılacağı başka bir toplantının da bulunduğunu öğrendik.

Şehrin sakinleriyle yaptığımız görüşmelerde son yıllarda Zagreb’de aynı anda bu kadar farklı düzeyde insanın toplandığı bu tarz bir günün pek görülmediği yorumu yapılmaktaydı.

Beraber bulunduğumuz Yunus Emre Enstitüsü yetkililerinin gayretleri ile 27 Nisan sabahında kaldığımız otelde tertip edilen DEİK toplantısına iştirak etme imkanı bulabildik. Sn. Cumhurbaşkanımız ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı toplantı Türkiye’den gelen geniş bir işadamı gurubu ve Hırvat işadamlarının da katılımı ile gerçekleştirildi. Türkiye ile Hırvatistan arasındaki ticaret hacminin 10 yıl önce Tayyip Bey başbakan iken katıldığı DEİK toplantısından bu güne önemli bir artış gösterdiği fakat daha da fazla bir artışın olması gerektiği hususu gerek Cumhurbaşkanları gerekse DEİK yetkilileri ve ilgili bakanların konuşmalarında özellikle vurgulandı. Sn. Cumhurbaşkanı, kendisini birçok kişiden farklı kılan fikr-i takip özelliği ile olayı 10 yıl evvelinden alıp günümüze kadar getirdi ve bugünden yarına hem Türk hem de Hırvat işadamları için somut hedefler ortaya koymaya çalıştı.

DEİK toplantısı sırasında orada bulunan iş adamı arkadaşlara öğleden sonraki programlardan bahsedince birçoğunun bunlardan pek de haberdar olmadıklarını öğrenmek ilginç bir tespit oldu. İş adamlarının programını düzenleyenler de diğer programları pek dikkate almamışlar ve iş adamlarını dönüşünü saat 15.00 gibi planlamışlardı. Onların içinden pek azı diğer programlara katılabildiler.

Oysa Hırvatistan’da İslamiyet’in resmi din olarak kabulünün 100’üncü yılı Balkan Müslümanları için olduğu kadar yüzyıllardır Balkanlarla ilgili olan Türkler için de çok önemli bir olaydı ve bu olay münasebetiyle yapılacak toplantı da çok önemli idi.

Buna ilave olarak Yunus Emre Enstitüsü’nün faaliyetleri de sadece bu alanla özel olarak ilgilenen insanlar için değil belli bir seviyedeki her Türk için takip edilmesi gereken bir faaliyetler bütünü idi. Yunus Emre Enstitüsü’nün Zagreb’de merkez açıyor olması da üzülerek ifade edebilirim ki, oraya Türkiye’den gelen işadamlarının büyük çoğunluğunun gündeminde bir yer işgal etmiyordu

Oysa Yunus Emre Enstitüsü şu ana kadar açtığı 37 ülkedeki 45 merkezi ile hem Türk dilini öğretmekte hem de yaptığı kültürel çalışmalar ile var olduğu ülkelerde kendi kültürümüzün tanıtılması için çalışan önemli bir kurumumuz. O ülkelerle çeşitli seviyelerde ilişki kuran, oralarda ticaret yapan her Türk vatandaşının bu kurumun faaliyetleri ile ilgilenmesi hem bir vatandaşlık görevi hem de daha dar anlamda bakılsa bile kendi münasebetlerinin mütemmim bir cüzü.

Burada bir parantez açarak Yunus Emre Enstitüsü gibi yurt dışında faaliyet gösteren TİKA ve Dış Türkler ve Akraba Toplulukları çalışmaları için de aynı cümleleri sarf etmemiz mümkün. Tüm bu kurumlarımızın çalışmaları ekonomik ve diğer sosyal aktiviteler ile birlikte bir bütünün parçası. Hepsinin birbirleriyle maksimum derecede ilgilenmeleri ve yaptıkları çalışmaları birbirlerini kollayarak ve birbirlerine güç katarak yapmaları elde edilecek faydayı çok daha yukarılara çekebilecek bir özelliğe sahip.

Yani özetle iş adamlarının bu tip kurumları dikkatle takip etmeleri kadar bu kurumların mensuplarının da iş adamlarını ve benzeri faaliyet yapan diğer kurumların çalışmalarını yakinen takip etmeleri, ortak organizasyon yapmaları veya yaptıkları organizasyonların içine diğerlerini de katmaya çalışmaları önemli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bakanlar ve yakın halkadaki heyet bu saydığım tüm toplantılara katıldılar. Fakat onların dışındaki ikinci ve üçüncü halka ise yalnız direk ilgilendikleri alandaki toplantılara katılabildiler. Çünkü hepsinin programları ayrı ayrı yerlerde yapılmıştı ve birbirleriyle anlamlı bir münasebet kurulamamıştı.

Çeşitli İslam Ülkelerinin mensuplarının katıldığı toplantı İslam Ülkelerinin kendi aralarında Katolik bir Balkan ülkesinde yaptıkları çok canlı ve anlamlı bir toplantıydı. Bu toplantıdan her biri muhtemelen büyük bir moral motivasyon alarak kendi ülkelerine döndüler. Bu toplantı da yukarıda işaret ettiğim gibi Türkiye’den gelen iş adamlarının çok büyük bir bölümünün gündeminde değildi. Çünkü onlar programları gereği toplantının yapıldığı saatte Türkiye’ye doğru yola çıkmak için havaalanına gidiyorlardı.

Tabii bu toplantılar arasında Zagreb’deki Müslüman katılımcılar içinde Camii’nin, eğitim kurumlarının ve çok çeşitli aktivitelerin yapılmasına imkan tanıyan bölümlerin yer aldığı İslam Merkezine farklı guruplar halinde uğrayarak kendi aralarında çeşitli temaslar yapma imkanı da buldular. Yunus Emre Enstitüsündeki açılıştan önce uğradığımız İslam Merkezinde Dünyanın birçok ülkesinden gelen temsilcilerin canlı iletişimine biz de bizzat şahit olduk. Bu arada Zagreb’deki İslam Merkezi’nin Bosna Hersek’teki Müftülüğe bağlı olarak çalıştığını da not ederek Balkanlar’daki İslam Birliği hususunda güzel bir geleneğin devam ettiğine işaret etmemiz gerekiyor sanırım.

Yunus Emre Enstitüsündeki açılış töreni o günün son toplantısıydı. Sn. Cumhurbaşkanı yanındaki heyetle birlikte açılışı onurlandırdı. Başbakan Yardımcısı Sn. Yalçın Akdoğan, Kültür Bakanı Sn. Mahir Ünal, AB Bakanı Sn. Volkan Bozkır, Adalet Bakanı Sn. Bekir Bozdağ da açılışta yer alan Bakanlardı. Tabii bazı milletvekilleri de açılışta hazır bulundular.

