SABIR VE SAĞDUYU

Sabır sahiplerinin adeta imtihan edildiği meşakkatli günler geçiriyoruz;

İmam Hatipler’de okuyan mini mini yavruların rahatsız edilerek potansiyel bir tehlike olarak ilan edildikleri,

camilerden çıkan insanların başlarındaki takkelerin, sarıkların tv. kameraları eşliğinde çıkartılmaya zorlandığı,

zavallı turistlerin bile ananevi kıyafetlerinden dolayı (turist olduklarını anlayamayan bazı emniyet güçlerince) ikaz edildikleri,

inançlı insanların kontrolündeki işletmelerin faaliyetlerinin sanki vatan haini bir örgütün finans sorumluları mertebesinde işleme tabi tutularak mercek altına alındıkları,

yine İslami hassasiyetleriyle bilinen birçok vakıf ve dernek hakkında, çalışmalarının zararlı olduğu ve bir şekilde takibat altına alındıkları veya alınacakları izleniminin sürekli pompalandığı böylesi bir devrede sabrı muhafaza etmek, kontrolü elden kaçırmamak hakikaten büyük gayret istiyor.

Bugüne kadar ülkenin mekanizmasının kilit noktalarını kontrol eden kesimlerin, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadıkları ve bu topraklar üzerinde yüzyıllardır hükümran olan medeniyete saygı duyan, ona bağlı olduğunu ifade etmeye çalışan, o medeniyetin dayandığı İslam dininin gereklerini yerine getirmek isteyen insanlara karşı niçin bu tarz bir hareket içinde olduğunu anlamak mümkün değil.

Bu insanlar ne yaptılar da böyle bir hareket tarzına muhatap oluyorlar?

Bu güne kadar Türkiye’de iktisadi hayata egemen olup da adaletsiz bir dağıtıma mı sebep oldular?

Bu insanlar, devlete sırtlarını dayayıp gümrük duvarlarının arkasına sığınıp sadece kendi servetlerini mi artırdılar?

Bu insanlar, siyasete hakim olup hasımlarını siyaset yapamaz hale mi getirdiler?

Bu insanlar, ‘Egemenlik ulusundur’ ibaresinin gölgesi altında halkı hiçe mi saydılar?

Bu insanlar, mahalli idarelerde ayyuka çıkan rüşvet ve suistimal destanları mı yazdılar?

Bu insanlar, dış politikada Cumhuriyeti kuran kadroların bağımsızlık ve antiemperyalizm söylemlerine ters bir tarzda, süper güçlerin üst politikaları altında bazen ikinci, bazen üçüncü sınıf bir aktör olarak ama hep edilgen bir çizgiyi muhafaza ederek, ülkeyi kimliksiz ve kişiliksiz mi bıraktılar?

Bu insanlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların öğrenim haklarını ellerinden almaya mı çalıştılar?

Hayır, hayır… Böyle şeyler yapmadılar.

Bilakis, bu tür menfi davranışlarda bulunan kişi ve kuruluşları, haksız ve adaletsiz davrananları sürekli ikaz ettiler. Bıçak kemiğe dayandığı zamanlarda bile göz yaşlarını içlerine gömdüler, tepkilerini meydanlarda vakur bir şekilde ve bayrak altında ifade ettiler.

‘Bu ülke bizimdir, bu ülkenin kurumları da bizimdir’ dediler. İnsanlar gelip geçicidir, bazılarının yapabileceği yanlışlar kurumlara mal edilmemelidir’ dediler. Tüm yetkili kuruluşları sağduyuya çağırdılar. Bir yandan da birbirlerine ısrarla sabrı tavsiye ettiler.

Sorumluluk sahibi kişi ve kurumlara düşen, bu ülkeyi seven, bu topraklar üzerinde Hakça, insanca ve adilce yaşamak isteyen insanları incitmeye bir ana evvel son verilmesini sağlamaktır. Bu ülkede hukuk varsa, büyük kitleler, saygın kurumlar, yıllardır dişleriyle, tırnaklarıyla çalışarak bir yerlere gelmiş, yurt içinde ve yurt dışında kalitenin adı olmuş işletmeler muğlak kavramlarla damgalanıp yargılanmadan suçlu ilan edilmemelidir.

Sabırlar daha fazla zorlanmadan, yapılan hatalardan dönülmeli, sun’i gerginliklere son verilmelidir.

Unutulmamalıdır ki, hatadan dönmek de fazilettir…

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Nisan-Mayıs 1997

 

BAKIŞ AÇISI

İnsanoğlunun önemli meziyetlerinden bir tanesi de, diğer varlıklara ve olaylara farklı açılardan bakabilmesidir. Dünyayı algılamaya çalışan insan, aynı zamanda diğer insanların da kendisini veya şahit olduğu olayları nasıl değerlendirdiklerini veya değerlendirebileceklerini tahayyül etmeye çalışır.

Bu özelliğin henüz gelişmediği küçük çocuklar, gözlerini kapattıkları zaman etraflarını göremedikleri için, kimsenin de kendisini görmediğini zannederler. Yaşları ilerledikçe kendisi dışındaki insanların farklı bakış açıları olabileceğini kavrayan çocukların bu tür hataları tekrarlamadıklarına şahit oluruz.

Hayvanlarda bu özelliğin olmadığına en bariz örnek ise, çok meşhur olan devekuşunun kafasını kuma gömmesidir.

İnsanoğlu, zikri geçen bu mükemmel özelliğini geliştirebildiği ölçüde kendi düşünce ufkunu da, etrafında cereyan eden olaylara vukûfiyetini de geliştirir. Kendisini tüm yönleriyle daha iyi kavrayabildiği gibi, içinde bulunduğu zaman ve mekân boyutunun da dışına çıkabilir, yaptıklarını ve yapması gerekenleri farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirebilir.

Helikopter veya uçak yolculukları, fizîki olarak değişen bakış açısının düşünce boyutuna yaptığı müspet tesiri gösteren en önemli örneklerdendir. Uçak yolculuğunun yarım saat öncesinde aynı seviyeden bakılan insanlara, yaşanılan şehre, yukarıdan ve çok geniş bir alanı kuşatabilecek tarzda bakabilmek, o mekânlarla ilgili daha kapsayıcı yorumlar yapabilme imkânı sağlar.

Şimdi, bir an için, içinde yaşadığımız “zaman boyutuna”, o boyutun dışına çıkabilme imkânımızın olduğunu düşünerek, “dışarıdan” baktığımızı var sayalım ve biraz zihin jimnastiği yapalım.

İnsanoğlu ve onun hizmetine sunulmuş olan varlıklar için yaratılmış “zamanı” adeta bir şerit veya cetvel gibi tahayyül edelim. Bizden evvelkilerin devirlerini birbirleriyle mukayeseli olarak inceleyelim. Tabii bu arada kendi bulunduğumuz zaman noktasını da tüm detaylarıyla analiz edelim.

Bizi yaratan Yüce Allah’ın bizi yarattığı zaman dilimi içinde, bizden neler istemiş olabileceğini tespit etmeye çalışalım. Ayrıca bu zaman dilimini tarih içinde hangi dilimlerle benzeşme gösterdiğine dikkat edelim…

Bu analizimizle birlikte, geçmiş dönemlerde atılmış ve aslında kendi zamanında çok da önemli gibi görünmeyen, belki şimdilerde basit diye algılanabilecek nice adımın, başlatılmış hareketin, tohumu atılmış küçük bir organizasyonun, zaman çizgisi içinde daha ilerilerde, ne kadar önemli fonksiyonlar icra ettiğine tanık olacağımıza inanıyorum.

Bütün bunların ötesinde, bu tür bir zihin jimnastiği, insanoğlunun, insanlık tarihinde sadece küçük bir noktadan ibaret olduğunu, yaşadığı ortalama bir ömrün ise insanlığın üzerine serpiştirildiği zaman çizgisinde küçük aralıklardan bir aralık olduğu gerçeğini bizi gösterecektir.

Zaman çizgisinin başlangıcından bugüne kadar, Allah’ın kendisinden beklediği vazifeleri hakkıyla yerine getirmiş olan kullar, vazifelerini yerine getirmekle, zaman çizgisi üzerinde müspet tesir icra etmişler, hayırla yad edilen bir nokta olmuşlar ve yaşadıkları kısa zaman aralığını, kendilerinden sonraki dönemlere örnek olarak taşıyabilmişlerdir.

Burada kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor; şu anada bulunduğumuz noktaya, “zaman boyutunun” dışına çıkmaya çalışarak bakarsak, acaba bizler bu çizgide nasıl bir yer alacağız?

Her birimizin, kıyamete kadar sürecek “zaman çizgisinde” zamanları aşan bir “nokta” olarak yer alabilmemizi temenni ediyorum.

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Eylül 1995

OSMANLI TOPRAK SİSTEMİ

1-Giriş:

Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde varlığını sürdürdüğü altıyüz yılı aşkın süre içerisinde oluşturduğu siyasi, iktisadi ve sosyal kurumları ile,  dinleri, dilleri ve tarihi mirasları farklı milyonlarca insanın üç kıtada sulh içinde beraber yaşamalarına imkan sağlamıştır.

Herbiri  köklü toplumsal tecrübelerin ve analizlerin mahsulü olarak nesilden nesile gelişmiş ve kemal dönemlerini Osmanlı’da bulmuş bu kurumların derinlemesine incelenmesi şüphesiz ki, bu temeller üzerine oturmuş bir sistemi de daha berrak olarak ortaya çıkaracaktır. Ancak, oluşturulan kurumların varlığını belirleyen insan ve inanç unsurları dikkate alınmadan ve devlet yönetimine hakim olan dünya görüşü ana hatları ile gündeme getirilmeden, bu büyük gücün gerçek mahiyetini açıklamaya çalışmanın birçok eksik ve yanıltıcı çözümlemelere yol açabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin genel yapısı kutsal bir amaca göre ayarlanmıştı. ‘İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak.’ Bu amacın Türk ırkının geleneksel cihan hakimiyeti mefküresi ile bütünleşmesi neticesi devletin ana hareket noktası olması, Osmanlı’yı  adeta tüm yapısını bu minval üzere şekillendirmeye itmiştir. Osmanlı kurumları ana dayanak noktası itibariyle İslam Dini’nin kıstaslarını temel almakla birlikte, yerleşmiş Türk gelenekleri de oluşumda belli oranlarda etkili olmuştur.

Osmanlı Devlet Sistemi’nde genel anlamda kuvvetli bir merkeziyetçilik göze çarpmaktadır. Bu merkezi idarenin yönetimi altında toplum harp maksatları için teşkilatlanmış muazzam bir ordu manzarası arzetmekte, umumi bir seferberlik havası ve zihniyeti tabii ve daimi bir hal olarak hüküm sürmekte idi. Osmanlı üzerinde yoğun çalışmaları  ile tanıdığımız rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın deyimi ile imparatorluk bir Padişah Çiftliği gibi idi. Yüzlerce köy, yarıcılık, ortakçılık veya çeltikçilikle en iyi arpayı ve pirinci bir plan dahilinde saraya temin etmekle mükellefdi. İmaretler için  gerekli  gıda maddelerinin temini yine belli bölgelerin sorumluluğuna bırakılmıştı. Birçok köy, kervansarayların civarını şenletmeye, köprüleri, yolları tamir etmeye, derbent beklemeye ( bir tür inzibat hizmeti) atalarından kalan ırsi bir mükellefiyet olarak mecburdular.

Ordu için gerekli mühimmat, top dökme, su yolu, kale inşaatı, donanmaya yelken bezi dokuma gibi hizmetleri yapmakla vazifeli olan bölgeler icap ettiği zaman bu hizmetlerini yerine getirmeye, elde ettikleri mahsulleri merkezin istediği noktalara intikal ettirmekle sorumluydular. Bizatihi memleket idaresi ve düşmanla savaş gibi vazifeleri yerine getiren askeri sınıfın yanısıra, onun alt yapısını hazırlayıcı durumdaki reaya kesimi topyekün kutsi bir amaç için çalışan ve tek merkezden yönetilen bir mekanizmayı oluşturuyorlardı.

Osmanlı toplum yapısını ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışan kısa genellememize son vermeden , özellikle klasik dönemi daha iyi anlamamıza yarayacak olan Kınalızade Ali Efendi’nin ‘Adalet Dairesi’ adıyla maruf teorisini ve bu günkü dille açıklamasını zikretmeden geçemeyeceğiz.

Kınalızâde Ali Efendi  (1510-1572) şöyle ifade etmektedir:

  • Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
  • Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
  • Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur (Şeriattır) )
  • Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ( devlet-mülk ile) ile korunur).
  • Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat (devlet-mülk), ancak ordu ile zaptedilir)
  • Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)
  • Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan ( sağlayan)  halktır)
  • Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl (Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan ( ona kul eden)  da ancak adalettir )

2-Toprak Sistemi ve Arazinin Taksimi

Yukarıda ana hatları ile izah etmeye çalıştığımız  Osmanlı Sistemi ‘nde, din-devlet-toplum ilişkilerinin bu temel noktalar üzerine bina edildiği,  Osmanlı’yı inceleyen pek çok ilim adamı tarafından da dile getirilmektedir.

Bu kısa genellemenin ardından , konumuz olan Osmanlı’da uygulanan toprak sistemine göz attığımızda bölgelere göre bazı farklılıklar gösteren bir yapı ile karşı karşıya kalmaktayız. Buna rağmen toprak sisteminin ana karakterini, varmak istediği noktalar açısından şu şekilde ifade edebiliriz:

-Devletin merkeziyetçi karakteri icabı buna aykırı unsurların zaman içinde ortadan kaldırılması

-Yeni fethedilen bölgelerin İslamlaştırılması. Bunun için kullanılan iskan ve kolonizasyon siyaseti

Osmanlı toprak sistemine mülk sahipliği açısından bakıldığında da şöyle bir ayırım yapılabilir:

1/ a) MÜLK ARAZİLER: Bu arazilerin mülkü tamamıyla bir şahsa veya aileye ait olmakla  ve devlet bu tip arazilerin yönetimine karışamamaktadır. Bilhassa Rumeli bölgesine ilk fetihler esnasında merkez tarafından teşvik gayesi ile birçok temlikler yapılmıştır.(Mesela 4.Bayezid’in Mihaloğlu Ali beye, Plevne yakınlarındaki bir köyü temlik etmesi bu kabildendir. ) Eski devletlerin zamanından kalma mülk topraklar da mevcut idi.

b) MALİKANE-DİVANİ SİSTEM: Konya taraflarında başlayıp büyük kısmı Doğu Anadolu’da ve Suriye’de görülen bu tip arazilerde toprağın kuru mülkiyeti bir şahsa ait olarak kalmakta, bu şahıs 1/10, 7/10, 5/10 nisbetinde toprak kirası almakta, fakat bilumum şer’i ve örfi resimler(vergiler) devlet adına toplanmaktadır. Ayrıca toprağın kira parasını malikane hissesi adı altında alan mülk sahibi olmasına rağmen, kiralama işini yapan ve toprağın işlenmesi üzerinde kontrol sahibi olan devletin, oradaki yetkili memuru yani sipahisidir.

2/VAKIF ARAZİLER: Tedavülün dışına çıkılmak suretiyle Allah yoluna tahsis edilen topraklar bu adla anılmakta idiler. Bu tür vakıflar ki çoğunluğu padişahın ya bizzat tesis ettirdiği  ya da miri araziden tasarruf edenlere izin vererek oluşmasını sağladığı topraklardır. Vakıf arazilerin en büyük özelliği buralara devlet memurlarının olağanüstü vergileri toplamak için bile girememeleriydi. Vakıf araziler içinde ölüme bağlı vakıf şeklinin yaygınlaşması müsadere (devletin toprağa-mala el koyması) kurumuna karşı bir direniş şeklinde sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır.

