VİYANA’DA DESTAN YAZIYORLAR!


Türkiye’de yüksek öğrenim görme şansı bulamayıp da Viyana’ya giden öğrenciler, zahmetin nasıl rahmete döndüğünün bir örneği.

 

Viyana bizim tarihimizde çok önemli bir şehirdir. Tarihî kaynaklardan öğrendiğimize göre, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu 1673 tarihinde Viyana’yı kuşatmış ve zafere çok yakın bir noktaya kadar gelmişken toplanan Haçlı ordusunun yardıma gelmesi ile iki ateş arasında kalmış ve büyük bir bozgun yaşanmıştı. Bu tarihten sonra Osmanlı, Avrupa karşısında psikolojik bir gerileme dönemine girmişti. Viyana bozgunu sonrası geri çekilme sırasında çok sayıda ganimet bırakılmış ve onbinlerce insanımız Avrupa topraklarında esir olarak kalmıştı.

Avusturya ve Viyana tarihinde de Osmanlı kuşatması ve geri çekilmesi çok önemli izler bırakmış. Bugün Viyana’nın birçok noktasında bu savaşın izleri açık olarak görülmekte, Viyana ve Avusturya halkı için bu olay adeta bir milat gibi değerlendirilmekte. Tarihimizde bu denli önemli bir yer tutan Viyana’da bugün yaklaşık 80000 civarında Türk vatandaşı yaşıyor. Bunların bin civarı da yaklaşık 10 yıllık bir süreçte buraya okumak için giden gençlerimiz.

Dedelerimizin hüzünle terk ettikleri topraklarda okuyorlar

Bilindiği üzere 28 Şubat sürecinden sonra üniversite seçme sınavlarında uygulamaya başlanan katsayı hesaplaması dolayısıyla, özellikle imam hatip lisesi mezunları hak ettikleri fakülteleri kazanamaz bir duruma düştüler. Ayrıca hukukî alt yapısı olmayan başörtüsü yasağı dolayısıyla genç kızlarımızın bir bölümü de üniversitelere tesettürlü olarak devam edemez oldular.

Önce bu gençlerimiz için vakıf üniversitelerinde okuyabilme imkânları araştırıldı. Bu noktada da dolaylı engellemeler ortaya çıkınca bir grup hayırsever insanın girişimiyle arzu eden başarılı gençlerin Viyana’da okuyabilmeleri imkânı ortaya çıktı. 2000’li yılların başlarında ilk öğrenci grubu Viyana’ya gitti. Ülkelerinde aslında hak ettikleri fakültelere giremeyen bu gençler, dedelerimizin hüzünle terk ettiği Viyana topraklarında üniversiteye kabul edildiler.

On yıl içinde 1200 civarında gencimiz bu ülkede üniversite eğitimi gördüler ve halen görmeye devam ediyorlar. Mezun olanlar, yüksek lisans ve doktorasını yapanlar, okullarını bitirip iş ve akademi dünyası içinde çalışmakta olanlar, evlenip yuva kuranlarla birlikte orayı yurt edindiler, hayatın içinde önemli bir yer tuttular.

Oradaki çocukları her şeyleri ile ilgileniyorlar

Viyana’daki bu on yıllık serüvenin odak noktasında WONDER adlı bir dernek var. Başkanlığını Yusuf Kara’nın üstlendiği bu dernekte Yusuf Bey ve hanımı Nadire Kara, genç kardeşleriyle birlikte onların her meselesi ile ilgileniyorlar. Kendi çocuklarıyla beraber bu 1200 gence de adeta analık, babalık, ağabeylik ve ablalık yapıyorlar. Organizasyonlara nezaret ediyorlar, Türkiye ile Avusturya arasında adeta mekik dokuyorlar. Gençlerin, yemeleri, içmeleri, barınmaları, okullara yerleşmeleri, ilerleyen yıllarda evlenmeleri, coşkuları, sevinçleri, üzüntüleri, hayal kırıklıkları, sevdaları ve sair her şeyleri ile meşgul oluyorlar.

Kızlar ve erkeler için yurtlar ve öğrenci evlerinden müteşekkil bu geniş aile, WONDER dışında 12 adet ayrı dernek kurmuş. Dernekler tamamen fonksiyon bazında organize olmuşlar. Doktorların, mühendislerin, sosyal bilimcilerin hepsi kendi alanlarında faaliyet gösteriyorlar. Ayrıca Avusturya’da yaşayan Türklerin çocuklarına hizmet veren imam hatip türü bir okul da kurmuşlar, “Kubbe 6” adlı bir yuva bile işletiyorlar. Dergiler, internet üzerinden yaygın bir yayın çalışması, sergiler, toplantılar, sadece Avusturya içinde değil, bütün dünyaya yayılmış gezi faaliyetleri…

Gidip de görünce…

Viyana’da müthiş bir aktivite var. Yıllardır İbrahim Solmaz dostumuzdan duyduğum ve nerdeyse bütün safhalarını uzaktan takip ettiğim bu çalışmanın bu kadar canlı, üretken ve geniş boyutlu bir noktada olduğunu kavrayamamış olmaktan dolayı derin bir üzüntü duyduğumu itiraf etmeliyim. Şuna kuvvetle inandım ki insanın daha iyi kavrayabilmesi için bazı şeyleri bizatihi kendi gözleri ile görmesi gerekiyormuş.

Eylül ayının son haftasında, İstanbul Ticaret Odası heyeti ile birlikte Viyana Ticaret Odası ve çevresindeki eğitim kurumlarını tanımayı amaçlayan bir seyahat vesilesiyle Viyana’ya gittik. Bu iki günlük seyahat sırasında WONDER’e de uğramak ve buradaki gençler ile beraber olmak imkânını bulduk.

İTO heyetinin yanı sıra T.C. Viyana Büyükelçisi de bizlerle beraber oldu. Okulların henüz açılmamış olması dolayısıyla öğrencilerin hepsi Viyana’ya dönmemişti. Ancak bir bölümü akşam yemeğinde bizlerle birlikte idi.

Gurbet elde yabancı dil bilmeden

Haksız uygulamalardan dolayı vatanlarından uzakta tahsil hayatlarına devam etmek zorunda olan bu gençlerin hali bir yandan yüreğimizi derinden yaralarken, diğer yandan da azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını gösterdikleri bu anlamlı tablodan dolayı da gözümüzde ve gönlümüzde adeta bir efsane gibi büyüdüler.

Düşünebiliyor musunuz, henüz liseyi yeni bitirmiş gençler, Anadolu’nun dört bir yanından çıkıp gurbet diyarlarına gidiyorlar. Birçoğunun yabancı dili hiç yok. Birçoğu o zamana kadar büyük şehir bile görmemişken Viyana’ya gidip orada yüksek tahsil yapıyorlar. Bu gençler ve aileleri hakikaten önemli bir cesaret örneği gösteriyorlar. Gençlerin % 40 kadarı hanım kızımız, % 60 kadarı da erkek yavrularımız…

Yusuf Bey, hanımı ve onların çevresindeki isimsiz kahramanlar da bu ana kuzularının evlerini, yurtlarını ayarlıyorlar, masraflarını kendi kazançlarından ayırdıkları paralarla sağlamaya çalışıyorlar, hiç tanımadıkları bu mağdur memleket evlatlarının yetişmesi için uğraşıyorlar.

Peki niye?

Bir grup müstemleke aydınının sinsice hazırladıkları katsayı engeli ve hukuksuz başörtüsü yasağı ile tahsil hayatlarının önüne duvar örülmeye çalışılan bu gençlerin yetişmeleri ve ülkeye faydalı olabilmeleri için. Birileri ülkenin gençlerinin gelişmesi için ayırımcılık yapıp yolları tıkıyor, diğerleri bin bir fedakârlıkla tıkanan yolları açmaya çalışıyor ve bu arada gereksiz bedeller ödüyorlar.

Tabii gereksiz derken Yüce Allah’ın kader adlı büyük programında gereksiz diye bir şeyin olmadığını da hesaba katmak gerekiyor. Belki biz aciz kullar için gereksiz gibi görünen bazı şeylerin içinde hesaplanamayacak hikmetler saklı olduğunu da bu vesile ile bir defa daha görmek imkânı hâsıl oluyor.

Çekilen bunca zahmet karşısında hiç hesaplanamayan büyük rahmetler doğuyor. 1200 gencimiz uluslararası standartlarda eğitim görüyorlar, birkaç yabancı dil öğreniyorlar, dünyaya açılıyorlar, gurbet diyarındaki vatandaşlarımızın çocuklarının eğitilmesi için gönüllü kurumlar oluşturuyorlar, Avrupa üniversitelerinde hocalık yapıyorlar ve daha niceleri…

Viyana seyahatimizde gerçekleştirdiğimiz bir WONDER ziyaretinin bizde uyandırdığı duygu ve düşünceleri ifade edebilme sadedinde kaleme aldığım bu yazıyı bitirirken, bir noktayı daha zikretmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Seyahat sırasında bizimle olan T.C. Viyana Büyükelçimizin sergilediği tavırlar ve yaptığı konuşmalar tüm heyet açısından büyük bir moral kaynağı oldu. Büyükelçimiz, gurbet diyarında öğrencilerimiz için müşfik bir baba, geniş ufuklu bir aile büyüğü üslubunda kuşatıcı ve yüreklendirici konuşmalar yaptı. Türkiye’de bir kesim tarafından vebalı muamelesine maruz kalmış bu gençlerimize yabancı ülkede sahip çıkacak devlet büyüklerinin olduğunu görmek ülkemizin geleceği açısından hepimizi mutlu etti.

WONDER örneği, zahmetle başlayan bir serüvenin rahmete dönüşmesini gösteren önemli bir başarı hikâyesi. Allah bu hikâyede yer alan tüm gençlerimizin bahtlarını açık etsin. Onlara yardım eden insanlarımıza iki cihanda sıkıntı göstermesin. Bu hikâyenin oluşmasına sebep olan müstemleke aydınlarımıza da hakikatları en kısa zamanda görebilecek basiret nasip etsin.

Amin.

ERHAN ERKEN

05 Ekim 2010 Salı

 

 

ALİYA İZZETBEGOVİÇİ ANARKEN VE ARARKEN

Yahya Kemal’in bir sözü beni çok etkiler.

Büyükelçi iken bir gün ona sorarlar. Sizin ülkenizin nüfusu ne kadar?

O zamanlar Türkiye’nin nüfusu en fazla 20 milyon civarında.

Üstad cevap verir; 80 milyon.

Muhatapları şaşırır; Amma yaptın, peki nerede bu insanlar?

Cevap çok manidardır. Biz sadece yer üstündekileri değil toprak altındakileri de sayarız da ondan.

Bizim medeniyetimizde mezarlıkların ayrı bir yeri vardır.

Eski kabristanlar hep şehrin içindedir. Bazen mahallenin hemen ortasında, bazen sokağın kenarındaki mescidin bahçesinde…..

Hayat ve memat iç içedir.

Ölüler mezarlıklar kanalıyla dirilere sürekli vaaz verirler.

Bu duyguları bir kaç  sene evvel Saraybosna’ya gittiğimde de hissetmiştim.

Eski çarşıdan çıkıp tatlı bir yokuştan tırmanınca önümüze çıkan şehitlik aynı duyguların içimde uyanmasına sebep olmuştu.

İnce bir kalem gibi bembeyaz uzanan mezar taşları. Altlarında yatan gencecik çocuklar, yaşlılar, hanımlar, erkekler.

Hepsi Bosna’daki hain saldırılarda şehit düşmüş kardeşlerimiz.

Fakat onların mezar taşlarından etrafa yayılan vakarlı duruş, papatya tarlası gibi görüntü, toprak altındakilerin durumunun belki toprak üstündekilerden çok daha güzel olduğunu insanlara anlatıyordu.

Bu bembeyaz ve incecik mezar taşları arasından biraz daha yukarı çıkıldığında görülen daha büyükçe kabristanda ise bambaşka bir heybet vardı.

Belki madden çok büyük, çok süslü değildi.

Dünyanın bir çok ülkesindeki Devlet başkanlarının kabirleri gibi ihtişamlı, sanat eseri hüviyetinde de değildi.

Fakat bu kabirde başka bir ihtişam vardı.

Başında bekleyen asker hiç  hareketsiz duruyordu. Sadece eli kalbinin üstünde, sen bizim içimizde, yüreğimizdesin diyor gibiydi.

