RAMAZAN HOŞ GELDİ AMA ACABA BİZDEN RAZI OLARAK GİDECEK Mİ?

Ramazan ayı Müslümanlar için yılın en önemli zaman dilimlerinden birisidir. Bir ay boyunca tutulan oruç bu aya ait özel bir ibadettir. Yatsı namazı sonrasında kılınan teravih namazı yine Ramazan’a has bir sünnet namazdır.

Ramazan ile adeta özdeşleşen ibadetlerden biri de Hz.Peygamber (a.s) Efendimiz ile Cebrail (a.s)’ın her yıl yaptıkları karşılıklı Kur’an tilavetinden mülhem Mukabele okumalarıdır. İslam Dünyasının hemen her köşesinde yüzyıllardır Müslümanlar Ramazan aylarında mukabele okumakta ve Kur’an-ı Kerim’i hatim etmektedirler. Bu hatim olayının sadece Kur’an’ı yüzünden okumaktan öte, manasını da anlayarak tekrar edilmesi Müslümanların esas kaynakları ile muhatap olmaları açısından çok önemli bir faaliyettir. Okumaya devam et RAMAZAN HOŞ GELDİ AMA ACABA BİZDEN RAZI OLARAK GİDECEK Mİ?

BU DÜNYADAN BİR MUZAFFER AĞABEY GEÇTİ

Çocukluk arkadaşlarımdan Rafet telefondaydı. Birbirimizin hatırını sorduktan sonra ‘Muzaffer Ağabey vefat etti, cenazesi yarın ikindi namazında Şenlikköy Camii’nden kaldırılacak, bilgin olsun’ dedi. ‘İnna lillah ve inna ileyhi raciun’.

Telefonu kapattım, o an ciddi bir üzüntü duymuştum. Yıllardır görmemiş olmama rağmen bu vefat haberinin beni derinden etkilediğini farkettim. Bu görüşme ve haberle birlikte zihnimde çok eskilere doğru bir yolculuk başladı. Okumaya devam et BU DÜNYADAN BİR MUZAFFER AĞABEY GEÇTİ

Tarihi süreçte şehir, ekonomi, insan ve mekan ilişkileri

Bu şehir dediğimiz yaşayan organizma, değişime ve dönüşüme uğradı. Gerek piyasa gerekse de mekansal değişim bu insanların işlerinde ciddi sarsıntılar oluşturdu. Bu insanların her anlamda yerleri ve yurtları değişti. Zamanla oturdukları mahalleler ve ilçeler de değişti. Hanlardan, fabrikalara, sitelere ve plazalara gitmeye başladılar.

Osmanlı Devleti döneminde payitaht olan ve Cumhuriyet’le birlikte resmi başkent olmasa da bir nevi ekonomik ve kültürel başkent vasıflarını sürdürmeye devam eden İstanbul, bu dönemlerde başlıca 4 bölümden oluşmaktaydı.

Birincisi , Nefs-i İstanbul diye adlandırılan eski İstanbul, sur içi, bugün Fatih ve Eminönü bölgelerini içine alan kısım…

İkincisi, Galata veya Pera dediğimiz Haliç’in Taksim tarafı; üçüncüsü  Boğazın öte tarafı, yani Üsküdar. Diğer bir bölge de Eyüp ve Haslar kazası

Şehir geliştikçe bu bölgeler de çevrelerini genişlettiler, etraflarında yeni yerleşim bölgeleri ve iş alanları oluşmaya başladı.

Nefs-i İstanbul’un Eminönü bölgesi, Boğaz ve Haliç gibi iç su yollarının kesişim noktasında bulunmasının da verdiği avantjla çok uzun bir süre toptan ticaretin, hizmet sektörünün ve İstanbul’un çevre yerleşim yerleri ile ilişkisinin adeta merkezi olma fonksiyonunu ifa ediyordu. Neredeyse her sektörün burada bir piyasası vardı. Trakya ve Rumeli tren ağı buraya bağlanıyor, deniz yoluyla gelen mallar buraya iniyor veya buradan sevk ediliyordu. Ayrıca Boğazın ve Haliç’in iki yanındaki insanların karşılıkla olarak taşınması konusunda da Eminönü önemli bir merkez olma işlevi görüyordu

Eminönü’nde bir çok ürünün özel iskelesi vardı. Ayrıca haftanın muhtelif günleri buradan İstanbul boğazının öte yakasındaki ve Haliç kıyısındaki semtlerine deniz yoluyla mal taşıma seferleri düzenlenirdi. Eminönü bölgesi toptancı esnafı bu günlere yönelik olarak kendilerini hazırlardı. O günlerde ilgil bölgenin tüccarları gelir, ihtiyaçlarını temin eder ve iskelede bekleyen mavnalara yüklenen mallarını alıp giderlerdi.

