Mesleki ehliyet, ahlaki ehliyet

Rahmetli Sabahattin Zaim Hoca bir sohbetinde benim zihnime adeta derinden kazınan şu sözü söylemişti. Bir vazifeye seçeceğiniz kişilerde şu iki hususiyetin olmasına özellikle dikkat etmelisiniz. ‘Mesleki ehliyet ve ahlaki ehliyet.’ Bu iki özellikten sadece birisi yeterli olmaz. İkisinin de aynı anda o kişide bulunması işlerin doğru yürümesi için elzemdir.

Mesleki ehliyet yani kişinin o vazifeyi hakkıyla yapabilmesi için gerekli olan bilgi, beceri ve yetkinliğe sahip olması. Ahlaki ehliyet; yani kişinin başta Allah’dan korkması, Hakkın menfaatini kendi menfaatinden daima önde tutması, kul hakkına özellikle dikkat etmesi, işlerini yaparken adaletten zerre miktarda ayrılmaması, insanlara lazım gelen saygı ve muhabbeti göstermesi.

Bu iki özellik hem özel işlerde hem de kamusal alanda çok önemli. Uygulanabildiği ölçüde işlerimiz muhakkak ki çok daha güzel ve verimli olacaktır.

Fakat uygulamalara baktığımızda bu hususlara her zaman riayet edilmediğini, hemşehrilik, cemaat kardeşliği, dernek ve vakıf mensupluğu, seçilecek kişilerin seçme mevkiinde olanlara kayıtsız şartsız itaati gibi hususların bazen bu iki hayati unsurun yerini aldığını üzülerek müşahade etmekteyiz. O zaman da ortaya çıkan neticeler herkesi üzmekte, işlerin doğru gitmemesi hem bireyleri hırpalamakta hem de toplumsal bazda telafi edilemeyecek boyutta zararlara sebebiyet vermekte.

İnsanların kendi özel işlerinde yapacakları bu kabil hatalar kişilerin sadece kendilerine ve özel işlerine zarar verse yani bu kararın oluşturacağı zarar kısmi olsa da, kamusal alanda yapılacak bu tarz hataların ceremesini çok geniş kitleler çekmekte.

Bu noktadan hareketle toplumsal alanlarda ilgili vazifeler için uygun kişileri seçme durumunda olanların sorumlulukları çok büyük. Mesleki ehliyeti belirleyebilmek için bu alandaki objektif kriterleri bihakkın göz önüne almak durumundalar. Bu kriterlerin neler olduğu ile ilgili doğru bir tesbit yapmak, kendisinin ihtisası olmadığı sahalarda bu alanların uzmanları ile istişarelerde bulunmak, işin ehlini sadece yakın çevresinde değil işin gereği ne kadar geniş ise o miktarda geniş bir alanda aramak da seçim yapacak kişilerin önemli bir sorumluluğu.

Özellikle çok kapsamlı ve sonuçları itibariyle çok fazla kişiyi ilgilendiren alanlarda bu yük daha da artıyor. Bizim kadim kültürümüzde bir vazifeye talip olmak artıdan ziyade eksi bir özellik. Fakat günümüzde maalesef bu alanda da kıstaslar tersine çevrilmiş durumda. İnsanlar bir göreve gelebilmek için objektif kriterlerin dışında subjektif yollarla kendilerini bir görev için aday olarak ortaya atmakta ve sonra da karar vericileri etkileyebilmek için Rahmetli Sabahattin Hoca’nın ısrarla vurguladığı ahlaki değerleri hiçe sayarak çeşitli direk ve dolaylı yollarla karar vericileri etkilemeye çalışmaktalar. Karar vericiler de bu noktada gerekli hassasiyeti göstermediği ve işin gereği olan istişareyi yapmadığı durumlarda da görevler maalesef ehil olmayan kişilerin uhdesine geçmekte. Sonrasında ise o konuyla ilgili hemen herkes bu yanlışın faturasını ödemekte.

Ahlaki ehliyet hususu da yukarıda bahsettiğimiz gibi diğer çok önemli bir alan. Özellikle kamusal görevlerde kişilerin bulundukları mevkiyi kendisinin ve yakınlarının menfaat elde edebilecekleri bir alan görmeyip sadece o işden hizmet alacak kişi ve kurumların menfaatlerini korumak için kullanmaları gerekiyor. Sorumlu olduğu alanlarda kesinlikle adaleti gözetmeleri, kendilerinin ve çevrelerinin bu alanlardan şahsi olarak nerdeyse hiç faydalanmamaları ahlaki yeterlilik ölçüsünün en başta gelen derecesi. Hz. Ömer’in devletin mumu ile devlet işlerini yaparken kendi özel işi için kendi özel mumunu kullanması örneği bu alanda çok basit ama o derecede hayati bir düstur.

İlave olarak, kamunun malı ne kadar önemli ise kamunun nüfuzu da o derecede önemli bir değer. Bugün, bazı kişiler somut değerler üzerinde hassasiyet gösterir gibi yaparlarken soyut gibi görünen ama neticesi itibariyle kamuya ait bir nüfuz alanını kendisi veya yakın çevresi için kullanarak bu kuralı maalesef çiğnemekte bir beis görmemekte ve bu kötü misal yaygın bir uygulama olarak toplumu içten içe kemiren bir ur haline gelmekte.

Karar vericilerin düştükleri bir diğer hata da özellikle geniş kesimleri ilgilendiren vazifelere aday ararken illa bilinen isimler üzerinde sabitlenmeleri. Daha önce yaptıkları bazı görevler dolayısıyla toplum nezdinde bir bilinirliliğe sahip olmak bahse konu vazifeler için o kişilerin her zaman en uygun isim olmalarını illa ki yeterli kılmayabilir. Zihinde aday olarak beliren veya yukarda bahsettiğimiz tarzda kendilerini o vazife için karar vericilere aday olarak gösteren kişiler daha evvel deruhte ettikleri işlerde yeterli bir ehliyet gösteremedikleri halde çoğu kereler daha fazla bilindikleri ve tanındıkları için söz konusu olan alanlarda seçilme durumuna gelebilmekteler. Buradaki genel hata da; ‘bu kişiyi hatasıyla sevabıyla nasıl olsa biliyoruz, eksikliklerini de onun çevresini tahkim ederek tamamlayabiliriz. Şu an yeni birisini ehliyet ve liyakat noktasında ölçebilecek zamanımız yok. O zaman hadi hemen kararımızı verelim ve vazifeyi bu kişiye verelim’ gibi bir acelecilik sonrasında yıllarca sürecek zararları beraberinde getirmekte.

Burada yapılan hataların diğer bir sebebi de karar vericilerin yanlarında bulunan kişilerin tutumları. Karar verici durumda olan kişiler başında bulundukları organizasyonların genellikle en güçlü kişileri olduklarından etraflarındaki kişilerin güce karşı Hakkı söyleyebilme performansları da çoğu kere maalesef yeterli olamıyor. Bu yetersizlik karar vericilerin yanlış karar vermeye doğru giderken gerekli uyarıları alamamalarını da beraberinde getiriyor. Oysa hakikati gördüğü halde söylememek, gerekli noktalarda uyarmamak da hatalara ortak olmanın bir başka çeşidi.

Ehliyetli, liyakatlı, hakkaniyetli, gerekirse güce karşı da lazım gelen uyarıları yapabilecek kişilerin vazife alacağı yapıların verimli olabilmesi için o sahada en uygun sistemlerin kurulabilmesi de diğer bir gereklilik. Bu gerekliliğin detaylarına girilmesi bu yazının hacmini aşacağından o noktaya şimdilik sadece temas ederek geçmeyi yeterli görmekteyiz.

Özetle ifade etmek gerekirse kişiler alanında ana sorun Hakkı üstün tutan, menfaatini hakkı olarak görmeyen, ehliyetli, liyakatlı ve istikamet sahibi insanların yetiştirilebilmesi sorunu. Bu özelliklere haiz ve kendi mesleklerinde en iyi noktalara gelebilme gayreti içinde olan fertleri yetiştirebilmek ve özellikle toplumsal görevlerde o işlere en uygun kişileri bulup ( mesleki ve ahlaki ehliyet açısından) vazifeleri onlara teslim edebilmek işlerimizin daha iyi bir hale gelebilmesi için başlangıç noktalarımızdan birisidir.

Bu hassasiyetlere sahip kişilerin seçme ve seçilme mevkiinde olacağı bir toplum, inşallah insanların içinde huzurla yaşayacağı bir toplum olacaktır diye ümit etmekteyiz.

Dünya Bülteni, 13.09.2017

Ah O Eski Bayramlar Derken Hatırlanan Bazı Güzellikler

”Bayram yemeğinin en önemli olaylarından bir diğeri de yemek sonrasında dedemin yaptığı dua faslı idi. Biz çocuklar dedemin duasına kim önce amin diyecek diye hazırda beklerdik.”

Kurban Bayramı ile ilgili ilk hatırladıklarım Fatih-Nişanca’daki aile evimizdeki Kurban kesme törenlerimizdi. O evde ikamet eden aile büyükleri içinde şu an hayatta olan Ahmet eniştem, rahmetli olan dedem, babam ve dayım bayramdan birkaç gün evvel beraberce kurbanları alırlar ve hayvanları o zaman kömürlük olarak da kullanılan giriş kattaki kapalı küçük bahçeye koyarlardı. O küçük bahçeye bizim mutfaktan da bir demir kapı açılır ve kurbanlıkların gelişi ile birlikte bizim evin içine kesif bir koku yayılırdı. O birkaç gün, ailenin küçük çocukları olan bizler yani ben ve benden yaşça büyük kuzenlerim için çok eğlenceli zamanlardı. Hayvanların samanlarını ve sularını kontrol eder, onlarla küçük oyunlar oynardık.

Bayram sabahı hep beraber namaza gidildikten sonra eve dönüldüğünde evin arkasındaki üstü açık dar uzun bahçede kesim başlardı. Babamların uzun süre hiç değişmeyen bir kasapları vardı. O da oğlu ile namaz sonrası gelirdi.

Kurban gününden evvel o dar bahçede rahmetli dedem daha önceki senelerden de hazır olan çukuru yeniden açar, onun üzerine kesilmiş hayvanların asılacağı demiri bahçe duvarı ile bizim katın pencere demirinin arasına yerleştirirdi. Ahmet eniştem genelde hayvanların kesimi sırasında gözlerinin bağlanması için ayrı ayrı beyaz bezler hazırlardı.

Biz giriş katta oturduğumuz için kuzenlerle birlikte bizim katın o bahçeye bakan odasındaki camın önüne içerden dizilir ve töreni izlemeye koyulurduk.

Önce rahmetli dedeminkinden başlamak üzere kurbanlar sıra sıra gelir, içeride gözleri bağlanmış olarak hazırlanmış hayvancıklar dedemin açtığı çukura başları gelecek şekilde yatırılırdı. Ve tekbir getirilmeye başlanırdı. Büyükler bahçede biz de içeride bu tekbir getirme sürecine hep birlikte iştirak ederdik.

Kesilen hayvanların etlerinin apartman içindeki katlara dağıtılması sürecine gücümüz nisbetinde biz çocuklar da katılırdık.

Kahvaltı edilmez, kurban eti beklenirdi

Dedemin unutamadığım en önemli hareketi kurbanı kesildikten sonra hemen kendi katına çıkıp iki rekat namaz kılması idi. Ayrıca rahmetli dedemin titizlikle uyguladığı (tabii o yaptığı için de bütün ailenin tatbik ettiği) usul, sabah kahvaltı edilmemesi ve kesilen ilk kurbanın hemen elektrikli ızgarada pişirilen yürek, ciğer ve böbreklerinden birer parça ile adeta oruç açılmasıydı. Rahmetli dedem bu olayı böyle izah ederdi. Bizler de büyük bir heyecanla o ilk pişen etlerle birlikte kurban etlerinden siftah ederdik.

Hatırladığım kadarıyla öğlene kadar evdeki 6-7 kurbanın kesimi tamamlanır, kasap yolcu edilir, açılmış delik kapatılır, etraf bir güzel yıkanır ve bahçedeki fasıl sona ererdi.

Katlara dağılan etler o katlardaki hanımlar yani annem, teyzemler, yengem tarafından belli bir şekilde hazırlanır ve öğlen civarından itibaren gelmeye başlayacak olan fakirler için naylon torbalara konurdu.

Etlerin gerekli kişilere dağıtılması dışında bayram gününün en önemli bir diğer olayı rahmetli dedemlerde bütün apartman sakinlerinin katıldıkları öğlen yemeği idi. Hanımların hazırladığı kavurma afiyetle yenilir ve apartman içi bayramlaşma yapılırdı.

Bayram yemeğinin en önemli olaylarından bir diğeri de yemek sonrasında dedemin yaptığı dua faslı idi. Biz çocuklar dedemin duasına kim önce amin diyecek diye hazırda beklerdik. Dedem de bunu bildiği için duasının sonunda okumasını yavaşlatır, bir türlü veleddaaalliiiin bölümüne gelmez, hepimizin yüzüne teker teker bakardı. Son anda hızlanır ve son “nun” telaffuz edilince hep birlikte amiiiin diye bağırırdık.

Rahmetli dedeciğim ailenin beraberce yediği tüm yemeklerde bu ritüeli özenle tatbik eder ve torunlarının hep bir ağızdan amin demesinden büyük bir haz duyardı. Nur içinde yatsın.

Bayram harçlıkları

Birlik apartmanındaki bu ilk bayramlaşmadan sonraki ikinci büyük toplaşma rahmetli babaannemlerin bizden 200-300 metre uzaklıktaki evinde gerçekleşirdi.

Genelde öğleden sonra biz ve amcamlar aşağı yukarı aynı zamanlarda babaannemlerin evinde toplaşır ve bayramlaşırdık. Babaannem en küçük amcam ile birlikte otururdu. Çocukları toplaştığı zaman hepsinin ortasına gelir, küçük gaz ocağını kurar ve keyifle kahve yapardı.

Babaannemlerin evininin biz çocuklar için en güzel yanlarından biri hem babaannemden hem de küçük amcamdan harçlık almaktı. Diğer evlerde tek olarak verilen bayramlık paralar bu evde çift olarak verilirdi. Rahmetli küçük amcam her para verişte, ‘bakın bugün ben size veriyorum, yarın büyüyünce siz amcanıza bakacaksınız, bunu unutmayın haaa’ diye hatırlatırdı. Rahmetli, bizlerin eli ekmek tutacağı zamanı görmeden vefat etti ve bizlerden alacağını bir türlü tahsil edemedi. Muhtemeldir ki büyüdüğümüz zaman da almayacaktı ama ben ona kendimi hep borçlu hissetmişimdir.

THK’ya kaptırılan deriler

Kurban bayramları yaz aylarına geldiği zamanlarda yani 80’li yıllarda rahmetli dedem vefat etmişti ve Nişanca’daki bu törenler Basınköy’deki o zaman yazlık olarak kullanılan evin bahçesine taşınmıştı. Bu sefer evin etrafında geniş bir bahçemiz vardı. Kurban adedi de artmıştı. Evin sakinleri dışında yakın akrabalardan bazı aileler de bu kurban kesim işine dâhil olmuşlardı. Kasap adedi ikiye çıkmıştı. Bir ara bahçemizde 15 adet kurbanın kesildiğini hatırlarım.