 

Başında Fatiha okurken bu güzel insanın sadece ülkesi için değil, ülkesinden de öte İslam alemi için kutlu bir direnişin nasıl olacağını, nasıl olması  gerektiğini anlatan bir yanı olduğunu hissetmiştim.

Kabri kendi gibi sade ve kibardı.

Fakat bu sadeliğin altında yine kendisinde olduğu gibi bir derinlik, bir bilgelik vardı.

O kabir mi öyleydi yoksa ben mi zihnimdeki, muhayyilemdeki Aliya’yı öyle görmek istiyordum bilinmez. Ama bu kabir bende o gün bu duyguları uyandırmıştı. Rahmetli Aliya’nın ölüm yıldönümünde bugün de aynı hisleri duyuyorsam demek ki mekanlar ve duygular arasında çok ince ve izah edilmesi imkansız bağlantılar mevcut.

Rahmetli Aliya İzzetbegoviç, halkıyla özdeşleşen, Medeni(!) batılıların gözleri önünde katledilen kardeşlerine moral aşılayan, stratejik düşünce ve iç derinliği aynı anda kendi varlığında birleştirebilen bir insandı, bir liderdi.

Zulme boyun eğmedi, kendisine zulum yapanlara bile merhametli davranılmasını telkin etti.

İslam dünyasının Batı’daki en uç noktasının kaybedilmesinin tüm İslam Dünyası için büyük bir tehlike olduğunun farkındaydı. İslam Dünyasını da bu düşünce etrafında derleyip toplamaya, uyanamayanları uyandırmaya çalıştı.

Allah’ın izniyle başardı  da.

Vazifesini yapmak için gayret sarf eden ve muvaffak olan bir lider olarak ruhunu teslim etti ve inşallah kendi imtihanını başarıyla verdi.

Aliya’nın bu serüvenindeki samimiyet, eminim ki onun bu sade kabrinin her yanına sinmişti.

Oraya ziyarete giden herkes de yine eminim ki bu sadeliği, bu samimiyeti, bu azmi, ama  aynı zamanda da manevi ihtişamı hissediyor.

Allah Rahmet eylesin

Nur içinde yatsın….

ERHAN ERKEN

2009 DÜNYA BİZİM

LONDRA’DA GENÇLERLE!

Gurbet yerde, hele de bu gurbet yabancı bir ülkenin şehri ise insanın kendi vatandaşları ve dindaşları arasında bulunması bambaşka güzellikte bir duygu.

Geçen hafta İngiltere’ye kısa bir seyahat gerçekleştirdim. Londra ve Oxford arasında geçen üç günün en hoş birkaç saati de Londra’daki Türkyar’da geçen saatlerdi.

24 saatlik bir çay hasretinden sonra Türkyar’da Salih’in hazırladığı tavşankanı çay, ancak tiryakilerin hissedebileceği bir mutluluğu yaşattı bana. Elimde koca bir bardak çay ve etrafımdaki gencecik ilim taliplilerinin çevreye yaydığı pozitif havanın ortasında keyifle etrafıma bakınıyordum. Konuşmayı seven bir insan olmama rağmen o gece etrafımdakilerin konuşmalarını dinlemek bana müthiş bir zevk verdi.

 

Uzun dönemli hedefler

Salih, London School Of Economics’de yüksek lisans yapmak için orada. Lisans sırasında iki fakülte bitirmiş ve LSE’den burs alarak okuyor Ali, Oxford’da da tarih doktorası yapıyor. Cihat, sinema alanında doktora çalışmalarından bahsediyor, Ahmet, dil öğrenmek ve sonrasında yüksek lisans için Londra’ya gelmiş. Mehmet Orta Anadolu’da İlahiyatı bitirdikten sonra yüksek lisans yapma niyetiyle gelmiş ve dil kursuna yazılmış… İskender edebiyat ve dil alanında başladığı doktorasının detaylarını anlatıyor. Abdulhamit içlerinde en büyükleri. Doktora sonrası yapmakta olduğu çalışmalarının son günlerinde.

Birbirlerini Türkiye’den de tanıyan bu gençler, aralarında kendi çalışma alanlarıyla ilgili hummalı bir sohbetin içindeler. Uzun dönemli hedefleri var. Yapmakta oldukları çalışmalarının sonrası ile ilgili fikir alış verişleri çok üst düzeyde.

Ben ise sadece dinliyorum… Onlara göre yaşı bir hayli ilerlemiş bir ağabeyleri (belki de amcaları) olarak mevzuya karışıp bu tatlı sohbeti bozmaktan adeta korkuyorum. Bizim yaş dönemi için geçmiş günlerde yapmış olduğumuz çalışmalar daha önemli. Fakat onlar istikbale odaklanmışlar.

 

Yararlı cümleler

Şu kütüphaneye gittin mi? Falanca makaleyi görmüş müydün? Doktora sonrası bu alanda bayağı boşluk var onu düşünsen faydalı olur… tarzı cümleler bu gençlerin ileride inşallah çok yararlı konumlara varacakları ile ilgili insanda kuvvetli bir his uyandırıyor…

Evet evet, Türkiye’yi hakikaten güzel günler bekliyor.

 

Dünya üzerine yayılmış güzel gençler!

Bir ara şunu düşünüyorum. Türkyar’da devam etmekte olan bu sohbetin bir benzeri ABD’nin herhangi bir eyaletinde veya Avusturya’nın bir şehrinde veya Almanya’nın bir üniversitesinin yurdunda, benzer bir tarzda fakat farklı gençler arasında da cereyan ediyor. Bu gençler bu yerlerde keyif çatmak, eğlenmek, günlerini gün etmek için değil, memleketlerine ve ait oldukları medeniyete faydalı birer insan olmak için bulunuyorlar. Saygı duyulacak güzel bir iş yapıyorlar… Yaşıtları bambaşka ortamlarda, dünyevi zevklerin doruklara çıktığı mekânlarda adeta kendilerinden geçmiş bir şekilde tepinirlerken bunlar oturmuşlar, ciddi konularda müzakere ediyorlar.

Birbirinizle bağlantıyı koparmamak önemli!

Bir ara dayanamayıp lafa karışıyorum.

Diyorum ki; Aman aranızdaki bu münasebeti devam ettirin, hep canlı tutun. Allah ömür verirse 15-20 sene sonra sizler bu ülkenin önemli yerlerinde bulunacaksınız. Sağ olana hayat çok hızlı geçiyor. Heybelerinizi iyi doldurursanız ve tabii ki birlik ve beraberliğinizi muhafaza ederseniz istikbalde ülkenin ve insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesinde ciddi katkınız olacaktır. Tek tek çok önemli olabilirsiniz fakat birbirlerinizle bağlantılı olarak yapacağınız çalışmalar tıpkı uyumlu bir orkestradan çıkan sesin ve müziğin dinleyenlerde uyandırdığı etkiyi uyandıracaktır.

Bireysel olarak belli bir kaliteyi yakalamış fakat aynı zamanada ahenkli bir topluluk, umulmadık hizmetlere vesile olabilir.

Onlara kendi neslimizde ve bizden önceki nesillerde bu tarz birlikteliklerin gerçekleştirdikleri çalışmalardan kısaca bahsediyorum. Bu arada vurguladığım diğer bir nokta da şu: Bu genç nesil yani sizler, dünyaya daha açıksınız. Sadece ülkenizi değil insanlığa da hizmet edebilmek için imkânlarınız daha geniş…

Aman hedeflerinizi kaybetmeyin…

Aman dikkatinizi dağıtmayın ve birbirinizin kıymetini bilin…

Sohbet, gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyor. Bu arada yeni gelenler oluyor, bazılarının uykusu gelip ayrılıyor. Fakat ben çay keyfi ile başlayan ve muhabbetin derinliği ile devam eden bu geceden inanılmaz bir zevk alıyorum.

Türkyar, 1970’lerin sonlarından itibaren Londra’da bu tarz birçok sohbete ev sahipliği yapmıştır muhakkak. O sohbetleri yapan nice genç bugün insanlığa hizmet yolunda bambaşka noktalarda bulunuyorlar. O gece orada bulunan gençler de inşallah yarının dünyasında önemli roller oynayacaklar.

Londra’daki, İstanbul’daki, New York’daki, Viyana’daki ve dünyanın farklı köşelerindeki tüm ilim gönüllüsü gençlere selam olsun.

Allah onların ayaklarını  istikamet çizgisinden ayırmasın.

Hayırlı emellerine kavuştursun.

Amin…

 

ERHAN ERKEN

26 Ekim 2009 Pazartesi  DÜNYA BİZİM

 

 

 

 

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR: İSTANBUL


İstanbul, tarih boyunca İmparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir.

Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika)  geçiş noktasındaki bu şehir , bir yandan Grek Ortodoks – Bizantik özellikleri (sur içi ), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir.

Osmanlılar, Devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü, gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başlamıştır. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin bir çok meselesinde tıkanıklıklar oluşturmuştur. Halkın önem verdiği meselelerin bir çoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri bir çok proje de halk tarafından benimsenmemiştir.

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.

Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz bir yol ayrımındadır ve yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir:

İstanbul, bugün, Medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam –Türk medeniyetinin sembol şehirlerinden biri midir?

Modernizmin ve materyalizmin yoğun etkisi altında bir düşüncenin ürünü olarak düşünüldüğü zaman, sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır?

Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarıyla bakarsak, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehir midir?

Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını mıdır?

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği midir?

 

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde,  yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır.

İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir.

Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır.

Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç, gerekse de dış mekanların ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekanlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin ortaya çıkması mümkün hale gelebilir.

Sembol şehirler,  ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak,  bir çok eserin içinde ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar.

İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi, bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz.

Organize Sanayi Bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekanlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığım noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler.

Ancak o zaman her şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz

Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle düzenli, fakat, içerik açısından  köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan ve çalışan insanlarımızın oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir.

 

 

.

 

 

BANA KÜTÜPHANENİ GÖSTER SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

“Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”


Türk milletinin genel anlamıyla yazılı değil sözlü kültürü daha fazla benimsediği yaygın bir tespittir. Sözlü kültürü tercih ediyor oluşumuz, göçebe bir gelenekten gelmemizden ve bu geleneğin genlerimize kısmen işlemiş bulunmasından dolayı olabilir. Kâh yürüyerek, kâh at sırtında diyardan diyara göçen, Orta Asya’dan kopup gelerek önce Anadolu daha sonra Balkanlar derken, Afrika ve Avrupa içlerine kadar uzanan bir coğrafyada yerleşen atalarımız, muhtemeldir ki, oturup bir şeyler üzerinde yoğunlaşmadan çok, birbirleriyle ve diğer insanlarla daha çok hareket halinde iletişim kurmuştur. Gerçi son bin yıllık süreçte, biraz daha medeni yani şehirli bir kültür hâkim olmaya başlamış, bu kültürün hâkim olmasıyla birlikte sözlü kültürün yanında yazılı kültür de bir hayli gelişmiştir.

Sözlü kültürü sadece Türk Milletinin bir özelliği olarak ortaya koymak çok isabetli bir tespit olmayabilir. Tarihten öğrendiğimize göre diğer doğu halklarında, mesela özellikle Araplarda da bu gelenek yaygındı. Panayırlarda karşılıklı şiir okuyan şairler, kassas denen kıssa anlatıcılar, onların kültür aktarımında da önemli bir yer tutmaktaydı.

Özetle ifade etmek gerekirse, sohbet, muhabbet ve hareket, insanımıza genel anlamıyla düşünmek, tefekkür etmek, yazılı vesikalar ve kitaplar üzerinde yoğunlaşmaktan daha cazip gelmektedir.

Sohbetin, muhabbetin ve hayır yolunda hareket halinde olmanın yanlış bir şey olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu faaliyetlerde ana unsur olan bilmek, ilim sahibi olmak konusunun da önemine dikkat çekmenin yararlı olduğuna inanmaktayız.

Bilgi (ilim) sahibi olmak için en önemli eylemlerden bir tanesinin de okumak olduğu muhakkaktır. İnsanoğlu peygamberler gibi vahiy yoluyla bilgiye ulaşamadıkları için veya Allah’ın bahşettiği ilham yoluyla bilgi sahibi olmak az sayıda seçilmiş insana nasip olduğu için, normal insanların faydalı bilgiye ulaşma yolunda başvurdukları en önemli araçlardan birisi okumaktır.

