SULTANAHMET’ TEN PARİS’E

Gün geçmiyor ki ülkemizden veya dünyanın herhangi bir köşesinden, içimizi burkan, yüreğimizi daraltan, yahu bunu yapanlar insan olamaz dedirten olaylar vuku bulmasın.

Daha geçen gün üzerine belli ki kamuflaj için uzun ve kapşonlu bir üstlük giymiş  bir kız,  Yerebatan Sarayı’nın karşısındaki polis kulübesine giriyor ve üzerindeki bombanın pimini çekiyor.

Okumaya devam et SULTANAHMET’ TEN PARİS’E

RAMAZAN HOŞ GELDİ AMA ACABA BİZDEN RAZI OLARAK GİDECEK Mİ?

Ramazan ayı Müslümanlar için yılın en önemli zaman dilimlerinden birisidir. Bir ay boyunca tutulan oruç bu aya ait özel bir ibadettir. Yatsı namazı sonrasında kılınan teravih namazı yine Ramazan’a has bir sünnet namazdır.

Ramazan ile adeta özdeşleşen ibadetlerden biri de Hz.Peygamber (a.s) Efendimiz ile Cebrail (a.s)’ın her yıl yaptıkları karşılıklı Kur’an tilavetinden mülhem Mukabele okumalarıdır. İslam Dünyasının hemen her köşesinde yüzyıllardır Müslümanlar Ramazan aylarında mukabele okumakta ve Kur’an-ı Kerim’i hatim etmektedirler. Bu hatim olayının sadece Kur’an’ı yüzünden okumaktan öte, manasını da anlayarak tekrar edilmesi Müslümanların esas kaynakları ile muhatap olmaları açısından çok önemli bir faaliyettir. Okumaya devam et RAMAZAN HOŞ GELDİ AMA ACABA BİZDEN RAZI OLARAK GİDECEK Mİ?

BU DÜNYADAN BİR MUZAFFER AĞABEY GEÇTİ

Çocukluk arkadaşlarımdan Rafet telefondaydı. Birbirimizin hatırını sorduktan sonra ‘Muzaffer Ağabey vefat etti, cenazesi yarın ikindi namazında Şenlikköy Camii’nden kaldırılacak, bilgin olsun’ dedi. ‘İnna lillah ve inna ileyhi raciun’.

Telefonu kapattım, o an ciddi bir üzüntü duymuştum. Yıllardır görmemiş olmama rağmen bu vefat haberinin beni derinden etkilediğini farkettim. Bu görüşme ve haberle birlikte zihnimde çok eskilere doğru bir yolculuk başladı. Okumaya devam et BU DÜNYADAN BİR MUZAFFER AĞABEY GEÇTİ

Tarihi süreçte şehir, ekonomi, insan ve mekan ilişkileri

Bu şehir dediğimiz yaşayan organizma, değişime ve dönüşüme uğradı. Gerek piyasa gerekse de mekansal değişim bu insanların işlerinde ciddi sarsıntılar oluşturdu. Bu insanların her anlamda yerleri ve yurtları değişti. Zamanla oturdukları mahalleler ve ilçeler de değişti. Hanlardan, fabrikalara, sitelere ve plazalara gitmeye başladılar.

Osmanlı Devleti döneminde payitaht olan ve Cumhuriyet’le birlikte resmi başkent olmasa da bir nevi ekonomik ve kültürel başkent vasıflarını sürdürmeye devam eden İstanbul, bu dönemlerde başlıca 4 bölümden oluşmaktaydı.

Birincisi , Nefs-i İstanbul diye adlandırılan eski İstanbul, sur içi, bugün Fatih ve Eminönü bölgelerini içine alan kısım…

İkincisi, Galata veya Pera dediğimiz Haliç’in Taksim tarafı; üçüncüsü  Boğazın öte tarafı, yani Üsküdar. Diğer bir bölge de Eyüp ve Haslar kazası

Şehir geliştikçe bu bölgeler de çevrelerini genişlettiler, etraflarında yeni yerleşim bölgeleri ve iş alanları oluşmaya başladı.

Nefs-i İstanbul’un Eminönü bölgesi, Boğaz ve Haliç gibi iç su yollarının kesişim noktasında bulunmasının da verdiği avantjla çok uzun bir süre toptan ticaretin, hizmet sektörünün ve İstanbul’un çevre yerleşim yerleri ile ilişkisinin adeta merkezi olma fonksiyonunu ifa ediyordu. Neredeyse her sektörün burada bir piyasası vardı. Trakya ve Rumeli tren ağı buraya bağlanıyor, deniz yoluyla gelen mallar buraya iniyor veya buradan sevk ediliyordu. Ayrıca Boğazın ve Haliç’in iki yanındaki insanların karşılıkla olarak taşınması konusunda da Eminönü önemli bir merkez olma işlevi görüyordu

Eminönü’nde bir çok ürünün özel iskelesi vardı. Ayrıca haftanın muhtelif günleri buradan İstanbul boğazının öte yakasındaki ve Haliç kıyısındaki semtlerine deniz yoluyla mal taşıma seferleri düzenlenirdi. Eminönü bölgesi toptancı esnafı bu günlere yönelik olarak kendilerini hazırlardı. O günlerde ilgil bölgenin tüccarları gelir, ihtiyaçlarını temin eder ve iskelede bekleyen mavnalara yüklenen mallarını alıp giderlerdi.

