Kitaba değer veren bir Cumhurbaşkanı

Kültür ve eğitime verilmesi gereken önemin yoğun olarak konuşulduğu bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4’ncü CNR Kitap Fuarının açılışına katılması memnuniyet uyandırdı

25 Şubat 2017 günü ülkemizdeki yayıncılar, yazarlar ve kitap sevdalıları için önemli bir gün olarak tarihe geçti. O gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yeşilköy’deki fuar alanında 4’ncü CNR Kitap Fuarı açılış programına katıldı. Sadece katılıp kurdele kesmekle kalmadı, Kültür Bakanı Nabi Avcı ile birlikte yaklaşık 3,5 saat salonda yayıncıların stantlarını dolaştı, onlarla sohbet etti, kitapları tetkik etti.

Bu olayı, son dönemde, eğitim ve kültüre arzu edilen ehemmiyeti gösteremediklerini birçok platformda açıkça ifade eden Cumhurbaşkanımızın, Kültür Bakanı ile birlikte verdikleri, yeni bir dönemin başladığını gösteren önemli mesajlardan biri olarak değerlendirmenin isabetli olacağı kanaatindeyiz.

İnşallah bu mesaj, gereken etkiyi yapar ve ülkenin ilgili tüm kurum ve kuruluşları bu mesajdan kendileri için gerekli dersleri çıkarırlar.

Ülkemizde yayıncılığın gelişim süreci

Kitap yayıncılığı ve buna bağlı çalışmalar kültür ve eğitim konusunun olmazsa olmaz unsurlarından. Bilginin, fikrin ve düşüncenin insandan insana yayılabilmesinde kitap ve dergi gibi vasıtalar tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemini koruyor. Bu alanda oluşan ekonomik büyüklük de gün geçtikçe artıyor.

Kitap ve Yayın Sektörü Türkiye’de ve Dünya’da son yıllarda ciddi anlamda gelişen bir sektör. Türkiye de bu alanda 2016 yılında üretilen yaklaşık 666 milyon kitap ile dünyanın 11’nci büyük ekonomisi durumunda. Bu sayının 262 milyonu ücretsiz dağıtılan okul kitabı olmakla birlikte 404 milyonu da bandrole tabi yayın durumunda

Bazı kesimlerde aksi ifadeler ileri sürülse de objektif araştırmalara göre Türkiye’de kitap okuma, kitap ve yayın faaliyetleriyle ilgilenme düzeyi her geçen gün daha da artmakta. Nicelik olarak görülen bu gelişmelerin nitelik olarak da aynı ölçüde  gerçekleşmesi ve insanımızın nitelikli içeriklerle ve eserlerle daha fazla muhatap olur hale gelmesi en büyük dileğimiz.

Ayrıca sayısı artan yazılı eserlerimizin yurt dışında farklı dillere çevrilmesi ve çeşitli ülkelerde de takip edilmesi, ülke ve yayıncılar olarak ulaşmayı arzu ettiğimiz önemli bir diğer hedef. Bunun için Kültür Bakanlığının başarılı bir şekilde sürdürdüğü TEDA projesi yayıncılarımıza önemli bir destek sağlıyor.

Yurt içi ve uluslararası kitap fuarları

Gerek yurt içinde gerekse yurtdışında tertip edilen fuarlar bahis konusu ettiğimiz bu gelişmeye müsbet tesir eden faktörlerin en önemlilerinden biri. Fuarlar konusunda 35 yıldır Ramazan aylarında İstanbul ve Ankara’da açılmakta olan Diyanet Vakfı Dini Yayınlar Fuarının dışında özel mahiyetli en köklü organizasyon 36 yıldır devam eden TÜYAP Kitap Fuarı.

TÜYAP İstanbul dışında bazı illerde de kitap fuarları düzenliyor. İstanbul Tepebaşında başlayan ve şu anda Büyük Çekmece’de hizmet veren TÜYAP Kitap Fuarı’nın yayıncıların belli bir kesimine daha yakın bir görüntü verip, özellikle fuar avantajları ve fuar içeriğinin tespiti konusunda bazı ayrımcılıklar yapması bu kapsamın dışında kalan geniş bir kesimde rahatsızlıklar uyandırmaktaydı

Yukarıda zikrettiğimiz şartların da etkisiyle Basın Yayın Birliğinin önderliğinde CNR ile birlikte yeni bir kitap fuarı fikri ortaya çıktı. Bu fuarın da 4 yıl içinde çok büyük bir gelişme göstermesi ve sektörü kucaklaması, yayıncılar, yazarlar ve kitapseverler için önemli bir kazanım olarak görülüyor

Bu arada İstanbul ve Ankara’nın dışında Türkiye’nin çeşitli kesimlerinde de peş peşe kitap fuarları organize edilmeye başlandı. Bu fuarlar kitap ve dergilerle birlikte yazarları da okuyucularla daha yakın hale getiriyor ve iletişimi arttırıyor.

Dünyada iletişimin gelişmesi yayıncıların uluslar arası çevrelerle de ilişkilerini önemli hale getirdi. Dolayısıyla yayıncılarımız yurt dışı fuarlara daha fazla ilgi duyar hale geldiler.

Yurt dışı kitap fuarlarında Kültür Bakanlığı, İstanbul Belediyesi ve değişen isimlerle de olsa bazı kamu kurumları Türk kültürünün tanıtılması açısından önemli bir fonksiyon görüyorlar. Buna ilaveten İstanbul Ticaret Odası da son 10 yıldır bu fuarlara gerek stand bazında katılarak, gerek bir grup yayıncı, yazar ve düşünce insanı götürerek, gerekse de kültürel etkinlikler düzenleyerek katkı sağlıyordu.

Özellikle 2008 yılında Türkiye’nin konuk ülke olduğu ve açılışını dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı Frankfurt Kitap Fuarında gerçekleştirilen büyük organizasyon, bu alandaki çıtanın ciddi manada yükselmesine yol açmıştı. O yıldan sonra her yıl farklı bir ülkede gerçekleşen konuk ülke çalışmalarına İTO, Bakanlık ve diğer kamu kurumları ile beraber önemli seviyede destek veriyordu.. Bu katkı hem genel manada ülke tanıtımına yarar sağlıyor, hem de oluşan bu müsbet algı dolayısıyla kültür ekonomisi alanında ve onun bir alt birimi olarak yayıncılık konusunda kalıcı ve verimli ilişkiler oluşuyordu

Kültür ve Eğitim alanındaki uluslararası münasebetler uzun dönemli faaliyetler olarak, tesiri bir anda görülmeyen ama devamlı ve planlı yapıldığında kalıcı etki bırakan çalışmalardır. 10 yıla yakın suredir devam eden bu organize çalışmaların meyvesi olarak hem yurt dışında Türkiye’nin kültürel etkisi artıyor hem de bu alandaki müsbet geri dönüşler sektör tarafından yakından hissediliyordu.

Son birkaç yıldır İTO’nun yeni yönetiminde yayıncıların yurt dışı fuarlarıyla ilgili menfi bir bakış açısı görülmeye başlandı. Özellikle İTO Başkanının dillendirdiği bu görüş neticesi İTO, Kitap fuarlarına katılımda önce isteksizlik gösterdi ve sonunda da tamamen durdurma kararı aldı. Bu durum yıllardır yaşanan gelişmelerden mutluluk duyan yayıncılar açısından üzüntüyle karşılandı.

Ülkenin üst yönetiminin Kültürel çalışmalara daha fazla önem verilmesinin önemini ciddi bir şekilde vurguladığı, Ekonomi Bakanlığının yurt dışı fuar teşviklerinin içine yayıncılık ile ilgili faaliyetleri de ilave ettiği bir zeminde İTO’nun bu geri adımı, 135 yıllık bu güzide kurumumuzun tarihine maalesef menfi bir karar olarak geçmiş bulunuyor.

İTO Yönetimi, 2017 yılında yayıncıların ve odadaki temsilcilerinin  fuarlara katılımın önemi ile ilgili uzun süredir çeşitli zeminlerde yaptıkları bilgilendirmelere rağmen, yurt dışı fuar takviminde kitap fuarlarına hiç yer vermedi.

Mevcut İTO Başkanı, bu bilgilendirmelere ve zaten önemi çok açık olarak ortada duran bu duruma karşı hala ‘yurt dışındaki fuarlara katılımın önemi konusunda beni ikna edin’ tarzında garip bir savunma yaparken, Sayın Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki son kitap fuarı açılışına katılıp, kitap, yayın ve kitap fuarlarının önemini altını çizerek vurgulaması, üstelik orada 3,5 saat kalması, yayıncılar tarafından ikna olmayı bekleyen İTO Başkanı için önemli bir mesaj olarak değerlendirildi.

Cumhurbaşkanının fuarın açılışı sırasında yaptığı konuşma da kültürün, kitabın ve yayının, insanların ve toplumların gelişmesindeki müspet rolü hakkında Devletin en üst makamı tarafından yapılan çok önemli bir uyarı olarak ayrıca önemli ve değerliydi.

Sayın Cumhurbaşkanımız bundan sonraki dönemlerde de, yurt dışında ülkemizin konuk ülke olarak bulunduğu fuarlara daha önce de gerçekleştirdiği gibi,  imkan nispetinde iştirak ederek Kültür dünyamıza pozitif katkısını gösterecektir diye ümit ediyoruz.

Kendilerini bu anlamlı günde yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı fuarda ağırlayan Yayıncılık sektörü, buradan aldığı moral motivasyonla ve meselelerine gereken hassasiyeti gösteren diğer kurumlarımızın da desteği ile yurtdışı operasyonlarını daha sağlıklı yapabilecek bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Ülkemizin kendi alanında dünyanın 11’nci ekonomisi seviyesine yükselen önemli bir sektörünün taleplerine kayıtsız kalan yöneticilerin de, inşallah ilerleyen zaman içinde hatalarından döneceklerine dair inancımızı muhafaza etmek istiyoruz

Dünya Bülteni, 28.02.2017

‘Kadim’ mi yoksa ‘Yeni’ mi?

Bundan yaklaşık sekiz yıl evvel, 2008 ABD Başkanlık seçimleri için yapılan kampanyalar sırasında  Barack Obama  farklı bir propaganda ile seçmenlerin karşısına çıkmıştı. Esasında alışılmışın dışında siyahi bir Amerikalı olması bile başlı başına bir farklılık oluşturmaktaydı. Bunun ötesinde de kampanyasını çarpıcı bir kavram üzerine oturtmuştu; Sürekli vurguladığı kavram şuydu:  ‘ change’ yani ‘değişim’.

Önceleri pek şans verilmese de Obama yavaş yavaş öne geçti ve seçimi kazanarak ABD Başkanı oldu.

Obama iki dönemlik başkanlığı süresince, seçim öncesi vaad ettiği oranda bir şeyleri değiştirebildi mi? Onun döneminde ABD’ de ve Dünya ‘da neler değişti neler ise sabit kaldı?

Amerikalılar ve dünya, Obama’nın vaat ettiği değişimi ne ölçüde hissettiler, bundan ne kadar memnun kaldılar?

Bu soruların hepsi ayrı ayrı uzun analizleri icap ettirici bir mahiyet arz ediyor ki bu yazıda o konulara girmek istemiyorum

Benim burada üzerinde durmaya çalışacağım nokta daha çok ‘değişim’ kavramı ve onun farklı açılımları olacak.

…..

İnsanların büyük bölümü değişimi ve yeniliği genellikle çok seviyorlar. Bu biraz da modern zamanlarda daha da fazla görülen bir husus. ‘Yeni Hayat’ ‘ Yeni bir ekonomik sistem’ ‘ Yeni Dünya Düzeni’ ve son zamanlarda çokça duyduğumuz ‘ Yeni Türkiye’.

Peki bu noktada şu soruyu sormak istiyorum: Yeni olan her zaman en iyisi midir? Hep yeni olan şeyleri mi tercih etmek lazımdır? Daima bir şeyleri değiştirmemiz mi gerekiyor? Bir çok kişinin bu sorulara ‘yeni’nin yanında tercih kullanarak cevap verdiğini görmekteyiz.

Ben ise bu yaygın ‘yeni’ taraftarlığı konusunda gönlümün çok da bu yöne doğru meyletmediğini hissediyorum

Aksine,  kendimi yokladığımda ‘geleneği olan şeyleri’ daha fazla tercih ettiğimi görüyorum. ‘Kadim’ olan çoğu kere benim nazarımda daha makbul.

Gerçi Mevlana’ya atfedilen bu sözlere baktığımızda orada bile ‘yeni ‘ tercih ediliyor gibi

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi ‘yeni şeyler’
Söylemek lazım

Mevlana bile ‘yeni şeyler söylemek lazım’ derken nasıl olur da ‘geleneğin’ ve ‘kadim’ olanın yanında yer alınabilir?

Olabilir bu da bir tercih, üstelik Osmanlı’da da kadim olana karşı özel bir saygı var..

Osmanlı’da  geçerli bir kaide olarak ‘kadim olagelene aykırı iş yapılmaması’ tavsiyeedilmekte. Kadim’in şu tanımı ile de bu konuyu nihayete erdirebiliriz: ‘kadim odur ki,evvelini bilir kimse olmaya’

Yeni ve kadim arasında yaptığımız bu mukayesenin detayını başka yazılara bırakarak, buradan hızlı bir şekilde yeniden ABD’deki son seçimlere dönebiliriz.