Bilgi sahibi olmanın da hayatı daha anlamlı bir hale getirebilmek için en önemli yollardan birisi olduğunu belirtmemiz de faydalı olacaktır. Bilgi sahibi olmanın yanında, daha iyi düşünmek, daha iyi konuşabilmek, daha iyi yazabilmek, fikrini daha iyi anlatabilmek için de okumak çok önemlidir.

Peki, insanoğlu ne okumalıdır?

Evvela okunması gereken en mühim kitaptan bahsetmekte yarar var: O da Kur’an –ı Kerim.

Yaratıcının bizden istedikleri, yaşadığımız dünya, hayatın hakikatı, öldükten sonra bizi bekleyen öteki âlem; tüm bunlar Allah tarafından vahyedilmiş bilgilerin yazılı olduğu Kur’an-ı Kerim’de yer alıyor.

Daha sonra Kur’an perspektifinde hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yarayan her ne varsa sırasıyla onların okunması çok önemli; Peygamber (as)’in sözleri ve fiilerini bizlere anlatan hadis kitapları, tefsirler, siyerler, fıkıh kitapları ve sair.

Tabii bu arada tarihin, coğrafyanın, mantığın, mikro ve makro kosmosun daha iyi anlaşılmasını sağlayacak eserlerin, içinde yaşanılan asrın ve çevrenin etkilendiği düşünce akımlarının, adetlerin arka planlarının ve temel kaynaklarının okuma ve bilgilenme faaliyetinde ihmal edilmemesi gerekir.

Bu konu daha detaylı bir yazıda ele alınmayı hak edecek kadar derin olduğundan, daha ileriye gidip uzatmamak için, bir yayınevinin çok beğendiğim şu sloganını naklederek meramımı anlatmak isterim: “Tüm kitaplar ancak tek bir kitabın daha iyi anlaşılması için okunmalıdır.”

Okumanın üzerinde bu kadar çok durduktan sonra okumak fiilinin başka yönleri ile ilgili de birkaç söz söylemek yararlı olacak.

Asıl olan sadece çok okumak değil, kaliteli okumaktır; Yani okuduğunu hazmetmeye çalışan, anlamak için gayret eden, anlamakla birlikte okuduklarından gerek düşünce planında, gerek ruh yapısını geliştirmede, gerekse de fiillerinin güzelleşmesinde yararlanan insanlardan olmak gerekir. Ancak o zaman okumak fiili faydalı bir hal alır.

Okuduğu kitapların içinde yazan bilgilerin ve yorumların üzerinde düşünmeyen, onlardan istifade edemeyen insanlar, kitap taşıyan fakat ne taşıdığından haberi olmayan hamallardan farklı değillerdir.

Okumayı sevmek bir anlamda kitabı da sevmektir. Kitap sevgisi insana küçüklükten kazandırılırsa sonrasında okumayı sevmeye de vesile olabilir. Bilgi (ilim), bilginin nakledildiği en önemli geleneksel araç kitap, insanoğlunun hakikatle en kayda değer bağlantılarından birisidir. Bu bağlantı ne kadar sağlam olursa insan dünyada daha huzurlu bir hayata ulaşır.

Son dönemlerde bilginin ulaşımında kitabın yanı sıra dijital ve görsel araçlar da ciddi bir işlev görse de kitap ve yazılı araçlar hala önemini koruyorlar. Fakat yılların geçmesiyle beraber bu önem diğeri lehine değişeceğe benziyor.

Bizlerin yetişme çağlarında kitaba çok daha fazla önem verilmekteydi. Lise yıllarında düzenli gitmeye çalıştığım bir kitapçı dükkânı aynı zamanda birçok önemli kişinin sohbetlerinden de istifade ettiğim bir mekândı. Yani; kitap, kitapçı, ilmi sohbet beraberce anılabilecek değerlerdi. Hafta sonları hem yeni yayınları görüp alabilmek, hem de o kitapları okumuş ve içindekilerle ilgili fikir alışverişinde bulunan kişilerin sohbetlerine iştirak etmek için, bu formattaki kitapçı dükkânlarına gitmek, benim açımdan önemli bilgi edinme vasıtalarından birisiydi.

Bana öğüt veren o dönemki bilge kişilerin üzerinde durdukları önemli noktalardan biri; babamdan aldığım harçlığın bir miktarını kitap almaya harcamam ve kendime has bir kütüphane kurmam üzerineydi. Ben de, bu öğütlere uyarak, imkân buldukça kitapçılara gidiyor, önem verdiğim kişilerin tavsiye ettikleri kitapları alıyor, dikkatlice okuyor, özetler çıkarıyor, kendi imkânım ölçüsünde kütüphanemi geliştirmek için gayret sarfediyor; aynı zamanda da elde ettiğim birikimle okuldaki fikri tartışmalarda yer almaya çalışıyordum.

Bizim dönemimizde ülkemizin içinde bulunduğu tartışma ortamı bazen çok yıpratıcı özellikler taşısa da, bir yönüyle de bilgi edinmeyi mecburi kılacak bir dış dürtü olarak hepimizi adeta motive ediyordu.

Bilgi(ilim) sahibi olmanız önemliydi, bildiğiniz şeyleri içselleştirmeniz önemliydi, hem şüphe duymayacak kadar iyi bilecek hem de tamamen zıt fikirli insanlara bunları sağlam delillerle anlatarak onları ikna etmeye çalışacaktınız. Fikir mücadelesi yapılan ortam tam bir er meydanıydı. Bu er meydanında karşınızdakini ikna ederken, kendi bildiklerinizi de test ediyordunuz.

Bizim gençlik dönemlerimizde karşı karşıya kaldığımız bu tür meydan okuyuşlar, her dönemde farklı tarzlarda insanların karşısına çıkmaktadır. Hakkı ve hakikati arayan, sahip oldukları hak düşünceyi başka insanlara da anlatmaktan zevk alan ve bunu üzerine vazife bilen insanlar bilgiye sahip olmak için gayret göstermek zorundadırlar. Eskilerin dediği gibi zahmetsiz Rahmet olmuyor…

Bu yolda da alışkanlıklar çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren kazanılmaktadır. Dolayısıyla çocukluğun ve gençliğin bu anlamda önemi çok büyüktür.

Bana gençlik yıllarımda büyüklerimin söylediği sözlerin, bugün de büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünüyorum. Bilginin nakledildiği araçlarda bazı değişiklikler yaşansa da aslolan bir gencin elindeki değerlerin bir kısmını bilgiye ulaşmak için harcayabilme alışkanlığını edinebilmesidir. Çünkü bilgi (veya ilim) insanın sahip olması gereken en değerli hazinelerden birisidir. Bu bilginin lazım olduğu zaman kullanılabilmesi için bir yerlerde depolanması, tasnif edilmesi ve kullanılabilir bir halde muhafaza edilmesi gerekir. Tarihi süreçte kütüphaneler bu amaca yönelik olarak kurulmuşlar ve bilgiyi nesillerden nesillere taşımışlardır. Bugün değişen teknolojik şartlarda bilgi farklı metotlarla saklanmakta, tasnif edilmekte ve istifadeye sunulmaktadır. Nesiller birbirlerine bilginin önemini anlatırken kendi bildikleri metotları söyleyecekler, yeni yetişenler de o söylenenleri kendi zamanlarının şartlarına göre anlamaya çalışacaklardır.

Hani bazı sözler vardır; bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, gibi. Bu sözden ilham alarak biz de şöyle bir söz oluşturabiliriz: “Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”

Veya şöyle de olabilir; bana dijital kütüphanende bulunan metinleri, internette ulaşmış olduğun ve istifade edebildiğin kütüphanelerin listesini söyle ben de senin düşünce düzeyin hakkında fikir söyleyeyim…

Belki de bu kadar iddialı sözler söylemek her zaman doğruyu bulmamıza yardımcı olmayabilir. Fakat bu kadar lafı etmekteki maksadımız, insanımızın yaşadığı hayatta istikamet sahibi olabilmek için okumayı sevmesi, dolayısıyla okumanın en önemli malzemesi olan kitaba, kütüphaneye ve bunların çağdaş versiyonlarına muhabbet duymasının öneminin altını çizmektir. Tabii burada gelişen teknoloji ile birlikte yukarıda da ifade ettiğim gibi görsel ve dijital ortamda da bilgi edinmek için önemli bir kanal açılmakta olduğunu görmezden gelemeyiz.

Doğru bilgiye, insanlara dünya ve ahirette faydalı olacak bilgiye ulaşma arayışı insanlığın ilk dönemlerde kilden tabletlere daha sonra papirüs kâğıdına yazılmış yazılar kanalıyla olabileceği gibi, aharlı kâğıda kamış ile veya matbaa makinesi ile basılarak da olabilir ve tarihi süreçte de böyle olmuştur. Yeni dönemlerde de bu faaliyet başka bir şekil almış ve dijital ortama taşınmaya başlamıştır. Mühim olan bilginin toplanması, tasnif edilmesi ve insanlara ulaşması ise, vasıtanın ismine takılmak bizleri esas hedeften uzaklaştırmamalıdır.

İnsan için önemli olan doğru bilgiye, dünya ve ahirette yararlı olacak bilgiye ulaşmak ve onu hayatında uygulamak olmalıdır. Okumak ve okuma konusu olacak materyale önem vermek bilgiye önem vermenin bir gereğidir.

Kitap, bugüne kadar bu konudaki en hayati araç olmuştur. Kitabın ve kitapla ilgili kültürün nesillerden nesillere aktarılmasının önemi, kitapları topluca insanların hizmetine sunan kütüphanelerin değeri de buradan ileri gelmektedir

Son olarak, tüm kitapların en değerlisi olan “kitabın” yani Kur’an- ı Kerim’in daha iyi anlaşılabilmesi ve mutlak bilginin nesillerden nesillere aktarılabilmesi için okumaya ve kitap sevgisini yaygınlaştırmaya önem vermeliyiz.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BÜLTENİ 2008

DEVLET, BÜROKRASİ, BURJUVAZİ VE MİLLET İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Burjuvazi, kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda kulağımıza hoş gelmeyen bir kelime idi. Sol bir literatürden geliyordu ve muhafazakâr muhitlerde fazla itibar görmeyen manalar içeriyordu. Fakat geçen zaman içinde her şeye alıştığımız gibi sanki bu kelimeye de alıştık ve sözlerimizde, yazılarımızda rahatça kullanmaya başladık.

 

Bilindiği gibi Ortaçağ’da Batı’da,  feodal beylerin baskısından kaçan tüccarların, derebeylik sınırlarının kesiştiği alanlarda, ‘bourg’ adı verilen bölgelerde toplanarak, yaşamlarını sürdürmeleri ile birlikte yeni bir sınıfın da temelleri atılıyordu. İsmini bu bölgelerden alan burjuvalar feodaliteye karşı ciddi bir mücadele vermişlerdi. Burjuvaların, merkezî krallıkların oluşmasında büyük katkıları olmuştu. Feodalitenin zayıflamasında ciddi işlev görmüşlerdi.

 

Sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde Batı tarihinde burjuvalar öncü bir rol oynamışlardı.

Bizim tarihimizde böyle bir devre olmadığı için, bizdeki serbest meslek erbabına, sanayiciye, tüccara “burjuva” demek ne derece doğrudur, bu nokta tartışılabilir.

 

Fakat Batı tipi bir iktisadi gelişme düşünülerek ve ilk etapta “her mahallede bir milyoner oluşturalım” denilerek girilen bir yolda, devlet desteğiyle palazlandırılan kesimlere bir anlamda burjuva denmesi önceleri yadırgansa da, daha sonraları sadece sol terminolojinin değil daha geniş bir çevrenin kullandığı bir kavram haline geldi burjuva.

 

Türkiye’de sermaye büyük ölçüde devletin elinde olduğundan, devlet önce kendi iradesi ile bazı kesimlere bunu aktarma yoluna gitti. Güç elde etmek isteyen tüm kesimler, devletin elindeki bu maddi birikimi bir şekilde kontrol altında tutmaya çalıştı. İktisadi ve siyasi faaliyetlerin bir çoğunun odak noktası,  bu gücü elde etme ve kontrol dışına çıkarmama mücadelesi şeklinde ortaya çıktı. Millete hizmet amacıyla oluşturulmuş bürokrasi, bir yandan bu hizmetini sürdürürken, bir yandan da yukarıda zikrettiğim gücü elinde tutmanın yollarını aradı. Siyasi iktidarlara karşı, onlara ve dolayısıyla millete hizmet etmek için örgütlenmiş olan bürokrasi, bazen siyasi iktidardan bağımsızlaştı, bazen kafa tuttu, bazen de bu yüzden büyük buhranlar ortaya çıktı.