Tören yine aynı tarzda sürüyordu. Hayvanların alımı, gözleri için hazırlanan bağlar, tekbirler, rahmetli dedemin tabiri ile kurban eti ile ilk orucu açma ritüellerinde bir eksiklik yoktu. Yalnız 12 Eylül sonrası daha şiddetlenen kurban derilerinin o devrelerde Türk Hava Kurumu tarafından toplanması konusu çok canımızı sıkıyordu. Bir yanda can sıkıntısı diğer yanda da ceza verme korkusu aile büyüklerini adeta iki arada bir derede bırakıyordu. (bu deyim bizim ailede kararsızlık zamanlarında kullanılan bir deyimdir) Yıllar boyu bu gerilimi THK’ya çok az deri kaptırarak atlatmıştık.

80’li yılların sonu ve 90’ların başında ben biraz daha devreye girmiştim. Artık derilerin toplayıcısı bizdik. Hem bizim bahçede kesilen deriler hem de eşe dosta haber edilerek sağlanan derileri bahçenin bir köşesinde muhafaza ediyor, daha önce aldığımız tuzlarla onları ilk tuzlamadan geçiriyordum. Bunun için bayram öncesi yüklü miktarda kaya tuzu alarak bahçede stoklardım. Daha sonra gece vakti arkadaşlarımızdan birinin babasının kamyoneti ile şehir dışında bir akrabamızın fabrikasında bunları depoluyor, bir daha tuzluyor ve bayram sonrası bir dericiye satıyorduk. Bu meşakkatli işi çok da teşkilatlı olmayan bir ekiple yaptığımız için o yıllarda bayramlar bizim için bir hayli yorucu geçiyordu.

Bu gayretin sebebi ise o zamanlar yeni yeni başladığımız Elif Yuva adlı okul öncesi eğitim çalışmamız için az da olsa bir finansman elde edebilmekti. Meşakkatli, tehlikeli, heyecanlı ama bir o kadar da keyifli bir uğraştı. Bayram sonrası elimize geçen para ile imkanı olmayan birkaç ailenin eğitim masrafını çıkarmak, veya eğitim yaptığımız binanın birkaç aylık kira borcunu bir çırpıda ödemek tüm zahmetlere değiyordu. Fakat o dönemlerde Müslümanlara yapılan bu deri ve bağırsak zulmü ne berbat bir şeydi. İbadet için kestiğimiz kurbanının derisine bile göz dikmişlerdi. İnanıyorum ki yüce Allah bu zulümleri yapanlar ile bizleri ahirette yüz yüze getirecektir. O zaman o zalimlerin yüzlerindeki ifadeyi şimdiden merak ediyorum…

İlk kurban kesme deneyimi

Basınköy’deki kurban fasıllarında ben evlendikten ve kendim kurban kesme zamanım geldikten sonra ailede pek alışık olunmayan bir uygulama yapmaya başlamıştım. Okuduğum kaynaklarda insanın kendi kurbanını kendisinin kesmesinin daha eftal olduğunu öğrendikten sonra en azından kesimi ben yapmalıyım diye ısrar etmiştim. Daha evvel böyle bir pratiğim olmamasına rağmen hem ruhen hem de teknik olarak hazırlanıp bir sene ilk defa kendi kurbanımı kesmiştim. Büyüklerin kısmi muhalefetine rağmen bu denemeyi yapmış ve başarmıştım. Şimdi bile hatırladığım kadarıyla çok zor bir işti ama insanın sanki en kıymet verdiği şeyi Allah için kurban etme şuuru ile yapıldığı için Allah da kuvvetini veriyordu.

90’lı yılların ortalarında Basınköy’de bir cami ve Kur’an kursu yapıldı. Yıllarca konuşulan fakat bir türlü başarılamayan bu çalışmayı, bu faaliyetin içine dâhil olan Süleyman Efendi’nin talebeleri mahalleliyi ve bizimkileri de işin içine sokarak sonuçlandırmışlardı. Cami ve Kur’an kursunun ortaya çıkmasından sonra orada Kurban kesme faaliyetleri de başladı. Basınköy Camii’nde bu faaliyetin başlaması ile bizim bahçedeki kurban törenleri de artık camiye taşınmış ve bizim kontrolümüzden çıkmıştı. Şimdi işler tıkır tıkır yürüyordu ama önce Nişanca’daki küçük bahçede sonra da Basınköy’deki evin arka bahçesindeki o coşku kaybolmuştu. Biz de adeta kurumsallaşmıştık. Evde koyun kokusu kalmamıştı ama acaba o amatör ruhun bıraktığı boşluk nasıl doldurulacaktı?

Yıllar geçti, biz de bu hale alıştık. O tarihten sonra ben kurbanımı hiç kendim kesemedim. Vekaletimi verdim ve hayvanın sadece kesilişini izledim. Derileri toplamak, tuzlamak, gizli gizli depolayıp paraya çevirip yuvanın fonuna aktarmak zahmeti ve bunun karşılığında duyduğumuz manevi zevki bir daha hissedemedik.

Kurumsallaşan kurban kesimleri

Şu an biz, Basınköy’deki evde oturduğumuz katı satmış olmamıza ve o bölge ile akrabalarımızın o semtte oturmasından başka bir bağımız kalmamasına rağmen kurbanlarımızı hâlâ Basınköy Camii’nde kestirmekteyiz. Şu anki meşakkatimiz sadece bayram sabahı Fatih’ten oraya kadar gitmek, vekaletimizi vermek ve bir kaç saat bekleyip olayı izlemek ve dağıtılacak etleri almaktan ibaret. Kurban kesim yerindeki kalabalık ve zaman probleminden dolayı hayvanların artık gözleri o özel hazırlanmış beyaz patiskayla bağlanmıyor. Allahu Ekber sesi bir hoparlörden duyuluyor ve insanlar kısık bir sesle o tekbirlere katılıyor. Oruçlarımızı (!) artık kurban eti ile açamıyoruz.

Bunlar çok mu önemli? İbadetin ruhunu bozucu bir tesirleri var mı? Geçmişte yaptıklarımızın hepsi kutsal şeyler miydi?

Belki değil ama o küçük ayrıntılar bizde Kurban işinin çok özel bir şey olduğu duygusunu uyandırıyordu.

Tek tesellimiz hâlâ kurban olayını az da olsa belli bir uğraş çerçevesinde tutmak ve bir kuruma vekalet vererek tamamen olayı teknik bir seviyeye indirmemek olarak devam etmesi. En azından bu düzeyi inşallah olabildiğince sürdürürüz.

Bayram yemeği dersleri

Rahmetli dedemin döneminde bayramın ilk öğle vakti gerçekleşen o toplu yemek fasılları ile ilgili de birkaç kelime etmek gerekir sanıyorum. Dedemin evindeki sofrayı, aile çok genişleyip o sofrada bulunanların neredeyse hepsi kendi çocukları ve torunları ile birer sofra kuracak büyüklüğe eriştikleri için herkes kendi bünyesinde bir şekilde devam ettirdiler.

Ailenin rahmetli babam ile birlikte büyüyen, içinde bizim de bulunduğumuz kesimi, babam hayatta olduğu sürece onların Nişanca’daki evinde bu faaliyeti sürdürdü. Bazen bu öğle yemekleri babamları bizde misafir ettiğimiz yıllarda bizim eve kaydı. Ama aksamadan devam etti.

Rahmetli babam bu Kurban Bayramı’nı göremedi ve Ramazan ayında Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bu Kurban Bayramında ise teknik sebeplerden yani kurbanların biraz geç kesilmesi, çocukların farklı yerlerde oturmalarından dolayı toplanma zamanının istenen ölçüde ayarlanamaması dolayısıyla birkaç sofra halinde, belli bir zaman dilimi içine yayıldı. Yani kısmen yapılabildi ama o eski kudretinde ve görkeminde olamadı.

İnşallah önümüzdeki yıllarda sağ olursak bu töreni eskisine yakın bir şekilde, boyutu ne olursa olsun yapma niyetini kaybetmedik, aksine ihtiyacını daha fazla hissettik.

Tabii bu yazıyı okuyanlar içinde, dünyanın farklı kesimlerinde Müslümanlar açlık çekerken, zulme uğrarken, sen tutmuş ailenin tarihindeki Kurban bayramlarındaki öğle yemeklerine öykünüyorsun diyenler çıkabilir. Onlara da hak vermemek mümkün değil.

Fakat bu bayram yemeği çerçevesinde rahmetli dedemden bize yansıyan o önemli dersleri ve o yemek etrafında bizlere öğretilen bazı değerleri, başka hangi mekanizmalarla, bizden sonrakilere aktarabiliriz sorusuna da cevap aramak durumundayız.

Dünya Bizim 05.09.2017

Hac Sosyal, Kültürel ‘Bir’liğe Vurgu Yapıyor

Kurban Bayramı bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

Her yıl olduğu gibi bu sene de Kurban Bayramı yaklaşırken toplumun farklı kesimlerinde değişik hazırlıklar yapılıyor. Şehirlerin muhtelif bölgelerinde kurbanlık satış alanları kuruldu. Belediyeler rahat bir kesim imkanı sağlamak için imkanlarını seferber ettiler.

Özellikle arefe ve bayramın ilk gününde mezarlıklar ziyaretçilerini ağırlıyorlar.

Ailelerin büyükleri günler öncesinden, ziyaretlerine gelecek çocukları ve torunları için hediyeler hazırlıyorlar. Paralarını bozduruyorlar, onları takdim etmek için küçük zarflar tedarik ediyorlar.

Bayram sabahı, İslam Coğrafyasının tüm camileri her zaman olduğu gibi dolup taşacak. Müslümanlar çoluk çocuk Bayram namazı kılıp tekbir getirecekler, birbirleriyle bayramlaşacaklar. Büyüklerin elleri öpülecek, dargınlar barışacaklar.

Vakıflar ve dernekler de bayramın çok öncesinde çalışmalara başlamışlardı. Alacakları fazladan her deri veya her kurban için, okutulacak bir talebenin şu kadar günlük ihtiyacı veya yarım kalmış Kur’an Kursu’nun eksik 20–30 tuğlası diye düşünülerek hummalı bir faaliyete giriştiler.

Ayrıca son yıllarda yurt dışındaki bir çok noktada kesilecek kurbanlarla ilgili organizasyonlar yapılarak Kurban Bayramının ümmet bazında daha yaygın bir tarzda kutlanması yönünde çalışmalar da gerçekleştiriliyor.

Tabii tüm bunların yanı sıra, son zamanlarda artan bir tarzda yaygınlık göstermeye başlayan, bayramların ‘tatil’ yönünün ağır basmasıyla şehirlerin terk edilerek tatil beldelerine gidiş programları da daha fazla görülmeye başladı. Tatil ve bayram kavramlarının birbirleriyle adeta karışması ve zamanla tatilin bayrama galebe çalması keyfiyeti Müslümanların bir an evvel üzerine eğilip çözmeleri gereken önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor

Kurban Bayramı ve Hacc ibadeti

Malum olduğu üzere, Kurban Bayramı’nın bir diğer önemli yanı da Müslümanlar için çok değerli olan Hacc ibadetinin bu tarihlerde olması.

İslâm’ın şartlarından olan Haccın ifası için Müslümanlar, Hicri Zilkade ayından başlamak üzere, yoğun olarak da Zilhicce ayının ilk günlerinden itibaren gruplar halinde Hacc yoluna çıkmaya başlıyorlar.

Arefe gününe kadar Mekke’ye ulaşıp güneş batıncaya kadar Arafat’a çıkacak olan her Müslüman, Hacı olabilecek ve kul hakkı hariç tüm günahlarından arınmış ve hayatlarında “bembeyaz bir sayfa” açılmış olarak Müzdelife’ye ve Mina’ya inecek.

Hacc, birçok farklı özelliği bünyesinde barındıran müthiş bir olay. Hiçbir insanî komut insanları bu tarz bir hareketin içerisine dâhil edemez. Müslümanlar tamamen ay ve güneş hareketlerine bağlı olarak, senenin bir gününde aynı mekânda toplanabiliyorlar ve güneş batıncaya kadar Arafat’ta tayin edilmiş olan o “çizgi”yi geçemiyorlar. 1400 küsur senedir her sene bu olay aynı şekilde gerçekleşiyor. Güneş batıyor, sanki bir yarış startı verilmiş gibi “arınmış” insanlar Arafat”ı terk etmeye başlıyorlar.

İslâm kardeşliği, Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor

Sadece bu nokta mı? Hayır.

Ali Şeriati’nin Hacc isimli kitabında tasvir ettiği gibi hac iklimindeki her insan, Hz. İbrahim (A.S), oğlu İsmail ve hanımı Hacer arasında cereyan eden senaryoyu, adeta aktörleri kendisi ve ailesi olduğu halde “tek kişilik bir oyun gibi” oynuyor veya daha doğru bir deyimle oynaması gerekiyor.

Hiç bir kimsenin bire bir Hz. İbrahim (A.S)’ın saçının teli olamayacağını bildiğimiz halde, sırf Allah rızası için hanımını ve çocuğunu çölde Allah’a emanet ederek vazifeye giden o mümtaz kişinin durumunu hissetmesi, kendini onun yerine koyması, adeta kendi nefsinde aynı imtihanı verip veremeyeceğini sorgulamasına vesile olması “hacc”ın önemli yönlerinden bir diğeri olsa gerek.

Tabii Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Allah için kurban etmeye niyetlenmesi ve bunun karşılığında kendisine verilen Kurban ikramının, Kurban Bayramı ve Hacc menasiki içerisinde önemli bir yerinin bulunması, iki ibadeti de adeta birbirinden ayrılmaz bir hale getiriyor.

Çok farklı ülkelerden gelmiş, Kâbe’ye farklı yönlerinden “kıble” diye yönelmiş insanların, tek bir komutla yan yana ibadet etmeleri, aralarında var olan farklılıkların aslında detayda farklılıklar olduğunu kavrayabilmeleri, “hacc”ın sağladığı diğer bir mühim nokta.

“Hacc”a giden Müslümanların kendi milletlerinin ötesinde çok büyük bir ümmetin ferdi olduklarını kavramalarında da “Hacc”ın önemli bir faydası oluyor.

İdarecileri farklı zihniyetlerde olsa da, aralarında kalın sınırlar bulunsa da, siyasi gündemleri düşman gibi görünse de İslâm kardeşliği Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor, onlara “kardeşliklerini” hatırlatıyor ve bazen her şeyin “sun’i” olduğunu adeta haykırıyor; sosyal, kültürel “bir”liğin öneminin altını çiziyor.

İslam ümmetinin son zamanlardaki parçalanmışlığına karşı, birliğin teessüs edilebilmesi için ihtiyacımız olan kardeşlik ruhunu fiili olarak ve bir ibadet çerçevesi içinde bizlere sanki yeniden gösteriyor.

