SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

İstanbul merkez vaizlerinden merhum Salih Şeref Hoca, 01.07.1911 tarihinde Balıkesir’in Gönen ilçesi Çınarlı köyünde doğmuş. Gönen’de hafızlığını tamamladıktan sonra dinî ilimleri tahsil için İstanbul’a gelmiş.

O dönemlerde Fatih Camii başimamı olan merhum Ömer Aköz ve Fatih Müftüsü Yekta Sundu gibi hoca efendilerden Arapça ve dinî ilimler derslerini tahsil etmiş. Meşhur Gönenli Mehmet Efendi’den aşere takrib dersleri okuyarak kurra hafızlık icazetini başarıyla almıştır. Merhum Salih Şeref hocamız Kur’an-ı Kerim’i tüm farklı kıraat çeşitleriyle okuyabilme bilgi ve becerisine sahip bir kişiydi. Okumaya devam et SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Afrika’yı adeta yeniden keşfetmeye başladı. Son yıllardaki bu hızlı gelişme neticesi büyükelçiliklerin sayısı 30’u geçti. Devletin bu aktif politikasının yanı sıra yine son yıllarda iş dünyası da Afrika’nın çeşitli bölgelerindeki ticarî münasebetleri yoğunlaştırdı.

Tüm bunlara ek olarak, sivil toplum kuruluşları, yardım dernekleri ve çeşitli vakıflar da bu kıta ile daha yoğun ilgileniyorlar. Su kuyusu açanlar, mahrumiyet bölgelerinde tıbbi destek için organizasyon yapanlar, kıtlık yaşanan bölgelere yardım götürenler, okullar açanlar, Kur’an kursları kuranlar… Hemen hepsi bu büyük kıtaya yönelik ülkemizdeki ve Dünya Müslümanları’ndaki ilginin bir tezahürü olarak sayabileceğimiz faaliyetler… Okumaya devam et AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Divân Sohbetleri’nden birinde, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal misafirimizdi. “Üniversite Nasıl Olmalı?” ana başlığında gerçekleşen sohbet sırasında Ayşe Hanım birçok önemli tespitte bulundu. Okumaya devam et ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

REİS HİTABI ONUN ÜZERİNDE HEP ŞIK DURDU

Bu yazı değerli bacanağım Abdulkadir Kibar’ın 2012 yılı Ekim ayının ilk günlerinde vefatından bir hafta sonra kaleme alınmış ve Dünya Bizim kültür sitesinde yayınlanmıştı

“Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere,
Anlar ki yolcu yol görünür serviliklere”…
Bundan beş altı yıl evvel bir kitapta rastladığım Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sonbahar” şiirinde geçen bu mısralar çok dikkatimi çekmişti. Hem dünyanın hem de insanın sonbaharını tasvir eder mahiyetteydi. Bunu okur okumaz rahmetli Abdülkadir Kibar ile paylaşmıştım. “Bacanak, bu mısralar sanki tam bizi anlatıyor değil mi?” dediğimde gülümsemişti. Sonrasında ne zaman vücudumuzun bir yerinde bir sızı olsa birbirimize bu mısraları hatırlatır olmuştuk.
O günlerde bu iki mısra ikimiz için de,  çok iyi bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir gerçeği ifade ediyordu. Fakat şu an rahmetli Abdülkadir için ayn-el yakin yaşadığı ve bildiği bir hakikat durumunda…

Yaşadıkları fikrî dönüşüme rağmen “reis” hitabı samimiyetinden bir şey kaybetmedi
Rahmetli ile aileye damat olacağı sıralarda tanışmıştık. Her haliyle asil bir duruşu vardı. Bir dönem iş ortaklığı yaptık. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde Abdülkadir’i daha yakından tanıma imkanı bulmuştum. Çok dengeli bir arkadaştı. Benim de çok önem verdiğim usul konusunda çok hassastı. Hayatının önceki dönemlerinde yaşadıkları onda ciddi bir hayat tecrübesi oluşturmuştu. Olaylara mesafeli yaklaşıyor, hemen içine dalmıyor, demlenmesini bekliyor, her şeyi iyice ölçüp biçiyordu.
Bir de şunu fark etmiştim ki Abdülkadir’in geniş bir çevresi vardı ve bu çevre kendisine özel bir saygı gösteriyordu. Ülkücü hareket içindeki mücadeleli yıllarını, Mehmet Kahraman’ın yayın yönetmenliğinde çıkardıkları Yazı dergisi ile insanlara ilan ettikleri o derin değişimlerini kısmen izlemiştim. Ülkücü hareket içinde kazanmış olduğu “Reis” sıfatının, fikrî bir değişim geçirmiş olsa da, kendisinin bu dönüşümünü tasvip eden veya etmeyen herkes tarafından aynı canlılıkta kullanılmakta olduğunu hayretle müşahede etmiştim.
Bu, rahmetli Abdülkadir’deki yüksek ahlakî özelliklerin ve insanî kalitenin üstünlüğünün göstergesiydi. Çubuklu’lu Şükrü Kibar Hoca’nın oğlu Abdülkadir Kibar, Yazı dergisini çıkarmaya sebep olan değişimi geçirmeden evvelki ülkücü döneminde de Müslümandı. Ahiret inancı tamdı. Âleme nizamat vermek istiyordu. Allah’a (c.c), Kur’ana ve Peygambere (a.s) saygısı en üst düzeydeydi. Felsefî tabirle ontolojik açıdan, yani Var oluşunu anlamlandırma noktasında İslam dairesi içindeydi.
Ahlakî değerlere eski döneminde de maksimum önem veriyordu. Kul hakkına en üst düzeyde riayet etmeye gayret ediyordu. Teşkilat parası veya malı, onu için adeta “Beyt-ül mal” hükmündeydi. Cebinde para olmasa da teşkilat parasını ne elliyor ne de elletiyordu.  Başkalarına nefsî olarak zulmeden kimseleri -arkadaşı da olsa- uyarıyor, gerektiğinde o zamanın usulü ile falakaya dahi yatırıyordu.
O dönemlerde “millet” tanımını, içinde bulunduğu çevrenin özelliklerine göre daha dar bir şeklide yapmışlardı. Kur’an’a ve Sünnete bağlılığı tam olmakla birlikte, onu anlamada kullandığı diğer ikincil kaynaklar ve etkilendiği kişilerin bakış açılarındaki farklılıklardan dolayı, o ve arkadaşları farklı bir yerde duruyorlardı. Yine felsefî terimle epistomolojik açıdan, yani bilgi kaynakları yönüyle bazı eksiklikleri bulunuyordu.
Yaşadıkları fikrî dönüşüm onlardaki bilgi kaynağı eksikliklerini yerli yerine oturttu. Temel İslami bilgi kaynaklarına en üst düzeyde değer veriyorlardı. Kendileri istikamet bulurken, çevrelerinde kendilerini izleyen arkadaşlarına da rehber oldular.

Filistin askısı ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim
Cezaevi dönemleri ve işkence gördüğü devrelerde başını hiç öne eğmedi. Arkadaşlarını satmadı, aksine hiç alakası olmayan olaylar bile onun dosyasına yüklenirken sesini çıkarmadı. Yirmi beş yıllık akrabalığımız ve dostluğumuz döneminde, yıllar geçmiş olsa da bu nazik dönemleri ile ilgili ne ben ona detay sordum ne de o bana bir şey anlattı. Bazen çok yeri geldiğinde bile tebessüm eder geçerdi. Ben bu bilgileri onun yakın arkadaşlarının muhabbetlerinden çıkarmış ve ona karşı sevgim ve takdirim daha da artmıştı.
Kendisine zulüm ve işkence edenlerden bile onlara acıyarak ama çok yüzeysel bahsederdi. Bir kere, çok yeri geldiğinde zikrettiği Filistin askısını ve verdiği acıyı tasvir ederkenki yüz ifadesinden bir hayli etkilenmiştim. Devlet ve millet için samimi bir şekilde mücadele eden bu gençlere kim bu acıları reva görmüştü?
Daha önce de ifade etiğim gibi, Yazı dergisi çerçevesinde ifadesini bulan dönüşümde Rahmetli Abdülkadir ve çevresinin, Kur’an-ı Kerim’i anlamada kullandıkları bilgi kaynaklarına verdikleri önem sıralaması değişti. Millet kavramını tarihteki yerine uygun bir tarzda algılamaya başladılar. Millet denince sadece Türk milletini değil İslam milletini anladılar. Komünistlere karşı savunmak için canlarını feda etmeye hazır oldukları “Devlet”in gücünü kullanan kesimlerin,  onları hapislere atması, saygı duydukları kesimlerin emirleriyle inanılmaz işkencelere maruz kalmaları onlarda yeni ufuklar açmıştı.
Rahmetli Abdülkadir ve arkadaşları bu fikrî dönüşümü bir dönem yalnız kalmaları pahasına gerçekleştirdiler ve farklı bir mücadeleyi yaşamaya başladılar. Abdülkadir, önem verdiği Kur’an ve Sünnet’in istediği insan tipine eskiden de uygun bir gençti, olgunluk döneminde de bu duruşunu aynen sürdürdü. Sahip olduğu ağırlığı ve nüfuzu eskiden de yanlış yollarda kullanmıyordu, sonrasında da hiçbir zaman kullanmadı.