 

Devlet desteğiyle oluşmuş burjuvazi ile millete hizmet gayesiyle örgütlenmiş bürokrasi arasında zaman içinde ilginç ilişkiler ve münasebetler kuruldu. Devletin elindeki gücün önemli bir bölümünün özel kesime aktarılması sürecinde bürokrasi ile burjuvazinin paslaşmaları bazen çok arttı bazen de bürokrasi içindeki devlet gücünün özel sektöre aktarılmasına karşı çıkan kesimlerin gayretleriyle engeller ortaya konuldu. Son on yıldaki özelleştirme çalışmaları bu süreci bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

 

Bu arada ülkemizde, devletin millet nazarındaki meşruiyetinin en önemli temellerinden olan cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının bu denklem içindeki yeri konusuna gelindiğinde ise, çoğunluğun isteklerinin toplumun yönetilmesinde birinci sırada yer almasını şart koşan cumhurî bir yapıda,  genel mantık olarak devletin millet için var olması gerekmektedir. Fakat bizim gibi güçlü bir devlet geleneği içinden gelen ve gücün önemli kısmının devlet adındaki mekanizmanın elinde olduğu bir toplumda, devletin millet için olması gerektiği lafzen söylense de, uygulamada “millet, devletin bekası için vardır” tezi daha öne çıkmaktadır.

 

Ülkemizde mevcut olan yapıyı şu şekilde özetlemek gerçeklere aykırı düşmez kanaatindeyim:

Millet devlet için vardır. Devlet bürokrasisi milletin ve ülkenin menfaatlerini daha iyi bilir. Devletin güçlü olması için, güçlü fakat aynı zamanda devlete göbeğinden sıkı sıkıya bağlı bir burjuvazinin varlığı gereklidir. Bir yandan devlet, bir yandan da devletin kontrolündeki burjuvazi, yani devlet desteğiyle zenginleşmiş kesim, iktisadi hayatın önemli bir kısmını kontrol altında tutmalıdır. Orta direk olarak tanımlanan kesim ise elde ettiği birikimlerini türlü türlü vergilerle ve enflasyon denen canavarın marifetiyle, yani bazen direkt bazen de dolaylı yollarla burjuvaziye aktarmalıdır.

 

Son günlerdeki moda deyimiyle sessiz çoğunluğun diğer önemli bir fonksiyonu da burjuvazi ve bürokrasinin süzgecinden geçmiş kadrolar arasından, yine bu kesimlerin onayıyla oluşmuş seçim sistemi çerçevesinde, millet meclisini oluşturan fertleri seçmeleridir.

 

Bütün bu kontrollü yapıya ilaveten,  Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlar, bürokrasinin süzgecinden geçmeli, çeşitli anayasal kurumlarca denetlenmelidir.

 

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, cumhurî bir yapı, milletin, yani sessiz çoğunluğun isteklerinin devletin genel politikalarına hâkim olduğu bir yapı olmalıdır. Dolayısıyla, ülkemizde hüküm süren ve bazen kanıksadığımız çelişkiler ortadan kalkmadığı sürece millete hizmet eden bir devlet yapısına kavuşmamız kolay olmayacaktır.

 

Çözüm için en önemli başlangıç noktası, millete hizmet için, ondan sağlanan gelirle vazifesini yapan bürokratik kadroların, milletten aldıkları bu gücü, millete rağmen bir kısım azınlığa aktarmaya çalışmamaları ve yine milletten aldıkları bu güçle, milletin isteklerini dikkate almayan icraatlarda bulunmamalarıdır.

 

Bu ülkede yaşayan her fert en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde hakça ve insanca yasama hakkına sahiptir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Mart 1999 Müsiad Bülten Yıl 7 Sayı 32

 

İŞİMİZE BAKALIM

İnsanlık tarihinin hemen her döneminde cevabı aranan iki çok önemli soru var olagelmiştir. Bunlardan bir tanesi, “İnsanoğlunun elde etmeye çalıştığı bilginin hakiki kaynağı nedir ve bu bilgiye nasıl ulaşılabilir? sorusudur

Bir diğer soru da “Tüm bu yaratılmışlar niçin yok değil de vardır,  onların varlık veya yokluklarına karar veren irade onları niçin yaratmıştır, özellikle insanoğlunun varlığının sebebi nedir?”

 

Yüce Allah, yarattığı ilk insanı, aynı zamanda Peygamber olarak tayin etmiş ve onun kanalı ile insanoğluna ilk bilgileri öğretmiştir. Daha sonraki dönemlerde de gerektiği hallerde Peygamberleri kanalı ile lüzumlu bilgileri ve bilginin ne şekilde kullanılacağını kullarına bildirmiştir.

 

Bilginin ana kaynağı olan Yüce Allah, aynı zamanda canlıların varlığının sebebini de açıklamıştır.

 

Bilginin ana kaynağı vahiy, vahyin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili Peygamberlerin sözleri ve fiilleri, bu ana kaynakları yorumlama ve hayata uygulama için akıl ve tecrübe…

 

Vahiy yoluyla bize gelen bilgiden ve Peygamberlerin yorumlarından anladığımız üzere de, varlığımızın ana sebebi, bizi Yaratan Allah’ın istediği tarzda bir hayat sürdürmemiz, yani “kul” olmamız…

 

Ana hatları ile en önemli ve birinci işimiz bu… Peki, “birinci işimiz bu” demekle işimiz bitiyor mu? Hayır, esas o zaman başlıyor. Ömrümüz olduğu sürece, hayatımızı bu ana ilkelere göre tanzim etmeye çalışmak, en önemli hareket noktamız olması gerekiyor.

Yapacağımız her işte, alacağımız her stratejik ve taktik kararda hep bu hassasiyetlere uygun hareket etmemiz icap ediyor. Yapacağımız işin bilgi ile alakalı arka planı meşru bir temele oturuyor mu? Kararlarımızı verirken bilgi edinme ve karar verme prosesinde doğru yolu izledik mi? Peki, yapacağımız iş, bizim kulluk noktasındaki pozisyonumuza nasıl bir etki edecek?

 

Özetle ana işimiz, yaptığımız ve yapacağımız tüm işleri bu iki mihenk taşına vurmak olmalı. Bu önemli süreç, doğru bir şekilde yürüyorsa sonuçlar her zaman arzu ettiğimiz gibi olmayabilir. Tabii bu demek değildir ki hedeflediğimiz yolda gevşeklik gösterelim. Asla… Elden gelen usulü dairesinde yapılmalıdır. Fakat sonuç istendiği tarzda olmadıysa üzüntüye, yeise kapılmamalı, “olanda hayır vardır” yorumuyla, işe devam edilmelidir.

 

İnsanoğlu, çok mükemmel olarak kurgulanmış bir kader çerçevesi içerisinde yüzmektedir. Küllî iradenin bu mükemmel programını, ona göre çok çok alt düzeyde olan insan idrakinin tam manasıyla kavraması mümkün değildir. Fakat insanoğluna hakikati kavrama noktasında yardımcı olan ve ipucu veren en önemli iki husus, yukarıda izah etmeye çalışılan, vahiyle gelen bilgiye ulaşabilme ve kul olmanın bilincine varabilmedir.

Bu bilince varabilen insan kendi cüz’î iradesinin küllî irade içindeki yerini aslına en yakın tarzda kavrayabilir. Bu kavrayış da insana istikamet verecek olan yegâne kılavuzdur.

 

Bu bilince varan insan ne yapar?

Her hal ve şart altında Rabbinin kendisinden yapmasını arzu ettiği tarzda davranmaya çalışır. Cüz’î iradesini hep o yöne yöneltir. Her ortaya çıkan sonuçta kendi cüz’î iradesinin bir payı olduğunu bilmekle birlikte, tüm olanların küllî irade içinde yer aldığının şuurunda olur. Yapması gerekenleri, yapılması istendiği şekilde yapar ve sonuca tam bir teslimiyyetle rıza gösterir.

 

Kâmil insan, eskilerin deyimiyle “gassalin elindeki meyyit gibi” ölünün yıkayıcısına teslim oluşu gibi kadere rıza gösterir.

Bu hâl, insanın sonuçları değerlendirmesine mani değildir. Değerlendirmesini yapar, sonuçların ortaya çıkmasına giden yolda cüz’î iradenin hatalı davranışlarını tesbit ederse onlardan ders çıkarır, düzeltmeye çalışır. Her doğru davranış, her düzeltme, küllî iradeye dayalı bir eylemdir Yüce Allah’ın küllî iradesinin ne şekilde tecelli edeceğini kullar bilemediğinden her kul, en iyi sonucu oluşturmada kendi müsbet katkısını (yani cüz’i iradesini) en iyiye yönelterek yapma yarışı içinde olmalıdır. Her iyi ve doğru davranış sonsuz ummanda bir katre mesabesindedir.

Bu ummanda yanlışların bile bir hikmeti olduğu muhakkak olduğundan, her işte bir hayır vardır prensibi belki böyle bir gerçeği ifade etmektedir.

 

Evet, özetle ifade etmek gerekirse insan bilgiyi aldığı yere çok dikkat etmeli, her davranışında hareketlerinin ana kaynaktan gelen bilgi ile uygunluğunu test etmelidir. Ayrıca davranışlarının arka planında kul olma bilincinin yatıp yatmadığını da gözlemlemelidir. İnsanoğlunun aslî işi budur. Bu temellere dayanan işler, samimi bir niyetle yapılırsa her zaman ve zeminde doğru bir usulle yapılmış işlerden sayılmaya adaydır.

 

Netice veya sonuç asıl değildir. Asıl olan sonuca giden yolun ve oturduğu temelin doğru ve istendiği biçimde olmasıdır. Bizim işimiz de budur… Biz işimize bakmaya devam edelim…

 

YOKSULLUK VE DÜNYA SİSTEMİ

Yoksulluk Kavramının Kuramsal Açılımları

Yoksulluk kavramı özellikle 1990’larda gerek ulusal, gerek uluslararası alanda kalkınma ve gelişme tartışmalarının önemli bir eksenini oluşturmaya başlamıştır. Bu tartışmalar, birbiriyle son derece ilintili olan, yoksulluğun tanımı, neden ortaya çıktığı ve nasıl mücadele edileceği konularında yoğunlaşmıştır. Gerek akademik çevrelerde gerek politika tartışmalarında genel kabul gören tanıma göre, yoksulluğu iki boyutta ifadelendirmek mümkündür:

 

Mutlak yoksulluk, bir insanın yaşamını minimum düzeyde sürdürebilmesine, yani biyolojik olarak kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli kalori ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmesine dayalı olarak tanımlanmaktadır. Ayni ve nakdi gelirleri bu temel gereksinimleri karşılamakta yetersiz olanlar mutlak yoksulluk sınırının altında kalmaktadır.

 

Göreli yoksulluk, kişinin bir toplumsal varlık olmasından hareket etmekte ve kendisini biyolojik olarak değil, toplumsal olarak yeniden üretebilmesi için gerekli tüketim ve yaşam düzeyinin saptanmasını içermektedir. Bu durumda, belli bir toplumda kabul edilebilir minimum tüketim düzeyinin altında geliri olanlar göreli yoksul olarak tanımlanmaktadır. İşlevsel olarak, bu iki kavram genelde parasal göstergeler üzerinden hesaplanmaktadır. Örneğin, uluslararası karşılaştırmalarda mutlak yoksulluk sınırı çoğunlukla, satın alma paritesiyle düzeltilmiş olarak, 1 ABD Doları’na eşit günlük harcama düzeyidir. Göreli yoksulluk için çoğunlukla benimsenen yöntem ise, ülke içindeki ortalama ya da medyan gelirin belli bir oranı altında (örneğin % 40) geliri olan bireylerin topluma oranının bulunmasıdır. Bu bakımdan, göreli yoksulluk kavramı ile bir toplumdaki gelir dağılımı arasında açık bir ilişki vardır.

GELİR MERKEZLİ YAKLAŞIM

Ne var ki, yoksulluğun salt gelir eksikliği ya da ortalamadan/medyandan sapan gelir miktarı olarak tanımlanması bazı sınırlamaları da beraberinde getirmektedir. Salt gelir odaklı perspektifin bireylerin toplumsal oluşumun sunduğu hak ve olanaklara ulaşıp ulaşamaması konusunda kapsamlı bilgi veremeyeceği, özellikle son on yıldaki tartışmalarda gittikçe artan ölçüde kabul görmektedir.