Ayrıca meyve, sebze ve bostan hali de uzunca bir süre Eminönü ile Unkapanı arasındaki bölgede hizmet görmüştü.

Özellikle 1940’lı yıllardan sonra, Prost planının da tesiriyle, Haliç’in Avrupa yakasında, Unkapanı köprüsünün Cibali sonrasına bir bölüm sanayi taşınmaya başladı. Geçen yıllar içinde sur dışı bölgelere (öncelikle Sağmalcılar, Topçular, Sefaköy), karşı yakada da Kartal, Pendik ve Tuzla bölgelerine sanayinin ve bazı toptancıların gittiğini görüyoruz.

1980 İhtilali sonrasında İstanbul’un Nefs-i İstanbul’daki bu merkezi , askeri yönetim iradesinin de verdiği destekle çevreye doğru taşınmaya başladı.

İlk etapta İkitelli civarında sanayi sitelerinin oluşturulması ile 30’un üzerinde sektör için yerleşim yerleri planlandı ve çalışmalar başladı. Kooperatifler kurulması teşvik edildi, arsalar tahsis edildi ve ihaleler sonrası inşaatlara girişildi. 1980’lerin ortalarında başlayan bu hareket 1990’lı yıllarda bu bölgelerde iş yerlerinin inşaatlarının bitmesi ile kuvveden fiile geçme sürecine girdi.

Meyve ve sebze hali eski adı ile Sağmalcılar yeni adıyla Bayrampaşa’ya, bostan hali Zeytinburnu civarına, kuru gıda ticareti de Rami bölgesine doğru gitmeye başladı.

Anadolu yönünde de Tuzla ve Gebze bölgelerine doğru ciddi bir yayılma göze çarpıyordu.

Şehrin merkezinin boşaltılması çalışması sırasında sektörlerin taşınma süreci çok sancılı olayları da beraberinde getirdi. Firmaların yıllarca edindikleri piyasa yerleri dağıldı, gıda sektöründe olduğu gibi çift taşınma (önce Rami’ye sonra da Mega Center’a) bir çok firmanın kapanmaya kadar giden serüvenini hızlandırdı.

Bazı sektörler ise bu taşınma sürecine kısmen muhalefet etti. Kendileri için yapılan bölgelere gitmekte kısmen yavaş davrandılar, başka alanlara yöneldiler veya yerlerini terk etmediler. Özellikle tekstil sektörü bu süreci çok somut olarak yaşadı. Onlar için inşa edilen Tekstilkent ve Giyimkent gibi iş alanları bugün bile istenen bir doluluğu sağlayamadı. Onun yerine Zeytinburnu, Merter ve Fatih’de ihtisas alanlarına göre tekstil piyasaları oluştu.

1980 Sonrası Türkiye Ekonomisi’nin genel anlamıyla dışa açılması ve dünya piyasaları ile daha fazla entegre olmasının, içerideki ticari ve sınai faaliyeti ciddi bir şekilde etkilediğini gözlemlemekteyiz. Bu açılım yeni zenginlikleri beraberinde getirdi.

İş adamlarımızı ve özellikle küçük çaplı işletmelerimiz iş öğrendi, organizasyon kaabiliyetlerini geliştirdi, kaliteli mal üretme mecburiyeti arttı. “İnovasyon” diye bir kavramın öneminin farkına varıldı, kurumsallaşma ihtiyacı belirgin hale geldi, profesyonelleşme olmazsa olmaz bir hal aldı.

Büyük sermayenin dışa açılımı, onların tedarikçilerini de etkiledi. Bu sürece ayak uydurabilenler ayakta kaldı, uyduramayanlar piyasadan çekilmeye başladı.

Gayri Safi Milli Hasıla olarak da ifade edilen Milli Gelirin artışı, talebi de arttırdı. Talep üretimi, üretimin artışı üretilen malların pazarlama ihtiyacının artmasını, tüketimin teşvik edilmesini derken bu zincirleme olay ekonomiyi sürekli büyütmeye devam etti. Talebin karşılanacağı mekanlar yani perakende alış verişin yapıldığı alanlar da yurt dışına açılımın verdiği bilgi ve görgü ile farklılaşmaya başladı.