En son Başkanlık seçimlerinde de yeni olan bir şeylerin ABD kamuoyu tarafından da seçildiğini gördük. Trump,  ABD kriterlerine göre, hatta dünyadaki birçok ülkedeki ana yönelime göre çok değişik bir politikacı tipiydi. ‘ Yeni’ bir tipti.

Herkes önceleri Trump’un yeni söylemleri karşısında adeta şok oldu, sonra yavaş yavaş alıştı. Dünya da bir hazim dönemi geçirdikten sonra Trump’u önce anlamaya çalıştı, acaba bu aday dünyaya bir farklılık getirebilir mi diye kendi kendine sorguladı. Seçimin sonucunda Trump’un  kazanmasıyla da bu ‘yeni’ ye karşı daha bir sempati ile bakmaya başladı .

Türkiye’de bile önce pek itibar görmeyen Trump, zamanla daha bir taraftar topladı. Eskiyi temsil eden Clinton bir anda devreden düştü. Hatta Trump’un  Cumhurbaşkanı Sn. Tayyip Erdoğan ile çok da iyi anlaşabileceği üzerine yorumlar bile yapılmaya başlandı.

Yeni ABD ile Yeni Türkiye, sıra dışı liderleri ile daha iyi bir anlaşma zeminin bulabilecekler mi acaba? Şu an cevabı en çok merak edilen soru bence bu

Change ( değişim) diyen Barack Obama’dan sonra ‘yeni’ ve hatta ‘yepyeni’ bir tip olan Trump’un dünyanın süper gücü ABD’nin Başkanı olması İnşallah hem ülkemiz, hem mazlum coğrafyalar, hem de tüm insanlık için hayırlı neticeler doğurur.

….

Dünya  Bülteni olarak daha evvelki olaylarda olduğu gibi bu yeni gelişmeleri de imkanımız ölçüsünde tüm detayları ve farklı yönleri ile analiz etmeye, anlamaya ve anlamlandırabilmeye çalışıyoruz.

Site olarak başlangıcından bu güne kadar, yakinen izleyenlerin gayet iyi bildiği gibi, dünyadan ve Türkiye’den haberler verirken olayların özellikle arka planları üzerinde daha fazla durmaya gayret etmekteyiz. Bu gayeye matuf olarak zengin bir haber analiz bölümümüz var. Burada sabit olanlar kadar değişken kalemlerimiz de olaylara farklı açılardan bakmaya çalışıyorlar.

Bunun dışında Dünya Bülteni’ndeki konuk yazarlar bölümümüzde sizler için dünyadaki farklı yayın organlarından seçtiğimiz makaleleri Türkçe’ye çevirerek yayınlıyoruz.

Bu haber analizler ve konuk yazarların makaleleri belli aralıklarla dosyalar halinde derleniyor ve DUBAM ( Dünya Bülteni Araştırma Masası) bölümünde sizlerin kullanımınıza sunuluyor.

10 yıla yakın bir dönemdir yapa geldiğimiz ve diğer sitelerden en bariz farkımız da sanırım burası.

Dünya Bülteni’nin bu yönünü inşallah önümüzdeki dönemde de, belki daha da öne çıkararak, devam ettirmeyi düşünüyoruz. Bizi bu konuda gerek önerileriyle, gerek yaptıkları tercümelerle, gerekse de yazılarıyla destekleyen tüm arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz.

Tabii sizlerin de bu köşelere ilgi gösterdiğinizi görüyor olmak da bizlerin motivasyonunu arttırıyor.

İnternet yayıncılığı diğer tüm yayıncılık alanları gibi zor bir iş. Geliri kısıtlı bir sahada iş üretmeye çalışıyorsunuz. Her gün yeni bir mecranın ortaya çıktığı dijital alemde size yönelik ilgiyi canlı tutmak zorundasınız. Daima ‘yeninin’ ve ‘daha yeninin’ peşinde koşmayı değil, her daim kalıcı olanın,  kadim olanın ve gelenek oluşturanın peşinde gitmeyi hedef edindiyseniz tüm bu ‘yeniler’arasında ‘kalite’ ile ve ‘eskimeyen yeni’ ile ayakta durabilmeniz gerekiyor.

İnşallah biz de olabildiği ölçüde bunu sürdürmeye gayret edeceğiz.

Gayret bizden Tevfik Allah’tandır

Dünya Bülteni, 16.11.2016

Komplo Teorileri Neler Söyler?

Komplo teorilerini ve/veya olaylarını daha genel bir çerçevede anlamamızı sağlayan detaylı analizler ve kitaplar benim hayatımda önemli bir yer tutmaktadır. Bu yazıda geçmişten günümüze bu hususta karşılaştığım bazı örnekler üzerinden düşüncelerimi arz etmeye çalışacağım.

Uluslar arası siyaset alanında ufuk açıcı kitaplar

İlk olarak gençliğimizde bir hayli meşhur olan ve Yesevizade ismini kullanan zatın Bilderberg Groupadlı kitabından bahsedebilirim. Bu kitapta yazar, Bilderbergçilerin çeşitli ülkelerdeki toplantılarını ele alıp, ülke ülke katılımcıların listelerini naklediyor ve uluslar arası ilişkilerdeki önemli olayların gerisinde bu grubun olduğunu çeşitli delillerle açıklamaya çalışıyordu.

İkinci olarak zikredebileceğim, rahmetli Raif Karadağ‘ın Petrol Fırtınası adlı kitabı. Bu kitapta yazar, özellikle son yüzyılda uluslar arası siyaset alanında vuku bulan olayları petrol savaşları nokta-i nazarından izah ediyordu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, meselelerin arka planlarını sanki tam olarak kavradığımı zannetmiştim. Rahmetli Raif Karadağ yıllar sonra Ankara’da kaldığı bir otel odasında ölü bulunmuştu.

Yine bu çerçevede Altın Dosyası adıyla tercüme edilmiş bir romanı okuduğum yıllarda,  dünyadaki altın ve önemli para birimleri arasındaki mücadelelerin karmaşık ilişkisini kısmen kavradığımı zannederek, dünya olaylarının gerisinde altın meselesinin de önemli bir rolü olduğuna dair bir kanaate sahip olmuştum

.Emin Acar’ın sohbetleri bizi sarsardı

Yine gençlik dönemlerimizde, rahmetli Dr. Emin Acar yılda bir iki sefer İstanbul’a geldiğinde, bir grup arkadaşımızla beraber bizlere, dünya ve Türkiye’de olan bitenlerle ilgili çok farklı şeyler anlatırdı: Yahudilerin farklı versiyonları arasındaki detaylar, Sabateistler, devlet kademesindeki imanlı kişilerin hadiselerin gidişi üzerindeki müsbet tesirleri… O sohbetlerden sonra zihnim allak bullak olur, yaşadığımız zamanla tekrar ilişkiye geçebilmek için uzun bir süreye ihtiyaç duyardım

Takip edenler hatırlayacaktır, seksenlerin sonu ve 90’ların başlarında Aydınlık gazetesi ve 2000’e Doğru neler neler yazardı. O dergileri ciltletmiştim, hâlâ durur ve ara sıra bazı konulara bakarım. Laik devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insanları ayetli bildiriler ile cihada çağırdığını, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları, 1970’li yıllarda İçişleri Bakanlığı’nda oluşan muhafazakar yapılanmanın Özal döneminde nasıl beraberce hareket ettiklerini ve devlet içinde hakim duruma geçtiklerini anlatır ve bu ekiplere belli çevrelerin dikkatlerini çekerdi.

Kafa karıştıran sohbetler, kitaplar, raporlar

Aclan Sayılgan’ın Deprem adlı romanı bir hayli ilginçti. Orada geçen kişilerden acaba kim kimdir diye bayağı kafa yormuştum.

İlave olarak 12 Mart Muhtırası sonrasında o dönemin bazı komutanlarının hatıraları, kendi dönemlerindeki olayların arka planlarını komplocu bir bakış açısıyla ve kendi perspektiflerinden anlatıyordu. Okuduğum zaman hayretler içinde kaldığımı hâlâ hatırlarım.

Rahmetli Ufuk Güldemir’in Kanat Operasyonu adlı kitabı da bu çerçevede zikredilmesi gereken benim açımdan klasikleşmiş eserlerden biri olarak kayıt edilmeli.

Rahmetli Mahir Kaynak her daim olayları farklı bir bakışla açıklardı. Onu dinlediğimizde, sanki bazı olayların arka planlarını daha iyi kavradığımızı düşünürdük. Sonrasında bu sohbetlerin kitap haline gelenlerini de ilgi ile okumuştum. Bu görüşler ve çözümlemeler karşısında bazen kafamız durulur bazen de daha fazla karışırdı.

Rahmetli Ömer Lütfi Mete keza bu tür konuları çok güzel değerlendirir ve yazıya geçirirdi.

 

TBMM Susurluk Raporu bir dönem beni çok etkilemişti. Birkaç defa altını çizerek okuyup içinde anlatılanlara nüfuz etmeye çalışmıştım. Orada geçen olayları ve çeşitli kesimlerin ifşaatlarını okuyunca, yaşadığımız hayat içinde fark edemediğimiz birçok detayın, aslında çok önemli gerçeklerin kısmen görünür tarafı olduğunu anlıyordum. Bugün bile dikkatli bir şekilde takip edince, o raporda ismi geçen birçok kişinin veya grubun, son dönemlerde vuku bulan bazı hadiselerin kenarında veya köşesinde olabileceğine dair düşünceler zihnimde uyanmakta. Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu sözcülüğü de yapan rahmetli Bedri İncetahtacı‘nın başına gelen trafik kazası ve bu kaza neticesi vefat edişi ders verici mahiyette bir olaydı.

 

Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun raporunu okuyamadığım için kendimi hep eksik hissederim. Herhalde orada da çok önemli şeyler vardı. İlk fırsatta okumayı arzu ediyorum.

Yalçın Küçük‘ün “Tekeliyet” adlı seri kitaplarının içinde bana göre çok uçuk bazı çözümlemeler mevcuttu ama yine de ufukaçıcı bir çok yönü vardı.

 

Merhum Cem Ersever’in hatıraları ve bu hatıralarda geçen bilgiler dudak uçuklatıcı mahiyette şeylerdi. O da maalesef faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Son Devir adlı internet sitesinde bir dönem yazılar yazan biyografi.net sitesi sahibi Mahmut Çetin‘in nesep üzerinden çözümlemeleri de yabana atılmamalı diye düşünürüm.

Bu araştırmacımızın kaleme aldığı X ilişkiler ve Boğaz’daki Aşiret iki güzel kitap olarak güncelliğini kaybetmemiş bir şekilde hâlâ raflarda yer alıyor. Mahmut Çetin yazılarında hep bu girift bağlantıları ele alır ve bu bağlantılar üzerinden çözümlemeler yapar.

Televizyon dizilerinden de bir iki cümle ile bahsetmek gerekir

Derken önce Deliyürek dizisi ve Yusuf Miroğlu tiplemesi çıktı piyasaya, sonra da Kurtlar Vadisi. İkisinin de başlangıç ekibinde sanırım rahmetli Ömer Lütfi Mete vardı. Konsept danışmanı da Soner Yalçın idi. Birçok kişi dudak büküp geçse de ben bu dizilerin ve içinde yer alan olayların belli bir bakış açısıyla izlendiğinde bazı şeylere dokunduğunu görüyordum veya hissediyordum. Ama bunlar hakikatın kaçta kaçıdır, onu bilebilmemiz pek mümkün değil.

Kurtlar Vadisi ilk başlarda gençliğimizden beri anlatılanları parça parça kullanarak kendince oluşturduğu belli bir kurgu içinde anlatıyordu. Çoğu meseleyi de bayağı güzel izah ediyordu (veya diziyi yapanlar ve yayınlayanlar bu meseleleri orada ortaya konulduğu şekilde anlamamızı istiyorlardı ve epey başarıyorlardı.) Son dönemlerde dizi daha magazine yöneldiğinden benim nazarımda eski değerli durumunu yitirdi. (Belki de ben kanıksadım.)

Son dönem yazarları

Son dönemlerde bu tarzda yeni birçok kalem ve araştırmacı konuşur/yazar kişi bahsekonu bu kervana katıldı. E-muhtıraArap Baharı15 Temmuz darbe girişimi sıralarında da bayağı enteresan yeni isimlerin birbiri ardınca gelen çözümlemeleri ve komplo teorileri çıktı ortaya. Bazılarını okuduğumda bu kadar çapraz ilişkiyi, yurt içi ve yurt dışı bağlantıyı nasıl elde ediyorlar ve bir araya getirebiliyorlar diye hayretler içinde kaldığım olmuyor değil. Anlatılanların acaba kaçta kaçı gerçek diye kendi kendime sıkça soruyorum. Bir bölümünün ne kadar tutarsız olduğu hemencecik ortaya çıktı. Hakikate isabeti henüz tesbit edilemeyenler de tahminim zamanını bekliyorlar.

Bu tür teorilerin ve analizlerin yabancı versiyonlarını ise hiç saymıyorum. Onlar ayrı bir yazının konusu olabilir.