İHTİYAÇ MERKEZLİ YAKLAŞIM

Alternatif yaklaşımların başlangıç noktasını, bireyin ihtiyaçlarının daha geniş tanımlanması gereği oluşturmaktadır. Beslenme, barınma ve giyim gibi minimum ihtiyaçlara ek olarak, güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ulaşım, yönetime katılma, temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanma, sigortalı bir işte çalışma gibi öğeler ön plana çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, örneğin, sivil, toplumsal, kültürel ve siyasal haklardan yararlanma olanağının bulunmamasının da toplumsal dışlanma anlamına geleceği ve bu nedenle yoksulluk tanımı içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ifade edilegelmektedir. Ayrıca, cinsiyet ayrımcılığı gibi olguların yoksulluk üzerinde önemli etkileri olabileceği sürekli vurgulanmaktadır.

YOKSULLUĞUN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ:

Yoksulluğun neden ortaya çıktığına ilişkin tartışmalarda, konu uluslararası ve ulusal ölçekte ele alınmaktadır.

Hangi ölçekte alınırsa alınsın, yoksulluğu;

a) yapısal nedenlere dayandıranlar ile

b) kötü yönetişimden kaynaklandığını ileri sürenler biçiminde bir ayrışma görülmektedir. Yapısalcılar, ekonomik güç eşitsizlikleri düzeltilmeden, yönetişimdeki iyileştirmelerin fazla bir anlamı olmayacağı görüşündedir. Buna karşılık ikinci yaklaşımı savunanlar, iyi bir yönetişim sistemi oluşturulmadan yapılacak ekonomik düzenlemelerin ancak kısa vadeli etkisinin olacağını ileri sürmektedir.

 

Yoksulluğun ulusal olduğu kadar uluslararası boyutları da vardır. Günümüzün “küreselleşen” dünyasında artık yoksulluk kavramı yalnız ulusal sınırlar içerisinde değerlendirilmemektedir. Bazıları yoksul ülkelerin içinde bulunduğu durumu büyük ölçüde küreselleşme sürecine göndermelerle açıklamaktadır. Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası örgütlerin yoksulluğun nedenlerinin ortadan kaldırılması için yeterince çaba göstermediği, hatta sürmekte olan yoksulluğun nedeni olduğu görüşündedirler. Ayrıca, küreselleşme sürecinin ve buna paralel olarak refah devleti kavramındaki aşınmanın gelişmiş ülkelerde de “yoksulluk adaları” oluşturduğunu vurgulamaktadırlar.

Biz de çalışmamızda bu hususa daha fazla vurgu yapacağız.

 

Dolayısıyla, yoksulluğun nasıl ve neden ortaya çıktığı sorusuna verilecek cevap, bir anlamda yoksullukla mücadele konusunda izlenecek yolu da belirleyecektir.

Yapısal değişikliklerin zorunlu ve vazgeçilemez olduğunu savunan görüşe göre, yalnız katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesi önerisi pek bir işe yaramayacaktır.

Benzer biçimde, yoksulluğun iyi yönetişim eksikliğinden kaynaklandığını ileri sürenler, katılımcı mekanizmalar oluşturulmadan, saydamlık ve hesap sorma sağlanmadan gerçekleştirilecek yapısal değişikliklerle, bir dönem sonra yeni yoksullar ve yeni zenginler yaratmanın ötesine gidilemeyeceği görüşündedir. Aslında, yapısal değişiklikler ile demokratik ve katılımcı mekanizmaların birlikte, bir bütün içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

Çarpıklığın nedeni uluslar arası üretim ve paylaşım sistemidir.

Bu bölüme başlarken Dünya Sistemi ile ilgili bazı mukayeseli rakamları sıralamak istiyorum:

-ABD’de nüfusun % 1’i ülke servetinin % 39’una sahiptir.

-1965 – 1995 yılları arasında dünyanın en zengini olan % 20’lik insan kitlesi, dünyadaki toplam gelirlerini % 70’den % 86’ya çıkarmışlardır.

-Dünyanın en yoksulu olan % 20’lik kitlenin geliri ise, 1965 – 1995 yılları arasında % 2.3’ten  % 1.3’e düşmüştür.

-1960’larda dünyanın en zengin % 20’lik kitlesi, en yoksul l milyar nüfusun gelirinin 30 katı fazla gelire sahipken, 1990’larda bu, 80 kat olmuştur.

-Human Developmant Report (İnsan Gelişimi Raporu) 2000’e göre, dünya nüfusunun en zengin % 20’lik kısmı dünyadaki toplam gelirin % 86’sına, % 60’lık kısmı, % 13’üne, en fakir % 20’lik kısım ise, toplam gelirin sadece % 1’lik kısmına sahiptir.

-Mal ve hizmet ihraç etmede % 82’lik pay en zengin % 20’lik kesime, % 1’lik pay ise % 20’lik en yoksul kesime aittir.

-ABD’de 60 milyon, Avrupa  Birliği ülkelerinde 80 milyondan fazla insan yoksulluk sınırında yaşıyor.

-Dünyanın en zengin ülkelerinde bile “poor and homeless” (fakir ve evsiz) insanlar vardır.

-Dünyadaki tablo böyle iken, gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından ülkemizin dünyadaki ilk 10 ülke arasında yer aldığı bilinmektedir.

 

Dünyada, hem üretilenler bağlamında, hem de doğal kaynaklar bağlamında kaynaklar yeterli olduğu halde neden yoksulluk azaltılamamaktadır?

Yoksulluğu iyi anlayabilmek için modern batı sisteminin temel paradigmalarına ve bu paradigmaların oluşum sürecine yakından bakmak gerekiyor.

Dünyanın İktisadi Tarihi incelendiğinde, Batı’lı milletlerin 1500’lü yıllarda denizaşırı seyahatlerle başlayan süreçte elde ettikleri sermaye birikiminin dünya sisteminde var olan adaletsizliklerin ilk başlangıç noktalarından biri olduğu göze çarpmaktadır. Batı’daki Sanayileşme hamlelerinin temelinde, bu sayede batıya aktarılan hammadde kaynakları, yer altı zenginlikleri ve köleleştirilmek veya çok zor şartlarda çalıştırılmak suretiyle emeğinden istifade edilen insan unsurunun önemli bir katkısı bulunmaktadır.

 

Öte yandan, 19. Yüzyıl sömürge hareketleri incelendiğinde karşımıza çıkan bir çok hakikat da bu fikrimizi destekler mahiyettedir. Afrika kıtası ve Uzak Doğu bu devrede Batılı ülkeler için en fazla ilgi çeken bölgeler olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin hasta adam pozisyonunda bulunsa bile dünyanın en önemli kesişim noktalarını kontrol eder bir tarzda varlığını sürdürmesi, sömürgecilik döneminin en önemli geciktirici ve engelleyici faktörlerinden biri olmuştur.

 

Tarihimiz açısından mutluluk veren bir olay da şudur ki, kendi döneminin büyük güçlerinden biri olan Osmanlı, dünyadaki etkisine rağmen sömürgecilik cereyanına katılmamış, merkez dışında kontrolu altındaki bölgelerden aldığı gelirleri büyük ölçüde yine oralar için harcamıştır.

 

Büyük ölçüde iç paylaşım sıkıntılarının ürünü olan ve batılı ülkelerin kendi aralarındaki problemlerin çözülememesinden dolayı patlak veren Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan sınırlar, Dünya üzerinde yeni yeni ülkeler ortaya çıkarmaya başlamıştır. Bu ülkelerin ortaya çıkışı ve İkinci Dünya savaşı sonrasında BM sistemi altında bugün 200 civarına varan devletin oluşumu süreci, tamamen yeni tür bir sömürgecilik mantığı ile şekillenmiştir.

YENİ SÖMÜRGECİLİK

Bugün Dünya Siyasi haritası çok dikkatli bir şekilde incelendiğinde, coğrafi özellikler, insan ve hammadde kaynakları, kültürel ve dini değerlerin yeni devletlerin kuruluşu sırasında özelllikle dikkat dışı bırakıldığı veya başkaca bir deyişle özellikle problem üretecek ve yeni devletleri güçlü bir şekilde ortaya çıkarmaktan uzak olarak dizayn edildiği görülebilir.

Örnek olarak; Birçok Afrika ülkesinin suni sınırları ve farklı hakimiyet alanları içinde bırakılmasını,

Türkiye’nin Güneydoğu komşuları ile olan sınırlarını,

Orta Doğu ülkeleri (Filistin, İsrail, Ürdün v.s), Hindistan Pakistan, Bengladeş ve Keşmir bölgelerindeki  sınırları sayabiliriz…

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan çift kutuplu dünya sisteminde, her kutup, kendi alt sistemindeki ülkelerle ilişkisinde, ülkeler arasındaki ilişkileri maalesef hep aradaki iktisadi gelişmişlik düzeyinin açılması temelinde gerçekleştirmiştir.

Bir kısım iktisatçıların ‘Mukayeseli Üstünlükler Teorisi’nin bir sonucu olarak açıkladığı bu devrede, bir dönemdeki tanımlamasıyla üçüncü dünya ülkeleri, daha sonraki kullanımıyla gelişmekte olan ülkeler, aradaki farkı kapatmak şöyle dursun, gittikçe artan bir uçurumla karşı karşıyadırlar.

Uluslararası sistemde, ülkeler arasında ekonomik açıdan uçurum artarken, özellikle Rusya’nın dağılması ve ABD’nin tek süper güç halini alması ile Batılı Liberal Kapitalist Sistem, dünyada  neredeyse ulaşılması hedeflenen tek sistem halinda sunulmaya başlanmıştır. Bu sistemin yaygınlaşması sürecinde, bu sistemi uygulamaya çalışan ülkelerde iç dengeler de süratle bozulmuştur ve ya devam etmektedir.

KÜRESELLEŞME

Küreselleşme diye de tanımlayabileceğimiz bu süreç, yol açtığı gelir adaletsizliği nedeniyle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında gelir farklılaşmasının gittikçe daha da açılmasına neden olmaktadır. Küreselleşme öncesi dönemde Doğu-Batı mücadelesi olarak lanse edilen gerginliklerin yerini, zengin-yoksul, başka bir deyişle Kuzey-Güney mücadelesinin (Huntington’un deyimiyle “çatışmasının”) aldığı görülmektedir.

Günümüzde küreselleşmenin, gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerdeki varlıklı gruplara daha çok çıkar sağladığı da ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle Arjantin’de yaşanan kriz sonrasında insanların sokağa dökülmesi, bu gerçeğin farkedilmesi ve buna duyulan tepkinin dışavurulması ile ilgili bir süreçtir.

Finansal olaral sıkıntıya giren ve çıkış yolu bulmak için IMF’nin önerdiği reçeteleri uygulayan ülkelerdeki krizlerin daha da derinleşmesi ve sonrasında şirketlerin, özellikle de finansal sektördeki şirketlerin yabancıların eline geçmesi, küreselleşmeye ve küreselleşmenin simgesi hâline gelen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara olan tepkileri artırmış ve bu kuruluşların rolü tartışılmaya başlanmıştır.

1997’deki Asya ve 1998’deki Rusya krizleri ve bu krizlerin küresel ölçeğe yayılarak Brezilya ve Türkiye gibi ülkeleri etkilemesiyle artan tartışmalar, Türkiye’de yaşanan Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri ile son Arjantin krizinin ardından şiddetlenmiş ve küreselleşmeye karşı tepkiler artmıştır

Küreselleşme olgusuna paralel olarak, ülkelerin ekonomilerini dışa açmaları ve liberalizasyon çabaları ülkelerin istikrarlı bir büyüme trendi yakalaması için yeterli olmamaktadır.

Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme adlı kitabında, küresel gelişmelere karşı çıkan hükümetlerle ilgili çok önemli bir tespitte bulunmaktadır:

Falk, Küresel Kapitalizmin oyun sahasına giren bir hükümetin, kendisinden istenen oyunu oynamaktan başka hiçbir seçeneği olmadığını iddia etmektedir.. Şayet bu oyunu oynamayı reddederse veya jeopolitik muhafızlar siyasi veya ideolojik sebeplerden ona bu oyunu oynama fırsatı veremezlerse, ya sermaye kaçışı, ya durgunluk, ya dış destek kaybı ve müzmin fakirlik gibi problemlerle karşılaşacağını öne sürmektedir.