Hırvat tarafından ise Bölgenin Belediye başkanından Hırvat Bakana, çeşitli kültürel organizasyonların yetkililerinden konuya ilgi duyan kişilere kadar canlı bir topluluk açılışı izledi. Açılış dolayısıyla Dr. Sinan Genim’in kuratörlüğünde İstanbul resimlerinden oluşan bir sergi de tertiplenmişti ve o da ziyaretçiler tarafından ilgi ile incelendi. Bu arada Yunus Emre Enstitüsü’nün yaptığı faaliyetleri en iyi şekilde yansıtan iç düzeni ve estetik yapısı ile katılanlardan tam not aldığını da söylememin hakperestlik açısından gerekli olduğuna inanıyorum

Sn. Cumhurbaşkanı gerek bu açılışa ayırdığı zaman, gerek yaptığı konuşma, gerekse de vücut diliyle bu çalışmaya verdiği yüksek önemi açıklıkla ifade etti. Bu davranışlarıyla hem katılanları hem de Başta Enstitü başkanı Sn. Prof. Dr. Şeref Ateş olmak üzere tüm Enstitü idarecilerini mutlu etti ve çalışma azimlerini arttırdı. Gözlemlerime göre programa katılan Hırvatların, kendi ülkesinin Cumhurbaşkanı tarafından bu ölçüde dikkate alınan bir Enstitünün faaliyetlerine daha fazla ilgi göstereceklerini rahatlıkla ifade edebilirim.

Yukarıda da belirttiğim gibi Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, ilgili bakanlar ve bazı milletvekilleri farklı içerikli ama hepsi de birbirlerini değişik yönleri ile tamamlayan bu programlara tam kadro katıldılar ve bütüncül bakış açılarını göstermiş oldular.

Fakat burada şu soruyu sormamızın önemli olduğunu düşünüyorum.

Daha verimli sonuçlar alınabilmesi açışından sadece onların bu bütüncül bakışları yeterli mi? Bu soruya cevabı şu şekilde verebilirim; önemli ama yeterli değil.

Çünkü Zagreb’de yaşadığımız bu olayın bugüne kadar birçok örneğini farklı yurt dışı büyük fuar organizasyonlarında veya farklı çaptaki sosyal ve kültürel çalışmalarda benzer boyutlarda yaşamaktayız. Türkiye’yi temsil eden kurumlarımız aynı ülke ve/veya şehirlerde birçok faaliyetler yapıyorlar. Bunlar tek tek bakıldığında çoğu kere ‘başarılı ‘ olarak nitelenebilecek bir değere de sahip oluyorlar. Fakat buna rağmen, çoğu kere bu faaliyetler birbirlerini tamamlar bir tarzda organize edilemiyorlar. Bu da bu faaliyetlerin beraberce organize edildiğinde ülke olarak sağlayacağımız sinerjiden mahrum olmamız sonucunu doğuruyor.

Kanaatimce bu noktada daha fazla dikkat edilmesi gereken husus, özellikle yurt dışı çalışmalarda sahası itibariyle farklı gibi görünen alanlarında faaliyet gösteren kurumlarımızın aralarında daha sıkı bir iş birliği ve koordinasyonun sağlanmasıdır. Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır.

Bunu sağlayabilmek için bir YURT DIŞI FAALİYETLER DİPLOMASİSİ BAŞKANLIĞI tarzında bir yapının ya müstakil bir bakanlığın altında veya Başbakanlık bünyesinde oluşturulmasının çok önemli olduğunu düşünmekteyim.( Bu arada muhtemelen bu amaca yönelik bir birimin varlığının bilgisine sahip olamayabileceğimi de ön görüyorum. Şayet varsa da yıllardır bu tip çalışmalar içinde yer alan biri olarak varlığı muhtemel böyle bir birimin fonksiyonel çalışmadığını da ifade etmesi açısından bu tespitimin ve teklifimin bir değeri olduğunu var sayabiliriz)

Bu teklifimin daha genişçe düşünülerek girişilecek bir çalışma için işaret fişeği hükmünde olduğuna inanıyorum. Üzerinde daha kapsamlı bir fikir yürütme ile daha detaylı bir hedefleme ve yapı kurulabileceğine inanmaktayım. Tabii bu düşüncemin sadece benim tarafımdan dillendirilen bir husus olmadığının ve bu güne kadar birçok grupta farklı tarzlarda da dillendirilen bir düşünce olduğunun da bilinci içindeyim.

Bu tespitlerin üzerinde dikkatlice durularak faydalı çalışmalar yapılacağı inancını taşımaktayım

 

Dünya Bülteni, 06.05.2016

Merhaba

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarından bu yana devam eden dostluğumuz sürecinde, birçok projede birlikte olduk. Dünya Bülteni, 2007 Eylül ayında beraberce başladığımız son çalışmamızdı. O tarihlerde devraldığımız Dünya Bülteni, onun İngilizce ve Arapça yüzleri ile internet medyacığı alanında farklı bir yaklaşım ortaya koyma iddiası ile yola çıktı.

Dünya Bülteni, sadece haberle yetinmeyen, haberin arka planını da vermeye çalışan, kültür ve sanata daha derin bir tarzda bakmaya gayret eden, siteye has yazarlarıyla gündemi derinlemesine yorumlayan, çoğu kere kendisi gündem oluşturan bir çizgi tutturmaya çalıştı.

Dünyanın farklı noktalarından nitelikli yazarların makalelerini ve araştırmalarını dilimize çevirerek yayınlayan, yuvarlak masa toplantılarıyla kendi alanında özel bir yer edinen, daha sonra bu çalışmaları dosyalar halinde DÜBAM başlığı altında derleyen Dünya Bülteni, bu gayretine değer veren nitelikli bir okuyucu grubuyla da canlı bir ilişki kurmaya muvaffak oldu.

Dünya Bülteni, başlangıçta hayal ettiğimiz birçok noktaya ulaşmayı becerebilse de, hala ulaşılamayan en az bir o kadar başlığın da alt yapısını sağlamaya çalıştı. İnşallah ilerleyen zamanlarda onları da gerçekleştirerek kalitesini her geçen gün arttırma yolunda daha iyi bir seviyeye ulaşır.

Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.

Bundan sonraki süreçte Akif Emre’nin Genel Yayın Yönetmenliği sorumluluğunu inşallah ben deruhte etmeye çalışacağım. Tabii başta Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Sezer arkadaşımız olmak üzere, tüm editör kardeşlerimizin yükleri biraz daha ağırlaşmış olacak. Çünkü 8 yılı aşkın bir sürede ortaya çıkan çizgiyi muhafaza edebilmek ve başlangıçtan bu yana değişmez ilkemiz olan her gün daha iyiye doğru gitme hedefimizi sağlamak için bu bayrağın en iyi şekilde taşınması çok önemli.

Bize bu güne kadar farklı boyutlarıyla katkıda bulunan tüm dostlarımıza ve okuyucularımıza bu vesile ile teşekkür ediyoruz ve desteklerini bundan sonra da beklediğimizi ifade etmek istiyoruz.