O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı

Ya iktisadî hayat… Hacc, Müslümanların sadece ruhî olgunlaşmalarını ve birbirlerinin farklı sosyo-kültürel özelliklerini tanımalarını sağlamıyor, ilave olarak iktisadî açıdan da birbirlerine yaklaşmalarını, alışveriş yapmalarını, birbirlerinden bir şeyler alıp satarak meşru şekilde geçinmelerini teşvik ediyor. “Medine Pazarı”nın kurulmasını ve bu pazarda müminlerin birbirleriyle alış-veriş yapmalarını isteyen bir Peygamberin (sav) ümmetine, O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı veriyor hacc.

Ve tabii Medine’ye gelen her Müslüman, sanki kendisine sağlığında gidilmişçesine haberdar olacağını müjdeleyen Peygamberini (sav) ziyaret ederek, onun yaşadığı, savaş yaptığı, devlet kurduğu mekânları dolaşarak o tarihi yeniden gözünün önüne getiriyor ve binbir dersle dolu kutlu yolculuğunu tamamlayıp adeta kan tazeleyerek ülkesine dönüyor.

İşte Kurban Bayramını bayram yapan en mühim noktalardan bir tanesi de kısaca özetlemeye çalıştığımız Hacc ibadetidir.

İçinde İslâm tarihinin kilit olaylarının sembolleriyle yer aldığı, Müslümanın gerek ruhi olgunluğunu geliştiren, gerek sosyo-kültürel açıdan ufkunu açan, gerek ümmet şuurunu pekiştiren Hacc ibadeti, Kurban Bayramı ile Müslümanların gündeminde çok önemli bir yer tutmalıdır.

Kurban Bayramı sadece bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

Bayramları, hakiki mahiyetiyle kavrayıp, onların sağlamak istediği faydayı maksimum düzeyde elde edebileceğimiz günler olarak değerlendirebilme dileğiyle mübarek Kurban Bayramınız kutlu ve bereketli olsun

Dünya Bizim, 01.09.2017

Haber ve yorum konusu etrafında bir muhasebe

Dünya’da cereyan eden olaylarla ilgili haberleri takip etmek ve yayınlamak ilk bakışta teknik bir iş gibi görünüyor. Bu alanda herkes tarafından bilinen ve ciddi bir tarzda teşkilatlanmış büyük kuruluşlar mevcut. Reuters, BBC, AFP, CNN, Sputnik , El Cezire vs bunların ilk akla gelenlerinden. Ülkemizde de AA özellikle son dönemlerde kendini geliştirerek bu alanda önemli mesafeler kat etmiş bulunuyor.

Bu ajansları belli bir seçki çerçevesinde izler ve zihni kapasitenize göre sizi daha az yanıltacak bir filtreleme metodu uygularsanız, bunlardan olabildiğince az zarar görerek yararlanma imkanınız olabilir.

Bizim gibi habercilik gayesiyle bir site veya başka türde bir yayıncılık çalışması yapanlarla ilgili, bu kaynakların birkaçına abone olarak, bahsettiğimiz fonksiyonu kısmen yerine getirebilmek mümkündür diye düşünebilirsiniz

Pekiyi  iş bununla biter mi? Bu şekilde esaslı ve hakikaten yararlı bir çalışma ortaya çıkar mı?

Fazla sayıda tıklama almak, bu sayede sıralamalarda üst basamaklara çıkmak ve reklam gelirlerinizi arttırmak gibi niyetlerle bu işleri yapıyorsanız, gerekli diğer teknik destekleri de sağlayarak, kendinizi tatmin edecek bir noktaya varmanız mümkün olabilir..

Fakat yukarıdaki sorunun ikinci kısmında sorduğumuz esaslı ve hakikaten yararlı bir çalışma ortaya koymak isterseniz bu soruya verilecek cevap tabii ki hayır olacaktır.

Esaslı ve Yararlı bir çalışma için gerekli olan unsurlar nelerdir?

Süregelen olaylar bugün cereyan ediyor olsa da hepsinin arka planında geniş bir tarihi sürecin bulunduğu ihmal edilmemesi gereken önemli bir gerçektir. Bu olayların cereyan ettiği bölgelerde yüzyıllar boyunca süregelen mücadeleler, kavimlerin geçirdikleri evreler, kabilelerin ve etnik yapıların kendi içlerinde ve birbirleriyle devam edegelen ilişkileri, bu bölgelerin jeopolitik özellikleri, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, hepsi bu günkü olayların perde gerisindeki birinci dereceden etkili olan unsurlardır

İlave olarak bu zenginlikleri ele geçirmek isteyen büyük güçlerin bu süreçlerde uyguladıkları yöntemleri, özellikle 1800’lü yıllardan başlayan yoğun sömürgecilik faaliyetlerinin bölge bölge farklılaşan uygulamaları gibi başlıkları da zikretmek gerekmektedir

Tüm bunların doğru kaynaklar kullanılarak incelenmesi ve bu incelemeler neticesi sahip olunacak bilgilerle yapılacak yorumlar, bugün cereyan eden olayların esasında çok derin tarihi, ekonomik, sosyal ve siyasi arka planlarının olduğunu bizlere gösterecektir.

Bu noktada şu can alıcı soruyu da sormamız gerekiyor:

Biz ülke olarak bu detaylı ve derinlikli çalışmaları yeterli derecede yapabiliyor muyuz?

İşte bu sorunun cevabını gönül rahatlığı ile evet diye verebilmek çok zor.

İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların, Rusların ve onun yanında diğer Avrupalı ülkelerin, seyyahları, araştırmacıları, antropologları, dil bilimcileri, kilise vakıfları gibi unsurları ile yüzyıllardır süren çalışmalarının bugün özellikle gönül coğrafyamız üzerindeki olaylarda birinci derecede etkili olduğunu söyleyebiliriz. Afrika’da, Orta doğuda ve Balkanlarda ne zaman detaylı bir saha araştırması ve literatür taraması yapmaya kalksak karşımıza bu saydığımız ülkelerin araştırmacılarının ortaya koydukları eserlerin ana kaynaklar olarak çıkması rastlantı değil. Bu çalışmaların zikri geçen ülkelerin dün ve bugün geliştirdikleri politikalar için önemli bir altyapı hizmeti görmüş olduğunu ve bugün de  hala aynı hizmeti gördüğünü ibretle müşahede etmekteyiz..

Yüzyıllar boyu bu bölgelerde zihni yapıyı dokumaya çalışmışlar. En iyi entelektüelleri onlar etkileri altına almışlar, kabilelerle, ailelerle, etnik unsurlarla her türlü münasebetleri kurmuşlar. Onların dillerini öğrenmişler, onlarla beraber yaşamışlar ve adeta hem hal olmuşlar. Ekonomik aktiviteleri kendi kontrolleri altında tutmuşlar ve uzun dönemli sağlam ve kalıcı ilişkiler geliştirmişler. Üstelik bunları siyasi ve askeri açıdan da çeşitli mekanizmalar ile tahkim etmişler

Tabii 1800’lerden itibaren o bölgelerde çok etkin olan Osmanlının zayıflaması ve ortadan kalkması, yerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin uzunca bir süre bu alanlara ilgisiz kalması veya bıraktırılması da bu gelişmelerde hayati bir rol oynamış.

Bugün gelişen olaylar, hızlı bir şekilde kurulan, bozulan ve sonra yeniden kurulan dengelerle ilgili haberleri de yine bu zikri geçen ülkelerin oluşturdukları kaynaklar üzerinden almaktayız. Bu olaylar ile ilgili yorumların zihinlerde oluşmasında da yine bu kaynaklar ciddi bir şekilde etkili oluyorlar. Üstelik bu kaynakların arkasında bahsi geçen ülkelerin devlet destekleri de var.

Binli yıllarla ile birlikte bir yandan Asya’nın içlerinden, bir diğer yandan Orta Doğu’daki Müslüman topluluklardan, Anadolu’ya, Rumeli’ye, Afrika’ya , Asya’nın farklı noktalarına ve Endulus üzerinden Avrupa’ya İla-yı Kelimetullah gayesiyle yollara dökülen dedelerimizin, tamamen güzel gayelerle yaptıkları çalışmaların rövanşını, bugün batılı ülkeler farklı bir tarzda ama pek de güzel  olmayan niyetlerle ve metodlarla almaya çalışıyorlar.

Onların bu gayelerinin sonucu ortaya çıkan tablo bugün sürekli sorun üretiyor. Adaletsizlik üretiyor. Sömürü üretiyor. Çatışma üretiyor. Üstelik bu sorunların kaynağı olarak da yine bizler ve ait olduğumuz medeniyetin ana umdeleri gösteriliyoruz. Bu süreçte de en büyük fonksiyonu yukarıda zikri geçen haber kaynakları, araştırma merkezlerinin bugünkü uzantıları, Batılı ilmi merkezler görüyorlar.

Biz de bu alanlarda son zamanlarda bazı olumlur gelişmeler ortaya çıkmasına ve bu alanlarda birçok kurumun faaliyet göstermesine rağmen maalesef henüz yeterli seviyeye ulaşamayan zihni ve fiziki çalışmalarımızla gereken mukavemeti tam manasıyla gösteremiyoruz.

Yüzyıllardır süren bu taarruza karşı özellikle son dönemlerdeki iyi niyet ve gayret önemli fakat yeterli mi?

Bu soruya da üzülerek hayır cevabını vermek gerekiyor

Haberleri ve yorumları filtrelemek bir dereceye kadar korunma imkanı sağlayabiliyor. Fakat kalıcı çalışmalar ortaya koyabilmek, sadece müdafaa psikolojisi ile davranmakla gerçekleşemiyor. Bunun da ötesinde, insanlığın ihtiyacı olan daha iyi bir çerçeveyi çizebilmek için çok daha derinlikli  ve sistemli gayretler gerekiyor.

Biz habercilik ve yayıncılık boyutu ile bunun sıkıntısını çok fazla hissetmekteyiz. Tabii yayıncılık bu işin daha çok kabuk tarafı. İçinin iyi doldurulması için gerekli gayretlerin de çok süratli bir şekilde artması gerek.

Türkiye’nin son dönemdeki gayretlerin boyutları nerelere uzanmalı?

Bugün Türkiye, Afrika’da, Orta Doğu’da, Balkanlarda, Asya’nın içlerinde hemen her konu ile ilgilenmeye çalışıyor. Asrın başından itibaren ilgilenmeyi bıraktığı coğrafyalarla ve topluluklarla yeniden ilişki kurmaya gayret ediyor. Bu ilginin söylemin ötesine geçebilmesi için binli yılların başında dedelerimizin gösterdiği gayreti daha da fazlasıyla gösterebilmek gerek. Hadi o kadar da evveline gitmeyelim, Osmanlı’nın son dönemlerindeki o imkansızlıklar içerisindeki insanların yaptıkları ölçüde bir geniş bakış açısını yeniden yakalayabilmek bile,  belki başlangıç için yeterli olabilir. Sembol bir isim olan Kuşçubaşı Eşref ve zenci Musa örnekleri, meramımızı ifade etmek için yakın tarihimizdeki isimler olarak önümüzde duruyor.

İlgilenmeyi arzu ettiğimiz ve esasında ilgilenmekle adeta mecbur olduğumuz bölgelerin insanlarının dillerini öğrenmek, sosyal dokularına nüfuz etmek, zayıf ve kuvvetli yönlerini en iyi şekilde bilebilmek mecburiyetindeyiz. Bugün Afrika’nın yerel dillerini bilen, Arapça’nın farklı lehçelerine vakıf, Rusça, İbranice, Çince gibi dillerde gerek literatürü tarayacak gerekse de insanlarla sağlıklı iletişim kurabilecek, Balkan dillerinde ilmi çalışmaları sürdürebilecek ne kadar insanımız var sorusuna verilecek cevap bile, bu alanda ne noktada olduğumuzu gösterebilecek bir manzarayı bizim önümüze sermeye yeter sanırım.

Tüm bu çalışmaların bir üst akıl tarafından koordine edilebilmesi ve hem organizasyon hem de içerik olarak belli bir eksen etrafında derlenip toparlanabilmesi de bu çalışmaların başarıya ulaşabilmesi için diğer önemli bir şart. Şarttan öte hayati bir gereklilik.

Özetle, haberlerin nakledilmesi ve bunların sıhhatli yorumlarla insanlara sunulabilmesi sorusuna cevap ararken karşımıza çıkan devasa bir meseleyi kısa da olsa dile getirmeye çalışıyoruz. Bu işleri esaslı bir tarzda yapabilmek noktasında işimiz bir hayli zor…

İnşallah belli bir zamandır başlayan 780 bin kilometre karelik ufkumuzun dışındaki alanlarla ilgili çalışmalarımız, bu tür eksikliklerimizin olabildiğince giderilmesi ile daha verimli bir noktaya gelebilir.

KURBAN BAYRAMINIZ MÜBAREK OLSUN

Milyonlarca hacı adayının kutsal topraklarda bulunduğu bu günlerde yeni bir Kurban bayramını idrak etmenin arifesindeyiz. İslam ümmetinin çok çeşitli sorunlarla boğuştuğu, ayrışmanın ve iç kavgaların had safhaya vardığı günümüzde ümmetin birlik ve beraberliğinin çok güzel bir göstergesi olan Hac ibadeti inşallah bu Arafat vakfesi ile birlikte çok daha güzel günlerin başlangıcı için bir vesile olur

Keseceğimiz kurbanlar hepimizin iç dünyalarındaki en kıymetli değerlerini Allah için feda edebilme şuurunu bizlere yeniden hatırlatır.

Dünya Bülteni ailesi olarak tüm Müslümanların bayramını kutluyor saygı ve muhabbetlerimizi sunuyoruz.

Dünya Bülteni, 28.08.2017

Eğitimde tarihsel bakışın önemi

Yıllar önce, Amerikan vatandaşı olan ve İngiltere’de ikamet eden Mustafa adlı bir Müslüman arkadaş ile tanışmıştım. Büyük oğlumun da arkadaşı olan bu kardeşimiz sonradan ihtida etmiş ve hem akademik anlamda hem de şahsi gayretleri ile kendini yetiştirmeye çalışıyordu ( halen de izlediğim kadariyle bu çalışmalarına devam ediyor.) Yanılmıyorsam 4 yıl kadar evvel bir ara İstanbul’a gelmiş ve bizim evde misafirimiz olmuştu. Mustafa’nın ana ilgi alanı İslami eğitimde müfredat konusu idi. Çeşitli ülkelerde ve topluluklarda farklı müfredat tipleri üzerinde araştırmalar yapıyordu.

Bizde kaldığı günlerde bana “Erhan bey sizin Türkiye’deki İslami eğitim çalışmalarında istifade etmeniz için çok önemli bir eğitim aracınız var, bunu eğitim müfredatlarınızda ne kadar değerlendiriyorsunuz bilmiyorum” demişti.