İslami eğitim çalışmalarına hiç aksatmadan devam etti
1980 öncesi yalın bir şekilde ifade edileceği tarzda Ülkücü-Selametçi ayrımında Abdülkadir, bir dönemden sonra “ülkücü” tanımını kullanmamaya başladı, kendisini ifade etmek için Müslüman tanımı ona yetiyordu ve ömrünün sonuna kadar da bu tanım onu en güzel şekilde anlattı. Ülkücülük sıfatını bırakınca Selametçi de olmadı. Refleks olarak ben onun kendi dönemindeki ‘Ülkücü’ özelliklerini daima taşıdığını gözlemledim. Civanmert bir kişiydi, cesurdu, bir şeye yöneldiyse tüm benliği ile yöneliyordu, dostuna vücudunu siper ediyordu. Beraber olduklarının da böyle olmasını bekliyordu.
Yukarıdaki satırlarda onun “Reislik” sıfatını ve ağırlığını, devri geçtikten sonra da son nefesine kadar taşıdığından bahsetmiştim. Bu sıfatı hakkıyla temsil etti. Fakat onu hiçbir zaman bilerek yanlış yerde kullanmadı. Etrafında birçok kişi çok daha aşağı seviyede bir nüfuzu ucuza satmak, şahsî ikbali için kullanmak gibi basitlikler yaparken o, bu nüfuzu kullanmamak için azami gayret gösterdi.
Siyasi hareketlenmeler içinde kendisine birçok mevki teklif edildi. Hiç birine itibar etmedi. Sadece belli dönemlerde bazı gönüllü faaliyetlere katkıda bulundu.
Bir dönem Yeryüzü dergisini yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nin çalışmalarına katıldı.
Kendisiyle aynı fikrî dönüşümü geçiren dostlarıyla yaptığı İslami eğitim çalışmaları onun için her şeyin üstündeydi. Hiç aksatmadan bu çalışmalara devam etti.
Ticaret, siyaset ve örgütlü toplumsal organizasyonların üzerinde cereyan ettiği zeminin şartları bir çok yönüyle onun hassasiyetleriyle çeliştiği için, bu ortamların imkan ölçüsünde dışında durmaya çalıştı. Bu sebepten daha münzevi bir hayat yaşamaya gayret etti. İşinin çapını geliştirmedi. Veya para kazanma aracı olarak nüfuzun çokça kullanıldığı bir dünyada onun ilkesel duruşu işinin gelişmesini engelledi. Zenaat boyutunu fazlaca aşamadı veya aşmadı. Çok zengin olmadı ama başı daima dik durdu. Ama bu ona alabildiğince bir özgürlük, ciddi bir manevi güç ve saygınlık kazandırdı.

Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen o müthiş sosyal hareketlilik
Hastalığı süresince Vakıf Guraba Hastanesi ziyaretçi ile doldu taştı. İnsanlar bazen sabah akşam uğrayarak hatır sorar oldular. “Kan veya trombosit lazım olacak” lafı edildiğinde hemen dört bir yanda listeler oluştu. İstanbul’un farklı semtlerinde her gün hatimler, Yasinler okundu, zikirler çekildi.
Hastane personeli, son dönemde bu tip bir hastaya rastlamadıklarından olsa gerek, her fırsatta hayretlerini ifade ettiler.
Derken emr-i Hak vaki oldu. Cenaze namazı çok sevdiği Üsküdar semtinin en köklü camilerinden Yeni Valide Sultan Camii’nde kılındı. Hayatının içinde belli bir süre de olsa yer alan her renkten insan koşarak cami avlusunu doldurdular. Hepsi Abdülkadir’i, “bizim Abdülkadir” olarak nitelendiriyordu.
Defin sonrası akşamla yatsı arası aynı camide Kur’an tilaveti oldu. Sonraki iki gece de oturduğu evin karşısındaki Balipaşa Camii’nde Kur’an okundu ve taziyeye gelenler ağırlandı. Vefatıyla birlikte camilerin bu tarz taziye ve dinî toplantılar için kalabalıklar tarafından değerlendirilmesi devrinin yeniden başlamasına vesile olacağını düşünmekteyim. Çünkü üç gece boyunca cami bahçesinde gerçekleşen buluşmalar, katılanlarda, ‘biz niye bu camileri ihmal ediyoruz’ sorusunun uyanmasına sebep oldu.
Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığı ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”
Bu soruya en anlamlı cevap belki şudur: İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslami hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helalinden kazanmaya çalıştı ve tevazuyu hiç elden bırakmadı.
Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti öylece teslim etti.
Allah Rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

Erhan Erken
Dunya Bizim
08 Ekim 2012 Pazartesi

İTİCÜ’DE MEZUNİYET GÜNÜ

 

İstanbul Ticaret Üniversitesi 2011-2012 mezuniyet töreni 28 Haziran’da Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Törende yaptığım konuşmanın metni aşağıdadır.

Değerli misafirler,

 

Eğitim, en önemli konusu olan insani ve dolayisiyla da toplumu inşa eden faaliyetler bütünüdür. Ülkemizde 20 milyon civarinda çocuğumuz ve gencimiz örgün eğitim sistemi içinde bulunuyor . Bu dinamik kitlenin, tarihiyle ve kültürüyle barişik, kimlik ve kişilik sahibi, yaradılış gayesine uygun bir çerçevede yetişmesi yarınlarımız için büyük önem taşıyor. Bölgesinde ve dünyada etkin bir ülke olan Türkiye’nin, dünyanin sayili ülkeleri arasına girmesi için gençliğini ve tüm insan unsurunu en iyi şekilde eğitmesi hayati önem taşimaktadir.

Son yıllarda bu konuda yapilan çalışmalar bizleri oldukça ümitlendiriyor. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine ve eğitim yatırımlarına daha tatminkâr kaynak ayrılmakta ve bu konuda ciddi bir gayret gösterilmektedir. Bu gayretleri takdirle karşılamaktayız.

Bizler İTİCÜ yönetimi olarak, eğitime önem verilen böylesi bir ortamda üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Sayilari 160’ı geçen üniversiteler içinde üniversitemiz fiziki kapasitesinin yani sıra hoca ve program kalitesi olarak da sürekli bir gelişme içindedir.

(Sütlüce’deki yeni kampüs, ilavelerle büyüyen Küçükyalı Mühendislik Kampüsü, Teknopark içindeki aktivitemiz, Kuyumcukent laboratuarimiz)

Bu gelişmeyi sağlayan başta kurucu kurumumuz İTO ve İTO Vakfina, üniversitemiz değerli mütevelli heyetine ve rektörümüze, tüm akademik ve idari personelimize teşekkür ediyorum.

Bugün 1000 civarında gencimiz hayatlarının önemli bir virajını geçiyorlar. Bir menzilden başka bir menzile doğru yol alıyorlar.

İnşallah hayatlarinin bu döneminde öğrenme sevgilerini hiç kaybetmeden ve kendilerini sürekli geliştirerek yeni hedeflere doğru yol alirlar. Sonuç olarak hayatlarini hem kendileri, hem de çevreleri için anlamli hale getirirler.

Tüm bu gayretler ana konumuz olan gençlerimizin bulunduğu halden daha iyi bir hale ulaştirilmasi içindir. Bu süreçte anne ve babalara da büyük görev düşüyor.

Değerli anne ve babalar,

Bugüne kadar çocuklarınız için yaptığınız fedakarlıkları, eminiz ki bundan sonra da devam ettireceksiniz. Çünkü, bu çocuklar sizlerin eseri. Cenab-i Hak, yavrularınızın nice güzel günlerini ve mürüvvetlerini sizlere göstersin.

İnsan o kadar önemli bir varlıktır ki, evrenin ve alemin adeta özüdür, yaşadığı hayatı ise iyi değerlendirilmesi gereken bir emanettir.

Bu noktada tarihimizdeki iki önemli mütefekkirden birkaç beyit okumak istiyorum.

İlk iki beyit 1867 ile 1950 arasinda yaşamiş bir arif ve mutasavvif olan  Kenan Rifai’nin Nutku Şerif’inden

Bilgin sana kiymet, talebin neyse, o sun sen,

İnsanlığı, sade yiyip içmede mi sandın?

Halin ne ise, müşteri sen oldun o hale,

Noksanı meğer adl-i ilahide mi sandın?

Diğer seçtiğimiz beyit ise Şeyh Galip ‘in Terci-i Bend adli eserinden (1780’ler)

Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Kendine iyi bak, özünü düşün. Sen evrenin özüsün,(tüm evrenin adeta küçük bir kopyasısın)

Bütün evrenin göz bebeği olan ademsin yani insansın sen.

Bu insanin tüm alemin sadece şeklen değil tam anlamıyla özü ve göz bebeği olabilmesi için onun insan-i kamil seviyesine varması gerekir.

Değerli  misafirlerimiz,

Bu mutlu günümüze katiliminiz için sizlere ayri ayri teşekkür ediyorum.

Sayin Bakan ve Vali beye hassaten şükranlarımı sunuyorum.

Emeği geçen sayin mütevelli üyelerimize, sayin rektörümüze, tüm akademik ve idari kadromuza bir kez daha teşekkür ediyorum.

Velilerimize de özel tebrik ve teşekkürler ediyorum

Sevgili öğrenciler,

Tebriğin büyüğü ise sizlerin…  bahtınız açik olsun. Yeni hayatinizda başarilar diliyorum.

Hepinize en derin sevgi, saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Erhan Erken

28/06/2012 Haliç Kongre Merkezi

OSMANLI TOPRAK SİSTEMİ

1-Giriş:

Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde varlığını sürdürdüğü altıyüz yılı aşkın süre içerisinde oluşturduğu siyasi, iktisadi ve sosyal kurumları ile,  dinleri, dilleri ve tarihi mirasları farklı milyonlarca insanın üç kıtada sulh içinde beraber yaşamalarına imkan sağlamıştır.

Herbiri  köklü toplumsal tecrübelerin ve analizlerin mahsulü olarak nesilden nesile gelişmiş ve kemal dönemlerini Osmanlı’da bulmuş bu kurumların derinlemesine incelenmesi şüphesiz ki, bu temeller üzerine oturmuş bir sistemi de daha berrak olarak ortaya çıkaracaktır. Ancak, oluşturulan kurumların varlığını belirleyen insan ve inanç unsurları dikkate alınmadan ve devlet yönetimine hakim olan dünya görüşü ana hatları ile gündeme getirilmeden, bu büyük gücün gerçek mahiyetini açıklamaya çalışmanın birçok eksik ve yanıltıcı çözümlemelere yol açabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin genel yapısı kutsal bir amaca göre ayarlanmıştı. ‘İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak.’ Bu amacın Türk ırkının geleneksel cihan hakimiyeti mefküresi ile bütünleşmesi neticesi devletin ana hareket noktası olması, Osmanlı’yı  adeta tüm yapısını bu minval üzere şekillendirmeye itmiştir. Osmanlı kurumları ana dayanak noktası itibariyle İslam Dini’nin kıstaslarını temel almakla birlikte, yerleşmiş Türk gelenekleri de oluşumda belli oranlarda etkili olmuştur.