Daha kaliteli bir Dünya Bülteni’ne ulaşma yolunda Rabbimizin bizlere yardımcı olması duasıyla hepinize selam ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Dünya Bülteni, 05.05.2016

Bekir Sadak: Balkanları Terketmemeliydik

Prof. Dr. Bekir Sadak Hocanın yıllarca önce bir dergiye vermiş olduğu röportaj, zorlu şartlardan dolayı Balkanlardan Türkiye’ye göç eden insanlarının ruh dünyasına dair önemli şeyler söylüyor

Geçenlerde büyük oğlum Ali, rahmetli Prof. Dr. Bekir Sadak ile ilgili şu anda mevcut sınırlarımızın dışında olan bir bölgede doksanlı yılların başında yayınlanmış bir mülakatın fotokopilerini verdi ve okumamı tavsiye etti. Hocanın onlarca yıl önce bir dergiye vermiş olduğu röportajda söylemiş olduğu ve benim de silik bir fotokopiden okuduğum sözleri, belki dedelerimizin de aynı topraklardan gelmiş olmasının da etkisiyle çok ilgimi çekti ve buradan aldığım birkaç notu paylaşmak istedim. Tabii mülakatın dışında hocamız ile ilgili bazı kaynaklara da müracaat ederek notlarımı zenginleştirmeye çalıştım.

Rahmetli Bekir Sadak 1920 yılında Üsküp’de dünyaya gelmiş. O tarihlerde Üsküp, merkezi Belgrat olan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığının idaresi altında. Hayatının daha sonraki devreleri ile ilgili biyografi.net adlı sitede şu bilgiler verilmiş:

İlköğrenimini Yahya Paşa Okulu ve orta öğrenimini yörenin en ileri gelen ve resmi adı “Yüksek İslam Okulu” olan Meddah medresesinde Türkçe olarak tamamlamış. Bu medresede, Üsküp’ün önde gelen din âlimlerinden olan Ataullah Efendi ve Fettah Rauf Efendi gibi isimlerden icazet almış. Sadak, yükseköğrenimi için Zagreb’e giderek 1944 yılında Hukuk Fakültesine kaydını yaptırmış, ancak araya giren savaş yılları nedeniyle bölünen ve uzayan eğitimini 1956 yılında tamamlayarak avukat olarak mezun olmuş.

IRCICA’da “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırmalar yaptı

Zamanın Yugoslavya’sının komünist ve baskıcı rejiminden soğumuş olan Bekir Sadak, 1955 yılında gelen ailesini müteakip, 1957 yılının 12 Mart’ında zaten anavatan olarak gördüğü Türkiye’ye eşiyle birlikte göç etmiş. Türkiye’ye gelişinin ilk aylarında Beyazıt Kütüphanesi ve Süleymaniye Kütüphanesi Eski Eserler Tasnif Komisyonu’nda çalışmaya başlamış. Bir süre sonra, bu görevi ile beraber imam hatip liselerinde de ders vermiş. Birkaç yıl sonra avukatlık stajını tamamlayarak avukatlık bürosu açmış ve İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest meslek hayatına atılmış. Ancak kısa zaman sonra 1959 yılındaki kuruluşuyla beraber, o zamanki adı Yüksek İslam Enstitüsü olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak göreve almış. Bu görevi 1983 yılında rahatsızlığı nedeniyle emekli olana kadar devam etmiş. Bu süre içinde de çok seyrek de olsa dava alarak avukatlık görevini sürdürmüş.

1970 yılında kurucu üye olarak İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın kuruluşuna katılmış ve vakıf bünyesinde birçok hizmette bulunmuş. Emekliliğinden sonra IRCICA’da (İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) özellikle “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırma-incelemeler yapmış.

Kendisine “Hocaefendi” ünvanın kazandıran geniş İslami bilgisi yanında, tarih, sosyoloji, edebiyat ve siyasi konulardaki geniş perspektifi ve esprili kişiliği ile de, öğrencileri ve meslek arkadaşlarının saygı ve sevgisini kazanmış.

Bekir hoca, ana dili olan Türkçe dışında, ana dili kadar iyi bildiği Arapça ve Boşnakça yanında, Makedonca, Arnavutça ve Bulgarca dillerini de neşriyat takip edebilecek seviyede bilmekteydi.

5 Temmuz 1993’te kalp yetmezliği nedeniyle vefat eden Bekir Sadak, Silivrikapı mezarlığında toprağa verilmiştir.

Bekir Sadak’ın eserleri

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın eserleri konusunda, TDV İslam Ansiklopedisi’nde kendisi ile ilgili Muhammed Aruçi tarafından kaleme alınan maddede şu bilgilere rastlamaktayız:

Bekir Sadak’ın basılmış eserleri Arapça’dan yaptığı çevirilerden oluşur.

1.Cihan Sulhu ve İslâm (İstanbul, ts.). Seyyid Kutub’un es-Selâmü’l-Alemî ve’l-İslâm adlı eserinin tercümesidir.

2.Tâc Tercemesi Büyük Hadîs Kitabı (I-V, İstanbul 1968-1976). Şeyh Mansûr Ali Nâsıf’ın et-Tâc el-Câmi li’l-uśûl fî eĥâdîŝi’r-Resûl adlı kitabının çevirisidir.

3.Filozofların Tutarsızlığı. Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinin 1980 yılında yaptığı tercümesi olup, aynı eserin Bekir Karlığa tarafından Türkçe’ye çevrilip yayımlanması üzerine (İstanbul 1981) kendi çevirisinin neşredilmesini istememiş, eser ancak vefatından sonra yayımlanmıştır (İstanbul 2002).

4.Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı (İstanbul 1989). Bekir Sadak önsözde, bazı yerlerde daha serbest ifade kullanabilmek için yaptığı çalışmaya “Kur’an tercümesi” veya “Kur’an meâli” yerine “Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı” adını vermeyi tercih ettiğini belirtir. Onun tercümesinin özelliği diğer meâllerin aksine çevirilerde parantezlere yer verilmemesidir.

Bunların dışında İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nde “Balkanlar’da Türk-İslâm İzleri” projesi çerçevesinde bir eser hazırladığını kendisi ifade etmişse de eser henüz yayımlanmamıştır. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde (DİA) bazı maddeleri bulunan Bekir Sadak’ın dergilerde az sayıda makalesi, Saraybosna ve Üsküp’te ilmî sempozyumlara sunduğu tebliğleri mevcuttur. Ayrıca kelâm, fıkıh ve fıkıh usulüyle ilgili olarak Üsküp’te kendi el yazısıyla hazırladığı birkaç defter tutarındaki ders notları özel kitaplığında bulunmaktadır.

Balkanlarda manevi birlik

Hayatı ve eserleri ile ilgili bu genel bilgilerden sonra mülakatta geçen ve özellikle dikkatimi çeken bazı noktaları nakletmeye başlayalım:

Bekir Sadak ile yapılan mülakatın bir yerinde 1940’lı yıllarda medrese talebesiyken cerre gönderildiğini anlatıyor. Bu cerre çıkma olayının, yetişmekte olan talebelerin daha küçük yaşta iken halkla temasını geliştirme bakımından büyük önem taşıdığını belirtiyor. Bu yolun, okuyup yazmanın yaygın olmadığı bir toplumda manevi birliği korumak için mevcut şartlara göre seçilip uygulanan en akıllıca yol olduğunu ifade ediyor. O dönemde Balkanlarda yazılı bir yayın vasıtası bulunmuyor çünkü 1929 yılında Türkçe çıkan bütün neşriyat durdurulmuş. Ancak Ramazanlar, bayramlar ve bunun gibi birçok vesileler ile evlerde yapılan mevlitler ve sünnet düğünleri gibi olaylarla bir araya gelebilen Müslüman cemaatin meseleleri ile ilgili bir şeyler anlatılabiliyor. Manevi birliğin bekası ancak bu surette yürütülebiliyor.