Nedir diye sorduğumda ‘tarih’ demişti. Sizin, eğitimi ile ilgilendiğiniz çocuklara, dinimizi anlatmada kullanabileceğiniz çok değerli bir tarihi mirasınız var. Buradan seçeceğiniz şahsiyetler ve olaylarla ilgili örneklerle İslami değerleri anlatabilmede çok önemli bir mesafe alabilirsiniz. Biz gerek Amerika’da gerekse de İngiltere’de yapmayı düşündüğümüz eğitim çalışmalarında bu tür bir değere maalesef sahip değiliz.

O zaman elimizde bulunan bu değerin dışarıdan bakan bir göz tarafından ne kadar kıymetli olduğunu düşünmüş ve acaba biz bunun değerini Mustafa’nın tesbit ettiği oranda bilebiliyor muyuz diye kendi kendime sormuştum.

Yıllarca süren eğitimle ilgili çalışmalarımız içinde uygulamaya çalıştığımız gibi tarihi değerlerimizin ve bu birikim içinde yer alan güzel örneklerin sıhhatli bir ayıklama ile birlikte önemli olduğu konusunda bizim de Mustafa kardeş ile hemfikir olduğumuzu görmekten memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim. Esasında bu birikim o kadar değerli ki ondan en iyi şekilde istifade edebilmek için yapılacak tüm gayretlere değer diye de düşünmekteyim.

Tarihten ibret alabilmenin en güzel yollarından biri özellikle büyük bir bölümü bizim bulunduğumuz Orta Doğu diye tarif edilen bölgede cereyan eden Peygamberler Tarihi. Her peygamberin genel tebliğ vazifesi dışında neredeyse ayrı bir özel görevi, öne çıkan bir yönü bulunuyor. Davet şekli, davetine muhatap olan kesimlerle ilişkileri, çektikleri zorluklar v.s hepsi ciddi anlamda ibret alınacak olaylar.

Son Peygamber Hz Peygamber ( as)’ın hayatı, sözleri, davranışları diğer peygamberlere göre daha sağlam ve detaylı bir  şekilde tesbit edilip bizlere kadar nakledildiği için uygulamaya daha uygun bir değer ifade ediyor.

Sahabe-i kiramın davranışları da keza aynı şekilde bizim için önemli işaret taşları hükmünde.

Asr-ı saadetten sonra emanetin bizlere kadar geldiği zaman dilimine kadar bulunduğumuz topraklar üzerinde çok önemli tecrübeler yaşanmış. İkbal dönemleri olmuş, zeval dönemleri olmuş. Bazen varlıkla, bazen de yoklukla imtihan edilen atalarımız olmuş. Doğudan ve batıdan gelen silahlı saldırılara muhatap olmuşlar. Bu saldırılar silahla olduğu gibi bir çok kereler de fikir ve inanç hayatı ile ilgili olmuş.

Eski Yunan, daha sonraları aydınlanma düşüncesi, son dönemlerde pozitivizm, liberalizm, modernizm, kapitalizm, Marksizm, post modernizm v.s bir çok düşünce akımı farklı dönemlerde İslam dünyasını bir şekilde etkilemişler. O dönemin alimleri, düşünürleri ve fikir adamları bunlara karşı çeşitli fikirler ileri sürmüşler. Kendi kaynaklarını taramışlar, akıl yürütmüşler, metodolojiler geliştirmişler. İşte tüm bu saydıklarımız bizler için çok kıymetli birikimler.

Bunların peşine düşüp araştırmak, bulunduğumuz dönemlerdeki meselelerle mukayeseler yapmak da bizim sorumluluğumuz. Hem kendimizi hem de çocuklarımızı ve gençlerimizı bu mücadelelerle muhatap kılmak, hatıratları okumak, okunmasını tavsiye etmek, fikri tartışmaları takip etmek, kullandıkları kaynakları araştırmak, tarihten düşünsel manada istifade etmenin en önemli yollarından olarak zikredilebilir.

Akşamları saat 01.00 sularında Dünya Bülteni’nde yayınladığımız tarihte bugün sayfasını her okuduğumuzda tarihi süreçte ne kadar ibretli hadisenin cereyan ettiğini bir defa daha teyit etme imkanı bulabiliyoruz. Hakikaten tarihimiz birbirinden önemli ibretli olay, değerli insan, hareket, buluş ve bazen de tersinden bakılarak ibret alacağımız olaylarla, fikirlerle ve cereyanlarla dolu.

Burada bir hususun daha altını çizmenin yararlı olduğunu zikretmemiz gerekir. Sadece tarihe saplanmak, bugünün içinde devamlı tarihi yaşamak da sonuçları itibariyle bazı mahzurları bünyesinde barındıran bir husus. Her olayı kendi zaman dilimi içinde ve kendi şartları ile değerlendirebilmek önemli. Onları olduğu gibi bugüne aktarmak, her durum ve şartta iyi örnekler bile olsa hiçbir süzgeçten ve fikir mülahazadan geçirmeden günümüzdeki olayları değerlendirmek için kullanmak insanı bazen sıkıntıya sokabilir.

Tarih değerlidir fakat her şeyde olduğu gibi günümüzde istifade edebilmek için muhakkak yeniden bir değerlendirmeye ihtiyaç duyar. Tarihte yaşamış kişiler bizler için örnek alma açısından önemlidir fakat onların hepsi kendi yaşadıkları zaman dilimi içinde kendi imtihanlarını yaşamış ve dünyaya veda etmişlerdir. Bu insanların sınavları bazen bir diğerine benzese de hiçbir zaman birbirleri ile aynı değildir. Dolayısıyla asıl önemli olan, örnekler üzerinde fikir yürüterek onlardan ibret alabilmektir

Siyasi, sosyal ve ekonomik olayları yorumlarken onlara daima tarihle bağlantılı bir gözle bakmak, geçmişte buna benzer ne tür olaylar olmuş, o dönemdeki insanlar bu olayları nasıl değerlendirmiş diye araştırmak ve bugün için bir karar verilecekse bu tarihi malzemeyi bir değer olarak kullanmak yararlı bir davranış türü. Bu konunun önemini hem kendimize hem de bizden sonraki nesillere anlatabilmek bizleri birçok yanlıştan korur kanaatini taşımaktayız.

Tabii bunun için de okumak, doğru kaynakları kullanarak araştırmalar yapmak ve doğru bilgilerle mücehhez olmak gerekir. Okumadan ve araştırmadan sathi bilgilerle varılacak kararların sıhhati de tartışmalı olacaktır.

Eğitimde, yayın hayatında ve düşünce alanında tarihle bağlantılı olmak bizlere farklı ufuklar açar. Tabii sadece geçmişe takılmak, geçmişte yapılanlara öykünerek bugünkü gerçekleri ıskalamak, geçmişte yaşamış örnek kişileri bir tabu olarak görüp onları müsbet manada aşmak için uğraşmamak ise tarihin ve geçmiş birikimlerin yanlış değerlendirilmesi açısından hem kişisel hem de toplumsal manada zararlı bir tutumdur. Bu tür yanlışlardan da kaçmaya çalışmak gerekir.

Tarihi birikim, esasında çok önemli bir değer olmakla birlikte yine bu  birikim içinde yanlış anlamalar, yanlış uygulamalar, hurafeler ve bazen sapmaların da bulunduğu bir gerçek olarak önümüzde durmakta.. Onların da her zaman kolaylıkla ayıklanabildiği söylenemez. Nesiller boyunca devam etmiş ve bugüne kadar gelmiş bu külliyatın da ana kaynaklar ile sürekli mukayese edilmesi ve belli bir süzgeçten geçirilmesi de ayrı bir uğraş alanıdır.

Tarih içinde kısmen de olsa yer bulmuş bu yanlışlık ve sapmalarla uğraşmak istemeyen ve bazen de ondan kurtulmayı arzu eden birçok kişi ve çevrenin bazen bu önemli birikimi ve değeri bir değer değil bir yük olarak gördüğü de vakıadır. Mustafa kardeşin de doğru bir tesbit olarak bir değer olarak gördüğü ve İslami eğitimde önemli bir nokta olarak keşfettiği tarihi birikim, bahsettiğimiz kesimler için sıkıntılı bir birikimdir ki bunlarla ilgili tartışmalar İslam tarihi içinde bolca olmuş ve bugün de çeşitli şekillerde devam etmektedir.

Son olarak, Amerikalı Müslüman kardeşimiz Mustafa’nın ufkumuzu açan sorusu üzerinden başlayan tarihsel bakışın önemi ile ilgili yazımızı noktalarken bu alandaki farklı noktalara dikkat çeken bazı sözlere kısaca değinmekte yarar var: Bir tanesi, ‘Geleneği olmayanın geleceği yoktur’. Bir diğeri,  Mevlana’ya atfedilen ‘Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım’. Üçüncü olarak da, ‘ Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı’

Bu sözler içinde “geleneği olmayanın geleceği yoktur” sözünü çok sıcak bulduğumuzu belirtmek gerekiyor. Tabii gelenek denince de sahih kaynaklarımızdan meydana gelen ve sapmalardan ayıklanmış bir geleneği kastettiğimiz anlaşılmalı. Mevlana’nın sözüne bakarken de Peygamber Efendimizin ( as) iki günümüzün aynı olmaması ve her günümüzün diğerine göre daha dolu ve yararlı geçmesi gerektiği prensibini anlamalıyız. Dün bitti, düne ibret nazarı ile bakarak bugünün sözünü söylemek lazım. Tabii bugünümüzü bu tarzda yani yeni fikirlerle geçirirsek bugünden yarına kalacak olan şeyler, bit pazarındaki değersiz ürünler değil işinin ehli  bir antikacıdaki nadir eserlerden biri olacaktır diye düşünmekteyiz.

Dünya Bülteni, 11.08.2017

Uzun tatil dönemi üzerine bazı düşünceler

Sıcak yaz günleri başladı. Halkın genel gündemine bakıldığında Mayıs ayının sonları ve Haziran ayı, yoğun olarak Ramazan-ı Şerif ve peşinden Bayram muhabbetiyle geçti. Bayram ile birlikte insanların büyük bölümünün memleketlerine doğru gidişleri, bu vesile ile tatil ve Bayram programlarının birleştirilmesi daha yavaş bir dönemin içine doğru yol almakta olduğumuzu gösteriyor. İş yerlerinde izinlerin de genelde yaz aylarına rastlatıldığı düşünüldüğünde bu konudaki eğilim daha net olarak ortaya çıkıyor.Vatandaş çoğunluğu itibariyle yaz rehavetine doğru meyilli olmakla birlikte dünyanın farklı coğrafyalarına baktığımızda farklı bir resimle karşılaşıyoruz.

Dünya siyaseti tatile aldırmıyor

Ortadoğu ve dünya siyasetinin bu mevsimsel yavaşlıktan pek etkilenmediğini görüyoruz. Katar krizi ve bu krizin çerçevesinde Orta doğuda yeni bir dengenin kurulmasına yönelik hamleler, Musul’da DEAŞ’a karşı devam eden ve sona doğru yaklaşıldığı izlenimini edindiğimiz mücadele, sınırımızın hemen güneyinde PYD güçlerinin ve onların üzerinden etki kurmak isteyen devletlerin durumlarını tahkim etme gayretleri, hepsi bu süreçler içinde cereyan ediyor.

doğu guta

Türkiye bir yanda Katar krizi çerçevesinde Orta Doğu ülkeleri arasındaki kutuplaşmada zor durumda kalırken, diğer yanda da Suriye denkleminde ABD ve Rusya politikaları arasındaki sıkışmadan sıyrılarak bu bölgelerdeki ağırlığını sürdürebilmek için çok dikkatli bir yol izlemek zorunda kalıyor.

Yaklaşık bir yıl evvel İsrail ile ilişkilerindeki ateşi söndürme ve kısmen belli bir sükunet dönemini sağlama gayreti içine giren Türkiye, İsrail’in gerek Kudüs gerekse de Gazze’de Müslümanlara karşı uygulamakta olduğu saldırgan politikalar üzerine deyim yerindeyse iki arada bir derede kalmış bir duruma düştü. Bir yanda üzerine düşen sorumluluklara karşı tavır alma mecburiyeti diğer yanda reel politikanın dayattığı bir tür cendere içinde yeterli hareketi gösterememe hali.

Balkanlarda, Kosova ve Arnavutluk’taki seçimler, Romanya’da hükümetin istifası ve yeniden kurulma çabaları yine o bölgelerdeki sıcak gündemlerden bazı örnekler olarak haber kaynaklarında yoğun bir şekilde yer aldılar

Pakistan ve Afganistan’da bombalı saldırılar bu ülkelerde uzun yıllardır devam eden iç sıkıntıların varlığını bizlere sürekli hatırlatan olaylar olarak son günlerde yine gündemimizdeki üzücü yerlerini canlı tutuyorlar.

Başlangıçta ifade ettiğimiz gibi normal vatandaş Ramazan, Bayram ve sonrasındaki sıcak yaz günleri ile birlikte daha sakin bir gündemi yaşayabilme planları yaparken dünyadaki gelişmeler kendi mecrasında ve bütün sıcaklığı ile devam ediyor.

Tatil dönemlerine yönelik ihmal edilmemesi gereken vazifelerimiz

Haziran ayının ortalarında Türkiye’de yaklaşık 20 milyon çocuk ve gencimizin devam ettiği okullar tatile girdi. Onlarla birlikte bir milyona yaklaşan öğretmenlerimizi ve tüm bu nüfusun ailelerini de içine kattığımızda rakam daha da büyüyor.

İlave olarak 6 milyon gencimizin devam ettiği yüksek öğretimdeki derslerin ve sınavların büyük bölümünün sona ermesi de yukarıdaki sayılara eklenince, nüfusun yaklaşık 1/3’ünü aşan kesimin kışın yoğun olarak devam ettikleri eğitim sürecinde önemli bir kesiklik meydana geliyor. Eylül ayının ortalarına kadar sürecek bu devre esasında bir hayli uzun bir dönem.

Eğitimciler bu kadar uzun bir süre devam eden bu kesikliğin çocukların ve gençlerin yetişmesinde ne kadar faydalı olduğu üzerinde çeşitli zeminlerde tartışıyorlar. Üzerinde kısmen uzlaşılan nokta, kış aylarındaki yoğunlukta olmasa da tatil dönemleri diye adlandırdığımız devrede eğitimin ve gençlerin yetişmesi ile ilgili çalışmaların bir şekilde devam edebilmesi gerektiği şeklinde.

Ülkemizde kış döneminde üzerinde yeteri kadar durulamayan ( gerçi son dönemlerde okullarda seçmeli ders şeklinde bir uygulama başlamış olsa da ) din eğitimi konusunda yaz ayları çocuklarımıza önemli bir imkan sunuyor. Neredeyse her Camide bu tarz Kuran Kursları açılıyor, farklı organizasyonların gayretleri ile özel muhtevalı değer eğitimi programları devreye giriyor.

kuran eğtimi

Tabii çocuklar ve gençlerin dersler ve sınavlarla birlikte sıkıntılı geçen kış aylarından sonra kendileri açısından tam da rahata ulaşacaklarını düşündükleri bir dönemde Din eğitimi ile meşgul olmaları veya anne babaları tarafından bir tür mecbur tutulmaları, onlar açısından pek de tercih edilecek bir durum olmayabilir. Bu da din eğitiminin verimini maalesef kayda değer bir oranda düşürebiliyor..