3/MİRİ ARAZİ: Miri arazide toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete aittir Bu tür araziler genel olarak üç şekilde teşekkül etmektedir:

a) Fetih yoluyla elde edilen arazilerin kuru mülkiyeti, o toprağın kazanılması için askerler topyekün savaştığı için orada kamunun hakkı olduğundan devlete maledilir. Ganimet gibi  paylaştırılmaz. (Bu Hz. Ömer’in bir uygulamasına dayanılarak kural haline getirilmiştir.)

b)Mülk topraklar sahibinin ölümü ile mirasçısı yoksa devletin mülkiyetine geçer

c)Yararlanma hakkı verilmiş mevat arazi de miri topraklardan sayılır.

3-Miri Arazi ve Timar Sistemi

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde toprakların yüksek mülkiyet ve kontrol hakkı (rakabesi) geniş bir alanda devletin elinde alıkonulmuştur.Toprağın böyle özel bir hukuki statüye tabi tutulmuş olması onu işleyenler için tasarruf konusunda bir takım kayıtların meydana çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bu durumda köylü, toprağın hakiki sahibi değil fakat kiracısıdır, dolayısıyla hibe, vasiyet, satış, vakfetme,, borç gibi haklara sahip değildir. Ayrıca ölümünde toprakları sahip bulunduğu diğer mallar gibi şer’i miras hükümlerine göre taksim edilmemektedir. Ölen kişinin yalnız bir erkek evladına  veya erkek evlatlarının tümüne birden müştereken, devlet toprakları miras olarak  geçmektedir.

Erkek evladın olmadığı zamanlarda yine erkek akrabalarından birine arazi intikal edebilmekte, bu arada bütünlüğü bozulmamaktadır.Bu geçişlerde devlet tapu resmi veya tapu bedeli almaktaydı.

Özetle tarifi yapılan sınırlamanın en mühim sebebi toprağın fazla parçalara bölünüp vergi kontrolünün dışına çıkmasını, ayrıca köylünün ırgatlaşmasını önlemek içindi.

Miri arazi rejiminde köylü, bir çift öküzle işlenebilecek ve bir çiftçi ailesinin geçinmesine müsait çift ismi verilen bir bütünü veya yarısını timar sahibine, Haslarda Emin ve mültezime (devlet adına vergi toplayan bir tür müteahhit) tapu resmi( peşin kira) vererek kiralamış durumdadır. Toprağın verim kabiliyetine göre öşür adındaki vergiyi (1/10 dan 5/10’a kadar) aynen, ayrıca yıllık kira olarak da belli bir miktar parayı (çift akçesi) Devlet adına sipahi veya emine veya zaime vermeyi de kabul etmekteydi. Çiftçi toprağı devamlı olarak işlemekle yükümlü idi. Üç sene boş bırakacak olursa toprak sahibinin elinden alınarak tapu resmi ile başkasına verilebilmekteydi.

4-Timar Sisteminin Muhtevası

Osmanlı Devleti’nde geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen(belli) bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili yetkisi ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20,000 akçeye kadar olan askeri dirliklere timar adı verilirdi.

Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın yaptığı bu tarif ile anılan timar tabiri daha  sonraları bir sistemin ismi olarak anılmaya başlamıştır.Yine Barkan’ın cümleleri ile ifade etmeye çalışırsak;

Para iktisadının yeterli derecede gelişmediği devirlerde büyük bir kısmı aynen mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin nakli, paraya çevrilmesi, merkezi bir devlet hazinesi halinde toplanarak oradan dağıtılması ve bu dağıtılacak maaşlarla vazife sahiplerinin bulundukları yerlerde geçimlerinin temini gibi işlerin güçlüğü karşısında, bütün bunlara ilaveten askeri ve siyasi diğer tarihi sebeplerle doğu ve batıda muhtelif şekillerde mevcut olmuş ve burada tatbik edilmiş olan benzeri usuller, Osmanlı Devletinde Tımarlı Sipahi denilen bir eyalet süvari ordusunun teşkilatlandırılmasında asırlar boyunca başarı ile kullanılmıştır.

Tımarlar gelir açısından üç kısma ayrılmaktadır:

Has: Geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler olup daha çok padişah, vezir gibi yüksek kademedeki idarecilere tahsis edilen tımarlardı. Hasların göreve bağlı olarak verilmesi (memurlar için) ve mirasa konu olmaması servet birikimini engelleyen önemli bir kuraldı

Zeamet: Geliri 20.000-100.000 akçe arasındaki hem askeri, hem de de mali bir anlam

taşıyan dirliklerdi. Sahibine zaim denirdi. Ölüm halinde dirliğin kılıç adı verilen başlangıç kısmı mirasçıya kalabilmekteydi.

-Timar: Geliri 3.000-20.000 akçe arasındaki dirliklere verilen addı. Tımar sahibine sipahi adı verilmekteydi

Zaim ve Sipahinin dirliğinin başında bulunması icab etmekteydi

Timar sahibinin vazifesi itibariyle dirlikler üç kısma ayrılmaktaydı:

Eşkinci Timarlar: Bunların sahipleri (Sahib-i-arz) sefer zamanı sefere gitmek ve beraberinde cebeli denilen atlı asker götürmek mecburiyetinde idiler. Kılıç denilen sipahinin aylığı dışında kalan her 300 akçe için sipahibir cebelü besler. Zeamet ve has sahipleri ise her 5000 için bir cebelü beslerlerdi. Bu besleme tam teşekküllü askeri savaşa hazır halde tutup gerektiği zaman lazım olan yere göndermekti.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1527-1528 yıllarında yapılan tahrirlere göre  toplam 537,929,006 akçe olan yıllık vergi gelirleri içinde Mısır hariç, Padişah hasları %39,9, zeamet ve tımarlar ise %49,8 nisbetinde idi. Vergi geliri temin eden 37,521 timardan 27,868’i eşkinci tımarı idi.

Mustahfız Timarları:Belli kaleleri korumak için tesis edilen timarlardı.

Hademe Timarları: Bunlar saraya ve bazı dini kurumlara belli hizmetler görmekle vazifeli olan tımarlardı

Ayrıca eşkincili mülkler ve mülk timarlar adıyla var olan ayrı bir statü daha vardı. Osmanlı devrinden evvelki dönemlerden intikal etmiş olan veya yeni fethedilen yerlerde devletin uygun gördüğü bazı soyluların ellerinde bu tip tımarlar bırakılmıştır. Bazı esneklikleri olan bu tımarlar zamanla klasik tımar sistemi içine çekilmişlerdir.

Tımarlar veriliş şekillerine göre ise; Tezkireli ve Tezkiresiz diye iki kısma ayrılırlar

Tezkireli Timarlar: Bu tip timarlar dağıtımları merkezden yapılan fakat bu iş için beylerbeyinin tezkeresine ihtiyaç duyulan tımarlardı. Rumeli, Şam, Halep, Diyarıbekir gibi bölgelerde 6000 akçeden, Kıbrıs’da 5000 akçeden, Rumeli’de ise 3000 akçeden yukarı usul uygulanırdı.

Tezkiresiz Timarlar:

Direkt olarak beylerbeyinin verebildiği timarlardı.

5-Feodal Rejim ve Osmanlı Timarı

Osmanlı toprak sistemi , kendi döneminde Avrupa’da hüküm süren ve genel olarak feodalite olarak ifade edilen sisteme ne kadar benziyordu?

Bu soru, Osmanlı ile ilgilenen tüm araştırmacıların ilgisini çekmiş, belli bir tarihi süreçte farklı coğrafyalarda hüküm sürmüş bu iki sistem mukayeseli olarak bir çok ilim adamı tarafından inceleme konusu olmuştur.

Feodalite rejiminde toprağın sahibi vassallar idi. Bir çok vassal içinde bir tanesi ise eşitler arasında birinci mantığı ile öne çıkarak derebeyi  ünvanı ile sistemin yöneticisi konumunda bulunuyordu. Bu sistem içinde vassal ve derebeyi kendi sınırları içinde hem toprağın hem de üzerinde yaşayan insanların mutlak sahibi konumunda idi. Bölgesinde, askeri, siyasi, hukuki her şey derebeyinden sorulurdu.

Batı’da uzunca bir tarih dilimi süresince hüküm sürmüş olan bir sistemi bir kaç cümle ile ifade etmek çok sağlıklı bir yaklaşım olmamakla birlikte, Osmanlı timarı ile mukayesede bir fikir vermesi açısından başvurduğumuz bu yoldan sonra Prof. Ömer Lütfü Barkan’ın ‘Osmanlı feodalitesi ‘ tezine cevap verebilmek amacıyla feodal rejimin senyör malikhaneleriyle Osmanlı timarını mukayese eden fikirlerini nakletmek istiyorum.

Tımarlı sipahi, bir kısım topraklarını kendi nam ve hesabına işleten ve bu maksatla idaresi altında bulunan köylülerin işgücünü angarya yükümlülükleriyle kullanan bir büyük çiftlik sahibi konumunda değildi. Osmanlı timar sisteminde ana özellik, feodal artıklara karşı savaş halinin , merkezin hakimiyetinin ulaştığı yörelerde şiddetle sürmesi ve bu unsurları mümkün olduğunca kaldırması olmuştur. Fakat uç bölgelerde ve karışıklık dönemlerinde derebeylik artığı uygulamalara rastlanmaktadır.

Timarlı sipahiler, kendileri için tahsis edilmiş olan arazi ve reayaya ait şer’i ve örfi bir takım hak ve resimleri kendi nam ve hesaplarına toplamakta idiler. Fakat bu husus onların harice karşı özerk ve kapalı bir muafiyet sahasına sahip olduklarını göstermemektedir. Çünkü batı derebeylik sistemlerinde görülmemiş ölçülerde merkezi otoritenin kontrolü mevcuttur. Yurdun neresinde olursa olsun merkez, koyun resmi, cizye gibi vergileri ve gerektiğinde extra bir vergi hüviyetindeki avarız akçelerini bizzat kendisi toplamakta idi.

Ayrıca sipahi, kadının hükmü olmadan hiç bir suça ceza verememekteydi.

Batı feodalizmindeki toprağa bağlılık prensibine benzetilen çift bozma akçesine gelince; çiftini bırakan çiftçiden sipahinin aldığı bir bedel olan bu ödeme, devletin o sipahiye hizmetleri karşılığı tahsis ettiği geliri azaltıcı bir durum olduğundan bir nevi tazminat mesabesinde olarak yorumlanmaktadır.

Osmanlı Tımar sisteminde ana mantık olarak çiftçi, kendisi, ailesi ve toprağı ile sipahisine ait bir mal değildir. O sadece miri hükmünde olan toprağı işleyerek, oradan kazandıklarından , o toprağı devlet adına idare eden ve buna karşılık birçok mükellefiyet altına giren sipahiye çeşitli vergiler ödeyen bir birimdir. Çiftini bozup o bölgeyi terketmesi durumunda vergilerini ödeyemeyecek, o vergileri alarak merkeze askeri temelli hizmetler üreten sipahi bu hizmetlerini eksik yapmak durumunda kalacaktır.

6-Timar Sisteminin Bozulması

Tımar Sistemi orjinal şeklini Osmanlı Döneminde bulmasına rağmen daha evvelki devrelerde de bu sisteme benzeyen uygulamalardan etkilendiği düşünülebilir. Selçuklularda uygulanan ve kökü Hz. Ömer’e kadar varan ikta sisteminin bazı farklılıkları olmakla birlikte Osmanlı timarına zemin teşkil ettiği söylenebilir. Bazı tarihçilere göre ise timar sistemi Bizans’ın pronoia sisteminin Osmanlı’ya uygulanmış şeklidir

Osmanlı timar sisteminin kendi öz yapısına kavuşmasında en büyük rol, 1. Murad’ın olmuştur. Zeamet’in teşekkülü ve intikali ile ilgili daha sonraları de devam edecek olan  birçok düzenleme bu padişah döneminde yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmet devrinde ise toprak sisteminde çeşitli ıslahatlar yapılmıştır. Miri toprakların genişlemesini sağlayan bu ıslahat hareketleri 2. Bayezid zamanında belli ölçüde duraklamış hatta geriye bile gitmiştir.

Kanuni devri timar sisteminin son şeklini aldığı, bir yandan da bozulmaya başladığı bir devir olmuştur.

Osmanlı timar sistemi içerisinde önemli bir noktayı teşkil eden yerli bir asalet sınıfının ortaya çıkışını engelleme teşebbüsleri, merkeze karşı başka güçleri harekete geçirmiş ve Doğu’daki birçok huzursuzluklara da zemin hazırlamıştır. Eskiden tımar dağıtımında aranan babadan sipahilik (bey oğlu bey) ilkesi daha sonraları aranmaz olmuş, savaşlar ve şehzade mücadeleleri bu sınıfa reayadan çokça geçilmesine yol açmıştır.

Ayrıca yeniçerilerin kadro durumundan dolayı yüksek rütbelilerin ‘sancağa çıkma’ tabir edilerek dirlik almaları zamanla yaygınlaşmıştır. Bu durum Anadolu’da bazı yerlerde yerli beyler tarafından hoş karşılanmamış, türlü fırsatlardan yararlanarak kölelikten yetişme ve soyluluk özelliği olmayan kişilerin imtiyaz sahibi olmaları ve ölçüsüz davranışlarda bulunmaları hoşnutsuzlıkları arttırmıştır. Esasında bu durum birbirini tamamlayan aynı zamanda dengeleyen iki tür askeri sınıftan oluşan Osmanlı Askeri yapısının dengesini de bozan bir gelişmenin başlangıcı olmuştur.

Buna ilaveten Anadolu’da Safevi’lerin yanına giden beylerin sayısı artmış ayrıca çeşitli isyan hareketlerinde eski beylerin de aktif rol oynadıkları gözlenmiştir. 16. Asrın sonlarındaki büyük Celali isyanlarında , halinden memnun olmayan bir çok timar sahibinin de oynadığı rol , merkez ile yerli sipahi beylerinin karşılıklı güvensizliğini de beraberinde getirmiştir. Bu sebeple birçok Anadolu şehir ve kasabasına yasakçı ve korucu adıyla daha çok yeniçeri yerleştirilmesi lüzumu hissedilmiştir.

Timar sisteminin bozulması 3. Murat döneminde özellikle hız kazanmıştır. Ayni Ali Efendi’ye ait olduğu düşünülen bir risaleden alıntı yaparak zikreden Barkan, timar kayıtlarının çok karışık olmasını, savaş meydanlarında yoklamanın yapılamaz oluşunu ve boş kalan tımarların yüksek memurlar tarafından rüşvetle verilir olmasını, bozulma sebepleri arasında saymaktadır.

7-Koçi Bey’in Genel Bozulma ve Timar Sistemi  ile İlgili Tavsiyeleri

Devletin kötü gidişi ile ilgili tesbitlerini ve çözüm yollarını içeren layihalarını 4. Murad’a takdim eden Koçi Bey, bu padişah döneminde yapılan birçok ıslahat çalışmalarının da mimarı olmuştur.

Risalesinin başlangıcında Koçi Bey ana fikri şu cümlelerle ifade etmektedir:

Evvela padişah hazretlerinin malumu ola ki memleket ve millet düzeninin ve din ve devlet kaidelerinin pekiştirilmesinin çaresi, sağlam , Muhammed Şeriatına bağlanmaktır. Sonra alemlerin Rabb’inin bir emaneti olan reaya ve beraya (halkın harac ve teklif vermeyeni) nın halleriyle meşgul olup bilgisine göre hareket eden din bilginleri ve gaza yolunda canını feda eden mücahid gazileri, haklarında padişah hazretlerinin lütufları meydana gelip, her sınıfın iyiliği çok olanlarına riayet ve şerirlerine hakaretler reva görüle….’

Koçi Bey risalesinde özetle şu hususları zikretmektedir:

Sultan Süleyman Han gaziye gelinceye kadar sultanlar divan-ı hümayunda bizzat bulunurlardı. Fakat daha sonraki devirlerde bu çok önemli toplantılara katılmaz oldular. Vezirlerin kuvvetli olduğu devrelerde bu eksiklik hissedilmese de daha sonraları problemler ortaya çıkmaya başladı.