Eskiden olduğu gibi bugün de bulabildiğimi okumaya çalışıyorum. Fakat bir başka açıdan bakıldığında da bunun sonu yok. Tüm bu okuduklarım ve hâlâ okumakta olduklarım ile birlikte benim paranoyaklık seviyem herhalde üst limitlere vardı. Neredeyse sokakta yürürken “ben acaba bu davranışlarımla şu an kimlere hizmet ediyorum” sorusunu kendi kendime sorar hale geldim. Ciddi ciddi baktığımda bazılarının kısmi de olsa isabetli laflar söyleyebildiğini kendimce müşahede edebildiğimi sanıyorum. Ama içlerinde kuru sıkı atanların da olduğunu görüyorum. Onların da bilemediğimiz türlü türlü sebepleri var kuşkusuz. Bu konuşmaların, yazıların ve kitapların içinde tabiidir ki samimi niyette olanlar mevcut. Aynı zamanda belli kesimler adına hareket edenleri, hatta tetikçi dediğimiz sınıfa girenleri de…

Okumak muhakkak ufuk açıcı fakat kendinizi kaptırdığınız zaman kafa sağlığınız tehlikeye girebilir, bu noktaya da özellikle dikkat etmek gerekir.

 

Üsküdar’ın Üç Sırlısı

Bu aralar rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre‘nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı başlıklı bir kitabını okudum. Özemre Hoca, üç rahmetli Melami şeyhinin hayatlarını ve onlarla kah birlikte yaşadıklarını kah onlara dair duyduklarını anlatıyor. Kitapta anlatılanlara bakıldığında manevi âlemde gözlerden uzak ne kadar değişik olayın vuku bulduğunu görebiliyorsunuz. Bu da göz önünde cereyan eden olayların bir başka boyutu.

Fakat ibretle fark ediyorsunuz ki bu sırlı âlemde “kader inancına” müthiş bir saygı var. “Allah’ın kurmuş olduğu nizama sakın müdahale etmeye kalkma ve imkanın nisbetinde O’na teslim ol” görüşü ve tavsiyesi hakim. Hatta ilginç bir detay olarak zikretmek gerekirse merhum Eşref Efendi’nin yanındakilere şu öğüdü müthiş. Yol üzerinde çok uzun bir süredir durmakta olan büyükçe bir taşı kaldırmaya çalışan talebesine, “Oğlum, belli bir yerde duran bir taş uzunca zamandır orada duruyorsa sakın o taşı elleme, kim bilir ne hikmeti vardır ki orada duruyordur. Fakat sen insanların geçtiği yere onları engelleyecek yeni bir taşı sakın koyma.” Bizim gibi irade-i cüziyesini çok fazla önemseyen, zihni Batılı paradigmayla kısmen arızaya uğratılmış tiplerin bunları anlaması ne kadar mümkün? O da ayrı bir konu.

Tüm bunlardan sonra özetle vardığım nokta “La Galibe İllallah”. Allah’tan başka Galip yoktur. Tek galip O’dur… Bu ibareyi Endülüs’deki El-Hamra Sarayı’nın duvarlarında da görebilirsiniz. O izin vermezse ve dilemezse kainatta yaprak kımıldayamaz. Sebepler âleminde var olan unsurlar kaderin tecelli etmesinde ancak bir vesile hükmündedirler. Başkaca da bir önemleri yoktur.

Bize düşen ne?

Geldiğim noktada kendi kendime şu soruyu soruyorum: Niye sıtk-ı sadakatla, Hakim-i Mutlak olan Allah’a hakkıyla yönelemiyoruz? Arzu ettiğimiz meşru şeyleri neden usulüne uygun biçimde sadece O’ndan isteyemiyoruz? Niye işler bizim istediğimiz gibi olmayınca vardır bir hikmeti deyip boynumuzu bükemiyoruz?

Oysa birkaç kelime ile özetlemek gerekirse bize düşen; namaz, niyaz, zekat, sadaka, Emri bil Maruf, Nehyi anil Münker (İyiyi en güzel şekilde anlatmak ve kötüyü görünce de engellemek, olmadı söylemek, geniş kesimlere anlatmak veya yazmak). Kur’an’ı, sünneti anlamaya ve uygulamaya çalışmak. Aile, yakın çevre, derken daire daire kendimizin ve çevremizin eğitimi ve öğretimi ile haşır neşir olmak. Sonrasında ise vuku bulana teslim olmak. En iyisini O bilir deyip razı olup, susmak.

Bu yazan ve çizenlerin büyük bir bölümü, sanki “Allah dışında başka düzenleyiciler varmış gibi bir noktaya taşımaya çalışıyorlar insanları” gibi geliyor bana… Yok Kraliçe, yok İlluminate, yok konsey, yok baronlar, yok Rothschild ailesi, yok herhangi bir gurubun Maşrik-i Azam’ı vb… Bunların hiç birisi (ve tabii gruplar, teşkilatlar), Allah dilemezse ve izin vermezse adım bile atamazlar.

Son cümleyi şöyle bağlamak istiyorum: Allah (cc) ile hakkıyla irtibat kuracak ve bu irtibatı muhafaza edebilmeyi becerecek bir yol bulmamız lazım. Ben belli bir zamandır bunu aradığımı zannediyorum. İnşallah hakkıyla arıyorumdur.

Bilenlerden ve bulanlardan özellikle yardımlarını bekliyorum.

Dünya Bizim, 19.09.2016

Olağanüstü hal şartlarında yaşamak…

15 Temmuz Darbe girişiminden bu yana bir ayı aşkın bir zaman geçti. Kalkışma ve onun bastırılmasıyla nihayete eren darbe süreci, sonrasında da ilan edilen olağanüstü halin kendine has şartları ile birlikte, tabiidir ki toplumda yepyeni bir dönemin başlamasına sebep oldu.

Darbe girişiminin merkezinde yer alan FETÖ’ye mensup unsurların toplumun hemen her köşesinden temizlenmesi ana hedefine bağlı olarak başlatılan çalışma, her gün yeni açılımların devreye girmesi ile sürekli genişliyor. 40 Yılı aşkın bir süredir toplumun her kesiminde adeta bir dantel gibi işlenmiş olan bu yapının özellikle tehlikeli unsurlarının, toplumun diğer kesimlerine zarar vermeden ayıklanması çok ciddi bir hassasiyet gerektiriyor.

Öncelikle geriye doğru geçen 40 küsür yılda, toplumun içinde çok geniş bir yelpazede etki alanı oluşturdukları için Hükümet tarafından 17/25 Aralık 2013 dönemi bir başlangıç noktası olarak tesbit edilmiş durumda. O dönemin Başbakanı Sn. Erdoğan ve ailesine yönelik hukuki görünümlü bir kumpasın yapıldığı bu tarihin, mücadele için adeta bir milat işlevi gördüğüne şahit oluyoruz. Bu tarihten sonra bu örgüt ile ona katkı sağlayacak tarzda münasebet geliştiren kişi ve yapılar mercek altına alınıyor.

Böylesi bir dönemde itiraflar, şikayetler, kimileri samimi olsa da insani zaaflardan kaynaklanan hatalı yönlendirmeler, iftiralar ve çekememezlikler, hepsi, süreçte belli oranda etkili oluyor ve uygulayıcıları zora sokuyor. Bazen,  kurunun yanında yaşın da yandığı örneklerin ortaya çıktığını da görmekteyiz.

CEMAAT ALGISINA ZARAR VERİYOR

Darbe girişimine kalkışan bu örgüt, başından itibaren bir cemaat kimliği altında hayatiyetini sürdürdüğünden, verdiği zararın çok önemli bir kısmı ise Dini Cemaatlerin algısı üzerinde oldu ve maalesef olmaya da devam ediyor. İyi niyetli insanlar doğru ile yanlışı birbirlerinden ayırma konusunda gayret içinde olmalarına rağmen, dini yapılara ve toplumdaki din ile ilgili konulara müsbet bakmayan kesimlerin bir bölümü ise bu gelişmeyi tüm dini cemaatlere karşı kullanma gibi bir temayül içine girdiler. Bu kişilerin ‘Bakın işte, cemaat yapılarının bu tür zararlı yönleri var, bozuk bir zihniyet üretiyorlar, aman ha bunlardan kaçınalım’ tarzı hatalı görüşleri, kabul edilmiş mutlak bir doğru gibi yüksek sesle dile getirdiklerine şahit olmaktayız

Bir adım ötesinde Cumhuriyetin kurucu ayarlarına dönelim diye de ifade edilen bu tutum, top yekun dini düşüncenin ve hassasiyetlerin toplumda hakim olmasının zararlarının öne çıkartıldığı, dini, yaşanan hayatın tamamen dışına çıkaran seküler yaklaşımın hakim olmasının istendiği bir noktaya kadar varabilir ki bu da hiç tasvip etmeyeceğimiz bir gelişmedir.

Toplumun nerdeyse 70 yıla yakın bir sürede elde ettiği birçok kazanımı üstelik başlangıç itibariyle dini bir kisve içinde faaliyet gösteren bir yapının affedilmez hataları ile tersine doğru götürülmeye çalışılması çok hazin bir durum. Üstelik 40 yılı aşkın bir süredir yurt içinde ve yurt dışındaki yetişmiş büyük bir insan unsurunun da ( yüz binlerle ifade edilen bir sayı) artık ülke tarafından değerlendirilemeyecek bir noktaya getirilmesi de diğer acı bir gerçek.

Tabii bu geldiğimiz noktayı değerlendirirken sadece bu örgütün başındaki isim olan Fethullah Gülen ve kurmay kadrosunu suçlamak yeterli değil. Bunun yanında olayların bu noktalara gelmesinde isteyerek veya istemeyerek çeşitli derecelerde katkı sağlayan herkesin ciddi bir şekilde düşünmesi gerekiyor. Bu düşünce temrini yeterli ölçüde yapılamazsa yarın da buna benzer zararlı hedefleri olan paralel yapılar maazallah yine bu ülkenin başına dertler açabilirler.

OLAYLARIN DIŞ BOYUTU

Bu gelişmelerin dış boyutlarına da bir miktar bakmakta yarar var. Ülkemizde darbe girişimlerinin ülke dışı büyük güçlerin müdahalesi, rızası veya en hafifinden bilgisi olmadan gerçekleştirildiğini bugüne kadar hiç görmediğimizi not etmemiz gerekiyor. Bu girişimde ise bu husus daha ilk andan itibaren ayan beyan ortaya çıktı. Batılılar ve ABD bu olayda adeta şuç üstü yakalandılar.

Darbe girişimi sürecinde ve sonrasında, Batılılar, ABD ve onların işbirlikçileri darbe başarılı olmadı diye adeta üzüldüler. Darbe sonrasında neredeyse bu haince teşebbüse kalkışanların haklarını savunmaya giriştiler.

Türkiye’nin kendi tarihi ve değerleri ile barışık bir noktaya doğru yönelmesi, ülkenin belli bir gelişmişlik düzeyini yakalamaya başlaması, bölgesinde ve dünya dengeleri içinde dikkat çekici bir konuma ulaşması,Türkiye’nin özellikle gönül coğrafyası üzerinde hesapları olan Batılı güçlerin keyfini kaçıran bir durumdu. Türkiye’nin, Batılı değerleri ve sistemleri kendi gönül coğrafyasına aynen nakletmesi ve bu değerlerin bekçiliğini yapması onların arzuladıkları bir şeydi. Bir dönem Türkiye bu hedefe yönelik bir konum içindeymiş gibi davranmıştı. Ama özellikle son 5-6 senedir bu çerçevede Türkiye’de üst düzey bir bakış açısı değişikliğinin görülmesi, Batılılar cephesinde pek de iyi karşılanmıyordu.

Eksen değişikliği sözüyle özetlenen ve adeta bir suçlama vesilesi olarak kullanılan bu bakışın bir diğer tezahürü de toplumda ciddi bir karşılığı bulunan  Sn. Cumhurbaşkanı ‘nı itibarsızlaştırma teşebbüsleriydi. Onun toplumda gittikçe artan gücü ve kendi öz değerlerine yönelik mesajları,  Batılılar tarafından hoş karşılanmıyor ve bu durum da açıkça dillendiriliyordu. Onun ya batılıların hedeflerine daha uygun bir çizgiye getirilmesi, ya da belli manipülasyonlarla idareden el çektirilmesi hedefleri, gerek resmi söylemlerde gerekse de düşünce kuruluşlarının raporlarında bazen açık bazen de satır aralarında görülebiliyordu. Dolayısıyla darbe girişimini arkasında bu güçleri tesbit etmek çok zor olmadı.

Üstelik darbe girişimi sonrası Türkiye’nin kısmen kendi içine kapanması, bu güçlerin özellikle İslam coğrafyasında mevzi kazanma noktasında hemen aktif duruma geçtikleri bir zaman dilimi oldu. Kuzey Irak’ta, Suriye’de Filistin’de Mescid-i Aksa’da, Libya’da, hasılı  dünyanın hemen her noktasında hareketlenme had safhaya çıktı.

Türkiye bir yandan kendi iç dengelerini yeniden toparlarken, bir yandan da bu dış hareketlenmelere özellikle dikkat etmek durumundadır. Büyüklerimizin ‘su uyur düşman uyumaz’ lafı tam da bu tip bir durumu ifade eder güzel sözlerden birisidir.