Fakat tüm bu gerçeklere rağmen, alt alta koyduğunuzda nüfusun 1/3’ünü aşan bir kitlenin kendi Dini hayatları ile ilgili lüzumlu bilgileri öğrenebilecekleri belki de en uygun zaman bu tatil dönemleri ve bu yaz dönemlerde devam ettikleri kurslar, organizasyonlar ve belli bir program dahilinde yapılacak okumalar.

Burada belki şu noktaya bir vurgu yapmak yerinde olabilir. Din eğitimi Milli Eğitim sistemi içinde özellikle talep eden aileler için İmam Hatipler dışında daha merkezi bir yer işgal edebilir hatta etmelidir.

Bu sayede Din eğitimi yoğun olarak yaz aylarına kalmaz ve tüm yıl içine yayılabilir. Bu konuda Din eğitimini, örgün eğitim içindeki nüfusun yüzde onuna bile varmayan orana sahip İmam Hatip okulları çerçevesinde değerlendirmek pek verimli bir bakış açısı değil.

Çocuklarımız okullardaki genel müfredat içinde, tercih edenler için daha yoğun ve Müslüman bir ferdin dinini yaşayabilmesine yetecek oranda bir Din eğitimini okullarda alabilmeliler. Bu hizmeti verebilmek için kimlikli, kişilikli ve ehil bir öğretmen kadrosunun yetiştirilmesinin de önemli bir ihtiyaç olduğu gün gibi aşikar

Bugün birçok araştırmada üzülerek gördüğümüz gibi toplumumuzda Dini bilgi oranı maalesef her geçen gün biraz daha azalmakta. Türkiye’nin dindarlaştığı algısı yoğun olarak yapılırken sahih dini bilginin aktarılması konusunda çok da ileri bir düzeyde olmadığımızın tesbiti, bu konuyu dert edenler için can sıkıcı bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Dini eğitimin Milli Eğitim sistemi içinde daha anlamlı bir yer alması ihtiyacını dile getirmek ve bunun sonuçlarını alabilmek biraz daha orta vadeli bir çerçevede gerçekleştirilebilecek bir hedef olmakla birlikte hemen bu yaz neler yapılmalı sorusunun cevabı üzerinde de birkaç kelimeyle durmakta yarar var.

Evet çocuklarımız tatile girdi. Bu konuda daha önceden planlamasını yapan aileler gerekli programlar içinde çocuklarının yer alması için bağlantılarını yaptılar. Yaz aylarında okunması gereken kitaplar ile ilgili bir çok yerde çeşitli listeler yer alıyor ve aileler de bunları eminim ki not ediyorlar. Şu ana kadar henüz gerekli teşebbüsleri yapmaya vakit bulamamış olanlar için ise ellerini çabuk tutmakta yarar var. Zaman hızla geçiyor.

Kimlerle istişare edilmeli?

Öncelikle çocuklarımızın yaş dönemlerine göre almaları gereken dini bilgilerin neler olması gerektiği ve bunların nasıl kazandırılacağı ile ilgili ortada görünen en yaygın organizasyon Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülükler, Bugün Türkiye’de sayıları 80000 civarında olan Camilerin büyük bir bölümünde Yaz Kur’an Kursları açılıyor. Tabii çocuklarımız için seçeceğimiz Caminin hocasının daha ehil ve bu konuda kendini yetiştirmiş bir kişi olmasına özellikle ehemmiyet vermek önemli.

Çocuklarımız için ilk Dini Bilgilerinin ötesinde daha detaylı bir Dini eğitim konusunu düşündüğümüzde tabiri caizse biraz daha ince eleyip sık dokumak gerekiyor. Tarihin bir çok döneminde rastladığımız bugün de bazı kötü örneklerini gördüğümüz sapkın bir Din inancı ve tarihi süreçte Peygamber Efendimizin (as) tarif ettiği büyük kalabalığın (icma-i Ümmet) dışında yaklaşımları olan ekollerden beslenmiş kişilerden ve gruplardan şiddetle kaçınmanın önemli olduğuna özellikle dikkat çekmek istiyoruz.

Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın alması gereken bilgiler ile ilgili istişare edilecek ehil kişilerle tıpkı okullarından olduğu gibi bir dini eğitim müfredatı oluşturmak ilk başta gelen hedef olmalı kanaatini taşımaktayız. Bu bilgiler yıllara bölünmeli ve belli bir plan dahilinde çocuklarımızın yetişmeleri sağlanmalı. İnanıyoruz ki anne ve babalar için en önemli uğraşmaların başında bu husus gelmelidir. Bu konuda zaman kaybı en değer verdiğimiz çocuklarımızın hayata hazırlıksız başlamaları sonucunu getirir ki burada en büyük sorumluluk yine ebeveyne düşmektedir.

Çocukların en başta Kuran- ı Kerim ile hem hal olabilmelerini sağlayacak bir zemin oluşturulması çok önemli. O’nu orijinal harfleri ile okuyabilmeleri, manasını öğrenebilecekleri sahih kaynaklarla buluşturulmaları başta gelen ödevlerimizden biri.

Kur’anın insana verdiği mesajın detaylandırılması için en temel kaynaklarımızdan olan Hadis-i şerifler, onların bize ulaşması için büyük çaba sarfetmiş alimlerin derledikleri sahih hadis kitapları, yine dinimizi öğrenebilmek için bize kadar ulaşan önemli kaynaklarımız. Tabii sağlam bir siyer bilgisi de Rehberimiz olan yüce Peygamberin (as) hayatından örnekleri net olarak görmek açısından önemli.

Çocuklarımızın bu temel kaynaklarla buluşturulmaları ihmal edilmemesi gereken bir vazife.. Burada bahsi geçen kaynaklarla ilgili muhtelif yaş seviyelerine göre bir çok yayının eskiye oranla bugün daha fazla elimizin altında bulunabiliyor oluşu önemli bir kazanım.

Dinin aslına uygun olarak yaşanabilmesi için tarihi seyirde büyük bir gayret göstermiş alimlerin, imamların ictihatları, fıkhi mülahazaları yine bizler ve çocuklarımız için en önemli başvuru kaynakları.
Gençlik dönemlerimizde derslerinden istifade etme lütfuna eriştiğimiz Rahmetli Mahmut Bayramhocanın tabiriyle Tarikat-ı Muhammediye’nin Furkaniye kolu ve yine tarihi seyirde büyük kalabalığın içinde yer almış alimlerimizin bize tavsiye ettikleri Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolu bizim kendimize rehber olarak aldığımız ve tavsiye edebileceğimiz sağlam bir yol

mahmut bayram

Bu çerçevede yapılacak sistemli bir çalışma, bugün için ‘biz alim mi olacağız, niye bu kadar uğraşalım, çok derine inmeyelim’ gibi yanlış mülahazalara karşı çok gerekli olan bir gayet. Eskilerin ilm-i hal dedikleri bu ilimler asgari her Müslümanın hayatında dinini doğru anlamak ve yaşayabilmek için ihtiyaç duyması gereken bir seviye.

Herşeyin en iyisini detaylı bir şekilde öğrenmek arzusunda olan günümüz insanının dini ile ilgili bir hususta da aynı gayreti göstermesi gerektiğini hem kendimize hem de çocuklarımıza karşı ısrarla vurgulamamız gerekiyor…

Bunlara ilaveten çocuklarımızın edebiyat, sanat, tarih, ülkesindeki ve gelişmeleri doğru tahlil etmeye yarayacak seviyede sosyal ve siyasi malumatları da edinebilmelerini sağlayacak okumalar yapmalarını teşvik etmek, bu alanda onların ufuklarını açacak çevrelerle temas etmelerini sağlamak da yine ailelerin başlıca vazifeleri arasında sayılmalıdır.

Her nesil bir öncekinden daha iyi olabilmeli

Her anne ve babanın birinci hedefi çocuklarının önce kendilerini aşacak bir seviyeye gelebilmeleri sonra da bahsi geçen alanlarda rol model olarak öne çıkan şahsiyetleri önce anlayabilecek sonra onları da aşabilecek bir donanıma sahip olabilmelerini hedeflemek önemli.

Çocuklarımızın ve gençlerimizin hedeflerini yüksek tutmak, sonraki nesillerin mevcutları aşabilmeleri neticesini de beraberinde getirecektir. İki günü bir olanın tercih edilmediği, yarının bugünden daha iyi olması gerektiği temel düsturundan hareketle nesillerimiz de bir sonrakinin bir öncekini geçeceği bir tarzda yetiştirilmelidir.

Hangi mesleği yaparsa yapsınlar çocuklarımızın ve gençlerimizin o iş ve uğraşın temel felsefesi üzerinde de derinlemesine düşünmelerini sağlayacak sorular sormaları ve bunların cevaplarını aramaları, geleceği emanet edeceğimiz nesillerin kalitesini yükseltecektir. Hakikati arama yolunda sorgulayıcı ve araştırıcı bir gençlik hedefimiz olmalı

Özetle yaz ayları hem kendimiz hem de nesillerimiz için yeni bir tefekkür ortamını da beraberinde getirebilmeli, başlanmış çalışmalar hızlanmalı, henüz başlamamış olanlar için de hayırlı bir başlangıç olabilmelidir.

Kaliteli ve planlı bir şekilde okuyan, ait olduğu medeniyeti, onun temelinde yer alan Dinimizi en iyi şekilde öğrenmeye çalışan, içinde yaşadığı asrı doğru kavramaya yönelik gayretler gösteren, yine büyüklerimizin tavsiye ettiği zevk-i selime sahip bir nesil için anne, babalara, öğretmenlere, hocalara ve münevverlere büyük iş düşmektedir.

Büyük meydan okumalara karşı her dönemde mücadele etmiş, bugün de bu meydan okumalara farklı tonlarda muhatap olan bir ülkenin çocukları, üzerine düşen sorumlulukları başkalarına ihale etmemeyi, hep birilerinden bir şey beklememeyi, üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle kim var denilince ben varım diye ortaya çıkabilecek bir donanımı sağlamayı kendilerine ve çocuklarına hedef edinmelidir.

Kaliteli bir toplum ve ümmetin sadece kaliteli bir veya bir kaç lider veya ilmi önder ile değil ancak onlarla beraber gayret eden kaliteli bir insan topluluğu ile bu hedeflere ulaşabileceği hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.

Dünya Bülteni, 02.07.2017

Katar krizini nasıl okumalıyız?

ABD Başkanı Trump’un Ortadoğu bölgesinde bazı ülkelere yaptığı ziyaretin ardından çok önemli gelişmeleri hep birlikte yaşadık. Körfezin yüzölçümü olarak küçük fakat maddi güç olarak bir hayli önemli bir ülkesi olan Katar’ a karşı Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın başı çektiği, arkasından onları başka devletlerin de izlediği bir hareket gelişti. Zikri geçen ülkeler, Katar’daki bir kısım kişilerin ve kurumların terörle bağlantılı olduklarını iddia ederek bu ülke ile münasebetlerini askıya aldılar, kapsamlı bir ambargo ilan ettiler ve Katar yönetiminin onlara karşı tavır geliştirmesini ilişkilerin normale dönmesi için şart koştular.

Bu tip bir karar alışın oturduğu ana temel olarak başta Ihvan-ı Muslimin (Müslüman Kardeşler) ve ismi çok net olarak telaffuz edilmese de Hamas’a Katar’ın destek olduğunu ifade ettiler. Tabii Katar’ın İran ile ilişiklerinin de bu tavır alışta ciddi bir etkisi olduğu, beyanatlarda en fazla zikredilen noktalardan bir başkası idi.

Obama döneminin sonlarına doğru İran’ın uluslararası sistem içerisine kontrollü olarak dahil edilmesi yönünde bir irade ortaya çıkmasından sonra yeniden İran’ın bu tarz bir karşı duruşa uğraması son gelişmeler içinde ilginç noktalardan birisi idi. Demek ki bir kısım güçler İran’ın sistem içine dahlini isterken başkaları da bundan rahatsızlık duymaktaydılar

İlave olarak Katar krizinin derinleştiği sırada İran’da peş peşe vuku bulan ve büyük can kayıplarına sebep olan patlamaları da aynı krizin bir tür uzantısı olarak değerlendirmek gerektiği gün gibi aşikar. Burada dikkati çeken nokta, Katar merkezli olarak ortaya çıkan kargaşanın içine İran’ı da önemli bir aktör olarak dahil edebilme çabası bu olayda da kendini bariz bir şeklide gösteriyor.

Arap ülkelerinin Körfez İşbirliği Konseyi içerisinde yıllardır birlikte çalıştıkları bir kardeşlerine karşı bu tarz bir tutum sergilemeleri, dar anlamda Arap alemi, geniş anlamda da Müslüman halklar arasında ciddi bir kırılmayı da beraberinde getirmeye yol açacak bir gelişme olarak hiç de hoş bir durum değil. Üstelik İran’ın da denklemin içine dahil edilmesi ayrışmaya daha farklı bir boyut kazandırıcı nitelikte.
Bu nahoş gelişmenin acil olarak frenlenmesi sonra da şartların normale dönebilmesi inanıyorum ki ümmet açısından önemli hedeflerimizden biri olmalıdır..

Çünkü bu tip bir gelişme öncelikle bölgede Müslümanların birlik içinde olmasını hiç bir zaman istemeyen ve kardeşler arasındaki çatışmalardan beslenen İsrail için şiddetle arzu edilen bir durumdur.
Ayrıca Osmanlı sonrası bölgeyi küçük küçük parçalara ayıran ve bu politikalarını sürekli olarak gündemde tutan batılı emperyalist güçler için de bu gelişme muhakkak ki içten içe çok hoşlarına giden bir hal. Resmi söylemleri içinde kendi parasal ve lojistik destekleriyle geliştirip büyüttükleri terörist gruplara karşı olduklarını ifade eden ve bölgede barış yanlısı gibi görünen bu güçler, detaylı bir şekilde incelendiğinden hemen tüm kararları ile karşı olduklarını iddia ettikleri istikrarsızlığı derinleştirmeye çalışıyorlar. Son gelişme ve buna karşı takındıkları tutum da bu niyetlerini açık bir şekilde gösteriyor.

İlk bakışta ana hedef olarak Katar gibi görünse de, olayın arka planında İhvan, Hamas, İran ve bölgede Batılıların hedeflerine aykırı tavır alan tüm gurupları kapsayan bu son hareket, ileri bir hamle olarak da Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik bir niyet içeriyor. Ayrıca biraz daha detaylı bakınca bölgede mezhebi ve etnik parçalanmaları da öngördüğü iddia edilebilir. Bir sonraki hedef olarak, Türkiye’nin İran ile karşı karşıya getirilmesini arzu ediyor gibi bir resmi de görmemek mümkün değil.