Dükkanlar marketlere ve büyük alışveriş merkezlerine doğru evrilme sürecine girmişti ve bu süreç gittikçe hızlanıyordu.

Bu arada eski toptancılığın da şekli değişiyordu. Zayıf toptancılar bu sürece direnmekte zorlanıyorlardı.

Ayrıca üretim artışı küçük imalatçıları gittikçe zorlar oldu. Her alanda büyüme bu sürece ayak uyduramayan daha çok küçük ve orta boy işletmeleri sıkıntıya soktu.

Türkiye’nin dışa açılım hamlesine ayak uyduran KOBİ’ler bu kanaldan yol alarak işlerini geliştirebildiler ve kendileri için yurt dışında yeni alanlar buldular. Bazıları yurt dışında yatırımlara bile giriştiler. Fakat bu gelişim ve dönüşüm her kesim için maalesef aynı oranda başarılı olmadı.

1990’lı yıllar yüksek enflasyon ve yüksek faizli dönem finans imkanları güçlü kesimlerin daha da güçlenmesine sebep oldu. Tam dönüşüm sürecine yakalanan KOBİ’lerden bu süreci atlatamayanlar kazançlarının büyük bölümünü ya ham madde tedariki sırasında zamlara, ya sermaye bulabilmek için yüksek faiz alan banka ve finans kurumu gibi yerlere veya yüksek kira olarak mülk sahiplerine ödediler.

2000’li yıllar Türk ekonomisi için yeni bir dönüşüm sürecini beraberinde getirdi. Yeni ekonomik yapı, küresel sermayenin yurt içine girmesi için çok daha uygun bir ortam oluşturuyordu. Faizlerin ve enflasyonun düşme trendine girmesi bir açıdan iyi bir ortam oluşturken, para politikalarını gereği olarak ithalatın rahatça yapılabilir olması yurt içindeki bir çok imalat biriminin zayıflamasını ve sonra da kapanmasını beraberinde getirdi.

Bu süreçte Türkiye’nin ara malı ithalatının genel ithalatının % 60’ları civarında seyretmesi bu malları üreten KOBİ tarzı küçük sanayinin ortadan kalkmasına yol açtı. Bu süreci iyi okuyabilenler ithalat yaparak kendilerini kurtarabildiler fakat bu dönüşümü yapamayanlar ya küçüldüler veya ezildiler

Bu arada imalat ve satış hacimlerinin büyümesi, büyük imalatçıların kendi dağıtım ağlarını ve zamanla da satış merkezlerini kendilerinin kurmaları gerçeğini de beraberinde getirdi. Dolayısıyla toptan, yarı toptan ve perakende piyasaları bu gelişmeden ciddi şekilde etkilendiler.

Merkezi hükümetin söylem olarak ciddi bir gayret gösterdiğini ifade etse de bu dönüşümde KOBİ’lere gerekli desteği sağlayamadığını üzülerek müşahade ediyoruz. Veya başka bir ifade ile sağladığını zannettiği desteğin, gelişmeler karşısında yetersiz kaldığını görüyoruz..

Eski KOBİ ailelerinin çocuklarının büyük bölümü babalarının işlerini devam ettiremez hale geldiler. Devam etmeye çalışanların önemli kısmı da başaramadı. Bu kesimlerin büyük bölümü beyaz yakalı diye tarif edeceğimiz sınıfı oluşturmaya başladılar. Çünkü gelişen ekonomik yapı çok sayıda yetişmiş yönetici zümreye ihtiyaç duymaktaydı.

Tabii bu arada ülkede kırsal alandan şehirlere doğru ciddi bir insan akını olmakta, şehirlerde imalatın yanında gittikçe artan bir hizmet sektörü devreye girmekteydi.

1990’larda sanayi kısmen üzerinde durulan bir alan iken 2000’li yıllarda hizmet sektörü ülke için daha tercih edilir bir dal olmaya başladı.

2000’li yıllarla birlikte, 1980’lerde başlayan özellikle İstanbul’un merkezinin çevreye taşınması çalışması hedefi bir çok alanda şekil değiştirdi, bazılarında başarılı oldu bazı alanlarda ise yetersiz kaldı.