Hocaların maddi kaynak temini için cerre çıkması konusu, bazı kişilerin görüşlerine göre, Hocaların halktan para alma mecburiyetinde kalması dolayısıyla pek de hoş karşılanmazken, Balkanlarda bu yol ile halka İslami meselelerin anlatılması bir nebze de olsa mümkün olabiliyor ki bu yorum benim açımdan özellikle dikkate değer bir tespit oldu.

Maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik

Hoca’nın 1957 yılında Türkiye’ye gelişini anlattığı bölümler de çok ilginç. Anavatana ayak bastığı anda duyduğu his, sevincin yanında beş yüz yıl bizim olan topraklardan kopuşunun verdiği acı olmuş. Kendi ifadesi ile “İstanbul’a ayak bastığım zaman, o asırlara meydan okumuş yurdun ayaklarımın altından uçup gittiği şuuru içinde yıkılıp kaldım. İşte o topraklar benim için o zaman kaybedilmişti.” diyor ki bu tespit beni derinden etkiledi.

Daha sonraki satırlarda ise şöyle ilave ediyor: “Ben ve benim gibi düşünenler hiç de o yerleri terk edip ana vatana sığınmanın kolaylığını tercih edenlerden değildik. Bulunduğumuz yerde kalmalıydık. Annelerimizi, tarihimizi, bir tek kelime ile maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik. Vermedik. Bir an oldu ki bu mücadeleyi vermenin imkansızlığına inandık ve geldik.”

Bekir Sadak Hoca bu acılı hatırayı kendi kaleme aldığı şu dizelerle ne kadar hisli bir şekilde anlatıyor:

Dönüşü olmayan mazi,

Sen onları,

Ebediyete giderken koynunda,

Bir ana yavrusunu taşır gibi taşı.

Bize kaldıysa ardından senin

Kaldı:

Hasretli bakışla kanlı gözyaşı

Uçur.

Ölümden de korkmayan o hatıraları,

Ebediyetin geniş ufuklarında uçur!

Rüzgarlara, tufanlara göğüs geren

O memleketin

Dağları taşları üzerinde

Onlardan çelenkler ör!

Bir yolcunun yolu düşer bir gün

O tepelere

Sinmiş bir geçmişin sesini duyar.

Sessizliğinde seni inleyen ovaların

Önünde durur;

Vadilerinde akan nehirlerin

Ahengine uyar…

 

“Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir”

Mülakatın birçok yerinde hem tarih, hem ilim hayatı, hem tecrübe aktarımı noktasında çok çarpıcı tespitler var. Hepsine değinmek mümkün olmasa bile bunlardan dikkatimi çeken önemli bir tanesini daha nakletmek istiyorum.

Rahmetli Hocamız, kendisinin üzerinde emeği olan iki hocasının özelliklerini naklederken şu ana tespitlerde bulunuyor. Ata Efendi için şöyle diyor: “Ata Efendi, tıpkı bir erkan-ı harp gibi meselelere umumi planda yaklaşıyordu ve taarruz ve müdafaanın umumi hatlarını çizmekte daha başarılıydı.” Onun da talebesi olan ve Bekir Hoca’nın feyz aldığı diğer isim olan Fettah Efendi ise daha çok ayrıntılarla ilgilenen bir kişi imiş. Ata Efendi daha çok okuyan ama yazmayan bir kişiliğe sahip. Fakat Fettah Efendi aynı zamanda yazan bir zat.

1945’li yılların başında Almanlar Üsküp’ü terk etmiş. Ama henüz Yalta konferansı yapılmamış ve hiçbir şey tam yerli yerine oturmamış bir durumda. Yugoslavya’da dengeler adeta yeniden kuruluyor. Partizanlar iş başına geçtiği yerlerde o günkü Yugoslavya’nın müesseselerini kurmak için faaliyetler yapıyorlar. Bu müesseselerde çalışmak için o devrede Bekir Hoca’nın çevresinden insanlara da tekliflerde bulunuyorlar. Bu tekliflere muhatap olanlar tereddüt içinde. O esnada Ata Efendi görüşünü şöyle açıklıyor: “Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir; halka hizmet imkânları çıkabilir.” Bu genel düstur o dönemde Bekir hoca ve çevresinin genel davranış üslubunu da belirliyor.

Ata Efendi ve Bekir Hoca’nın karşı karşıya kaldığı bir durum Türkiye’de de belli dönemlerde birçok âlim ve fikir adamının karşı karşıya kaldığı bir durum. Hatta bizim neslin bile gençlik dönemlerinde kendi kendimize sorduğumuz önemli bir soruya da cevap verir nitelikte: “İşin içine dâhil olmak mı? Yoksa dışarıda kalıp çalışmak mı?”

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın mülakatında o dönemin Yugoslavya’sındaki genel durum, daha sonra geldiği Türkiye’de tanıdığı birçok âlim ve fikir adamı ile ilgili düşünce ve tahlillerini de görebilmek mümkün. İnsan bu tür metinleri okurken tarihimizde ne kadar önemli insanın gelip geçtiğini ve hatırı sayılır izler bıraktığını bir defa daha görmüş oluyor. Önemli olan o izleri bulup çıkarmak ve istifade edebilmek…

Allah rahmet eylesin.

Dünya Bizim, 03.05.2016

Çocuk eğitiminde teoriden pratiğe bir uygulama

Elif Yuva, Bayram Yuva ve Bilgi Evleri faaliyetleri, bir neslin, hatasıyla, sevabıyla, hayalleriyle ve gayretleriyle vücut vermeye çalıştığı bir eğitim çalışması örneğidir

12 Eylül 1980 darbesi sonrası; yeni bir dönem

Yoğun toplumsal çalkantılar ve sıkıntılı bir sürecin sonrasında meydana gelen 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. 80’li yılların ilk yarısında, fırtına sonrası meydana gelen kısmi bir sükunet ortamına benzeyen bir hal içerisindeydik. Altmışlı yılların başlarında doğan benim neslim için bu dönem, üniversite yaşamına adapte olunan ve sonrasındaki hayata hazırlanılan bir devreydi.

1980 öncesi yaşanan kanlı ve sıkıntılarla dolu dönem sona ermiş, gençliğin bir bölümü cezaevine düşmüş, idam edilenler olmuş, kimileri yurt dışına gitmiş, kimileri çeşitli köşelere savrulmuştu. Tedirginlik had safhadaydı. Yeni anayasanın Türkiye’ye ne getireceği, siyasi sistemin bundan sonra nasıl şekilleneceği merak konusuydu.

İran devrimi sonrası Orta Doğu’da yeni dengeler oluşmakta, İkinci Dünya savaşı sonrası kurulan çift kutuplu dünya sistemi başka bir evreye geçeceği yönünde sinyaller veriyordu.