Yine Türkiye’nin yıllardır sağlamaya çalıştığı bölge içi yakınlaşma ve aynı dine mensup halklar arasındaki tarihi süreçte zedelenmiş ilişkileri yeniden kurma yönündeki gayretlerini dinamitlemeye çalışıyor. Bir taşla bir kaç kuş vurma hedefi direk olarak değil de çeşitli dolambaçlı yollarla sağlanmaya çalışılıyor.

Türkiye bu karmaşık denklem içinde bir yandan kendi iç dengelerini sağlam tutmak, bir yandan da bu parçalanmalara dur diyebilmek gibi bir görev ile karşı karşıya

Katar krizi ile ilgili son günlerde çok mufassal analizler okumaktayız. Olayın arka tarafında ilk anda görülen İhvan, Hamas ve İran ile ilgili sebeplerin ötesinde doğal gaz ve enerji mücadelesi, bölgedeki aşiretlerin tarihi süreçte aralarında var olan ihtilafların uzantısı, Katar’ın hacminin ötesinde bir çekim gücüne sahip olmasının getirdiği kıskançlıklar, dış güçlerin bölgede kurmaya çalıştıkları dengelere muhalif bir duruş içinde olması gibi çok çeşitli argümanlar zikredilmekte. Vuku bulan gelişmede bunların hangilerinin ve ne kadar etkili olduğunu zannederim zaman gösterecek.

Dolayısıyla ben de buradaki analizimi daha fazla derinleştirerek mevcut bilgileri tekrar etmek istemiyorum. Fakat şu ana kadar ki süreçte dikkatimi çeken çok önemli bir noktanın altını çizmeyi arzu ediyorum.

KRİZİN ÇÖZÜMÜNDE GÖNÜL DİLİ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen gün bir konuşmasında Katar krizine farklı bir yönden yaklaşarak bu problemi çözmek için reel politika ile ilgili tedbirlerin ötesinde bir gönül dili kullandı ve çözümün buralarda aranmasını tavsiye etti.

İzlediğimiz kadarıyla Tayyip bey bu konuşmasında krizin başlatıcısı ülkelere yönelik suçlayıcı ifadeler kullanmamaya özen gösterdi ve olayın geri planındaki aktörlerle ilgili detaylı analizler yapmamaya çalıştı.

Ya ne yaptı?

Krize sebep olan başta Suudi Arabistan’ a ve onunla beraber hareket eden ülkelere; ‘ bu yaptığınız Ümmetin birliğini bozmaya yönelik bir tavırdır, bundan vazgeçin’ dedi. Suudi Arabistan’a yönelik olarak, ‘ biz sizi Hadim-ül Harameyn olarak kabul ettik ve bu kimliğinizle bizim için önemlisiniz, Arap dünyasında ağabeysiniz, ne olur bu konumunuzu unutmayın’ diye yumuşak bir uyarıda bulundu.
‘Yeter artık Müslümanların arasındaki bu tartışmalar, kavgalar ve çekişmeler bunlara artık son verelim. Haklıyı haksızı bir kenara bırakıp hepimizin inandığımızı deklare ettiğimiz Kur’an – ı Kerimden ilham alarak kardeş olalım’ dedi.

Buradaki en önemli husus, hissettiğimiz kadarıyla bu sözleri sadece liderlere yönelik olarak da söylemedi. Aynı Türkiye’de yaptığı gibi, sıkıntıların kaynağı olan ülkelerdeki Müslüman halklara hitap edip, onların inandıkları değerler üzerinden konuştu. ‘Biz inanırsak Allah küçük toplulukları bile kendilerinden kat be kat büyük topluluklara karşı muzaffer kılar’ diyerek onları hem uyardı hem de farklı bir ufuk çizmeye çalıştı.

Tabii bu arada da ‘ biz bu tartışmada mazlum durumda olan Katar’ın yanındayız ve elimizden geldiği kadar onu sudan sebeplerle hırpalamanıza müsaade etmeyeceğiz’ diye ekledi.

Bu hem Katar’a karşı harekete geçen Arap ülkelerine hem de onların arkasındakilere önemli bir mesajdı. Ayrıca terörist muamelesi yapılan kişi ve kurumlara da tümüyle sahip çıktı.

Aynı konuşmada hem ‘bu olay kardeşler arası bir problemdir bunu birlik beraberlik içinde çözelim’ mesajı, hem tarihi süreçte biriken problemlere takılmayıp onları aşma iradesini gösterme niyeti, hem de ‘şayet bu ayrıştırmayı tetikleyenler bundan vazgeçmezlerse biz onlara karşı nispi olarak güçsüz gibi görünüyor olsak da buna aldırmayız ve mücadele ederiz’ ikazı vardı.

Konuşmanın özü mevcut sıkıntıları bilelim ama onlara takılmayalım, ne kadar zor olsa da sahip olduğumuz gönül yakınlığımızı öne çıkararak olması  gerekene yani vahdete yönelelim mesajıydı.

BUNDAN SONRA NELER OLABİLİR?

Bundan sonra neler olabilir sorusunun cevabını hep birlikte göreceğiz inşallah. Ama dikkat edilecek en önemli noktalar arasında başta gelen husus İslam dünyasındaki gerek mezhebi gerek de etnik unsurları kullanarak uygulanmaya çalışılan, kardeş topluluklarının arasını açma ve onları parçalama gayretlerini olabildiğince boşa çıkarabilmektir.

Bölgede uluslararası güçlerin destekleriyle palazlanması için çaba sarfedilen terörist unsurların faaliyetlerine mümkün mertebe izin vermemektir. Bölgedeki ihtilafları yine bölgenin yüzyıllardır asli unsuru olan halklar ve onların bu gün için meşru temsilcileriyle çözebilmektir. Bölgede yüzyıllardır yaşayan halkların arasında en kuvvetli bağ olan İslam kardeşliğini daima ön planda tutabilmektir.

Bu çerçevede arada birikmiş çok fazla problem noktası bulunsa bile İran’ı da kıble ehli olması dolayısıyla denklemin içinde tutabilmeyi başarabilmektir. Suud’a yapıldığı gibi İran’a da ortak kitabımız olan Kur’an üzerinden mesaj verilmeli, İslam kardeşliğini reel politik hedeflere kurban etmemek noktasında bu ülkeye de kardeşliğin her şeyin üzerinde tutulması gerektiği samimiyetle hatırlatılmalıdır.

Bölgenin tarihi dikkatlice incelendiğinde, ‘birlikte Rahmet ayrılıkta da azap olduğu’ net olarak ortadadır. Gerek batılıların gerekse de bölgeye sonradan bir çıban başı gibi giren İsrail’in beslendiği en önemli azık da Müslümanların çeşitli sebeplerle bölünüp parçalanmalarıdır.

NECDET BABAMIN VEFATI

Geçen hafta içinde bir süredir rahatsız olan sevgili babam vefat etti. Kendimi bildim bileli yanımda ve arkamda dağ gibi durmuş, ayağıma taş değmemesi için açık ve gizli olarak çabalamış, maddi ve manevi tüm gücüyle biz evlatlarını desteklemiş olan Necdet babam Rahmet-i Rahmana kavuştu.
Onun cenazesi dolayısıyla Camiye, kabristana veya evimize gelen, telefonla arayan, mesaj atan, sosyal medyada taziyelerini bildiren, hatimler gönderen vel hasıl bir şekilde yanımızda olan tüm dost ve kardeşlerimize hassaten teşekkür ediyorum.
Bu vesile ile Allah tüm geçmişlerimize Rahmet eylesin. İnşallah ahirette onlarla beraber Resulullah’ın ( as) sancağı altında hepimizi buluştursun. Amin

Dünya Bülteni, 13.06.2017

Akif Emre ile 35 yıl

Akif Emre ile 1980’lerin başında tanışmıştık. Bulunduğu çevre itibariyle o dönem Yıldız Üniversitesi, Akıncılar, İskenderpaşa geniş halkasının içinde yer almış olan Akif ile tanışıklığımız başlangıç dönemlerinde, görüştüğümüz zamanlarda selamlaşmak tarzındaydı. Hatırladığım kadarıyla ilk yakın temasımız o tarihlerde ortak iş yaptığımız Salih Pulcu’nun, Akabe yayınları için hazırladığı bir kitap kapağı çerçevesinde olmuştu. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun “Yürekdede ile Padişah” kitabının o kapağı hala hafızamda canlı durur. O dönem yayınevinin yöneticisi olan Akif Emre ile görüşmelere ben de katılmıştım. Bu çerçevede başlayan muhabbet 35 seneyi aşıp bugünlere kadar ulaştı.

Akif’in yurt dışı günleri

Akif Emre’nin hayatının bir dönemini geçirdiği Pakistan ve Afganistan günleri onda önemli izler bırakmıştı. Rusya’nın Afganistan’ı işgali sonrası o bölgedeki direnişi yerinde gözlemleyen, mücahitlerin liderleri ile tanışan ve cihadın ruhunu yakından soluyan Emre, sonraki senelerde bu gözlemlerini çok isabetli bir şekilde nakletmiş ve yorumlamıştı.

Akif’in 80’li yıllardaki bir diğer yurt dışı macerası da Londra’ya olmuştu. Esasen Makine Mühendisi olmasına rağmen gazetecilik ve yayıncılık alanına girmişti; bu amaçla 3 sene kaldığı Londra’da da hem İngilizcesini geliştirmiş, hem de yayıncılık ve sinema alanında dersler almıştı.

İslam Dünyası Ansiklopedisi

1985 sonrası Akif, bir dönem İslam Dünyası Ansiklopedisi adlı bir çalışmanın başına getirildi. İslam Dergisi gurubu tarafından başlatılan bu projede İslam Dünyası ile ilgili detaylı bir ansiklopedi tasarlanıyordu. Benim de siyaset okumuş taze bir üniversite mezunu olarak çok hoşuma giden bu proje ile ilgili rahmetlinin Fatih’te Ali Emiri Kütüphanesi’nin hemen arkasındaki binada bulunan odasında uzun ve verimli görüşmeler yaptığımızı hatırlıyorum.

Pek çok kişinin hazırladıkları maddelerle katkı sağladığı bu projede ben de Ortadoğu ülkelerine dair maddeler yazmış, hatta yazdığım yazı karşılığında ilk telifimi de bu projede almıştım. Akif, telifimi bir zarfın içinde bana takdim ettiğinde şaşırarak “bu ne?” dediğimi hatırlıyorum. Hiç aklımdan geçmeyen o parayı bana zorla vermişti. Utanmıştım ama ne yalan söyleyeyim hoşuma da gitmişti. Fakat telifini aldığım bu maddelerin yayınlandığını görmek nasip olmadı. Dizgi, tashih, redaksiyon, resim seçimi konularında ciddi mesafeler kat edilmiş bu proje, yayın grubunun yönetiminin değişmesinden sonra rafa kaldırıldı.

İlginç velime yemeği

Cenaze sonrası Seracettin Karayağız ile paylaştığımız bir hatıra Akif’i daha iyi tanımak açısından çok ilginçtir. Akif’ler düğün merasimini Kayseri’de yapmışlardı. Biz de İstanbul’daki arkadaşlar için bir velime yemeği tertip etsek diye Seracettin ile konuşmuş ve bu fikrimizi Akif’e de açmıştık.  O da çok gönüllü olmasa da bize olur vermişti veya biz öyle anlamıştık.

O zamanlar, bir grup arkadaş ile başladığımız Elif Yuva’nın Yenikapı’daki binasında bu organizasyonu tertip ettik, insanları çağırdık. Velime yemeği günü büyük bir sürpriz oldu ve Akif yemeğe gelmedi. Biz Seracettin ile çok bozulmuştuk. Gelenlere de duruma uygun bir şeyler söyledik. Yine de beraber olmanın hoş bir şey olduğunu ifade ettik. Tabii o dönemde cep telefonu yok ve biz Akif’e ulaşamıyoruz. Ertesi gün ulaşabildik. Akif’in muzip bir ifadeyle cevabı şu olmuştu: “İyi de beni çağırmadınız ki?”

Daima ümmet şuurundaydı

90’lı yılların ilk yarısında Akif kısa bir dönem Peyami Gürel’in Mecidiyeköy’deki Sanat galerisinde danışman olarak çalışmıştı. Sonrasında da Yeni Şafak Yayın Yönetmenliği, gazetede yazarlık ve Kanal 7’deki Dış Haberler Koordinatörlüğü dönemi başladı. Bu çalışmalarında ana ilkelerini şöyle özetlemek mümkündü: İslam dünyasına bütüncül bir bakış, daima ümmet şuurunu vurgulayan bir yaklaşım, mazlumun yanında zalimin karşısında bir duruş…

Türkiye’de konjonktür çok kereler değişse de Akif’in o günkü genel yaklaşımları bence hiç bir zaman değişmedi. Müslümanların önemli bir kısmı görüşlerini ve dayanak noktalarını maalesef ya tamamen ya da kısmen değiştirdiler. Fakat Akif çok temel konularda vefatına kadar istikametinden hiç sapmadı. Zaten onun belki de en önemli yanlarından biri de buydu.

Yayınevlerinde genel yayın yönetmenliği

Akif bir dönem İnsan yayınlarında çalıştı, 2003 yılı itibariyle Bilim ve Sanat Vakfı’nın yan kuruluşu olan Küre ve Klasik yayınlarında yayın yönetmenliği yaptı. İnsan yayınları ve Küre sonrasında arkasında yayınlanmış ve yayına hazır çok fazla güzel eser bıraktı.

Küre ve Klasik’e geçmeden Akif ile bizim bir gençlik sitesi girişimimiz oldu. Orhan İkiz’in de içinde yer aldığı üçlü bir kadro belli bir sermaye taahhüdü veren bir gurup arkadaşın desteği ile çalışmaya başladık. Site ortaya çıkma safhalarına geldiğinde finans kaynağı geri çekildi ve o proje akamete uğradı. Akif, Küre’ye gitti, Orhan İkiz de THY’de daha sonra Genel Müdür Yardımcılığına kadar yükselecek bir kariyere başladı.

Dünya Bülteni ve dijital yayıncılık

2006-2007 yıllarında, bir gurup arkadaşla birlikte insanlara doğru haberin sunulabilmesi üzerine istişareler yapmış ve ilk etapta bir haber sitesi kurma fikrine varmıştık. Bu esnada Küre-Klasik yayınevinden ayrılan Akif de bu işe dâhil oldu.

Bu istişareler yapılırken bir dostumuzun dikkatimizi çekmesi ile Dünya Bülteni, yeni kurulmuş ve bazı maddi sıkıntıları olan, ismi güzel, kuruluş mantığı bize kısmen uyan bir yer olarak gündemimize girdi.

Site yetkilileriyle konuşup, görüştük ve anlaştığımızı zannederek 2007 yılı Eylül ayında beraberce çalışmaya başladık. Çok iyi niyetle başlayıp kısa bir süre sonra bizi ziyadesiyle üzen bir sürecin sonunda sitenin kurucusu ile yollarımızı ayırarak Dünya Bülteni’nde Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak yayınımıza devam ettik.

