Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak

”Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alışverişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan.” Şehir ve Kültür dergisinde yayınlanan “Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak” başlıklı yazı daha sonra Dünya Bizimde de yayınlandı 

İstanbul’da Beyazıt semtinde (bugün artık Fatih olarak anılıyor) yer alan Kapalıçarşı benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda üzerimde derin hatıralar bırakmış bir yerdir. Rahmetli babamın1977 yılına kadar Kapalıçarşı’da kuyumcu dükkânı vardı. Nuruosmaniye kapısına varmadan sol tarafta, sondan ikinci sokak Mahmutpaşa’ya kadar uzanan Kuyumcular Caddesi idi. Bizim işyeri o caddenin giriş bölümünde bulunuyordu. Kuyumcular Caddesinin giriş kısmı nedense Terzibaşı Aralık Sokağı diye adlandırılmıştı. Muhtemelen eskiden burada terzi malzemeleri satan yerler bulunmaktaydı. Bunu nerden söylüyorum. Babamların döneminde de sokağın bir köşesinde bu tarz ürünler satan bir dükkân mevcuttu ve ben o küçüklük aklımla sanki bu sokağın tüm isim babalığını içimden o dükkâna vermekteydim.

Rahmetli dayım son dönemlerde babamla beraber bizim Terzibaşı Aralık Sokak 11 numaralı dükkânda çalışırdı. İki büyük amcam 1985 yılına kadar aynı caddenin sonlarında Mahmutpaşa’ya çıkmadan Sıra odalar denen bir aralıkta kuyumcular için makine imal ederlerdi. Rahmetli en küçük amcam da bir dönem bilezik imal eden bir atölyede ortaktı ve anlatıldığına göre iyi bir sanatkârdı. Özetle ailenin büyük bölümü maişetini bu çarşıda sağlarlardı.

Okuldan erken çıktığım bazı günler bir sebep icat ederek Kapalıçarşı’daki dükkâna uğramaya çalışırdım. Gerçi rahmetli babam pek gelmemi istemezdi. En büyük gerekçesi ise ‘paranın tadını alıp okuluma devam etmeyeceğim’ korkusu idi. Oysa benim okula devam etme, üstelik okul dışında da kitaplarla haşir neşir olma merakım yaşım ilerledikçe daha da artıyordu. Ama babalık duygusuyla, ya bir gün çarşının cazibesine kapılır da okulu boşlarsam diye içten içe korkuyor ve benim dükkâna gelme isteklerime çoğu kere, bazen de sudan sebeplerle karşı çıkıyordu.

Babamlar Fatih – Nişanca’daki evimizden Kapalıçarşı’ya bazen minibüsle bazen de araba ile giderlerdi. Taksi kullanımı bizimkiler için çok yaygın bir uygulama değildi. Arabayı genellikle bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin önünde o zaman otopark olan yere bırakırlardı. Bugün arabanın bile girmesi yasak olan o bölgede o zamanlar otoparkın olduğunu düşünmek bile şehrin değişimi açısından hayret verici bir ayrıntı sanırım.

Terzibaşı Aralık Sokak ve Kuyumcular Caddesi

Çarşıkapı tarafından Kapalıçarşı’ya girişten, Nuruosmaniye kapısına kadar devam eden geniş cadde Kalpakçılar adıyla anılmaktaydı. Yukarıda da belirttiğim gibi Nuruosmaniye kapısına varmadan evvelki ikinci sokaktan sola sapıldığında Kuyumcular caddesine giriş yapardınız. Bizim dükkânın bulunduğu sokağın adı nedense yukarıda da izah ettiğim gibi Terzibaşı aralık sokağı diye geçiyordu. Sokağın girişinde sağda Hayırlı Kuyumcu, onun yanında rahmetli İhsan Tim amcanın dükkânı, onun bir altında önce Mesut Pişirici’nin sarrafiye daha sonra da Erzurumlu Yılmaz ağabeyin kuyumcu dükkânı bulunurdu. Sokağın sol tarafında en üstte sarraf Mehmet amca, onun altında imalat işleri de olan Vahi Run amcanın dükkânları vardı. Onun bir altında bir dönem Ara ve Sinem Gaboyan kardeşlerin kuyumcu dükkânı yer alıyordu. Vahi Run ve Gaboyan kardeşler pırlanta işi de yapmaktaydılar. Daha sonra o dükkânı bir dönem rahmetli Ömer Özpalaağabey işletti. Ömer ağabey yine babamların yakın dostu olan Sabri Özpala amcanın kardeşi idi.

Bu arada kuyumculuk işine aşina olmayanlar için kısa bir bilgi vereyim: Sarraflar sadece muhtelif boylarda tam, yarım çeyrek Ata lira ve Osmanlıdan kalan Reşat, Hamit gibi diğer türlerde altın paralar satan dükkânlardır. Kuyumcularda ise, bilezik, yüzük, küpe, kordon türünde işlenmiş altın çeşitleri bulunur. Tabii bir de kıymetli taşları alıp satan pırlantacılar ve sadece gümüş işi yapan esnaflar da Kapalıçarşı’da yer alırlar.

Sözü rahmetli Ömer ağabeyde bırakmıştık. Yeniden oraya dönersek;

Ömer ağabeyin bizim aile için en önemli özelliklerinden biri babamla beraber 1972 yılında arabayla Hacca gitmiş olmalarıydı. O dönem Hacca araba ile gitmeye izin veriliyordu ve babamlar da bu fırsatı değerlendirmişlerdi. Şimdilerde büyük insani dramların yaşadığı o coğrafyadan huzur içinde gidip vazifelerini yerine getirerek dönmüşlerdi. Rahmetli Ömer abinin bir diğer özelliği de babamın büyük ağabeyi ile, babamla ve amcamın oğulları ile aynı anda sıcak muhabbet kurabilen bir kişi olabilmesiydi. Benim hatırladığım hepsi rahmetliyi çok severlerdi.

O sokağın en alt köşesinde de bizim dükkân yer alıyordu. Küçük ama benim gözümde çok sevimli bir dükkândı. Dükkânın dış köşesinde de ayrı bir camekanlı bölümü vardı ve orası da adeta ayrı bir ticarethane gibi işlerdi. 1970’li yıllarda o dönemin Tito Yugoslavya’sından gelen turistler kendi ülkelerine 14 ayardan daha yüksek altın götüremediklerinden, babam o vitrini 8 ve 14 ayar ürünlere ayırırdı. Hatırladığım kadarı ile bazen o küçük vitrin içeriden bile fazla iş yapardı.

Aşağı doğru inerken Mahmut Erol Kılıç’ın babası ile amcasının (Rahmetli Şevki ve Ziya amcalar) sahibi olduğu kuyumcu dükkânı, daha aşağıda rahmetli Hacı Hüsnü Uğurlu ve damadı Sabri Özpala’nın dükkânı, yine onun yakınında rahmetli Hayri Ülseven amcanın dükkânı yer almaktaydı. Yolun sonunda hala mevcut olan Çukur Muhallebici diye tabir edilen, caddenin ortasında iki katlı ahşap bir dükkân bulunurdu.

Buradan düz devam ederseniz içinde imalatçıların yer aldığı hanlara ve oradan da çarşının dışına çıkardınız. O imalatçı hanlarda da babamların birçok arkadaşları ve mal alış verişi yaptıkları kişiler vardı. Bilezik imal eden Kenan Özgür amca, Bekir Özpala ağabey, Zincirci Hasip bey vd.

Çukur muhallebiciden sağa doğru sapıldığında ise o yol sizi çarşıdan çıkararak Mahmutpaşa yokuşuna doğru götürürdü.

Sıra odalardaki atölye

Yukarıda da bahsettiğim gibi bu cadde üzerinde yer alan amcamların sıra odalardaki dükkânının adı babamların arasında atölye olarak geçerdi. Babamın büyükleri olan iki amcam orada yüzük ve bileziklerin üzerine desen atmaya yarayan kendi döneminde çok nitelikli bir makineyi imal ederlerdi. İmalat işi ile uğraşanların vazgeçemeyecekleri o makinayı yapan, kendi dönemlerinde neredeyse tek imalatçı bizim amcalardı.

Kalpakçılar caddesi

Amcamlar atölyede bir yandan torna ve sair makinelerinde işlerini görürler, bir yandan da gelenlerle muhabbet ederlerdi. Burası, imalat dışında sohbet ve muhabbetin de bol olduğu bir mekândı. Musluğundan sıcak su akan bir lavabosu vardı ve özellikle kış günlerinde çoğu kişi burada abdestlerini alırdı. Amcamların tahta namazgahları da küçük bir mescit işlevi görürdü. Atölyede her daim birilerinin elinde çay tabağı ve bardağına rastlamak mümkündü.

Atölyenin diğer müdavimleri arasında Yorgancılar caddesi üzerinde yorgancılık işiyle meşgul olan büyük eniştem, toptan külçe altın işi yapan rahmetli Ceylan Bektaş amca, Rahmetli Şevki ve Ziya Kılıç amcalar ve Özpala kardeşler. Bu saydıklarım dışında daha birçok kişinin de ismini zikretmek belki mümkün ama bu saydıklarım bile ekibin genişliği hususunda bir fikir vermeye yeter sanırım.

Babamların Cuma toplantıları

Atölyeye devam eden ekibin hafta sonlarında özellikle Cuma geceleri düzenli toplantıları olurdu. Bu toplantılar evlerde dönüşümlü yapılırdı. Bizler küçükler olarak bu toplantılar kendi evlerimizle yapıldığında hizmet etmek için büyüklerin arasına katışır ve onların takılmalarına muhatap olurduk. Bu toplantılarda genelde çarşı camiinin o zamanki imamı rahmetli Raif Bahriyeli hocayı hiç unutamam. Çünkü beni ve benim gibi babamların arasında dolaşan o zamanın çocuklarını her gördüğünde yanına çağırıp muhakkak dini bahislerle ilgili bir şeyler sorar ve bizi konuştururdu. Bu sohbetlere katıldığını duyduğum ve gördüğüm hocalar içinde Tevfik Çapacıİhsan ToksarıAli Özek ve birkaç defa da rahmetli Abdurrahman Gürses hocayı hatırlarım.

Çukur muhallebici

Yine birkaç toplantılarında Kadir Mısıroğlu’nun da geldiğini babamdan dinlemiştim. Hatta bir toplantı sonrası babam Sebil Yayınevi’nin bazı kitaplarıyla eve gelmiş ve yine Sebil dergisine abone olmuştu. Bizim evdeki Sebil dergisi koleksiyonları o dönemden kalma benim açımdan çok önemli dergilerden biriydi. İlk gençlik yıllarımda bazen yazıları anlamakta zorlansam da Sebil okumak nedense bana ayrı bir güven verirdi.

Daha sonraki senelerde babamların bu toplantılarına rahmetli Mahmut Bayram hoca da katılmaya başlamıştı. Mahmut Hoca onlara Tergib ve Terhib adlı bir hadis kitabı aldırmıştı ve düzenli olarak ondan hadis okuyup izahatta bulunurdu. Rahmetli Mahmut hoca babamlara hiç uzun vaaz vermez ve dersi belli bir sürede bitirirdi. “Sizin grubu çok sıkmamak lazım, yoksa işin tadı kaçar, bir daha ya gelmezsiniz ya da beni çağırmazsınız” diye onlara takılırdı. Babamlar da onun bu politikasını hatırladığım kadarıyla çok severlerdi. Kısa bir ders, bazen bir Kur’an-ı Kerim tilaveti ve manası, geriye kalan zamanda da çay ve muhabbet.

Seksenli yıllarda bizler de rahmetli Mahmut Bayram hocanın imamlık yaptığı Horhor Caddesinin sonundaki Kızıl Minare Camii’ne çokça giderdik. İnsan psikolojisinden gayet iyi anlayan enerji dolu bir hoca efendi idi. Allah rahmet eylesin

O dönemin esnafı sade yaşardı

Variyetleri iyi olmasına rağmen bu esnaf grubu izleyebildiğim ve bugünden geriye bakıp görebildiğim kadarıyla tutumlu insanlardı. Eski tabirle mazbut bir hayatları vardı. Hemen her konuda olduğu gibi ikramlarında da aşırıya kaçıldığını hatırlamam. Ev hanımları makul çeşitlerde kurabiyeler yaparlardı ve ikramlar genelde evlerde hazırlanırdı. Bu toplantılar çoğu zaman, hanımları da tanışan bu grubun hanım günlerinin akşamlarında o günün yapıldığı evde organize edilirdi. Hanımlar için yapılan kurabiye ve tatlılardan erkekler de nasiplerini alırlardı.

Yine bu esnaf grubunun bazen erkek faslı dedikleri, hafta içi gece yemekten sonra toplanarak Boğaz’a gidip çay içme veya kısa metrajlı ev gezmeleri olurdu. Hatırladığım kadarı ile bazen yıl içinde toplanarak beraberce Anadolu turu yaptıkları da olurdu. Bu turlarda da genel program, gittikleri şehirlerde cami merkezli görülecek mekanları ziyaret etmekti. Seyahatler arabayla yapılır, yolda durulan bazı mola yerlerinde arabada bulunan tüp ve çay takımları ile çay yapılır, bagajda yer alan masa ve şezlonglar açılır ve çayın yanına küçük atıştırmalarla seyahat gerçekleşirdi. Tabii arada kendilerine bir lokantaya gidip ödül verdikleri de olurdu.

O zamanın önemli elektronik aletlerinden biri 8 mm çapında çekim yapan film makineleri ve Grundig marka, -hatta cinsini de söyleyeyim- TK 27 teyplerdi. Hocaların olduğu toplantılarda ilerleyen saatlerde vaaz, Kur’an-ı Kerim ve Mevlid tilaveti olurdu ve bunlar teybe kayıt edilirdi. Kendi aralarında yaptıkları seyahatlerin de kayıtları birçoğunun evlerinde mevcuttu. Bizim ve amcamların evlerinde de içi bu kayıtlarla dolu onlarca bant bulunmaktaydı.