Ayrıca meyve, sebze ve bostan hali de uzunca bir süre Eminönü ile Unkapanı arasındaki bölgede hizmet görmüştü.

Özellikle 1940’lı yıllardan sonra, Prost planının da tesiriyle, Haliç’in Avrupa yakasında, Unkapanı köprüsünün Cibali sonrasına bir bölüm sanayi taşınmaya başladı. Geçen yıllar içinde sur dışı bölgelere (öncelikle Sağmalcılar, Topçular, Sefaköy), karşı yakada da Kartal, Pendik ve Tuzla bölgelerine sanayinin ve bazı toptancıların gittiğini görüyoruz.

1980 İhtilali sonrasında İstanbul’un Nefs-i İstanbul’daki bu merkezi , askeri yönetim iradesinin de verdiği destekle çevreye doğru taşınmaya başladı.

İlk etapta İkitelli civarında sanayi sitelerinin oluşturulması ile 30’un üzerinde sektör için yerleşim yerleri planlandı ve çalışmalar başladı. Kooperatifler kurulması teşvik edildi, arsalar tahsis edildi ve ihaleler sonrası inşaatlara girişildi. 1980’lerin ortalarında başlayan bu hareket 1990’lı yıllarda bu bölgelerde iş yerlerinin inşaatlarının bitmesi ile kuvveden fiile geçme sürecine girdi.

Meyve ve sebze hali eski adı ile Sağmalcılar yeni adıyla Bayrampaşa’ya, bostan hali Zeytinburnu civarına, kuru gıda ticareti de Rami bölgesine doğru gitmeye başladı.

Anadolu yönünde de Tuzla ve Gebze bölgelerine doğru ciddi bir yayılma göze çarpıyordu.

Şehrin merkezinin boşaltılması çalışması sırasında sektörlerin taşınma süreci çok sancılı olayları da beraberinde getirdi. Firmaların yıllarca edindikleri piyasa yerleri dağıldı, gıda sektöründe olduğu gibi çift taşınma (önce Rami’ye sonra da Mega Center’a) bir çok firmanın kapanmaya kadar giden serüvenini hızlandırdı.

Bazı sektörler ise bu taşınma sürecine kısmen muhalefet etti. Kendileri için yapılan bölgelere gitmekte kısmen yavaş davrandılar, başka alanlara yöneldiler veya yerlerini terk etmediler. Özellikle tekstil sektörü bu süreci çok somut olarak yaşadı. Onlar için inşa edilen Tekstilkent ve Giyimkent gibi iş alanları bugün bile istenen bir doluluğu sağlayamadı. Onun yerine Zeytinburnu, Merter ve Fatih’de ihtisas alanlarına göre tekstil piyasaları oluştu.

1980 Sonrası Türkiye Ekonomisi’nin genel anlamıyla dışa açılması ve dünya piyasaları ile daha fazla entegre olmasının, içerideki ticari ve sınai faaliyeti ciddi bir şekilde etkilediğini gözlemlemekteyiz. Bu açılım yeni zenginlikleri beraberinde getirdi.

İş adamlarımızı ve özellikle küçük çaplı işletmelerimiz iş öğrendi, organizasyon kaabiliyetlerini geliştirdi, kaliteli mal üretme mecburiyeti arttı. “İnovasyon” diye bir kavramın öneminin farkına varıldı, kurumsallaşma ihtiyacı belirgin hale geldi, profesyonelleşme olmazsa olmaz bir hal aldı.

Büyük sermayenin dışa açılımı, onların tedarikçilerini de etkiledi. Bu sürece ayak uydurabilenler ayakta kaldı, uyduramayanlar piyasadan çekilmeye başladı.

Gayri Safi Milli Hasıla olarak da ifade edilen Milli Gelirin artışı, talebi de arttırdı. Talep üretimi, üretimin artışı üretilen malların pazarlama ihtiyacının artmasını, tüketimin teşvik edilmesini derken bu zincirleme olay ekonomiyi sürekli büyütmeye devam etti. Talebin karşılanacağı mekanlar yani perakende alış verişin yapıldığı alanlar da yurt dışına açılımın verdiği bilgi ve görgü ile farklılaşmaya başladı.

Dükkanlar marketlere ve büyük alışveriş merkezlerine doğru evrilme sürecine girmişti ve bu süreç gittikçe hızlanıyordu.

Bu arada eski toptancılığın da şekli değişiyordu. Zayıf toptancılar bu sürece direnmekte zorlanıyorlardı.

Ayrıca üretim artışı küçük imalatçıları gittikçe zorlar oldu. Her alanda büyüme bu sürece ayak uyduramayan daha çok küçük ve orta boy işletmeleri sıkıntıya soktu.

Türkiye’nin dışa açılım hamlesine ayak uyduran KOBİ’ler bu kanaldan yol alarak işlerini geliştirebildiler ve kendileri için yurt dışında yeni alanlar buldular. Bazıları yurt dışında yatırımlara bile giriştiler. Fakat bu gelişim ve dönüşüm her kesim için maalesef aynı oranda başarılı olmadı.