Osmanlı Devlet Sistemi’nde genel anlamda kuvvetli bir merkeziyetçilik göze çarpmaktadır. Bu merkezi idarenin yönetimi altında toplum harp maksatları için teşkilatlanmış muazzam bir ordu manzarası arzetmekte, umumi bir seferberlik havası ve zihniyeti tabii ve daimi bir hal olarak hüküm sürmekte idi. Osmanlı üzerinde yoğun çalışmaları  ile tanıdığımız rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın deyimi ile imparatorluk bir Padişah Çiftliği gibi idi. Yüzlerce köy, yarıcılık, ortakçılık veya çeltikçilikle en iyi arpayı ve pirinci bir plan dahilinde saraya temin etmekle mükellefdi. İmaretler için  gerekli  gıda maddelerinin temini yine belli bölgelerin sorumluluğuna bırakılmıştı. Birçok köy, kervansarayların civarını şenletmeye, köprüleri, yolları tamir etmeye, derbent beklemeye ( bir tür inzibat hizmeti) atalarından kalan ırsi bir mükellefiyet olarak mecburdular.

Ordu için gerekli mühimmat, top dökme, su yolu, kale inşaatı, donanmaya yelken bezi dokuma gibi hizmetleri yapmakla vazifeli olan bölgeler icap ettiği zaman bu hizmetlerini yerine getirmeye, elde ettikleri mahsulleri merkezin istediği noktalara intikal ettirmekle sorumluydular. Bizatihi memleket idaresi ve düşmanla savaş gibi vazifeleri yerine getiren askeri sınıfın yanısıra, onun alt yapısını hazırlayıcı durumdaki reaya kesimi topyekün kutsi bir amaç için çalışan ve tek merkezden yönetilen bir mekanizmayı oluşturuyorlardı.

Osmanlı toplum yapısını ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışan kısa genellememize son vermeden , özellikle klasik dönemi daha iyi anlamamıza yarayacak olan Kınalızade Ali Efendi’nin ‘Adalet Dairesi’ adıyla maruf teorisini ve bu günkü dille açıklamasını zikretmeden geçemeyeceğiz.

Kınalızâde Ali Efendi  (1510-1572) şöyle ifade etmektedir:

  • Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
  • Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
  • Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur (Şeriattır) )
  • Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ( devlet-mülk ile) ile korunur).
  • Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat (devlet-mülk), ancak ordu ile zaptedilir)
  • Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)
  • Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan ( sağlayan)  halktır)
  • Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl (Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan ( ona kul eden)  da ancak adalettir )

2-Toprak Sistemi ve Arazinin Taksimi

Yukarıda ana hatları ile izah etmeye çalıştığımız  Osmanlı Sistemi ‘nde, din-devlet-toplum ilişkilerinin bu temel noktalar üzerine bina edildiği,  Osmanlı’yı inceleyen pek çok ilim adamı tarafından da dile getirilmektedir.

Bu kısa genellemenin ardından , konumuz olan Osmanlı’da uygulanan toprak sistemine göz attığımızda bölgelere göre bazı farklılıklar gösteren bir yapı ile karşı karşıya kalmaktayız. Buna rağmen toprak sisteminin ana karakterini, varmak istediği noktalar açısından şu şekilde ifade edebiliriz:

-Devletin merkeziyetçi karakteri icabı buna aykırı unsurların zaman içinde ortadan kaldırılması

-Yeni fethedilen bölgelerin İslamlaştırılması. Bunun için kullanılan iskan ve kolonizasyon siyaseti

Osmanlı toprak sistemine mülk sahipliği açısından bakıldığında da şöyle bir ayırım yapılabilir:

1/ a) MÜLK ARAZİLER: Bu arazilerin mülkü tamamıyla bir şahsa veya aileye ait olmakla  ve devlet bu tip arazilerin yönetimine karışamamaktadır. Bilhassa Rumeli bölgesine ilk fetihler esnasında merkez tarafından teşvik gayesi ile birçok temlikler yapılmıştır.(Mesela 4.Bayezid’in Mihaloğlu Ali beye, Plevne yakınlarındaki bir köyü temlik etmesi bu kabildendir. ) Eski devletlerin zamanından kalma mülk topraklar da mevcut idi.

b) MALİKANE-DİVANİ SİSTEM: Konya taraflarında başlayıp büyük kısmı Doğu Anadolu’da ve Suriye’de görülen bu tip arazilerde toprağın kuru mülkiyeti bir şahsa ait olarak kalmakta, bu şahıs 1/10, 7/10, 5/10 nisbetinde toprak kirası almakta, fakat bilumum şer’i ve örfi resimler(vergiler) devlet adına toplanmaktadır. Ayrıca toprağın kira parasını malikane hissesi adı altında alan mülk sahibi olmasına rağmen, kiralama işini yapan ve toprağın işlenmesi üzerinde kontrol sahibi olan devletin, oradaki yetkili memuru yani sipahisidir.

2/VAKIF ARAZİLER: Tedavülün dışına çıkılmak suretiyle Allah yoluna tahsis edilen topraklar bu adla anılmakta idiler. Bu tür vakıflar ki çoğunluğu padişahın ya bizzat tesis ettirdiği  ya da miri araziden tasarruf edenlere izin vererek oluşmasını sağladığı topraklardır. Vakıf arazilerin en büyük özelliği buralara devlet memurlarının olağanüstü vergileri toplamak için bile girememeleriydi. Vakıf araziler içinde ölüme bağlı vakıf şeklinin yaygınlaşması müsadere (devletin toprağa-mala el koyması) kurumuna karşı bir direniş şeklinde sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır.

3/MİRİ ARAZİ: Miri arazide toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete aittir Bu tür araziler genel olarak üç şekilde teşekkül etmektedir:

a) Fetih yoluyla elde edilen arazilerin kuru mülkiyeti, o toprağın kazanılması için askerler topyekün savaştığı için orada kamunun hakkı olduğundan devlete maledilir. Ganimet gibi  paylaştırılmaz. (Bu Hz. Ömer’in bir uygulamasına dayanılarak kural haline getirilmiştir.)

b)Mülk topraklar sahibinin ölümü ile mirasçısı yoksa devletin mülkiyetine geçer

c)Yararlanma hakkı verilmiş mevat arazi de miri topraklardan sayılır.

3-Miri Arazi ve Timar Sistemi

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde toprakların yüksek mülkiyet ve kontrol hakkı (rakabesi) geniş bir alanda devletin elinde alıkonulmuştur.Toprağın böyle özel bir hukuki statüye tabi tutulmuş olması onu işleyenler için tasarruf konusunda bir takım kayıtların meydana çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bu durumda köylü, toprağın hakiki sahibi değil fakat kiracısıdır, dolayısıyla hibe, vasiyet, satış, vakfetme,, borç gibi haklara sahip değildir. Ayrıca ölümünde toprakları sahip bulunduğu diğer mallar gibi şer’i miras hükümlerine göre taksim edilmemektedir. Ölen kişinin yalnız bir erkek evladına  veya erkek evlatlarının tümüne birden müştereken, devlet toprakları miras olarak  geçmektedir.

Erkek evladın olmadığı zamanlarda yine erkek akrabalarından birine arazi intikal edebilmekte, bu arada bütünlüğü bozulmamaktadır.Bu geçişlerde devlet tapu resmi veya tapu bedeli almaktaydı.

Özetle tarifi yapılan sınırlamanın en mühim sebebi toprağın fazla parçalara bölünüp vergi kontrolünün dışına çıkmasını, ayrıca köylünün ırgatlaşmasını önlemek içindi.

Miri arazi rejiminde köylü, bir çift öküzle işlenebilecek ve bir çiftçi ailesinin geçinmesine müsait çift ismi verilen bir bütünü veya yarısını timar sahibine, Haslarda Emin ve mültezime (devlet adına vergi toplayan bir tür müteahhit) tapu resmi( peşin kira) vererek kiralamış durumdadır. Toprağın verim kabiliyetine göre öşür adındaki vergiyi (1/10 dan 5/10’a kadar) aynen, ayrıca yıllık kira olarak da belli bir miktar parayı (çift akçesi) Devlet adına sipahi veya emine veya zaime vermeyi de kabul etmekteydi. Çiftçi toprağı devamlı olarak işlemekle yükümlü idi. Üç sene boş bırakacak olursa toprak sahibinin elinden alınarak tapu resmi ile başkasına verilebilmekteydi.

4-Timar Sisteminin Muhtevası

Osmanlı Devleti’nde geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen(belli) bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili yetkisi ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20,000 akçeye kadar olan askeri dirliklere timar adı verilirdi.

Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın yaptığı bu tarif ile anılan timar tabiri daha  sonraları bir sistemin ismi olarak anılmaya başlamıştır.Yine Barkan’ın cümleleri ile ifade etmeye çalışırsak;

Para iktisadının yeterli derecede gelişmediği devirlerde büyük bir kısmı aynen mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin nakli, paraya çevrilmesi, merkezi bir devlet hazinesi halinde toplanarak oradan dağıtılması ve bu dağıtılacak maaşlarla vazife sahiplerinin bulundukları yerlerde geçimlerinin temini gibi işlerin güçlüğü karşısında, bütün bunlara ilaveten askeri ve siyasi diğer tarihi sebeplerle doğu ve batıda muhtelif şekillerde mevcut olmuş ve burada tatbik edilmiş olan benzeri usuller, Osmanlı Devletinde Tımarlı Sipahi denilen bir eyalet süvari ordusunun teşkilatlandırılmasında asırlar boyunca başarı ile kullanılmıştır.

Tımarlar gelir açısından üç kısma ayrılmaktadır:

Has: Geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler olup daha çok padişah, vezir gibi yüksek kademedeki idarecilere tahsis edilen tımarlardı. Hasların göreve bağlı olarak verilmesi (memurlar için) ve mirasa konu olmaması servet birikimini engelleyen önemli bir kuraldı

Zeamet: Geliri 20.000-100.000 akçe arasındaki hem askeri, hem de de mali bir anlam

taşıyan dirliklerdi. Sahibine zaim denirdi. Ölüm halinde dirliğin kılıç adı verilen başlangıç kısmı mirasçıya kalabilmekteydi.