Dini faaliyetleri

O dönemin orta yaşlı çarşı esnafı olarak babamların en önemli dini faaliyetleri de tahminim bu toplantılardı. Bazen bu toplantılara o dönemin politik simalarından birilerinin de geldiğini duyardık fakat bu topluluk, arasındaki birkaç kişi dışında politikayla pek haşır neşir olan bir topluluk değildi. İmam Hatip Cemiyetine yapılan destekler, Nuruosmaniye Kur’an Kursu, Çarşı camii ve Cevahir Bedesteni’nindeki caminin ufak tefek ihtiyaçları, mahallelerdeki Kur’an kursları ve camilere yapılan yardımlar bu ekibin ana gündem maddeleri idi.

Büyük çoğunluğu namazlarını aksatmaz, zekatlarını titizlikle vermeye çalışır, altın işiyle uğraşanlar zekat ve sadaka hesabında hocaları detay sorularla çoğu kere terletir, imkan bulduğu ilk fırsatta o zamanlar bir hayli zor olmasına rağmen Hac vazifelerini yerine getirir, talebe okutmak için kurulmuş cemiyetlere destek olmaya çalışırlardı.

Kapalıçarşı’daki cami ve mescitler

Hafta arasında gün içindeki vakitlerde namaz için gidilen camilerin başında Nuruosmaniye Camii gelirdi. O dönem Enver Hoca adlı bir imam efendinin orada imam olduğunu hatırlarım. Hatta müezzinlerden birinin de Necati ağabey olduğu hiç aklımdan çıkmaz. Ben de babamın delaletiyle Nuruosmaniye Camii’nin hemen yanı başındaki Kuran kursunda bir dönem ezber yapmıştım. Orada Nafiz Hoca adıyla bir hocaefendi benimle ilgilenmişti. Allah kendisinden razı olsun. Ben ezber yapmaya gittiğimde orada çoğu kere rahmetli Abdurahman Gürses hocanın gelip, camideki müezzinler ve başka yerlerden de gelen hoca efendilere usul dersi verdiğine şahit olmuşumdur.

Babamların ve tabii çarşıya gittiğimizde o zaman benim de vakit namazlarında gittiğim diğer bir cami, Kapalıçarşı’nın içindeki en büyük cami olan Çarşı Camii idi. Caminin imamı uzunca bir süre rahmetli Raif Bahriyeli hocaydı. Çarşının içinden Örücüler kapısına giderken merdivenle çıkılan bir cami idi burası.

Diğer bir cami de Cevahir Bedesteni içerisindeki Bedesten Camii idi. Oranın imamı da babamın çarşıda bulunduğu dönemlerde Ahmet Hoca idi. Ahmet hoca şu an Yalova-Esenköy’ün müdavimlerinden ve her sene yaz aylarında gittiğimizde görüşüp hayır duasını alırım. O da aile fertlerini sorup selamlarını iletir.

Sokak isimleri

Kapalıçarşı’nın benim eskiden beri dikkatimi çeken en önemli özelliklerinden birisi sokaklarının ismidir. Eski dönemlerde çarşı esnafının mesleklere göre gruplandığı bu sokaklar, tabelalarına baktığınız zaman size hangi iş koluyla ilgili dükkânların bulunduğunu hemen gösterir nitelikteydi. Tabii zaman geçtikçe buralarda birçok değişiklik oldu ve bu hususiyet de çok yerde ortadan kalktı.

Mesela çarşının içine girdiğinizde en büyük cadde Kalpakçılar Caddesi adıyla anılır. Ama bugün orada kalpak satan bir esnaf bulmak mümkün değildir. Yine bahsettiğim adı çarşının bir kapısına da verilmiş olan örücülük mesleği de bugün pek görülmeyen bir meslektir. Örücüler caddesi ve Örücüler kapısı çarşının bugün de kapılarından birinin adıdır ama oralarda kaç tane örücü sanatkârı kalmıştır onu bilemiyorum. Eskiden insanlar kullandıkları eşyalarda bir yırtık veya delik oluştuğunda bu meslek erbabına gelirler, onlar da bu eşyaları bazen aslını aratmayacak şekilde onarırlardı. Giysilerin insanlar için hatırı sayılır bir önemi vardı ve en ufak bir deformasyonda bir kenara atılmazdı. İnsanlar bin bir meşakkatle kazandıkları para ile giyecekleri veya istifade edecekleri diğer tür eşyaları alırlar, ufak tefek deformasyona uğradığında onarma yoluna giderler, gerekirse tamir ederler ve onları adeta tepe tepe kullanırlardı.

Yine biraz evvel eniştemden bahsederken zikri geçen Yorgancılar caddesinde de iki taraflı olarak yorgancı esnafı yer alırdı. Hatta Yorgancılar caddesinin sonundaki Yorgancılar kapısından çıkıldığında sağda bulunan küçük mescidin adı da Yorgancılar Mescidi idi. Bu mescidin benim açımdan en önemli yanı bir dönem fırsat buldukça Cuma günü namaz kılmak için buraya gelmemdi. Çünkü namazı rahmetli şeyh Muzaffer Özak Hoca kıldırırdı ve onun vaaz ve hutbeleri de çok etkileyiciydi. Şeyh Muzaffer Özak hocanın sahaflarda bir de kitapçı dükkânı bulunurdu ki orası da özel bir mekândı.

Mesleklerden ismini alan Fesçiler, kürkçüler, gelinlikçiler, mobilyacılar, halıcılar vs. esnaf da tıpkı diğerleri gibi kendilerine ayrılmış sokaklarda yer alırlardı.

Düğüncüler

Kapalıçarşı eski dönemlerde özellikle düğün alış verişlerinde çokça tercih edilen bir yerdi. Bugünkü gibi ilçelerde bu tarz büyük alış veriş mekânları bulunmaz, çocukları evlenecek aileler topluca düğün alışverişine Kapalıçarşı’ya giderlerdi.

Bizim kuyumcu dükkânları için düğüncü müşteriler pek makbuldü. Yüzüğü, bileziği, kordonu, beşibiryerdesi, iyi bir yekûn tutardı. Aileler çarşıda diğer ev ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü de alırlar ve oradan da Mahmutpaşa’ya doğru inerek elbise ve diğer giyim eşyalarını tedarik ederlerdi.

Önce, gelişen semtlerde Kapalıçarşı’nın fonksiyonunu gören mağazalar açıldı, daha sonra da 2000’lerle birlikte AVM’lerin hepsi adeta bir Kapalıçarşı fonksiyonu ifa eder oldular.

Çarşıdan çıkış

Rahmetli babam 1977 yılında Kapalıçarşı’dan ayrıldı ve Fatih-Yavuz Selim’de bir kuyumcu dükkânı açtı. O dönem için kendisi açısından bir hayli riskli bir karardı. Çünkü Fevzipaşa Caddesini bir uçtan bir uca düşündüğünüzde bizim dükkân o yol üzerinde açılan üçüncü kuyumcu dükkânı idi. Önceleri tedirgin olmuş fakat daha sonra anladığım kadarıyla bu kararından bir hayli memnuniyet duymuştu. Bu olay bile 40 yılda İstanbul’daki değişimi göstermesi bakımından önemli bir örnektir.

Yukarıda bahsi geçen babamın arkadaşları da doksanlı yıllarla birlikte birer ikişer çarşıdan çıktılar ve Cuma akşamları yaptıkları sohbetlerini artık gün içlerinde farklı formatlarda yapar oldular.

Özetle Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alışverişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan. Şehrin yapısının, ekonomik ve sosyal ilişkilerin farklı şekiller alması, dünyada ve ülkemizde meydana gelen önemli yapısal değişiklikler her yeri olduğu gibi Kapalıçarşı’yı ve onun içindeki insanları da değiştiriyor.

Bu değişiklikleri izlerken günümüzde yaşananlar ile kurduğumuz benzerlik ve farklılıklar önemli dersler çıkarmamıza yol açıyor sanırım.

Bu yazı vesilesiyle başta babam olmak üzere, vefat eden amcalarım, babamın arkadaşlarından ve Kapalıçarşı esnafından ahirete intikal edenlere Allah’dan rahmet, hayatta olanlara da afiyetler diliyorum.

Erhan Erken, “Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak”, Şehir ve Kültür dergisi sayı 30, Ocak 2017.

Dünya Bizim, 30.06.2017

Katar krizini nasıl okumalıyız?

ABD Başkanı Trump’un Ortadoğu bölgesinde bazı ülkelere yaptığı ziyaretin ardından çok önemli gelişmeleri hep birlikte yaşadık. Körfezin yüzölçümü olarak küçük fakat maddi güç olarak bir hayli önemli bir ülkesi olan Katar’ a karşı Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın başı çektiği, arkasından onları başka devletlerin de izlediği bir hareket gelişti. Zikri geçen ülkeler, Katar’daki bir kısım kişilerin ve kurumların terörle bağlantılı olduklarını iddia ederek bu ülke ile münasebetlerini askıya aldılar, kapsamlı bir ambargo ilan ettiler ve Katar yönetiminin onlara karşı tavır geliştirmesini ilişkilerin normale dönmesi için şart koştular.

Bu tip bir karar alışın oturduğu ana temel olarak başta Ihvan-ı Muslimin (Müslüman Kardeşler) ve ismi çok net olarak telaffuz edilmese de Hamas’a Katar’ın destek olduğunu ifade ettiler. Tabii Katar’ın İran ile ilişiklerinin de bu tavır alışta ciddi bir etkisi olduğu, beyanatlarda en fazla zikredilen noktalardan bir başkası idi.

Obama döneminin sonlarına doğru İran’ın uluslararası sistem içerisine kontrollü olarak dahil edilmesi yönünde bir irade ortaya çıkmasından sonra yeniden İran’ın bu tarz bir karşı duruşa uğraması son gelişmeler içinde ilginç noktalardan birisi idi. Demek ki bir kısım güçler İran’ın sistem içine dahlini isterken başkaları da bundan rahatsızlık duymaktaydılar

İlave olarak Katar krizinin derinleştiği sırada İran’da peş peşe vuku bulan ve büyük can kayıplarına sebep olan patlamaları da aynı krizin bir tür uzantısı olarak değerlendirmek gerektiği gün gibi aşikar. Burada dikkati çeken nokta, Katar merkezli olarak ortaya çıkan kargaşanın içine İran’ı da önemli bir aktör olarak dahil edebilme çabası bu olayda da kendini bariz bir şeklide gösteriyor.

Arap ülkelerinin Körfez İşbirliği Konseyi içerisinde yıllardır birlikte çalıştıkları bir kardeşlerine karşı bu tarz bir tutum sergilemeleri, dar anlamda Arap alemi, geniş anlamda da Müslüman halklar arasında ciddi bir kırılmayı da beraberinde getirmeye yol açacak bir gelişme olarak hiç de hoş bir durum değil. Üstelik İran’ın da denklemin içine dahil edilmesi ayrışmaya daha farklı bir boyut kazandırıcı nitelikte.
Bu nahoş gelişmenin acil olarak frenlenmesi sonra da şartların normale dönebilmesi inanıyorum ki ümmet açısından önemli hedeflerimizden biri olmalıdır..

Çünkü bu tip bir gelişme öncelikle bölgede Müslümanların birlik içinde olmasını hiç bir zaman istemeyen ve kardeşler arasındaki çatışmalardan beslenen İsrail için şiddetle arzu edilen bir durumdur.
Ayrıca Osmanlı sonrası bölgeyi küçük küçük parçalara ayıran ve bu politikalarını sürekli olarak gündemde tutan batılı emperyalist güçler için de bu gelişme muhakkak ki içten içe çok hoşlarına giden bir hal. Resmi söylemleri içinde kendi parasal ve lojistik destekleriyle geliştirip büyüttükleri terörist gruplara karşı olduklarını ifade eden ve bölgede barış yanlısı gibi görünen bu güçler, detaylı bir şekilde incelendiğinden hemen tüm kararları ile karşı olduklarını iddia ettikleri istikrarsızlığı derinleştirmeye çalışıyorlar. Son gelişme ve buna karşı takındıkları tutum da bu niyetlerini açık bir şekilde gösteriyor.

İlk bakışta ana hedef olarak Katar gibi görünse de, olayın arka planında İhvan, Hamas, İran ve bölgede Batılıların hedeflerine aykırı tavır alan tüm gurupları kapsayan bu son hareket, ileri bir hamle olarak da Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik bir niyet içeriyor. Ayrıca biraz daha detaylı bakınca bölgede mezhebi ve etnik parçalanmaları da öngördüğü iddia edilebilir. Bir sonraki hedef olarak, Türkiye’nin İran ile karşı karşıya getirilmesini arzu ediyor gibi bir resmi de görmemek mümkün değil.

Yine Türkiye’nin yıllardır sağlamaya çalıştığı bölge içi yakınlaşma ve aynı dine mensup halklar arasındaki tarihi süreçte zedelenmiş ilişkileri yeniden kurma yönündeki gayretlerini dinamitlemeye çalışıyor. Bir taşla bir kaç kuş vurma hedefi direk olarak değil de çeşitli dolambaçlı yollarla sağlanmaya çalışılıyor.

Türkiye bu karmaşık denklem içinde bir yandan kendi iç dengelerini sağlam tutmak, bir yandan da bu parçalanmalara dur diyebilmek gibi bir görev ile karşı karşıya

Katar krizi ile ilgili son günlerde çok mufassal analizler okumaktayız. Olayın arka tarafında ilk anda görülen İhvan, Hamas ve İran ile ilgili sebeplerin ötesinde doğal gaz ve enerji mücadelesi, bölgedeki aşiretlerin tarihi süreçte aralarında var olan ihtilafların uzantısı, Katar’ın hacminin ötesinde bir çekim gücüne sahip olmasının getirdiği kıskançlıklar, dış güçlerin bölgede kurmaya çalıştıkları dengelere muhalif bir duruş içinde olması gibi çok çeşitli argümanlar zikredilmekte. Vuku bulan gelişmede bunların hangilerinin ve ne kadar etkili olduğunu zannederim zaman gösterecek.

Dolayısıyla ben de buradaki analizimi daha fazla derinleştirerek mevcut bilgileri tekrar etmek istemiyorum. Fakat şu ana kadar ki süreçte dikkatimi çeken çok önemli bir noktanın altını çizmeyi arzu ediyorum.