1990’lı yıllar yüksek enflasyon ve yüksek faizli dönem finans imkanları güçlü kesimlerin daha da güçlenmesine sebep oldu. Tam dönüşüm sürecine yakalanan KOBİ’lerden bu süreci atlatamayanlar kazançlarının büyük bölümünü ya ham madde tedariki sırasında zamlara, ya sermaye bulabilmek için yüksek faiz alan banka ve finans kurumu gibi yerlere veya yüksek kira olarak mülk sahiplerine ödediler.

2000’li yıllar Türk ekonomisi için yeni bir dönüşüm sürecini beraberinde getirdi. Yeni ekonomik yapı, küresel sermayenin yurt içine girmesi için çok daha uygun bir ortam oluşturuyordu. Faizlerin ve enflasyonun düşme trendine girmesi bir açıdan iyi bir ortam oluşturken, para politikalarını gereği olarak ithalatın rahatça yapılabilir olması yurt içindeki bir çok imalat biriminin zayıflamasını ve sonra da kapanmasını beraberinde getirdi.

Bu süreçte Türkiye’nin ara malı ithalatının genel ithalatının % 60’ları civarında seyretmesi bu malları üreten KOBİ tarzı küçük sanayinin ortadan kalkmasına yol açtı. Bu süreci iyi okuyabilenler ithalat yaparak kendilerini kurtarabildiler fakat bu dönüşümü yapamayanlar ya küçüldüler veya ezildiler

Bu arada imalat ve satış hacimlerinin büyümesi, büyük imalatçıların kendi dağıtım ağlarını ve zamanla da satış merkezlerini kendilerinin kurmaları gerçeğini de beraberinde getirdi. Dolayısıyla toptan, yarı toptan ve perakende piyasaları bu gelişmeden ciddi şekilde etkilendiler.

Merkezi hükümetin söylem olarak ciddi bir gayret gösterdiğini ifade etse de bu dönüşümde KOBİ’lere gerekli desteği sağlayamadığını üzülerek müşahade ediyoruz. Veya başka bir ifade ile sağladığını zannettiği desteğin, gelişmeler karşısında yetersiz kaldığını görüyoruz..

Eski KOBİ ailelerinin çocuklarının büyük bölümü babalarının işlerini devam ettiremez hale geldiler. Devam etmeye çalışanların önemli kısmı da başaramadı. Bu kesimlerin büyük bölümü beyaz yakalı diye tarif edeceğimiz sınıfı oluşturmaya başladılar. Çünkü gelişen ekonomik yapı çok sayıda yetişmiş yönetici zümreye ihtiyaç duymaktaydı.

Tabii bu arada ülkede kırsal alandan şehirlere doğru ciddi bir insan akını olmakta, şehirlerde imalatın yanında gittikçe artan bir hizmet sektörü devreye girmekteydi.

1990’larda sanayi kısmen üzerinde durulan bir alan iken 2000’li yıllarda hizmet sektörü ülke için daha tercih edilir bir dal olmaya başladı.

2000’li yıllarla birlikte, 1980’lerde başlayan özellikle İstanbul’un merkezinin çevreye taşınması çalışması hedefi bir çok alanda şekil değiştirdi, bazılarında başarılı oldu bazı alanlarda ise yetersiz kaldı.

Önemli bir örnek olarak İkitelli projesi ilk kurgulandığı zamandaki hedeflerine yeteri kadar ulaşamadı. İnşaatlar çok uzun sürdü, iskan meseleleri tam anlamıyla çözülemedi, bazı sektörlerde iş yeri büyüklüklerinin zamanla yeterli olamadığı görüldü. Ayrıca bu entegre projede, yeni oluşturulan sanayi sitelerinin etraflarındaki yerleşim alanlarının gerek hızı, gerekse de buralara insanların taşınması için gerekli alt yapı, yol, metro gibi hizmetler aynı hızla hizmete giremedi. Bu da ilk etapta buralara taşınmayı menfi manada etkiledi. Aynı zamanda bu yetersizlikler ciddi bir trafik keşmekeşini de beraberinde getirdi.

Bir diğer gelişme de İlçe sınırları içinde çok fazla (Alış Veriş Merkezi) AVM’nin yapılması olarak ortaya çıktı. İlçe Belediyelerinin AVM ‘lerin kontrolsuz biçimde kendi bölgelerinde yapılmasına izin vermeleri o bölgelerdeki esnaf ve küçük tüccarları zayıflattı ve yok etti. Bu da ayrı bir problem olarak önümüze geldi. 2000’li yılların ortalarından itibaren mevzusu edilen Perakendecilik Yasasının hala çıkarılamaması hükümet açısından önemli bir eksi puan olarak ortada durmaktadır. Artık bu kanunun çıkmasının fazla da bir yararı bulunmamakta, muhtemelen böyle bir kanunun çıkması bundan böyle yine küçüklerin daha fazla hırpalanmasına sebep olacaktır.

( Bu yazının ilk yazıldığı tarihte yasa henüz çıkmamıştı. Fakat daha sonra bu konuda bir yasa hazırlandı. Fakat çok geç kalındığı için mevcut yasanın beklentilere ne kadar cevap verdiği tartışılmaktadır)

Küçük imalat birimleri, küçük toptancılar, esnaf yapıları dağıldıkça bunların kendi aralarında yüzyıllardır kurmuş oldukları mesleki dayanışma, komşuluk ilişkileri, esnaf dayanışmaları da bu gelişime ayak uyduramadı. Bu kesimler değişim karşısında yalnızlık duymaya başladılar.