Vezir-i azamlık ulu bir makam olduğu için o makama gelen kişiler büyük bir hata işlemezlerse çok sık olarak değiştirilmemelidirler. Ayrıca eski devirlerde sancak beyleri, beylerbeyleri de çok sık değiştirilmezlerdi. Bu da otoritelerinin daha kuvvetli olmasını sağlardı.

Eski dönemlerde bu mevkide olanların işlerine hiç kimse karışmazdı. Padişah ile kendi aralarında olan işleri hiç kimse bilmezdi. Ne zaman ki padişah yakınları devlet işlerine karışır, padişahı etkilemeye başlar oldular, o zaman vezirler , mecburen Enderun halkına uyup hevalarına göre hareket eder oldular. Onlar da pek çok işe karışıp, kan pahasına nice yüzyıl evvel fetholunmuş köyleri bir yolunu bulup, kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirdiler. Bu şekilde birçok timar ve zeamet verildi ve kılıç sahiplerinin dirlikleri kesildi.

Yani özetle,timar dağıtımında eski usullerden ayrılındı. Timarlar merkezdeki devlet adamlarının hizmetkar ve kölelerine dağıtılmaya başlandı.

Zeamet ve timar erbabı geçmiş devirlerde Devletin en büyük gücü idi. Onlar mükemmel iken yapılan gazalarda asla kapıkullarına ihtiyaç duyulmaz idi. Aralarında birtek yabancı yok idi. Hepsi ocak ve ocak-zadeler, baba ve dedelerinden kalma padişah dirliğine sahip kimselerdi.

Timar erbabı muhakkak sancaklarında otururlar, lazım olduklarında üç gün içinde lazım olan yerlere giderlerdi.

Eskiden, tezkireli timarlarda Beylerbeyi tezkere verirken bu usul değişti ve vezir tarafından verilir oldu. Haksızlık anında şikayet edilecek merci kalmadı.

Padişah hasları Şeriata aykırı olarak mülk edinildi. Rüstem Paşa zamanında toprakların bir kısmını iltizama verilmesi nedeniyle bu toprakların bir bölümü  yabancıların eline geçti.

Timar dağıtımında, daha sonraları ortaya çıkan bir usul olan, kapıkullarına dirlik verilmesinden  ziyade ocakzadelere ağırlık verilmesi sistemin özüne en uygun yoldur..Bu konuda ilk uygulama Özdemiroğlu Osman paşa zamanında M.1584 yılından sonra vuku bulmuştur.O devirden sonra şehir oğlanlarına, reaya kesimine de dirlik verilir olmuştu.

Bürokraside timar sahibi olan kişiler timar almışlar fakat savaş zamanı vecibelerini yerine getirmemişler, bu da ordunun gücünü azaltan bir durum ortaya çıkarmıştır.

Koçi Bey’in risalesinde dikkati çektiği bir diğer husus ise, Şeyhülislamlık makamına gelmiş kişilerin çok büyük bir vebal dışında azledilmemeleri gerektiğiydi. Eskiden uygulama bu şekilde idi ve fetva makamı padişaha karşı başı dik durumdaydı. Azil kapısı açıldıktan sonra bu makama gelen bir çok kişi tedirginlik yaşayarak fetvalarında bazı hatalara düştüler. Bu konudaki ilk uygulama M.1594 tarihinde Şeyhülislam Sunullah Efendi’nin birkaç defa yersiz olarak azlolunmasıdır.

Tabii bu husus ilmi hiyerarşi ve kalitenin eskisi gibi olmamamasıyla da alakalıydı. Yani bir bakıma hem sebep, hem de sonuçdu.

Devlet mekanizmasındaki bozulma her kesimde meydana geliyordu. Yeniçerilerde de M,1503 tarihinde Sultan Mehmet Han’ın düğünü dolayısıyla halkı eğlendiren kişilere yeniçeri ağasının muhalefetine rağmen yeniçerilik verilmişti. Her kesimdeki yozlaşma ancak eski usullere dönülerek düzeltilebilirdi.

Asker içinde ulufeli sayısının artması reayanın vergisinin de artmasını gerektiriyordu. Bu husus zamanla reayanın fakirleşmesine ve rahatsızlanmasına sebebiyet verdi. ‘Oysa eskiden padişahlar altı-bölük halkını yeniçeri ocağı ile, yeniçeri taifesini altı-bölük halkı ile ve bu iki taifeyi de zeamat ve tımar askeri ile zaptederdi. Zeamet ve timar evvelce olduğu gibi tamamlansa, ulufeli de mümkün olduğu kadar azaltılsa, Allah’ın izniyle alem düzene girer’

Genel düşüncesini bu cümlelerle ifade eden Koçi Bey’e göre en önemli nokta eski usullere dönmek ve sistemi buna göre yeniden ele almaktı.  Koçi Bey’in layihaları 4. Murad üzerinde tesirli olmuş ve bunlara uygun icraatlar yapılmıştır.

8-Bozulmanın Diğer Sebepleri ve Süreci

Fakat sistemin tümünde ve bunun bir alt unsuru olan toprak sistemindeki bozulmada başka amiller de vardı Mesela fetih gelirleri azalmaktaydı. Özellikle nüfüs artışı 16. yüzyılda fazlalaşmıştı. Karlofça anlaşmasından sonra ortaya çıkan İstanbul’a doğru köylü akını birçok probleme sebep olmuştu.Yapı değişimini verdiği rahatsızlık Celali isyanları türü büyük sosyal patlamalara sebep olmaktaydı

Dış olaylar arasında Amerika’nın keşfi önemli bir gelişme olarak dünya dengelerini etkilemekteydi. Merkantalizm ile gelen yüksek enflasyon ülke ekonomisini menfi tarzda etkilemekteydi Ülkede metal darlığı hissedilmekteydi.

Denizcilik imkanlarının gelişmesi ile birlikte su yollarının keşfi transit ticaret yollarının da değişmesini beraberinde getiriyordu . Kıtaların arasında kavşak noktada olan Osmanlı mülkü üzerinde cereyan eden ticari hareketliliğin bir bölümü deniz yollarına ve başka alanlara kaymaktaydı. Bu husus genel gelirde düşüklükler meydana getirdi.Osmanlı idarecileri bu değişimleri ya yeterince göremiyor veya görseler de aldıkları tedbirler çözüm için yeterli olamıyordu.

Köprülüler devrinde müsadereye gidilmesine rağmen mukataadan malikane yapısına doğru geçiş başlamıştı. Bozulmakta olan devlet hazinesini biraz olsun hafifletmek için tımar gelirlerini hazineye aktarmak gibi bir uygulama başlatıldı. Buna misal olarak 1715 yılında sefere katılmayan Erzurum sipahilerinden , mevcut 5279 tımardan 2119’u hazineye aktarılmıştır.Bu aktarma işinde Ö.L.Barkan’ın tesbitlerine göre buhran genelde küçük tımar sahipleri arasındadır. Çünkü el konulan tımarların %76’sı 3000 akçeyi geçmeyen tımarlardı.

El konulan tımarların mültezime verilmesi ve bu kişilerin halka kötü davranmaları zamanla başka problemler doğurmuştur. Bu süreç tımar sisteminden iltizam sistemine geçişteki başlangıç devrelerini oluşturmaktadır.

18.Yüzyıl’da diğer bir oluşum da ayan adı verilen kişilerin etkilerinin artmaya başlamasıdır. 1682 Osmanlı-Avusturya ve 1768 Osmanlı – Rus savaşlarında güç duruma düşen maliyenin ayanlara malikane arazi vermesi bu kişilerin güçlerinin artmasına sebep olmuştur. Bu süreç 1808’deki Sened-i-İttifak hadisesine kadar gelmiş ve padişah adına vezir-i azam, ayanlarla karşılıklı anlaşma imzalamıştır. Gerçi Batı tarihinde önemli bir yer tutan ve feodal beylerin gücünü ifade eden  Magna -Carta anlaşmasına benzetilen bu hadise mahiyet olarak çok büyük farklılıklar gösterse de yine de ayanların sistem içindeki önemli yeri hususunda ipucu vermektedir.

Osmanlı toprak sisteminin klasik devredeki mühim unsurlarından ve temel direklerinden Tımarlar, 1812 yılından itibaren mahlul oldukça verilmemeye başlamıştı.Timarlı sipahilerin bir bölümü bir dönem zaptiye hizmetlerinde kullanıldı. Bazıları da kale topçuluğu gibi vazifelere getirildi. Gelişen zaman içinde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye içerisinde  süvari olarak da istihdam edilen timarlı sipahiler yeni timarlar da verilmediği için son kalıntılarının tükenmesi ile tarih sahnesinden sessizce silindiler.

9-Tanzimat ve Toprak Sistemi

Umumiyetle kabul edilen fikre göre Tanzimat ile birlikte tımar sistemi ortadan kaldırıldığından, bu tarihten 1847’ye kadar kısmen sipahiler ve kısmen de mültezimler, bu tarihten sonra da münhasıran mültezim ve muhassıllar vergileri toplamışlardır (miri araziyi tefviz etmişlerdir).

1840 yılında yurdun her yerinde aşar vergisinin  (öşür) 1/10 olmasına karar verilmiştir.Toprağın verimlilik durumu , iklim özellikleri gibi etkenler göz ardı edilerek alınan bu karar hem hazineye zarar vermiş hem de halk açısından zulüm ve eşitsizlik doğurmuştur.

1858 yılında Ahmet Cevdet ve Mehmed Rüşdü Paşalar ile Arif ve Tahsin Beylerden kurulu bir heyet tercümeye başvurmadan eski kanunnameler, fetvalar ve örfden hareketle bir kanunname hazırladılar. Bu kodlama çalışması tamamen yeni bir hareket olarak tarihteki yerini almıştır.

1858 Arazi Kanunnamesinde, miri topraklar gene devlet elinde kalmış, dirlik sahiplerine ait bütün haklar da devletin eline verilmiştir. Devlet denetim görevini memur ve mültezimlere vermiştir. Arazi kanunnamesinden sonra iç ve dış baskılar sonucu miri arazinin çeşitli yollarla mülk haline geçişi önlenememiştir.

Arazi Kanunnamesinden sonra meydana gelen en önemli hadise yüzyıllardan beri Osmanlı ülkesinde mülk edinemeyen yabancıların 1867 ‘de Hicaz vilayeti dışında mülk edinme hakkını almaları olmuştur.

Bu kanunname Cumhuriyet Dönemine kadar yürürlükte kalmış ve bu sürede ise uygulamada istenen başarıya ulaşılamamıştır.

Yararlanılan Kaynaklar:

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Celali İsyanları (1550-1603)’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1963

DENY, J., Encyclopedia de l’Islam, Tımar maddesi c.4. s.808.

OKUMUŞ, Ejder, ‘ İbn Haldun ve Osmanlı’da Çöküş Çalışmaları’, Divan Dergisi 1999/1, İstanbul, 1999 , s.207

BARKAN, Ömer Lütfü , ‘Türkiye’de Toprak Meselesi ‘ İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980

DANIŞMAN, Zuhuri ,(Sadeleştiren), ‘Koçi Bey Risalesi’, İstanbul: MEB Yayınları, 1993

CİN, Halil , ‘Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması’, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara ,1978

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’  İstanbul: Tekin Yayınevi,1979.

Erhan Erken

MÜSİAD ÇERÇEVE DERGİSİ OSMANLI ÖZEL SAYISI 2000

ALİMLERİMİZ

Âlimlerle neler güzelleşir neler!

Ramazan’ın ilk haftası içinde büyük oğlum ile gelinim, Beyazıt’taki kitap fuarına gitmişlerdi. Döndüklerinde bizim için de birkaç armağan kitap getirdiler. Kitaplardan biri Erkam Yayınları tarafından 2009 yılında yayınlanan “Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz” adlı kitaptı. İlk cildini anlatacağım eserin, aydı adla, yanına “2” ibaresi ilave edilmek suretiyle bir diğer cildi daha mevcut.

Kitapta, Altınoluk dergisi tarafından 1986 yılından bugüne kadar yapılmış sohbetlerden bir derleme sunuluyor. Derginin yönetiminden bir grup, farklı zamanlarda değerli hocalarımızla yüzyüze görüşmeler yapmışlar ve derginin muhtelif sayılarında yayınlamışlar. Hocalarımızın büyük bölümü Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ve yapılmış olan o görüşmeler çok daha büyük bir kıymete binmiş durumda. Kitabı okurken iyiki bu görüşmeler vakti zamanında yapılmış düşüncesine kapıldım.

On altı hocayla söyleşiler

Kitapta on altı hocamızın söyleşilerine yer verilmiş. Her birinin hayatında birbirinden farklı detaylar ve örnek alınacak yönler mevcut. Ortak yönleri ise hepsinin de kendilerinden sonraki nesillere kalıcı izler bırakmaları.

Bir Balkan Müslümanı olan Ali Yakup Cenkçiler hoca kök itibariyle Arnavut. Bizim oralarda Müslüman yerine Türk denirdi, diyor konuşma aralarında. İlk ilmi çalışmalarına memleketinde başlamış daha sonra ilmini derinleştirmek için gittiği Mısır’da yıllarca kaldıktan sonra geldiği Türkiye’de geçinmek için bir firmanın muhasebe bölümünde çalışıp oradan emekli olmuş. Tüm gün iş yerinde bulunmasına rağmen kalan zamanlarında ilmi çalışmalarına hiç ara vermemiş bir Gazzâlî aşığı ve “İhya” tutkunu.

Abdurrahman Gürses hoca ile mülakatta Kur’an-ı Kerim tilavetinin ne kadar önemli olduğunu bir daha hissetmek mümkün. Hoca, kendisini çalıştıran hocası ile talim için “Allahu Ekber” üzerinde on beş gün çalıştıklarından bahseder. Reis-i Kurra olan Abdurrahman hoca ilm-i kıraatın son temsilcilerinden. Lise son sınıfta iken bir müddet devam ettiğim Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda Abdurrahman Hoca’nın etrafındaki diğer hocalarla yaptığı kıraat ve usul çalışmalarına bizzat tanık olduğumu hatırlarım.

Hocaefendilere muhtacız şuuru oluşmalı!

alebelik dönemlerinde bizim arkadaş gurubu olarak sıklıkla gittiğimiz Horhor’da Kızıl Minare Camii’nin imamı olan Mahmut Bayram hoca da kitapta yer alan bir diğer Rahmetli hocamız. Kitapta Hoca’nın şöyle dediği naklediliyor; “Bu millet bizden daha iyi yetişmiş hoca efendilere muhtaç olduğunun şuuruna varmazsa…”

İmam hatiplerin ilk hocalarından. Yirmi yıla yakın İmam Hatiplerde çeşitli derslere girmiş ve yetiştirdiği talebeler hoca olunca büyük bir rahatlıkla buradaki derslerini nihayete erdirmiş. Kendi döneminde Kur’an Kurslarının büyük çoğuna derse giden bu yorulmaz hocamız görüşmeye gittiğimiz dönemlerde bizlere de adeta enerji aktarımı yapardı. Sohbetin bir yerinde  geçen şu sözü çok ilginç; Öğrencilerine “ben derse gelmediğim zaman mutlaka cenazeme gelin” diyerek dersin önemini anlatırmış.

Fuat Çamdibi hoca sünnete bağlılığı ile mülakatta dikkati çeken bir hocamız. On altı yaşında sakal bıraktığını ve askerlik dahil hiç kesmediğini ifade ediyor.

Mehmet Emin Er Diyarbakır doğumlu. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda geçiren hocamız  25 yıl fahri imamlık ve müezzinlik yapıyor. Daha sonra da yurt dışında uzun seyahatlerde bulunuyor

Robert Kolej’in kantincisi: Arapça da oku!