KRİZİN ÇÖZÜMÜNDE GÖNÜL DİLİ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen gün bir konuşmasında Katar krizine farklı bir yönden yaklaşarak bu problemi çözmek için reel politika ile ilgili tedbirlerin ötesinde bir gönül dili kullandı ve çözümün buralarda aranmasını tavsiye etti.

İzlediğimiz kadarıyla Tayyip bey bu konuşmasında krizin başlatıcısı ülkelere yönelik suçlayıcı ifadeler kullanmamaya özen gösterdi ve olayın geri planındaki aktörlerle ilgili detaylı analizler yapmamaya çalıştı.

Ya ne yaptı?

Krize sebep olan başta Suudi Arabistan’ a ve onunla beraber hareket eden ülkelere; ‘ bu yaptığınız Ümmetin birliğini bozmaya yönelik bir tavırdır, bundan vazgeçin’ dedi. Suudi Arabistan’a yönelik olarak, ‘ biz sizi Hadim-ül Harameyn olarak kabul ettik ve bu kimliğinizle bizim için önemlisiniz, Arap dünyasında ağabeysiniz, ne olur bu konumunuzu unutmayın’ diye yumuşak bir uyarıda bulundu.
‘Yeter artık Müslümanların arasındaki bu tartışmalar, kavgalar ve çekişmeler bunlara artık son verelim. Haklıyı haksızı bir kenara bırakıp hepimizin inandığımızı deklare ettiğimiz Kur’an – ı Kerimden ilham alarak kardeş olalım’ dedi.

Buradaki en önemli husus, hissettiğimiz kadarıyla bu sözleri sadece liderlere yönelik olarak da söylemedi. Aynı Türkiye’de yaptığı gibi, sıkıntıların kaynağı olan ülkelerdeki Müslüman halklara hitap edip, onların inandıkları değerler üzerinden konuştu. ‘Biz inanırsak Allah küçük toplulukları bile kendilerinden kat be kat büyük topluluklara karşı muzaffer kılar’ diyerek onları hem uyardı hem de farklı bir ufuk çizmeye çalıştı.

Tabii bu arada da ‘ biz bu tartışmada mazlum durumda olan Katar’ın yanındayız ve elimizden geldiği kadar onu sudan sebeplerle hırpalamanıza müsaade etmeyeceğiz’ diye ekledi.

Bu hem Katar’a karşı harekete geçen Arap ülkelerine hem de onların arkasındakilere önemli bir mesajdı. Ayrıca terörist muamelesi yapılan kişi ve kurumlara da tümüyle sahip çıktı.

Aynı konuşmada hem ‘bu olay kardeşler arası bir problemdir bunu birlik beraberlik içinde çözelim’ mesajı, hem tarihi süreçte biriken problemlere takılmayıp onları aşma iradesini gösterme niyeti, hem de ‘şayet bu ayrıştırmayı tetikleyenler bundan vazgeçmezlerse biz onlara karşı nispi olarak güçsüz gibi görünüyor olsak da buna aldırmayız ve mücadele ederiz’ ikazı vardı.

Konuşmanın özü mevcut sıkıntıları bilelim ama onlara takılmayalım, ne kadar zor olsa da sahip olduğumuz gönül yakınlığımızı öne çıkararak olması  gerekene yani vahdete yönelelim mesajıydı.

BUNDAN SONRA NELER OLABİLİR?

Bundan sonra neler olabilir sorusunun cevabını hep birlikte göreceğiz inşallah. Ama dikkat edilecek en önemli noktalar arasında başta gelen husus İslam dünyasındaki gerek mezhebi gerek de etnik unsurları kullanarak uygulanmaya çalışılan, kardeş topluluklarının arasını açma ve onları parçalama gayretlerini olabildiğince boşa çıkarabilmektir.

Bölgede uluslararası güçlerin destekleriyle palazlanması için çaba sarfedilen terörist unsurların faaliyetlerine mümkün mertebe izin vermemektir. Bölgedeki ihtilafları yine bölgenin yüzyıllardır asli unsuru olan halklar ve onların bu gün için meşru temsilcileriyle çözebilmektir. Bölgede yüzyıllardır yaşayan halkların arasında en kuvvetli bağ olan İslam kardeşliğini daima ön planda tutabilmektir.

Bu çerçevede arada birikmiş çok fazla problem noktası bulunsa bile İran’ı da kıble ehli olması dolayısıyla denklemin içinde tutabilmeyi başarabilmektir. Suud’a yapıldığı gibi İran’a da ortak kitabımız olan Kur’an üzerinden mesaj verilmeli, İslam kardeşliğini reel politik hedeflere kurban etmemek noktasında bu ülkeye de kardeşliğin her şeyin üzerinde tutulması gerektiği samimiyetle hatırlatılmalıdır.

Bölgenin tarihi dikkatlice incelendiğinde, ‘birlikte Rahmet ayrılıkta da azap olduğu’ net olarak ortadadır. Gerek batılıların gerekse de bölgeye sonradan bir çıban başı gibi giren İsrail’in beslendiği en önemli azık da Müslümanların çeşitli sebeplerle bölünüp parçalanmalarıdır.

NECDET BABAMIN VEFATI

Geçen hafta içinde bir süredir rahatsız olan sevgili babam vefat etti. Kendimi bildim bileli yanımda ve arkamda dağ gibi durmuş, ayağıma taş değmemesi için açık ve gizli olarak çabalamış, maddi ve manevi tüm gücüyle biz evlatlarını desteklemiş olan Necdet babam Rahmet-i Rahmana kavuştu.
Onun cenazesi dolayısıyla Camiye, kabristana veya evimize gelen, telefonla arayan, mesaj atan, sosyal medyada taziyelerini bildiren, hatimler gönderen vel hasıl bir şekilde yanımızda olan tüm dost ve kardeşlerimize hassaten teşekkür ediyorum.
Bu vesile ile Allah tüm geçmişlerimize Rahmet eylesin. İnşallah ahirette onlarla beraber Resulullah’ın ( as) sancağı altında hepimizi buluştursun. Amin

Dünya Bülteni, 13.06.2017

Akif Emre ile 35 yıl

Akif Emre ile 1980’lerin başında tanışmıştık. Bulunduğu çevre itibariyle o dönem Yıldız Üniversitesi, Akıncılar, İskenderpaşa geniş halkasının içinde yer almış olan Akif ile tanışıklığımız başlangıç dönemlerinde, görüştüğümüz zamanlarda selamlaşmak tarzındaydı. Hatırladığım kadarıyla ilk yakın temasımız o tarihlerde ortak iş yaptığımız Salih Pulcu’nun, Akabe yayınları için hazırladığı bir kitap kapağı çerçevesinde olmuştu. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun “Yürekdede ile Padişah” kitabının o kapağı hala hafızamda canlı durur. O dönem yayınevinin yöneticisi olan Akif Emre ile görüşmelere ben de katılmıştım. Bu çerçevede başlayan muhabbet 35 seneyi aşıp bugünlere kadar ulaştı.

Akif’in yurt dışı günleri

Akif Emre’nin hayatının bir dönemini geçirdiği Pakistan ve Afganistan günleri onda önemli izler bırakmıştı. Rusya’nın Afganistan’ı işgali sonrası o bölgedeki direnişi yerinde gözlemleyen, mücahitlerin liderleri ile tanışan ve cihadın ruhunu yakından soluyan Emre, sonraki senelerde bu gözlemlerini çok isabetli bir şekilde nakletmiş ve yorumlamıştı.

Akif’in 80’li yıllardaki bir diğer yurt dışı macerası da Londra’ya olmuştu. Esasen Makine Mühendisi olmasına rağmen gazetecilik ve yayıncılık alanına girmişti; bu amaçla 3 sene kaldığı Londra’da da hem İngilizcesini geliştirmiş, hem de yayıncılık ve sinema alanında dersler almıştı.

İslam Dünyası Ansiklopedisi

1985 sonrası Akif, bir dönem İslam Dünyası Ansiklopedisi adlı bir çalışmanın başına getirildi. İslam Dergisi gurubu tarafından başlatılan bu projede İslam Dünyası ile ilgili detaylı bir ansiklopedi tasarlanıyordu. Benim de siyaset okumuş taze bir üniversite mezunu olarak çok hoşuma giden bu proje ile ilgili rahmetlinin Fatih’te Ali Emiri Kütüphanesi’nin hemen arkasındaki binada bulunan odasında uzun ve verimli görüşmeler yaptığımızı hatırlıyorum.

Pek çok kişinin hazırladıkları maddelerle katkı sağladığı bu projede ben de Ortadoğu ülkelerine dair maddeler yazmış, hatta yazdığım yazı karşılığında ilk telifimi de bu projede almıştım. Akif, telifimi bir zarfın içinde bana takdim ettiğinde şaşırarak “bu ne?” dediğimi hatırlıyorum. Hiç aklımdan geçmeyen o parayı bana zorla vermişti. Utanmıştım ama ne yalan söyleyeyim hoşuma da gitmişti. Fakat telifini aldığım bu maddelerin yayınlandığını görmek nasip olmadı. Dizgi, tashih, redaksiyon, resim seçimi konularında ciddi mesafeler kat edilmiş bu proje, yayın grubunun yönetiminin değişmesinden sonra rafa kaldırıldı.

İlginç velime yemeği

Cenaze sonrası Seracettin Karayağız ile paylaştığımız bir hatıra Akif’i daha iyi tanımak açısından çok ilginçtir. Akif’ler düğün merasimini Kayseri’de yapmışlardı. Biz de İstanbul’daki arkadaşlar için bir velime yemeği tertip etsek diye Seracettin ile konuşmuş ve bu fikrimizi Akif’e de açmıştık.  O da çok gönüllü olmasa da bize olur vermişti veya biz öyle anlamıştık.

O zamanlar, bir grup arkadaş ile başladığımız Elif Yuva’nın Yenikapı’daki binasında bu organizasyonu tertip ettik, insanları çağırdık. Velime yemeği günü büyük bir sürpriz oldu ve Akif yemeğe gelmedi. Biz Seracettin ile çok bozulmuştuk. Gelenlere de duruma uygun bir şeyler söyledik. Yine de beraber olmanın hoş bir şey olduğunu ifade ettik. Tabii o dönemde cep telefonu yok ve biz Akif’e ulaşamıyoruz. Ertesi gün ulaşabildik. Akif’in muzip bir ifadeyle cevabı şu olmuştu: “İyi de beni çağırmadınız ki?”

Daima ümmet şuurundaydı

90’lı yılların ilk yarısında Akif kısa bir dönem Peyami Gürel’in Mecidiyeköy’deki Sanat galerisinde danışman olarak çalışmıştı. Sonrasında da Yeni Şafak Yayın Yönetmenliği, gazetede yazarlık ve Kanal 7’deki Dış Haberler Koordinatörlüğü dönemi başladı. Bu çalışmalarında ana ilkelerini şöyle özetlemek mümkündü: İslam dünyasına bütüncül bir bakış, daima ümmet şuurunu vurgulayan bir yaklaşım, mazlumun yanında zalimin karşısında bir duruş…

Türkiye’de konjonktür çok kereler değişse de Akif’in o günkü genel yaklaşımları bence hiç bir zaman değişmedi. Müslümanların önemli bir kısmı görüşlerini ve dayanak noktalarını maalesef ya tamamen ya da kısmen değiştirdiler. Fakat Akif çok temel konularda vefatına kadar istikametinden hiç sapmadı. Zaten onun belki de en önemli yanlarından biri de buydu.

Yayınevlerinde genel yayın yönetmenliği

Akif bir dönem İnsan yayınlarında çalıştı, 2003 yılı itibariyle Bilim ve Sanat Vakfı’nın yan kuruluşu olan Küre ve Klasik yayınlarında yayın yönetmenliği yaptı. İnsan yayınları ve Küre sonrasında arkasında yayınlanmış ve yayına hazır çok fazla güzel eser bıraktı.

Küre ve Klasik’e geçmeden Akif ile bizim bir gençlik sitesi girişimimiz oldu. Orhan İkiz’in de içinde yer aldığı üçlü bir kadro belli bir sermaye taahhüdü veren bir gurup arkadaşın desteği ile çalışmaya başladık. Site ortaya çıkma safhalarına geldiğinde finans kaynağı geri çekildi ve o proje akamete uğradı. Akif, Küre’ye gitti, Orhan İkiz de THY’de daha sonra Genel Müdür Yardımcılığına kadar yükselecek bir kariyere başladı.

Dünya Bülteni ve dijital yayıncılık

2006-2007 yıllarında, bir gurup arkadaşla birlikte insanlara doğru haberin sunulabilmesi üzerine istişareler yapmış ve ilk etapta bir haber sitesi kurma fikrine varmıştık. Bu esnada Küre-Klasik yayınevinden ayrılan Akif de bu işe dâhil oldu.

Bu istişareler yapılırken bir dostumuzun dikkatimizi çekmesi ile Dünya Bülteni, yeni kurulmuş ve bazı maddi sıkıntıları olan, ismi güzel, kuruluş mantığı bize kısmen uyan bir yer olarak gündemimize girdi.

Site yetkilileriyle konuşup, görüştük ve anlaştığımızı zannederek 2007 yılı Eylül ayında beraberce çalışmaya başladık. Çok iyi niyetle başlayıp kısa bir süre sonra bizi ziyadesiyle üzen bir sürecin sonunda sitenin kurucusu ile yollarımızı ayırarak Dünya Bülteni’nde Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak yayınımıza devam ettik.

Dünya Bülteni ile birlikte Akif, bu alanda yoğun bir gayret içine girdi. Sitenin dili, mevcut editörlerinin bakış açımıza adapte olması, sitenin mevcut okuyucularının bizim dilimize alışması ve ilave olarak siteye yeni okuyucu kazandırma gayretleri, bu dönemin başlıca problem alanlarıydı.