1990’lı yıllarla beraber mesleki dernek ve vakıfların daha fazla ortaya çıktığını görüyoruz. Bu kesimler kendilerin bu tür kurumlar içinde ifade etmeye başladılar. Mesleki Dayanışma bu kurumlar çerçevesinde oluşmaya başladı. Tabii Ticaret ve Sanayi Odaları ve Borsalar da kısmen bu sıkıntıların ifade edildiği ve çözüm arandığı yerler olarak bu kesimler tarafından değerlendirilmeye çalışıldılar.

KOBİ’lerin bu gayretleri ne kadar başarılı oldu? Bu hususun geniş bir araştırma neticesi ortaya konulmasının gerekli olduğunu düşünmekteyim. Kısmen ithalata dayalı, kısmen gerek kamu gerekse de yerel yönetimlerin hizmetlerine yönelik işlerle büyüyen ve işlerini devam ettiren birçok kesimin bu durumunun reel bir ticari ve üretim ortamı olarak görünüp görünmemesi üzerinde hassasiyetle durulması kanaatini taşımaktayım.

Son yıllarda merkezi hükümetin teşviki, Finans kesiminin yoğun olarak devreye girmesi ile gerek inşaa süreci, gerekse de rahat borçlanabilen insanların satın alımları neticesi, inşaat sektörünü ülkenin ekonomik büyümesinde ciddi bir motor güç haline getirildiğini görmekteyiz.. Ayrıca kredi kartı ve tüketici kredilerinin verdiği açılım, rahat ve korkusuzca borçlanan ve geleceğini tehlikeye sokan büyük bir kitleyi ortaya çıkardı. Ülkenin GSMH’sı yükselen dolar kuru dolayısıyla 2019 yılı ortaları itibariyle 810 milyar dolar civarında olmakla birlikte hanelerin finans kesimine borcu da 550 milyar TL’yi aşmış bulunuyor

Bu dengelerin hassas bir şekilde yeniden ele alınması icap ediyor. Buralarda bölge bölge, sektör sektör, gelir grubu seviyelerini de nazarı dikkate alarak yeniden planlamaların yapılası gerekiyor kanaatini taşımaktayım.

Bu çerçevede mekansal değişikliklerin insanlarda oluşturduğu yalnızlaşma, destekten yoksun kalma psikolojilerinin de üzerinde özellikle durulması gerekiyor. Mekansal değişim, ekonomideki yapısal farklılaşma sektörlerde mesleki eğitimi de ciddi şekilde etkilemekte

Eskiden var olan usta çırak ilişkileri yapısal değişim ile yerini farklı yapılara bırakmak zorundakaldılar. Bu yapılar bir dönem Meslek liseleri ve Meslek Yüksek okulları çerçevesinde halledilmeye çalışılmaktaydı. Fakat özellikle 28 Şubat kararları diye şöhret bulan kısmi müdahale sürecinde İmam hatiplerin önünün kesilmesi için alınan tedbirler ülkemizde mesleki eğitime de büyük bir darbe vurmuştu. Son dönemlerdeki gelişmeler bu sıkıntıyı kısmen ortadan kaldırmakla birlikte yine de dengeler tam manasıyla yerine oturmuş görünmemekte.

Mesleki Eğitim, Hayat boyu eğitim gibi konuların verimlerinin artması, ülkenin yüksek öğreniminin de (bu problemleri göz önüne alarak) yeniden ele alınmasının da yararlı olacağını düşünmekteyim.

KOBİ’lerin gelişmesi için de onların birleşebilmelerine imkan verecek mevzuat üzerinde titizlikle durulması, düşük maliyetli finansmana ulaşabilmeleri için özel çalışmalar yapılması, finansal sistemde faiz dışında yeni yollar bulunmasını sağlayacak gelişmelerin önünün açılması gerekiyor.

Ayrıca yıllardır süregelmekte olan dolaylı vergiler, direk vergiler adaletsizliğinin giderilmesinin hayati öneme sahip olduğunu düşünmekteyim. Ülkede tüm insanlar dolaylı vergilerle vergi gelirlerinin % 70’ini karşılamaktalar. Bu büyük bir adaletsizlik. Ülkede herkes kazandığı kadar vergi ödemeli, insanlar kazanmadan dolaylı vergilerle fakirleştirilmemelidir.

Asrın başında özellikle dikkatimizi daha çok yoğunlaştırdığımız İstanbul’da imalatıyla, dağıtımıyla, ticaretiyle ve bunları gerçekleştiren insanların oluşturduğu organizasyonlar ile birlikte bir hayat yaşanmaktaydı. Bu insanlar   öncelikle hanlarda ve çarşılarda imalat ve ticaret yapmaktaydı. Oturdukları mekanlar da en küçük birliktelik olan mahalle dediğimiz bir birimden başlayarak şehir halini almaktaydı.