Dünya Bülteni ile birlikte Akif, bu alanda yoğun bir gayret içine girdi. Sitenin dili, mevcut editörlerinin bakış açımıza adapte olması, sitenin mevcut okuyucularının bizim dilimize alışması ve ilave olarak siteye yeni okuyucu kazandırma gayretleri, bu dönemin başlıca problem alanlarıydı.

DSC_5355

Bir abi ve bir rehber

Dünya bülteninde ilk yaptığımız şeyler, tamamen Akif’in ortaya koyduğu bir farklılık olarak düşündüğüm haber analiz bölümü ve her biri aktif ve yoğun bir şekilde işleyen aile ve eğitim, tarih ve kültür kategorileri oldu. Bunların yanında yabancı basını da yakından takip ediyor, güzel yazıları anında tercüme edip yayınlamaya gayret ediyorduk. Yazılar biriktikçe, bunları dosyalar halinde bir araya getirmeye başladık ve ileride daha planlı bir düşünce kuruluşunun temelini oluşturur ümidi ile Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM) adı altında yayınlamaya koyulduk.

Dünya Bülteni’ni sürdürdüğümüz esnada, Akif ile yıllar önce niyetlendiğimiz fakat akamete uğrayan kültür-gençlik sitesi fikrinin de etkisiyle kültür haberlerini müstakil bir mecrada sürdürelim düşüncesine geldik. Bu düşüncelerden dunyabizim.com doğdu. Allah’a şükür Dünyabizim, Asım Gültekin ile başladığımız yolculuğunu, sürekli yenilenen kadrosuyla sürdürüyor. Bu bünyeye bir dönem basılı yayın olarak CafCaf Mizah Dergisi de katıldı, Akif de Dünya Bülteni dışındaki işlerin tamamında, abiliğini ve rehberliğini gösterdi.

Önemli bir yaklaşım farklılığı

Haber sitesi konusunda Akif Emre ile belki en büyük ayrılığımız onun bu çalışmaları sanki kendi özgün makalesini yazıyormuş gibi değerlendirmesiydi. Benim bakış açıma göre ise ortaya çıkan ürünün başkaları tarafından da takip edilebilmesi için biraz daha geniş bir alana hitap etmesi gerekiyordu. Biraz daha detaylandırırsak; Biz birinci derecede önem vermesek de ilkesel bazda tam karşısında olmadığımız ama bizi takip eden kitle için kısmi bir değer ifade eden konulara da sitede yer verebilmeliydik. Fakat Akif bu alanın çok fazla açılmasını uygun görmüyor ve bu konuda yaklaşımında ısrar ediyordu. Onun yaklaşımının yanlış olduğu söylenemezdi ama tüm bunlar nihayetinde bir tercihti. Sonuçta Dünya Bülteni’nde onun görüşünü öne alan ama içine biraz daha benimkinin de ilave edildiği bir üslup ortaya çıktı. Onu kırmaktansa ben de çıkana razı olmaya başladım.

Akif Emre’nin iş disiplini

Dünya Bülteni ve diğer sitelerle ilgili beraberce geçirdiğimiz dokuz yıla yakın bir sürede Rahmetli Akif’in güzel bir yönünü daha fark etmiştim. Akif çok disiplinli bir arkadaşımızdı. Yaptığımız yayın internet sitesi olmasına rağmen, pek çok kişi bu işin bir ofiste yürüdüğüne bile ihtimal vermezken, her sabah işine büyük bir ciddiyetle gelir ve saat 10.30’da haber toplantısı yapardı. Tüm editörler toplanır, gündemler tartışılır, haber ve yorumlara hangi açılardan bakılacağı müzakere edilirdi. Bu faaliyet hem yayınlarda ciddiyeti ve yaklaşım birliğini sağlıyor hem de genç arkadaşların daha iyi yetişmesine imkân veriyordu. Bu sayede dünya bülteninde bu süre zarfında bir hayli arkadaşımız yetişip farklı yerlerde hizmete devam eder hale geldiler.

Moriskoların sesi olmak

Sitelerle birlikte ufak ufak belgeseller de yapmaya başlamıştık. Almanya’da Türk İzleri başlıklı ilk belgeselimiz emsalleri içinde kalitesiyle ön çıktı. TRT’de oynatıldı ve Reyting ölçümlerinde ilk 100’ün içine girdi. Akif bu belgeselde ciddi ölçüde devredeydi. Fakat ondan sonra yaptığımız Almanya Treni ve Kıbrıs belgesellerinde ilgi düzeyi biraz daha aşağıda kaldı.

Burada şunu da eklemek gerekir ki, bu belgeselleri tamamen bir değer, bir yaklaşım veya bir bakış açısı aktarımı olarak görüyor ve öylece ilgileniyorduk. Oynattığımız yerlerden de para talep etmiyorduk.

Derken 2011 itibariyle “Elveda Endülüs Moriskolar” başlıklı belgesel çalışmasına başladık. Dünya Bülteni’ne de yıllardır destek olan iş dünyasından arkadaşımız ile bir Endülüs seyahatimiz oldu. Orada film ve prodüksiyon işleri de yapan ve dedeleri Moriskolara kadar uzanan bir aile ile görüştük. Onları detaylı dinledik. Bu seyahat, Endülüs ile ilgili yapılacak bir çalışmanın merkezini oluşturmuştu. İstanbul’a gelince Akif’e gelişmeleri anlattım. Kendisi de zaten Endülüs konusunda özel ilgisi olan bir kişi idi ve “Bu belgeseli ben yapmak isterim” dedi. Ondan daha iyi kimi bulabilirdik ki…

Adım adım Endülüs

Dünya Bülteni’ndeki çalışmaları yanında bu işe de soyundu. Belgeselin teknik yönünü yapan Yedirenk’teki arkadaşlarla beraber bir kere daha bölgeye gittik. Adım adım dolaştık. Endülüs’ten çekilme süreci ve kalanların gördüğü zulüm bizleri çok etkilemişti. Akif Emre’nin birçok mecrada detaylı olarak anlattığı bir süreç sonunda, bu konuda güzel bir belgesele imza atılmış oldu.

Ön hazırlığı ve prodüksiyonu sürecinde neredeyse hiçbir masraftan kaçınılmayan bu belgesel İspanya’da ve Kuzey Afrika’da yapılan röportajlarıyla; özgün müzikleri, senaryosu ve çekimleri ile dört dörtlük bir yapım olarak ortaya çıktı (üzüldüğümüz en önemli konu, izinlerin gecikmesinden dolayı Güney Amerika’ya da gidip çekim yapamamamızdı). Tüm bunlara rağmen herhangi bir bedel istemememize rağmen maalesef bu belgeseli arzu ettiğimiz bir tarzda etkili kanallarda izleyici ile buluşturamadık.

Mali sorunlar ve ayrılık

2015 yılının sonuna geldiğimizde, 8 yıllık Dünya Bülteni macerasında önemli bir dönemece girdik. O zamana kadar herhangi bir sıkıntı yaşamadan devam eden maddi desteğin sembolik bir seviyeye ineceği ortaya çıktı. Bu durum bizi de bir hayli üzdü ve alternatif yollar aramaya itti. Fakat nedendir bilinmez, cüzi dahi olsa bir alternatif yol karşımıza çıkmadı. Yayınladığımız tercümelerde, analiz yazılarında ve editör sayımızda ciddi kısıntıya gittik. Bu arada da Akif Emre’ye uygun yeni bir yer arama çalışmaları devam ediyordu.

2016 Mayıs ayının başlarında Akif’e Genel Yayın Yönetmenliği görevini üzerinden alarak, part time düzende bir ilişkiyle devam etmeyi teklif ettim: Mevcut şartlarda aklıma gelen kısmi bir çözüm önerisiydi. Bu çerçevede konuştuk, karara bağladık ve üzülerek editörlerimizle paylaştık. Fakat bu hal maalesef konuştuğumuz şekilde devam edemedi. Niye etmedi veya edemedi? Bu sorunun cevabını artık bilebilmemiz mümkün değil.

Helalleşme

Akif ile son bir yılımız, geçmiş senelerin yoğunluğu ile mukayese edildiğinde çok yavan geçti diyebilirim. Ağustos ayında Hac vazifesini ifa etmek için giderken bana hakkımı helal etmemi isteyen bir mail atmıştı. Ben de cevaben Hac kararlarından dolayı memnuniyetimi ifade edip hakkım varsa helal ettiğimi ve mukabil olarak ben de helallik istediğimi ve gittiği yerlere selam söylemesini istirham ettim. Daha sonraki günlerde sadece bir-iki yerde tevafuken karşılaşıp birbirimize hal hatır sorduk.

Mayıs ayı itibariyle onun Haberiyat.com adlı yeni bir site ile tekrar bu alanda çalışmaya başladığını gördüm. İçten içe de sevindim. Akif gibi bir arkadaşın hassasiyetlerine uygun bir ortamın oluşturulması hakikaten önemli bir mesele olduğundan demek ki bu özellikler karşılanmış ve yeni bir çalışmaya başlanmış diye düşünüyordum.

Vefatına dair…

23 Mayıs günü öğleye doğru onun vefat haberi geldi. Bürosuna gittiğimde ömrünü Müslümanların dertlerini dertlenmekle geçirmiş ve imkânları nispetinde Müslümanların meselelerini kitlelere duyurmak, tespit ettiği ve önemli gördüğü doğruları insanlarla paylaşmak hedefinde olan arkadaşımın, yeni bir hevesle işe koyulduğu bürosundaki cansız bedenini görmek beni çok derinden etkiledi. Bu manzaradan ilk çıkardığım ders “Hayatta şartlar ne olursa olsun dostlar ve arkadaşlar birbirlerini daha fazla aramalı ve yıllar içinde oluşmuş irtibatları her daim canlı tutabilmeli” oldu.

Vefat ve cenaze sonrasında yazılan ve çizilenler bize bir önemli gerçeği daha açıkça gösterdi; bizim mahallede insanların kıymeti maalesef hayatlarında gereği gibi bilinemiyor.

Sağlığında kısmen muhalif bir duruşa sahip olduğu için ona biraz mesafeli bakan kişi ve çevrelerin bir bölümünün, vefatından sonra Akif ile ilgili daha farklı bir yaklaşıma girdiklerini dikkatle izledik. Bu bir hakkın teslimi mi yoksa içten içe gelişen bir vicdan azabı mıydı onu da tam manasıyla kavrayamadığımı ifade etmek isterim.

Sahip çıkmak için çok geç kalındı

Keşke bu sahip çıkışlar sağlığında olsaydı da Müslüman camianın son dönemde yetiştirdiği önemli bir şahsiyet, ömrünün son günlerini daha az sıkıntılı geçireydi. Bizim inancımızda ‘keşke’nin kullanılması sakıncalı bir durum olmasına rağmen, hadisenin vahametini anlatmak maksadıyla bu kavramı kullandığım için de üzüntü duyuyorum.

Hayat her safhasıyla bir imtihan. Belki tüm bu yaşananlar bu kadar dikkat çeker bir tarzda vuku buldu da hem Akif’in sevap hanesine daha fazla şeyler yazıldı, hem de onu izleyen insanların daha fazla ders çıkartmalarına vesile oldu. Bunların hikmetini bugün bulunduğumuz noktadan bilebilmemiz pek mümkün değil.

Sonuç itibariyle 23 Mayıs günü Hakkın Rahmetine kavuşan Akif Emre ile 35 yılı aşan bir süre genel anlamıyla güzel bir beraberliğimiz oldu. Birbirimizi yüz yüze hiç kırmadık. Belki ufak tefek iç burkulmalarımız olsa da bu kadar uzun bir sürede bunların vuku bulması insan tabiatına göre sanırım olabilecek şeylerdi.

O, devrini tamamlayıp emaneti sahibine teslim etti. Vefatı sonrası hakkında bu kadar büyük sayıda bir insan kitlesinin hayırla bahsetmesinin inşallah onun Allah indinde de iyi bir yere sahip olduğunu gösterdiğine inanıyorum.

Allah Rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Âmin.

Gerçek hayat, 29.05.2017

Akif Emre’siz ilk Ramazan’a başlarken

Bir Ramazan-ı Şerif ayına daha ulaştık. İlk teravih, ilk sahur ve ilk oruç derken başladığımız bu mübarek ayın tüm Müslümanlar için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Recep ayının başında Hz Peygamber (as) ‘in ettiği bir dua vardır. ‘Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizlere mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.’ Bu dua edilirken hemen herkes   Ramazan ayı ile ilgili madden ve ruhen hazırlıklarını yapar fakat çoğu zaman Ramazan’a ulaşamayacağı alternatifini teorik olarak biliyor olsa ve buna şeksiz şüphesiz inansa da pek düşünemez. ( tabii Hz Peygamber’i (a.s) ve Allah’ın veli kullarını bundan ayrı tutuyorum)  En azından ben öyle olduğum için kendimden biliyorum. Çünkü empati yapılamayan tek şey ölümdür.  Sonuç olarak kimileri Ramazan’a ulaşır kimilerinin de ömrü vefa etmez ve ulaşamaz.

Başkalarının ölümü dünya gözü ile baktığımızda çok zor ve üzücü bir durum. Fakat kendisine ölüm ulaşan kişinin halet-i ruhiyesini kavrayabilmek ve onu ayn-el yakin hissedebilmek mümkün mü?

Pek kolay bir şey değil.

Yine tasavvufta çokça zikredilen Rabıta-i mevt meselesini halledebilenler belki bu konuda daha farklı bir yerdedirler. Ben o seviyelerde olamadığım için bu konuda maalesef kabuk ile uğraşır durumdayım

Ramazan –ı Şerif ayına ulaşmak konusunu ele alırken varmak istediğim nokta değerli Akif Emre kardeşimizin vefatı idi. Akif de, muhtemelen Recep ayının başında Resul-u Ekrem’in o duasını etmişti ama kendisine bu yıl Ramazan’a ulaşmak nasip olmadı. Şaban ayının son günlerinde Rahmet-i Rahmana kavuştu.

Yeni başlamış olduğu bir çalışmada, o çalışmanın yeni hizmete giren mekanında vefat etmesi hüzünlü bir durumdu. Aynı zamanda geride kalanlar için de önemli bir vaaz –ı nasihat idi. Ofisin içerisine girerken güvenlik kamerasındaki görüntüleri insanın birkaç dakika sonra yaşanılan bu dünyaya veda edeceği noktasındaki bilgisizliğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu hal Rahmetli Akif Emre için böyle de başkaları için değil mi? Muhtemelen herkes için aynı hal geçerli. Ölüm başkalarına verdiğimiz geleceğe yönelik tüm sözlerden daha yakın. Bir an sonra alacağımız nefesten de.. İnşallah bu gerçeği en iyi şekilde kavrayanlardan oluruz

Vefatından sonra Akif  Emre için çok güzel şeyler yazıldı ve söylendi. Bir insan için vefatından sonra hayırla anılmak kadar güzel bir şey yoktur. Cenazesindeki katılım da onun yıllarca vermeye çalıştığı mesajları anlayan çok önemli bir kitlenin varlığını gösteriyordu. Tabii bu kitlenin büyük bir kısmının Akif’in hayatında iken üzerinde sabit durmaya çalıştığı çizgi ile ne kadar yakınlığı vardı o tartışılabilir. Zaten birçok kişi de bu hususu cenazeden sonra kaleme aldıkları yazılarda altını çizerek dile getirdiler.