Abdulhakim Akkul hocanın dünyası bağış üzerine kurulu; zamanını bağış, ilmini bağış ve kitaplarını bağış. Kitaplarını bedava vermiyor. Tek şartı hediye ettiği kişi tarafından okunması. Yoksa haram ederim diyor. Önce Vefa Lisesi’ne gitmiş. Edebiyat hocası derste Kur’an-ı Kerim uydurmadır, Araplara mahsustur deyince ağabeyi çok üzülmüş. “Ben seni buradan alıp gavur mektebine vereceğim” demiş ve onu Robert Kolej’e kaydettirmiş. Orada okurken okulun kantincisi  “Arapça da oku” diye tavsiyede bulunuyor . Bu söz üzerine onda farklı bir pencere açılıyor ve İslami ilimleri öğrenme yoluna düşüyor.

Okulu bitirince memuriyet yapmaya başlıyor. İslami hassasiyetlerinden ve davranışlarından dolayı bir müddet sonra memuriyetten ayrılmak zorunda kalıyor. Türkiye’nin dört bir yanında vaizlik yapıyor. Diyanette vazife alıyor. Talebe okutuyor. Zorluklara karşı hiç eğilmeyen bir şahsiyet. Bu güne kadar niye hiç tanımamışım diye kendi kendime hayıflanıyorum.

Emin Saraç hoca kitapta ismi geçen ve yaşayan alimlerimizden. İlimle, irfanla, dersle geçen bir hayat. Kitab’a ve sünnete sımsıkı sarılın diyor iki cümlesinin birinde. Allah uzun ömürler nasip etsin.

Cevdet Dingiloğlu, Çaykaralı bir alim. İlim Çaykara’dadır diyor. İstanbul’a geliyor o devrin alimlerinden istifade ediyor. İzmit’te uzun süre hocalık yapıyor. Önce ilim lazım, Kur’an’ ı öğretmeliyiz. Ahkamını  öğretmeliyiz. Ondan sonra da yaşamasını öğretmeliyiz. En önemlisi de ihlası öğretmeliyiz. İlim, amel ve ihlas diye özetliyor düşüncelerini.

Cevdet Hoca şu önemli tesbitleri yapıyor: Eskiden halkın büyük kısmı camilere uğrardı. Halk bizim cemaatimizdi. Ama şimdi hayat tarzı değişti. Halkın tümü ile camide buluşamıyoruz. Halk camiden, imamdan vaizden bir şeyler öğreniyordu. Şimdi halkın hocası, dedesi, ninesi, hepsi televizyon. Buna rağmen çocuklarımıza Kur’an sevgisini ulaştırmamız lazım. Bunun yolunu bulmamız lazım, diyor Rahmetli Cevdet hocamız.

Halil Gönenç hoca da kitapta yer alan bir diğer alimimiz. Mardin’in Midyat kazasının bir köyünden yola çıkıp Suriye’de yıllarca ilim tahsil ediyor. Daha sonra Diyanet bünyesinde müftülük, Haseki Eğitim Merkezinde hocalık yaparak çok sayıda hoca yetiştiriyor. İslam Hukuku ve çağın meseleleri  konusunda çalışmalar yapıyor, kitap yazıyor, binlerce insana bu şekilde fayda sağlıyor. Gönül huzuru içinde yaptığınız çalışmalar nedir diye sorulan suale cevabı şöyle: Birisi insan yetiştirmek, diğeri de okumak ve yazmak.

Mustafa Asım Köksal hocamız da azılı müsteşrik Kaetani’ye reddiye yolunda uzun yıllar çalışıyor. Bu eseri bitirdikten sonra “İslam Tarihi” adlı eserini yazıyor. Eserler kaleme alan, çalışmaları uluslararası düzeyde takdir edilen Resulullah (a.s) aşığı bir ilim adamımız.

Müslümanlar tekrar Kitab ve sünnete sarılırlarsa eski güçlerini aynen bulacaklardır diyor. Mülakatta anlattığı “Meşahiru’n-Nisa” adlı kitapta geçen bir hadise çok ilginç. Bu günün insanına ilim sahibi olmak ne demekmiş diye gösteren güzel bir örnek. Son olarak gençlere okuyacakları kitabın yazarı hakkında tam bilgi sahibi olun yani dininizi aldığınız yere çok dikkat edin diyor.

Hacı Cemal Öğüt, kitapta kızı Hikmet hanım ile yapılan bir sohbet ile yer alıyor. Cemal hocanın devrin sayılı hocaları ve şeyhleri ile olan münasebetlerinden bahsediliyor. Milli Mücadele içinde yaptığı önemli hizmetlerden örnekler veriliyor. Hocanın hem bir ilim adamı hem de ümmetin meseleri ile birinci elden ilgilenen teşkilatçı yapısından örnekler veriliyor. İlmi ile amil bir kişi var karşımızda.

Cemal hocanın radyoda ilk dini konuşmayı yapan hoca olduğunu bu mülakattan öğreniyoruz. Camide tatlı dille vaaz verdiği, “Eyüp Sultan” kitabını nasıl yazdığı, Öğüt soyadını alış serüveni, kızı Hikmet hanımefendinin ağzından naklediliyor.

“Allah seni Din-i İslam’a hadim etsin”

Kitapta yer verilen diğer bir alim Abdullah Saraçoğlu. Kendisiyle 1990 yılında yapılan mülakatta Saraçoğlu hoca can dostu İbrahim Eken hoca ile birlikte Altınoluk ekibiyle sohbet ediyor. Kayserili bu iki hocamız birbirleriyle hem yakın dost hem de hoca-talebe ilişkisi içinde olmuşlar. Abdullah hoca rahmetli babasının “Allah seni Din-i İslam’a hadim etsin” duasının kendi hayatında çok önemli yeri olduğunu sürekli vurguluyor. Zengin bir ailenin çocuğu olan Abdullah hoca hayatında ne ticareti ne de başka bir şeyi sevmediğini, tek sevdiği şeyin ise Allah için hizmet etmek olduğunu söylüyor. Babasının duasına mazhar olabilmek için bir çok konuya el attığını, bir çok ilmi konuya eğildiğini fakat bunları kendi istediği tarzda hazmedemediğini ifade ediyor. Şimdi sizler meseleleri parça parça edip yapabilirsiniz diyor. Sohbet İbrahim Eken hoca ile Ahmet Saraçoğlu’nun birbirlerini anlattıkları bölümler ile sürüp gidiyor.

Hüsnü Geçer hoca, içlerinde Seyyidlerin bulunduğu bir aileden gelen Bingöllü bir ilim adamı. Sekiz yaşında ilim tahsiline başlamış. Doğudaki bir çok alimden ders görmüş, ilim aşkı ile küçük yaşlarında uzun yolculuklara çıkmış ve meşakkat çekmiş bir kişi. İlim tahsil ederken yirmi dört saatte iki yada üç saat ancak uyurduk diyor. Bir dönem Suriye’ye ilim tahsiline giden Hüsnü hoca 1982 sonrasında doğuda duramıyor ve İstanbul’a gelmek zorunda kalıyor. Bizim orada anayasaya red oyu verildiği için yirmi beş tane din adamı sürgüne gönderildi diyor.

Doğu’da bölücülük hadiseleri karşısında hocanın çözümü şöyle: Düzelme olacaksa iki şey sayesinde olacaktır; hakiki Müslümanlık ve dillerini kendilerine vermek. Sadece dille olmaz ikisi bir arada olmalı. Ayrıca Doğu’da vakti zamanında din adamlarına kötü muamele edilmesinin de bir çok problemin ortaya çıkmasına sebep olduğunu ifade eden Hüsnü hoca fakirliğin de sıkıntıları büyüttüğünü ifade ediyor.

İlim yolunda Kur’an-ı Kerim ve Buhari Şerif’in muhakkak bilinmesi, alet ilimlerine vakıf olunması ve Şeriatın bilinmesinin önemli olduğunu ifade ediyor. İslam hukuku yani fıkha çok önem veriyor, tasavvuf ruhunun ihmal edilmemesini söylüyor.

Mehmet Emre hoca ile 1990 yılında mülakat yapılmış. Manisa’da dünyaya gelen Mehmet hoca hafız bir babanın oğlu. Askerlik sonrası babasının imamlık yaptığı köye gidiyor ve köylülerin teklifiyle imamlığa başlıyor. Hem imamlık yapıyor hem de komşu köyde bir alimden ilim tahsil ediyor.

Türkiye’de İslami ilimlere ve alimlere kötü davranıldığı devirlerde çok zor şartlarda hem ilim öğrenmeye devam ediyor hem de imamlık yapıyor. İmkan oldukça da talebe okutuyor.

Mektubat’a özel önem veriyor

Kahvelerde başlayan sohbetlerin camilere taşınması, kahvelerden camilere insan transferi, köylere kadar uzanan vaaz seferberliği ve 1979’da Bilecik Müftülüğü’nden emekli oluş. Hocaya zevkle yaptığı üç şey soruluyor;  en başta ilim müzakeresi ve mütalaası, ikincisi kitap mütalaası, üçüncüsü de Allah yolundaki hizmetlere daha çok yardım edebilme arzusu. Hoca İmam-ı Rabbani’nin “Mektubat”ına özel bir önem veriyor.

İslam İnançları ve Felsefesi” adlı kitabın Müellifi Ali Arslan Aydın hoca da kitapta yer verilen diğer bir alimimiz. Uzun yıllar Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yapan ve İlahiyat fakültelerinde kelam dersleri veren Ali Arslan Aydın hocanın hayatı Türkiye’den başlayıp Mısır’a uzanan uzun bir ilim serüveni.

Babası da kendisi gibi bir hoca. Yetişme döneminde İslami ilim yolu kapalı olduğu için önce liseyi bitirmek maksadıyla Orman Meslek Lisesi’ne gidiyor. Memurluk yapıyor, askerlik sonrası lise fark derslerini veriyor, Orman Bölge Şefi oluyor. Aynı yıllarda İslami ilimler konusundaki açlığını fark ediyor ve İslami ilimlere yöneliyor. İlk açılan İmam hatip kurslarına yazılıyor, sonra Bağdat ve Mısır’a kadar gidiyor. Mısır’da yoğun bir eğitim ve Üstad derecesi alarak yurda dönüyor.

Mülakatta İslamın bütünlüğü, imanın bütünlüğü, cehaletle mücadele , din ve dünyanın birbirinden ayrı mütalaa edilmesi, din istismarı gibi konularda derli toplu düşünceleri bu mülakatta okumak mümkün.

Kitapta yer alan son hocamız Enver Baytan; Sultanahmet’in yakınında Yerebatan camiinde uzun yıllar imam ve hatiplik yapan, vaazlarıyla insanları etkileyen bu hocamızın en dikkat çeken sözlerinden biri, “kürsü merhamet yeridir.”

Gönenli Mehmet Efendi’nin tedrisinden

Enver Baytan hoca kendisini Enver Baytan, Yerebatan diye takdim ediyor. Baytan hoca Gönen’li. 8 yaşında hafızlığa başlamış, İstanbul’da Gönenli Mehmet Efendi’den talim okumuş. Devrin bir çok hocasından ilim tahsil eden hocamız, ilk resmi görevine İzmit’de başlamış. Kendi devrinde ezanın Türkçe okunması ile ilgili bir çok canlı ve hüzünlü olaylara şahit olmuş, tabii asli haline dönüşü sırasındaki sevinci de yaşamış.

Enver Baytan hoca vaazları ile de meşhur bir hoca. Bu sohbette kürsüde dikkat edilmesi gereken hususlara da derinlemesine yer verilmiş. Ayrıca yayın hayatı içinde de olduğundan İlmi neşriyat sahasındaki konular da sohbette yer alıyor.

Hocanın bir diğer özelliği ise yıllardır sürdürdüğü ev sohbetleri. Halkla yakın temasın ev sohbetlerinde mümkün olduğunu anlatan hocamız bu usulun faydalarını zikrediyor.

Enver Baytan hoca ile dergi için biri 1988 diğeri de 1998 yılında olmak üzere iki adet sohbet yapılmış. İkinci sohbette ise Müslümanların günlük hayattaki bir çok meselesi ile ilgili hocanın fikirlerini öğrenmek mümkün. İmanın muhafazası, başörtüsü problemi ve tahsil hayatı, zorluk dönemlerinde Müslümanların nasıl davranmaları gerektiği gibi sorulara karşı baytan hoca geniş açıklamalarda bulunuyor.

Onaltı alimle yapılan sohbetlerin bir arada yer aldığı “Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz” adlı kitap güzel bir derleme olmuş. Bu sohbetlerde yer alan hocaların detaylı fikirleri, eserleri, hayatlarının geçtiği dönemlerde Müslümanların genel problemleri, kendi devirlerinde etraflarında yer alan diğer alimlerin tutum ve davranışları gibi hususların da derinlemesine incelenmesi için bu kitap bir başlangıç ve özet hükmünde. Her bir hocamızın hayatı dikkatlice incelendiğinde, başlangıçta tahmin ettiğimizden çok daha fazla önemli noktanın ortaya çıkacağına kitabı okurken ve özetlerken farkettiğimi ifade etmek isterim.

Hocalarımızdan vefat edenlere yüce Allah’dan rahmet, geride kalanlara da hayırlı, uzun bir ömür diliyor ve emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.

 

Erhan Erken

24 Ağustos 2011 Dünya Bizim

ÖRNEK BİR MÜSLÜMAN; PROF. DR. MUSTAFA KÖSEOĞLU

 

Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu 1926 yılında Alanya’da dünyaya gelmiş. Rahmetli annesi onun doğumunu incir zamanı diye tarif edermiş ki, aile bunu  Ağustos veya Eylül ayları diye düşünürlermiş. Rahmetli babaları da Alanyalı. İlk ve okulu Alanya’da liseyi de Devlet yatılı olarak Antalya Lisesi’nde bitirmiş. Daha sonra da İstanbul’a gelmiş ve İTÜ Makine Fakültesine devam etmiş.
Başarılı bir tahsil dönemi sonrası kendi döneminin dindar bir Mühendisi olarak mezun olmuş ve Üniversitede kariyer hayatına devam etmiş.  Rahmetli Mustafa Köseoğlu, özellikle Tekstil sahasında duayen bir hoca olarak hem üniversitede hem de sektöründe çalışkan  bir ilim adamı olarak önemli hizmetlerde bulunmuş.
Aynı semtte oturduğumuz ve oğlu ile kadim bir dostluğumuz bulunan Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu benim için aynı zamanda mahallemizin Mustafa amcası idi.
Mustafa amcanın en önemli yönlerinden bir tanesi döneminde neredeyse tüm İslami hizmet kuruluşlarının içinde yer almasıydı. Yani tam bir hizmet adamıydı Rahmetli..
ÖSYM Başkanı ve kendisinin öğrencilerinden biri olan Prof. Dr. Ali Demir 40 Vakıf İnsan isimli kitapta merhum Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu’nu anlatmaya başlarken şöyle diyor;

Hocam’ı bir tek cümleyle nasıl izah edebilirim diye uzun uzun düşündüm ve bulduğum cümle şu oldu; ‘Lugatında evet’in zıddı hayır kelimesi olmayan, fakat mutlak bir hayır insanı, bir vakıf insan’


Yine Ali Demir’in anlatımıyla Hoca; ’ Ben bülbül yetiştirmeye çalışıyorum ama maalesef onlara saçtığım yemleri zaman zaman kargalar gelip alabiliyor. Ama yapabileceğim bir şey yok. Benim niyetim bülbül yetiştirmek’ dermiş.
Ömrü hayatı ilim yolunda kendini yetiştirmek, talebelerinin önünü açmak ve onların da yetişmesini sağlamak olan Mustafa amca, Fatih Yavuz Selim’de, Silistre Sokak’ta uzun yıllar oturdu. Mahallemizin saygın bir kişisi olarak yaşadı ve yine Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası son yolculuğuna uğurlandı.
Fatih Kumrulu Mescid’de Hasan Kılıç hocamızın imametinde yıllarca ön safta namazını mümkün olduğunca cemaatle kılmış, güler yüzüyle etrafa pozitif enerji vermişti.
Klasik Wolkswagen tosbaa arabasıyla okuluna gidip gelmiş, hayatının son dönemlerinde büyük bir atılım yaparak (!) arabasını mütavazi bir başka küçük araba ile değiştirmişti.