Bu şehir dediğimiz yaşayan organizma, değişime ve dönüşüme uğradı. Gerek piyasa gerekse de mekansal değişim bu insanların işlerinde ciddi sarsıntılar oluşturdu. Bu insanların her anlamda yerleri ve yurtları değişti. Zamanla oturdukları mahalleler ve ilçeler de değişti. Hanlardan, fabrikalara, sitelere ve plazalara gitmeye başladılar. Gittikleri yeni mekanlara daha önce aralarında var olan insani ilişkilerinin büyük bölümünü götüremediler. İşleri gelişirken de daralırken de bir çokları yalnızlaştılar. Bu da birçoğunu bunalımlara kadar götürdü.

Hasılı ülkenin GSMH’sı büyüdü, fakat insanların borçları da büyük ölçüde arttı. İnsanların işleri ve iş yerleri büyüdü fakat komşuları ile kopuşlar yaşadılar. İnsanlar eskiden daha küçük birimlerde çalışıp kazanıp rahat ve huzurlu yaşarlarken şimdi ellerinden büyük paralar geçmesine rağmen, her an bir endişe ve rahatsızlık içinde geleceklerinden emin olmadan hayatlarını sürdürüyorlar bu da onlara arzu ettikleri mutluluğu ve huzuru veremiyor.

Eskiden daha yavaş ama mutlu yaşarken şimdi sanki hızla giden bir vasıta içinde bir şeylere mi yetişmek yoksa bir şeylerden mi kaçmak gibi tercihlerinin hangisini seçtiğini bilemeden yaşar hale geldiler

Tarihi süreçte özellikle İstanbul çerçevesinde izlemeye çalıştığımız gelişme, büyüme ve değişimi bir de bu noktalardan bakarak değerlendirmeye çalışmanın yararlı olacağını düşünmekteyim…

Dünya Bülteni, 04.04.2014

2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

Türkiye’de yayıncılık faaliyetleri son yıllarda önemli bir gelişme gösteriyor. Yayıncılarımız hazırladıkları kitapları yurt içinde olabildiğince geniş bir alana dağıtmaya çalışırken bir yandan da yurt dışına kitap satabilmeye gayret ediyorlar. Bu hedefe yönelik olarak özellikle son 8 yılda yurt dışı fuarlara katılım her sene biraz daha fazla artış gösteriyor. Okumaya devam et 2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

İstanbul merkez vaizlerinden merhum Salih Şeref Hoca, 01.07.1911 tarihinde Balıkesir’in Gönen ilçesi Çınarlı köyünde doğmuş. Gönen’de hafızlığını tamamladıktan sonra dinî ilimleri tahsil için İstanbul’a gelmiş.

O dönemlerde Fatih Camii başimamı olan merhum Ömer Aköz ve Fatih Müftüsü Yekta Sundu gibi hoca efendilerden Arapça ve dinî ilimler derslerini tahsil etmiş. Meşhur Gönenli Mehmet Efendi’den aşere takrib dersleri okuyarak kurra hafızlık icazetini başarıyla almıştır. Merhum Salih Şeref hocamız Kur’an-ı Kerim’i tüm farklı kıraat çeşitleriyle okuyabilme bilgi ve becerisine sahip bir kişiydi. Okumaya devam et SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Afrika’yı adeta yeniden keşfetmeye başladı. Son yıllardaki bu hızlı gelişme neticesi büyükelçiliklerin sayısı 30’u geçti. Devletin bu aktif politikasının yanı sıra yine son yıllarda iş dünyası da Afrika’nın çeşitli bölgelerindeki ticarî münasebetleri yoğunlaştırdı.

Tüm bunlara ek olarak, sivil toplum kuruluşları, yardım dernekleri ve çeşitli vakıflar da bu kıta ile daha yoğun ilgileniyorlar. Su kuyusu açanlar, mahrumiyet bölgelerinde tıbbi destek için organizasyon yapanlar, kıtlık yaşanan bölgelere yardım götürenler, okullar açanlar, Kur’an kursları kuranlar… Hemen hepsi bu büyük kıtaya yönelik ülkemizdeki ve Dünya Müslümanları’ndaki ilginin bir tezahürü olarak sayabileceğimiz faaliyetler… Okumaya devam et AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Divân Sohbetleri’nden birinde, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal misafirimizdi. “Üniversite Nasıl Olmalı?” ana başlığında gerçekleşen sohbet sırasında Ayşe Hanım birçok önemli tespitte bulundu. Okumaya devam et ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

REİS HİTABI ONUN ÜZERİNDE HEP ŞIK DURDU

Bu yazı değerli bacanağım Abdulkadir Kibar’ın 2012 yılı Ekim ayının ilk günlerinde vefatından bir hafta sonra kaleme alınmış ve Dünya Bizim kültür sitesinde yayınlanmıştı

“Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere,
Anlar ki yolcu yol görünür serviliklere”…
Bundan beş altı yıl evvel bir kitapta rastladığım Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sonbahar” şiirinde geçen bu mısralar çok dikkatimi çekmişti. Hem dünyanın hem de insanın sonbaharını tasvir eder mahiyetteydi. Bunu okur okumaz rahmetli Abdülkadir Kibar ile paylaşmıştım. “Bacanak, bu mısralar sanki tam bizi anlatıyor değil mi?” dediğimde gülümsemişti. Sonrasında ne zaman vücudumuzun bir yerinde bir sızı olsa birbirimize bu mısraları hatırlatır olmuştuk.
O günlerde bu iki mısra ikimiz için de,  çok iyi bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir gerçeği ifade ediyordu. Fakat şu an rahmetli Abdülkadir için ayn-el yakin yaşadığı ve bildiği bir hakikat durumunda…