-Timar: Geliri 3.000-20.000 akçe arasındaki dirliklere verilen addı. Tımar sahibine sipahi adı verilmekteydi

Zaim ve Sipahinin dirliğinin başında bulunması icab etmekteydi

Timar sahibinin vazifesi itibariyle dirlikler üç kısma ayrılmaktaydı:

Eşkinci Timarlar: Bunların sahipleri (Sahib-i-arz) sefer zamanı sefere gitmek ve beraberinde cebeli denilen atlı asker götürmek mecburiyetinde idiler. Kılıç denilen sipahinin aylığı dışında kalan her 300 akçe için sipahibir cebelü besler. Zeamet ve has sahipleri ise her 5000 için bir cebelü beslerlerdi. Bu besleme tam teşekküllü askeri savaşa hazır halde tutup gerektiği zaman lazım olan yere göndermekti.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1527-1528 yıllarında yapılan tahrirlere göre  toplam 537,929,006 akçe olan yıllık vergi gelirleri içinde Mısır hariç, Padişah hasları %39,9, zeamet ve tımarlar ise %49,8 nisbetinde idi. Vergi geliri temin eden 37,521 timardan 27,868’i eşkinci tımarı idi.

Mustahfız Timarları:Belli kaleleri korumak için tesis edilen timarlardı.

Hademe Timarları: Bunlar saraya ve bazı dini kurumlara belli hizmetler görmekle vazifeli olan tımarlardı

Ayrıca eşkincili mülkler ve mülk timarlar adıyla var olan ayrı bir statü daha vardı. Osmanlı devrinden evvelki dönemlerden intikal etmiş olan veya yeni fethedilen yerlerde devletin uygun gördüğü bazı soyluların ellerinde bu tip tımarlar bırakılmıştır. Bazı esneklikleri olan bu tımarlar zamanla klasik tımar sistemi içine çekilmişlerdir.

Tımarlar veriliş şekillerine göre ise; Tezkireli ve Tezkiresiz diye iki kısma ayrılırlar

Tezkireli Timarlar: Bu tip timarlar dağıtımları merkezden yapılan fakat bu iş için beylerbeyinin tezkeresine ihtiyaç duyulan tımarlardı. Rumeli, Şam, Halep, Diyarıbekir gibi bölgelerde 6000 akçeden, Kıbrıs’da 5000 akçeden, Rumeli’de ise 3000 akçeden yukarı usul uygulanırdı.

Tezkiresiz Timarlar:

Direkt olarak beylerbeyinin verebildiği timarlardı.

5-Feodal Rejim ve Osmanlı Timarı

Osmanlı toprak sistemi , kendi döneminde Avrupa’da hüküm süren ve genel olarak feodalite olarak ifade edilen sisteme ne kadar benziyordu?

Bu soru, Osmanlı ile ilgilenen tüm araştırmacıların ilgisini çekmiş, belli bir tarihi süreçte farklı coğrafyalarda hüküm sürmüş bu iki sistem mukayeseli olarak bir çok ilim adamı tarafından inceleme konusu olmuştur.

Feodalite rejiminde toprağın sahibi vassallar idi. Bir çok vassal içinde bir tanesi ise eşitler arasında birinci mantığı ile öne çıkarak derebeyi  ünvanı ile sistemin yöneticisi konumunda bulunuyordu. Bu sistem içinde vassal ve derebeyi kendi sınırları içinde hem toprağın hem de üzerinde yaşayan insanların mutlak sahibi konumunda idi. Bölgesinde, askeri, siyasi, hukuki her şey derebeyinden sorulurdu.

Batı’da uzunca bir tarih dilimi süresince hüküm sürmüş olan bir sistemi bir kaç cümle ile ifade etmek çok sağlıklı bir yaklaşım olmamakla birlikte, Osmanlı timarı ile mukayesede bir fikir vermesi açısından başvurduğumuz bu yoldan sonra Prof. Ömer Lütfü Barkan’ın ‘Osmanlı feodalitesi ‘ tezine cevap verebilmek amacıyla feodal rejimin senyör malikhaneleriyle Osmanlı timarını mukayese eden fikirlerini nakletmek istiyorum.

Tımarlı sipahi, bir kısım topraklarını kendi nam ve hesabına işleten ve bu maksatla idaresi altında bulunan köylülerin işgücünü angarya yükümlülükleriyle kullanan bir büyük çiftlik sahibi konumunda değildi. Osmanlı timar sisteminde ana özellik, feodal artıklara karşı savaş halinin , merkezin hakimiyetinin ulaştığı yörelerde şiddetle sürmesi ve bu unsurları mümkün olduğunca kaldırması olmuştur. Fakat uç bölgelerde ve karışıklık dönemlerinde derebeylik artığı uygulamalara rastlanmaktadır.

Timarlı sipahiler, kendileri için tahsis edilmiş olan arazi ve reayaya ait şer’i ve örfi bir takım hak ve resimleri kendi nam ve hesaplarına toplamakta idiler. Fakat bu husus onların harice karşı özerk ve kapalı bir muafiyet sahasına sahip olduklarını göstermemektedir. Çünkü batı derebeylik sistemlerinde görülmemiş ölçülerde merkezi otoritenin kontrolü mevcuttur. Yurdun neresinde olursa olsun merkez, koyun resmi, cizye gibi vergileri ve gerektiğinde extra bir vergi hüviyetindeki avarız akçelerini bizzat kendisi toplamakta idi.

Ayrıca sipahi, kadının hükmü olmadan hiç bir suça ceza verememekteydi.

Batı feodalizmindeki toprağa bağlılık prensibine benzetilen çift bozma akçesine gelince; çiftini bırakan çiftçiden sipahinin aldığı bir bedel olan bu ödeme, devletin o sipahiye hizmetleri karşılığı tahsis ettiği geliri azaltıcı bir durum olduğundan bir nevi tazminat mesabesinde olarak yorumlanmaktadır.

Osmanlı Tımar sisteminde ana mantık olarak çiftçi, kendisi, ailesi ve toprağı ile sipahisine ait bir mal değildir. O sadece miri hükmünde olan toprağı işleyerek, oradan kazandıklarından , o toprağı devlet adına idare eden ve buna karşılık birçok mükellefiyet altına giren sipahiye çeşitli vergiler ödeyen bir birimdir. Çiftini bozup o bölgeyi terketmesi durumunda vergilerini ödeyemeyecek, o vergileri alarak merkeze askeri temelli hizmetler üreten sipahi bu hizmetlerini eksik yapmak durumunda kalacaktır.

6-Timar Sisteminin Bozulması

Tımar Sistemi orjinal şeklini Osmanlı Döneminde bulmasına rağmen daha evvelki devrelerde de bu sisteme benzeyen uygulamalardan etkilendiği düşünülebilir. Selçuklularda uygulanan ve kökü Hz. Ömer’e kadar varan ikta sisteminin bazı farklılıkları olmakla birlikte Osmanlı timarına zemin teşkil ettiği söylenebilir. Bazı tarihçilere göre ise timar sistemi Bizans’ın pronoia sisteminin Osmanlı’ya uygulanmış şeklidir

Osmanlı timar sisteminin kendi öz yapısına kavuşmasında en büyük rol, 1. Murad’ın olmuştur. Zeamet’in teşekkülü ve intikali ile ilgili daha sonraları de devam edecek olan  birçok düzenleme bu padişah döneminde yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmet devrinde ise toprak sisteminde çeşitli ıslahatlar yapılmıştır. Miri toprakların genişlemesini sağlayan bu ıslahat hareketleri 2. Bayezid zamanında belli ölçüde duraklamış hatta geriye bile gitmiştir.

Kanuni devri timar sisteminin son şeklini aldığı, bir yandan da bozulmaya başladığı bir devir olmuştur.

Osmanlı timar sistemi içerisinde önemli bir noktayı teşkil eden yerli bir asalet sınıfının ortaya çıkışını engelleme teşebbüsleri, merkeze karşı başka güçleri harekete geçirmiş ve Doğu’daki birçok huzursuzluklara da zemin hazırlamıştır. Eskiden tımar dağıtımında aranan babadan sipahilik (bey oğlu bey) ilkesi daha sonraları aranmaz olmuş, savaşlar ve şehzade mücadeleleri bu sınıfa reayadan çokça geçilmesine yol açmıştır.

Ayrıca yeniçerilerin kadro durumundan dolayı yüksek rütbelilerin ‘sancağa çıkma’ tabir edilerek dirlik almaları zamanla yaygınlaşmıştır. Bu durum Anadolu’da bazı yerlerde yerli beyler tarafından hoş karşılanmamış, türlü fırsatlardan yararlanarak kölelikten yetişme ve soyluluk özelliği olmayan kişilerin imtiyaz sahibi olmaları ve ölçüsüz davranışlarda bulunmaları hoşnutsuzlıkları arttırmıştır. Esasında bu durum birbirini tamamlayan aynı zamanda dengeleyen iki tür askeri sınıftan oluşan Osmanlı Askeri yapısının dengesini de bozan bir gelişmenin başlangıcı olmuştur.

Buna ilaveten Anadolu’da Safevi’lerin yanına giden beylerin sayısı artmış ayrıca çeşitli isyan hareketlerinde eski beylerin de aktif rol oynadıkları gözlenmiştir. 16. Asrın sonlarındaki büyük Celali isyanlarında , halinden memnun olmayan bir çok timar sahibinin de oynadığı rol , merkez ile yerli sipahi beylerinin karşılıklı güvensizliğini de beraberinde getirmiştir. Bu sebeple birçok Anadolu şehir ve kasabasına yasakçı ve korucu adıyla daha çok yeniçeri yerleştirilmesi lüzumu hissedilmiştir.