Makine mühendisliği ve özellikle tekstil makinaları konusunda akademik kariyer yapan çok sayıda hocanın Hocası olan Mustafa amca, bir çok sanayi yatırımında da her zamanki gibi önemli ama geri planda öncü bir rol oynamıştır.

Kartonsan’ın kuruluşunda rol almıştı
Başımdan geçen bir olayda bunun canlı tanıklığını şöyle yaşamıştım; 1990’lı yıllarda Ambalaj işi yaparken karton tedariki konusunda karşılaştığım bir dar boğaz sırasında Türkiye’nin en büyük karton fabrikalarından biri olan Kartonsan’dan bayilik alma girişiminde bulunmuştum. Mevcut bayiler arasına bir türlü giremiyordum. Rahmetli’nin oğlu olan çocukluk arkadaşım Halid olaya vakıf olmuş ve babasına söylemişti.
Mustafa amca fabrika ortaklarına bir telefon etmişti. Derken benim için aşılmaz görünen engel hemen ortadan kalkmıştı. Sonradan hikmetini sorduğumda Rahmetli’nin bu tesisin kuruluşu sırasında önemli katkısı olduğunu, maddi hiçbir beklentisi olmadığını ve lazım olduğunda benim gibi birkaç kişiye tavassutta bulunduğunu öğrenmiştim.

Bayram Ziyaretleri
Yetişme çağlarımızda, Bayram günlerinde bazen elini öpmeye gittiğimde, farklı kesimlerden bir çok hatırlı kişinin evde büyük bir edeple Mustafa amcanın karşısında oturduğunu görünce Kumrulu mescidin beyaz sakallı tonton Profösör amcasının çok önemli bir kişi olduğunu derinden kavrayarak içten içe mutlu olduğumu hatırlarım
Alanya ve Antalya civarından gelmiş ve İstanbul’da talebelik yapmış kişilerin büyük kısmının yetişmesinde ve tahsil hayatının devamında Mustafa amcanın katkısı büyüktü. Fındıkzade’deki Antalya yurdunun en önemli hamilerinden birisi o idi.
Yüksek tahsil gençliğinin ve ilim hayatının şemsiye kuruluşlarından İlim Yayma Cemiyeti ve İlim Yayma Vakfı çevrelerinin içinde de Rahmetli Mustafa amca pek ön plana çıkmayan fakat tam bir hizmet adamı kimliği ile önemli bir tuğla görevi görmüştür. Türkiye Milli Kültür Vakfı, Aydınlar Ocağı, Antalya Yüksek Öğretim Vakfı ve İslami Araştırmalar Vakfı (İSAV) gibi kurumların çalışmalarında da Mustafa Amca hep bulunması gereken yerlerde bulunmuş ve elinden geldiği ölçüde insanlara ve ülkeye hizmet etmiştir.

Mustafa amcanın ince düşüncesine bir örnek
Ali Demir’in yukarıda bahsi geçen yazıda anlattığı bir vakıa Hoca’nın hayata bakışı ile ilgili ilginç bir ayrıntıyı göstermektedir. Hoca ile Ali Demir bey birkaç defa  Beykoz’da Yuşa tepesine ziyarete gitmişler. Mustafa amca her gidişte oradaki satıcılardan bir şeyler alıyormuş. Sebebi sorulduğunda; ‘ Ali, buradaki insanlar buraya can veren insanlar. Bu insanlar burada iş yapabilir ve burada kalırlarsa burası canlanır,  gelişir, insanların ziyaret ettiği bir yer olur. Dolayısıyla benim ihtiyacım olduğu için değil, sırf buradaki insanların burada kalmalarını sağlamak için bunu yapıyorum’ .
Ne ince bir düşünce değil mi?
Aynı kitapta damadı Prof. Dr. İsmail Adak’ın anlattığı bir olay da Hoca’nın Hak anlayışını ortaya koyan bir örnektir. Bir gün İsmail Adak eve gelir bakar ki hanımı ve kayınpederi evde yok. Merak eder. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonlari da yok. Bir haber alamaz ve telaşlanır. Bir iki saat sonra baba kız eve dönerler. Rahmetli alışılmış halinin ötesinde bir hayli sinirli…
Onu kızdıran olay şöyle gelişmiş. Tekstil konusunda duayen olduğu için bir mahkeme işinde bilirkişi tayin edilmiş. Olayın taraflarından olan büyük tekstil firması da o sıralar bayramı vesile ederek eve çeşit çeşit kumaşlar ve yiyeceklerden oluşan bir bayram paketi göndermiş. Rahmetli dehşet içinde kızarak yanına kızını da almış ve oraya gitmiş. Sen benim kim olduğumu biliyor musun, ben Mustafa Köseoğlu’yum ve böyle şeyleri kabul edemem deyip iade etmiş
İsmail Adak’ın anlattığına göre vefatına yakın bir gün damadına şunu demiş:
‘Evladım ben yakında öbür tarafa yolcu olacağım gibi görünüyor. Yavrum, sizlere bu güne kadar çok şey bırakamadım. Ama size çok güzel bir isim bıraktım. İnşallah bu isim sizi memnun ve bahtiyar eder’
Mustafa amca Rahmetli Necmeddin Erbakan ve Süleyman Demirel’in İTÜ’den devre arkadaşı. Fakat kendi döneminde hiçbir politik çalışmanın içinde yer almamış. Hep sessiz ve derinden giderek her hayırlı işin içinde olmuş. Yaptıklarını gizlemiş, kendini geri çekmiş, hizmetlerinin arkasına saklanmış.

Google Mustafa Amcayı tanımıyordu. Bu büyük bir eksiklikti.
Rahmetli Mustafa amcanın Google da ismini aradım ve bir resmi var mıdır diye baktım. Bir çok sahte kahramanın boy boy resminin yer aldığı Google da bir tek resmine bile rastlayamadım.
Ve kendi kendime dedim ki; Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu amcamız, sonraki nesillerin kendine örnek almaları gereken bir isim olarak kısacık da olsa Dünya Bizim de yer almalı. Onun gibi kıymetli şahsiyetler hizmetleriyle anılmalı..
Mustafa amcamız, 10 Ekim 2004 tarihinde, daha sonra taşındıkları Fatih Balipaşa’daki evinde, arkasında  çok sevdiği ailesine ve torunlarına  fazla bir mal ve mülk değil ama güzel bir isim bırakarak vefat etti.
Allah Rahmet etsin. Mekanı cennet olsun

Erhan Erken
Dunya Bizim 28/10/2011

BANA HAYAL KURMAYI ÖĞRETTİ

Rahmetli Ahmet Şişman ağabeyi ilk tanıdığımda yanılmıyorsam 1984 yılı idi. Cağaloğlu, Klodfarer Caddesi üzerinde, Çemberlitaş Kız Yurduna yakın bir binanın giriş katında faaliyet göstermekte olan İnsan yayınlarına gitmek üzere, Alman plakalı Mercedes’inden inerken ilk defa karşılaşmıştık.

Almanya’da bir dönem din görevlisi olarak çalıştıktan sonra Yurda yeni dönmüştü sanırım.

Ahmet ağabeyin kuzenleri olan Kemal ve  Alaaddin Şişman bizim emsallerdi. Şişmanoğlu ailesinden daha çok onlarla tanışıyordum. Nazife Şişman hanım da Boğaziçi Üniversitesi’nden bazı derslere birlikte girdiğimiz bir arkadaşımızdı.

Aynı aileden olan Celaleddin Akça ile, okul öncesi eğitimde uzun yıllar birlikte gayret göstereceğimiz Elif Yuva’nın kuruluş çalışmalarına henüz başlamamıştık.

Cağaloğlu’nda yeni yeni hayat bulmakta olan Reklam Ajansımızın ilk müşterilerinden biri de Şişmanoğlu Mobilya idi. Onlara broşür, katalog türü çalışmalar yapıyorduk

O gidiş gelişlerde ismini duyduğumuz Ahmet ağabey Almanya’dan gelip aile işi ile ilgilenmeye başladıktan sonra bizim de daha fazla muhabbet ettiğimiz bir isim olmaya başladı

Tanıştıktan sonra bende bıraktığı  ilk intiba; Değişik bir insandı. İlk intiba son intibadır diyen bir dostumuzun sözünü hatırlarsak bendeki bu görüş daha sonra da değişmedi.

Bir şey söylediğiniz zaman, o, sizin dediğinizin muhakkak başka bir tarafından bakarak konuya ayrı bir boyut getirir ve başka bir şey daha söylerdi.

Ahmet ağabeyin , İlhan Akıncı ve Adnan Başdemir adlı arkadaşlarıyla beraberce kurmuş oldukları İnsan yayınları, o devirde dünyanın değişik bölgelerinden yazarların kitaplarını tercüme edip yayınlayan bir politika izlemekteydi. Tefhim-ul Kur’an isimli tefsirleri de yayınevinin önemli bir kitabıydı.

Bir gün, o zamanki ajansımız Es Ajansa, ortağı İlhan Akıncı ile gelip bize de bir çalışma yaptırdıklarını hatırlarım.

Günler birbirini kovaladı, işin şeklini değiştirmeye yönelik bir karar arefesinde, yanılmıyorsam 1990 yılı başları idi Ahmet ağabey beni telefonla aradı.

Beraber bir matbaa kuralım mı? Dedi.

Bu benim için değişik bir teklifti, önce kafam karıştı sonra görüşelim dedim.

İz yayıncılık ve Eramat

Cağaloğlu’nda Pierre Loti yokuşundan aşağıya doğru inerken, yolun sol tarafında  bulunan Kanarya apartmanının dördüncü katında buluştuk. Burası İz Yayıncılık’ın yeni bürosu idi.

İnsan yayınlarından ayrıldığını ve yeni bir yayınevi kurmakta olduğunu, benimle de bir matbaa kurup, yayınevinin kitaplarını burada bastırmayı düşündüğünü, yayınevi çalışmalarında da arzu ettiğim kadar onunla beraber olabileceğimi ifade etti.

Biraz düşündükten ve detaylar üzerinde anlaştıktan sonra başladık. İşi ben yönetecektim, o iki, ben de bir hisse koyacaktım, diğer kalan hisseyi de benim emeğime sayacaktık ve ortak olacaktık.

Topkapı’da iki katlı bir yer tuttuk, önce bir, kısa bir süre sonra da bir ikinci matbaa makinasını alarak matbaacılığa başladık. 57 x 82  Roland Parva ofset makinalarının yanında  bir tane de formaları elle beslenen kırma makinamız vardı

Yaklaşık bir yıl böyle devam ettikten sonra Rahmetli Ahmet ağabey, işi büyütmemizin iyi olacağını söylemeye başladı. Yoğun görüşmeler sonrası beni ikna etti ve Merter’de sadece giriş katı dolu olan 5 katlı bir binanın 4 katını tuttuk. Üst kata İz yayıncılık taşınacaktı, diğer katlara da Matbaa ve Mücellithaneyi kuracaktık.

Konunun gidişinden anladığınız gibi olay sadece yer tutmak değil, iki makinanın yanına büyük bir tesis ilave etmekti.

Kısa bir süre içinde Almanya’dan iki tır dolusu makine İstanbul’a geldi. Daha sonra buna bazı  ilaveler daha oldu.  Derken bodrum katı aynı zamanda ambalaj baskıları da yapan, bir katı kitap ve dergi baskıcılığı, en üst katı da mücellithane olan bir tesis ortaya çıktı. Ara katta da İz yayıncılık çeşitli yayıncılık şubeleri ile 350 metrekarelik bir büroda çalışmaya girişti.

Matbaa, Mücellithane, ambalaj bölümleri, İz yayıncılık çalışanları ile 50’ye yakın bir kişinin çalıştığı bayağı büyük bir teşkilat.

Ahmet ağabey ile yarı yarıya ortak olan ben küçük ortak durumuna düşmüştüm. Çünkü onunla beraber aynı oranlarda borçlanmaya cesaret edememiştim. Fakat enteresan bir durum şu ki yayınevinde ortak olmamama rağmen manen ben yayınevinin de ortağı gibiydim. Ahmet ağabey bana bunu çok rahat bir şekilde hissettirmişti. Yayınevinin müdürü kadim dost Hüsrev Şeref ile biz adeta kader birliği etmiş, işleri beraberce sırtlanmıştık.

Benim günlerimin önemli bir bölümü  matbaa ile birlikte yayınevinde geçiyordu. İmkan ve imkansızlıkları beraberce yükleniyorduk.

Durmak bilmiyor

Kitaplar çıkıyor, yazarlarla toplantılar yapılıyor, yurt dışından gemilerle kağıtlar geliyor… Müthiş bir hareket.

Rahmetli Ahmet Şişman her yeni hareketin üzerine bir başka hareket daha koyuyor, yayınevinin yanında başka alanlara da açılıyorduk. Mustafa Özel’in yönetiminde, benim de kısmen içinde yer aldığım İktisat ve İş Dünyası Bülteni bu sıralarda yayın hayatına başladı. Derken Ahmet abinin eski dostu ve çok önem verdiği bir entelektüel olan Ali Bulaç’ın yönetiminde Bilgi ve Hikmet Dergileri yayınlanmaya başladı.

Bu yayınlar içinde, camianın o dönemdeki neredeyse tüm entelektüel birikimi sergilenmekteydi.

Belli bir süre sonra Ertuğrul Düzdağ  İz Yayıncılık’ta kitaplarını yayınlamaya başladı.

Adeta bir efendilik timsali olan Ebubekir Eroğlu’nun Yönelişler Dergisi de Merter’den yayına devam eder oldu

Her yeni yayın Merter’i biraz daha cazibe merkezi yapıyordu. Tekstil firmalarının merkezi olan Merter şimdi kültür hayatının da merkezi olmaya doğru gidiyordu.

Yayınevinin mütavazi ama birikimli editörü Prof. Dr. İlhan Kutluer, Sürurlar Süruru Mehmet Ali Metinyurt, tashih ve redaksiyonda Rahmetli Hamit Can, Metin Karabaşoğlu, ve daha bir çokları…

Tabii yazarlar, hocalar, kültür ortamından istifade etmek isteyen gençler mekanımızı canlı birer kültür yuvası haline getirmişlerdi

Rahmetli Ahmet ağabeyin en büyük hayallerinden biri de gazete çıkarmaktı. Biz öyle bir gazete çıkarmalıyız ki burada Müslümanların bütün birikimi yer almalı derdi. Her toplantıda bu konu dile gelirdi.

İzlenim nasıl kuruldu

Fakat daha sonra bu hedefe giden yolda önce bir dergi çıkarıp sonra gazeteye yönelelim görüşü  ağırlık kazandı ve biz bir dergi üzerinde yoğunlaşmaya başladık.

Derginin yönetimi için kendi aramızda yaptığımız görüşmelerde başlangıçta benim ismim üzerinde bir mutabakatımız oldu. Fakat daha sonra, ‘Erhan, bu derginin yönetimini üçlü bir grupla mı yapsak acaba’ diye sormaya başladı. Bana güvendiğini biliyordum, lakin benden daha tecrübeli olduğu için böylesi önemli bir projede yanımda birilerinin daha olmasını düşünüyordu. Ben ise bir grup oluşsa da nihai sözün bana ait olmasında diretiyordum.

Grup olarak düşündüğü isimler benim de rahatlıkla kabul edebileceğim kişiler olmasına rağmen tek endişem şu idi. Dergi projesinin kaldıramayacağımız bir yöne gidip, var olan yapımıza da menfi tesir edebileceğinden korkuyor ve nihai söze sahip olarak bunu kontrol etmeyi hedefliyordum.