Darbe girişimi sonrası ülke içinde bir dönem de olsa hakikaten sıkıntılı bir devre geçireceğiz gibi görünüyor. Bu sıkıntı öncelikle güven bunalımı noktasında olacak. Tedbir adı altında takiyyeyi çokça kullanan bu topluluğa mensup insanların nerede doğru nerede ise yanıltıcı söylem içinde olduklarını tesbit etmek bir hayli zaman alacak. Basit bir kadro hareketi veya bir stk faaliyeti değil ciddi bir darbe teşebbüsüne kalkışan, üstelik ülkenin parçalanmasına ve her alanda zaafa uğramasına yol açacak şer güçlerle münasebet kuran bu örgüt mensuplarının, ülke kadrolarından arındırılması önemli bir gündem maddesi olarak ortada duruyor. Bunun ötesinde bu örgütü kullanarak ülkede zafiyet oluşmasını hesap eden yabancı ülkeler ile dengelerimizi yeni baştan tanzim etmek de diğer önemli bir husus.

İlave olarak darbe girişimi yoluyla ülkede istedikleri kaos ortamı ve bölünme senaryolarını uygulamaya muvaffak olamayan kesimlerin bundan sonra farklı senaryolar sahneye koymaları beklenmelidir. Daha önce de benzerlerine rastladığımız bu saldırılara karşı milletçe teyakkuz halinde olmalıyız.

Türkiye büyük bir ülkedir. Bu ülkede yaşayan milletimiz de vatanını ve özgürlüğünü ne ölçüde önemsediğini bir defa daha göstermiştir. İnşallah bundan sonraki süreçte milletin bu duyarlılığı, birliği ve samimiyeti doğru bir mecrada yönlendirilir ve hem ülke için hem de mazlum coğrafyalar için hayırlı neticeler ortaya çıkar.

DÜNYA BÜLTENİ AİLESİ ZOR DÖNEMDE GÖREV BAŞINDA

Dünya Bülteni ailesi olarak daima ülkemizin ve ümmetin yüksek menfaatlerinin yanında yer alma pozisyonumuzu muhafaza ediyoruz. Ülkenin birliğine, yönetimi zaafa uğratacak küçük ve büyük tüm kalkışmalara karşı dikkatli duruşumuz bundan sonra da devam edecek.

Haberlerimiz, araştırmalarımız, dosyalarımız ve dünyanın farklı coğrafyalarından tercüme ettiğimiz yazılar ile ülke insanının ufkunun daha fazla açılmasına katkı sağlamaya gayret edeceğiz. Bu süreçte zararlı unsurlar ile ülkenin temiz insanlarının birbirlerine karışmaması ve iyilerin zarar görmemesi için samimiyetle çalışmanın önemine inanıyoruz.

Son olarak; sahip olmamız gereken en önemli fonksiyonlarımızdan biri olan sağlıklı düşünebilme, her durumda hakkı söyleme ve haklının yanında durabilme özelliklerimizi canlı tutabilmek için de var gücümüzle çalışacağız.

Not: Yazıyı kaleme alıp siteye koyduğumuz gece Gaziantep’teki menfur saldırı haberi geldi. Darbe teşebbüsü sonrasında diğer taşeron örgütler birer birer sahne alıyorlar. Bazı illerimizde güvenlik kuvvetlerine karşı yapılan peş peşe saldırılardan sonra dün akşam da bir düğüne bomba koydular.

Vefat eden kardeşlerimize Allah’dan Rahmet yaralılara acil şifalar diliyorum. Millet olarak başımız sağ olsun.

Dünya Bülteni, 21.08.2016

Hizmet Hareketi’nden Fethullahçı Terör Örgütü’ne

Fethullah Gülen ismini ilk olarak 1970’li yılların sonlarında henüz lise yıllarımda iken duymuştum. Yanılmıyorsam bir arkadaşım onun bir vaaz kasetini bana vermişti ve o kaset vesilesiyle ilk defa kendisinin varlığından haberim olmuştu. O zamanlar çeşitli vaizlerin camilerdeki vaazları kayda alınıyor, sonra da çoğaltılıyordu.

Fethullah Gülen’in vaazları etkileyiciydi. Bazen iman hakikatlerini çok çarpıcı örneklerle anlatıyor, çoğu kere de Peygamber Efendimizin (a.s)hayatından ve sahabenin bayraklaşmış şahsiyetlerinden örnekler veriyordu. Beni en çok etkileyen kaseti ise o zamanlar bir hayli meşhur olan “Altın Nesil” adlı vaazıydı. O vaazda bahsettiği olay, kısaca İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya ile savaşan Almanların komutanının bir bataklığı geçmek için askerlerine verdiği bir emrin detaylı şekilde anlatımıydı. Alman komutan birkaç sıra tankı bir bataklığa gönderiyor ve ancak üçüncü veya dördüncü seferde bataklığa batan tankların üzerinden geçen diğer tanklar arzu edilen hedefe varabiliyorlardı. Tabii bataklığa gömülen tanklar içindeki askerlerle birlikte çamurlara gömülüyorlardı. Bu tasvir edilen sahne çok çarpıcı bir sahneydi.

“İşte” diyordu Fethullah Gülen, “altın nesil o gözünü kırpmadan bataklığa gömülen tankların içindeki askerler gibi olmalıdır. Bizler ve sizler böyle olursak bizden sonrakiler rahat eder ve huzura kavuşur.” Burada tasvir edilen dört başı mamur bir diğergamlık örneği ve vakıf ruhu idi.

Fethullah Gülen’in talebeleriyle ilk olarak 1980’de girmiş olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıştım. Bunlar, Risale-i Nur talebeleri genel tanımı içinde mütalaa ettiğimiz, etliye sütlüye pek karışmayan ve üniversitede yaptığımız çeşitli İslami faaliyetlere katılmayan öğrenciler idiler. Kendi ayrı dünyaları vardı. Bütün gayretlerimize rağmen onları sosyal çalışmalarımıza dahil edemiyorduk. Üstelik genel olarak yaptığımız kitap okuma toplantılarımızın olduğu günler o zamanki ağabeyleri onlara da ayrı bir yerde program koyuyorlardı ve içlerinden katılmak isteyenler de tabiidir ki bizim organizasyonlarımıza katılamıyorlardı. Okul gezilerimize de ısrarlı davetlerimize rağmen içlerinden ancak birkaç tanesi adeta gözlemci gibi katılıyorlardı. Bir çok sefer bu arkadaşlarımızın içlerinde daha ağabey gibi olanlarla bu konu üzerinde geniş mütalaalar etmiştik ama bu dirençlerini kıramamıştık.

“Arkadaşlar bizlerle uğraşmayın, bizi bu tip faaliyetlere katılmak üzere zorlamayın” diye net olarak söylüyorlardı. Bu tavrı açıkça çok da iyi anlayamıyorduk ve pek de hoşlanmıyorduk. Ama o zamanların şartlarında, okuduğumuz okulda sayısı çok da yüksek olmayan alnı secdeye varan öğrenciler arasında, kendi içimizde bir tartışmanın da çok da yararlı olmadığına hükmetmekdeydik.

80’li yılların ilk döneminde üniversitede o zamanki adıyla hizmet cemaatine mensup arkadaşların bir temel bilimlere yönelme furyası başlamıştı. Mühendisliklere gidenlerin birçoğu yeniden üniversite imtihanına girmişler ve temel bilimlere kaydolmuşlardı. “Hayrola siz ne yapıyorsunuz arkadaşlar” diye yönelttiğimiz sorulardan anladığımız, cemaat içinde öğretmen olmaları gerektiği ile ilgili bir yönlendirme olduğu idi. Daha sonra açılacak dershaneler ve yurt dışındaki okulları gördüğümüzde bu yönlendirmenin ve gayretin bu çalışmalar için bir ön hazırlık olduğunu kavramıştık

Sistemin enayiliğinden istifade etmek

Fethullah Gülen ile hayatım boyunca ilk ve tek karşılaşmam 1986 yılında bir grup arkadaşla beraber ifa ettiğimiz Hac ibadeti sırasında Mina’da yaptığımız görüşme olmuştur. İçimizden bir arkadaş bu randevuyu ayarlamış ve ziyaretine gitmiştik. Uzunca bir sohbet olmuştu. Kendisine daha çok o günlerin önemli gündemi olan “okullardaki çalışmalarımıza cemaate mensup arkadaşlar neden katılmıyorlar, neden bu birlik havası oluşmuyor” diye sormuştuk. Tabii kendisini daha yakından tanıma merkezli sorular da yönlendirmiştik. Ziyarette bazen konuşmanın üslubu sertleşmiş, hatta bir arkadaşımız kendisine Kafirun suresini bile okumuştu ki bu hal ortamı bir hayli germişti. Sonrasında bizim sohbete şahit olan kişilerin bizden pek fazla hoşlanmadıkları yavaş yavaş ortaya çıkınca biz de işi daha fazla uzatmadan kalkmaya niyet ettik ve müsaade isteyip kalkmıştık.

O sohbetten zihnimde kalan en hayati tesbit, Fethullah Gülen’in kendisinin daha sonra kamuoyuna da bir sohbetinde yansıyan şu görüşü idi. Bir ara hafifçe hiddetlenmiş ve “hiç kimse beni ve arkadaşlarımı henüz hazır olmadan bir mücadelenin içine sokamayacak. Ben sistemin enayiliğinden istifade ediyorum ve Türkiye’deki belli bakanlıklarla özellikle ilgileniyorum. Bazı yerlerdeki tayinleri adeta avucumun içi gibi biliyorum” cümleleri benim Fethullah Gülen ile ilgili fikrimi büyük ölçüde netleştirmişti. Bu kişi çok büyük bir harekete girişmişti. Türkiye’deki özellikle o güne kadar var olan ve Osmanlı’dan beri gelen Batıcı Kemalist bürokratik yapıyı kırmak ve kendi yetiştirdiği talebeleri ile orayı belli bir süreçte ele geçirmek istiyordu. Uzun soluklu bir işe soyunmuştu.

Dışarıdan bakıldığında iç işleyişini tam olarak bilemesek de Cemaat’in ilgi alanı ve ilişkileri şu şekilde bir gelişme gösterdi:

Öncelikle üniversite ve orta okul hazırlık dershaneleri üzerinde yoğunlaştılar. Sonrasında özel okullara yöneldiler. Bu okulları yurt dışındaki ülkelere taşımaya başladılar. Bu taşıma süreci devlet yetkilerinin ve diğer gönüllü kuruluşların da teveccühünü ve desteğini celbediyordu.

İktisadi yapı içinde firmalarla ilgilenmeye başladılar. Onlar arasında organizasyonlar kurdular. İktisadi organizasyonlar ile eğitim çalışmalarını çaprazlama olarak birbirleri ile irtibatlandırmaya başladıkları görülüyordu. Ülke içindeki şehirlerle okullaşmaya gittiği ülkeleri kardeşlik bağları ile bağlayıp, her şehri yurt dışındaki bir okuldan mesul tutuklarını, her manada ilgilenilmesi noktasında onlara vazifeler verdiklerini duyuyorduk.

O sohbette bahsettiği üzere devlet kademelerinde de sessiz ve derinden bir kadrolaşma hareketi gerçekleştirmekte idiler. Türkiye’de ve yurt dışında gazeteler, dergiler ve tv kanalları kuruyorlardı.

Waldo sen neden burada değilsin?

1990’lı yıllarda ben MÜSİAD içinde çalışmaya başladığımda Hizmet hareketinin bu faaliyetlerini dışarıdan da olsa daha yakından izleme imkanı buldum. Okul dönemindeki yaklaşımlarının aynısı iktisadi alanda da devam ediyorlardı. Kendi ajandaları vardı ve mesela MÜSİAD ile Hizmet hareketinin çalışmaları arasında çok da yakın ilişki kurmak mümkün olamıyordu.

1995 yılında MÜSİAD olarak yoğun bir şekilde ilgilendiğimiz İstanbul Ticaret Odası seçimlerinde Hizmet hareketi içindeki iş adamı arkadaşların büyük bir kısmı bizim Müstakil Grup adı altında yaptığımız çalışmanın içinde pek bulunmadılar. Hatta bazı listelerde bizimle yarışan gruplarla beraber hareket ettiler. Bizim yakından tanıdığımız bazı iş adamlarının bu garip tavırlarını tam manasıyla anlamlandıramıyor ve çok da üzülüyorduk.

O dönemde ben MÜSİAD’ın yayınlarıyla ilgileniyordum ve MÜSİAD Bülteni’nin 1995 yılki sayılarından birinde bu olaydan duyduğum rahatsızlığı ifade eden bir yazı kaleme almıştım. Yazımda o dönem bizim çevrede bir hayli meşhur olan İsmet Özel’in ‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’ adlı kitabındaki anekdotu anlatmıştım. O anedot kısaca şöyle idi:

“Henry Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi ‘ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın gerekçesiyle’ vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

Bizim dost bildiğimiz arkadaşlar o dönemin Waldo’ları idiler ve bizi yalnız bırakmışlardı.

Daha sonra 28 Şubat günlerinde de buna benzer tavırları üzüntüyle müşahade ettik. Üniversitelerde başörtüsü problemleri olduğu zamanlarda da davranışları yine buna benzer tarzda cereyan etti.