Timar sisteminin bozulması 3. Murat döneminde özellikle hız kazanmıştır. Ayni Ali Efendi’ye ait olduğu düşünülen bir risaleden alıntı yaparak zikreden Barkan, timar kayıtlarının çok karışık olmasını, savaş meydanlarında yoklamanın yapılamaz oluşunu ve boş kalan tımarların yüksek memurlar tarafından rüşvetle verilir olmasını, bozulma sebepleri arasında saymaktadır.

7-Koçi Bey’in Genel Bozulma ve Timar Sistemi  ile İlgili Tavsiyeleri

Devletin kötü gidişi ile ilgili tesbitlerini ve çözüm yollarını içeren layihalarını 4. Murad’a takdim eden Koçi Bey, bu padişah döneminde yapılan birçok ıslahat çalışmalarının da mimarı olmuştur.

Risalesinin başlangıcında Koçi Bey ana fikri şu cümlelerle ifade etmektedir:

Evvela padişah hazretlerinin malumu ola ki memleket ve millet düzeninin ve din ve devlet kaidelerinin pekiştirilmesinin çaresi, sağlam , Muhammed Şeriatına bağlanmaktır. Sonra alemlerin Rabb’inin bir emaneti olan reaya ve beraya (halkın harac ve teklif vermeyeni) nın halleriyle meşgul olup bilgisine göre hareket eden din bilginleri ve gaza yolunda canını feda eden mücahid gazileri, haklarında padişah hazretlerinin lütufları meydana gelip, her sınıfın iyiliği çok olanlarına riayet ve şerirlerine hakaretler reva görüle….’

Koçi Bey risalesinde özetle şu hususları zikretmektedir:

Sultan Süleyman Han gaziye gelinceye kadar sultanlar divan-ı hümayunda bizzat bulunurlardı. Fakat daha sonraki devirlerde bu çok önemli toplantılara katılmaz oldular. Vezirlerin kuvvetli olduğu devrelerde bu eksiklik hissedilmese de daha sonraları problemler ortaya çıkmaya başladı.

Vezir-i azamlık ulu bir makam olduğu için o makama gelen kişiler büyük bir hata işlemezlerse çok sık olarak değiştirilmemelidirler. Ayrıca eski devirlerde sancak beyleri, beylerbeyleri de çok sık değiştirilmezlerdi. Bu da otoritelerinin daha kuvvetli olmasını sağlardı.

Eski dönemlerde bu mevkide olanların işlerine hiç kimse karışmazdı. Padişah ile kendi aralarında olan işleri hiç kimse bilmezdi. Ne zaman ki padişah yakınları devlet işlerine karışır, padişahı etkilemeye başlar oldular, o zaman vezirler , mecburen Enderun halkına uyup hevalarına göre hareket eder oldular. Onlar da pek çok işe karışıp, kan pahasına nice yüzyıl evvel fetholunmuş köyleri bir yolunu bulup, kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirdiler. Bu şekilde birçok timar ve zeamet verildi ve kılıç sahiplerinin dirlikleri kesildi.

Yani özetle,timar dağıtımında eski usullerden ayrılındı. Timarlar merkezdeki devlet adamlarının hizmetkar ve kölelerine dağıtılmaya başlandı.

Zeamet ve timar erbabı geçmiş devirlerde Devletin en büyük gücü idi. Onlar mükemmel iken yapılan gazalarda asla kapıkullarına ihtiyaç duyulmaz idi. Aralarında birtek yabancı yok idi. Hepsi ocak ve ocak-zadeler, baba ve dedelerinden kalma padişah dirliğine sahip kimselerdi.

Timar erbabı muhakkak sancaklarında otururlar, lazım olduklarında üç gün içinde lazım olan yerlere giderlerdi.

Eskiden, tezkireli timarlarda Beylerbeyi tezkere verirken bu usul değişti ve vezir tarafından verilir oldu. Haksızlık anında şikayet edilecek merci kalmadı.

Padişah hasları Şeriata aykırı olarak mülk edinildi. Rüstem Paşa zamanında toprakların bir kısmını iltizama verilmesi nedeniyle bu toprakların bir bölümü  yabancıların eline geçti.

Timar dağıtımında, daha sonraları ortaya çıkan bir usul olan, kapıkullarına dirlik verilmesinden  ziyade ocakzadelere ağırlık verilmesi sistemin özüne en uygun yoldur..Bu konuda ilk uygulama Özdemiroğlu Osman paşa zamanında M.1584 yılından sonra vuku bulmuştur.O devirden sonra şehir oğlanlarına, reaya kesimine de dirlik verilir olmuştu.

Bürokraside timar sahibi olan kişiler timar almışlar fakat savaş zamanı vecibelerini yerine getirmemişler, bu da ordunun gücünü azaltan bir durum ortaya çıkarmıştır.

Koçi Bey’in risalesinde dikkati çektiği bir diğer husus ise, Şeyhülislamlık makamına gelmiş kişilerin çok büyük bir vebal dışında azledilmemeleri gerektiğiydi. Eskiden uygulama bu şekilde idi ve fetva makamı padişaha karşı başı dik durumdaydı. Azil kapısı açıldıktan sonra bu makama gelen bir çok kişi tedirginlik yaşayarak fetvalarında bazı hatalara düştüler. Bu konudaki ilk uygulama M.1594 tarihinde Şeyhülislam Sunullah Efendi’nin birkaç defa yersiz olarak azlolunmasıdır.

Tabii bu husus ilmi hiyerarşi ve kalitenin eskisi gibi olmamamasıyla da alakalıydı. Yani bir bakıma hem sebep, hem de sonuçdu.

Devlet mekanizmasındaki bozulma her kesimde meydana geliyordu. Yeniçerilerde de M,1503 tarihinde Sultan Mehmet Han’ın düğünü dolayısıyla halkı eğlendiren kişilere yeniçeri ağasının muhalefetine rağmen yeniçerilik verilmişti. Her kesimdeki yozlaşma ancak eski usullere dönülerek düzeltilebilirdi.

Asker içinde ulufeli sayısının artması reayanın vergisinin de artmasını gerektiriyordu. Bu husus zamanla reayanın fakirleşmesine ve rahatsızlanmasına sebebiyet verdi. ‘Oysa eskiden padişahlar altı-bölük halkını yeniçeri ocağı ile, yeniçeri taifesini altı-bölük halkı ile ve bu iki taifeyi de zeamat ve tımar askeri ile zaptederdi. Zeamet ve timar evvelce olduğu gibi tamamlansa, ulufeli de mümkün olduğu kadar azaltılsa, Allah’ın izniyle alem düzene girer’

Genel düşüncesini bu cümlelerle ifade eden Koçi Bey’e göre en önemli nokta eski usullere dönmek ve sistemi buna göre yeniden ele almaktı.  Koçi Bey’in layihaları 4. Murad üzerinde tesirli olmuş ve bunlara uygun icraatlar yapılmıştır.

8-Bozulmanın Diğer Sebepleri ve Süreci

Fakat sistemin tümünde ve bunun bir alt unsuru olan toprak sistemindeki bozulmada başka amiller de vardı Mesela fetih gelirleri azalmaktaydı. Özellikle nüfüs artışı 16. yüzyılda fazlalaşmıştı. Karlofça anlaşmasından sonra ortaya çıkan İstanbul’a doğru köylü akını birçok probleme sebep olmuştu.Yapı değişimini verdiği rahatsızlık Celali isyanları türü büyük sosyal patlamalara sebep olmaktaydı

Dış olaylar arasında Amerika’nın keşfi önemli bir gelişme olarak dünya dengelerini etkilemekteydi. Merkantalizm ile gelen yüksek enflasyon ülke ekonomisini menfi tarzda etkilemekteydi Ülkede metal darlığı hissedilmekteydi.

Denizcilik imkanlarının gelişmesi ile birlikte su yollarının keşfi transit ticaret yollarının da değişmesini beraberinde getiriyordu . Kıtaların arasında kavşak noktada olan Osmanlı mülkü üzerinde cereyan eden ticari hareketliliğin bir bölümü deniz yollarına ve başka alanlara kaymaktaydı. Bu husus genel gelirde düşüklükler meydana getirdi.Osmanlı idarecileri bu değişimleri ya yeterince göremiyor veya görseler de aldıkları tedbirler çözüm için yeterli olamıyordu.

Köprülüler devrinde müsadereye gidilmesine rağmen mukataadan malikane yapısına doğru geçiş başlamıştı. Bozulmakta olan devlet hazinesini biraz olsun hafifletmek için tımar gelirlerini hazineye aktarmak gibi bir uygulama başlatıldı. Buna misal olarak 1715 yılında sefere katılmayan Erzurum sipahilerinden , mevcut 5279 tımardan 2119’u hazineye aktarılmıştır.Bu aktarma işinde Ö.L.Barkan’ın tesbitlerine göre buhran genelde küçük tımar sahipleri arasındadır. Çünkü el konulan tımarların %76’sı 3000 akçeyi geçmeyen tımarlardı.

El konulan tımarların mültezime verilmesi ve bu kişilerin halka kötü davranmaları zamanla başka problemler doğurmuştur. Bu süreç tımar sisteminden iltizam sistemine geçişteki başlangıç devrelerini oluşturmaktadır.

18.Yüzyıl’da diğer bir oluşum da ayan adı verilen kişilerin etkilerinin artmaya başlamasıdır. 1682 Osmanlı-Avusturya ve 1768 Osmanlı – Rus savaşlarında güç duruma düşen maliyenin ayanlara malikane arazi vermesi bu kişilerin güçlerinin artmasına sebep olmuştur. Bu süreç 1808’deki Sened-i-İttifak hadisesine kadar gelmiş ve padişah adına vezir-i azam, ayanlarla karşılıklı anlaşma imzalamıştır. Gerçi Batı tarihinde önemli bir yer tutan ve feodal beylerin gücünü ifade eden  Magna -Carta anlaşmasına benzetilen bu hadise mahiyet olarak çok büyük farklılıklar gösterse de yine de ayanların sistem içindeki önemli yeri hususunda ipucu vermektedir.