Falk’a göre, küreselleşmeye karşı koymak kolay değildir. Ancak, küreselleşmeye kayıtsız şartsız teslim olmak ve küresel kuruluşların (IMF, Dünya Bankası, DTÖ, vs.) her dediğini sorgulamadan yapmak, ülkenin ekonomik sorunlarını çözmesi ve istikrarlı büyüme eğilimini yakalaması için yetmemektedir. Eğer bu mümkün olsaydı, Arjantin’de kriz bu kadar derinleşmez ve insanlar sokağa dökülmezdi. Tabii Ülkemiz için de aynı tesbit geçerlidir

ACI BİR TESBİT

Modern dünyada paraya ve kredi mekanizmalarına hükmedenler maalesef, toplumları da yönlendirmektedirler. Bu yönlendirme gücüne sahip unsurlar, dünyada ortaya çıkan krizlerin ve dengesizliklerin de en önemli sebeplerindendir. Dolayısıyla küresel manada ve ülkelerin iç bünyelerine ortaya çıkan göreli ve mutlak yoksulluğun da en önemli sebepleri arasında sayılmalıdırlar

Bir iktisatçımızın hesaplamalarına göre; ülkeler arasında bir günlük gerçek mal ve hizmet ticareti 20 milyar dolar, bir günlük para ticareti ise 2 trilyon dolardır.

Bunun yıllık karşılığı ise 1997 yılı verileriyle yılda 7 trilyon $ ve 700 trilyon $ olarak hesaplanmaktadır.

Özetle ifade etmek gerekirse reel ticaret , sanal ticaretin 100’de biri seviyesindedir.

Peki para sahiplerinin dağılımı konusunda bir dengeden söz edilebilir mi? Maalesef hayır.

Modern dünyada servetin onda dokuzu, mevcut ülkelerin onda birinde toplanmış durumdadır.

Dörtyüz dolar milyarderi, dünya nüfusunun yarısı kadar zengindir.

Küresel krizler de maalesef bugün dünyadaki en güçlü durumda görünen ülkelerinin başrol oyuncusu oldukları küresel adaletsizliklerin eseridir.

Avrupa ve Kuzey Amerika başkentlerinde bulunan büyük bankalar da dünyadaki krizlerin adeta orkestra şefleridirler. Faize dayalı iktisadi dünya sistemi de adeta bütün haksızlıkların ve adaletsizliklerin kaynağı durumundadır.

 

1997 Rusya ve Uzak Doğu krizlerinde, yukarıda zikredilen uluslararası finans güçlerinin çok ciddi katkıları olmuştur. Örnek vermek gerekirse finans devi Soros’un tetiklemesiyle başlayan Uzak Doğu krizinde, Malezya Borsası’nın 10 ay içinde kaybettiği değer 260 milyar dolar civarındadır. Böylesi bir kaybın ülke ekonomisi için ne büyük bir kayıp oluşturduğu dikkatle hesaplanmalıdır.

Yine 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinde ülkemizdeki dolar bazındaki GSMH 200 milyar dolar seviyelerinden 150 milyar dolar seviyelerine gerilemiştir. Ülkemizin göreceli olarak fakirleşmesine yol açan bu durum, ülke içi dengelerinin de sarsılmasıyla kesimler arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür.

 

Medeniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu tezleri ile ilgili bazı yorumlar..

Son on yılda küreselleşme ve Batılı Liberal Kapitalist Sistemin felsefi arka planı konusunda en önemli tartışmalardan biri Fukayama ve Huntington’un makaleleri etrafında cereyan etmiştir. Bu makalelerin konumuzla ilgili olan yönüyle alakalı birkaç hususu özetle değerlendirmekte fayda mülahaza etmekteyiz.

Samuel Huntington, 21. yüzyılın din ağırlıklı bir medeniyetler çatışmasıyla belirleneceğini ifade ederek, Çin uygarlığını ve İslâm’ı, Batı’nın yeni düşmanları olarak lanse etmekte ve tanımladığı sekiz uygarlığın arasında, en ciddî çatışmaların İslâm uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasındaki çatışma olduğunu söylemektedir.

Bazı ilim adamları, Samuel Huntington’un 1993 yılında ortaya attığı “medeniyetler çatışması” tezinin, soğuk savaşın bitimine bağlı bir küreselleşme ürünü olduğunu ve yeni dünya düzeni konumunda çözümlemeler ortaya koymanın yanısıra, olaylara yön vermeye çalıştığını ifade etmekte ve hatta, Huntington’un bütün çözümlemelerini, yıkılan Sovyetler Birliği’nin yerine, Batı uygarlığı için yeni bir düşman yaratma gayreti üzerine inşa ettiğini ve bu yaklaşımın da Arnold J. Toynbee’nin “Meydan Okuma ve Karşı Koyma” kuramına dayandığını belirtmektedirler.

 

Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi yabancı-yerli akademik-siyasî çevrelerde ve medyada yoğun olarak tartışılmıştır.  Bunlar arasında en dikkat çekici görüşlerden biri de Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun görüşüdür.

Davudoğlu, “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı” başlıklı makalesinin girişinde meseleye şöyle teşhis koymaktadır: “Siyasî karar mekanizmaları ile siyaset teorisyenleri arasında ilginç bir hukukîleştirme ve meşrulaştırma ilişkisi olagelmiştir. Özellikle siyasî değişimin ve yeni dünya düzen arayışlarının yoğunlaştığı dönemlerde bu ilişki tarzı daha da yaygınlık kazanmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde ‘yeni dünya düzeni’ sloganı çerçevesinde yaygınlaşan yeni teoriler, hâkim siyasî güçlere kamuoyu oluşturma ve meşruiyet kazandırma doğrultusunda önemli hizmetler sunmuşlardır. En çarpıcı örneğini Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezinde gördüğümüz bu ilişki türünün son misâli Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezidir. Muhteva açısından birbiriyle çelişen bu iki tez zamanlama ve ABD dış politikasının teorik zeminini oluşturmak bakımından ciddî benzerlikler arz etmektedir.”

Davudoğlu, Fukayama’nın “tarihin sonu tezinin Batı medeniyetinin geçirmekte olduğu kriz sürecini örtmeye çalışan entelektüel bir çaba olduğunu, ancak, Bosna’da yaşanan dramın Fukuyama’nın oluşturduğu bu çerçeveyi geçersiz hâle getirdiğini belirtmektedir. Yaşanan dengesizlikler ve çarpıklıkların örtülmesi için gerekli olan yeni teorik çerçeveler ve bu çerçevelerin öngördüğü yeni düşmanlar bulma misyonunu ise, “medeniyetler çatışması” teziyle Huntington üstlenmiştir. Davudoğlu, Huntington’un tarih içindeki medeniyet çatışmalarını ön plâna çıkarırken, medeniyetler arası kaynaşma, müsamaha ve sentez alanlarını bilinçli bir teorik tercih olarak yok farz ettiğini ve bu tercihin makalenin misyonu ile yakından ilgili olduğunu ifade etmektedir.

Buna göre, Huntington, Batı medeniyetinin sorumluluklarını gözardı ederek, bunalımın sorumluluğunu ve ortaya çıkan çatışma alanlarının yükünü tekelci Batı medeniyeti tarafından hayat alanları gittikçe sınırlanan yerel medeniyetlere ve otantik kültürlere yüklemekte, böylece de gelecekteki bunalımın suçlularını önceden ilân etmektedir. Oluşturduğu evrensel değerler ve demokratik sistemle insanoğlunun nihaî hedefini gerçekleştiren Batı medeniyetini ön plâna çıkaran Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi ile detaydaki bunalımların nedenini yerel kültürler ve medeniyet çatışmaları olarak gösteren Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin bu çerçevede birbirini tamamladığını söyleyen Davudoğlu, Fukuyama’nın tezi ile Batı medeniyetinin felsefî ve sistemik unsurları yüceltilirken, Huntington’un tezi ile başta İslâm ve onu takiben Konfüçyanizm olmak üzere diğer bütün kültür ve medeniyetlerin çıkan siyasî huzursuzluk ve bunalımların kaynağı olarak takdim edildiğini belirtmektedir.

Davudoğlu’na göre, üslûp ve muhtevaları farklı olmakla birlikte, Batı medeniyetinin hegemonyasını sürdürmek için devreye soktuğu ve Batı’nın iki ayrı yüzünü temsil eden Fukuyama ve Huntington’un misyonları aynıdır ve birbirlerini tamamlamaktadır.

EROL MANİSALI

Direk olarak Fukayama ve Huntington ile ilgili olmasa da bu noktada Erol Manisalı’nın bir makalesinden kısaca bahsetmek yararlı olacaktır.

“Yirmibirinci Yüzyılda Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye” adlı eserinde Erol Manisalı; toplumsal ve millî bilincin köreltilerek, toplumsal bilinç yerine bireysel çıkarın sunulduğunu belirtmektedir. Manisalı şöyle demektedir: “Politikacıya da ‘ülkende yükselmek istiyorsan dışardaki güç odaklarıyla işbirliği yap’ deniyor. Ulusal sanayiciye, ‘ayakta kalmak istiyorsan, dışarda bir büyük bul ve ona bağlan’ önerisi yapılıyor.”

Manisalı, “Küreselci güçlülerin” azgelişmiş dünyaya etnik özgürlükler ve dinî özgürlükler gibi oyuncaklar da sunarak, azgelişmiş ülkelerde iç çatışmaları tahrik ettiklerini ve onların iç kargaşadan başka şeylerle uğraşmalarına imkan bırakmadıklarını, yani toplumsal olarak bilinçlenmelerine izin vermediklerini iddia etmektedir. Kısacası, küresel güçlüler, azgelişmiş ülkelere toplumsal demokrasiyi unutturmak için, onların önüne etnik, dinî, cinsel ne kadar araç varsa atmakta ve onları oyalamaktadırlar.

Gelir dağılımı adaletsiz  olan bir dünyada huzur ve barışın temin edilebileceğini ummak safdilllik olmaz mı? Zengin ve yoksul arasında bu denli büyük bir uçurumun olduğu  insanlık aleminde elbette global kaoslar olacaktır.

Yoksulluk beraberinde açlık, hastalık ve ölümleri de getiriyor…

Bugün için dünyanın GSMH’sinin 35 Trilyon Dolar civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bunun, 10.5 Trilyon Doları ABD, 4.2 Trilyon Doları Japonya ve 2.4 Trilyon Doları ise Almanya tarafından üretiliyor. İlk üç ülkenin GSMH’lerinin toplamı 17.1 Trilyon Dolar. Yani dünyanın toplam hasılasının (yaklaşık) yarısını ilk üç ülke oluşturuyor. Bu üç ülkenin toplam nüfusu ise 500 milyon civarında. Dünyamızda ise yaklaşık 6 milyar insan yaşamaktadır.

Buna karşılık, dünya nüfusunun neredeyse yarısı, yani yaklaşık 3 milyar insan, günde 2 dolarlık bir gelirle yaşıyor. 1.2 milyarı içinse bu 1 dolardan da az bir gelir demek. İstatistiklere göre, 800 milyon insan, yani her 7 kişiden biri yatağına aç gidiyor. 3 milyar insan yeterli sağlık hizmeti alamıyor. Hâlâ 1.2 milyar insan temiz içme suyuna sahip değil. Kolera, dizanteri ve diğer parazit hastalıkları nedeniyle halen yılda 3 milyon insan ölüyor. Her gün 5 yaşının altındaki 30 bin çocuk engellenebilir nedenlerle ölüyor. Hava kirliliğinin yol açtığı solunum yolları hastalıkları nedeniyle ölenler dünya genelindeki ölenlerin %10’unu oluşturuyor. Avrupa’da sel felaketleri, Afrika’da kuraklık ve açlık tehlikesi, Çin’de çölleşme, Amozon’da bitki ve hayvan türlerinin yok olması, kutuplarda buzulların erimesi ve hava kirliliği sorunu dünya için önemli bir tehdit haline gelmiş durumda.

 

Türkiye’de de durum çok farklı değil..

Türkiye’nin GSMH’sı, 160 milyar USD civarındadır. Nüfusun yaklaşık 70 milyon olduğu ülkemizde kişi başına düşen milli gelir ise 2250 USD civarındadır.(Satın alma paritesi itibariyle bu rakamların çok daha yüksek olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır) Ancak, bu her ferde  GSMH’dan 2250 dolar düştüğü anlamına da gelmemektedir.

Dört kişilik bir ailenin sadece karnını doyurabilmesi için gerekli olan para, yani açlık sınırı 390 milyon liradır. Buna giyim, ulaşım, kira, eğitim vb. ihtiyaçlar eklenerek hesaplanan yoksulluk sınırı ise 1 milyar 100 milyon liraya yükselmiş durumdadır. Buna göre, kamu çalışanlarının yaklaşık 1 milyon 250 bini ancak açlık sınırında yaşıyorlar. Açlık sınırını geçenlerin sayısı yaklaşık ise  300 bin.