Önemli bir örnek olarak İkitelli projesi ilk kurgulandığı zamandaki hedeflerine yeteri kadar ulaşamadı. İnşaatlar çok uzun sürdü, iskan meseleleri tam anlamıyla çözülemedi, bazı sektörlerde iş yeri büyüklüklerinin zamanla yeterli olamadığı görüldü. Ayrıca bu entegre projede, yeni oluşturulan sanayi sitelerinin etraflarındaki yerleşim alanlarının gerek hızı, gerekse de buralara insanların taşınması için gerekli alt yapı, yol, metro gibi hizmetler aynı hızla hizmete giremedi. Bu da ilk etapta buralara taşınmayı menfi manada etkiledi. Aynı zamanda bu yetersizlikler ciddi bir trafik keşmekeşini de beraberinde getirdi.

Bir diğer gelişme de İlçe sınırları içinde çok fazla (Alış Veriş Merkezi) AVM’nin yapılması olarak ortaya çıktı. İlçe Belediyelerinin AVM ‘lerin kontrolsuz biçimde kendi bölgelerinde yapılmasına izin vermeleri o bölgelerdeki esnaf ve küçük tüccarları zayıflattı ve yok etti. Bu da ayrı bir problem olarak önümüze geldi. 2000’li yılların ortalarından itibaren mevzusu edilen Perakendecilik Yasasının hala çıkarılamaması hükümet açısından önemli bir eksi puan olarak ortada durmaktadır. Artık bu kanunun çıkmasının fazla da bir yararı bulunmamakta, muhtemelen böyle bir kanunun çıkması bundan böyle yine küçüklerin daha fazla hırpalanmasına sebep olacaktır.

( Bu yazının ilk yazıldığı tarihte yasa henüz çıkmamıştı. Fakat daha sonra bu konuda bir yasa hazırlandı. Fakat çok geç kalındığı için mevcut yasanın beklentilere ne kadar cevap verdiği tartışılmaktadır)

Küçük imalat birimleri, küçük toptancılar, esnaf yapıları dağıldıkça bunların kendi aralarında yüzyıllardır kurmuş oldukları mesleki dayanışma, komşuluk ilişkileri, esnaf dayanışmaları da bu gelişime ayak uyduramadı. Bu kesimler değişim karşısında yalnızlık duymaya başladılar.

1990’lı yıllarla beraber mesleki dernek ve vakıfların daha fazla ortaya çıktığını görüyoruz. Bu kesimler kendilerin bu tür kurumlar içinde ifade etmeye başladılar. Mesleki Dayanışma bu kurumlar çerçevesinde oluşmaya başladı. Tabii Ticaret ve Sanayi Odaları ve Borsalar da kısmen bu sıkıntıların ifade edildiği ve çözüm arandığı yerler olarak bu kesimler tarafından değerlendirilmeye çalışıldılar.

KOBİ’lerin bu gayretleri ne kadar başarılı oldu? Bu hususun geniş bir araştırma neticesi ortaya konulmasının gerekli olduğunu düşünmekteyim. Kısmen ithalata dayalı, kısmen gerek kamu gerekse de yerel yönetimlerin hizmetlerine yönelik işlerle büyüyen ve işlerini devam ettiren birçok kesimin bu durumunun reel bir ticari ve üretim ortamı olarak görünüp görünmemesi üzerinde hassasiyetle durulması kanaatini taşımaktayım.

Son yıllarda merkezi hükümetin teşviki, Finans kesiminin yoğun olarak devreye girmesi ile gerek inşaa süreci, gerekse de rahat borçlanabilen insanların satın alımları neticesi, inşaat sektörünü ülkenin ekonomik büyümesinde ciddi bir motor güç haline getirildiğini görmekteyiz.. Ayrıca kredi kartı ve tüketici kredilerinin verdiği açılım, rahat ve korkusuzca borçlanan ve geleceğini tehlikeye sokan büyük bir kitleyi ortaya çıkardı. Ülkenin GSMH’sı yükselen dolar kuru dolayısıyla 2019 yılı ortaları itibariyle 810 milyar dolar civarında olmakla birlikte hanelerin finans kesimine borcu da 550 milyar TL’yi aşmış bulunuyor

Bu dengelerin hassas bir şekilde yeniden ele alınması icap ediyor. Buralarda bölge bölge, sektör sektör, gelir grubu seviyelerini de nazarı dikkate alarak yeniden planlamaların yapılası gerekiyor kanaatini taşımaktayım.