Osmanlı toprak sisteminin klasik devredeki mühim unsurlarından ve temel direklerinden Tımarlar, 1812 yılından itibaren mahlul oldukça verilmemeye başlamıştı.Timarlı sipahilerin bir bölümü bir dönem zaptiye hizmetlerinde kullanıldı. Bazıları da kale topçuluğu gibi vazifelere getirildi. Gelişen zaman içinde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye içerisinde  süvari olarak da istihdam edilen timarlı sipahiler yeni timarlar da verilmediği için son kalıntılarının tükenmesi ile tarih sahnesinden sessizce silindiler.

9-Tanzimat ve Toprak Sistemi

Umumiyetle kabul edilen fikre göre Tanzimat ile birlikte tımar sistemi ortadan kaldırıldığından, bu tarihten 1847’ye kadar kısmen sipahiler ve kısmen de mültezimler, bu tarihten sonra da münhasıran mültezim ve muhassıllar vergileri toplamışlardır (miri araziyi tefviz etmişlerdir).

1840 yılında yurdun her yerinde aşar vergisinin  (öşür) 1/10 olmasına karar verilmiştir.Toprağın verimlilik durumu , iklim özellikleri gibi etkenler göz ardı edilerek alınan bu karar hem hazineye zarar vermiş hem de halk açısından zulüm ve eşitsizlik doğurmuştur.

1858 yılında Ahmet Cevdet ve Mehmed Rüşdü Paşalar ile Arif ve Tahsin Beylerden kurulu bir heyet tercümeye başvurmadan eski kanunnameler, fetvalar ve örfden hareketle bir kanunname hazırladılar. Bu kodlama çalışması tamamen yeni bir hareket olarak tarihteki yerini almıştır.

1858 Arazi Kanunnamesinde, miri topraklar gene devlet elinde kalmış, dirlik sahiplerine ait bütün haklar da devletin eline verilmiştir. Devlet denetim görevini memur ve mültezimlere vermiştir. Arazi kanunnamesinden sonra iç ve dış baskılar sonucu miri arazinin çeşitli yollarla mülk haline geçişi önlenememiştir.

Arazi Kanunnamesinden sonra meydana gelen en önemli hadise yüzyıllardan beri Osmanlı ülkesinde mülk edinemeyen yabancıların 1867 ‘de Hicaz vilayeti dışında mülk edinme hakkını almaları olmuştur.

Bu kanunname Cumhuriyet Dönemine kadar yürürlükte kalmış ve bu sürede ise uygulamada istenen başarıya ulaşılamamıştır.

Yararlanılan Kaynaklar:

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Celali İsyanları (1550-1603)’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1963

DENY, J., Encyclopedia de l’Islam, Tımar maddesi c.4. s.808.

OKUMUŞ, Ejder, ‘ İbn Haldun ve Osmanlı’da Çöküş Çalışmaları’, Divan Dergisi 1999/1, İstanbul, 1999 , s.207

BARKAN, Ömer Lütfü , ‘Türkiye’de Toprak Meselesi ‘ İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980

DANIŞMAN, Zuhuri ,(Sadeleştiren), ‘Koçi Bey Risalesi’, İstanbul: MEB Yayınları, 1993

CİN, Halil , ‘Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması’, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara ,1978

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’  İstanbul: Tekin Yayınevi,1979.

Erhan Erken

MÜSİAD ÇERÇEVE DERGİSİ OSMANLI ÖZEL SAYISI 2000

ÖRNEK BİR MÜSLÜMAN; PROF. DR. MUSTAFA KÖSEOĞLU

 

Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu 1926 yılında Alanya’da dünyaya gelmiş. Rahmetli annesi onun doğumunu incir zamanı diye tarif edermiş ki, aile bunu  Ağustos veya Eylül ayları diye düşünürlermiş. Rahmetli babaları da Alanyalı. İlk ve okulu Alanya’da liseyi de Devlet yatılı olarak Antalya Lisesi’nde bitirmiş. Daha sonra da İstanbul’a gelmiş ve İTÜ Makine Fakültesine devam etmiş.
Başarılı bir tahsil dönemi sonrası kendi döneminin dindar bir Mühendisi olarak mezun olmuş ve Üniversitede kariyer hayatına devam etmiş.  Rahmetli Mustafa Köseoğlu, özellikle Tekstil sahasında duayen bir hoca olarak hem üniversitede hem de sektöründe çalışkan  bir ilim adamı olarak önemli hizmetlerde bulunmuş.
Aynı semtte oturduğumuz ve oğlu ile kadim bir dostluğumuz bulunan Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu benim için aynı zamanda mahallemizin Mustafa amcası idi.
Mustafa amcanın en önemli yönlerinden bir tanesi döneminde neredeyse tüm İslami hizmet kuruluşlarının içinde yer almasıydı. Yani tam bir hizmet adamıydı Rahmetli..
ÖSYM Başkanı ve kendisinin öğrencilerinden biri olan Prof. Dr. Ali Demir 40 Vakıf İnsan isimli kitapta merhum Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu’nu anlatmaya başlarken şöyle diyor;

Hocam’ı bir tek cümleyle nasıl izah edebilirim diye uzun uzun düşündüm ve bulduğum cümle şu oldu; ‘Lugatında evet’in zıddı hayır kelimesi olmayan, fakat mutlak bir hayır insanı, bir vakıf insan’


Yine Ali Demir’in anlatımıyla Hoca; ’ Ben bülbül yetiştirmeye çalışıyorum ama maalesef onlara saçtığım yemleri zaman zaman kargalar gelip alabiliyor. Ama yapabileceğim bir şey yok. Benim niyetim bülbül yetiştirmek’ dermiş.
Ömrü hayatı ilim yolunda kendini yetiştirmek, talebelerinin önünü açmak ve onların da yetişmesini sağlamak olan Mustafa amca, Fatih Yavuz Selim’de, Silistre Sokak’ta uzun yıllar oturdu. Mahallemizin saygın bir kişisi olarak yaşadı ve yine Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası son yolculuğuna uğurlandı.
Fatih Kumrulu Mescid’de Hasan Kılıç hocamızın imametinde yıllarca ön safta namazını mümkün olduğunca cemaatle kılmış, güler yüzüyle etrafa pozitif enerji vermişti.
Klasik Wolkswagen tosbaa arabasıyla okuluna gidip gelmiş, hayatının son dönemlerinde büyük bir atılım yaparak (!) arabasını mütavazi bir başka küçük araba ile değiştirmişti.


Makine mühendisliği ve özellikle tekstil makinaları konusunda akademik kariyer yapan çok sayıda hocanın Hocası olan Mustafa amca, bir çok sanayi yatırımında da her zamanki gibi önemli ama geri planda öncü bir rol oynamıştır.

Kartonsan’ın kuruluşunda rol almıştı
Başımdan geçen bir olayda bunun canlı tanıklığını şöyle yaşamıştım; 1990’lı yıllarda Ambalaj işi yaparken karton tedariki konusunda karşılaştığım bir dar boğaz sırasında Türkiye’nin en büyük karton fabrikalarından biri olan Kartonsan’dan bayilik alma girişiminde bulunmuştum. Mevcut bayiler arasına bir türlü giremiyordum. Rahmetli’nin oğlu olan çocukluk arkadaşım Halid olaya vakıf olmuş ve babasına söylemişti.
Mustafa amca fabrika ortaklarına bir telefon etmişti. Derken benim için aşılmaz görünen engel hemen ortadan kalkmıştı. Sonradan hikmetini sorduğumda Rahmetli’nin bu tesisin kuruluşu sırasında önemli katkısı olduğunu, maddi hiçbir beklentisi olmadığını ve lazım olduğunda benim gibi birkaç kişiye tavassutta bulunduğunu öğrenmiştim.

Bayram Ziyaretleri
Yetişme çağlarımızda, Bayram günlerinde bazen elini öpmeye gittiğimde, farklı kesimlerden bir çok hatırlı kişinin evde büyük bir edeple Mustafa amcanın karşısında oturduğunu görünce Kumrulu mescidin beyaz sakallı tonton Profösör amcasının çok önemli bir kişi olduğunu derinden kavrayarak içten içe mutlu olduğumu hatırlarım
Alanya ve Antalya civarından gelmiş ve İstanbul’da talebelik yapmış kişilerin büyük kısmının yetişmesinde ve tahsil hayatının devamında Mustafa amcanın katkısı büyüktü. Fındıkzade’deki Antalya yurdunun en önemli hamilerinden birisi o idi.
Yüksek tahsil gençliğinin ve ilim hayatının şemsiye kuruluşlarından İlim Yayma Cemiyeti ve İlim Yayma Vakfı çevrelerinin içinde de Rahmetli Mustafa amca pek ön plana çıkmayan fakat tam bir hizmet adamı kimliği ile önemli bir tuğla görevi görmüştür. Türkiye Milli Kültür Vakfı, Aydınlar Ocağı, Antalya Yüksek Öğretim Vakfı ve İslami Araştırmalar Vakfı (İSAV) gibi kurumların çalışmalarında da Mustafa Amca hep bulunması gereken yerlerde bulunmuş ve elinden geldiği ölçüde insanlara ve ülkeye hizmet etmiştir.