Bir yandan da hayat devam ediyordu. Üniversitenin ilk yıllarında evlenmiştim ve üçüncü sınıfta da çocuğum olmuştu. Benim yaş dönemimdeki yakın arkadaşların bir bölümü de benden sonra kısa aralıklarla dünya evine girdiler. Arkadaş ziyaretlerimizin içine zamanla minik minik yavrular da dahil olmaya başlamıştı.

İçinde yer aldığımız arkadaş çevresi, talebelik dönemlerinde de okumaya ve kendini yetiştirmeye önem veren bir topluluk idi. Genelde hanımlarımız da aynı hassasiyete sahip hayat arkadaşlarımızdı. Kendimizi geliştirmeye önem verdiğimiz gibi çocuklarımızın da en iyi şekilde yetişmesine önem vermek istememiz tabii idi. Arkadaş sohbetlerimizde ve kendi iç okumalarımızda belli bir zaman sonra çocuk eğitimi de önemli bir yer tutmaya başlamıştı.

İlk çocuklarla birlikte yeni bir eğitim modeli arayışı

Derken aynı yaşlarda çocukları olan aileler olarak haftada birkaç gün çocukları bir mekanda toplayıp onları kendi değerlerimize yönelik olarak eğitmek üzere bir karar verildi. Hanımlar aralarında iş bölümü yaptılar ve amatörce ama aynı zamanda da heyecanlı bir eğitim süreci başladı.

Bu süreçle birlikte çeşitli müzakereler, birbirini ikna çalışmaları, hatta kısmen tartışmalar da peşi sıra gelir oldu.

Sonuçta 1986 yılında bizim o zamanlar yazlık olarak kullandığımızBasınköy’deki evin bir katını büyüklerin de rızasını alarak yuva olarak kullanmaya karar verdik. O evde aileye yardımcı olarak oturan hanım, binanın kömürlü olan kaloriferini yakacak, temizliği ve yemekleri yapacak, daha sonra vefat eden İkbal kardeşimiz öğrencilerin geliş gidişlerine nezaret edecek, hanımların iş bölümü ile deruhte ettikleri hocalık trafiğini ayarlayacak ve tabii daimi öğretmen olarak bulunacak, erkekler de daha çok lojistik faaliyetleri yerine getireceklerdi.

Beş arkadaş olarak aldığımız klasik tipteki Wolksvagen minibüs de çocukların servislerini yapacaktı. Bu kutlu ve heyecanlı eğitim serüveni böylece başladı. Bir yaş grubu iki gün, daha büyük olan bir başka yaş grubu da üç gün olarak Basınköy’e devam ediyorlardı.

Tabii işler burada anlatıldığı gibi her zaman tıkır tıkır işlemiyor, daha önce tahmin edemediğimiz bir çok problem de ortaya çıkıyordu. Kalorifer bozuluyor, pek de yeni olmayan minibüs arıza yapıyor, bazen hocaların geliş gidişleri aksıyor ama tüm bunlar özveri ile hallediliyordu.

Ana okulu çalışmamız duyuldukça yeni yeni talepler de ortaya çıktı ve ikinci yıl evin diğer katı da öğrenime tahsis edildi. Talebe sayısı hızla arttı. Derken bu işin başına o zamanlar pedagojiyi yeni bitirmiş ve şu an hâlâ Bayram Yuva’da müdürlük yapanAfife hanımı getirdik. Artan talebe sayısına paralel olarak bu halkanın dışından öğretmenler aldık.

Basınköy’deki çalışma resmi olmadığından ihtilal sonrası dönem için önemli bir endişeyi de barındırıyordu. Aile çevresi korkularını ufak ufak izhar ediyor, tabii bu durum ilk önceleri bunları önemsemeyen bizleri de içten içe ürkütüyordu.

1989 yılı itibariyle yer arayışlarımız başladı ve o yıl Yenikapı’da daha önceleri de yuva olarak kullanılan bir mekanı kiralama kararı vermemize yol açtı. Resmiyet işlemlerine başladık ve Elif Yuva yeni mekanında faaliyete geçti.

Eğitim modeli uygulanırken ilk tartışmalar

Bu süreçte başta da belirttiğim çeşitli tartışmalar da içten içe ortaya çıkıyordu. İlk ihtilaf, kurumsallaşma sürecinde gündeme geldi. Kurumsallaşma ile çalışma kısmen İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nün kontrolü altına giriyordu. Bu müdürlük kadro yetersizliğine binaen yuvaları tam manasıyla kuşatamamakla birlikte yine de ona bağlıydık ve bu da bazı arkadaşlarımızda rahatsızlık uyandıryordu. Ama resmiyet olmaması da farklı riskleri taşımaktaydı. Bir karar verilmesi gerekiyordu. O kararın kurumsallaşma noktasında verilmesi diğer görüşü savunan arkadaşların bir miktar kırılıp kenara çekilmesini de beraberinde getirdi.

Diğer önemli tartışma alanımız kendi yetkinliğimiz üzerinde oluştu. Bir kısım arkadaşımız, “bu işi bu kadar büyütmeyelim; çünkü biz henüz bu eğitim konusunu teorik manada oturtamadık, milletin çocuklarını da alıp eğitiyoruz, ciddi bir vebal altındayız” görüşünü savunuyorlardı. Ayrıca “Türkiye’de hızlı bir şekilde gelişen ve yerleşen kapitalist sistem, hanımları annelikten uzaklaştırıyor ve çocukları suni bir kurum olan yuvalara doğru yönlendiriyor, biz de bu faaliyeti geliştirerek bu gidişe daha çok yol veriyoruz” görüşünü ileri sürüyorlardı. “Biz bu yuva sistemini daha fazla yaygınlaştırmayalım ve dikkatimizi daha çok anneleri eğitme üzerinde yoğunlaştıralım” yaklaşımı da yine bu zikrettiğim arkadaşların görüşleri arasında önemli bir yere sahipti.

Bu arkadaşlarımızın bir bölümü anne eksenli eğitim çalışmalarını daha sonra sistematik bir hale getirdiler ve günümüze kadar istikrarlı bir şekilde bu çabalarını devam ettirdiler. ‘Her anne bir okul’ ve ‘kadından topluma eğitim seminerleri’ adlarıyla sürdürülen çalışmalarda binlerce anne ve anne adayı bu faaliyetlerden istifade ettiler.

Arkadaşlarımızın ileri sürdükleri fikirlerin önemli bir kısmı bizim de iştirak ettiğimiz hususlar olmasına rağmen, menfi gelişmelerin onları reddetmemizle durmayacağı, bizim bunlara karşı daha proaktif bir tavır geliştirmemizin gerekli olduğu görüşü zamanla daha fazla etkili oldu.

Buradan hareketle gelişen ve bizim de içinde yer aldığımız görüşe göre durumu şu şekilde yorumluyorduk: Çocuklarımız hızla büyüyor. Toplum zaten menfi bir çok yönü ile bu çocukları eğitiyor, etkiliyor. Biz hiç olmazsa bu zararlı etkilere karşı çocuklarımızı korumaya çalışalım. Ayrıca çocuklarda daha sonraki yıllarda kendilerini korumalarını sağlayacak özellikler geliştirmeye gayret edelim ki menfi etkilerle kendi kendilerine mücadele etmeyi becerebilsinler. Hatta kendi inandıkları değerleri merkeze alarak zamanla farklı açılımlar da ortaya çıkarabilsinler.