Rahmetli Ahmet ağabeyin zaptedilemez bir müteşebbis olduğunu bildiğimden her an olayın şekli değişebilirdi. Bu süreç bir miktar böyle sürdü ve Rahmetli benim teklifim konusunda tereddütünü yenemedi. Ben de o zaman buraya başka birini bulalım, ben sürece destek olayım demek durumunda kaldım.

Fakat bu kararın devamında Matbaa işimizi ayıralım diye teklif ettim. Tezim şu idi. ‘Tam kontrol edemediğim dergi sürecinde bir problem olursa bu matbaaya da menfi tesir eder ve maazallah batarız dedim. Seni ailen kurtarabilir fakat benim ailem bunu kaldıramaz ‘ diye de ilave ettiğimi hatırlıyorum.

Rahmetli, bana çok kızdı. İkna etmeye çalıştı. Samimiyetini bildiğimden ve kendisine büyük bir saygım olduğundan dolayı bu süreci onu kırmadan, fazla üzmeden, projelerine zarar vermeden nihayetlendirmemiz gerektiğini düşünüyordum.

Şu teklifi yaptım; matbaa yönetiminde en iyi idarecileri, usta başını ve ustaları sana bırakayım, ben de aynen ortak gibi koşturayım ama bana müsaade et.

Baktı kararlıyım. İstemeye istemeye evet dedi.

Büyük hayalleri gerçekleştirmekti işi

Yalçın Çetinkaya’yı derginin başına düşündük. Ahmet ağabeyin arzu ettiği bir ekip derginin muhtevasını oluşturacaktı ve benim de Hüsrev Şeref’e yardımcı olmam konusunda anlaştık. Birlikte ben, daha çok ambalaj yönüne ağırlık veren bir matbaa oluşumuna başladım.

Aynı bina içinde katları ve personeli  ayırdık.

Benim yayıneviyle gönül bağım hiç kopmadı. İlişkimiz yine devam etti ama Rahmetli her fırsatta canının sıkıldığını bana hissettirdi.

İzlenim dergisinin ilk sayısı için Hüsrev abi ile baskı yerleri aradık, beraber koşturduk ve sonunda ilk ürün çıktı. Yönetiminde yer almasam da İzlenim benim de bir çocuğum gibiydi.

Ahmet ağabeyin bir dönem gazete için hayal ettiği mozaik kısmen oluşmuştu. İzlenim, önceleri aylık daha sonra bir dönem haftalık ve devamında yine aylık olarak 1997 yılına kadar devam etti.

Matbaayı ayırdıktan bir müddet sonra ben kısa dönem askere gittim. Tam askerdeyken 5 Nisan gelişmesi yaşandı ve Türkiye’de iktisadi bir deprem oldu.

Rahmetli Ahmet Şişman’ın aile şirketi bu depremde çok ciddi etkilendi, tabii matbaa ve yayınevinin de dengesi bozuldu.

Ahmet Şişman bu süreçte Persan ailesini yayınevine ortak aldı. Daha sonra Yeni Şafak gazetesini yine onlarla çıkarmaya başladı.

En sıkıntılı zamanında bile kültür ve hizmet hayatına ait çalışmalarına devam etti. Gazete ile bir dönem ilgilendi ama bir kere işin sihri kaçmıştı.

Fakat tüm bu problemli durumlar bile Yeni Şafak gazetesinin onun hayalleri doğrultusunda yayınlanmasına engel olamadı.

Yeni Şafak, daha sonra Albayrak ailesine geçti, İz yayınları ise Persan ailesi kontrolünde başlangıç ilkeleri çerçevesinde bugüne kadar devam etti ve ediyor.

Ahmet Şişman bana hayalin büyük kurulmasını gösteren önemli kişilerden biridir. Hedefe kitlenmeyi, en zor zamanda bile ümidini yitirmemeyi, oluşan her düşünceye farklı bir yönden bakabilmenin mümkün olduğunu gösteren insandır.

İstişaresiz iş yapmazdı

İslami düşüncenin yaygınlaşması için samimiyetle çalışmanın güzel bir örneğini onda görmek mümkün olmuştur. Ben onun iş hayatındaki cesaretinin boyutlarını bazen tartışsam da samimiyeti konusunda hiçbir zaman tereddüt etmemişimdir. Ortak olduğumuz süre zarfında çok farklı noktalarda kalsak da beni ikna etmeden bir karar aldığına şahit olmamışımdır.

Bu nokta ortaklıklarda çok önemlidir. Yaşça ve tecrübece benden ileri olmasına rağmen bu hassasiyete sürekli riayet etmiştir ve ben de bu hususu her fırsatta ve her zeminde ifade etmeyi bir vazife bilmişimdir.

Kültürel ve düşünsel faaliyetlerde para kazanmak dürtüsüyle hareket ettiğine şahid olmadım. Her karar öncesinde ‘ortak, biz bu işte kaç para batırabiliriz, imkanlarımız ne kadar para kaybetmeye yeter’ sorusunu sormuştur ki bu her babayiğidin yapabileceği bir şey değildir.

Yaptığı ve yapacağı  çalışmaların hep en iyi kişilerini bulup onlarla iş yapmayı  tercih etmiştir. Projeleri sadece finanse etmemiş, o projelere daima kendi ana rengini vermeyi ilke edinmiştir. Müslümanların en farklı düşünen kesimlerinin bile aynı çatı altında beraberce olmalarını önemsemiş ve kendi kurduğu yapıları onların ürün verebileceği bir tarzda organize etmeye çalışmıştır.

Beraberce yapmaya çalıştığımız yayıncılık eksenindeki çalışmalar dışında bizim diğer eğitim çabalarımıza da ailesi ile birlikte karşılıksız destek olmuş, her fırsatta yararlı eleştiriler getirmiştir.

Çağırdığımız tüm aktivitelere imkanı ölçüsünde gelmiş, eğitim ve kültür alanındaki her projesini bir şekilde duyurmuş, katkımızı istemiş ve bizi bu çalışmalara dahil etmeye çalışmıştır.

Eğitim çalışmalarını ucuz ve olabildiğince fazla sayıda kişinin katılımına açık yapalım ana ilkesini muhafaza etmiş ve bizim çalışmalarımızı, siz seçkincilik yapıp işi pahalıya çıkarıyorsunuz bak ben bunları çok daha ucuz ve kaliteli yapacağım diye hizmette adeta yarış etmiştir.

Tabii bu eğitim faaliyetlerine de hiçbir zaman bir gelir getirme aracı olarak bakmadığını  da burada zikretmemin bir vecibe olduğunu ifade etmek isterim.

Rahmetli Ahmet Şişman çok farklı alanlarda hizmet üreten bir insandı. Ensar Vakfı, TGTV, Birlik Vakfı, İmam hatiplerle ilgili diğer çalışmalar, kendi ticari yatırımları ve bu alandaki mesleki organizasyonlar, son dönem Özbekler Tekkesindeki Sanat ve Kültür faaliyetleri ve daha bir çokları…

Hatıralar yazılmalı

Benim burada anlattıklarım onun portresinin sadece belli bir yönünü konu edinmektedir. Onunla farklı  alanlarda yakın çalışanların anlatacakları hatıralar, portreyi daha eksiksiz hale getirecektir kanaatindeyim.

Son söz olarak şunu söyleyebilirim. Hiçbir kul kusursuz olamaz. Hayatı bu kadar fırtınalı geçen, çok farklı alanlarda önemli hizmetler yapmaya çalışan, yanında insanlar istihdam eden, birileriyle beraber karar verme durumunda olan, ticari hayatında büyük badireler atlatan bir insanın muhakkak ki hataları olmuştur, istemeden de olsa birilerinin hoşuna gitmeyen işler yapmıştır. Fakat ben onun özünde var olan; büyük gaye uğrunda sıra dışı, kaliteli, gelenek oluşturan ve iz bırakan faaliyetleri yapma isteğinde samimi olduğuna inanıyorum. Bu samimiyet, onun kullar gözünde ve gönlünde her halükarda hoş görülmesini de beraberinde getirmelidir.

Cenazesinde çok farklı kesimden insanın yaz sıcağında akın akın Fatih camiine ve Edirnekapı mezarlığına koşmasının Ahmet Şişman’ın bu samimiyetinin gönüllerde kabul gördüğünün bir nişanı olduğuna inanıyorum

Rahmetli Ahmet Şişman kendi döneminin çok önemli bir rol modeli olarak ömrünü tamamlamıştır.

Allah-u Teala’nın ona Rahmetiyle muamele etmesini diliyorum, Mekanı Cennet olsun. Amin

ERHAN ERKEN

18 Temmuz 2011 Pazartesi DÜNYA BİZİM

24 YIL ELİF YUVA’DAN KİMLER GEÇTİ

Bu metnin yazımına ilk defa 2004 yılında başlanmıştı.

Elif Yuva’nın 18 yılının kısa tarihi olarak ilkin 2005 yılında Boğaziçi Yöneticiler Vakfının Bülteninde yayınlandı. Daha sonra 2011 yılına kadar tesbit edebildiğimiz kadarıyla yeni gelişmeler ilave edildi.  Elif Yuva‘ya emeği geçenlerden Allah razı olsun.

Dile kolay tam 18 yıl geçti…(…yıl 2005)

1987 yılında, Basınköy’de yazlık bir evde, ilk talebelerinin kendi çocuklarımız olduğu, ilk öğretmenlerinin da yine kendi aramızdan seçildiği bir çerçevede başlamıştık, Elif YuvaMacerasına…

Sevimli bir WOSWOS minibüs ile yavrularımızı İstanbul’un dört bir yanından getirip aşk ve şevk ile eğitim yapıyorduk…

Hanımlarımız ciddi bir seferberlik ruhuyla olaya sahip çıkmışlardı

Rahmetli İkbal Hanım, sabah erken saatte gidip yemeklerini yapıyordu çocukların.

İstanbul’a henüz doğalgaz gelmemişti ve kömür kazanlı bir kaloriferle ısıtıyorduk içinde eğitim yapılan mekânı…

İkbal hanım ve ilk şoför amcamız Rahmet-i Rahman’a kavuştular…

İlk talebelerimiz Hatice, Ali, Merve, Asım, Rüveyde, Ebubekir, Mustafa ve ismini anamadığımız diğerleri bugün üniversiteye gidiyorlar.

Üstüne üstlük Hatice evlendi ve yuva sahibi bile oldu…

İlk öğrencilerimizden Kübra, geçen yıl Elif Yuva’da stajyer öğretmen olarak hizmet gördü.

Daha sonraki dönemden Yusuf Kot’un isminin, geçenlerde Yeni Şafak Gazetesi ile beraber dağıtılan‘‘Çocuklar Gezegeni’’ isimli kitabın renklendirme başlığı altında zikredilmesi bizleri çok mutlu etti.

İlk Müdiremiz Afife Hanım bugün kardeş yuvamız olan Bayrampaşa’daki Bayram Yuva’nın müdürlüğünü yapıyor. Yılların tecrübesi ve artan heyecanıyla…

Ağabeyi Kemal Kıdıl, yani bin küsur çocuğumuzun Kemal Hoca’sı, ömrünü  bu sevdaya vakfetti ve bugün Elif Yuva’nın yanı sıra, Bayrampaşa’daki İstanbul’un en güzel yuvalarından biri olan Bayram Yuva’da, hem yuvadaki çocuklara hem de tüm ilçenin çocuklarına yönelik hizmetler üretmeye çalışıyor.

Aramıza öğretmen olarak katılan Bahar Hanım, bugün Elif Yuva’nın sorumlu müdürü.

Yenikapı’da bir dönem müdür yardımcılığı yapan Nezahat Hanım ‘Okul Öncesi Dönemde Din Ve Ahlak Eğitimi’ alanında doktora çalışmasını bitirdi.

Çocuk eğitimi çalışmamız, ilk başladığı yıllarda çektiği araç gereç sıkıntısını bugün artık çekmiyor. Çünkü geçen yıllar ülkemizde çok şeyi değiştirdi.

O dönemin en maharetli bilgisayarı Apple’ın Macintosh Plus’ı idi. Daha renklenmemişti, bugünkü gibi cd’ler, animasyon programları yoktu.

Bilgisayarların renkli çıkışlar da yoktu, cep telefonu henüz kullanılmıyordu.

Dijital fotoğraf makineleri ve videolarla kayıt yapılıp, onlar bilgisayarlarda ve vcd’lerde izlenemiyordu.

Çocuklara sevgili Kemal Güler’in çizdiği resimlerin içini boyatarak faaliyet yapıyorduk.

Televizyonlar bile tek kanallıydı. Sadece TRT yayın yapıyordu. E-mail, Web sitesi gibi kavramlar henüz hepimiz için yabancı kavramlardı.

En modern yazı  makineleri elektrikli daktilolardı…

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

18 Yıl evvel dünya henüz çift kutupluydu.

Berlin duvarı  yıkılmamıştı…

Gençlik dönemimizin güçlü gibi görünen Komünist (!) Devleti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çözüldü, Amerika tek süper güç konumuna yükseldi.

Mao’cu Çin, kapitalistleşme yolunda büyük mesafe kat etti.

Bugün siyasetten çekilmiş  olan, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş, 12 Eylül sonrası  yasaklı dönemden daha kurtulamamışlardı. Bu gün artık Türk siyaset hayatında onların adı çok az anılıyor.

Rahmetli Özal bile daha Başbakan’dı.

Elif Yuva faaliyete başladığı zamandan bu güne ülkemizde üç Cumhurbaşkanı değişti.

O dönemin kudretli Cumhurbaşkanı bugün Marmaris’te resim yapıyor.

18 yılda 1994 ve 2001 tarihlerinde ülkemiz iki büyük ekonomik kriz yaşandı. Körfez bölgesine iki büyük müdahale yapıldı.

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi de yine bu zaman aralığında vuku buldu.

28 Şubat krizi post modern darbe adıyla tarihimizde çok ciddi bir etkiye sebep oldu.

İlköğretim kesintisiz olarak 8 yıla çıktı, Kur’an Kursları, hafızlık eğitimi ve İmam Hatip okulları bu süreç sonrasında ciddi bir yara aldılar.

Bu süreç bir çok alanda çok derin izler oluşturdu.

Elif Yuva’nın kuruluşunda hizmeti geçen insanlar da tüm bu olaylardan hem madden, hem manen, hem de fiziken etkilendiler.

Dünyaya, siyasete, ekonomiye, dinin insan hayatında oynadığı role bakışını  yeni baştan sorgulayanlar, kısmen veya tamamen farklı bir mecraya girenler oldu.

Kimileri krizlerde işlerini kaybettiler. Hayatın cilvesi bazı kişileri merdivenin üst basamaklarına bazılarını da altlara doğru yöneltti.

İstisnasız hepsi yaşlandılar, saçları ve sakalları beyazladı, belleri büküldü…

Bazıları kayınpeder, kayın valide bile oldular.

Yakında dedelik ve büyükannelik haberlerini alırsak bu bizleri şaşırtmasın.

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

Bir neslin gençlik çağlarında başlayıp orta yaş sürecine(!) geçişini bünyesinde barındırdı bu tarihi aralık…

Eğitim konusuna önem veren, bu amaçla çocuklara küçük yaşlardan itibaren bir şeyler aktarmayı düşünen insanlar, Elif Yuva çalışmasına bir şekilde destek verdiler.

Bazen toplantılarına katıldılar, bazen bültenine yazı yazdılar, bazen arabalarıyla çocuk taşıdılar, bazen para verdiler, bazen bir telefonla da olsa arayıp hal hatır sordular, bazen yapılanları yeterli bulmayıp daha iyisini farklı mecralarda yapmaya çalıştılar, ama eminiz ki devamlı yapılanları ve yapılamayanları takip edip, kalben dua ettiler…

Yenikapı ve Bakırköy süreçleri çok keyifli devreleri olduğu kadar çok sıkıntılı dönemleri ile de hayatımızda önemli bir yer edindiler.