Mustafa amcanın ince düşüncesine bir örnek
Ali Demir’in yukarıda bahsi geçen yazıda anlattığı bir vakıa Hoca’nın hayata bakışı ile ilgili ilginç bir ayrıntıyı göstermektedir. Hoca ile Ali Demir bey birkaç defa  Beykoz’da Yuşa tepesine ziyarete gitmişler. Mustafa amca her gidişte oradaki satıcılardan bir şeyler alıyormuş. Sebebi sorulduğunda; ‘ Ali, buradaki insanlar buraya can veren insanlar. Bu insanlar burada iş yapabilir ve burada kalırlarsa burası canlanır,  gelişir, insanların ziyaret ettiği bir yer olur. Dolayısıyla benim ihtiyacım olduğu için değil, sırf buradaki insanların burada kalmalarını sağlamak için bunu yapıyorum’ .
Ne ince bir düşünce değil mi?
Aynı kitapta damadı Prof. Dr. İsmail Adak’ın anlattığı bir olay da Hoca’nın Hak anlayışını ortaya koyan bir örnektir. Bir gün İsmail Adak eve gelir bakar ki hanımı ve kayınpederi evde yok. Merak eder. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonlari da yok. Bir haber alamaz ve telaşlanır. Bir iki saat sonra baba kız eve dönerler. Rahmetli alışılmış halinin ötesinde bir hayli sinirli…
Onu kızdıran olay şöyle gelişmiş. Tekstil konusunda duayen olduğu için bir mahkeme işinde bilirkişi tayin edilmiş. Olayın taraflarından olan büyük tekstil firması da o sıralar bayramı vesile ederek eve çeşit çeşit kumaşlar ve yiyeceklerden oluşan bir bayram paketi göndermiş. Rahmetli dehşet içinde kızarak yanına kızını da almış ve oraya gitmiş. Sen benim kim olduğumu biliyor musun, ben Mustafa Köseoğlu’yum ve böyle şeyleri kabul edemem deyip iade etmiş
İsmail Adak’ın anlattığına göre vefatına yakın bir gün damadına şunu demiş:
‘Evladım ben yakında öbür tarafa yolcu olacağım gibi görünüyor. Yavrum, sizlere bu güne kadar çok şey bırakamadım. Ama size çok güzel bir isim bıraktım. İnşallah bu isim sizi memnun ve bahtiyar eder’
Mustafa amca Rahmetli Necmeddin Erbakan ve Süleyman Demirel’in İTÜ’den devre arkadaşı. Fakat kendi döneminde hiçbir politik çalışmanın içinde yer almamış. Hep sessiz ve derinden giderek her hayırlı işin içinde olmuş. Yaptıklarını gizlemiş, kendini geri çekmiş, hizmetlerinin arkasına saklanmış.

Google Mustafa Amcayı tanımıyordu. Bu büyük bir eksiklikti.
Rahmetli Mustafa amcanın Google da ismini aradım ve bir resmi var mıdır diye baktım. Bir çok sahte kahramanın boy boy resminin yer aldığı Google da bir tek resmine bile rastlayamadım.
Ve kendi kendime dedim ki; Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu amcamız, sonraki nesillerin kendine örnek almaları gereken bir isim olarak kısacık da olsa Dünya Bizim de yer almalı. Onun gibi kıymetli şahsiyetler hizmetleriyle anılmalı..
Mustafa amcamız, 10 Ekim 2004 tarihinde, daha sonra taşındıkları Fatih Balipaşa’daki evinde, arkasında  çok sevdiği ailesine ve torunlarına  fazla bir mal ve mülk değil ama güzel bir isim bırakarak vefat etti.
Allah Rahmet etsin. Mekanı cennet olsun

Erhan Erken
Dunya Bizim 28/10/2011

SANMA BU TEKERLEK KALIR TÜMSEKTE

Mehmed’im sevinin başlar yüksekte

Ölsek de sevinin eve dönsek de,

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir…

(…)  Necip Fazıl Kısakürek

Rahmetli Üstad’ın “Zindandan Mehmet’e Mektup” isimli şiirinden naklettiğim bu mısraları her okuyuşumda kendimi, taşlı, topraklı, tümsekli bir yolda ve koca tekerlekli bir arabanın içerisinde tasavvur ederim. Araba sanki Hakk ve hakikati temsil eden aydınlık bir menzile doğru yol almakta ve bu yolculuk sırasında yoldaki engeller arabanın gidişini sürekli engellemekte.

Araba her taşa, toprağa ve tümseğe takılışta şiddetle sallanıyor, bazen bu engel hatırı sayılır bir büyüklükte ise bir duraklama geçiriyor. Her duraklama, onu aşmak için arabanın biraz daha güç harcamasını ve yeni bir hamle yapmasını gerektiriyor..

Böylesi bir düşünce anaforu içerisinde insanın aklına şu sorular da  geliveriyor?

Bu taşlar, topraklar ve tümsekler acaba neyin nesi? Aydınlığa giden yolda işleri ne? Buraya rast gele mi gelmişler? Yoksa birileri onları bu yol üzerine ustaca dizmiş ve dizmeye de devam mı ediyor?

İçinde bulunduğumuz şartlar göz önüne alınıp dikkatlice bakıldığında, arabanın önündeki ve arkasındaki yolda var olan engellerin hep ustaca düzenlendiği fark edilebiliyor. Demek ki birilerinin işi nasıl ki aydınlığa doğru gitmeye çalışmak ise, diğerlerinin aksi yöndeki amacı da, bu taş ve toprakları yollara dizip imkanları nispetinde onlara engel olmak.

O zaman Hakk ve hakikate doğru yol almak isteyen insanlar için bir hususu önemle vurgulamak gerekiyor:

Aydınlığa doğru bir yola çıkılmış gidiliyorsa, o yolda kullanılan arabanın çok sağlam, çok dengeli ve yol şartlarına göre sürekli takviye edilen bir tarzda olması icap ediyor. Arabanın içindekilerin de (bugün ben/biz, yarın sonraki nesiller) engellerden ve geçici karanlıklardan etkilenmeden, morallerini bozmadan, gözlerini yolun sonundaki aydınlıktan ayırmamaları gerekiyor.

Bu arada, taş ve toprakları yollara dizenlere, suni tümsekler oluşturanlara da şu çağrının yapılması şart.. Aydınlığa giden yola engeller koymaya çalışırken, aydınlığı göremiyor ve ona nasıl ulaşılır diye kafa yormuyorsunuz. Oysa arabanın tekerleği dün nasıl takıldığı tümseklerde daimi olarak kalmadıysa bugün de, yarın da kalmayacaktır. Hakk ve hakikat yolunun tıkalı durması mümkün değildir. Elbet açılacaktır..

Son olarak şunu dile getirmekte fayda var. Arabanın sağlam olmasına, morallerin bozulmamasına dikkat ederken, yoldaki taş ve toprakların da bir yandan temizlenmeye çalışılması, yolun selameti için gerekli bir hizmet olacaktır.

Üstad’ı Rahmetle anıyor, tekerleklerin tümseklere daimi olarak takılı kalmayacağı  Hakk ve hakikat yolculuğunda, menzil-i maksuda selametle varmanızı diliyorum.

ERHAN ERKEN

MUSİAD BÜLTENİ Mart 1997

 

ÜÇ MODEL

İktisadi hayat içerisinde aktif olarak yer alan Müslümanların davranışlarını analiz edebilmek için kabaca üç tür model oluşturmak mümkün. Bir Müslüman’ın ele aldığımız herhangi bir modelin tüm özelliklerini taşıması her zaman ihtimal dahilinde olmayabilir, ama iktisadi hayattaki Müslümanların hareketlerine, karar alışlarına yön veren eğilimleri bize göstermesi açısından modelleştirme bize önemli kolaylıklar getirecektir.

Birinci modelimizde ele alacağımız örnek tipi, “Rahmete ve berekete yönelik davranan Müslüman” ana başlığı altında inceleyeceğiz.

Böyle bir kişi, haramdan kaçınır, şüphelilerden mümkün olduğunca uzak durur. Banka ve hatta finans kurumları ile hiçbir ilişki kurmamaya çalışır. Şehir dışı ödeme ve tahsilatlarında posta çeki hesabı kullanır. Çeşitli şüpheli ilişkilere girer korkusuyla sadece küçük çaplı ticari organizasyonlara kalkışır. Onun için mühim olan, işinin büyümesi veya iktisâden güçlü olmak değil, boğazından geçen lokmanın helâl ve katışıksız olmasıdır.

Karnında haram lokma olanın duasının kabul edilmeyeceği korkusu, onun hareketlerinde birinci referans noktasıdır.

Hep peşin alış-satışlar yapmaya çalışır, vadeli olarak alış verişten mümkün olduğunca kaçar. Fıkhî olarak peşin ve vadeli satışlar arasında doğabilecek fiyat farkının caiz olduğunu bilmesine rağmen, bu tür bir alış-veriş onu rahatsız eder. Yaptığı iş sahasının, dînî hedefleriyle alakalı olan yönünü sürekli düşünür. Mesela bir iş gereksiz tüketime yönelik ise o sahaya girmemeye gayret eder.

Bir sermaye sağlama şekli olarak faizle kredi almak yerine hisse senedi piyasasının yaygınlaşmasını müsbet görmekle birlikte, hissesini alacağı şirketin faizle veya gayri İslâmi yöntemlerle iş yapabileceğini düşünerek borsadan hisse almaya yanaşmaz. Endeksin elli binlerin üstüne çıkması onun için cezp edici bir mahiyet arz etmez.

Herhangi bir sebepten nakit sıkıntısına düşmüş bir insandan kendisi için çok kârlı olsa da kesinlikle mal almaz.

Devletle en küçük bir kredi, teşvik işine girmez. Enflasyonun altında negatif faizle alınacak teşvik kredisine veya yatırımın belli bir miktarının geri ödenmesine yönelik herhangi bir projeye sıcak bakmaz. ‘Birilerinin hakkını yerim, bundan dolayı da Allah’ın rahmetini celbedemem’ korkusuyla bu sahalara gözünü ve kulağını kapatır.

Arabasını, evini ve malını sigorta ettirmez. Sigorta ilişkisine girdiği kurumların birikimlerini nemalandırma biçiminin genelde gayri İslâmi olduğu fikriyatına sahiptir. Bu fikriyat sonuçta maddî açıdan kendi zararına olsa da, sigortaya yine de menfî gözle bakar.

Bağ-Kur ve SSK konusunda da rahat değildir. Herhangi kanuni bir mecburiyet olmasa onlarla bile ilişkiye girmeyi düşünmez. Bu konuda hassasiyetli olan bazı insanlar çalışırken ödedikleri primleri altın cinsinden hesap eder. Pirimlerinin toplamı emeklilikten sonra, altın cinsinden ödedikleri değerden fazlaysa bu farkı almazlar veya alsalar da kendileri için kullanmazlar

Bu modeldeki insanların tasarruf aracı olarak genellikle altını seçtikleri müşahede edilmektedir.