Bu çerçevede mekansal değişikliklerin insanlarda oluşturduğu yalnızlaşma, destekten yoksun kalma psikolojilerinin de üzerinde özellikle durulması gerekiyor. Mekansal değişim, ekonomideki yapısal farklılaşma sektörlerde mesleki eğitimi de ciddi şekilde etkilemekte

Eskiden var olan usta çırak ilişkileri yapısal değişim ile yerini farklı yapılara bırakmak zorundakaldılar. Bu yapılar bir dönem Meslek liseleri ve Meslek Yüksek okulları çerçevesinde halledilmeye çalışılmaktaydı. Fakat özellikle 28 Şubat kararları diye şöhret bulan kısmi müdahale sürecinde İmam hatiplerin önünün kesilmesi için alınan tedbirler ülkemizde mesleki eğitime de büyük bir darbe vurmuştu. Son dönemlerdeki gelişmeler bu sıkıntıyı kısmen ortadan kaldırmakla birlikte yine de dengeler tam manasıyla yerine oturmuş görünmemekte.

Mesleki Eğitim, Hayat boyu eğitim gibi konuların verimlerinin artması, ülkenin yüksek öğreniminin de (bu problemleri göz önüne alarak) yeniden ele alınmasının da yararlı olacağını düşünmekteyim.

KOBİ’lerin gelişmesi için de onların birleşebilmelerine imkan verecek mevzuat üzerinde titizlikle durulması, düşük maliyetli finansmana ulaşabilmeleri için özel çalışmalar yapılması, finansal sistemde faiz dışında yeni yollar bulunmasını sağlayacak gelişmelerin önünün açılması gerekiyor.

Ayrıca yıllardır süregelmekte olan dolaylı vergiler, direk vergiler adaletsizliğinin giderilmesinin hayati öneme sahip olduğunu düşünmekteyim. Ülkede tüm insanlar dolaylı vergilerle vergi gelirlerinin % 70’ini karşılamaktalar. Bu büyük bir adaletsizlik. Ülkede herkes kazandığı kadar vergi ödemeli, insanlar kazanmadan dolaylı vergilerle fakirleştirilmemelidir.

Asrın başında özellikle dikkatimizi daha çok yoğunlaştırdığımız İstanbul’da imalatıyla, dağıtımıyla, ticaretiyle ve bunları gerçekleştiren insanların oluşturduğu organizasyonlar ile birlikte bir hayat yaşanmaktaydı. Bu insanlar   öncelikle hanlarda ve çarşılarda imalat ve ticaret yapmaktaydı. Oturdukları mekanlar da en küçük birliktelik olan mahalle dediğimiz bir birimden başlayarak şehir halini almaktaydı.

Bu şehir dediğimiz yaşayan organizma, değişime ve dönüşüme uğradı. Gerek piyasa gerekse de mekansal değişim bu insanların işlerinde ciddi sarsıntılar oluşturdu. Bu insanların her anlamda yerleri ve yurtları değişti. Zamanla oturdukları mahalleler ve ilçeler de değişti. Hanlardan, fabrikalara, sitelere ve plazalara gitmeye başladılar. Gittikleri yeni mekanlara daha önce aralarında var olan insani ilişkilerinin büyük bölümünü götüremediler. İşleri gelişirken de daralırken de bir çokları yalnızlaştılar. Bu da birçoğunu bunalımlara kadar götürdü.

Hasılı ülkenin GSMH’sı büyüdü, fakat insanların borçları da büyük ölçüde arttı. İnsanların işleri ve iş yerleri büyüdü fakat komşuları ile kopuşlar yaşadılar. İnsanlar eskiden daha küçük birimlerde çalışıp kazanıp rahat ve huzurlu yaşarlarken şimdi ellerinden büyük paralar geçmesine rağmen, her an bir endişe ve rahatsızlık içinde geleceklerinden emin olmadan hayatlarını sürdürüyorlar bu da onlara arzu ettikleri mutluluğu ve huzuru veremiyor.

Eskiden daha yavaş ama mutlu yaşarken şimdi sanki hızla giden bir vasıta içinde bir şeylere mi yetişmek yoksa bir şeylerden mi kaçmak gibi tercihlerinin hangisini seçtiğini bilemeden yaşar hale geldiler

Tarihi süreçte özellikle İstanbul çerçevesinde izlemeye çalıştığımız gelişme, büyüme ve değişimi bir de bu noktalardan bakarak değerlendirmeye çalışmanın yararlı olacağını düşünmekteyim…