DSC_5355

Bir abi ve bir rehber

Dünya bülteninde ilk yaptığımız şeyler, tamamen Akif’in ortaya koyduğu bir farklılık olarak düşündüğüm haber analiz bölümü ve her biri aktif ve yoğun bir şekilde işleyen aile ve eğitim, tarih ve kültür kategorileri oldu. Bunların yanında yabancı basını da yakından takip ediyor, güzel yazıları anında tercüme edip yayınlamaya gayret ediyorduk. Yazılar biriktikçe, bunları dosyalar halinde bir araya getirmeye başladık ve ileride daha planlı bir düşünce kuruluşunun temelini oluşturur ümidi ile Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM) adı altında yayınlamaya koyulduk.

Dünya Bülteni’ni sürdürdüğümüz esnada, Akif ile yıllar önce niyetlendiğimiz fakat akamete uğrayan kültür-gençlik sitesi fikrinin de etkisiyle kültür haberlerini müstakil bir mecrada sürdürelim düşüncesine geldik. Bu düşüncelerden dunyabizim.com doğdu. Allah’a şükür Dünyabizim, Asım Gültekin ile başladığımız yolculuğunu, sürekli yenilenen kadrosuyla sürdürüyor. Bu bünyeye bir dönem basılı yayın olarak CafCaf Mizah Dergisi de katıldı, Akif de Dünya Bülteni dışındaki işlerin tamamında, abiliğini ve rehberliğini gösterdi.

Önemli bir yaklaşım farklılığı

Haber sitesi konusunda Akif Emre ile belki en büyük ayrılığımız onun bu çalışmaları sanki kendi özgün makalesini yazıyormuş gibi değerlendirmesiydi. Benim bakış açıma göre ise ortaya çıkan ürünün başkaları tarafından da takip edilebilmesi için biraz daha geniş bir alana hitap etmesi gerekiyordu. Biraz daha detaylandırırsak; Biz birinci derecede önem vermesek de ilkesel bazda tam karşısında olmadığımız ama bizi takip eden kitle için kısmi bir değer ifade eden konulara da sitede yer verebilmeliydik. Fakat Akif bu alanın çok fazla açılmasını uygun görmüyor ve bu konuda yaklaşımında ısrar ediyordu. Onun yaklaşımının yanlış olduğu söylenemezdi ama tüm bunlar nihayetinde bir tercihti. Sonuçta Dünya Bülteni’nde onun görüşünü öne alan ama içine biraz daha benimkinin de ilave edildiği bir üslup ortaya çıktı. Onu kırmaktansa ben de çıkana razı olmaya başladım.

Akif Emre’nin iş disiplini

Dünya Bülteni ve diğer sitelerle ilgili beraberce geçirdiğimiz dokuz yıla yakın bir sürede Rahmetli Akif’in güzel bir yönünü daha fark etmiştim. Akif çok disiplinli bir arkadaşımızdı. Yaptığımız yayın internet sitesi olmasına rağmen, pek çok kişi bu işin bir ofiste yürüdüğüne bile ihtimal vermezken, her sabah işine büyük bir ciddiyetle gelir ve saat 10.30’da haber toplantısı yapardı. Tüm editörler toplanır, gündemler tartışılır, haber ve yorumlara hangi açılardan bakılacağı müzakere edilirdi. Bu faaliyet hem yayınlarda ciddiyeti ve yaklaşım birliğini sağlıyor hem de genç arkadaşların daha iyi yetişmesine imkân veriyordu. Bu sayede dünya bülteninde bu süre zarfında bir hayli arkadaşımız yetişip farklı yerlerde hizmete devam eder hale geldiler.

Moriskoların sesi olmak

Sitelerle birlikte ufak ufak belgeseller de yapmaya başlamıştık. Almanya’da Türk İzleri başlıklı ilk belgeselimiz emsalleri içinde kalitesiyle ön çıktı. TRT’de oynatıldı ve Reyting ölçümlerinde ilk 100’ün içine girdi. Akif bu belgeselde ciddi ölçüde devredeydi. Fakat ondan sonra yaptığımız Almanya Treni ve Kıbrıs belgesellerinde ilgi düzeyi biraz daha aşağıda kaldı.

Burada şunu da eklemek gerekir ki, bu belgeselleri tamamen bir değer, bir yaklaşım veya bir bakış açısı aktarımı olarak görüyor ve öylece ilgileniyorduk. Oynattığımız yerlerden de para talep etmiyorduk.

Derken 2011 itibariyle “Elveda Endülüs Moriskolar” başlıklı belgesel çalışmasına başladık. Dünya Bülteni’ne de yıllardır destek olan iş dünyasından arkadaşımız ile bir Endülüs seyahatimiz oldu. Orada film ve prodüksiyon işleri de yapan ve dedeleri Moriskolara kadar uzanan bir aile ile görüştük. Onları detaylı dinledik. Bu seyahat, Endülüs ile ilgili yapılacak bir çalışmanın merkezini oluşturmuştu. İstanbul’a gelince Akif’e gelişmeleri anlattım. Kendisi de zaten Endülüs konusunda özel ilgisi olan bir kişi idi ve “Bu belgeseli ben yapmak isterim” dedi. Ondan daha iyi kimi bulabilirdik ki…

Adım adım Endülüs

Dünya Bülteni’ndeki çalışmaları yanında bu işe de soyundu. Belgeselin teknik yönünü yapan Yedirenk’teki arkadaşlarla beraber bir kere daha bölgeye gittik. Adım adım dolaştık. Endülüs’ten çekilme süreci ve kalanların gördüğü zulüm bizleri çok etkilemişti. Akif Emre’nin birçok mecrada detaylı olarak anlattığı bir süreç sonunda, bu konuda güzel bir belgesele imza atılmış oldu.

Ön hazırlığı ve prodüksiyonu sürecinde neredeyse hiçbir masraftan kaçınılmayan bu belgesel İspanya’da ve Kuzey Afrika’da yapılan röportajlarıyla; özgün müzikleri, senaryosu ve çekimleri ile dört dörtlük bir yapım olarak ortaya çıktı (üzüldüğümüz en önemli konu, izinlerin gecikmesinden dolayı Güney Amerika’ya da gidip çekim yapamamamızdı). Tüm bunlara rağmen herhangi bir bedel istemememize rağmen maalesef bu belgeseli arzu ettiğimiz bir tarzda etkili kanallarda izleyici ile buluşturamadık.

Mali sorunlar ve ayrılık

2015 yılının sonuna geldiğimizde, 8 yıllık Dünya Bülteni macerasında önemli bir dönemece girdik. O zamana kadar herhangi bir sıkıntı yaşamadan devam eden maddi desteğin sembolik bir seviyeye ineceği ortaya çıktı. Bu durum bizi de bir hayli üzdü ve alternatif yollar aramaya itti. Fakat nedendir bilinmez, cüzi dahi olsa bir alternatif yol karşımıza çıkmadı. Yayınladığımız tercümelerde, analiz yazılarında ve editör sayımızda ciddi kısıntıya gittik. Bu arada da Akif Emre’ye uygun yeni bir yer arama çalışmaları devam ediyordu.

2016 Mayıs ayının başlarında Akif’e Genel Yayın Yönetmenliği görevini üzerinden alarak, part time düzende bir ilişkiyle devam etmeyi teklif ettim: Mevcut şartlarda aklıma gelen kısmi bir çözüm önerisiydi. Bu çerçevede konuştuk, karara bağladık ve üzülerek editörlerimizle paylaştık. Fakat bu hal maalesef konuştuğumuz şekilde devam edemedi. Niye etmedi veya edemedi? Bu sorunun cevabını artık bilebilmemiz mümkün değil.

Helalleşme

Akif ile son bir yılımız, geçmiş senelerin yoğunluğu ile mukayese edildiğinde çok yavan geçti diyebilirim. Ağustos ayında Hac vazifesini ifa etmek için giderken bana hakkımı helal etmemi isteyen bir mail atmıştı. Ben de cevaben Hac kararlarından dolayı memnuniyetimi ifade edip hakkım varsa helal ettiğimi ve mukabil olarak ben de helallik istediğimi ve gittiği yerlere selam söylemesini istirham ettim. Daha sonraki günlerde sadece bir-iki yerde tevafuken karşılaşıp birbirimize hal hatır sorduk.

Mayıs ayı itibariyle onun Haberiyat.com adlı yeni bir site ile tekrar bu alanda çalışmaya başladığını gördüm. İçten içe de sevindim. Akif gibi bir arkadaşın hassasiyetlerine uygun bir ortamın oluşturulması hakikaten önemli bir mesele olduğundan demek ki bu özellikler karşılanmış ve yeni bir çalışmaya başlanmış diye düşünüyordum.

Vefatına dair…

23 Mayıs günü öğleye doğru onun vefat haberi geldi. Bürosuna gittiğimde ömrünü Müslümanların dertlerini dertlenmekle geçirmiş ve imkânları nispetinde Müslümanların meselelerini kitlelere duyurmak, tespit ettiği ve önemli gördüğü doğruları insanlarla paylaşmak hedefinde olan arkadaşımın, yeni bir hevesle işe koyulduğu bürosundaki cansız bedenini görmek beni çok derinden etkiledi. Bu manzaradan ilk çıkardığım ders “Hayatta şartlar ne olursa olsun dostlar ve arkadaşlar birbirlerini daha fazla aramalı ve yıllar içinde oluşmuş irtibatları her daim canlı tutabilmeli” oldu.

Vefat ve cenaze sonrasında yazılan ve çizilenler bize bir önemli gerçeği daha açıkça gösterdi; bizim mahallede insanların kıymeti maalesef hayatlarında gereği gibi bilinemiyor.

Sağlığında kısmen muhalif bir duruşa sahip olduğu için ona biraz mesafeli bakan kişi ve çevrelerin bir bölümünün, vefatından sonra Akif ile ilgili daha farklı bir yaklaşıma girdiklerini dikkatle izledik. Bu bir hakkın teslimi mi yoksa içten içe gelişen bir vicdan azabı mıydı onu da tam manasıyla kavrayamadığımı ifade etmek isterim.

Sahip çıkmak için çok geç kalındı

Keşke bu sahip çıkışlar sağlığında olsaydı da Müslüman camianın son dönemde yetiştirdiği önemli bir şahsiyet, ömrünün son günlerini daha az sıkıntılı geçireydi. Bizim inancımızda ‘keşke’nin kullanılması sakıncalı bir durum olmasına rağmen, hadisenin vahametini anlatmak maksadıyla bu kavramı kullandığım için de üzüntü duyuyorum.

Hayat her safhasıyla bir imtihan. Belki tüm bu yaşananlar bu kadar dikkat çeker bir tarzda vuku buldu da hem Akif’in sevap hanesine daha fazla şeyler yazıldı, hem de onu izleyen insanların daha fazla ders çıkartmalarına vesile oldu. Bunların hikmetini bugün bulunduğumuz noktadan bilebilmemiz pek mümkün değil.

Sonuç itibariyle 23 Mayıs günü Hakkın Rahmetine kavuşan Akif Emre ile 35 yılı aşan bir süre genel anlamıyla güzel bir beraberliğimiz oldu. Birbirimizi yüz yüze hiç kırmadık. Belki ufak tefek iç burkulmalarımız olsa da bu kadar uzun bir sürede bunların vuku bulması insan tabiatına göre sanırım olabilecek şeylerdi.

O, devrini tamamlayıp emaneti sahibine teslim etti. Vefatı sonrası hakkında bu kadar büyük sayıda bir insan kitlesinin hayırla bahsetmesinin inşallah onun Allah indinde de iyi bir yere sahip olduğunu gösterdiğine inanıyorum.

Allah Rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Âmin.

Gerçek hayat, 29.05.2017

Akif Emre’siz ilk Ramazan’a başlarken

Bir Ramazan-ı Şerif ayına daha ulaştık. İlk teravih, ilk sahur ve ilk oruç derken başladığımız bu mübarek ayın tüm Müslümanlar için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Recep ayının başında Hz Peygamber (as) ‘in ettiği bir dua vardır. ‘Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizlere mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.’ Bu dua edilirken hemen herkes   Ramazan ayı ile ilgili madden ve ruhen hazırlıklarını yapar fakat çoğu zaman Ramazan’a ulaşamayacağı alternatifini teorik olarak biliyor olsa ve buna şeksiz şüphesiz inansa da pek düşünemez. ( tabii Hz Peygamber’i (a.s) ve Allah’ın veli kullarını bundan ayrı tutuyorum)  En azından ben öyle olduğum için kendimden biliyorum. Çünkü empati yapılamayan tek şey ölümdür.  Sonuç olarak kimileri Ramazan’a ulaşır kimilerinin de ömrü vefa etmez ve ulaşamaz.

Başkalarının ölümü dünya gözü ile baktığımızda çok zor ve üzücü bir durum. Fakat kendisine ölüm ulaşan kişinin halet-i ruhiyesini kavrayabilmek ve onu ayn-el yakin hissedebilmek mümkün mü?

Pek kolay bir şey değil.

Yine tasavvufta çokça zikredilen Rabıta-i mevt meselesini halledebilenler belki bu konuda daha farklı bir yerdedirler. Ben o seviyelerde olamadığım için bu konuda maalesef kabuk ile uğraşır durumdayım

Ramazan –ı Şerif ayına ulaşmak konusunu ele alırken varmak istediğim nokta değerli Akif Emre kardeşimizin vefatı idi. Akif de, muhtemelen Recep ayının başında Resul-u Ekrem’in o duasını etmişti ama kendisine bu yıl Ramazan’a ulaşmak nasip olmadı. Şaban ayının son günlerinde Rahmet-i Rahmana kavuştu.

Yeni başlamış olduğu bir çalışmada, o çalışmanın yeni hizmete giren mekanında vefat etmesi hüzünlü bir durumdu. Aynı zamanda geride kalanlar için de önemli bir vaaz –ı nasihat idi. Ofisin içerisine girerken güvenlik kamerasındaki görüntüleri insanın birkaç dakika sonra yaşanılan bu dünyaya veda edeceği noktasındaki bilgisizliğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu hal Rahmetli Akif Emre için böyle de başkaları için değil mi? Muhtemelen herkes için aynı hal geçerli. Ölüm başkalarına verdiğimiz geleceğe yönelik tüm sözlerden daha yakın. Bir an sonra alacağımız nefesten de.. İnşallah bu gerçeği en iyi şekilde kavrayanlardan oluruz

Vefatından sonra Akif  Emre için çok güzel şeyler yazıldı ve söylendi. Bir insan için vefatından sonra hayırla anılmak kadar güzel bir şey yoktur. Cenazesindeki katılım da onun yıllarca vermeye çalıştığı mesajları anlayan çok önemli bir kitlenin varlığını gösteriyordu. Tabii bu kitlenin büyük bir kısmının Akif’in hayatında iken üzerinde sabit durmaya çalıştığı çizgi ile ne kadar yakınlığı vardı o tartışılabilir. Zaten birçok kişi de bu hususu cenazeden sonra kaleme aldıkları yazılarda altını çizerek dile getirdiler.