Zikrettiğimiz birinci kategorideki şahısların arasından maddi açıdan büyük birikimler yapanların çıkması pek mümkün olmamaktadır. Zaten bu türün aradığı da büyük maddi birikim değildir. Mühim olan, iktisadi hayatta Allah’ın rahmetini celbetmektir. Bu yolla en büyük güç olan Allah’ın gücünü arkalarına almayı hedeflemektedirler. Bu zümre mensupları, onların aile efradı kısmî ve dönemsel zorluklar çekebilir,  lakin İslâmi teorinin ve emanetin hiçbir zedelenmeye uğramadan sonraki nesillere intikalini bu yolla mümkün görür.

İkinci modelimizi “İktisadi hayatta maddi gücü kazanmak için çalışan ve imkanı ölçüsünde her yolu deneyen insan tipi” olarak isimlendirebiliriz. Bu tip için içinde yaşadığı zemin çok önemlidir; imânî açıdan teslim olmuş olmasına rağmen içinde yaşadığı sistemin tüm kurallarına riayet edilmesi ve onlardan tümüyle istifade edilmesi prensibini kendisine şiar edinmiştir.

Biraz çeşitlendirirsek; işinin gelişmesi için gerekli finansmanın sağlanmasında banka veya teşvik kredisi, ihracat kredisi veya tüketici kredisi türü tüm yolları kullanır. İşyerini çağdaş ölçülere göre dizayn eder, sekreterinden çaycısına kadar tüm personelinin prezantabl (!) olmasına azami dikkat gösterir. İşçi-işveren münasebetlerinde kanunlar ve cari piyasa kuralları dairesinde kendisi için maksimum faydayı sağlayacak tüm yolları kullanır. Yatırımları konusunda bazı temel tercihler (içki üretimi gibi) hariç çok seçici değildir.

Giyiminden, arabasının markasına ve modeline kadar ‘oyunun kurallarına uygun’ olacak tüm ayrıntılara dikkat eder.

Borsa, futuring (gelesiye alış-satış) tahvil, repo, yatırım fonları, rasyonel olmak koşuluyla onun için alternatif kazanç yollarıdır.

Evinden arabasına fabrikasından yaşamına kadar sahip olduğu hemen her şey sigortalıdır. Ana ilkesi maddi olarak maksimum getiriyi elde etmek ve yine maddi kayıpları en aza indirmek ve bu yolla elde edilen güçle de inancı yönünde hizmet edebilmektir.

Bu modele uyan Müslümanlar önemli bazı suallere de cevap arama mükellefiyetini taşıyorlar. Mesela yukarıdaki kıstaslara dayanan bir Müslüman için zekât oranı kırkta bir midir? Yoksa onun için gösterilecek örnek harpte malının tamamını veren Hz. Ebubekir (r.a) veya malının yarısını veren Hz. Osman (r.a) mıdır?

İslam’ın çok özel şartlar içinde izin verdiği bazı izinleri kullanarak kazanılan bir maddi güçten, o gücü kullanan insan, kendi nefsi için ne ölçüde faydalanabilir?

Tarifi yapılan insanın konumu,  işinin genel müdüründen öte bir anlam taşır mı? ( veya taşımalı mıdır?)

İkinci modelimiz için cevap arayan sorularla ilgili bu kadarla iktifa ederek üçüncü modelimize geçebiliriz.

Bu modelimizdeki şahısların genel özellikleri “Yaptıkları işe kendilerinden ayrı tüzel bir kişilik mantığı” ile bakabilmeleridir. Yani biraz daha açarsak kendi gerçek kişiliklerini firmalarının tüzel kişiliğinden bütünüyle ayrı tutabilmektedirler. Kapitalist sistemin bir ürünü olan tüzel kişiliğin, o sistemin gerçeklerine ve kaidelerine uygun olarak hayatiyetini sürdürmesinin tabiî olduğunu düşünmektedirler. Bu kişilerimiz, tüzel kişiliğe bakışta seküler, kendileri ile ilgili şahsî kararlarında dine dayalı bir davranış içindedirler. İşlerinin başındaki yüzleri ile mesai sonrasındaki yüzleri birbirine taban tabana zıttır.

Bu model içindeki bir insan, firması paraya sıkıştığında veya yatırım için finansmana ihtiyaç duyduğunda rahatlıkla kredi alabilmekte, fakat kendi özel ihtiyacı için kesinlikle kredi kullanmamaktadır. İşçisini asgari ücretle çalışmayı sistem gereği olarak çok normal görmekle birlikte aynı çalışanına çeşitli yollarla zekât veya sadaka fonundan destek olabilmektedir.

Üretilen mamullerin tanıtımında çağdaş reklâm yöntemlerinin her türünü gayet rahatlıkla kullanabilmekte fakat evine televizyon almamakta veya en ufağından alarak, çoluğunu- çocuğunu bu aletin zararlarından korumaya çalışmaktadır.

İkinci modele özellikle, maddi gücü oynama noktasında benzeyen üçüncü modelimiz daha ilkeli, hayatının kurtarabildiği kadar bölümünü İslâmi temel kurallarına göre yaşamaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra iş hayatı içinde daha fazla maddi güce ulaşmayı veya varolan gücü kaybetmemeyi hedeflemektedir.

Kaba hatlarıyla tariflerini yapmaya çalıştığımız bu modellere karşı en iyisi veya en kötüsü budur, ya da tercihimiz şu modelden yanadır demenin, geldiğimiz noktada çok fazla anlamı olmayacağı âşikârdır. Yapılması gereken, yukarıda tarif edilen tiplemeleri kendi içinde geliştirmek, belki daha başka eklemelerle çeşitlendirmek ve üzerlerinde derinlemesine durup tartışarak daha iyi, en iyi gibi noktalara varabilmek olmalıdır.

Müslümanlar, hangi modele daha yakın olurlarsa olsunlar, ‘Kitab’a ve sünnete bağlılıklarını kaybetmedikleri ve niyetlerini hâlis tuttukları oranda Allah’ın yardımıyla en iyiye ve en doğruya doğru gideceklerine inanıyorum

ERHAN ERKEN

Nisan 1995 MUSİAD BULTENİ

 

 

YOL AÇMAK VE YOL OLABİLMEK

Yollar, tarih boyunca insanları, kültürleri, medeniyetleri birbirlerine bağlamıştır. Her devir, kendi gelişmişlik seviyesine göre yollar keşfetmiş ve her devrin yollarının geçtiği mekanlar, coğrafyalar diğer bölgelere göre önem kazanmışlardır. Kara yolları içinde İpek yolu, denizyolları içinde Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle ortaya çıkan yeni Hindistan ve Uzak Doğu Denizyolu, Sultan Abdulhamit’in hayalini kurduğu fakat tam manasıyla işler hale sokmaya imkan bulamadığı Hicaz Demiryolu, geçtiğimiz yüzyıllarda bahsi geçen önemli yollardan bazılarıdır.

Hava yolu ise daha çok 20.yüzyılda gelişmeye başlayan, insanlık için büyük yıkımları beraberinde getiren Dünya Savaşları sırasında önemli sıçrama gösteren, insanlık tarihinde nisbeten yeni bir yol türü..

Mesafeleri kısaltan, insanları ve coğrafyaları birbirlerine hızla yaklaştıran hava yolu alanında ülkemizde de iftiharla izlediğimiz bir kurumumuz var; Türk Hava Yolları..

THY ile her seyahatimde, koltuğa oturup, kemerlerimi bağladıktan sonra ilk yaptığım işlerden biri SKY LİFE dergisine göz atmak. İlk etapta nerelere göz atıyorum derseniz, THY’den haberler bölümü dikkatimi çeken noktalardan biri;

THY nerelere yeni seferler açmış? İç ve dış hatlarda kendini ne kadar geliştirmiş?

Bu bölümdeki haberlerin arka planında, ülkemiz insanı dünyanın hangi noktalarına artık daha rahat ulaşabilecek, nerelere doğru yeni yollar açılacak, bu açılan yollardan hangi ticari, sınai, kültürel alış verişler yapılabilecek gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışırım.

Ülkemizin, 780 bin km kare civarında olan sınırlarının çok ötesinde, tarihi ve kültürel etki alanı olduğuna inanan bir kişi olarak, bu etki alanının öncelikle geliştirilmesi ve ticari ilişkiler ile de pekiştirilmesi gerektiğini önemsediğimden, THY’nin her yeni hattı bana heyecan verir.

Dergide dikkatle izlediğim ikinci önemli alan da arka sayfalardaki iç ve dış hatların yer aldığı haritalardır. Yıllar önce siyaset bilimci bir arkadaşım İngiliz Hava Yolları’nın sefer yaptığı yerlere dikkatimizi çekmişti. Üzerinde güneş batmayan İngiliz Milletler Topluluğu dünyanın neresiyle ilgiliyse İngiliz Hava Yolları’nın oraya seferi vardır diyerek, tesbitini bizlerle paylaşmıştı. O gün bu gündür ben de THY’nin seferlerine böyle bir misyon biçerim.

Bu haritalarda sefer yapılan noktaları gösteren her bir kırmızı çizgiden,  ülkemin ufku hakkında ip uçları çıkarmaya çalışırım.

THY yöneticileri de inanıyorum ki bu noktalardan hareket ederek kırmızı çizgileri son yıllarda inanılmaz derecede arttırdılar ve benim gibi haritaları okumaya çalışan insanları mutlu ediyorlar.

SKY LİFE Dergisine bir yazı ile konuk olmam istendiğinde, daha evvel yazı yazanlar ne tür şeylerden bahsetmişler diye hepsini topluca okumaya çalıştım. Bu arada bir şey dikkatimi çekti. Öncelikle herkesin birbirinden güzel anıları ve çağrışımları var. Ortak nokta ise; THY’den memnuniyet ve kurumu benimseyen bir yaklaşım tarzı. Bir kurumun yöneticileri için, hizmet alanlar tarafından benimsenmek çok hoş bir duygu olsa gerekir.

THY’ye, küreselleşen dünyanın farklı farklı köşelerine yeni yollar açmak ve faydalı hizmetlere yol olmak konusundaki gayretlerinde başarılar diliyorum.

Kazasız ve güzel uçuşlar dileğiyle…

 

ERHAN ERKEN

Skylife Dergisi 2007