Dünya Bülteni, 04.04.2014

GEZİ OLAYLARI VE RAMAZAN-I ŞERİF AYI

Haziran ayı başında Taksim Gezi parkında masum bir çevre duyarlılığı çerçevesinde başladığı söylenen fakat daha sonra gerçek boyutları gün yüzüne çıkan eylemler dizisi, ülkemizde ciddi bir kutuplaşmayı da beraberinde getirdi. İlk olayların sonrasında bu hareketlenmenin düzenleyicisi olarak ortaya çıkan bir grup kişi, Başbakan Yardımcısı ile yaptıkları görüşme sonrasında, İstanbul’a yapılacak üçüncü havaalanından, üçüncü köprüye, valilerin görevden alınmasından, önemli toplumsal olaylara kadar çözüm önerilerini ve ültimatom gibi tekliflerini TV kameralarından deklare ettiler. Derken olay başbakanın İstanbul ve Ankara’daki ofislerini işgal etmeye, başbakanın görevden ayrılması isteklerine kadar varmaya başladı. Okumaya devam et GEZİ OLAYLARI VE RAMAZAN-I ŞERİF AYI

2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

Türkiye’de yayıncılık faaliyetleri son yıllarda önemli bir gelişme gösteriyor. Yayıncılarımız hazırladıkları kitapları yurt içinde olabildiğince geniş bir alana dağıtmaya çalışırken bir yandan da yurt dışına kitap satabilmeye gayret ediyorlar. Bu hedefe yönelik olarak özellikle son 8 yılda yurt dışı fuarlara katılım her sene biraz daha fazla artış gösteriyor. Okumaya devam et 2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

İstanbul merkez vaizlerinden merhum Salih Şeref Hoca, 01.07.1911 tarihinde Balıkesir’in Gönen ilçesi Çınarlı köyünde doğmuş. Gönen’de hafızlığını tamamladıktan sonra dinî ilimleri tahsil için İstanbul’a gelmiş.

O dönemlerde Fatih Camii başimamı olan merhum Ömer Aköz ve Fatih Müftüsü Yekta Sundu gibi hoca efendilerden Arapça ve dinî ilimler derslerini tahsil etmiş. Meşhur Gönenli Mehmet Efendi’den aşere takrib dersleri okuyarak kurra hafızlık icazetini başarıyla almıştır. Merhum Salih Şeref hocamız Kur’an-ı Kerim’i tüm farklı kıraat çeşitleriyle okuyabilme bilgi ve becerisine sahip bir kişiydi. Okumaya devam et SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Afrika’yı adeta yeniden keşfetmeye başladı. Son yıllardaki bu hızlı gelişme neticesi büyükelçiliklerin sayısı 30’u geçti. Devletin bu aktif politikasının yanı sıra yine son yıllarda iş dünyası da Afrika’nın çeşitli bölgelerindeki ticarî münasebetleri yoğunlaştırdı.

Tüm bunlara ek olarak, sivil toplum kuruluşları, yardım dernekleri ve çeşitli vakıflar da bu kıta ile daha yoğun ilgileniyorlar. Su kuyusu açanlar, mahrumiyet bölgelerinde tıbbi destek için organizasyon yapanlar, kıtlık yaşanan bölgelere yardım götürenler, okullar açanlar, Kur’an kursları kuranlar… Hemen hepsi bu büyük kıtaya yönelik ülkemizdeki ve Dünya Müslümanları’ndaki ilginin bir tezahürü olarak sayabileceğimiz faaliyetler… Okumaya devam et AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

1956 DA İSLAM DERGİSİNİN HEDEFİ 50 BİN TİRAJ İDİ

Benim kitaplarla tanışmamda ilk katkısı olan kişilerden biri rahmetli Ahmet Dayım i di. Dışarıdan bakıldığında küçük fakat içi en kenar noktasına kadar dolu bir kütüphanesi vardı. Benim de merakımı bildiğinden, arada bir beraberce karıştırır, eskilerden neler var bakardık. Yine böyle kütüphanesini beraberce karıştırdığımız bir gün bana bazı kitaplar ve dergiler vermişti. Yıllar sonra geçtiğimiz hafta sonunda onları tekrar ele aldığımda, 1956 yılında yayınlanmaya başlamış olan “İslam” dergilerine rastladım. Okumaya devam et 1956 DA İSLAM DERGİSİNİN HEDEFİ 50 BİN TİRAJ İDİ

YÖK KANUN TASLAĞI ÜZERİNE

Türkiye’de yeni Anayasa hazırlanması çerçevesinde bir çok alanda kapsamlı çalışmalar yapılıyor. Yüksek öğrenim alanında da son birkaç yıldır çeşitli zeminlerde toplantılar, paneller, çalıştaylar düzenlenmekte. Buralarda ana amaç nasıl daha iyi bir Yüksek Öğrenim Sistemi oluşturulabilir sorusuna doğru cevaplar bulabilmek.