Bu ana hassasiyet ile, “bir yandan hızlı bir şekilde kendimizi özellikle çocuk eğitimi konusunda daha fazla geliştirelim, diğer yandan da kendi inançlarımız çerçevesinde ilk etapta çok da iddialı olmayan bir müfredatla, başta kendi çocuklarımız olmak üzere ulaşabildiğimiz kadar çocuğun eğitimini sürdürelim” görüşünü savunuyorduk. Geçen zaman içinde ulaştığımız daha farklı noktalar olduğunda, onları da eğitim sistemimiz içine dahil edelim. Burada dünyanın ilk kuruluşundan kıyamete kadar Rabbimizin bizlerden beklediği ana vazifeleri değişmeyen değişkenler olarak ele alalım, onların dışındaki teknik hususları ise daha çok değişebilen değişkenler olarak değerlendirelim. Fakat bu değişebilen değişkenleri de sürekli olarak sabitlerimiz ile test edelim ki zaman içinde yanlış noktalara savrulmayalım gibi temel bir hareket noktamızın bulunduğunu da belirtmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

İlave olarak geçmişimizde varlığını bildiğimiz sıbyan mektepleri örneği de, atalarımızın her mahallede bu tarz eğitim kurumları açarak çocukları buralarda eğitmeye çalıştıklarını bizlere göstermekteydi. Yuvalar, gelişen kapitalist sistemin sonucu olarak ortaya çıkan ve kısmen de yayılma istidadı gösteren yapılar olmasına rağmen “biz klasik yuvacılık yapmayalım, çocukları ailelerinden koparmayalım ve onları aileleri de işin içine katarak eğitelim” diyorduk. “Bunun için sık sık aile görüşmeleri yapalım, onlara yönelik seminerler düzenleyelim, onlara eğitimle ilgili okuma listeleri hazırlayalım” gibi çalışmaları da yapmaya önemsiyorduk.

Bu çalışmanın diğer zor bir yanı da yapı geliştikçe ortaya çıkan nitelikli eğitimci ihtiyacıydı. Faaliyet küçük iken birkaç hoca yeterken Yenikapı Elif Yuva ile birlikte adedi on’lara varan eğitimci talebimiz oluyordu. Bu eğitimcilerin eğitimi de ayrı bir sorundu.

Eğiticileri eğitme çalışmalarımız

1989 yılında öğretmenlerimiz için ilk meslek içi eğitim programını hazırladık ve uyguladık. Çok nitelikli bir seminerci kadrosu öğretmenlerimize eğitim dönemi başlamadan ciddi bir eğitim verdi.

Bu eğitim programı içinde sadece çocuk eğitiminde dikkate alınması gereken gelişim psikolojisi, eğitimde program uygulaması, oyun ve ilgiler, disiplin, vs. gibi teknik konuları ele almıyorduk. Temel İslami bilgiler, estetik ve güzel sanatlara bakış, sosyal değişim ve eğitim, genel bir eğitim programı içinde okul öncesi eğitimini yeri, ana hatları ile Cumhuriyet döneminde uygulanan eğitim programları, eğitim kurumlarında örgütsel davranış ilişkileri gibi daha kapsamlı meseleleri uzman kişiler kanalıyla işleyerek öğretmenlerin farklı bir bakış açısına sahip olmalarına önem vermiştik.

Elif Eğitim Hizmetleri adıyla bu meslek içi eğitim programlarını daha sonra bir çok kere tekrarladık. Yaklaşık 50 saatlik bu programı önceleri yuvada, daha sonra Bilim Sanat Vakfı’nın Fındıkzade’deki mekanında ve bir sene de Bayrampaşa Belediyesi’nin salonunda yaptık. Meslek içi eğitim seminerlerimiz sonunda katılanlara bir de sertifika veriyorduk. Verdiğimiz belgede katılan arkadaşın hangi dersleri kimlerden kaç saat olarak aldığı belirtiliyordu. En altında da Elif Yuva’nın mührünü basıyorduk. O dönemde yapılan bu eğitim çalışması ve verilen sertifika, daha sonraki senelerde açılan birçok yuvaya giden öğretmenler için değerli bir referans belge niteliği taşıdı.

Eğitimde kitabın ve diğer eğitici materyalin önemi

Eğitimde kullanılacak materyal de diğer bir sorunlu alan idi. Bugün çok gelişmiş olan çocuk yayıncılığı alanında o dönemlerde faaliyet gösteren kurum sayısı birkaç tane idi. Kendi inançlarımız çerçevesinde materyal hazırlayan tek tük birkaç yayınevi vardı ve onların da ürünleri kuşatıcı olmaktan uzaktı. Bu alanda nerede ne var diye ciddi bir arayışa gittik ve ilk yıllarımızda bu ürünlerin hepsinden birer ikişer alarak yuvanın bir sınıfında bunları velilerimize sergiledik. Bu malzemeleri alın ki bunları eğitimde çocuklarımız için kullanalım diye onları teşvik ettik.

O dönem dünyanın dört bir yanındaki çocuk yayıncılığı yapmakta olan kurumlara yazı yazarak onlardan kataloglar istedik. Arzumuz, eğitim çalışması yanında bu malzemeleri ya hazırlayan kurumlar oluşturmak ya da var olan kurumlarımızı teşvik etmekti. Gelen bu materyelleri birçok yayınevi ile paylaştık. Bugün internet yardımıyla bir tıklama kadar yakınımızda bulunan bu bilgiler o günün şartlarında uzun postalama süreçleri sonucunda elimize ulaşabiliyordu.

O dönem, çocuklarımız için kendi hassasiyetlerimizi taşıyan boyama kitabıbulamadığımızı söylesem durumun nezaketini anlatmaya yeter sanırım. Bu ihtiyaca binaen yuvamızda çocuğu olan ressam ve karikatüristKemal Güler’e ilk boyama çizgilerimizi yaptırdık. Kemal Bey güzel bir çizgi karakteri oluşturdu ve önceleri bu çizimler fotokopi ile çoğaltıldı. Ve çocuklar çoğaltılmış resimleri boyadılar. Sevimli çizgi kahramanımız dışında farklı haritalar ve Kur’an öğretimi için harfler de boyama materyallerimiz arasında yerini alıyordu.

Daha sonra bizim matbaada Kemal Güler’in oluşturduğu çizgi kahramanımızdan esinlenerek bir seri boyama kitabı hazırlayıp bastık. Bu seride sevimli çocuğumuzun, “Namaz Kılıyorum”, “Oruç Tutuyorum”, “Hacca Gidiyorum” gibi dini muhtevalı çizgilerini öğrencilerimiz büyük bir keyifle boyuyorlardı.

Bu kitaplar o kadar rağbet gördü ki sadece maliyeti alınarak insanlara dağıtıldı ve birkaç bin baskı yaptı. Hem öğrencilerimiz hem de duyan bilen insanlar alıp çocuklarına boyama yaptırdılar. Bu serinin rağbet görmesi, bu alana işi yayıncılık olan bir çok kişinin de girmesine sebep oldu.