Bugün kurumsallaşan ve hepimizin iftihar vesilesi olan oluşumların bazılarının ilk nüveleri mahiyetindeki toplu iftarlar ve istişare toplantılarının bir bölümü bu mekânlarda gerçekleşti.

Şimdi kocaman olan yavrularımızın bazılarının sünnet merasimlerine de ev sahipliği ederken, Elif Yuva, vazifesini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyordu.

İmkânsızlıktan tıkandığımız devreler oldu. Çok bunalıp bu işi bırakalım dediğimiz ve dostların maddi ve manevi destekleri ile tekrar devam kararı aldığımız bazı anlar, 18 senelik süreçte bizi aynı anda üzen ve sevindiren devreler olarak zihinlerimizde yer edindi.

Geçen 18 yılda eğitimdeki genel felsefemizde önemli bir değişim olmadı:

Çocuk, Aile ile birlikte eğitilmelidir.

Eğitimcilerin eğitimi de en az onlar kadar önemlidir.

Mekân eğitimin ayrılmaz bir unsurudur.

Eğitim malzemeleri de bu üçlüyü tamamlar nitelikte olmalıdır; prensiplerini daima ön planda tutmaya çalıştık

Bu 18 yılda program üzerinde çok yoğun şekilde çalışıldı… Bugün Elif Yuva, kardeş kuruluş olan Bayram Yuva ve daha birçok okulda henüz kitaplaşamamış olan bu programın takip edildiğini görmek bizleri cidden çok mutlu ediyor…

Elif Yuva’da, 2003-2004 Yılı ile birlikte ÇOKLU ZEKA UYGULAMASI adı altında bir çok disiplinin eğitimde kullanıldığı bir yöntem denenmeye başlandı.

Ailelere yönelik gerek Elif Yuva’da gerekse de Bayram Yuva’da aile seminerleri düzenli olarak yapılıyor.

İlköğretim çağındaki çocuklarımıza da imkân ölçüsünde programlar düzenleniyor.

Ağır aksak da olsa İKBAL Aile Eğitimi Bültenimiz çıkıyor. Son yayınlananla  birlikte ONBİRİNCİ sayıya ulaşan İKBAL’in daha iyiye gitmesi için, ilgi duyan ve onu önemli bulan arkadaşlarımızın katkılarını beklediğimizi ayrıca zikretmeye gerek yok diye düşünüyoruz..

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

Türkiye’de ve dünyada bunca değişime rağmen bu eğitim süreci içinde bazı şeyler değişmeden ama gelişerek devam ediyor.

En azından devam etmesi için uğraş veriliyor.

2004-2005 Eğitim Yılı  başlarken Elif Yuva Bakırköy İncirli’de yeni yavrularını  bekliyor.

Sadece yavrularını  değil, kendisine motivasyon, güç ve moral verecek eskimeyen ve yepyeni dostlarının bu hizmete katkı sağlamalarını da bekliyor.

18 Yılların daha da çoğalması, dünden yarına daha güçlü ve değişen şartlara temel özelliklerini değiştirmeden adapte olabilen sağlam kurumların oluşabilmesi için bu katkıların sürekli olmasını diliyor.

Daha nice 18 yıllara.

Sadece bizle beraber değil, bizlerden sonra da aynı ana gayeye yönelik olarak sürecek nice 18. yıllara.

Saygı, selam ve muhabbetlerimizle…

24. yılın içinden geçerken film devam ediyor……. (…2011 başları)

….diye bitirmiştik bu yazıyı o zamanlar…

Okuyan ve aynı  tarihin içinde yer alan dostlardan çok olumlu tepkiler almıştık.

Derken aradan 6 yıl daha geçti..

Elif Yuva’nın Bakırköy’deki yerinin sahibi Ali bey amca Rahmet-i Rahman’a kavuştu

Mirasçıları  bizi o mekandan çıkardılar ve binayı sattılar.

Bize yıllarca gönlünü  açan Ali amcamızın hatırına Yenge hanımın tek bir isteğiyle terk ettik Bakırköy’deki o güzel bahçeli yerimizi.

Tam o tarihlerde Bayrampaşa’da bir yuva daha açmak nasip oldu; Bayram Yuva 2.

Çok istememize rağmen, Elif Yuva ismini yeni mekana koyamadık

Fakat bunda da bir hayır vardır deyip tescilini aldığımız bu ismi, kapısına asılacağı yeni bir yuvaya koyarız umuduyla bir kenarda beklemeye aldık

Mühim olan isim değil içeriktir diyerek avutmaya alıştırdık kendimizi…

Elif Yuva ile beraber ilköğretim çağındaki çocuklar için başladığımız Çocuk Kulübü ve Etüd Eğitim merkezi çalışmalarımız 2005 yılı  itibariyle semeresini vermeye başladı.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi üç adet farklı mekanı ile birlikte 1000’e yakın ilköğretim çocuğuna hizmet veriyor Bayrampaşa’da.

2005 Yılından bu güne 6000 civarında çocuğumuz bu eğitim yuvasından hizmet aldı.

Ağır aksak çıkan İkbal Aile Eğitimi dergimiz, Bayrampaşa İkbal olarak uzunca bir süre yayınlandı.

Onun yanında 30’lu sayıları geçen Hayal Treni adlı sadece çocukların hazırlayıp çıkardığı ayrı bir yayınımız da hayatını sürdürüyor.

Çocuk dostu Ahmet Mercan, yayınları ve daha birçok programı özveri ile organıze ediyor bizlerle beraber.

Aynı adla var olan isimdaşlarından çok daha farklı bir formatta sürdürdüğümüz Bilgi Merkezi ve Bilgi Evi çalışmamız, çok ilgi gördü ve İstanbul dışına da taşar hale geldi;

Bir hayırsever grupla birlikte Adıyaman ve Aydın’da da aynı tarz Bilgi Merkezleri kuruldu.

Elif Yuva ailesi oralara da bilgi birikimlerini taşımaktalar.

İstanbul Esenler de, iki bilgi evi ile bu güzel çalışma kervanına katıldı.

2000 civarında çocuğumuz da bu sivil insiyatif çerçevesinde hizmet görüyor.

Tabii hiç değişmeyen çalışma ilkemiz olan aileleri de eğitimin içine çekme düsturumuz aynen devam ediyor.

Hem çocuklar, hem aileleri, hem de meslek içi eğitim gören öğretmenlerimiz ve tabii ki bizler de her gün yeni şeyler öğreniyoruz

İlk günlerde adeta Kızıl Elmamız olan iyi eğitim güzel mekanlarda olmalıdır hayalimiz son dönemlerde gerçekleşmeye başladı.

Yuva ve bilgi merkezi mekanları artık bir hayli güzel.

Bayrampaşa Belediyesi’nin başta Hüseyin Bürge olmak üzere eğitim gönüllüsü Başkanı ve Yöneticileri 2001 yılında Bayram Yuva 1 ve 2008 yılında Bayram Yuva 2 adlı mekanları okul öncesi eğitimin hizmetine sundular. 2005 yılında başlayan Bayrampaşa Bilgi Merkezi de yine bu ekibin özverili katkıları ile önemli bir örnek kurum haline geldi

İnşallah bu güzellik yetişen çocuklarımızın iç dünyalarını da güzelleştirir

Bu arada hedeflerimizden biri olan Vakıflaşma hayali de gerçekleşme safhasına geldi

Eğitim, sağlık ve çevre vakfı kurumsal yapısı ile tüm çalışmalarımızı kuşatmaya başladı….

Aradan geçen 6 yılda gençlerimiz de büyüdüler, hatta orta yaşlara  geldiler…

18 yıllık serüveni anlatırken üniversite talebesi dediklerimiz master ve doktora seviyelerine ulaştılar.

Amerika’da, İngiltere’de, Avrupa’da ve yurt içindeki farklı şehirlerin üniversitelerinde lisans, yüksek lisans ve doktora yapan Elif Yuvalıların sayısı her geçen gün fazlalaşıyor.

O zaman bir tek Hatice evli iken bugün gelin ve damatlarımızın sayıları da bir hayli çoğaldı.

1987 yıllarında gencecik insanlar olan ilk müteşebbislerden anneanne, babaanne, dede, kayınvalide ve kayınpeder olmanın keyfini yaşayanların sayısı artmaya başladı

Tabii bu arada şu hoş gelişmeler de yaşanıyor…

Eskiden yuvada, yaz okulunda arkadaşlık yapanlar, (ya bir ilim meclisinde, ya tasavvufi bir etkinlikte, ya da bir sohbet toplantısında…)farklı farklı guruplar halinde birbirlerinin buluyorlar, üstelik bazen de birbirlerinin kardeşlerine abilik ve ablalık yapıyorlar.

İşaret etmeden geçemeyeceğim bir başka güzel gelişme de Bayrampaşa’da kurduğumuz izcilik kulübünün liderliğinin Elif Yuva’nın ilk talebeleri olan Rüveyde ve Zeynep tarafından yapılıyor olması..

Gençler içinden yazarlar da çıkmaya başladı. Mehmet ve Salihadunyabizim.com‘da gayet hoş yazılar kaleme alıyorlar ve ciddi sayıda okunuyorlar.

18. yılda sanatsal aktivitelerinden bahsettiğimiz Yusuf KotCafcaf adlı mizah dergisinin yazı işlerini müdürlüğünü başarılı bir şekilde yürüttü ve kısa bir mola için askerlik hizmetine gitti, geldi. Bakalım askerlik sonrası sade hayat ile mizah arasında nasıl bir yol izleyecek?

Mustafa, Sultanahmet’te güzel bir otel işletmeye başladı.

Geçen gün internette haber siteleri arasında dolaşırken çok izlenenlerden birinin yayın yönetmeni olarak tanıdık bir isme rastladım; Yuva talebelerinden Halid Emre Aydın.

Kemal Hoca birkaç yüz çocuktan binlerce çocuk ve gencin amcası olma seviyesine yükseldi.

Afife Hanım istikrarlı bir şekilde, kendini geliştirerek ve derinleştirerek okul öncesi eğitim alanındaki yöneticilik kariyerine devam ediyor.

Nurgül Hanım Bilgi Merkezi’nin rehberlik servisinde hizmet veriyor ve Yuvalar Eğitim komisyonuna katkı sağlıyor.

Facebook ve twitter gibi sosyal medya mecralarında tüm bu çalışmalar ve etkinlikler paylaşılıyorlar… Güzellikler paylaşıldıkça daha da artacak.

 

Ve bu film devam edecek inşallah…

Yazıyı  yayına koyarken hüzünlü bir son dakika notu;

Dünya halinde gelmek olduğu gibi gitmek de mukadder. Bu çalışmalar içinde tüm maddi ve manevi varlıklarıyla yer alan Şişmanoğlu ailesinin önemli bir ismi olan Ahmet Şişman ağabeyimizi geçenlerde Rahmet-i Rahmana uğurladık. Mekanı cennet olsun…

Erhan Erken

Ağustos 2011  Dünya Bizim

ECYAD KALESİ YIKILIRKEN

Ecyad Kalesi’nin yıkılması üzerine duyulan acı ile kaleme alınıp dosyalarda saklanan bir yazıdır

 

Suudi Arabistan’ın Mekke şehrindeki Ecyad Kalesi’nin Suudiler tarafından yıkılması karşısında derin üzüntü duymuş bulunmaktayız. Bu olay, Suudilerin Osmanlı eserlerine karşı şimdiye kadarki tavırlarına uygun bir davranış olarak çok sürpriz bir gelişme değildir.

 

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişinin üzerinden seksen seneye yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, bu büyük devletin tasfiyesi henüz tamamlanamadı. Günümüzde Osmanlı’nın maddî ve manevî mirası yeterince korunamıyor. Bugün, Düvel-i Muazzama’nın mirasçısı olduğunu göğsünü gere gere söyleyen hiçbir ülke yok yeryüzünde.

 

Osmanlı artığı topraklar üzerinde kurulmuş olan genç Türkiye Cumhuriyeti bile, zorla kabul etmek durumunda kaldığı borçların dışında cedlerinin tarihî ve kültürel mirasına uzunca bir süre duyarsız kaldı. Devletin sahip çıkamadığı bu mirasa millet kısmen sahip çıkmış görünüyor. Bu durum ise devlet ile millet arasında bazı problemlere ve sıkıntılara yol açıyor.

 

Eserler, onların ne için inşa edildiğine önem verilmeden yaşatılırsa, zamanla gerçek kimliklerini kaybederek, tıpkı ruhun, ölümle terk ettiği bir ceset durumuna düşer.

 

Osmanlı eserleri sadece geçmişten günümüze kalan bir hatıra olarak değil, bir medeniyetin günümüze uzantısı şeklinde değerlendirildiği oranda bir mana ifade edebilir.

 

Osmanlı; yıkılmış, izleri silinmiş ve yok olmuş bir medeniyetin değil, bazı problemler geçirmiş, değişen şartlar karşısında kendi tezlerini tamamı ile insanlığın hizmetine sunamamış, fakat potansiyel olarak kıyamete kadar, her devre uygun tezleri olan bir medeniyetin, yedi asır devam etmiş bir uygulamasıdır.

 

Bugün sadece Osmanlı artığı topraklarda değil, dünyanın bir çok bölgesinde, bu medeniyete dâhil olan milyarlarca insan mevcuttur. Bu insanların varlığı ve zorlamasıyla yıkılışının 80’inci yılına yakın devrelerde Osmanlı’nın kuruluşunun 700’üncü yılı kutlanmıştır.

 

Osmanlı yıkılsa da onun temsilcisi olduğu medeniyet varlığını sürdürmektedir. Fakat, tarihi olarak devamlılığının açıkça zikredilememesi, bu medeniyete ait olan tüm simgelerin, hatıraların ve eserlerin sahipsiz gibi görünmesine yol açmaktadır.

 

Türkiye, Osmanlı’nın sadece borçlarının değil temsilcisi olduğu medeniyetin, tarihin ve coğrafyanın da mirasçıdır. Bu husus, devlet olarak kabul etse de etmese de bu, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da değişmeyen ve değişmeyecek olan bir gerçektir.

 

Türkiye’nin siyasi sınırları Edirne’den Van’a, Sinop’tan Antalya’ya kadar olsa da, medeniyet ve tarih perspektifinden bakıldığında bir yandan Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, diğer yandan da Kırım’dan Sahra Afrika’sının ortalarına ve Yemen’e kadar uzanmaktadır. (Bu bile gerçeğine göre daraltılmış bir sınır olarak yorumlanabilir.)

Böyle olmasa Ecyad kalesinin yıkılması Türkleri hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Tıpkı Çeçenistan’daki Rus zulmünden, Bosna Hersek’teki savaşa, Afganistan’daki mücadelelerden, Irak’ın işgaline kadar tüm konuların Türkiye’deki insanları (devleti yönetenleri de) birinci elden ilgilendirdiği gibi.

 

Siyasi sınırların dışında olan ve aynı medeniyet havzasına ait olduğumuz olaylarla ilgilenmek durumunda olan Türkiye, devleti ve milleti ile birlikte, kendi sınırları içindeki tarihi ve kültürel miras ile aynı tarzda anlamlı bir ilişki kurarak, iç problemlerini çözebilmelidir. Osmanlı vakıf eserlerine gereken ihtimamı göstermeyen, o eserleri değerli kılan medeniyete “çağdışı” deyip aşağılamaya çalışan, tarihi ve stratejik açıdan sınırları dışındaki bu tip olaylara tepki gösterip içeride farklı bir politika uygulayan idarecilerin ülke yönetiminde olduğu dönemlerde Türkiye, inandırıcılığı ve maalesef gücü de olmayan bir ülke görüntüsü vermektedir.

 

Ulus devletlerin zamanla ortadan kalktığı, dünyanın bir yandan küreselleşme politikaları uygularken bir yandan da tarihî ve kültürel temele dayanan büyük topluluklar halinde örgütlenmeye doğru gittiği bir devrede, Osmanlı artığı ülkelerin ve milletlerin de kendi durumlarını yeni baştan ele alma mecburiyetleri vardır.