Bu hareketle hiçbir organik temasım olmamasına rağmen çalışmalarını dikkatli izliyordum. Yurt dışındaki okullarda gayrimüslim çocukların imana gelmesine vesile olmalarını genel manada olumlu buluyordum. Oralarda İslam’ı anlatıyorlardı. Bireysel ve topluluk olarak çok fedakarane çalışma örnekleri gösteriyorlardı. Fakat metodları, insan yetiştirme usulleri, diğer Müslümanlarla bir türlü yan yana gelmemeleri hiç hoşuma gitmiyordu. Bu tutumlarını kendimce şöyle izah ediyordum: İslam ümmeti içinde türlü türlü ekoller vardı. Hepsini istediğimiz gibi bir yöne çevirebileceğimiz bir mekanizmamız maalesef yoktu. Yüzyılın başında Hilafet ortadan kaldırıldıktan sonra Müslümanları tek bir bayrak altında toplama imkanını yitirmiştik. Çok olumlamasam ve kendim de onlarla çalışmasam da onları kendi çalışmaları ile baş başa bırakmaktan başka bir yolumuz olmayacağını düşünerek bu arkadaşlara ilişmemek yanlısı bir tavır gösteriyordum. Onların çalışmalarını ulu orta eleştirmek ve imkan bulduğumda da engellemek gibi bir tavrı da uygun bulmuyordum.

Çevremdeki insanlara “bu arkadaşlara çok bulaşmayalım, yaptıkları çalışmalara karışmayalım ama bizim yaptığımız işlerde de onları karar verici mercilere getirmeyelim” tarzında bir telkinde bulunuyordum.

Ak Parti Dönemi ve Hizmet Hareketi

Ak Parti iktidarı sürecinde uzun bir süre Hizmet hareketi ile siyasi iktidar birbirleriyle bir hayli yakınlaştılar. İktidar, cemaatin uzun yıllar belirli bakanlıklarda ve kurumlarda yaptığı kadrolaşmayı çalışmaları dahilinde değerlendirmeye başladı. Bir dönem bu ilişkiler sathi bir bakışla izlendiğinde çok olumlu seyretti. Ortak bazı büyük çalışmalar yapıldı. Cemaat, Nur kökenli hareketlerin tarihinde görülmediği kadar siyasetle direkt ilişki içine girdi.

Hizmet hareketinin ilk dönemlerinden beri var olan ve güçlendikçe daha da belirgin hale gelen o ‘Cemaat gururu’ ve kendinin dışındaki tüm çalışmaları ‘küçümser tavrı’ daha da belirginleşmeye başladı. Yurt içi ve yurt dışı güç temerküzü fazlalaştıkça, Fethullah Gülen’in bize taa 1986 yılında bahsettiği o noktaya doğru gelmekte olduklarını fark ediyordum. ‘Sistemin enayiliğinden istifade etme’ niyetiyle yola çıkan Fethullah Gülen, daha sonra bu “enayiliğinden istifade etme” niyetini uluslararası sistem için de uygulamaya başlamış ve bunda da epey mesafe almıştı.

Tabii kendileri kendi deyimleriyle içinde bulundukları sistemin enayiliğinden istifade etmeye çalışırlarken, onlardan da yoğun bir şekilde istifade edilmesi kaçınılmaz olmaktaydı. Böylesi büyük karşılaşmalarda “avcı iken av olma” ihtimali de her an gündemdeydi.

Cemaat nicelik olarak büyüdükçe ve kaybedilecek değerleri fazlalaştıkça bu yapı, ilk çıkış noktasından uzaklaşmakta ve farklı bir şekle bürünmekteydi.

Sızıntı dergisi ilk çıktığı dönemlerde insan resmi basmanın cevazı üzerinde kafa yoran ve bu hadiseyi insan fotoğraflarına çizgi koyarak bir ruhsat bulan hareket, daha sonra çok daha büyük meselelerde bile gayet geniş davranabilir olmuştu. Tesettürle ile ilgili ilk vaazlarında kadınların örtünmesi konusunda çok titiz olan ve hatta peçenin faziletlerini bile anlatan Fethullah Gülen, daha sonra başörtüsü için ‘furuat’ tanımını açık açık yapar olmuştu. Bazı kurumlarda yükselmek için, takipçilerine namazı ima ile kılabileceklerini hatta gerektiğinde terkedebileceklerini, içki bile içebileceklerini tavsiye eder hale kadar geldiğini duymaktaydık. Bu savrulmanın nerelere kadar gittiğini de daha sonra ortaya çıkan örneklerde açıkça gördük.

Fethullah Gülen hareketi, Ak parti iktidarı ile 2011’den itibaren arasına mesafe koymaya başladı. Tabii iktidar da bir taraftan bu mesafeyi çok açıktan olmasa da koyuyordu. Sonrasındaki gelişmeleri hep birlikte yaşadık.

Ak Parti iktidarı ve özellikle de Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gerek yurt içinde gerekse de uluslararası siyasette oynadığı önemli rol ve bu rolün  büyük güçlerin alanını daraltıcı pozisyonu, Fethullah Gülen hareketiyle bu dış güçleri maalesef daha fazla bir araya getirdi. Tayyip Erdoğan artık Fethullah Gülen ve cemaatinin de düşmanı durumundaydı. Türkiye’nin neredeyse yarısının gönüllü olarak desteklediği bir lider için ‘uzun adam’ tanımı kullanmaları bile bu mesafenin büyüklüğünü ve bakış açısının sakatlığını açıkça göstermekteydi.

Özellikle 17-25 Aralık süreci ile bariz bir şekle giren bu yöneliş, başta benim olmak üzere çok sayıda insanın hiç tahmin edemeyeceği çılgınca bir darbe teşebbüsünde baş rolü oynayıcı noktaya kadar vardı. Sistemi ele geçirip insanlığa daha huzurlu ve Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşatmayı arzuladığını iddia eden ve bunun için 40 yıldan fazla bir süredir çalışan bir topluluk, sonunda huzura kavuşturmayı istediği insanlara topla, tüfekle, tankla ve uçakla saldırır bir konuma geldi.

Bugün Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) haline gelen bu hareket, kendisiyle beraber yetiştirmek için on yıllarını verdiği insanların adeta telef olmasına sebep oldu. Kızdığı halde yine de aleyhinde çok da konuşmayan Türkiye’den ve dünyanın geniş bir bölümünden milyonlarca insanın adeta lanet okuduğu bir oluşum durumuna düştü.

Bu noktada şu hayati soruyu özellikle sormayı arzu etmekteyim:

* Fethullah Gülen ve cemaati, ilk kurulduğu andan itibaren her şeyi ile dış güçlerin kurguladığı bir proje miydi?

* Yoksa daha saf niyetlerle başlamış ama enayiliğinden istifade etmeyi arzuladığı güçlerin zamanla oyuncağı olarak adeta bir Truva atı durumuna mı dönüşmüştü?

Bence bu sorulara verilecek sıhhatli cevaplar meseleye daha doğru yaklaşmamıza ve ileriye yönelik yapacağımız analizlerde daha sıhhatli sonuçlara ulaşabilmemize imkan verecektir. Ben şahsen ikinci görüşe daha yakın durmaktayım. Fakat diğer görüşü savunanların da, bunları destekleyen güçlü argümanlara sahip olduklarını düşünmekteyim.

…Ve hazin bir son

Bugün sonuçları itibariyle geldiğimiz nokta hangi cevabı seçmiş olursak olalım, geri dönülmez bir noktadır ve cemaat son hamleleri ile artık bir cemaat değil silahlı bir terör örgütü hükmündedir. Bundan 40 sene önce Fethullah Gülen’in Altın Nesil sohbetlerinde bahsettiği, çamura saplanan Alman tankları örneği, 40 yılın sonunda kaderin bir cilvesi olarak, halkın üzerine ateş eden tanklar olarak tezahür etmiştir.

Bunca yıldır doldurmak için uğraştığı bürokratik mekanizmalar şimdi onlardan temizleniyor. İnşallah yerine koyacağımız kadroların yetişme süreci çok hızlı olur ve bu kadrolar yine yanlış kesimlerin ellerine geçmez. Ama bu saatten sonra FETÖ mensupları ve onlara belli bir oranda değen herkesin adeta bir vebalı muamelesi görmesi gibi bir duruma yol açmasının günahı da Fethullah Gülen’in ve yakın arkadaşlarının omuzlarına yüklenmiş durumdadır.

Bu saatten sonra onlara (haklı olarak) kimsenin güvenmesi de mümkün değildir. Çünkütedbir adı altında mensuplarına sıkı sıkıya uygulattığı o takiyye prensibinin adeta yaşam biçimi halini aldığı görülmektedir.

Türkiye’deki Müslümanların tarihinde çok önemli ve acı bir örnek olarak yer alan bu günler, inşallah bundan sonrası için ibret alınacak bir süreç olarak değerlendirilir.

Türkiye’de FETÖ, Orta Doğu’da İŞİD, Afrika’da Boko Haram vs türü yapıların içimizden çıktığı böylesi bir tarihsel süreçte, bu olayların çok daha köklü analizlerini yapmak ve Ümmet olarak ne tür hatalı tutum ve bakış açılarının bu noktalara gelmemize zemin hazırladığını bulup onları tedavi etmek, omuzlarımızda ciddi bir mecburiyet olarak durmaktadır.

Allah hepimizi bu tür fitnelerden muhafaze eylesin ve yaşadıklarımızdan hakkiyle ibret alabilmeyi nasip etsin.

Amin.

Dünya Bizim, 28.07.2016

Dünya Bülteni, 27.07.2016

Darbe girişiminden geriye kalan üzüntü ve sevinçlerimiz

15 Temmuz akşamından itibaren Türkiye çok hızlı bir şekilde darbe tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.Bu süreç içinde Dünya Bülteni (www.dunyabulteni.net, ) İngilizce ( www.worldbulletin.net) ve Arapça (www.akhbaralaalam.net/) sitelerimizle birlikte ilk andan itibaren darbenin karşısında yer aldık. İzleyicilerimize doğru haberleri en hızlı şekilde vermeye gayret ettik. Provokasyona sebep olabilecek ve kaynağı şüpheli haberlere her zaman olduğu gibi itibar etmedik

Özellikle yabancı dilde yaptığımız yayınlarımızda çok daha fazla ince eleyip sık dokumaya çalıştık. Basılı ve görüntülü yayınların yanında çok yaygın bir alana hitap eden dijital yayınların da bu tür süreçlerde çok önemli olduğunu ayne’l yakin bir kere daha tespit etmiş olduk.

Özellikle yabancı dildeki yayınlarımızın bu süreçte tirajları ciddi artışlar gösterdi ve yabancı ülkelerdeki insanların Türkiye’deki olayları sıhhatli bir şekilde takip etmelerine imkan sağladığımız için ziyadesiyle mutlu olduk.

Darbe girişiminin şimdilik bertaraf edilmiş olmasından dolayı Allah’a şükürler ediyoruz..

Allah bir daha böyle günleri Milletimize yaşatmasın

DARBE GİRİŞİMİNDEN GERİYE KALAN ÜZÜNTÜ VE SEVİNÇLERİMİZ

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu güne kadar askerin siyasi ve sosyal hayata farklı ölçülerde müdahale ettiği kabaca beş dönem yaşandı. 27 Mayıs 1960 Darbesi, 1980 Darbesi, 1971 Muhtırası, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası. Tüm bu hadiselerin hepsinde çeşitli derecelerde sivil hayata bir müdahale olsa da şartları, yapılış şekilleri ve sonuçları itibariyle birçok noktada farklılık göstermekteydiler.

Daha evvelki dört örneğin dışında en son gerçekleştirilmeye çalışılan 27 Nisan e-muhtırasında, siyasi otorite muhtırayı verenlere karşı siyasi olarak boyun eğmemiş ve gelişen süreç, sonunda muhtıra verenlerin dahi hatırlamak istemeyeceği bir şekle bürünmüştü.

27 Nisan sonrasında da Türkiye’de muhtıra ve askeri darbe dönemlerinin artık bittiği tarzında toplumda bir güven oluşmaya başlanmıştı.

Ak Partinin 2001 ‘de kurulmasından sonra henüz bir yıl bile geçmeden 2002’de iktidara gelişi ile Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. Yaklaşık 10 yılı süren istikrarlı bir dönemden sonra dış dünyada da meydana gelmeye başlayan problemlerin de tesiriyle bazı sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Doğu ve güneydoğudaki terör olaylarında artış başlamış ve 2013 gezi olayları sonrasında da ülkede siyasete dış müdahale emareleri görülür olmuştu.

Arka arkaya gelen seçimler, öncesindeki çözüm süreci arayışları, yaklaşık 1 yıldır özellikle doğu bölgelerimizdeki PKK merkezli kalkışma hamleleri ile mücadele, dış konjonktürün bizi zorladığı yalnızlaşma ve sonrasında gelen yeniden dostlukları kuvvetlendirme hamleleri, iç ve dış politikada sürekli değişen karar alma süreçleri, ülkenin gündemini yoğun olarak meşgul etti..