O devrede bant tiyatrosuda yeni yeni gelişiyordu. Bu alanda da hatırı sayılır güzel örnekler ortaya çıktı. Şimdi mevcudunu bulabilmenin bile pek mümkün olmadığı o kasetler kendi döneminde çok önemli bir işlev görüyordu.

Okul öncesi eğitimde kendi müfredatımızı oluşturma çalışmaları

Yuva çalışmasının diğer kıymetli bir yönü de yıllar içinde geliştirilen bize has bir müfredatın ortaya çıkması idi. Bir gurup hanım arkadaşımız yoğun bir çalışma ile hedef konuları temel alan ve her konu içinde değer aktarımını işin merkezine oturtan bir program hazırladılar. Bu programda kullanılmak üzere öğretmenlere yol gösterecek ve onların eğitimde kullanabilecekleri materyalleri tek tek tesbit ettiler, hedef konulara göre tasnif ettiler ve dosyaladılar. Yuvaya gelen öğretmenlere ilk etapta eğitim verilerek bu dosyalardaki malzemeyi nasıl kullanacakları öğretiliyor ve ondan sonra öğrencilerle temasına yol veriliyordu. Tabii ilk dönemde malzemeler bütünüyle mükemmel olmadığından sıkıntılı noktaları da öğretmenlere anlatılıyordu. Malzemenin yeterli olmadığı dönemde eğitim çalışmamız bu tarz ciddi bir zorluğa da katlanmak durumundaydı.

Daha sonraki yıllarda çeşitli gruplar ve cemaatler kendi yuvalarını açmaya başladılar. Bir çoğu bizim hazırlamış olduğumuz program dosyalarından istifade ettiler. Elif Yuva bu alanda gerek müfredatı gerekse yetişmesine katkıda bulunduğu hocaları ile önemli bir işlev gördü.

Bu arada 1993 yılından itibaren İkbal adlı bir aile bülteni de çıkarmaya başladık. Bu bültende eğitim alanında yapılan çalışmalar anlatılıyor, özgün makaleler kaleme alınıyor ve velilerin dikkatleri çocuk eğitimine çekiliyordu. Tabii aile seminerleri ve çeşitli dönemlerde “Eğitim Sohbetleri” adıyla aileleri eğitici programlar da imkanlar nisbetinde devam ediyordu.

Elif Yuva’nın şu sloganı eğitim yaklaşımını net olarak ortaya koyan bir mahiyette idi: “Çocuğunun eğitimine önem veren aileler, gelin görüşelim, yavrunuzu beraberce eğitelim.”

Yılların geçmesi ile birlikte ilk çocuklar büyüdü ve okula başladı. Bu sefer bizler de Çocuk Kulübü adı altında hafta sonu programları yapmaya başladık. Okula giden çocuklar hafta sonu yuvaya geliyor ve burada onlara bir taraftan sosyal, kültürel ve sportif aktiviteler yaptırılıyor, bir yandan değer eğitimi veriliyordu.

Çocuk kulüplerinden bilgi evlerine

Daha çok 2005 yılından itibaren yaygınlaşmaya başlayan bilgi evlerinin temelinde de bizim bu çocuk kulüplerinin yattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Bayrampaşa’da belediyenin sırf bu iş için inşa ettiği güzel bir mekanda başlayan ve değer eğitimini sosyal aktiviteler içinde veren ilkbilgi evi yine bizim tarafımızdan faaliyet başlatılmıştı. Bu çalışmada büyük katkısını gördüğümüz kendisi de eğitimci olan Sn. Hüseyin Bürge’nin ve yakın çalışma arkadaşlarının emeklerini de özellikle zikretmenin bir vefa borcu olduğunu ifade etmeliyim.

Okul öncesi çalışmamızın genel prensipleri

Elif Yuva ile başlayan okul öncesi çalışmasında önem verdiğimiz temel noktaları şu şekilde özetleyebiliriz:

Öncelikle yapılan faaliyet çocuk merkezli bir çalışma olmalıdır. Burada çocuğun kendine güven kazanması önemlidir. Değerlerin ve kavramların onlara verilmesi sürecinde bu yavrularımız hiçbir zaman korkutulmamalı ve daha sonra öğrenme safhasına geçerken dini meselelere ve kavramlara sevgi ile bakabilmelidir. Yoğun öğretimden ziyade ilk aşamada eğitim daha önemli olmalıdır.

Eğitim çalışması salt para kazanma amacıyla yapılacak bir faaliyet olarak düşünülmemelidir. Burada esas önemli olan bir neslin inşasıdır.

Ayrıca okul öncesi dönem çalışmamızda bizimle temasa geçen aileler, çocuklarını bizlere sadece bakılmaları için değil, onları beraberce eğitebilmemiz için getirmelidir.

Nasıl ki hayatın her safhası dinle ilgili ise, işlenen her konuda o konu ile ilgili değerler çocuksu bir dille ve üslupla onlara hissettirilmelidir. Bunun için öğretmenlerin eğitimi çok önemlidir. Çocuk eğitimi için vazife alacak her öğretmen bu bakış açısı ile ciddi bir eğitimden geçirilmelidir. Bu eğitim sürekli olmalı, onların da kendilerini geliştirmeleri için gerekli toplantılar ve okumalar süreklilik arz etmelidir.

Eğitimin diğer önemli bir unsuru ailedir. Aileler yapılan eğitim ve hedefleri ile ilgili ciddi bir şekilde bilgilendirilmeli ve yuva ile bağlantı içinde olması istenmelidir. Aile görüşmeleri ve seminerleri de eğitimin diğer önemli bir unsuru olarak sürekli olarak yapılmalıdır.

Gerek Elif Yuva’da gerekse de daha sonra açılan Bayram Yuva’da çocuklarla ilişki yuvadan sonra da kesilmemiş ve mezun çocuklarımız senede en az bir kere toplu programlara çağırılmış, verilen eğitimin onlarda ileriki yıllarda nasıl bir etki uyandırdığı imkan nisbetinde izlenmiştir. Uzun yıllar her bayram onlara bayram tebriği gönderilerek eski hatıralarının canlı tutulmasına gayret sarfedilmiştir.

Burada önemli olan diğer bir nokta da mekan konusudur. Elif Yuva çalışmasında bu başlık altında uzun yıllar çok da istediğimiz bir noktaya varamadığımızı üzülerek ifade etmem gerekir. Yenikapı binası, içi gayet güzel, semt olarak pek iyi olmayan, aynı zamanda güzel bir bahçesi bulunmayan bir mekandı. Oysa eğitimde ve özellikle küçük çocukların eğitiminde bahçe çok önemlidir. Fakat daha sonra taşınılan Bakırköy’deki mekanımız ise bahçe olarak İstanbul’da o dönem az bulunur özellikte bir mekandı. Fakat oranın da iç düzeni ideal yuva düzenine uygun değildi. Binanın iç yapısı üzerinde çok çalışıldı fakat bizim hayal ettiğimiz güzelliğe bir türlü ulaşılamadı.