Bu süreç devam ederken, 5 Kasım 2012 tarihinde Yüksek Öğrenim yasa taslağı YÖK sitesinde yayınlanarak tartışmaya açıldı;  Bu tarihten sonra birçok zeminde YÖK başkanı ve YÖK üyeleri, çeşitli toplum kesimlerinin ve paydaşların eleştirilerini, katkılarını almak için toplantılara katıldılar. Akademisyenler, vakıf üniversitelerinin yöneticileri, öğrenciler ve toplumun duyarlı kesimleri fikirlerini paylaştılar.

Taslak bir metin çerçevesinde bu tarz bir tartışma zemininin ortaya çıkışı öncelikle müsbet bir gelişme. Bu vesile ile ilgili herkes olayın hem bütünü hem de detayları üzerinde bir defa daha düşünme fırsatı buldu. Konu ile alakalı en uç fikirler bile not edildi. Hem devlet üniversiteleri hem de vakıf üniversiteleri içinde farklı duruşlar gözlemlendi.

Taslak üzerinde görüşmeler devam ediyor. YÖK üst yönetimi bu aralar değerlendirme dönemindeler.

Bundan sonra nasıl bir yol izlenecek?

Siyasi otorite taslak üzerinde ne tür bir süreci işletecek ve olay nasıl bir sonuca ulaşacak?

Zaman içinde inşallah hep birlikte izleyeceğiz

Bu yazımızda taslağın bütünü ile ilgili kısa yorumlar yapacak fakat daha çok vakıf üniversiteleri ile ilgili bazı hususları değerlendirmeye çalışacağız.

Taslağın genel çerçevesi içinde yer alan ve olumlu olarak değerlendirdiğimiz hususlardan bir bölümünü şu şekilde sıralayabiliriz:

Taslakta, Yüksek öğretimde çeşitlilik, kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik, performans, rekabet, mali esneklik ve kalite güvencesi ilkelerine vurgu yapılmakta,

Devlet tarafından vakıf üniversitelerinden hizmet alınması diğer bir deyişle, devlet üniversitelerine yerleştirilemeyen veya Vakıf üniversitelerinde öğrenimlerine devam etmek isteyen öğrencilerin öğrenim ücretlerinin devlet tarafından ödenmesi öngörülmekte,

Üniversitelerin yurt dışında birim açabilmelerine imkan tanınmakta,

Vakıf yüksek öğretim kurumları ile özel sağlık kuruluşları arasında tıp, diş hekimliği ve diğer sağlık bilimleri alanlarında eğitim-öğretim, araştırma, uygulama ve sağlık hizmeti sunumu amacıyla işbirliği yapılabilmekte. Türkiye Yüksek öğretim Kurulu tarafından belirlenen kriterler çerçevesinde bu yüksek öğretim kurumları ile işbirliği yapan özel sağlık kuruluşları üniversite hastanesi olarak kabul ediliyorlar,

Yeni kurulacak olan vakıf üniversiteleri için, Kurucu vakfın, ilgili yüksek öğretim kurumu mezun verinceye kadar her eğitim-öğretim yılı başında bir yıllık giderlerinin yüzde yirmisi tutarındaki parayı garanti etmesi öngörülmekte.

Olumlu olarak değerlendirdiğimiz bu noktalara ilave olarak yabancı üniversitelere Türkiye’de Şube açmalarına izin verilmesi de taslakda yer alan önemli bir yenilik. Vakıf Üniversiteleri bu noktada şu öneriyi ileri sürüyorlar ki bizce de uygun bir teklif:  Türkiye’de şube açacak yabancı okullar Türkiye’deki Vakıf Üniversiteleri ile aynı şartlara sahip olmalı,  onlara ekstra kolaylık sağlanmamalı

Bu arada YÖK’ün denetim fonksiyonu ile ilgili şöyle bir formülün yararlı olacağını düşünmekteyiz:

Yüksek öğretim kurumlarının değerlendirme ve denetlenmesinin idari-akademik ve mali denetim olarak ayrılmasının yararlı olacaktır. Buna bağlı olarak İdari-akademik denetimin, yapısı ve çalışma şekli yönetmelikle belirlenen Akreditasyon Kurulu tarafından, vakıf üniversitelerinin mali denetiminin ise bağımsız denetim kuruluşlarınca yapılmasını tavsiye etmekteyiz.