Fakat insanlar bir ölüm karşısında harekete geçiyor, ilişki derecesi yakın veya uzak olsun cenazede bulunmak için geliyorlarsa, burada vefat eden kişiye, onun sözlerine ve onun duruşuna değer verdiklerini anlamak gerekir kanaatini taşıyorum. Tabii, vicdan azabı, hayatında iken değerini yeterince bilememek, söylediklerine hak verse de uygulayamamanın verdiği mahcubiyet türü sebepler de cenazeye katılanların bir bölümü için söylenebilir.

Sebebi ne olursa olsun binlerce insanın hüsn-ü şahadeti ile Ahiret yolculuğuna çıkmak bir kul için önemli bir şey. İnşallah Rabbim de bu kadar insanın güzel şahadetine göre kardeşimize Rahmetiyle muamele eder. Çünkü mutlak hakim O. Onun hükmüne karşı boynumuz kıldan ince..

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarında başlayan arkadaşlık ve dostluğumuz 35 yılı aşmıştı. Bu süreçte bir çok çalışmada birlikte olmuştuk. Son olarak 2007-2016 arasında Dünya Bülteni ve onun yabancı dillerdeki versiyonlarının yayın yönetmenliğini yapmıştı. Ayrıca bu çalışmanın yapıldığı bünyede gerçekleştirdiğimiz Endülüs belgeselinde Akif, senaryo yazarı ve yönetmen olarak çok önemli bir rol almıştı.

Sürecin bizi getirdiği zorunluluklardan dolayı geçen yıl yollarımızı ayırmıştık. Kendisinden sonra ben sitede biraz daha aktif rol almak zorunda kaldım. Bu çerçevede yazdığım ilk yazıda şöyle demiştim

‘Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.’

Böyle bir dileğimiz ve mutabakatımız vardı fakat bu pek fazla tahakkuk edemedi. Son bir yıl içinde kendisiyle çok az görüşebildik. Dünya Bülteni için onun verebileceği az da olsa katkıları alabileceğimiz bir zemin maalesef oluşamadı.

Yaklaşık bir yıl sonra da Akif, internet dünyasında ara verdiği çalışmalarını devam ettireceği yeni bir mecra ile yeniden Bismillah demişti. Haberiyat.com ile başladığı süreçte bu sefer ecel yetişti ve arzusu tahakkuk edemedi.

Akif Emre ile bahsettiğimiz bu kısmi ayrılığı yaşamamıza rağmen kendisi ile küs müydük? Hayır.

Fakat çok uzun yıllardan sonra nihayete eren mesai birlikteliğinin kesintiye uğrattığı münasebetimizi, yeniden hangi formatta oluşturabileceğimizi henüz kararlaştıramamıştık sanırım. Bu tür konularda insanların arasında birbirlerinin yüzüne bakamayacak kadar büyük olaylar vuku bulmadıysa zaman en iyi ilaçtır. Fakat ecel geldiğinde o zamanı bulmak mümkün olamıyor. Bizimkinde de öyle oldu. Akif ile bizim yaşadığımız süreç bence arkadaş ve dostlarıyla ilişkilerinde kesiklik yaşayanlar için izlenmesi ve ibret alınması gereken bir ders olmalıdır.

Özetle bu Ramazan ayına yetişemeyenler kervanına bu yıl Akif Emre de katıldı. Kendisine hem şahsım hem de uzun yıllar hitap ettiği Dünya Bülteni Camiası adına Allah’dan Rahmet, ailesine ve sevenlerine de başsağlığı diliyorum. Kıymetli evlatlarını da örnek bir babaya sahip oldukları için kutluyorum. Rahmetli babalarının değerli hatırasını inşallah ömürleri boyunca daima yanlarında bulacaklardır.

Değerli okuyucularımız ve dostlarımız,

Ramazan ayı münasebetiyle Allah (cc) oruçlarınızı ve diğer ibadetlerinizi şimdiden kabul eylesin. Amin

Dünya Bülteni, 29.05.2017

Tarafsız Cumhurbaşkanlığı uygulanabilir bir kural mıydı?

16 Nisan Referandumu ile birlikte 1982 anayasasında 18 maddede toplanan önemli değişiklikler meydana geldi.. Bunlardan bir tanesi de 1960 anayasası sonrası gündeme gelen Cumhurbaşkanının herhangi bir siyasi partiye resmen üye olamaması hükmünün fiilen ortadan kalkmasıdır.

Referandumun doğası gereği maddelerin büyük çoğunluğu 2019 seçimleri ile devreye girecekken, bir maddesi 21 Mayıs 2017’deki AK Parti olağanüstü kongresi ile uygulamaya başlandı. Bu gelişme mezkur kongrenin Türk siyasi tarihinde çok önemli bir olay olarak yer almasına neden oldu.

Bir kişinin Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisi ile ilişiğinin kesilmesi ve milletvekilliğinden istifa etmesi kuralı 1961 anayasası ile yürürlüğe giren bir madde idi.

Burada şu soruyu sorabiliriz.
1961 ila 2017 arasında Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yapan kişiler acaba hiç bir siyasi parti veya görüşe bağlı olmadan mı yaşıyorlar veya icraat yapıyorlardı.?

Bu soruya evet demek mümkün değildir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanları bu konuda yemin etmiş olsalar da, ayrıca resmi olarak herhangi bir siyasi partiye üyelik kayıtları bulunmasa da dışarıdan bakıldığında bu olay hiç de böyle görünmüyordu. Söz ve icraatları bile bizlere bu konuda yeterli bir fikir edinmeyi sağlamaya yetiyordu.

Bu hükmü ortaya koyarken tabiidir ki sadece son Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ı kasdettiğim düşünülmemelidir. Geriye doğru gidildiğinde eski Cumhurbaşkanlarının icraatlarını izlemek bizlere bu konuda çok çarpıcı bilgiler verecektir

Sonuç olarak 16 Nisan referandumu ile bu hüküm ortadan kalkmış bulunuyor. Artık Türkiye’de Cumhurbaşkanları bir partinin resmi üyesi olabilecekler hatta o partinin başına bile geçebilecekler.
Bu hükme göre, AK Partinin 21 Nisan olağanüstü kongresi ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan AK Partinin yeniden genel başkanı oldu.

AK Parti çevrelerinde Sayın Cumhurbaşkanı için “yeniden aramıza hoşgeldiniz”, “hasret sona erdi” gibi ifadeler kullanılıyor olsa da, Sayın Erdoğan’ın ne gönül olarak ne de hayata ve olaylara bakış itibariyle adeta çocuğu hükmünde olan bir siyasi anlayış ve yapı ile resmen üyesi olmasa da bir kopukluk yaşadığını iddia etmek pek mümkün değildir sanırım. Ama herhalde tekrar üye olma ve partinin başına geçmesinin iki taraf için de taşıdığı önemin vurgulanması için kullanılan ifadelerdir bunlar diye değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak şu anki siyasi yapıda Türkiye’de 2019 yılında yapılması planlanan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar referandumun hemen uygulanmaya başlanan bazı maddeleri dışında 1982 anayasası hükümleri yürürlükte.  Yani Cumhurbaşkanının seçilmiş olmasına rağmen hala icraatlardan tam olarak sorumlu olmadığı, ülkeyi fiili ve resmi olarak Bakanlar Kurulunun yönettiği bir yapı mevcut. Bakanlar kurulunun bazı toplantıları Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılıyor olsa da icranın başı hala Başbakan.

Başbakan ise 21 Mayıs’a kadar parlamentoda da hakim durumda olan ve hükümeti oluşturan AK Parti’nin de Genel Başkanı idi. Mevcut değişiklik ile artık iktidardaki partinin genel başkanı değil.
O kişi mevcut durumda sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.

Erdoğan, AK Parti’nin doğal lideri ve güçlü kişilik özelliklerine sahip olduğunda zaten stratejik tüm kararların onun onayı olmadan alınmadığı düşünülse de, şu ana kadar parti genel başkanının Başbakan olması o makama ayrı bir güç ve ağırlık vermekteydi.

Yeni durumda bu güç ve ağırlık tabiidir ki eski derecesinde olmayacaktır. Bu da icranın resmen başında olacak kişiyi hem manen hem de fiili olacak yorabilecek bir durum ortaya çıkarabilir. Bu ara dönemin en büyük zorluğu fiili olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bir şekilde başlamış olmasına rağmen olayın resmi prosedürünün 2019 seçimlerini bekleme zorunluluğu olmasıdır

Geçtiğimiz bir yıl içinde Sayın Binali Yıldırım hem mevcut siyasi çerçevenin, hem de güçlü bir lider ve ona bağlı siyasi kadroların kendisinden beklediği uyumlu davranışları dışarıdan bakıldığında gayet güzel bir şekilde karşıladı. Fakat bundan sonra işin zorluğu biraz daha artacaktır.

Resmi olarak icrai sorumluluğu üzerinde taşıyan Başbakan hem Partisinin başında değildir hem de millet, 16 Nisan referandumuyla artık ülkeyi seçilmiş Cumhurbaşkanının yönetmesi gerektiğine karar vermiştir. Fakat mevcut Cumhurbaşkanı gönüllerde bu yetkilere sahip olsa da resmen bu yetkilere henüz sahip değildir.

Bu beklentilerin karşılanabilmesi için var olan Bakanlar Kurulu ve Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile her anlamda tam uyumlu düşünmesi ve davranması gerekir. İnsan fıtratının her zaman bu kadar aynı olmadığı ve fertlerin bazen farklı düşüncelere sahip olabileceği ve farklı davranışlar gösterebileceği düşünüldüğünde bu halin sürdürülebilmesinin zorluğu biraz daha iyi anlaşılabilir.

Her ne kadar seçimlerin 2019 da yapılacağı sürekli vurgulanıyor olsa da sistemin selameti ve sorumluluk mevkiindeki insanların daha az yıpranması için bir an evvel seçimlerin öne alınması ve fiili durumun gerekleri ile anayasal çerçevenin uygulanması sürecinin birbirine uyumlu hale getirilmesinin önemli olduğu, inkar edilemez bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

Geçen son bir yıllık sürede mevcut kadrolar, bu süreci sıkıntısız atlatabilecekleri yönünde önemli bir işaret vermiş durumdalar. İnşallah önümüzdeki dönemde bu hal devam eder ve dengeler en kısa zamanda yerine oturur.

İLETİŞİM KAYNAKLARININ HIZLI GELİŞİMİ VE HABERCİLİĞİN GELECEĞİ

İletişimin ve haberleşmenin çok hızlı artması ile birlikte dünyanın hemen her köşesinde olan olayları ve gelişmeleri çok hızlı bir şekilde takip edebilmek mümkün hale geldi. Medya ve haber kuruluşlarının ötesinde elinde akıllı telefonu, masasında bilgisayarı olan ve belli bir düzeyde de yabancı dil bilen herkes bu haberlere anında vakıf olabiliyor ve aynı hızla etrafına duyurabiliyor.

Tabii bu kadar hız ve çeşitlilik, doğru bilgi ile yanlış bilginin, sahih haber ile yanıltıcı malumatın, bazen de çarpıtılmış haberlerle yapılan yanlış yorum ve yönlendirmelerin birbirlerine karışmasına sebep olabiliyor. Ayrıca çok fazla haber ve bilginin çoğu kere önemli olanla, gelir geçer olanın birbirine karışmasına da yol açtığı da açık bir hakikat olarak göze çarpıyor

Bu bilgi ve haberlerin doğru bir bakış açısı ile geçmişten günümüze ve buradan da yarına yönelik sağlam bir analiz çerçevesi içine oturtulabilmesi bu yeni dönemin karşı karşıya olduğu bizce en önemli sınav alanı. Özetle doğruyu eğriden ayırıp onu sağlam bir zemine oturtmak ve gereksiz olanları da dikkat dışı bırakabilmek ciddi bir gayret istiyor.

Dünya Bülteni olarak faaliyete başladığımız günden bu yana hep bu bakış açısı içerisinde olmaya çalıştık. İnşallah bundan sonra da bu çizgimizi imkanımız nisbetinde muhafaza edeceğiz. Bizimle aynı bakış açısına sahip, yani haberin yanı sıra haberin detayı ve sağlıklı yorumu ile ilgilenen kuruluşların sayısı da artma eğilimi gösteriyor. Bu da memnuniyet verici bir durum.

Hatta ilginç olan durum bugün yayın kuruluşlarına haber hizmeti veren resmi haber ajansımız bile haber sağlamanın yanında bu tarz analizler yaptırmakta, üstelik bunları dijital yollarla direk olarak insanlara ulaştırmakta. Şekli itibariyle bazı itirazi kayıtlarımız olmakla birlikte başlangıçtan beri uygulamakta olduğumuz bir yaklaşımın bu düzeyde benimsenmesinin bize verdiği örtülü bir memnuniyeti de burada yeri gelmişken belirtmekte yarar görüyorum.

Dünya Bülteni olarak gerek yurtiçi gelişmeleri gerekse de dünyada olan biteni yukarıda bahsettiğimiz tarzda takip etmeye gayret ediyoruz. Dünyanın bir çok ülkesinde yeni seçilen liderler ve onlarla birlikte ortaya çıkan yeni yönelişler bundan sonra dünyanın alacağı şekli belirlemede etkili olacaklar. ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın son günlerdeki özellikle bizim ilgi alanımızdaki coğrafyadaki yoğun temasları, Brexit sonrası İngiltere, yeni seçilen Cumhurbaşkanı ile Fransa ve sonbaharda seçime gidecek Almanya’nın renk vereceği bir Avrupa’nın geleceği, Uzak Doğuda hızla yükselen Çin, Putin ile birlikte dünya dengelerinde yeniden söz sahibi olmaya başlayan Rusya.