Sn. Binali Yıldırım’ın Başbakanlığında kurulan son Hükümet ile birlikte Rusya ve İsrail ile yeniden yumuşamaya başlayan dış politika, arkadan gelmesi beklenen Mısır ile ilişkilerin yeniden tesisine yönelik sinyaller, ülkede yeni bir dönemin başladığına dair beklentileri de beraberinde getirmişti.

Tam bu gelişmeler yaşanırken 15 Temmuz akşamı Türkiye yeni bir askeri kalkışmaya sahne oldu. Daha evvelki darbelerin aksine, sebeplerinin herhalde zamanla daha berraklaşacağı bir zamanda, yani saat 22.00 sularında yeni kalkışmanın düğmesine basıldı.

Ülke ilk bakışta daha önceki örneklerinden ayrı olarak ciddi bir darbe ortamında değildi. Sadece yaklaşan Yüksek Askeri Şura’da MGK kararıyla Fethullahçı Terör Örgütü olarak isimlendirilen yapıya karşı geniş bir tasfiye yapılacağına dair haberler, sonrasında ortaya çıkabilecek gelişmeler ile ilgili tedirginlikler oluşturmuştu ama bunlar gündemde çok da sert bir mücadele olacağı izlenimini uyandırmıyordu. Veya dışarıdan bakanlar resmi böyle okuyorlardı ama içten içe kaynamanın boyutları anlaşıldığı üzere daha da derinlerdeydi.

Peki ne olmuştu da böylesi bir hareket ortaya çıkmıştı?

Kalkışma, ordunun geleneksel hiyerarşik düzeninde bir kalkışma değildi. Üst komuta heyeti bütünüyle darbenin yanında görünmüyordu. Askeriyenin içinde sadece belli bir bölümün darbe girişiminin içinde yer aldığı anlaşılıyordu

Fethullahçı Terör Örgütü / Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY)’nın askeriyenin içindeki uzantılarının önemli bir güç oluşturduğu ile ilgili yorumlar yapılmakla birlikte bunun çok da büyük bir problem oluşturmayacağı konusunda ( bu tarz bir darbe girişimi de dahil)  genel bir kanı vardı veya öyle bir algı yayılıyordu.

Boğaziçi Köprülerini kapatılması ile başlayan darbe süreci, ilk etapta İstanbul ve Ankara’da çok sıkıntılı saatlerin yaşanmasına sebep oldu. Daha sonra Sn Cumhurbaşkanının tatilini geçirmekte olduğu bölgeye yönelik ciddi bir saldırının olduğu ortaya çıktı. Üst düzey komutanların rehin alındığı haberleri çok ciddiydi. TRT darbeciler tarafından bir süreliğine de olsa ele geçirildi ve buradan korsan bir bildiri okundu.

Meclis ve Cumhurbaşkanı Sarayına bombalar atıldı. Tankların önüne çıkan silahsız halka ateş açıldı. Yollarda arabalar ve insanlar maalesef tanklar tarafından ezildi. Kalkışmada kullanan belli sayıdaki helikopter ve savaş uçağından çeşitli hedeflere ateş açıldı bombalar atıldı.

Sn. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın halka mesaj ulaştırıp darbeye karşı sokaklara çıkılması çağrıları çok ciddi bir karşılık buldu. Bu çağrı ve halkın buna anında tepki göstermesi darbe girişiminin başarılı olamamasını sağlayan çok önemli bir gelişmeydi.

Halkın öncelikle şaşkınlıkla izlediği ve Cumhurbaşkanı ve Başbakanın çağrısıyla hemen harekete geçerek büyük bir çoğunlukla içinde yer aldığı ve cesaretle sahiplendiği bir mücadelenin sonrasında ibre tersine döndü.

Boyutları zamanla daha iyi kavranabilecek olan bu büyük kalkışma şimdilik bertaraf edilmiş gibi görünüyor. Fakat yetkililerin ikazlarına göre büyük ölçüde kontrol sağlansa da henüz tehlike tam ve mutlak olarak geçmiş değil ve süreç tamamıyla ve kökten çözülemedi. Hala biraz da olsa sıkıntılar devam ediyor.

İnşallah en kısa zamanda bu tehlike ortadan kalkar ve toplumsal hayatımız normal seyrine  döner.

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bu sürecin her bir safhasının detaylı bir analize ihtiyaç duyduğu kesin. Bu analizin biraz daha zaman geçtikten ve taşlar yerine oturduktan sonra yapılabileceğini tahmin etmekteyiz.

Bu ülkede yaşayan insanlar olarak ilk bilgi ve analizlerimize göre bu hadise sonrasında farklı yönleriyle bizleri üzen ve sevindiren noktaları zikretmeyi arzu etmekteyiz.

ÜZÜNTÜ VEREN NOKTALAR

-Bu kalkışmada askeriye içindeki bir kısım insanlar halkın kendilerine vermiş olduğu maddi ve manevi gücü kötüye kullandılar. Halkın parasıyla alınmış ve kendilerine teslim edilmiş silahları, halka ve onun seçmiş olduğu yönetime karşı kullandılar.

-Dünyanın ve bölgenin en büyük Ordu’larından biri olan ve mazlum ülkeler için de bir umut olan Türk Devletinin Ordusu ile ilgili içerde ve dışarıda kısmen de olsa yanlış bir algı oluşmasına sebep oldular

– Ülkenin halk tarafından seçilmiş olan Cumhurbaşkanına karşı silahlı güç kullanmayı denediler.

-Silahsız halkın üzerine ateş açtılar onların bir kısmını tanklarla ezdiler

-Türkiye Büyük Millet Meclisini bombaladılar

-Ankara’daki Devletin çok önemli yönetim birimlerine bomba attılar, uçak ve helikopterlerle ateş açtılar

-Türk Ordusu içinde ikilik varmış görüntüsü oluşturmaya çalıştılar

-Ülkenin topyekün moral motivasyonuna menfi etkilerde bulundular, vatandaşın güven duygusunu sarsmaya çalıştılar

-Ekonomik açıdan sıkıntılar ortaya çıkmasına katkı sağlayacak bir ortam oluşmasına sebep oldular.

-Kalkıştıkları darbe teşebbüsü ile özellikle genç nesillere kötü örnek oldular.

 

SEVİNÇ KAYNAĞI OLAN GELİŞMELER

-Halkımız bu darbe teşebbüsüne karşı çok cesur ve yiğitçe bir tepki gösterdi

-Kadın, erkek, yaşlı, genç ve çocuklarıyla meydanlara çıktılar, sivil bir karşı koyuş gösterdiler. Daha önceki darbelerde ve darbe girişimlerinde görülmeyen bir sivil direniş örneği verilmesi halkın kendi kazanımlarına sahip olması konusundaki güzel bir örnekti

-Sayın Cumhurbaşkanı’mız ve Başbakanımız çok zor şartlar içinde de olsalar, cesur bir şekilde halka ve darbeye katılmayan kesimlere yönelik mesaj oluşturdular, moral ve istikamet verdiler

– Daha önceki birçok olayda görülmediği üzere tüm partiler bu darbe girişimine karşı tepki koydular

-TRT çok kısa bir süreliğine işgal edilmiş olsa da farklı yayın organlarının mevcudiyeti ve özellikle ana akım medyanın darbe girişiminin karşısında olması, bu girişimin başarıya ulaşamaması noktasında önemli bir kazanım olarak kayıtlara geçti.

-Yarı sivil ve sivil kurumlar darbe girişimine karşı çok kısa bir sürede tepki ortaya koydular, toplantılar yaptılar, bildiriler yayınladılar ve taraflarını net olarak belirttiler

-Bu tür kaotik ortamlarda meydana gelmesi muhtemel olabilecek bir asker polis karşılaşması ve yoğun bir silahlı mücadele içine girilmesi tehlikesi oluşmadı ve bu tehlike kısmen az bir zaiyatla savuşturuldu

SONUÇ OLARAK

Allah’a Şükür ki bu kalkışmayı yapanlar başarılı olamadılar. Şayet başarılı olaydılar, ortaya çıkacak sonuçlar hem Türkiye, hem bölgemiz, hem de dünya dengeleri açısından çok farklı sonuçları da beraberinde getirebilirdi

Bundan sonrası için de azami ölçüde dikkatli olmaya devam edilmesi gerekiyor. Darbe yapmaya tevessül edebilecek unsurları karşı bir daha böyle bir şeye kalkışmalarını engelleyecek ölçüde tedbirler alınması konusunda çalışmalar yapılacağına inanıyoruz. Tabii bu kalkışmanın elebaşları için de en şiddetli cezaların verilmesi gerektiği de ihmal edilmemesi gereken önemli bir nokta

Çok seri bir şekilde tüm kesimlerin, yaraların sarılması için azami gayret göstermesi gerekmektedir. Burada devletin yetkili organları kadar tüm yarı sivil ve sivil organizasyonların ve gönüllü kuruluşların özel bir gayret göstermesinin önemini bir defa daha hatırlatmamız gerekiyor.

Sıkıntıların ve en uç duyguların yaşandığı dönemlerde insanların ve yönetimlerin sınavları da daha çetin olur. Bu sebepten böylesi dönemlerde davranışlara çok dikkat edilmesinin öneminin altını çizmekte yarar var. Sapla samanın birbirine karışmaması için azami ölçüde gayret sarf edilmeli ve her durumda adaletten ayrılmamaya dikkat edilmelidir

Tepkiler belli bir ölçü dairesinde olmalı, yanlış yapan kesimlere karşı olan kararlar ve davranışlar günahsız insanların ve toplulukların mağduriyetine sebep olmamalıdır.

Darbe girişimi sırasında ve süreç devam ederken bu kalkışmayla ilgili dış ülkelerin tavırları da özellikle analiz edilmeli ve bundan sonraki süreçle ilgili olarak bir kenara dikkatlice not edilmelidir.

Yalan haberlere kesinlikle prim verilememeli, ortaya saçılan bilgiler başkalarına nakledilirken muhakkak tetkik edilmelidir.

Bu darbe girişimine karşı çok önemli bir fonksiyon gören halkımızın tepkilerinin de kontrol edilmesi ve belli bir disiplinle kanalize edilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu sebeple meydanlara çıkan halkımızın bu haklı tepkilerinin belli bir disiplin içinde sürdürülmesi konusunda herkese ve her kesime çok ciddi görevler düşmektedir.

Tüm milletimize geçmiş olsun dileklerimizi sunuyoruz. Bu işe karar verenleri, organize edenleri, teşvik edenleri ve destek olanları tüm kalbimizle tel’in ediyoruz. Bu kalkışmada vefat eden tüm kardeşlerimize Allah’dan Rahmet ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz. Yaralılara acil şifalar temenni ediyoruz.

Allah’ın selamı üzerinize olsun

Dünya Bülteni, 17.07.2016

Yurt dışı faaliyetler diplomasisi

Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır

26 Nisan 2016 tarihinde Yunus Emre Enstitüsü’nün Hırvatistan Zagreb merkezinin açılışına katılmak üzere Yunus Emre Enstitüsü heyetiyle birlikte İstanbul’dan hareket ettik. Bir sonraki gün yapılacak birçok organizasyona katılmak üzere Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, bazı bakanlar ve milletvekilleri de aynı gün Zagreb’e gitmişlerdi.

Bu seneki 27 Nisan tarihi Hırvatistan’daki Müslümanlar için çok özel bir günün yıldönümü idi. Bundan tam 100 yıl önce o dönemki Hırvat Meclisi İslam Dinini resmi dinler arasında kabul ettiği için bir dizi program tertip edilmişti. Diyanet İşleri Başkanı Sn. Mehmet Görmez Bey de daha önceden Zagrep’e gelmiş ve bu yıldönümü için şehre davet edilmiş olan İslam Dünyasının farklı bölgelerinden Müslüman Liderlerle görüşmeler ve toplantılar yapmaya başlamıştı.

Zagreb’e vardığımızda Türkiye’den kalabalık bir iş adamı heyetinin de Zagreb’de olduğu ve ertesi gün yani 27 Nisan günü DEİK çerçevesinde büyük bir iş konseyi toplantısı organize edilmiş olduğu bilgisini de aldık.

İlave olarak, 27 Nisan programları arasında İslam Dünyasından gelmiş çeşitli düzeydeki temsilcilerin katılacağı başka bir toplantının da bulunduğunu öğrendik.

Şehrin sakinleriyle yaptığımız görüşmelerde son yıllarda Zagreb’de aynı anda bu kadar farklı düzeyde insanın toplandığı bu tarz bir günün pek görülmediği yorumu yapılmaktaydı.

Beraber bulunduğumuz Yunus Emre Enstitüsü yetkililerinin gayretleri ile 27 Nisan sabahında kaldığımız otelde tertip edilen DEİK toplantısına iştirak etme imkanı bulabildik. Sn. Cumhurbaşkanımız ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı toplantı Türkiye’den gelen geniş bir işadamı gurubu ve Hırvat işadamlarının da katılımı ile gerçekleştirildi. Türkiye ile Hırvatistan arasındaki ticaret hacminin 10 yıl önce Tayyip Bey başbakan iken katıldığı DEİK toplantısından bu güne önemli bir artış gösterdiği fakat daha da fazla bir artışın olması gerektiği hususu gerek Cumhurbaşkanları gerekse DEİK yetkilileri ve ilgili bakanların konuşmalarında özellikle vurgulandı. Sn. Cumhurbaşkanı, kendisini birçok kişiden farklı kılan fikr-i takip özelliği ile olayı 10 yıl evvelinden alıp günümüze kadar getirdi ve bugünden yarına hem Türk hem de Hırvat işadamları için somut hedefler ortaya koymaya çalıştı.