Yaşadıkları fikrî dönüşüme rağmen “reis” hitabı samimiyetinden bir şey kaybetmedi
Rahmetli ile aileye damat olacağı sıralarda tanışmıştık. Her haliyle asil bir duruşu vardı. Bir dönem iş ortaklığı yaptık. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde Abdülkadir’i daha yakından tanıma imkanı bulmuştum. Çok dengeli bir arkadaştı. Benim de çok önem verdiğim usul konusunda çok hassastı. Hayatının önceki dönemlerinde yaşadıkları onda ciddi bir hayat tecrübesi oluşturmuştu. Olaylara mesafeli yaklaşıyor, hemen içine dalmıyor, demlenmesini bekliyor, her şeyi iyice ölçüp biçiyordu.
Bir de şunu fark etmiştim ki Abdülkadir’in geniş bir çevresi vardı ve bu çevre kendisine özel bir saygı gösteriyordu. Ülkücü hareket içindeki mücadeleli yıllarını, Mehmet Kahraman’ın yayın yönetmenliğinde çıkardıkları Yazı dergisi ile insanlara ilan ettikleri o derin değişimlerini kısmen izlemiştim. Ülkücü hareket içinde kazanmış olduğu “Reis” sıfatının, fikrî bir değişim geçirmiş olsa da, kendisinin bu dönüşümünü tasvip eden veya etmeyen herkes tarafından aynı canlılıkta kullanılmakta olduğunu hayretle müşahede etmiştim.
Bu, rahmetli Abdülkadir’deki yüksek ahlakî özelliklerin ve insanî kalitenin üstünlüğünün göstergesiydi. Çubuklu’lu Şükrü Kibar Hoca’nın oğlu Abdülkadir Kibar, Yazı dergisini çıkarmaya sebep olan değişimi geçirmeden evvelki ülkücü döneminde de Müslümandı. Ahiret inancı tamdı. Âleme nizamat vermek istiyordu. Allah’a (c.c), Kur’ana ve Peygambere (a.s) saygısı en üst düzeydeydi. Felsefî tabirle ontolojik açıdan, yani Var oluşunu anlamlandırma noktasında İslam dairesi içindeydi.
Ahlakî değerlere eski döneminde de maksimum önem veriyordu. Kul hakkına en üst düzeyde riayet etmeye gayret ediyordu. Teşkilat parası veya malı, onu için adeta “Beyt-ül mal” hükmündeydi. Cebinde para olmasa da teşkilat parasını ne elliyor ne de elletiyordu.  Başkalarına nefsî olarak zulmeden kimseleri -arkadaşı da olsa- uyarıyor, gerektiğinde o zamanın usulü ile falakaya dahi yatırıyordu.
O dönemlerde “millet” tanımını, içinde bulunduğu çevrenin özelliklerine göre daha dar bir şeklide yapmışlardı. Kur’an’a ve Sünnete bağlılığı tam olmakla birlikte, onu anlamada kullandığı diğer ikincil kaynaklar ve etkilendiği kişilerin bakış açılarındaki farklılıklardan dolayı, o ve arkadaşları farklı bir yerde duruyorlardı. Yine felsefî terimle epistomolojik açıdan, yani bilgi kaynakları yönüyle bazı eksiklikleri bulunuyordu.
Yaşadıkları fikrî dönüşüm onlardaki bilgi kaynağı eksikliklerini yerli yerine oturttu. Temel İslami bilgi kaynaklarına en üst düzeyde değer veriyorlardı. Kendileri istikamet bulurken, çevrelerinde kendilerini izleyen arkadaşlarına da rehber oldular.

Filistin askısı ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim
Cezaevi dönemleri ve işkence gördüğü devrelerde başını hiç öne eğmedi. Arkadaşlarını satmadı, aksine hiç alakası olmayan olaylar bile onun dosyasına yüklenirken sesini çıkarmadı. Yirmi beş yıllık akrabalığımız ve dostluğumuz döneminde, yıllar geçmiş olsa da bu nazik dönemleri ile ilgili ne ben ona detay sordum ne de o bana bir şey anlattı. Bazen çok yeri geldiğinde bile tebessüm eder geçerdi. Ben bu bilgileri onun yakın arkadaşlarının muhabbetlerinden çıkarmış ve ona karşı sevgim ve takdirim daha da artmıştı.
Kendisine zulüm ve işkence edenlerden bile onlara acıyarak ama çok yüzeysel bahsederdi. Bir kere, çok yeri geldiğinde zikrettiği Filistin askısını ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim. Devlet ve millet için samimi bir şekilde mücadele eden bu gençlere kim bu acıları reva görmüştü?
Daha önce de ifade etiğim gibi, Yazı dergisi çerçevesinde ifadesini bulan dönüşümde Rahmetli Abdülkadir ve çevresinin, Kur’an-ı Kerim’i anlamada kullandıkları bilgi kaynaklarına verdikleri önem sıralaması değişti. Millet kavramını tarihteki yerine uygun bir tarzda algılamaya başladılar. Millet denince sadece Türk milletini değil İslam milletini anladılar. Komünistlere karşı savunmak için canlarını feda etmeye hazır oldukları “Devlet”in gücünü kullanan kesimlerin,  onları hapislere atması, saygı duydukları kesimlerin emirleriyle inanılmaz işkencelere maruz kalmaları onlarda yeni ufuklar açmıştı.
Rahmetli Abdülkadir ve arkadaşları bu fikrî dönüşümü bir dönem yalnız kalmaları pahasına gerçekleştirdiler ve farklı bir mücadeleyi yaşamaya başladılar. Abdülkadir, önem verdiği Kur’an ve Sünnet’in istediği insan tipine eskiden de uygun bir gençti, olgunluk döneminde de bu duruşunu aynen sürdürdü. Sahip olduğu ağırlığı ve nüfuzu eskiden de yanlış yollarda kullanmıyordu, sonrasında da hiçbir zaman kullanmadı.