Fakat insanlar bir ölüm karşısında harekete geçiyor, ilişki derecesi yakın veya uzak olsun cenazede bulunmak için geliyorlarsa, burada vefat eden kişiye, onun sözlerine ve onun duruşuna değer verdiklerini anlamak gerekir kanaatini taşıyorum. Tabii, vicdan azabı, hayatında iken değerini yeterince bilememek, söylediklerine hak verse de uygulayamamanın verdiği mahcubiyet türü sebepler de cenazeye katılanların bir bölümü için söylenebilir.

Sebebi ne olursa olsun binlerce insanın hüsn-ü şahadeti ile Ahiret yolculuğuna çıkmak bir kul için önemli bir şey. İnşallah Rabbim de bu kadar insanın güzel şahadetine göre kardeşimize Rahmetiyle muamele eder. Çünkü mutlak hakim O. Onun hükmüne karşı boynumuz kıldan ince..

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarında başlayan arkadaşlık ve dostluğumuz 35 yılı aşmıştı. Bu süreçte bir çok çalışmada birlikte olmuştuk. Son olarak 2007-2016 arasında Dünya Bülteni ve onun yabancı dillerdeki versiyonlarının yayın yönetmenliğini yapmıştı. Ayrıca bu çalışmanın yapıldığı bünyede gerçekleştirdiğimiz Endülüs belgeselinde Akif, senaryo yazarı ve yönetmen olarak çok önemli bir rol almıştı.

Sürecin bizi getirdiği zorunluluklardan dolayı geçen yıl yollarımızı ayırmıştık. Kendisinden sonra ben sitede biraz daha aktif rol almak zorunda kaldım. Bu çerçevede yazdığım ilk yazıda şöyle demiştim

‘Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.’

Böyle bir dileğimiz ve mutabakatımız vardı fakat bu pek fazla tahakkuk edemedi. Son bir yıl içinde kendisiyle çok az görüşebildik. Dünya Bülteni için onun verebileceği az da olsa katkıları alabileceğimiz bir zemin maalesef oluşamadı.

Yaklaşık bir yıl sonra da Akif, internet dünyasında ara verdiği çalışmalarını devam ettireceği yeni bir mecra ile yeniden Bismillah demişti. Haberiyat.com ile başladığı süreçte bu sefer ecel yetişti ve arzusu tahakkuk edemedi.

Akif Emre ile bahsettiğimiz bu kısmi ayrılığı yaşamamıza rağmen kendisi ile küs müydük? Hayır.

Fakat çok uzun yıllardan sonra nihayete eren mesai birlikteliğinin kesintiye uğrattığı münasebetimizi, yeniden hangi formatta oluşturabileceğimizi henüz kararlaştıramamıştık sanırım. Bu tür konularda insanların arasında birbirlerinin yüzüne bakamayacak kadar büyük olaylar vuku bulmadıysa zaman en iyi ilaçtır. Fakat ecel geldiğinde o zamanı bulmak mümkün olamıyor. Bizimkinde de öyle oldu. Akif ile bizim yaşadığımız süreç bence arkadaş ve dostlarıyla ilişkilerinde kesiklik yaşayanlar için izlenmesi ve ibret alınması gereken bir ders olmalıdır.

Özetle bu Ramazan ayına yetişemeyenler kervanına bu yıl Akif Emre de katıldı. Kendisine hem şahsım hem de uzun yıllar hitap ettiği Dünya Bülteni Camiası adına Allah’dan Rahmet, ailesine ve sevenlerine de başsağlığı diliyorum. Kıymetli evlatlarını da örnek bir babaya sahip oldukları için kutluyorum. Rahmetli babalarının değerli hatırasını inşallah ömürleri boyunca daima yanlarında bulacaklardır.

Değerli okuyucularımız ve dostlarımız,

Ramazan ayı münasebetiyle Allah (cc) oruçlarınızı ve diğer ibadetlerinizi şimdiden kabul eylesin. Amin

Dünya Bülteni, 29.05.2017

Tarafsız Cumhurbaşkanlığı uygulanabilir bir kural mıydı?

16 Nisan Referandumu ile birlikte 1982 anayasasında 18 maddede toplanan önemli değişiklikler meydana geldi.. Bunlardan bir tanesi de 1960 anayasası sonrası gündeme gelen Cumhurbaşkanının herhangi bir siyasi partiye resmen üye olamaması hükmünün fiilen ortadan kalkmasıdır.

Referandumun doğası gereği maddelerin büyük çoğunluğu 2019 seçimleri ile devreye girecekken, bir maddesi 21 Mayıs 2017’deki AK Parti olağanüstü kongresi ile uygulamaya başlandı. Bu gelişme mezkur kongrenin Türk siyasi tarihinde çok önemli bir olay olarak yer almasına neden oldu.

Bir kişinin Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisi ile ilişiğinin kesilmesi ve milletvekilliğinden istifa etmesi kuralı 1961 anayasası ile yürürlüğe giren bir madde idi.

Burada şu soruyu sorabiliriz.
1961 ila 2017 arasında Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yapan kişiler acaba hiç bir siyasi parti veya görüşe bağlı olmadan mı yaşıyorlar veya icraat yapıyorlardı.?

Bu soruya evet demek mümkün değildir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanları bu konuda yemin etmiş olsalar da, ayrıca resmi olarak herhangi bir siyasi partiye üyelik kayıtları bulunmasa da dışarıdan bakıldığında bu olay hiç de böyle görünmüyordu. Söz ve icraatları bile bizlere bu konuda yeterli bir fikir edinmeyi sağlamaya yetiyordu.

Bu hükmü ortaya koyarken tabiidir ki sadece son Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ı kasdettiğim düşünülmemelidir. Geriye doğru gidildiğinde eski Cumhurbaşkanlarının icraatlarını izlemek bizlere bu konuda çok çarpıcı bilgiler verecektir

Sonuç olarak 16 Nisan referandumu ile bu hüküm ortadan kalkmış bulunuyor. Artık Türkiye’de Cumhurbaşkanları bir partinin resmi üyesi olabilecekler hatta o partinin başına bile geçebilecekler.
Bu hükme göre, AK Partinin 21 Nisan olağanüstü kongresi ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan AK Partinin yeniden genel başkanı oldu.

AK Parti çevrelerinde Sayın Cumhurbaşkanı için “yeniden aramıza hoşgeldiniz”, “hasret sona erdi” gibi ifadeler kullanılıyor olsa da, Sayın Erdoğan’ın ne gönül olarak ne de hayata ve olaylara bakış itibariyle adeta çocuğu hükmünde olan bir siyasi anlayış ve yapı ile resmen üyesi olmasa da bir kopukluk yaşadığını iddia etmek pek mümkün değildir sanırım. Ama herhalde tekrar üye olma ve partinin başına geçmesinin iki taraf için de taşıdığı önemin vurgulanması için kullanılan ifadelerdir bunlar diye değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak şu anki siyasi yapıda Türkiye’de 2019 yılında yapılması planlanan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar referandumun hemen uygulanmaya başlanan bazı maddeleri dışında 1982 anayasası hükümleri yürürlükte.  Yani Cumhurbaşkanının seçilmiş olmasına rağmen hala icraatlardan tam olarak sorumlu olmadığı, ülkeyi fiili ve resmi olarak Bakanlar Kurulunun yönettiği bir yapı mevcut. Bakanlar kurulunun bazı toplantıları Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılıyor olsa da icranın başı hala Başbakan.

Başbakan ise 21 Mayıs’a kadar parlamentoda da hakim durumda olan ve hükümeti oluşturan AK Parti’nin de Genel Başkanı idi. Mevcut değişiklik ile artık iktidardaki partinin genel başkanı değil.
O kişi mevcut durumda sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.

Erdoğan, AK Parti’nin doğal lideri ve güçlü kişilik özelliklerine sahip olduğunda zaten stratejik tüm kararların onun onayı olmadan alınmadığı düşünülse de, şu ana kadar parti genel başkanının Başbakan olması o makama ayrı bir güç ve ağırlık vermekteydi.

Yeni durumda bu güç ve ağırlık tabiidir ki eski derecesinde olmayacaktır. Bu da icranın resmen başında olacak kişiyi hem manen hem de fiili olacak yorabilecek bir durum ortaya çıkarabilir. Bu ara dönemin en büyük zorluğu fiili olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bir şekilde başlamış olmasına rağmen olayın resmi prosedürünün 2019 seçimlerini bekleme zorunluluğu olmasıdır

Geçtiğimiz bir yıl içinde Sayın Binali Yıldırım hem mevcut siyasi çerçevenin, hem de güçlü bir lider ve ona bağlı siyasi kadroların kendisinden beklediği uyumlu davranışları dışarıdan bakıldığında gayet güzel bir şekilde karşıladı. Fakat bundan sonra işin zorluğu biraz daha artacaktır.

Resmi olarak icrai sorumluluğu üzerinde taşıyan Başbakan hem Partisinin başında değildir hem de millet, 16 Nisan referandumuyla artık ülkeyi seçilmiş Cumhurbaşkanının yönetmesi gerektiğine karar vermiştir. Fakat mevcut Cumhurbaşkanı gönüllerde bu yetkilere sahip olsa da resmen bu yetkilere henüz sahip değildir.

Bu beklentilerin karşılanabilmesi için var olan Bakanlar Kurulu ve Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile her anlamda tam uyumlu düşünmesi ve davranması gerekir. İnsan fıtratının her zaman bu kadar aynı olmadığı ve fertlerin bazen farklı düşüncelere sahip olabileceği ve farklı davranışlar gösterebileceği düşünüldüğünde bu halin sürdürülebilmesinin zorluğu biraz daha iyi anlaşılabilir.

Her ne kadar seçimlerin 2019 da yapılacağı sürekli vurgulanıyor olsa da sistemin selameti ve sorumluluk mevkiindeki insanların daha az yıpranması için bir an evvel seçimlerin öne alınması ve fiili durumun gerekleri ile anayasal çerçevenin uygulanması sürecinin birbirine uyumlu hale getirilmesinin önemli olduğu, inkar edilemez bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

Geçen son bir yıllık sürede mevcut kadrolar, bu süreci sıkıntısız atlatabilecekleri yönünde önemli bir işaret vermiş durumdalar. İnşallah önümüzdeki dönemde bu hal devam eder ve dengeler en kısa zamanda yerine oturur.

İLETİŞİM KAYNAKLARININ HIZLI GELİŞİMİ VE HABERCİLİĞİN GELECEĞİ

İletişimin ve haberleşmenin çok hızlı artması ile birlikte dünyanın hemen her köşesinde olan olayları ve gelişmeleri çok hızlı bir şekilde takip edebilmek mümkün hale geldi. Medya ve haber kuruluşlarının ötesinde elinde akıllı telefonu, masasında bilgisayarı olan ve belli bir düzeyde de yabancı dil bilen herkes bu haberlere anında vakıf olabiliyor ve aynı hızla etrafına duyurabiliyor.

Tabii bu kadar hız ve çeşitlilik, doğru bilgi ile yanlış bilginin, sahih haber ile yanıltıcı malumatın, bazen de çarpıtılmış haberlerle yapılan yanlış yorum ve yönlendirmelerin birbirlerine karışmasına sebep olabiliyor. Ayrıca çok fazla haber ve bilginin çoğu kere önemli olanla, gelir geçer olanın birbirine karışmasına da yol açtığı da açık bir hakikat olarak göze çarpıyor

Bu bilgi ve haberlerin doğru bir bakış açısı ile geçmişten günümüze ve buradan da yarına yönelik sağlam bir analiz çerçevesi içine oturtulabilmesi bu yeni dönemin karşı karşıya olduğu bizce en önemli sınav alanı. Özetle doğruyu eğriden ayırıp onu sağlam bir zemine oturtmak ve gereksiz olanları da dikkat dışı bırakabilmek ciddi bir gayret istiyor.

Dünya Bülteni olarak faaliyete başladığımız günden bu yana hep bu bakış açısı içerisinde olmaya çalıştık. İnşallah bundan sonra da bu çizgimizi imkanımız nisbetinde muhafaza edeceğiz. Bizimle aynı bakış açısına sahip, yani haberin yanı sıra haberin detayı ve sağlıklı yorumu ile ilgilenen kuruluşların sayısı da artma eğilimi gösteriyor. Bu da memnuniyet verici bir durum.

Hatta ilginç olan durum bugün yayın kuruluşlarına haber hizmeti veren resmi haber ajansımız bile haber sağlamanın yanında bu tarz analizler yaptırmakta, üstelik bunları dijital yollarla direk olarak insanlara ulaştırmakta. Şekli itibariyle bazı itirazi kayıtlarımız olmakla birlikte başlangıçtan beri uygulamakta olduğumuz bir yaklaşımın bu düzeyde benimsenmesinin bize verdiği örtülü bir memnuniyeti de burada yeri gelmişken belirtmekte yarar görüyorum.

Dünya Bülteni olarak gerek yurtiçi gelişmeleri gerekse de dünyada olan biteni yukarıda bahsettiğimiz tarzda takip etmeye gayret ediyoruz. Dünyanın bir çok ülkesinde yeni seçilen liderler ve onlarla birlikte ortaya çıkan yeni yönelişler bundan sonra dünyanın alacağı şekli belirlemede etkili olacaklar. ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın son günlerdeki özellikle bizim ilgi alanımızdaki coğrafyadaki yoğun temasları, Brexit sonrası İngiltere, yeni seçilen Cumhurbaşkanı ile Fransa ve sonbaharda seçime gidecek Almanya’nın renk vereceği bir Avrupa’nın geleceği, Uzak Doğuda hızla yükselen Çin, Putin ile birlikte dünya dengelerinde yeniden söz sahibi olmaya başlayan Rusya.

Dünya Bülteni‘nde tüm bu konularla ilgili bu güne kadar yoğun bir şekilde haber ve arka plan yazıları bulmaktaydınız. İnşallah gerek haber, gerek analiz, gerekse de tercümeler yoluyla bundan sonra da bulmaya devam edeceğinize inanıyoruz.

Artan hızın ve çeşitlenen haber kaynaklarının başları döndürmediği, kafaları karıştırmadığı, aksine hakikate varabilmek için sağlıklı bir bakış açısı ile harmanlanarak doğru bilgi ve sıhhatli yoruma dönüştüğü bir mecra olma niyetindeki Dünya Bülteni, siz değerli okuyucularının da bu konuda ilgilerini beklemektedir. Katkı ve yapıcı eleştirileriniz bizler için yol gösterici olacaktır.

Allah’a emanet olun

Dünya Bülteni, 22.05.2017