Yoksulluk sınırını geçebilenlerin sayısı ise sadece 37 bindir.

Araştırmalara göre, Türkiye’de işsiz kalmak insanların sağlığını kaybetmekten sonra korktukları ikinci şey haline gelmiştir. İşsizlik ve ekonomik sıkıntılar sonucunda aile içi sorunlarda büyük artış görülmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsünün verilerine göre, Türkiye’de 2 milyon 200 bin işsiz mevcuttur. Bunların % 30’unun bir yıldan uzun bir süredir işsiz olduğu, % 70’nin ise son bir yılda işsiz kaldığı tesbit edilmiştir. Okullarından yeni mezun 170 bin kişinin de iş beklediği diğer önemli bir bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Ülkemizde, şehirlerde yaşayan nüfusun, doğdukları kırsal kesimlerle ilgilerini muhafaza eden kesimleri, buralardan aldıkları desteklerle bir miktar nefes alabilmektedirler. Sülale tipi yapılanmaların, eskiye göre büyük ölçüdeki çözülmelere rağmen hala etkisini sürdürüyor olması, kentlerdeki hemşehri dayanışmaları, insanlarımızın dini geleneğin tesiriyle  sürdürdükleri yardımlaşma  özellikleri bu ölçüde kötü rakamlara rağmen sosyal patlamaları önleyen etkenler olarak göze çarpmaktadır.

 

Batı’daki Sosyal Devlet uygulamaları insani ama eksik bir çabaydı…

Batıda, Kapitalizmin ve sanayi devriminin doğurduğu çarpıklıklara bir çözüm olarak ortaya çıkan sosyal devlet uygulaması, varolan yaygın kanaatin aksine sol bir uygulamaydı. Bilhassa 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve 20. Yüzyılda kendisini hissettiren Marksist ideolojinin rijit yönlerinin kapitalizm tarafından içselleştirilmesi ve kapitalist sistemin devamına yönelik oluşan doğal refleksin realize edilmesi anlamına geliyordu. Sosyal devlet kavramı iktisadi açıdan gelişmiş ülkelerin kendi iç problemlerini bir nebze olsun halledebildi fakat gelişmekte olan ülkeler statüsündeki devletler ve iktisaden çok sefil durumdaki ülkelerde ne uluslararası finans kuruluşları ne de BM çerçevesindeki yardım kuruluşları göstermeliğin ötesinde bir çözüm üretebiliyorlar.

Dünya sisteminin kontrolünü elinde tutan güçlerin etki alanındaki medya çabalarıyla büyütülen bu çalışmalar açılan uçurumun ve büyüyen problemlerin boyutunu gizleyemiyorlar.

Son günlerde Etopya’da açlık sınırındaki insanlar için yapılan müzik gösterileri ve Irak’lı mülteciler için düzenlenen Pavarotti konserleri bu noktadaki en son örneklerden sadece bir kaçı olarak gözümüze çarpmaktadır.

Çözüm ne derece mümkün?

İnsanlık tarihinde haksızlık ve adaletsizliklerin bir çok örneği mevcuttur. Bazı örnekler ise, sonuç olarak iyi görünse de yapılışı veya gerçekleştirilişi sırasında başvurulan yöntemler ve araçlar itibariyle tasvip edilmesi imkansızdır. Daha evvel bahsettiklerimizi toparlarsak, Batının Sanayileşme Serüveni ve bugün geldiği noktanın arka planını incelediğimizde de insanlık değerleri açısından çok önemli kusurları görebilmekteyiz.

Batı’nın sermaye birikiminin gerisinde dünyanın farklı bölgelerindeki birçok kavmin hakkı vardır.Topraklarından koparılmış, zor şartlar altında çalışmaya ve kimliklerini değiştirmeye zorlanmış insanların kol gücü, sanayileşme sürecinde ciddi bir değer oluşturmuştur. Aynı zamanda çeşitli sanayi kollarının ihtiyacı olan hammaddeler hakiki sahiplerinin ellerinden zorla alınmış veya bu insanlar tayin edilmiş sanayi kolları için hammadde sağlamaya zorla mecbur edilmişlerdir.

Direk kolonyalizm daha sonraki yüzyıllarda ve günümüzde şekil değiştirerek, medeniyet ihracı veya küreselleşme adlarıyla modern bir kimliğe bürünmüş, fakat üçüncü dünya ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler veya güney ülkeleri denen ülkeler, iktisaden gelişmiş olan devletlerin kontrol ettiği dünya sisteminde küresel adaletsizliğin sonuçlarını acı bir şekilde hissetmişlerdir.

Bugün göreceli olarak yoksul durumdaki bu ülkelerin birçoğunda mutlak yoksulluk sınırının altındaki nüfusun oranı da çok yüksektir. Aynı zamanda sistemin yapısı gereği gelişmiş ülkelerin nüfusu içinde zengin ve yoksul kesimlerin arasındaki oranlar da makul sınırların çok üzerindedir.

İnsanlar ve ülkeler  arasındaki adaletsizliklerin ve yoksulluğun en aza indirildiği bir yapının ve sistemin oturduğu ana temeller neler olabilir diye sorulacak bir soruya aşağıdaki cevaplar verilebilir:

İslam coğrafyasında önemli bir medeniyet döneminin yaşandığı gerçeğinden hareketle, bu medeniyetin odak noktasında yer almış olan Kur’anla, gerek bizim gerekse tüm insanlığın yeniden temasa geçmesi sağlanmalıdır.

Yöneticiler, ilim adamları, sanayici ve tacirler, hayatlarının her safhasında dengeyi gözetmelidirler.

İlimde gaye yaratılışın sırrına varmak, kitaba bağlı kalarak doğru ve hak anlayışını yaygınlaştırmak;

Siyasette gaye çoğunluğu manipule etmeden halkın katılımına ve özgür seçimine açık bir sistem geliştirmek, hukukun üstünlüğünü yerleştirmek ve toplumsal dengeyi sağlamak;

Ekonomide gaye ise serbest piyasa şartları içinde sosyal refahı ve kazanç dengesini sağlamak olmalıdır.

Bütün insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş, bizim de kurtuluşumuz olamaz düsturu ana ilke haline getirilmelidir.

Global manada bir çözüm yolu ararken de mikro ölçekte, her ferdin haksızlıktan ve adaletsizlikten kaçınmasının şart olduğu şiddetle vurgulanmalıdır.

Zekat ihmal edilmemeli, sadaka yaygınlaştırmalı, komşusu açken tok yatmama ölçüsü insanlar için önemli bir düstur haline gelmelidir.

Tabiatın insanlığa emanet olarak verildiği,  dünya ahiret denklemi içinde kul hakkının çok önemli olduğu, boynuzsuz koçun boynuzlu olandan hakkını alacağı bir günün geleceğinin hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerektiği vurgulanmalıdır..

Batılı kapitalist sistemin, küreselleşme safhasıyla etkisi altına giren kitlelerin en büyük dayanaklarından biri, iktisaden yoksullaşmalarına rağmen manevi ve ruhi dünyalarındaki zenginliklerin önemini kaybetmemek olmalıdır.

Gecenin karanlığının en koyu olduğu an, şafağın sökmesinin başladığı an olduğu gerçeği hiç bir zaman unutulmamalıdır. Hayalci olmamakla birlikte zulüme razı olmamak ve kötülüğün bertaraf edilmesi için cesaret, gayret ve fedakarlık göstermek şarttır.

Çalışmamızı, MÜSİAD’ın 2002 yılındaki Mültivizyon Metninin sonuç cümleleriyle bitirmek istiyorum:

Yeni bir insana ihtiyacımız var.

Değerlerini değişen şartlar karşısında yitirmeyen..

Varlık sebebinin kulluk olduğunu unutmayan

Hakikate giden yolları teknolojinin kurguladığı sanal aldatmacalarla örtmeyen..

Gücünü sömürü değil adaletten alan,

Zulme rıza göstermeyen, mazlumlarla kenetlenebilen insanlara

Spekülatif kazançlara göz yummayan,

Krizin aslında zihniyetlerden kaynaklandığını bilen,

Rekabetten yılmayan, mücadeleden kaçınmayan,

Kendisi, çevresi, toplumu ve en önemlisi Rabbiyle barışık insanlara,

İnsan gibi var olmasını bilenlere..

Adam gibi adamlara ihtiyacımız var….

 

ERHAN ERKEN

Yoksulluk Sempozyumunda Sunulan tebliğ 2004

 

Yararlanılan Kaynaklar:

1) Erol Manisalı; Yirmibirinci Yüzyıl’da Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye, Otopsi Yayınevi, İstanbul, 2001.

2) Richard Falk; Yırtıcı Küreselleşme: Bir Eleştiri, Çev. Ali Çaksu, Küre Yayınları, İstanbul, 2001.

3) Samuel P. Huntington; “Medeniyetler Çatışması mı?”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001,

4) Ahmet Davudoğlu; “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalım Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001

5) Dr. Mete TURGUT; 21. Yüzyılı Medeniyetler Çatışması mı,Zengin-Fakir çatışması mı belirleyecek?, http://www.turkiyevesiyaset.com/sayi8/0808.

 

6) Emre Kongar, Küresel Terör ve Türkiye: Küreselleşme, Huntington ve 11 Eylül, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002,

7) Kafdağına Yolculuk; Müsiad Mültivizyon Metinleri, Mustafa Özel, Melikşah Utku

8) Mustafa Özel; Müslüman ve Ekonomi: İz Yayınları, İstanbul,1997

9)William H. Mc. Neill; Dünya tarihi: Çev. Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara, 2001

1o) Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi Türkiye Ulusal Raporu

 

ÜÇ MODEL

İktisadi hayat içerisinde aktif olarak yer alan Müslümanların davranışlarını analiz edebilmek için kabaca üç tür model oluşturmak mümkün. Bir Müslüman’ın ele aldığımız herhangi bir modelin tüm özelliklerini taşıması her zaman ihtimal dahilinde olmayabilir, ama iktisadi hayattaki Müslümanların hareketlerine, karar alışlarına yön veren eğilimleri bize göstermesi açısından modelleştirme bize önemli kolaylıklar getirecektir.

Birinci modelimizde ele alacağımız örnek tipi, “Rahmete ve berekete yönelik davranan Müslüman” ana başlığı altında inceleyeceğiz.

Böyle bir kişi, haramdan kaçınır, şüphelilerden mümkün olduğunca uzak durur. Banka ve hatta finans kurumları ile hiçbir ilişki kurmamaya çalışır. Şehir dışı ödeme ve tahsilatlarında posta çeki hesabı kullanır. Çeşitli şüpheli ilişkilere girer korkusuyla sadece küçük çaplı ticari organizasyonlara kalkışır. Onun için mühim olan, işinin büyümesi veya iktisâden güçlü olmak değil, boğazından geçen lokmanın helâl ve katışıksız olmasıdır.

Karnında haram lokma olanın duasının kabul edilmeyeceği korkusu, onun hareketlerinde birinci referans noktasıdır.

Hep peşin alış-satışlar yapmaya çalışır, vadeli olarak alış verişten mümkün olduğunca kaçar. Fıkhî olarak peşin ve vadeli satışlar arasında doğabilecek fiyat farkının caiz olduğunu bilmesine rağmen, bu tür bir alış-veriş onu rahatsız eder. Yaptığı iş sahasının, dînî hedefleriyle alakalı olan yönünü sürekli düşünür. Mesela bir iş gereksiz tüketime yönelik ise o sahaya girmemeye gayret eder.

Bir sermaye sağlama şekli olarak faizle kredi almak yerine hisse senedi piyasasının yaygınlaşmasını müsbet görmekle birlikte, hissesini alacağı şirketin faizle veya gayri İslâmi yöntemlerle iş yapabileceğini düşünerek borsadan hisse almaya yanaşmaz. Endeksin elli binlerin üstüne çıkması onun için cezp edici bir mahiyet arz etmez.

Herhangi bir sebepten nakit sıkıntısına düşmüş bir insandan kendisi için çok kârlı olsa da kesinlikle mal almaz.