İslami eğitim çalışmalarına hiç aksatmadan devam etti
1980 öncesi yalın bir şekilde ifade edileceği tarzda Ülkücü-Selametçi ayrımında Abdülkadir, bir dönemden sonra “ülkücü” tanımını kullanmamaya başladı, kendisini ifade etmek için Müslüman tanımı ona yetiyordu ve ömrünün sonuna kadar da bu tanım onu en güzel şekilde anlattı. Ülkücülük sıfatını bırakınca Selametçi de olmadı. Refleks olarak ben onun kendi dönemindeki ‘Ülkücü’ özelliklerini daima taşıdığını gözlemledim. Civanmert bir kişiydi, cesurdu, bir şeye yöneldiyse tüm benliği ile yöneliyordu, dostuna vücudunu siper ediyordu. Beraber olduklarının da böyle olmasını bekliyordu.
Yukarıdaki satırlarda onun “Reislik” sıfatını ve ağırlığını, devri geçtikten sonra da son nefesine kadar taşıdığından bahsetmiştim. Bu sıfatı hakkıyla temsil etti. Fakat onu hiçbir zaman bilerek yanlış yerde kullanmadı. Etrafında birçok kişi çok daha aşağı seviyede bir nüfuzu ucuza satmak, şahsî ikbali için kullanmak gibi basitlikler yaparken o, bu nüfuzu kullanmamak için azami gayret gösterdi.
Siyasi hareketlenmeler içinde kendisine birçok mevki teklif edildi. Hiç birine itibar etmedi. Sadece belli dönemlerde bazı gönüllü faaliyetlere katkıda bulundu.
Bir dönem Yeryüzü dergisini yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nin çalışmalarına katıldı.
Kendisiyle aynı fikrî dönüşümü geçiren dostlarıyla yaptığı İslami eğitim çalışmaları onun için her şeyin üstündeydi. Hiç aksatmadan bu çalışmalara devam etti.
Ticaret, siyaset ve örgütlü toplumsal organizasyonların üzerinde cereyan ettiği zeminin şartları bir çok yönüyle onun hassasiyetleriyle çeliştiği için, bu ortamların imkan ölçüsünde dışında durmaya çalıştı. Bu sebepten daha münzevi bir hayat yaşamaya gayret etti. İşinin çapını geliştirmedi. Veya para kazanma aracı olarak nüfuzun çokça kullanıldığı bir dünyada onun ilkesel duruşu işinin gelişmesini engelledi. Zenaat boyutunu fazlaca aşamadı veya aşmadı. Çok zengin olmadı ama başı daima dik durdu. Ama bu ona alabildiğince bir özgürlük, ciddi bir manevi güç ve saygınlık kazandırdı.

Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen o müthiş sosyal hareketlilik
Hastalığı süresince Vakıf Guraba Hastanesi ziyaretçi ile doldu taştı. İnsanlar bazen sabah akşam uğrayarak hatır sorar oldular. “Kan veya trombosit lazım olacak” lafı edildiğinde hemen dört bir yanda listeler oluştu. İstanbul’un farklı semtlerinde her gün hatimler, Yasinler okundu, zikirler çekildi.
Hastane personeli, son dönemde bu tip bir hastaya rastlamadıklarından olsa gerek, her fırsatta hayretlerini ifade ettiler.
Derken emr-i Hak vaki oldu. Cenaze namazı çok sevdiği Üsküdar semtinin en köklü camilerinden Yeni Valide Sultan Camii’nde kılındı. Hayatının içinde belli bir süre de olsa yer alan her renkten insan koşarak cami avlusunu doldurdular. Hepsi Abdülkadir’i, “bizim Abdülkadir” olarak nitelendiriyordu.
Defin sonrası akşamla yatsı arası aynı camide Kur’an tilaveti oldu. Sonraki iki gece de oturduğu evin karşısındaki Balipaşa Camii’nde Kur’an okundu ve taziyeye gelenler ağırlandı. Vefatıyla birlikte camilerin bu tarz taziye ve dinî toplantılar için kalabalıklar tarafından değerlendirilmesi devrinin yeniden başlamasına vesile olacağını düşünmekteyim. Çünkü üç gece boyunca cami bahçesinde gerçekleşen buluşmalar, katılanlarda, ‘biz niye bu camileri ihmal ediyoruz’ sorusunun uyanmasına sebep oldu.
Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığı ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”
Bu soruya en anlamlı cevap belki şudur: İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslami hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helalinden kazanmaya çalıştı ve tevazuyu hiç elden bırakmadı.
Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti öylece teslim etti.
Allah Rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

Erhan Erken
Dunya Bizim
08 Ekim 2012 Pazartesi

İTİCÜ’DE MEZUNİYET GÜNÜ

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi 2011-2012 mezuniyet töreni 28 Haziran’da Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Törende yaptığım konuşmanın metni aşağıdadır.