Mekan konusundaki en güzel yerimiz 2001 yılı ile birlikte Bayrampaşa Belediyesi’nin bize tahsis ettiği Bayram Yuva isimli yuva oldu. Burada iç düzeni ve bahçesi ile ideale yakın bir eğitim imkanı ortaya çıktı. Bu yuvamız halihazırda özetlediğimiz eğitim ilkeleri ve ideal mekanı ile faaliyetini sürdürmektedir.

Sonuç olarak

Elif Yuva, Bayram Yuva ve Bilgi Evleri faaliyetleri, bir neslin, hatasıyla, sevabıyla, hayalleriyle ve gayretleriyle vücut vermeye çalıştığı bir eğitim çalışması örneğidir. Yüzlerce öğretmenle, onlarca idareciyle çalışılmış, bir yandan onlara katkı sağlarken bir yandan da onların katkılarıyla kendini geliştirmiştir. Çalışmanın bir döneminden sonra Bayrampaşa Belediyesi bu işe ciddi bir katkı sağlamıştır.

Bu çalışmalarımız, özgün müfredatlarıyla kendilerinden sonra ortaya çıkan bir çok yapıya ilham vermiş, eğitimde çocuğu merkeze alan ve onu aile – öğretmen işbirliği ile eğiten bir bakış açısı ortaya konmuştur.

Bir velimizin yıllar evvel söylediği gibi “siz bize, çocuklarımızın eğitimine ciddi bir dikkat sarf etmemize ve onlar için harcama yapmamıza sebep oldunuz, bizleri bu konuda teşvik ettiniz, bu bile varlığınızı anlamlı kılmaya yeter” yorumuna muhatap olmuştur.

Elif Yuva çalışmasının uzantısı olan çocuk kulübü faaliyetleri, daha sonra sistemli bir hale gelerek büluğ çağı öncesi bir destek kurumu olarak ortaya çıkan bilgi evlerine ciddi bir teorik ve pratik katkı sağlamıştır. Bugün okul dışı zamanlarında hem ders takviyesi, hem de sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler içinde aynı zamanda değer eğitimi alan çocuklarımızın gelişmesinde az da olsa katkı sağlamış olmak, yaklaşık 30 sene evvel başlayan değer bazlı bir eğitim çalışmasının güzel bir meyvesi olarak görülebilir.

Bu uzun soluklu çalışmaya katkı sağlayan herkese, bu çalışmadan istifade etmiş çocuklar ve aileleri adına teşekkür ediyorum. Bu çalışmaların Allah indinde de makbul bir faaliyet olarak yerini alabilmesi en büyük duamızdır.

Dünya Bizim, 26.10.2015

40 YIL ÖNCESİNİN GENÇLERİ NELER OKUYORDU?

Geçtiğimiz günlerde genç bir grup arkadaşla sohbet ederken söz döndü dolaştı bizim gençlik dönemlerimizle ilgili konular üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Bizim okuma serüvenimiz nasıl başladı, kimlerden etkilendik, sohbet dinlemek için nerelere gidiyorduk, ilk olarak hangi kitapları okuduk filan tarzında sohbet aktı gitti.

Bu sırada hem ben hem de beraber olduğumuz arkadaşlardan bazıları anlatılanların bir bölümünün daha iyi anlaşılabilmesi için daha fazla izaha muhtaç olduğunu farkettik. Mesela ben Beyazsaray dediğim zaman bazılarının bunu anlamadığını, bahsettiğim yerin bir dönem Beyazıt’da Müslüman gençliğin çoğunlukla devam ettiği bir kitapçılar çarşısı olduğunu izah etmek zorunda kaldığımı gördüm. Bazı kitap isimlerinin de yine bazı muhataplarıma hayli yabancı kaçtığını hissettim. Okumaya devam et 40 YIL ÖNCESİNİN GENÇLERİ NELER OKUYORDU?

UYGUR KARDEŞLERİMİZLE YAYINCILIĞI KONUŞTUK

Ağustos ayının son haftasında dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin‘in başşehri Pekin‘deki kitap fuarına İTO’nun Basın Yayın komitesinden bir grup arkadaşla birlikte katıldık. Bu fuarda Türkiye “onur konuğu” statüsündeydi. Son yıllarda yurtdışı kitap fuarlarına aktif bir katılım gösteren Türk yayıncılığı, özellikle onur konuğu olduğu ülkelerde kendi birikimini yansıtma açısından önemli bir imkana sahip oluyor. Yayıncılarımız bilhassa son 10 yılda her yıl artan bir şekilde bu etkinliklere ilgi gösteriyorlar.

Pekin Kitap Fuarı’nda da Kültür Bakanlığı 20 yayıncı ve 20 yazarın fuara katılımını sağlamıştı. Onun dışında Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul Ticaret Odası, Türk Hava Yolları da bu fuara gerek yayınları gerekse de katılımcıları ile renk katmıştı. Okumaya devam et UYGUR KARDEŞLERİMİZLE YAYINCILIĞI KONUŞTUK

HADİS-HAYAT BAĞLANTISI NASIL KURULABİLİR

İslam dininin temel kaynağı bilindiği üzere Kur’an- ı Kerim’dir. Kur’an’ın bizlere ulaşmasını sağlayan Hz. Peygamber (a.s) hem bu hükümleri nakletmiş, hem uygulamış, hem de detayları konusunda arkadaşlarına (sahabe-i kirama) bilgi vermiştir.

O’nun sözleri ve davranışları yani Sünnet’i, Müslümanlar için dinlerini yaşayabilme yolunda önemli bir istikamet kaynağıdır. Tabii Hz. Peygamber’den (a.s) varit olan söz ve fiillerin daha sonraki dönemlere nakledilmesinde müslümanlar ciddi bir hassasiyet göstermişler ve bu alanda ilerleyen asırlarda bir çok usûl, yol ve ilim dalı ortaya çıkmıştır. Okumaya devam et HADİS-HAYAT BAĞLANTISI NASIL KURULABİLİR

ALİYA’NIN MEZARI ADETA HAYATININ BİR ÖZETİ

Uluslararası Saraybosna Üniversitesi‘nin davetlisi olarak Aralık ayının 21’inde Saraybosna’ya üç günlük bir seyahat yaptık. Bu seyahatte bana hanımım ve kızım da eşlik etti.

Rahmetli anneannem Ayşe hanımın 1900’lü yılların başında doğduğu bu kente, onun tanımaya imkan bulamadığı hanımım ve kızım ile birlikte gitmek bizim için ayrı bir heyecan kaynağı idi.

Sabah erken saatte kalkan uçağımız havaalanına indiğinde daha sonra iade etmek üzere bir saat kazanmıştık. Rektör Yücel Oğurlu bey, Hasan Korkut hoca ve turumuzu organize eden Abdulhamit Yıldırım bey, bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladılar. Havaalanı yakınlarında ayarlamış oldukları otele yerleştikten sonra zamanı iyi kullanabilmek için hemen toparlanıp şehrin merkezine doğru yola çıktık. Okumaya devam et ALİYA’NIN MEZARI ADETA HAYATININ BİR ÖZETİ