DEİK toplantısı sırasında orada bulunan iş adamı arkadaşlara öğleden sonraki programlardan bahsedince birçoğunun bunlardan pek de haberdar olmadıklarını öğrenmek ilginç bir tespit oldu. İş adamlarının programını düzenleyenler de diğer programları pek dikkate almamışlar ve iş adamlarını dönüşünü saat 15.00 gibi planlamışlardı. Onların içinden pek azı diğer programlara katılabildiler.

Oysa Hırvatistan’da İslamiyet’in resmi din olarak kabulünün 100’üncü yılı Balkan Müslümanları için olduğu kadar yüzyıllardır Balkanlarla ilgili olan Türkler için de çok önemli bir olaydı ve bu olay münasebetiyle yapılacak toplantı da çok önemli idi.

Buna ilave olarak Yunus Emre Enstitüsü’nün faaliyetleri de sadece bu alanla özel olarak ilgilenen insanlar için değil belli bir seviyedeki her Türk için takip edilmesi gereken bir faaliyetler bütünü idi. Yunus Emre Enstitüsü’nün Zagreb’de merkez açıyor olması da üzülerek ifade edebilirim ki, oraya Türkiye’den gelen işadamlarının büyük çoğunluğunun gündeminde bir yer işgal etmiyordu

Oysa Yunus Emre Enstitüsü şu ana kadar açtığı 37 ülkedeki 45 merkezi ile hem Türk dilini öğretmekte hem de yaptığı kültürel çalışmalar ile var olduğu ülkelerde kendi kültürümüzün tanıtılması için çalışan önemli bir kurumumuz. O ülkelerle çeşitli seviyelerde ilişki kuran, oralarda ticaret yapan her Türk vatandaşının bu kurumun faaliyetleri ile ilgilenmesi hem bir vatandaşlık görevi hem de daha dar anlamda bakılsa bile kendi münasebetlerinin mütemmim bir cüzü.

Burada bir parantez açarak Yunus Emre Enstitüsü gibi yurt dışında faaliyet gösteren TİKA ve Dış Türkler ve Akraba Toplulukları çalışmaları için de aynı cümleleri sarf etmemiz mümkün. Tüm bu kurumlarımızın çalışmaları ekonomik ve diğer sosyal aktiviteler ile birlikte bir bütünün parçası. Hepsinin birbirleriyle maksimum derecede ilgilenmeleri ve yaptıkları çalışmaları birbirlerini kollayarak ve birbirlerine güç katarak yapmaları elde edilecek faydayı çok daha yukarılara çekebilecek bir özelliğe sahip.

Yani özetle iş adamlarının bu tip kurumları dikkatle takip etmeleri kadar bu kurumların mensuplarının da iş adamlarını ve benzeri faaliyet yapan diğer kurumların çalışmalarını yakinen takip etmeleri, ortak organizasyon yapmaları veya yaptıkları organizasyonların içine diğerlerini de katmaya çalışmaları önemli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bakanlar ve yakın halkadaki heyet bu saydığım tüm toplantılara katıldılar. Fakat onların dışındaki ikinci ve üçüncü halka ise yalnız direk ilgilendikleri alandaki toplantılara katılabildiler. Çünkü hepsinin programları ayrı ayrı yerlerde yapılmıştı ve birbirleriyle anlamlı bir münasebet kurulamamıştı.

Çeşitli İslam Ülkelerinin mensuplarının katıldığı toplantı İslam Ülkelerinin kendi aralarında Katolik bir Balkan ülkesinde yaptıkları çok canlı ve anlamlı bir toplantıydı. Bu toplantıdan her biri muhtemelen büyük bir moral motivasyon alarak kendi ülkelerine döndüler. Bu toplantı da yukarıda işaret ettiğim gibi Türkiye’den gelen iş adamlarının çok büyük bir bölümünün gündeminde değildi. Çünkü onlar programları gereği toplantının yapıldığı saatte Türkiye’ye doğru yola çıkmak için havaalanına gidiyorlardı.

Tabii bu toplantılar arasında Zagreb’deki Müslüman katılımcılar içinde Camii’nin, eğitim kurumlarının ve çok çeşitli aktivitelerin yapılmasına imkan tanıyan bölümlerin yer aldığı İslam Merkezine farklı guruplar halinde uğrayarak kendi aralarında çeşitli temaslar yapma imkanı da buldular. Yunus Emre Enstitüsündeki açılıştan önce uğradığımız İslam Merkezinde Dünyanın birçok ülkesinden gelen temsilcilerin canlı iletişimine biz de bizzat şahit olduk. Bu arada Zagreb’deki İslam Merkezi’nin Bosna Hersek’teki Müftülüğe bağlı olarak çalıştığını da not ederek Balkanlar’daki İslam Birliği hususunda güzel bir geleneğin devam ettiğine işaret etmemiz gerekiyor sanırım.

Yunus Emre Enstitüsündeki açılış töreni o günün son toplantısıydı. Sn. Cumhurbaşkanı yanındaki heyetle birlikte açılışı onurlandırdı. Başbakan Yardımcısı Sn. Yalçın Akdoğan, Kültür Bakanı Sn. Mahir Ünal, AB Bakanı Sn. Volkan Bozkır, Adalet Bakanı Sn. Bekir Bozdağ da açılışta yer alan Bakanlardı. Tabii bazı milletvekilleri de açılışta hazır bulundular.

Hırvat tarafından ise Bölgenin Belediye başkanından Hırvat Bakana, çeşitli kültürel organizasyonların yetkililerinden konuya ilgi duyan kişilere kadar canlı bir topluluk açılışı izledi. Açılış dolayısıyla Dr. Sinan Genim’in kuratörlüğünde İstanbul resimlerinden oluşan bir sergi de tertiplenmişti ve o da ziyaretçiler tarafından ilgi ile incelendi. Bu arada Yunus Emre Enstitüsü’nün yaptığı faaliyetleri en iyi şekilde yansıtan iç düzeni ve estetik yapısı ile katılanlardan tam not aldığını da söylememin hakperestlik açısından gerekli olduğuna inanıyorum

Sn. Cumhurbaşkanı gerek bu açılışa ayırdığı zaman, gerek yaptığı konuşma, gerekse de vücut diliyle bu çalışmaya verdiği yüksek önemi açıklıkla ifade etti. Bu davranışlarıyla hem katılanları hem de Başta Enstitü başkanı Sn. Prof. Dr. Şeref Ateş olmak üzere tüm Enstitü idarecilerini mutlu etti ve çalışma azimlerini arttırdı. Gözlemlerime göre programa katılan Hırvatların, kendi ülkesinin Cumhurbaşkanı tarafından bu ölçüde dikkate alınan bir Enstitünün faaliyetlerine daha fazla ilgi göstereceklerini rahatlıkla ifade edebilirim.

Yukarıda da belirttiğim gibi Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, ilgili bakanlar ve bazı milletvekilleri farklı içerikli ama hepsi de birbirlerini değişik yönleri ile tamamlayan bu programlara tam kadro katıldılar ve bütüncül bakış açılarını göstermiş oldular.

Fakat burada şu soruyu sormamızın önemli olduğunu düşünüyorum.

Daha verimli sonuçlar alınabilmesi açışından sadece onların bu bütüncül bakışları yeterli mi? Bu soruya cevabı şu şekilde verebilirim; önemli ama yeterli değil.

Çünkü Zagreb’de yaşadığımız bu olayın bugüne kadar birçok örneğini farklı yurt dışı büyük fuar organizasyonlarında veya farklı çaptaki sosyal ve kültürel çalışmalarda benzer boyutlarda yaşamaktayız. Türkiye’yi temsil eden kurumlarımız aynı ülke ve/veya şehirlerde birçok faaliyetler yapıyorlar. Bunlar tek tek bakıldığında çoğu kere ‘başarılı ‘ olarak nitelenebilecek bir değere de sahip oluyorlar. Fakat buna rağmen, çoğu kere bu faaliyetler birbirlerini tamamlar bir tarzda organize edilemiyorlar. Bu da bu faaliyetlerin beraberce organize edildiğinde ülke olarak sağlayacağımız sinerjiden mahrum olmamız sonucunu doğuruyor.

Kanaatimce bu noktada daha fazla dikkat edilmesi gereken husus, özellikle yurt dışı çalışmalarda sahası itibariyle farklı gibi görünen alanlarında faaliyet gösteren kurumlarımızın aralarında daha sıkı bir iş birliği ve koordinasyonun sağlanmasıdır. Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır.

Bunu sağlayabilmek için bir YURT DIŞI FAALİYETLER DİPLOMASİSİ BAŞKANLIĞI tarzında bir yapının ya müstakil bir bakanlığın altında veya Başbakanlık bünyesinde oluşturulmasının çok önemli olduğunu düşünmekteyim.( Bu arada muhtemelen bu amaca yönelik bir birimin varlığının bilgisine sahip olamayabileceğimi de ön görüyorum. Şayet varsa da yıllardır bu tip çalışmalar içinde yer alan biri olarak varlığı muhtemel böyle bir birimin fonksiyonel çalışmadığını da ifade etmesi açısından bu tespitimin ve teklifimin bir değeri olduğunu var sayabiliriz)

Bu teklifimin daha genişçe düşünülerek girişilecek bir çalışma için işaret fişeği hükmünde olduğuna inanıyorum. Üzerinde daha kapsamlı bir fikir yürütme ile daha detaylı bir hedefleme ve yapı kurulabileceğine inanmaktayım. Tabii bu düşüncemin sadece benim tarafımdan dillendirilen bir husus olmadığının ve bu güne kadar birçok grupta farklı tarzlarda da dillendirilen bir düşünce olduğunun da bilinci içindeyim.

Bu tespitlerin üzerinde dikkatlice durularak faydalı çalışmalar yapılacağı inancını taşımaktayım

 

Dünya Bülteni, 06.05.2016

Merhaba

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarından bu yana devam eden dostluğumuz sürecinde, birçok projede birlikte olduk. Dünya Bülteni, 2007 Eylül ayında beraberce başladığımız son çalışmamızdı. O tarihlerde devraldığımız Dünya Bülteni, onun İngilizce ve Arapça yüzleri ile internet medyacığı alanında farklı bir yaklaşım ortaya koyma iddiası ile yola çıktı.

Dünya Bülteni, sadece haberle yetinmeyen, haberin arka planını da vermeye çalışan, kültür ve sanata daha derin bir tarzda bakmaya gayret eden, siteye has yazarlarıyla gündemi derinlemesine yorumlayan, çoğu kere kendisi gündem oluşturan bir çizgi tutturmaya çalıştı.

Dünyanın farklı noktalarından nitelikli yazarların makalelerini ve araştırmalarını dilimize çevirerek yayınlayan, yuvarlak masa toplantılarıyla kendi alanında özel bir yer edinen, daha sonra bu çalışmaları dosyalar halinde DÜBAM başlığı altında derleyen Dünya Bülteni, bu gayretine değer veren nitelikli bir okuyucu grubuyla da canlı bir ilişki kurmaya muvaffak oldu.

Dünya Bülteni, başlangıçta hayal ettiğimiz birçok noktaya ulaşmayı becerebilse de, hala ulaşılamayan en az bir o kadar başlığın da alt yapısını sağlamaya çalıştı. İnşallah ilerleyen zamanlarda onları da gerçekleştirerek kalitesini her geçen gün arttırma yolunda daha iyi bir seviyeye ulaşır.

Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.

Bundan sonraki süreçte Akif Emre’nin Genel Yayın Yönetmenliği sorumluluğunu inşallah ben deruhte etmeye çalışacağım. Tabii başta Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Sezer arkadaşımız olmak üzere, tüm editör kardeşlerimizin yükleri biraz daha ağırlaşmış olacak. Çünkü 8 yılı aşkın bir sürede ortaya çıkan çizgiyi muhafaza edebilmek ve başlangıçtan bu yana değişmez ilkemiz olan her gün daha iyiye doğru gitme hedefimizi sağlamak için bu bayrağın en iyi şekilde taşınması çok önemli.

Bize bu güne kadar farklı boyutlarıyla katkıda bulunan tüm dostlarımıza ve okuyucularımıza bu vesile ile teşekkür ediyoruz ve desteklerini bundan sonra da beklediğimizi ifade etmek istiyoruz.

Daha kaliteli bir Dünya Bülteni’ne ulaşma yolunda Rabbimizin bizlere yardımcı olması duasıyla hepinize selam ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Dünya Bülteni, 05.05.2016

Bekir Sadak: Balkanları Terketmemeliydik

Prof. Dr. Bekir Sadak Hocanın yıllarca önce bir dergiye vermiş olduğu röportaj, zorlu şartlardan dolayı Balkanlardan Türkiye’ye göç eden insanlarının ruh dünyasına dair önemli şeyler söylüyor

Geçenlerde büyük oğlum Ali, rahmetli Prof. Dr. Bekir Sadak ile ilgili şu anda mevcut sınırlarımızın dışında olan bir bölgede doksanlı yılların başında yayınlanmış bir mülakatın fotokopilerini verdi ve okumamı tavsiye etti. Hocanın onlarca yıl önce bir dergiye vermiş olduğu röportajda söylemiş olduğu ve benim de silik bir fotokopiden okuduğum sözleri, belki dedelerimizin de aynı topraklardan gelmiş olmasının da etkisiyle çok ilgimi çekti ve buradan aldığım birkaç notu paylaşmak istedim. Tabii mülakatın dışında hocamız ile ilgili bazı kaynaklara da müracaat ederek notlarımı zenginleştirmeye çalıştım.