 

Ecyad kalesinin yıkılışını bu açıdan yeniden düşünmekte yarar vardır. Ecyad kalesi başlı başına çok önemli değildir. Önemli olan o kalenin ait olduğu medeniyet havzası ile var olan ilişkinin yıkılması veya sarsılmasıdır. Eserlerin ayakta olması da başlı başına önemli değildir. O eserlere ruh veren kültür ve medeniyet ile ilişki devam ediyorsa o eserin bir anlamı vardır, yoksa o değerler bile bir fosilden, ruhsuz bir cesetten başka bir şey değildir.

ERHAN ERKEN

OCAK 2002

 

 

İNSANIMIZIN KİMLİĞİ

Bu yazı Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden az sonra ve Aydın Menderes’in siyasette yeni bir figür olarak ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde kaleme alınmış bir yazıdır

 

Türkiye’de yaşanan insanların yüzde olarak çok önemli bir kısmı Müslüman’dır. Bu topraklarda yaşayan insanların anne ve babaları köken itibariyle Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut vs. olabilir, Fakat ait oldukları daire İslâm dairesidir. İnsanlarımız beraberce yaşanmış bir tarihe sahiptir. Atalarımız, aynı düşmanlara karşı, bulundukları toprakları birlikte savunmuşlardır. İnsanlarımız topyekün aynı Allah’a, aynı Peygamber’e inanarak, aynı kıbleye yönelir.

Tarihin belli bir döneminden itibaren Türkiye’de yaşayan insanlarımızın da dâhil olduğu büyük İslâm topluluğu, teknoloji ve maddi zenginlik itibariyle Batılıların gerisinde kalınca, içlerinden bir bölümü kabahati kendilerine şahsiyet ve kimlik veren İslâm’da aramışlar ve Batılı düşünceye hayranlık besler hale gelmişlerdir. Sonuçta hepimizin bildiği değişim gündeme gelmiş ve birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi Türkiye sınırları dâhilinde de, ülke yöneticileri halkın geçmişi ile bağlantısını kesmeye yönelik birçok kararı alıp uygulamıştır.

Tüm bu uygulamalar halkın özünde var olan dini inancı tamamen söküp atamamış ve zamanla insanımız aslî değerleri ile bağlantı kurmaya başlamıştır.

İslâm’a karşı olan kesimler, insanımızı dininden koparamayacaklarının bilincine varınca dinin kendileri açısından tarifini yeniden yapmaya çalışmışlardır. Bu kişiler bununla da yetinmeyerek, insanlarımızı, yeniden tarifini yapmaya çalıştıkları dini kabul etmeye zorlamışlardır ve bu zorlama halen de devam etmektedir.

Tarif yapılmaya çalışılan dinin dünyevî hayata teklif edeceği fazla bir yaptırımı görünmemektedir. Dayattıklarının her tür ideoloji ile (liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, sosyal demokrasi vs) ortak birçok yönü vardır ve beraber bulunmalarında hiçbir mahzur yoktur. Çünkü onların sunuyor oldukları din anlayışı, tamamen insanların vicdanına hitap eder, soyuttur, muğlâktır, herkes nasıl anlarsa öyledir.

Bununla birlikte memleketimizde yaşayan Müslümanlar, iman ettikleri dinin müdafaasını yapmaya kalktıkları zaman suçlu damgası yemekte, dini, dünyevi çıkarlarına alet ediyor diye kötü, zararlı, marjinal veya fundamantalist olarak bir kenara itilmeye çalışılmaktadır.

Bu insanların siyâsi arenada sadece seçmeye ve seçimler sırasında seçime katılma oranını yükseltmeye hakları vardır. Seçilmeye, kendi kimliklerini ortaya koymaya hakları yoktur. Böyle bir cür’eti göstermeye görsünler, ülkenin tüm “zinde güçleri” onları doğduklarına pişman ederler. İktisadi sahada, sanayici olmaya, meslekî birlikler oluşturmaya, ülkenin anayasasının müsaade ettiği kadar bile hakları yoktur. Hasbelkader mühim bir yatırım yapacak olduklarında hemen bir kısım kamuoyu harekete geçer, sermayelerinin Rabıta, Suud, İran bağlantıları(!) araştırmaya başlanır. Peki, tüm bu yorumların dışında meydana gelen diğer gelişmeleri de nasıl açıklayacağız?

Türkiye son on beş yılda liberalizmin ve kapitalizmin ciddi olarak müesseseleşmesi noktasında büyük mesafe alınan bir devre geçirdi. Bu devrede iktidar dümeninde olan insanları bir göz önüne getirelim ;

Bu insanların büyük çoğunluğu musallî, yani namaz kılan insanlardı. Gençliklerinde veya orta yaş dönemlerinde, bu yazıyı okuyan birçok kişinin bizatihi kendileriyle veya onların ağabeyleriyle, babalarıyla belki birlikte çalışmışlardı. Birçoğu ehl-i tarik idi. Dedeleri, babaları sakallı, nineleri, anaları çarşaflıydı, hatta birçoğunun hanımlarının başları örtülü idi. Ama ne oldu? Türkiye’ye çağ atlatmak olarak sunulan Batıya entegrasyonun en şiddetli devresi, bu insanların yönetimindeki bir Türkiye’de gerçekleşti.

Bu insanları “muhafazakar aydın” tanımıyla ifade edebiliriz. Vicdani olarak Müslüman’dılar fakat zihinleri Batılı tarzda çalışmaktaydı. Batılı tarzda çalışmadan kasıt, zihinlerindeki temel doğru-yanlış tarzdaki kavramlar Batılı bir dünya görüşü çerçevesinde belirlenmişti. Bu insanlar adeta çift kişilikli, çift kimlikli insanlardı. Kimliklerinin bir yüzünde, yani vicdanî yüzde, yani dünyevî pratiğe yansımayan yüzde İslâmiyet, ama hayatla karşı karşıya geldiklerinde kullandıkları yüzde ise Batılı ideolojilere teslimiyet vardı. Yine bu yüz, Türkiye’de insanlarımızı dinlerinden, tarihlerinden tamamen koparamayacaklarını kavrayan kesimlerin oluşturmaya çalıştıkları yeri dînî anlayışa ve insan tipine uygun bir profil çizmekteydi.

İslâm’a taban tabana zıt ideolojilerin müessese olarak kökleşmesinde bu insanlar büyük vazife ifa ettiler. Müslüman kitleler de onların İslâm’a dönük yüzlerine aldanarak, sadece orayı görme, diğer yüzü ise görmeme noktasında kendilerini şartlandırdılar. Bunun sonunda da muhafazakâr aydınlarımızın başı çektiği siyasi iktidarlar, Müslüman kitlenin dayandığı temelleri sarsmaya ve yıpratamaya çalışan dünya görüşlerinin kökleşmesine sebep oldu.

Memleketimizde liberalizmin ve kapitalizmin yerleşmesi süreci başka bir gelişmeyi de gündeme getirdi. Devletin yapısı, yöneten yönetilen ilişkileri, şimdiye kadar tabu olarak kabul edilen bir çok mesele, globalleşen dünyaya entegrasyon sürecinde ulusal kimlik kavramı ve sair düşünceler, ‘değişim’ ana başlığı altına tartışılmaya başlandı. Bu tartışma, insanları, devletin yeniden yapılanmasından insanımızın kimliğinin yeniden tarif edilmesine kadar varan noktalara getirdi. ‘Kimlik’ konusunun derinlemesine tartışıldığı, tabuların göz ardı edildiği bir ortamda da İslâmiyet’le olan mesafemiz, dînin hakiki mahiyetinin anlaşılmaya çalışılması, tarihimizle ve kültürümüzle kurulacak bağların ne ölçüde olacağı mevzubahis edilir oldu.

İnsanımızı İslâm dininden sıyırmak isteyen kesimlerin, bambaşka bir din anlayışı ortaya çıkartarak, onu ‘İslâm’ adıyla insanlarımıza kabul ettirmeye çalışmaları süreci, öyle enteresan zıtlıklara yol açtı ki, bu yolu tercih edenleri bile hayrete düşürdü. Dîne köstek olmak için alınan her tedbir, yaptığı tahribat yanında, ülkede dînin hakikatini kavramada müspet yönde bir fonksiyon görür hale geldi. Dîne karşı tavır alan kesimler bile, kendilerini ister istemiz dîni bir motifle tanımlamak, dinle bir bağlantıları olduğunu belirtmek zorunluluğu içerisinde hissettiler.

Türkiye’de dînin hakikatini kavramak, gereklerini hayatında uygulamak isteyenler, bunu engellemek, mecrasından saptırmak isteyen kesimler ve bunların arasında kalan hangi noktada bulunursa bulunsun hemen herkes, bu gelişim içinde bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor.

Değişim ana başlığı ile girilmiş olan bu yolda, niyetleri İslâmi gelişmeyi kontrol altına almak veya mecraından saptırmak olan zihniyetler bile sonuçta dîni gelişmenin önündeki engellerin kaldırılması, ülkede din merkezli bir hayatın yaşanılır olması sonucunun ortaya çıkmasına hizmet ediyorlar ve böyle giderse de hizmete devam edecekler. Çünkü bir kere İslâm, tarih, kültürel devamlılık, köklerimizle bağlantı gibi mefhumlar, kamuoyunun gündemine girmiştir ve gittikçe daha ciddi bir tarzda varlığını hissettirmektedir.

Gözden uzak tutulmaması gereken önemli nokta şudur: Dînin hakikatlerini yaşama gayreti içinde olan insanlar, bir yandan bu gidişi hızlandırıcı bir tavır içinde olurken, diğer bir yandan da teorik ve pratik sapmalara karşı her zamankinden daha fazla hassasiyet göstermek zorunluluğundadır. Bu zorunluluk, evvel emirde dîni iyi bilmeyi, onun temel dayanaklarına vukûfiyeti gerektirir.

Etrafımızı çepeçevre saran Batılı hayat tarzının temel değerlerini de komplekssiz bir bakış açısıyla yorumlamak en az dîni kaynaklara vukûfiyet kadar önem taşımaktadır. Ayrıca, dinin özünden uzakta, neredeyse bir asra yakın süre geçirmiş olan toplumun fertlerinin hakikatleri bir çırpıda kabul edemeyeceklerini de gözden uzak tutmayarak, şu an için muhalif ve köstekleyici gibi görünen kesimlerin bile engin bir hoşgörü içinde değerlendirilmesi icap etmektedir.

Dinin özüne uygun bir hayatın yaşanılmasından korkan, bunu engellemek ve saptırmak için uğraşan insanların da, asıl kimliklerine dönmekten başka kurtuluşları olmadığı gerçeğini kabul etmeleri, hem kendi menfaatleri hem de ülke menfaatleri için en uygun tercih olacaktır.

Şimdiye kadar edindikleri menfî yöndeki tüm bilgileri bir kenara bırakarak, dîni değerlerini, tarihini ve geçmiş asırda dedelerinin içinde yaşadığı güçlü toplumu farklı bir gözle yeniden ele alan her ferdin, şu anda başka başka sınırlar içinde yaşıyor olsalar da, İslâm medeniyet havzasındaki  yerini bulması kuvvetle muhtemeldir.

Özetle ifade etmek gerekirse, insanımızın sahip olması gereken kimliği, İslâm dairesi içinde en doğru tarzda tarif edip ona ulaşmasını sağlamak, toplum olarak istikbalimizin teminatı olacaktır.

ERHAN ERKEN

BİLİM SANAT VAKFI BÜLTENİ 1994-95

 

BİZ SENİ ÇOK SEVİYORUZ

Şirin yüzlü bir çocuk ekrana geliyor ve adeta insanın içine işleyen bir sesle şöyle diyor:

-Arabanızı seviyorsunuz, sigorta ettiriyorsunuz. Evinizi seviyorsunuz, sigorta ettiriyorsunuz. Peki, beni sevmiyor musunuz?

Bu sözlerden sonra araya tok ve güven verici bir ses giriyor:

-Canınızdan çok sevdiğiniz yavrunuzu her türlü kazalara karşı sigorta ettirin.

Sonrasında ekranda yine masum yüzlü yavrumuzu görüyoruz, gülen bir çehre ile son darbesini vuruyor:

-Ben sizi çok seviyorum…

Televizyonda son günlerde izlediğimiz reklâmlardan bir tanesini özetle nakletmeye çalıştım sizlere. İnsan yukarıdaki metni soğukkanlı bir tarzda okuduğu zaman aklına belki ilk olarak şu gelecektir: Benim çocuğumun başına bir iş geldikten sonra bana sigorta milyarlar verse ne olur? Fakat televizyon gibi insanın neredeyse tüm duyu organlarına hitap eden bir iletişim aracı karşısında bu kadar soğukkanlı durabilmek her zaman mümkün değil zannediyorum.

Reklâmı hazırlayanlar hakikaten zeki insanlar. Anne ve babaların çocuklarına karşı zaaf noktalarını çok iyi yakalamışlar.

Pazarlama iletişimcileri bu vakıada cağdaş dünyada sahip olmak ve sahip olduktan sonra elden kaçırmamak için büyük gayret sarf edilen iki önemli objeyi; araba ve evi seçmişler ve yine insanlar için çok değerli olan yavrularıyla mukayese ettirmişler. Bu mukayese, his ile mantığı aynı anda harekete geçiriyor ve otomatikman karar veriyorsunuz,  tabii ya ne kadar doğru…

Bu reklâmı seyrederken benim zihnim de reklâmı hazırlayanların istediği gibi çalışmaya başlamıştı ki, ilk defa lise yıllarımda okuduğum ve bana derinden tesir etmiş olan bir hadis-i şerif mealini hatırladım.

“Çocuğun anne babası üzerinde üç önemli hakkı vardır diyor, Hz. Peygamber sav:

1-Güzel isim koymaları

2-Dinini öğretmeleri

3-Vakti gelince evlendirmeleri

Yukarıdaki üç noktaya dikkatlice baktığımızda yüce önderimizin, insan hayatının her zerresini kuşatacak değerde işleri anne babalara vazife kılmış olduğunu görüyoruz. Çocuğuna dinini öğreten bir ebeveyn onun dünya ve ahiret hayatı için çok önemli bir tedbiri almış, adeta yavrusunu sigorta ettirmiş oluyor.

Bu hadis-i şerifin arkasından hatırladığım bir başka hadis de bir öncekinin manasını konumuzla ilgili olarak yerli yerine oturtuyor. Öldükten sonra amel defteri kapanmayacak, yani yaşamadığı halde amel defteri kapanmayacak, yani yaşamadığı halde amel defterine sanki hayatta imiş de hayırlı işler yapıyormuş gibi sürekli sevap yazılacak insanlardan bahsedilirken, arkasında hayırlı bir evlat bırakan anne ve babaların da zikri geçiyor. İyi evlat yetiştirmek ana-baba için de sigorta niteliği taşıyor.

Dini terbiye verilmiş ve Allah’ın koyduğu ölçülere göre iyi yetiştirilmiş çocuklar adeta sigorta ettirilmiş oluyorlar, diğer yandan onların iyi yetiştirilmeleri anne ve babaları için de ahirette sigorta niteliği taşıyor.

Adeta bir taşla iki kuş vuruluyor.

Allah’ın hudutlarını düşünerek yaşamaya çalışan insanlar için bundan daha güvenilir bir “yarın” garantisi olabilir mi acaba…

O halde şirin yüzlü yavrumuzu cevapsız bırakmayalım.

-Canım yavrum, biz de seni çok seviyoruz. Hem bu dünyada hem de ahirette huzur içinde yaşayabilmen için dinini iyi öğrenmen ve iyi bir Müslüman olman gerekiyor. Bunun için var gücümüzle çalışacağız…

ERHAN ERKEN

İKBAL BÜLTENİ 1990