Dünya Bülteni‘nde tüm bu konularla ilgili bu güne kadar yoğun bir şekilde haber ve arka plan yazıları bulmaktaydınız. İnşallah gerek haber, gerek analiz, gerekse de tercümeler yoluyla bundan sonra da bulmaya devam edeceğinize inanıyoruz.

Artan hızın ve çeşitlenen haber kaynaklarının başları döndürmediği, kafaları karıştırmadığı, aksine hakikate varabilmek için sağlıklı bir bakış açısı ile harmanlanarak doğru bilgi ve sıhhatli yoruma dönüştüğü bir mecra olma niyetindeki Dünya Bülteni, siz değerli okuyucularının da bu konuda ilgilerini beklemektedir. Katkı ve yapıcı eleştirileriniz bizler için yol gösterici olacaktır.

Allah’a emanet olun

Dünya Bülteni, 22.05.2017

Referandum sonrasında yeni bir döneme girilirken

Türkiye 16 Nisan 2017 günü çok önemli bir halk oylaması gerçekleştirdi. Yüzde 85,4’lük bir katılımın olduğu oylamada halkımız kendisine sunulan 18 maddelik Anayasa değişikliği paketine yüzde 51,4’lük bir oranla “EVET” dedi ve tasarıyı kabul etmiş oldu.

Seçim öncesi gerek yurt içi gerekse de yurt dışındaki gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki bu oylama 18 maddelik Anayasa değişikliği gündeminin kısmen dışına da taşarak hükümetin icraatlarının değerlendirilmesine, hatta daha da ötesine geçerek diyebiliriz ki adeta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın güven oylamasına dönüştü.

Daha önce bu sütunda kaleme aldığımız yazılarda anayasa değişikliği paketinin Türkiye’nin uzun yıllardır hasretini çektiği yeni bir anayasa değişikliği olmadığını fakat Türkiye’nin yönetim sisteminde 1982 Anayasası ile kurulan yapıda önemli bir değişiklik getirdiğini belirtmiştik.

2007 Yılında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi uygulamasının başlaması ile birlikte yürütmede çift başlılık tehlikesinin belirdiğini ve bunun önlenebilmesi için bu veya buna benzer bir yapısal değişikliğin önemli olduğunu ve yeni taslak ile bu sorunun büyük ölçüde çözülebileceğini de ifade etmiştik.

Ayrıca Anayasa değişikliklerinin genelde olağanüstü dönemlerde yapıldığı ülkemizde ilk defa bu çaplı bir değişikliğin sivil bir inisiyatifle ve özgür bir ortamda yapılan referandumla kararlaştırılmasını da yine Türk siyasi tarihi açısından çok önemli bir gelişme olarak görmekteydik.

Seçim sonrası tartışmaları

Böylesi önemli bir olay halkın büyük bir katılımıyla sonuçlandırılmış oldu. Gerçi seçim sırasında YSK’nın aldığı bir karar çerçevesinde seçimin meşruiyyeti üzerinde bir tartışma başladı. Bu tartışma mahiyeti itibariyle çok önemli olmasa da iç ve dış muhalif çevrelerin olayı büyütmeye çalışması ile belli bir düzeye vardı.

İç hukuk yolları olarak ilgili yargı mercileri şimdilik seçimin sıhhati konusunda bu tartışmaya haklılık payı vermediler. Fakat zaman içerisinde özellikle dış çevrelerin bu olay üzerinde daha ne gibi spekülasyonlarda bulunabileceklerini ve bunların muhtemel sonuçlarını da hep birlikte göreceğiz.

Gönül bu tip tartışmaların hiç vuku bulmasını istemezdi lakin ‘olanda hayır vardır’ hükmü mucibince ortaya çıkacak gelişmeleri beraberce izleyeceğiz. İnşallah sular en kısa zamanda durulur ve Türkiye bu önemli kararın gereklerini yerine getirerek 2019 da yapılacak seçimlerle birlikte yeni sisteme sıkıntısız ve üzüntüsüz olarak geçer.

Tabii bu arada yurt dışında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ancak bir ‘suikast ile ortadan kaldırılması’ seçeneğinden başka bir yol kalmadığını beyan edecek kadar maksadı aşan yorumlara şahit olduk. Bu talihsiz beyanat, demokrat bir görüntü içinde kendilerini takdim eden batılı çevrelerin adeta gerçek niyetlerini göstermesi açısından ibretli bir durumu da ayan beyan ortaya çıkarmış oldu.

Yine daha evvelki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi gerek seçim sistemi gerekse de siyasi partiler kanununda yapılacak değişiklikler bu anayasa değişikliğinin daha dengeli bir sistem ortaya çıkarmasına hizmet edecektir diye ummaktayız. İnşallah, öncelikle bahsi geçen bu değişiklikleri, daha sonra da 1982 Anayasasının tümünün değiştirilmesi hedeflerini görebileceğimiz günler de gelecektir diye inanmaktayız.

Referandum sonrasındaki yoğun tartışma ve yorumlama süreçleri içinde gerek hayır gerekse de evet cepheleri içerisinde farklı tartışmalar da ortaya çıktı. Özellikle evet cephesi içinde ortaya çıkan İslamcılık tartışmaları çerçevesinde bazı yorumlar hakikaten üzüntü verici nitelikteydi. Onların detaylarını da hep birlikte gerek yazılı basın gerekse de televizyonlar ve sosyal medyada dikkatle takip ediyoruz.

Biz burada bu tartışmaların detayına girmek istemiyoruz. Fakat geldiğimiz bu noktada, üzerinde yaşadığımız topraklarda İslam dininin artan etkisi ve tüm tartışmalarda merkez bir noktada bulunması gerçeğinin altını çizmeyi önemli bulmaktayız.

İslam Dini’nin merkezi rolü

Öyle ki YSK’nın kararlarını eleştiren CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile seçimlerde sorun olan oy pusulalarının mührü konusunu anlatırken Hz Peygamber Efendimizin (as) Peygamberlik mührüne atıf yaparak kendi tezini savunmak durumunda kaldı. Sadece bu örnek bile yüzyıllık bir sürede, etkisinin azaltılması için içeriden ve dışarıdan yoğun bir taarruza uğrayan İslam gerçeğinin bu topraklarda en önemli ve belirleyici bir rolü olduğunu göstermektedir. Mevcut şartlar içinde lehinde ve aleyhinde olan hemen  herkes, bulunduğu pozisyonu İslam dini ile bir şekilde ilişkilendirerek ifade etmek zorunluluğunu duymaktadır. Bu nokta bizce İslam Dini’nin gücünü ve etkisini net olarak göstermektedir.

Ayrıca yurt dışındaki çevreler için de İslam Dini, gerek bölgemizde gerekse de dünyanın hemen tüm köşelerinde etkisi sürekli artan çok önemli gerçektir. Yüce dinimizi sulandırmak, olduğundan başka bir şekilde göstermeye çalışmak, onu şiddetle, terörle ve problemlerle bir arada zikretmeye gayret etmek meseleleri çözmeye değil daha fazla girift hale getirmeye hizmet eder. Onlar için de aslolan insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiş olan İslam Dinini çarpıtmak ve olduğundan başka bir şekilde takdim etmek değil,  aslına uygun şekilde anlamaya ve onunla bu çerçevede ilişki kurmaya çalışmak olmalıdır.

Bu noktadan hareketle şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, gerek tarihi süreçte gerekse de günümüzde bu gerçeğin en büyük öznesi olan milletimizin tüm fertleri ( ki burada millet kavramını en geniş anlamda kullanmaktayız) bu ağır sorumluluğun farkına daha fazla varmak zorundadır.

İslam Dini ile bağlarımızı hem teorik hem de pratik planda daha fazla arttırmak, mensubu olduğumuz dinin hem ülkemiz hem de tüm insanlık için huzur ve saadet getirecek umdelerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve içselleştirilebilmesi için gayret göstermek zorundayız.

Bunu gerekli ölçüde yapamadığımız oranda, çok büyük bir sorumluluğu yerine getirmediğimizi de bilmek durumundayız.

16 Nisan Referandumu ile birlikte girdiğimiz bu yeni yolun hem ülkemize hem de tüm insanlığa hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İngilizce olarak yayınlanmış ve basıldığı ülkede çok satmış ilginç bir kitap. Yazarı bir Türk. Bir İngiliz hanım ile evlenen bu Türk subayı, bu evliliğinden dolayı ciddi bir cezaya çarptırılmış ve yurt dışına kaçmış bir kişi. Önceleri eserini Türkçe olarak kaleme alıyor, daha sonra İngilizceye çeviriyor. Hanımı bu çeviriyi akıcı bir dil yapısına kavuşturuyor. Yayınlandıktan sonra da kitap çok popüler oluyor.

Kitabın yazarı İrfan Orga, 1908 yılında İstanbul’da doğmuş, 1970 yılında 62 yaşında Londra‘da vefat etmiş bir Osmanlı askeri. Kuleli ve Harbiye’de okumuş. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda hem babasının hem de amcasının askere alınmasıyla alt üst olmuş bir aile içinde çocukluğunu geçirmiş. Okumaya devam et Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

16 Nisan Halk Oylaması Yaklaşırken

Referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

Türkiye 16 Nisan günü yeni bir halkoylamasına gidiyor. Yaklaşık 58 milyon seçmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için oylarını verecekler. Bu seçimde daha önce TBMM tarafından kabul edilen ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan 18 maddelik tasarı üzerinde seçmenler evet veya hayır oyu kullanacaklar.

Bilindiği üzere bu tasarı, 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbeden sonra 1982 yılında o dönemki darbe yönetimi tarafından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen Anayasanın tamamında yapılacak bir değişikliği içermiyor. Gerçi o Anayasa da daha sonra yıllarda çeşitli tadilatlara uğramıştı fakat ana taslağı tam manasıyla değiştirilememişti. Bugün de bu Anayasanın tamamı üzerinde bir değişiklik gerçekleştirilmiyor. Daha çok yönetimle ilgili 18 maddelik bir düzenleme ön görülüyor.

Tamamıyla yeni bir Anayasa hazırlığı konusunda daha önceki dönemlerde birçok teşebbüste bulunulmuş fakat bunlar çeşitli sebeplerle sonuca ulaştırılamamştı.. Bu hazırlıklar sırasında üzerinde ittifakla durulan husus 12 Eylül şartlarında hazırlanmış ve kabul edilmiş olan Anayasanın bütününün değişmesi yönündeydi. Toplumun büyük bir kesimi söylem bazında böyle bir değişikliği istediğini ifade etse de ülke şartları içinde bu konuda istenen düzenleme bir türlü yapılamamıştı

12 Eylül Anayasası özetle nasıl bir yaklaşıma sahipti?

12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinin başında meclis iradesinin ve hükümetin bir çok anayasal mekanizma tarafından kontrol altında tutuluyor oluşu gelmektedir. Bu durumda millet iradesiyle seçilen parlamento ve onun içinden çıkan hükümet, ülke yönetimini vatandaşa taahhüt ettiği şekilde gerçekleştiremiyor fakat yönetim sorumluluğunu tam olarak üzerinde  taşıyordu.

Bu anayasa ile kurulan sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı da çok önemli bir yer tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayanlar, muhtemelen o tarihten sonra ülkenin başında ya bir emekli komutanın ya da askerlerin de içinde olduğu elitlerin onayladığı bir kişinin bulunacağını hesaplamışlar ve görev tanımını ona göre düşünmüşlerdi. Vatana ihanet suçu hariç hiçbir şekilde sorumluluğu olmayan ama gerek yetkileriyle gerekse de harekete geçirebileceği çeşitli kurumlarla sistemi kontrol altında tutan bir Cumhurbaşkanlığı yapısı oluşturulmuştu.

Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu ilk kurgulanışı gereği hükümeti önemli bir oranda denetleme imkanına sahipti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Mecliste kabul edilmiş kanunları gerektiği zaman işlevsiz hale getirebiliyordu. Danıştay  kurumu idare üzerinde, Yargıtay da hukuk sistemi üzerinde aynı tarzda vesayet oluşturabiliyordu. Yüksek mahkemelerin üyelerinin seçiminde de meclisin ve hükümetin etkisi çok azdı ve bu kurumlar kendi dar çevreleri içinde bir kadrolaşma yapısına sahip idiler.

Daha sonraki bazı değişikliklerle MGK’nın işlevi daha farklı bir konuma getirildi ve bu alandaki vesayet kısmen önlenebildi. Hukuk sistemi üzerindeki vesayet konusunda da bazı adımlar atılmaya çalışıldı. Bunların bir kısmı başarılı oldu, bir kısmında ise farklı sıkıntılar belirdi. Özellikle FETÖ yapılanmasının süreçte etkili hale gelişi de yeni problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

12 Eylül Anayasasının diğer önemli bir yanı da yargıda çiftli bir yapı önermesiydi. Sivil yargı sisteminin tamamen dışında konumlandırılan askeri yargı  kendine has usullerle çalışmakta ve  ülkede çiftli bir hukuk sistemi varlığını sürdürmekteydi.

Yine 12 Eylül sistemi yürürlüğe koyduğu seçim sistemi ve siyasi partiler yasası ile Milletin eğilimlerinin parlamentoya aksetmesini engelleyen ve onu kolaylıkla kontrol altında tutabilen bir yapıyı öngörmekteydi.

Sistemde yapısal değişim

2007 Yılında ortaya çıkan 367 krizi sonrasında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusu referanduma sunuldu ve kabul edildi. Bu kararla birlikte Türkiye’de esasında yeni bir yapının köşe taşları döşenmeye başlanmıştı.

Yeni düzenlemeyle 12 Eylül anayasası tarafında zaten güçlü bir şekilde yetkilendirilmiş olan Cumhurbaşkanlığı, halk tarafından da seçildiğinde daha da kuvvetli bir konuma geliyordu.