Değerli misafirler,

 

Eğitim, en önemli konusu olan insani ve dolayisiyla da toplumu inşa eden faaliyetler bütünüdür. Ülkemizde 20 milyon civarinda çocuğumuz ve gencimiz örgün eğitim sistemi içinde bulunuyor . Bu dinamik kitlenin, tarihiyle ve kültürüyle barişik, kimlik ve kişilik sahibi, yaradılış gayesine uygun bir çerçevede yetişmesi yarınlarımız için büyük önem taşıyor. Bölgesinde ve dünyada etkin bir ülke olan Türkiye’nin, dünyanin sayili ülkeleri arasına girmesi için gençliğini ve tüm insan unsurunu en iyi şekilde eğitmesi hayati önem taşimaktadir.

Son yıllarda bu konuda yapilan çalışmalar bizleri oldukça ümitlendiriyor. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine ve eğitim yatırımlarına daha tatminkâr kaynak ayrılmakta ve bu konuda ciddi bir gayret gösterilmektedir. Bu gayretleri takdirle karşılamaktayız.

Bizler İTİCÜ yönetimi olarak, eğitime önem verilen böylesi bir ortamda üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Sayilari 160’ı geçen üniversiteler içinde üniversitemiz fiziki kapasitesinin yani sıra hoca ve program kalitesi olarak da sürekli bir gelişme içindedir.

(Sütlüce’deki yeni kampüs, ilavelerle büyüyen Küçükyalı Mühendislik Kampüsü, Teknopark içindeki aktivitemiz, Kuyumcukent laboratuarimiz)

Bu gelişmeyi sağlayan başta kurucu kurumumuz İTO ve İTO Vakfina, üniversitemiz değerli mütevelli heyetine ve rektörümüze, tüm akademik ve idari personelimize teşekkür ediyorum.

Bugün 1000 civarında gencimiz hayatlarının önemli bir virajını geçiyorlar. Bir menzilden başka bir menzile doğru yol alıyorlar.

İnşallah hayatlarinin bu döneminde öğrenme sevgilerini hiç kaybetmeden ve kendilerini sürekli geliştirerek yeni hedeflere doğru yol alirlar. Sonuç olarak hayatlarini hem kendileri, hem de çevreleri için anlamli hale getirirler.

Tüm bu gayretler ana konumuz olan gençlerimizin bulunduğu halden daha iyi bir hale ulaştirilmasi içindir. Bu süreçte anne ve babalara da büyük görev düşüyor.

Değerli anne ve babalar,

Bugüne kadar çocuklarınız için yaptığınız fedakarlıkları, eminiz ki bundan sonra da devam ettireceksiniz. Çünkü, bu çocuklar sizlerin eseri. Cenab-i Hak, yavrularınızın nice güzel günlerini ve mürüvvetlerini sizlere göstersin.

İnsan o kadar önemli bir varlıktır ki, evrenin ve alemin adeta özüdür, yaşadığı hayatı ise iyi değerlendirilmesi gereken bir emanettir.

Bu noktada tarihimizdeki iki önemli mütefekkirden birkaç beyit okumak istiyorum.

İlk iki beyit 1867 ile 1950 arasinda yaşamiş bir arif ve mutasavvif olan  Kenan Rifai’nin Nutku Şerif’inden

Bilgin sana kiymet, talebin neyse, o sun sen,

İnsanlığı, sade yiyip içmede mi sandın?

Halin ne ise, müşteri sen oldun o hale,

Noksanı meğer adl-i ilahide mi sandın?

Diğer seçtiğimiz beyit ise Şeyh Galip ‘in Terci-i Bend adli eserinden (1780’ler)

Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Kendine iyi bak, özünü düşün. Sen evrenin özüsün,(tüm evrenin adeta küçük bir kopyasısın)

Bütün evrenin göz bebeği olan ademsin yani insansın sen.

Bu insanin tüm alemin sadece şeklen değil tam anlamıyla özü ve göz bebeği olabilmesi için onun insan-i kamil seviyesine varması gerekir.

Değerli  misafirlerimiz,

Bu mutlu günümüze katiliminiz için sizlere ayri ayri teşekkür ediyorum.

Sayin Bakan ve Vali beye hassaten şükranlarımı sunuyorum.

Emeği geçen sayin mütevelli üyelerimize, sayin rektörümüze, tüm akademik ve idari kadromuza bir kez daha teşekkür ediyorum.

Velilerimize de özel tebrik ve teşekkürler ediyorum

Sevgili öğrenciler,

Tebriğin büyüğü ise sizlerin…  bahtınız açik olsun. Yeni hayatinizda başarilar diliyorum.

Hepinize en derin sevgi, saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Erhan Erken

28/06/2012 Haliç Kongre Merkezi