Devletle en küçük bir kredi, teşvik işine girmez. Enflasyonun altında negatif faizle alınacak teşvik kredisine veya yatırımın belli bir miktarının geri ödenmesine yönelik herhangi bir projeye sıcak bakmaz. ‘Birilerinin hakkını yerim, bundan dolayı da Allah’ın rahmetini celbedemem’ korkusuyla bu sahalara gözünü ve kulağını kapatır.

Arabasını, evini ve malını sigorta ettirmez. Sigorta ilişkisine girdiği kurumların birikimlerini nemalandırma biçiminin genelde gayri İslâmi olduğu fikriyatına sahiptir. Bu fikriyat sonuçta maddî açıdan kendi zararına olsa da, sigortaya yine de menfî gözle bakar.

Bağ-Kur ve SSK konusunda da rahat değildir. Herhangi kanuni bir mecburiyet olmasa onlarla bile ilişkiye girmeyi düşünmez. Bu konuda hassasiyetli olan bazı insanlar çalışırken ödedikleri primleri altın cinsinden hesap eder. Pirimlerinin toplamı emeklilikten sonra, altın cinsinden ödedikleri değerden fazlaysa bu farkı almazlar veya alsalar da kendileri için kullanmazlar

Bu modeldeki insanların tasarruf aracı olarak genellikle altını seçtikleri müşahede edilmektedir.

Zikrettiğimiz birinci kategorideki şahısların arasından maddi açıdan büyük birikimler yapanların çıkması pek mümkün olmamaktadır. Zaten bu türün aradığı da büyük maddi birikim değildir. Mühim olan, iktisadi hayatta Allah’ın rahmetini celbetmektir. Bu yolla en büyük güç olan Allah’ın gücünü arkalarına almayı hedeflemektedirler. Bu zümre mensupları, onların aile efradı kısmî ve dönemsel zorluklar çekebilir,  lakin İslâmi teorinin ve emanetin hiçbir zedelenmeye uğramadan sonraki nesillere intikalini bu yolla mümkün görür.

İkinci modelimizi “İktisadi hayatta maddi gücü kazanmak için çalışan ve imkanı ölçüsünde her yolu deneyen insan tipi” olarak isimlendirebiliriz. Bu tip için içinde yaşadığı zemin çok önemlidir; imânî açıdan teslim olmuş olmasına rağmen içinde yaşadığı sistemin tüm kurallarına riayet edilmesi ve onlardan tümüyle istifade edilmesi prensibini kendisine şiar edinmiştir.

Biraz çeşitlendirirsek; işinin gelişmesi için gerekli finansmanın sağlanmasında banka veya teşvik kredisi, ihracat kredisi veya tüketici kredisi türü tüm yolları kullanır. İşyerini çağdaş ölçülere göre dizayn eder, sekreterinden çaycısına kadar tüm personelinin prezantabl (!) olmasına azami dikkat gösterir. İşçi-işveren münasebetlerinde kanunlar ve cari piyasa kuralları dairesinde kendisi için maksimum faydayı sağlayacak tüm yolları kullanır. Yatırımları konusunda bazı temel tercihler (içki üretimi gibi) hariç çok seçici değildir.

Giyiminden, arabasının markasına ve modeline kadar ‘oyunun kurallarına uygun’ olacak tüm ayrıntılara dikkat eder.

Borsa, futuring (gelesiye alış-satış) tahvil, repo, yatırım fonları, rasyonel olmak koşuluyla onun için alternatif kazanç yollarıdır.

Evinden arabasına fabrikasından yaşamına kadar sahip olduğu hemen her şey sigortalıdır. Ana ilkesi maddi olarak maksimum getiriyi elde etmek ve yine maddi kayıpları en aza indirmek ve bu yolla elde edilen güçle de inancı yönünde hizmet edebilmektir.

Bu modele uyan Müslümanlar önemli bazı suallere de cevap arama mükellefiyetini taşıyorlar. Mesela yukarıdaki kıstaslara dayanan bir Müslüman için zekât oranı kırkta bir midir? Yoksa onun için gösterilecek örnek harpte malının tamamını veren Hz. Ebubekir (r.a) veya malının yarısını veren Hz. Osman (r.a) mıdır?

İslam’ın çok özel şartlar içinde izin verdiği bazı izinleri kullanarak kazanılan bir maddi güçten, o gücü kullanan insan, kendi nefsi için ne ölçüde faydalanabilir?

Tarifi yapılan insanın konumu,  işinin genel müdüründen öte bir anlam taşır mı? ( veya taşımalı mıdır?)

İkinci modelimiz için cevap arayan sorularla ilgili bu kadarla iktifa ederek üçüncü modelimize geçebiliriz.

Bu modelimizdeki şahısların genel özellikleri “Yaptıkları işe kendilerinden ayrı tüzel bir kişilik mantığı” ile bakabilmeleridir. Yani biraz daha açarsak kendi gerçek kişiliklerini firmalarının tüzel kişiliğinden bütünüyle ayrı tutabilmektedirler. Kapitalist sistemin bir ürünü olan tüzel kişiliğin, o sistemin gerçeklerine ve kaidelerine uygun olarak hayatiyetini sürdürmesinin tabiî olduğunu düşünmektedirler. Bu kişilerimiz, tüzel kişiliğe bakışta seküler, kendileri ile ilgili şahsî kararlarında dine dayalı bir davranış içindedirler. İşlerinin başındaki yüzleri ile mesai sonrasındaki yüzleri birbirine taban tabana zıttır.

Bu model içindeki bir insan, firması paraya sıkıştığında veya yatırım için finansmana ihtiyaç duyduğunda rahatlıkla kredi alabilmekte, fakat kendi özel ihtiyacı için kesinlikle kredi kullanmamaktadır. İşçisini asgari ücretle çalışmayı sistem gereği olarak çok normal görmekle birlikte aynı çalışanına çeşitli yollarla zekât veya sadaka fonundan destek olabilmektedir.

Üretilen mamullerin tanıtımında çağdaş reklâm yöntemlerinin her türünü gayet rahatlıkla kullanabilmekte fakat evine televizyon almamakta veya en ufağından alarak, çoluğunu- çocuğunu bu aletin zararlarından korumaya çalışmaktadır.

İkinci modele özellikle, maddi gücü oynama noktasında benzeyen üçüncü modelimiz daha ilkeli, hayatının kurtarabildiği kadar bölümünü İslâmi temel kurallarına göre yaşamaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra iş hayatı içinde daha fazla maddi güce ulaşmayı veya varolan gücü kaybetmemeyi hedeflemektedir.

Kaba hatlarıyla tariflerini yapmaya çalıştığımız bu modellere karşı en iyisi veya en kötüsü budur, ya da tercihimiz şu modelden yanadır demenin, geldiğimiz noktada çok fazla anlamı olmayacağı âşikârdır. Yapılması gereken, yukarıda tarif edilen tiplemeleri kendi içinde geliştirmek, belki daha başka eklemelerle çeşitlendirmek ve üzerlerinde derinlemesine durup tartışarak daha iyi, en iyi gibi noktalara varabilmek olmalıdır.

Müslümanlar, hangi modele daha yakın olurlarsa olsunlar, ‘Kitab’a ve sünnete bağlılıklarını kaybetmedikleri ve niyetlerini hâlis tuttukları oranda Allah’ın yardımıyla en iyiye ve en doğruya doğru gideceklerine inanıyorum

ERHAN ERKEN

Nisan 1995 MUSİAD BULTENİ

 

 

SİYER-İ NEBİ VE SİYASET

Bir insanın Müslüman olabilmesi için ilk şart Kelime-i şahadet getirmesidir. Yani Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve elçisi olduğuna kalbi ile inanması ve bu inancını kelimelere dökerek beyan etmesidir. Bu genel kabulden sonra Müslümanlık dairesi içine adımını atan insan, Allah’ın kendisinden neler istediğini öğrenmek için O’nun vahiy yolu ile gönderdiği kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e sarılır. Kur’an-ı Kerim’in insanlığa geliş yolu bilindiği gibi Hz. Muhammed (sav) vasıtasıyla olmuştur. 23 senelik bir devrede kısım kısım gönderilen ayetler, bizzat tatbikat ile birleşerek kıyamete kadar insanoğlunun ihtiyacını görecek bir bütün oluşturmaktadır.

 

Müslümanlar, bu sebepten Hz. Peygamber’e (sav) çok büyük sevgi ve muhabbet beslemektedir. O’nun hayatı, yaptıklarını ve yapmadıklarını öğrenmeye çalışmakta, bunun yanında davranışlarında insanlığa örnek olacak genel kuralları tespit edip onları uygulamaya gayret sarf etmektedirler. Bu özellik, tarihte böyle olduğu gibi bugün ve yarın da muhakkak ki böyle olacaktır. Hz. Peygamber’in (sav) hayatını tafsilatıyla anlatan kitaplara bilindiği gibi “siyer kitapları” denmektedir. İslâm tarihinin her döneminde birçok ilim adamı tarafından çok sayıda siyer kaleme alınmıştır. Müslümanlar bu kitapları okumuşlar, okutmuşlar ve oradan aldıkları genel dersleri hayatlarına tatbik etmeye çalışmışlardır.

 

Geçenlerde, son devrin önemli araştırmacılarından Muhammed Hamidullah’ın İslâm Peygamberi isimli kitabını inceliyordum. Değerli ilim adamı Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından Fransızca’dan tercüme edilerek Türkçe’ye kazandırılan ve 1980 yılında basılmış olan bu eserin “içindekiler” bölümüne bakarken Rasullullah’ın (sav) Takip Ettiği Siyasetin Temel Umdeleri başlığı altında yer alan hususlar dikkatimi çekti ve okuduğum metni sizlerle paylaşmak istedim.

 

Hamidullah bu umdeleri aşağıdaki şekilde tasnif ediyor:

  • İslâm’ın tebliğ edilmesi.
  • Ahlâkilik ve adalet
  • İnsanların eşitliği.
  • Dâhilde tesanüd ve sulh-u sükun (içerde dayanışma ve dirlik düzenlik).
  • Toparlanma ve yayılma (İslâmiyet’e yeni kazanılmış fertlerin cemaat içinde yaşadığı, olgun Müslümanların çeşitli ülkelere giderek hakkın, doğrunun, iyinin anlatılması için yayılmaları).
  • İnsan kanına hürmet.
  • Teknik alanda gelişmeye önem verme.
  • Haber alma hizmeti (iletişim ehemmiyeti).
  • İktisadi baskı.
  • Müslümanların düşmanlarının dost ve müttefiklerini kendi tarafına toplamak.
  • Müslümanların düşmanlarını kendi düşmanlarını kendi düşmanlarıyla kuşatmak.
  • Diplomasiyi maharetle kullanmak.
  • Müslümanlara farklı sebeplerden düşmanlık duyanların bir kısmının yakınlığını kazanmak ve aralarının düzgün olmasını engellemek.
  • İslâmiyet’le yeni müşerref olmuş kişilerin şeref ve haysiyetinin korumak.

 

Muhammed Hamidullah’ın Peygamberimizin (sav) hayatını analiz ederek çıkarmış olduğu bu sonuçların yanı sıra başka ilim adamları da siyere bakarak farklı yorumlar geliştirmişlerdir. Samimi gayretlerin ürünü olarak ortaya çıkarılan tüm yorumlardan tarih içinde birçok siyaset adamı yararlanmış ve İslâm Medeniyeti asırlara meydan okuyarak günümüze kadar taşınmıştır. İslamiyet’in bir konu hakkındaki yorumunu anlayabilmek için, esas kaynak olan Kur’an-ı Kerim’in yanında, onu açıklayıcı mahiyetteki Peygamberimizin (sav) sözleri ve fiillerinden oluşan sahih Hadis-i Şerifler birincil öneme haiz metinlerdir. Muteber hadislere dayanan ve bizlere İslâm’ın en mükemmel yaşandığı dönemle ilgili tarihî bir perspektif veren siyer kitapları, her devirde, gerek Müslümanların gerekse de İslâm tarihini inceleyen hemen herkesin değer verdiği başucu kitapları arasında yer alır.

 

Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi kitabı da bu kategoride önemli bir yer tutmaktadır.

 

Yukarıda aktardığım bölüm, sözü geçen kitabın ikinci cildinde tafsilatıyla yer almaktadır.

 

Okumaya, okutmaya, kitaplarla münasebet kurmaya durmaksızın devam edelim… O en güzel kitabı daha iyi anlayabilmek için, en güzel insan ve son Peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) sözlerini, fiillerini öğrenip tatbik etmeye çalışan insanlarla dolu bir dünya dileğiyle…

ERHAN ERKEN

Şubat 1998 MUSİAD BULTEN