O tarihten bu güne kadar iktidarda olan Ak Parti döneminde bu husus, aynı anlayıştaki kişilerin yönetimde olmasından dolayı, bünye içinde halledilen birkaç sıkıntı dışında çok büyük bir yol kazasına sebep olmadı. Fakat 2007 halk oylaması ile girilen yolda çift başlılık tehlikesi Türkiye’deki sistemin en önemli problem alanı olarak ortada durmaktaydı.

Bu problemi ortadan kaldırmak için kabaca iki çözüm yolu görünmekteydi: Ya Başbakanlık kurumunu daha güçlü hale dönüştürüp Cumhurbaşkanlığını sembolik hale getirmek ya da Cumhurbaşkanlığını yürütmenin başına geçirip Başkanlık veya yarı Başkanlık türü bir yapıya geçmek.

Bu çerçevede yapılan çalışmalar neticesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli oluşturuldu ve bu sistem 16 Nisan tarihinde inşallah halkın önüne getiriliyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili halkın önüne belli bir süredir çok aydınlatıcı çalışmalar konuluyor. Gerek ilmi araştırmalar olarak gerekse de basım yayın organları vasıtasıyla birçok kişi bu sistemi detaylı olarak izah etmeye çalışıyorlar. İçlerinde konunun başlangıcından günümüze tüm safhalarına vakıf ve her maddeyi gerekçeleriyle anlatabilen çok ehil kişilerin bulunması seçmenler açısından büyük bir nimet.

Tabii sağlıklı bir tarzda izahatlarda bulunanlar dışında maalesef konunun ana ekseni ile hiç de alakalı olmayan meselelerin konuşulduğu ve yazıldığı çeşitli platformların olduğu da bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen, oy verecek vatandaşlar bu konuda biraz gayret ederlerse doğru bilgilere ulaşabilecekleri bir zemine sahipler ki bu da ülkemiz için hakikaten sevinilecek bir durum

Ben bu yazımda önerilen sistemle ilgili detaylı bir analize girmek istemiyorum. Fakat bu konuda birkaç hususu dile getirmeyi arzu ediyorum.

Öncelikli olarak 12 Eylül Anayasası olarak nitelendirilen Anayasanın çok önemli bazı maddelerinin TBMM’de görüşülüp bunların değişikliği yönünde bir iradenin ortaya çıkması ve bunun halkoyuna sunulması başlı başına önemli ve müspet bir durum. İnşallah halkın iradesiyle bu alanlarda bazı değişikliklerin yapılabilmesi, daha sonra yapılması muhtemel olan daha kapsamlı değişikliklerin de önünü açacaktır.

Bu değişiklik, mevcut anayasada yapısal olarak var olan, yürütmedeki çift başlılık tehlikesini önleyecektir. Ayrıca diğer önemli bir husus da, hukuk sistemindeki askeri yargı ve sivil yargı ikileminin ortadan kalkması olacaktır.

Tasarının kabul edilmesi, Cumhurbaşkanlığı makamını yürütmenin başı olarak güçlü bir şekilde konumlandıracak ama denetlenmesine ve gerektiğinde yargı önünde hesap verebilir bir noktaya gelebilmesine de imkan verecektir.

Bu noktada özellikle muhalif çevrelerde, Cumhurbaşkanının ve parlamentonun çoğunluğunun aynı görüşten kişilerden oluşması halinde gündeme gelmesi muhtemel bir denetlenemezlik durumundan söz edilmektedir.

Böyle bir kaygıya karşı, Anayasa mahkemesinin ve diğer yargı birimlerinin eskiden olduğu gibi sistemde yer alıyor oluşunu gözden uzak tutmamak gerekir. Aynı zamanda da hem Cumhurbaşkanının hem de parlamentonun beş yılda bir halkın önüne seçim için gidecek olmaları, önemli subap mekanizmaları olarak yeni taslaktaki maddeler arasında yer almaktadır.

Ayrıca, meclis ve yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı arasında çıkabilecek bir sıkıntıda her iki tarafın da erken seçime gidebilme imkanına sahip oluşları, muhtemel yönetimsel krizler karşısında sistemin önemli bir problem çözebilme yeteneği olarak tasarıda yer alıyor.

Türkiye’deki anayasalarla ilgili geriye doğru bir araştırma yapıldığında görülür ki, bugüne kadarki tüm Anayasalar kendinden evvelki dönemlerde görülen arızaları giderebilmek ve sonrasında da daha yönetilebilir bir ülke ortaya çıkarabilmek için yapılmıştır. Bu kısmi anayasa değişikliğinde de aynı durumun varlığı açıkça göze çarpmaktadır.

Bu değişiklikten sonra tamamlayıcı mahiyette başka değişikliler de gerekmektedir

16 Nisan’daki anayasa değişikliğinden sonra Siyasi Partiler kanunu ve seçim sisteminde de halkın iradesinin parlamentoya doğru ve vesayetten arındırılmış olarak yansıyabilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması şarttır. Bu düzenlemelerin yapılması durumunda da yukarıda zikredilen ve kamuoyunda üzerinde tartışılan noktalarla ilgili duyulan bazı rahatsızlıkların tamamen ortadan kalkacağına inanmaktayız. İnşallah bundan sonraki adımda zikri geçen değişiklikler de yapılır ve sistem daha iyi bir noktaya gelir.

12 Eylül Anayasasında yer alan YÖK türü yapıların ve diğer bazı sıkıntı oluşturan hususların da topyekün ele alınacağı ve daha iyileri ile değiştirileceği günleri görebilmek de her vatandaş gibi bizlerin de beklentisidir.

Türkiye gibi yüzyıllık süreçte çok önemli yapısal değişiklikler yaşayan, Devlet aygıtının daima toplumun üzerinde olduğu ve milletin isteklerinin ve eğilimlerinin sürekli kontrol altında tutulmaya çalışıldığı bir zeminde, millet iradesini güçlendiren her adımın çok önemli bir değeri bulunmaktadır. Ama bu değişimlerin gerçekleşmesi de her zaman önemli sancıları beraberinde getirmektedir.

Bu referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

16 Nisan referandumunun diğer önemli bir özelliği de Türkiye’nin 15 Temmuz gibi bir darbe teşebbüsünden kurtulmasının hemen sonrasına rast gelmesidir. FETÖ yapılanması, diğer darbeci unsurlar ve dış desteklerin sonucunda meydana gelen kalkışmanın bertaraf edilmesi sırasında toplumumuzda ciddi bir tedirginlik yaşanmıştır. Bir diğer önemli süreç de Türkiye’nin hemen güneyinde ve sınırlarının yanıbaşında süregelmekte olan uluslar arası bir mücadelenin aynı dönemlerde vuku buluyor oluşudur.

Türkiye’nin komşusu, müttefiki ve dahi düşmanı olan tüm unsurların bu süreçlerde ülkemize karşı aldıkları hasmane tutumlar, bu referandumu kısmi bir anayasa değişikliği boyutundan daha farklı bir yere taşımıştır.

Darbe girişiminde Türkiye’deki meşru yönetimi desteklemeyen ve aksine darbecileri teşvik eden ülkeler bu referandumdan olumsuz bir sonuç çıkmasını isteyenlerle beraber hareket etmektedirler. Güneyimizdeki mücadelede her pozisyonda Türkiye’yi açmaza düşürmeye çalışanlar, Türkiye’nin canını acıtan terör unsurlarını destekleyenler, içte ve dışta bazen sinsi bazen de açıkça düşmanlık gösteren FETÖ unsurlarını arkalayanlar, bu oylamada hep birlikte hayırcı cephe içinde yer almaktadırlar..

Tüm bunların sonucunda Türkiye’nin daha iyi yönetilebilmesi için önemli bir adım olan bu kısmi anayasa değişikliği tasarısının oylanması, adeta mevcut hükümetin ve onun da ötesinde bu değişikliği savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oylanması noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Ortaya çıkan resme göre referandumda evet diyecek olanlar sadece bu taslağa evet demeyecekler. Aynı zamanda 15 Temmuz kalkışmasına karşı durduklarını, güneyimizdeki mücadelede bizi sürekli çelmeleyen görünür ve görünmez düşmanlara karşı mevcut yönetimin yanında olduklarını beyan edecekler. İçeride ise ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen başta PKK olmak üzere tüm ayrılıkçı ve bölücü unsurlara ve gerek yurt içi gerekse de yurt dışı FETÖ yapılanmasına karşı da bir duruş sergilemiş olacaklar..

Hayır diyecek olanlar da,  kısmi anayasa değişikliğini samimi bir düşünceyle benimsemeyenler de dahil olmak üzere karşı tarafta yer alacaklar.

Gelinen bu durumun da çok sıhhatli olmadığını ifade etmenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Fakat mevcut konjonktür maalesef ülkeyi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor..

İktidara düşen önemli vazife

Bu çerçevede iktidara düşen belki de en önemli vazife Türkiye’nin menfaatlerini samimiyetle düşünen ve kendi açılarından bunun gereği olarak mevcut tasarıyı benimsemeyen ve hayır demeyi tercih edecek vatandaşlarımızı bölücülerin, iç ve dış düşmanların safında görmeyip onları titizlikle ayrıştırarak, farklı bir kategoride ele almak olacaktır. Çünkü demokratik sistemlerde insanlar önlerine gelen her konuda illa o tasarıları getirenlerle aynı fikirde olmayabilirler veya bu hususlar üzerinde eleştirel bir bakış geliştirebilirler. Bu tarz sistemlerde ortaya konan tasarıları müspet karşılamak kadar uygun bulmamak da aynı derecede değerlidir. Fakat asıl olan bu noktalarda kötü niyetlilere zemin oluşturacak davranışlardan ve sözlerden kaçınılmasıdır.

Bu konuda gerek halka açık toplantılarda gerekse de verilen beyanatlarda hükümet kanadında bu tarz bir çabanın gösterilmekte olduğunu görmekten memnuniyet duymaktayız.

Sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tasarısını, 12 Eylül Anayasası ile oluşturulan sisteme önemli bir değişiklik getirmesi ve bunun halkoyuna sunulması açısından önemli bulmaktayız. Ayrıca bu tasarının halk tarafından kabul edilmesi ile birlikte gerek 15 Temmuz darbe teşebbüsünü yapan ve yaptıranlara, gerekse de Türkiye’yi içte ve dışta kıskaca almak isteyenlere karşı bir duruşun ortaya çıkmasına yol açılacağına inanmaktayız.

İnşallah ülkemiz bu çok kritik oylamayı sıkıntısız bir şekilde atlatır ve bu değişiklik sonrasında da bunu tamamlayan diğer anayasal ve kanuni değişiklikleri yaparak daha iyi yönetilebilir ve daha istikrarlı bir yapıya ulaşır.

Allah ( cc) ülkemize ve tüm İslam Alemine yardım eylesin

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Olayları sıhhatli bir şekilde değerlendirebilmek

Sömürgecilik şekil değiştiriyor

Son aylarda dikkati çeken gelişmelerden biri Afrika’nın batısında küçük bir devlet olan Gambiya’da yaşananlardı. Ülkeyi 22 yıl boyunca yöneten Yahya Jammeh Aralık ayı başındaki başkanlık seçimlerini kaybedince önce sonuçları kabul etmiş daha sonra da iktidarı devretmekten vazgeçmişti. BM ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) önce gelişmeyi kabul etmeyerek çağrıda bulunmuş daha sonra da başta Senegal olmak üzere EKOWAS güçleri ülkeye askeri açıdan müdahaleye başlamıştı. Bu durum karşısında Jammeh iktidarı bırakarak ülkeyi terk etmiş ve seçimleri kazanan Adama Barrow yemin ederek koltuğu devralmıştı.

Hadiselerin detayını gerek sitemizden gerekse de başka kaynaklardan takip etmek mümkün. Burada ilginç olan husus şu ki Batı Afrika’da Senegal’in adeta içinde bir nehir çevresinde yerleşmiş bu küçük ülkede olanlar hem komşuları hem de başta İngiltere olmak üzere büyük devletler tarafından çok yakından takip edilmişti.

Jammeh ilginç bir Afrikalı lider olarak iktidarı döneminde eski bir İngiliz sömürgesi olan ülkesini önce İngiliz Milletler topluluğundan çıkarmış, Avrupa Birliği ile ilişkilerini askıya almış, ülkede Şeriat ilan etmiş ve Türkiye ile de yakın ilişkiler kurmuştu.

Onun iktidarı bırakmasından sonra Gambiya yeni lideri ise hemen İngiliz Milletler topluluğuna yeniden müracaat etmiş ve Avrupa Birliği ile de ilişkilerini yeniden tesis etmeye başlamıştı.

Burada göze çarpan diğer önemli nokta 19’uncu yüzyıl sömürge yönetimlerinin 21’nci yüzyılda da özellikle Afrika’da farklı bir tarzda ne şekilde etkili olduğudur.

Gambiya örneği iki asır öncesinin sömürge sisteminin yeni dönemde farklı bir şekilde nasıl sürdürüldüğünü gösteren ilginç bir olaylar zinciridir.

Bu örneği dünyanın farklı coğrafyalarında da yine farklı tonlarıyla izlemek mümkün.

Birkaç asır öncesinin sömürgeci güçleri dünya savaşları sonrasında yeniden kurulan dünya sistemi içinde daha önceleri egemenlikleri altındaki bölgelerle güçleri nispetinde farklı tarzlarda ilişkilerini devam ettiriyorlar. Ama dikkat çeken nokta şu ki, hiçbir durumda bu ilişkileri kesmiyorlar

Haber ve yorumlarda isabetli olabilmek ne kadar mümkün?

Haberciler olarak, olayları yaşanırken sağlıklı bir şekilde okuyabilmek için, ciddi bir tarih bilgisine, coğrafyanın ekonomik olaylar üzerindeki etkisini kavrama becerisine, dünya dengelerini iyi yorumlayabilme kabiliyetine sahip olmak gerekiyor. Tabii sağlam haber kaynakları ile bağlantılı olmak da isabetli yorumlar yapabilmek için gerekli olan bir diğer önemli unsur. Bunlar olmadığı zaman yanılmak ve bunun neticesinde de izleyenleri yanıltmak mümkün.