Rahmetli Bekir Sadak 1920 yılında Üsküp’de dünyaya gelmiş. O tarihlerde Üsküp, merkezi Belgrat olan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığının idaresi altında. Hayatının daha sonraki devreleri ile ilgili biyografi.net adlı sitede şu bilgiler verilmiş:

İlköğrenimini Yahya Paşa Okulu ve orta öğrenimini yörenin en ileri gelen ve resmi adı “Yüksek İslam Okulu” olan Meddah medresesinde Türkçe olarak tamamlamış. Bu medresede, Üsküp’ün önde gelen din âlimlerinden olan Ataullah Efendi ve Fettah Rauf Efendi gibi isimlerden icazet almış. Sadak, yükseköğrenimi için Zagreb’e giderek 1944 yılında Hukuk Fakültesine kaydını yaptırmış, ancak araya giren savaş yılları nedeniyle bölünen ve uzayan eğitimini 1956 yılında tamamlayarak avukat olarak mezun olmuş.

IRCICA’da “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırmalar yaptı

Zamanın Yugoslavya’sının komünist ve baskıcı rejiminden soğumuş olan Bekir Sadak, 1955 yılında gelen ailesini müteakip, 1957 yılının 12 Mart’ında zaten anavatan olarak gördüğü Türkiye’ye eşiyle birlikte göç etmiş. Türkiye’ye gelişinin ilk aylarında Beyazıt Kütüphanesi ve Süleymaniye Kütüphanesi Eski Eserler Tasnif Komisyonu’nda çalışmaya başlamış. Bir süre sonra, bu görevi ile beraber imam hatip liselerinde de ders vermiş. Birkaç yıl sonra avukatlık stajını tamamlayarak avukatlık bürosu açmış ve İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest meslek hayatına atılmış. Ancak kısa zaman sonra 1959 yılındaki kuruluşuyla beraber, o zamanki adı Yüksek İslam Enstitüsü olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak göreve almış. Bu görevi 1983 yılında rahatsızlığı nedeniyle emekli olana kadar devam etmiş. Bu süre içinde de çok seyrek de olsa dava alarak avukatlık görevini sürdürmüş.

1970 yılında kurucu üye olarak İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın kuruluşuna katılmış ve vakıf bünyesinde birçok hizmette bulunmuş. Emekliliğinden sonra IRCICA’da (İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) özellikle “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırma-incelemeler yapmış.

Kendisine “Hocaefendi” ünvanın kazandıran geniş İslami bilgisi yanında, tarih, sosyoloji, edebiyat ve siyasi konulardaki geniş perspektifi ve esprili kişiliği ile de, öğrencileri ve meslek arkadaşlarının saygı ve sevgisini kazanmış.

Bekir hoca, ana dili olan Türkçe dışında, ana dili kadar iyi bildiği Arapça ve Boşnakça yanında, Makedonca, Arnavutça ve Bulgarca dillerini de neşriyat takip edebilecek seviyede bilmekteydi.

5 Temmuz 1993’te kalp yetmezliği nedeniyle vefat eden Bekir Sadak, Silivrikapı mezarlığında toprağa verilmiştir.

Bekir Sadak’ın eserleri

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın eserleri konusunda, TDV İslam Ansiklopedisi’nde kendisi ile ilgili Muhammed Aruçi tarafından kaleme alınan maddede şu bilgilere rastlamaktayız:

Bekir Sadak’ın basılmış eserleri Arapça’dan yaptığı çevirilerden oluşur.

1.Cihan Sulhu ve İslâm (İstanbul, ts.). Seyyid Kutub’un es-Selâmü’l-Alemî ve’l-İslâm adlı eserinin tercümesidir.

2.Tâc Tercemesi Büyük Hadîs Kitabı (I-V, İstanbul 1968-1976). Şeyh Mansûr Ali Nâsıf’ın et-Tâc el-Câmi li’l-uśûl fî eĥâdîŝi’r-Resûl adlı kitabının çevirisidir.

3.Filozofların Tutarsızlığı. Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinin 1980 yılında yaptığı tercümesi olup, aynı eserin Bekir Karlığa tarafından Türkçe’ye çevrilip yayımlanması üzerine (İstanbul 1981) kendi çevirisinin neşredilmesini istememiş, eser ancak vefatından sonra yayımlanmıştır (İstanbul 2002).

4.Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı (İstanbul 1989). Bekir Sadak önsözde, bazı yerlerde daha serbest ifade kullanabilmek için yaptığı çalışmaya “Kur’an tercümesi” veya “Kur’an meâli” yerine “Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı” adını vermeyi tercih ettiğini belirtir. Onun tercümesinin özelliği diğer meâllerin aksine çevirilerde parantezlere yer verilmemesidir.

Bunların dışında İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nde “Balkanlar’da Türk-İslâm İzleri” projesi çerçevesinde bir eser hazırladığını kendisi ifade etmişse de eser henüz yayımlanmamıştır. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde (DİA) bazı maddeleri bulunan Bekir Sadak’ın dergilerde az sayıda makalesi, Saraybosna ve Üsküp’te ilmî sempozyumlara sunduğu tebliğleri mevcuttur. Ayrıca kelâm, fıkıh ve fıkıh usulüyle ilgili olarak Üsküp’te kendi el yazısıyla hazırladığı birkaç defter tutarındaki ders notları özel kitaplığında bulunmaktadır.

Balkanlarda manevi birlik

Hayatı ve eserleri ile ilgili bu genel bilgilerden sonra mülakatta geçen ve özellikle dikkatimi çeken bazı noktaları nakletmeye başlayalım:

Bekir Sadak ile yapılan mülakatın bir yerinde 1940’lı yıllarda medrese talebesiyken cerre gönderildiğini anlatıyor. Bu cerre çıkma olayının, yetişmekte olan talebelerin daha küçük yaşta iken halkla temasını geliştirme bakımından büyük önem taşıdığını belirtiyor. Bu yolun, okuyup yazmanın yaygın olmadığı bir toplumda manevi birliği korumak için mevcut şartlara göre seçilip uygulanan en akıllıca yol olduğunu ifade ediyor. O dönemde Balkanlarda yazılı bir yayın vasıtası bulunmuyor çünkü 1929 yılında Türkçe çıkan bütün neşriyat durdurulmuş. Ancak Ramazanlar, bayramlar ve bunun gibi birçok vesileler ile evlerde yapılan mevlitler ve sünnet düğünleri gibi olaylarla bir araya gelebilen Müslüman cemaatin meseleleri ile ilgili bir şeyler anlatılabiliyor. Manevi birliğin bekası ancak bu surette yürütülebiliyor.

Hocaların maddi kaynak temini için cerre çıkması konusu, bazı kişilerin görüşlerine göre, Hocaların halktan para alma mecburiyetinde kalması dolayısıyla pek de hoş karşılanmazken, Balkanlarda bu yol ile halka İslami meselelerin anlatılması bir nebze de olsa mümkün olabiliyor ki bu yorum benim açımdan özellikle dikkate değer bir tespit oldu.

Maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik

Hoca’nın 1957 yılında Türkiye’ye gelişini anlattığı bölümler de çok ilginç. Anavatana ayak bastığı anda duyduğu his, sevincin yanında beş yüz yıl bizim olan topraklardan kopuşunun verdiği acı olmuş. Kendi ifadesi ile “İstanbul’a ayak bastığım zaman, o asırlara meydan okumuş yurdun ayaklarımın altından uçup gittiği şuuru içinde yıkılıp kaldım. İşte o topraklar benim için o zaman kaybedilmişti.” diyor ki bu tespit beni derinden etkiledi.

Daha sonraki satırlarda ise şöyle ilave ediyor: “Ben ve benim gibi düşünenler hiç de o yerleri terk edip ana vatana sığınmanın kolaylığını tercih edenlerden değildik. Bulunduğumuz yerde kalmalıydık. Annelerimizi, tarihimizi, bir tek kelime ile maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik. Vermedik. Bir an oldu ki bu mücadeleyi vermenin imkansızlığına inandık ve geldik.”

Bekir Sadak Hoca bu acılı hatırayı kendi kaleme aldığı şu dizelerle ne kadar hisli bir şekilde anlatıyor:

Dönüşü olmayan mazi,

Sen onları,

Ebediyete giderken koynunda,

Bir ana yavrusunu taşır gibi taşı.

Bize kaldıysa ardından senin

Kaldı:

Hasretli bakışla kanlı gözyaşı

Uçur.

Ölümden de korkmayan o hatıraları,

Ebediyetin geniş ufuklarında uçur!

Rüzgarlara, tufanlara göğüs geren

O memleketin

Dağları taşları üzerinde

Onlardan çelenkler ör!

Bir yolcunun yolu düşer bir gün

O tepelere

Sinmiş bir geçmişin sesini duyar.

Sessizliğinde seni inleyen ovaların

Önünde durur;

Vadilerinde akan nehirlerin

Ahengine uyar…

 

“Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir”

Mülakatın birçok yerinde hem tarih, hem ilim hayatı, hem tecrübe aktarımı noktasında çok çarpıcı tespitler var. Hepsine değinmek mümkün olmasa bile bunlardan dikkatimi çeken önemli bir tanesini daha nakletmek istiyorum.

Rahmetli Hocamız, kendisinin üzerinde emeği olan iki hocasının özelliklerini naklederken şu ana tespitlerde bulunuyor. Ata Efendi için şöyle diyor: “Ata Efendi, tıpkı bir erkan-ı harp gibi meselelere umumi planda yaklaşıyordu ve taarruz ve müdafaanın umumi hatlarını çizmekte daha başarılıydı.” Onun da talebesi olan ve Bekir Hoca’nın feyz aldığı diğer isim olan Fettah Efendi ise daha çok ayrıntılarla ilgilenen bir kişi imiş. Ata Efendi daha çok okuyan ama yazmayan bir kişiliğe sahip. Fakat Fettah Efendi aynı zamanda yazan bir zat.

1945’li yılların başında Almanlar Üsküp’ü terk etmiş. Ama henüz Yalta konferansı yapılmamış ve hiçbir şey tam yerli yerine oturmamış bir durumda. Yugoslavya’da dengeler adeta yeniden kuruluyor. Partizanlar iş başına geçtiği yerlerde o günkü Yugoslavya’nın müesseselerini kurmak için faaliyetler yapıyorlar. Bu müesseselerde çalışmak için o devrede Bekir Hoca’nın çevresinden insanlara da tekliflerde bulunuyorlar. Bu tekliflere muhatap olanlar tereddüt içinde. O esnada Ata Efendi görüşünü şöyle açıklıyor: “Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir; halka hizmet imkânları çıkabilir.” Bu genel düstur o dönemde Bekir hoca ve çevresinin genel davranış üslubunu da belirliyor.

Ata Efendi ve Bekir Hoca’nın karşı karşıya kaldığı bir durum Türkiye’de de belli dönemlerde birçok âlim ve fikir adamının karşı karşıya kaldığı bir durum. Hatta bizim neslin bile gençlik dönemlerinde kendi kendimize sorduğumuz önemli bir soruya da cevap verir nitelikte: “İşin içine dâhil olmak mı? Yoksa dışarıda kalıp çalışmak mı?”

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın mülakatında o dönemin Yugoslavya’sındaki genel durum, daha sonra geldiği Türkiye’de tanıdığı birçok âlim ve fikir adamı ile ilgili düşünce ve tahlillerini de görebilmek mümkün. İnsan bu tür metinleri okurken tarihimizde ne kadar önemli insanın gelip geçtiğini ve hatırı sayılır izler bıraktığını bir defa daha görmüş oluyor. Önemli olan o izleri bulup çıkarmak ve istifade edebilmek…

Allah rahmet eylesin.

Dünya Bizim, 03.05.2016

HADİS-HAYAT BAĞLANTISI NASIL KURULABİLİR

İslam dininin temel kaynağı bilindiği üzere Kur’an- ı Kerim’dir. Kur’an’ın bizlere ulaşmasını sağlayan Hz. Peygamber (a.s) hem bu hükümleri nakletmiş, hem uygulamış, hem de detayları konusunda arkadaşlarına (sahabe-i kirama) bilgi vermiştir.

O’nun sözleri ve davranışları yani Sünnet’i, Müslümanlar için dinlerini yaşayabilme yolunda önemli bir istikamet kaynağıdır. Tabii Hz. Peygamber’den (a.s) varit olan söz ve fiillerin daha sonraki dönemlere nakledilmesinde müslümanlar ciddi bir hassasiyet göstermişler ve bu alanda ilerleyen asırlarda bir çok usûl, yol ve ilim dalı ortaya çıkmıştır. Okumaya devam et HADİS-HAYAT BAĞLANTISI NASIL KURULABİLİR