Fakat burada en büyük açmaz, dünyanın farklı noktalarından haber alabilmek için de yine 19’ncu yüzyıl sömürge güçlerinin yeni versiyonlarının kontrolündeki büyük haber kaynaklarına ihtiyaç duyulması mecburiyeti. Bu kaynakların dışında sıhhatli bilgi ve haber kaynaklarına sahip olabilmek çok önemli ve haberciler için daima birinci önceliğe sahip olması gereken bir gerçek.

Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM)

Dünya Bülteni olarak bizler kurulduğumuz andan itibaren bu kısıtlar altında ama tüm bunların da farkında olarak sıhhatli haberleri nakletmeye ve bunlarla ilgili sağlıklı yorumları yapmaya ve/veya derlemeye çalışıyoruz.

Dünya Bülteni ve World bulletin sitelerimizi izleyenlerin yakinen fark ettikleri gibi haber analizlere ve seçilmiş yazılar başlığı altında özellikle farklı kaynaklardan seçilmiş makalelerin tercümelerine yer veriyoruz. Tüm bu çıktıları da DÜBAM adını verdiğimiz Dünya Bülteni Araştırma Masası adlı bölümde topluyoruz.

DÜBAM bünyesinde müstakil analizler dışında bu analizlerden derlenen dosyalar da yer alıyor. Bir internet sitesinin çapından çok daha büyük bir uğraş gerektiren bu çalışma 10 seneye yakın bir süre içinde çok değerli bir birikimin oluşmasını sağladı.

Aşağıdaki linki tıkladığınızda bu listeyi topluca görebilmeniz imkan dahilinde.

http://www.dunyabulteni.net/164/genel 

DÜBAM’ın değerini bilen araştırmacı ve okuyucu sayısı her geçen gün artmasına rağmen bu değerli birikimden henüz haberi olmayan çok sayıda hakikat aşığının bulunduğunun da farkındayız.

Arzumuz bu eksiği giderebilmek ve daha fazla sayıda kişinin bu değerli birikimden haberdar olmasını sağlamaktır.

Şubat ayındaki önemli yıldönümleri

Şubat ayının sonunda iki önemli hadisenin yıl dönümü ile ilgili haber ve yorumları çokça okuduk. Bunlardan biri Türk siyasi ve toplumsal hayatında çok önemli bir iz bırakmış olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın vefatı, bir diğeri de 28 Şubat Post Modern Darbesi.

Merhum Erbakan, ‘gücü üstün tutan değil Hakkı üstün tutan bir sistemi’ kurabilmek için hayatı boyunca mücadele etmiş bir kişi. Bu gayretleri sırasında neyi ne ölçüde başarabildiği hususunda sayfalar dolusu yazı yazılabilir ( yazılmıştır) ve günler boyu da konuşma yapılabilir (yapılmıştır). Fakat dikkatimizi çeken en önemli nokta yaşadığı dönemde kendisi ile bir çok noktada ters düşmüş veya kendisini ağır bir şekilde eleştirmiş ve itham etmiş kişilerin bile öldükten sonra kendisinden müspet bir şekilde bahsetmeleri olmuştur. Bu noktadan hareketle zihnimizde şöyle bir soru işareti uyanıyor. Acaba biz insanlarımızı hayatları içinde daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek için yeterli gayreti göstermiyor muyuz?

Bu soru bugün hayatta olan ve icraatları ile toplumu etkileyen birçok kişi için de geçerlidir sanırım.

‘28 Şubat 1000 yıl sürecek’ tarzında iddialı bir motto ile devreye giren post modern darbe sürecinin 20 yılda ülkede ne tür zararlı etkiler oluşturduğu da bu olayın yıldönümünde çeşitli yönleriyle tartışılıyor. Askeri ve sivil vesayetin topluma ne ölçüde zarar verdiğinin daha iyi anlaşılması için bu olayın yıldönümünü en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğine inanmaktayız. 16 Nisan’da yapılacak referandum öncesinde böyle bir olayın her yönüyle tartışılmasının toplumun daha sağlıklı kararlar alabilmesi konusunda da yararlı olacağını düşünmekteyiz.

Dünya Bülteni ve World bulletin ailesi olarak tüm bu kritik süreçlerde doğru haber ve isabetli yorum prensibini daima önde tutmanın gayreti içinde olacağız.

Dünya Bülteni, 01.03.2017

Kitaba değer veren bir Cumhurbaşkanı

Kültür ve eğitime verilmesi gereken önemin yoğun olarak konuşulduğu bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4’ncü CNR Kitap Fuarının açılışına katılması memnuniyet uyandırdı

25 Şubat 2017 günü ülkemizdeki yayıncılar, yazarlar ve kitap sevdalıları için önemli bir gün olarak tarihe geçti. O gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yeşilköy’deki fuar alanında 4’ncü CNR Kitap Fuarı açılış programına katıldı. Sadece katılıp kurdele kesmekle kalmadı, Kültür Bakanı Nabi Avcı ile birlikte yaklaşık 3,5 saat salonda yayıncıların stantlarını dolaştı, onlarla sohbet etti, kitapları tetkik etti.

Bu olayı, son dönemde, eğitim ve kültüre arzu edilen ehemmiyeti gösteremediklerini birçok platformda açıkça ifade eden Cumhurbaşkanımızın, Kültür Bakanı ile birlikte verdikleri, yeni bir dönemin başladığını gösteren önemli mesajlardan biri olarak değerlendirmenin isabetli olacağı kanaatindeyiz.

İnşallah bu mesaj, gereken etkiyi yapar ve ülkenin ilgili tüm kurum ve kuruluşları bu mesajdan kendileri için gerekli dersleri çıkarırlar.

Ülkemizde yayıncılığın gelişim süreci

Kitap yayıncılığı ve buna bağlı çalışmalar kültür ve eğitim konusunun olmazsa olmaz unsurlarından. Bilginin, fikrin ve düşüncenin insandan insana yayılabilmesinde kitap ve dergi gibi vasıtalar tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemini koruyor. Bu alanda oluşan ekonomik büyüklük de gün geçtikçe artıyor.

Kitap ve Yayın Sektörü Türkiye’de ve Dünya’da son yıllarda ciddi anlamda gelişen bir sektör. Türkiye de bu alanda 2016 yılında üretilen yaklaşık 666 milyon kitap ile dünyanın 11’nci büyük ekonomisi durumunda. Bu sayının 262 milyonu ücretsiz dağıtılan okul kitabı olmakla birlikte 404 milyonu da bandrole tabi yayın durumunda

Bazı kesimlerde aksi ifadeler ileri sürülse de objektif araştırmalara göre Türkiye’de kitap okuma, kitap ve yayın faaliyetleriyle ilgilenme düzeyi her geçen gün daha da artmakta. Nicelik olarak görülen bu gelişmelerin nitelik olarak da aynı ölçüde  gerçekleşmesi ve insanımızın nitelikli içeriklerle ve eserlerle daha fazla muhatap olur hale gelmesi en büyük dileğimiz.

Ayrıca sayısı artan yazılı eserlerimizin yurt dışında farklı dillere çevrilmesi ve çeşitli ülkelerde de takip edilmesi, ülke ve yayıncılar olarak ulaşmayı arzu ettiğimiz önemli bir diğer hedef. Bunun için Kültür Bakanlığının başarılı bir şekilde sürdürdüğü TEDA projesi yayıncılarımıza önemli bir destek sağlıyor.

Yurt içi ve uluslararası kitap fuarları

Gerek yurt içinde gerekse yurtdışında tertip edilen fuarlar bahis konusu ettiğimiz bu gelişmeye müsbet tesir eden faktörlerin en önemlilerinden biri. Fuarlar konusunda 35 yıldır Ramazan aylarında İstanbul ve Ankara’da açılmakta olan Diyanet Vakfı Dini Yayınlar Fuarının dışında özel mahiyetli en köklü organizasyon 36 yıldır devam eden TÜYAP Kitap Fuarı.

TÜYAP İstanbul dışında bazı illerde de kitap fuarları düzenliyor. İstanbul Tepebaşında başlayan ve şu anda Büyük Çekmece’de hizmet veren TÜYAP Kitap Fuarı’nın yayıncıların belli bir kesimine daha yakın bir görüntü verip, özellikle fuar avantajları ve fuar içeriğinin tespiti konusunda bazı ayrımcılıklar yapması bu kapsamın dışında kalan geniş bir kesimde rahatsızlıklar uyandırmaktaydı

Yukarıda zikrettiğimiz şartların da etkisiyle Basın Yayın Birliğinin önderliğinde CNR ile birlikte yeni bir kitap fuarı fikri ortaya çıktı. Bu fuarın da 4 yıl içinde çok büyük bir gelişme göstermesi ve sektörü kucaklaması, yayıncılar, yazarlar ve kitapseverler için önemli bir kazanım olarak görülüyor

Bu arada İstanbul ve Ankara’nın dışında Türkiye’nin çeşitli kesimlerinde de peş peşe kitap fuarları organize edilmeye başlandı. Bu fuarlar kitap ve dergilerle birlikte yazarları da okuyucularla daha yakın hale getiriyor ve iletişimi arttırıyor.

Dünyada iletişimin gelişmesi yayıncıların uluslar arası çevrelerle de ilişkilerini önemli hale getirdi. Dolayısıyla yayıncılarımız yurt dışı fuarlara daha fazla ilgi duyar hale geldiler.

Yurt dışı kitap fuarlarında Kültür Bakanlığı, İstanbul Belediyesi ve değişen isimlerle de olsa bazı kamu kurumları Türk kültürünün tanıtılması açısından önemli bir fonksiyon görüyorlar. Buna ilaveten İstanbul Ticaret Odası da son 10 yıldır bu fuarlara gerek stand bazında katılarak, gerek bir grup yayıncı, yazar ve düşünce insanı götürerek, gerekse de kültürel etkinlikler düzenleyerek katkı sağlıyordu.

Özellikle 2008 yılında Türkiye’nin konuk ülke olduğu ve açılışını dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı Frankfurt Kitap Fuarında gerçekleştirilen büyük organizasyon, bu alandaki çıtanın ciddi manada yükselmesine yol açmıştı. O yıldan sonra her yıl farklı bir ülkede gerçekleşen konuk ülke çalışmalarına İTO, Bakanlık ve diğer kamu kurumları ile beraber önemli seviyede destek veriyordu.. Bu katkı hem genel manada ülke tanıtımına yarar sağlıyor, hem de oluşan bu müsbet algı dolayısıyla kültür ekonomisi alanında ve onun bir alt birimi olarak yayıncılık konusunda kalıcı ve verimli ilişkiler oluşuyordu

Kültür ve Eğitim alanındaki uluslararası münasebetler uzun dönemli faaliyetler olarak, tesiri bir anda görülmeyen ama devamlı ve planlı yapıldığında kalıcı etki bırakan çalışmalardır. 10 yıla yakın suredir devam eden bu organize çalışmaların meyvesi olarak hem yurt dışında Türkiye’nin kültürel etkisi artıyor hem de bu alandaki müsbet geri dönüşler sektör tarafından yakından hissediliyordu.

Son birkaç yıldır İTO’nun yeni yönetiminde yayıncıların yurt dışı fuarlarıyla ilgili menfi bir bakış açısı görülmeye başlandı. Özellikle İTO Başkanının dillendirdiği bu görüş neticesi İTO, Kitap fuarlarına katılımda önce isteksizlik gösterdi ve sonunda da tamamen durdurma kararı aldı. Bu durum yıllardır yaşanan gelişmelerden mutluluk duyan yayıncılar açısından üzüntüyle karşılandı.

Ülkenin üst yönetiminin Kültürel çalışmalara daha fazla önem verilmesinin önemini ciddi bir şekilde vurguladığı, Ekonomi Bakanlığının yurt dışı fuar teşviklerinin içine yayıncılık ile ilgili faaliyetleri de ilave ettiği bir zeminde İTO’nun bu geri adımı, 135 yıllık bu güzide kurumumuzun tarihine maalesef menfi bir karar olarak geçmiş bulunuyor.

İTO Yönetimi, 2017 yılında yayıncıların ve odadaki temsilcilerinin  fuarlara katılımın önemi ile ilgili uzun süredir çeşitli zeminlerde yaptıkları bilgilendirmelere rağmen, yurt dışı fuar takviminde kitap fuarlarına hiç yer vermedi.

Mevcut İTO Başkanı, bu bilgilendirmelere ve zaten önemi çok açık olarak ortada duran bu duruma karşı hala ‘yurt dışındaki fuarlara katılımın önemi konusunda beni ikna edin’ tarzında garip bir savunma yaparken, Sayın Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki son kitap fuarı açılışına katılıp, kitap, yayın ve kitap fuarlarının önemini altını çizerek vurgulaması, üstelik orada 3,5 saat kalması, yayıncılar tarafından ikna olmayı bekleyen İTO Başkanı için önemli bir mesaj olarak değerlendirildi.

Cumhurbaşkanının fuarın açılışı sırasında yaptığı konuşma da kültürün, kitabın ve yayının, insanların ve toplumların gelişmesindeki müspet rolü hakkında Devletin en üst makamı tarafından yapılan çok önemli bir uyarı olarak ayrıca önemli ve değerliydi.

Sayın Cumhurbaşkanımız bundan sonraki dönemlerde de, yurt dışında ülkemizin konuk ülke olarak bulunduğu fuarlara daha önce de gerçekleştirdiği gibi,  imkan nispetinde iştirak ederek Kültür dünyamıza pozitif katkısını gösterecektir diye ümit ediyoruz.

Kendilerini bu anlamlı günde yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı fuarda ağırlayan Yayıncılık sektörü, buradan aldığı moral motivasyonla ve meselelerine gereken hassasiyeti gösteren diğer kurumlarımızın da desteği ile yurtdışı operasyonlarını daha sağlıklı yapabilecek bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Ülkemizin kendi alanında dünyanın 11’nci ekonomisi seviyesine yükselen önemli bir sektörünün taleplerine kayıtsız kalan yöneticilerin de, inşallah ilerleyen zaman içinde hatalarından döneceklerine dair inancımızı muhafaza etmek istiyoruz

Dünya Bülteni, 28.02.2017