Taslakta Üniversiteler için üç tür yapı öneriliyor. Şu anda mevcut olan Devlet ve Vakıf Üniversitelerinin yanı sıra Özel Üniversite kavramı da taslakta yer almış. Özel Üniversitelerin açılması anayasa değişikliğini zorunlu kılsa da kavram olarak taslakta yer alması önemli bir gelişme ve bizce de gerçekleştirilmesi gereken bir aşama. Özel teşebbüsün belli kriterlere uymak koşuluyla eğitim alanına da girmesi rekabetin ve kalitenin artması açısından da yararlı olacaktır.

Cari kanun ve Yönetmelikler bugüne kadar Devlet ve Vakıf Üniversitelerini kamu tüzel kişiliğine tabi kurumlar olarak değerlendirirken taslakta vakıf ve özel üniversiteleri özel hukuk tüzel kişisi statüsüne konulmuş. Özel Üniversiteye dönüşmek isteyen birçok kurum için bu tercih uygun bulunsa da kurumsal bir yapıya sahip ve hakikaten Vakıf zihniyeti ile çalışan Vakıf Üniversiteleri bu tanımlamadan çok büyük rahatsızlık duydular.

Vakıf Üniversitelerinin katılımıyla oluşan TOBB Vakıf Yüksek Öğrenim Meclisi, bu rahatsızlığı  aşağıdaki cümlelerle ifade ediyor; ki biz de bu görüşleri uygun görmekteyiz:

TOBB Vakıf Yüksek Öğretim Meclisi’nin görüşü şu şekilde:

Taslakta Vakıf Üniversitelerinin kamu tüzel kişiliğini haiz ve kanunla kurulan kurumlar olmaktan çıkarılıp, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz ve YÖK’ün teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla kurulan yüksek öğretim kurumlarına dönüştürülmesinin aşağıda belirtilen pek çok sakıncası bulunmaktadır:

1. Üniversitenin kurucu vakfı Vakıflar Kanunu’na tabi iken, kamu hizmeti sunan vakıf üniversitesinin özel hukuk kişisi olması hukuken tartışmalı bir konudur.

2. Taslak bu şekliyle kabul edildiği taktirde, vakıf üniversitelerinin statülerindeki değişiklik nedeniyle Devlet üniversitelerine tanınan mali kolaylıklar ile harç ve emlak vergisi muafiyetlerinden yararlanmaları mümkün olmayacak ve bu durum zaten yüksek KDV uygulanan vakıf üniversitelerine ilave yükler getirecektir. Her ne kadar, Kanun taslağında devlet üniversitelerine tanınan mali hakların vakıf üniversitelerine de tanınacağı söylense de bu husus hukuken tartışmalıdır.

3. Bu değişiklik ile vakıf üniversitelerinin bursluluk durumuna göre devlet yardımı alabilmesinin önü kapatılmaktadır.

4. Vakıf üniversiteleri bu değişiklikle arazi ve tesis tahsis imkanlarından yararlanamayacaklardır.

5. Vakıf üniversiteleri kamu yararına kamulaştırma olanağından yararlanamayacaktır.

6. Vakıf üniversitelerinin bu statü değişikliğiyle, diğer kamu kurumlarıyla ilişkilerinde yaşamakta oldukları sorunlar katlanarak artacaktır.

Eğitim/öğretim gibi temel nitelikte kamusal bir hizmet veren kurumlar olan vakıf üniversitelerinin kamu hukuku tüzel kişisi olmaktan çıkarılması, açık bir statü ve prestij kaybı anlamına gelmektedir.

Çeşitli toplantılarda bir araya gelen Vakıf Üniversitelerinin temsilcilerinin en çok dillendirdikleri hususlardan bir tanesi de Vakıf Üniversitelerinin YÖK Genel Kurulu ve YÖK Yürütme Kurulunda Mütevelli Heyet Başkanı düzeyinde temsil edilecekleri bir yapının kurulmasıdır.

Bu arada üzerinde durulan bir diğer husus da Vakıf Mütevelli Heyetlerinde üniversitenin akademik kadrosundan birkaç öğretim üyesinin bulunabilmesine imkan tanıyan bir düzenleme yapılması şeklindedir. Bu şekilde, kararlar alınırken akademik kadronun ve Mütevelli Heyet üyelerinin birbirlerinin yaklaşımlarını daha iyi görebilmeleri imkanı oluşacağı düşünülmektedir.

Taslakda en dikkat çeken noktalardan biri de belli bir büyüklüğün üstündeki Devlet Üniversitesi için vakıf Üniversitelerindeki Mütevelli heyetlere benzer bir Üniversite Konseyi kurulmasına imkan verilmesi olmuş. Bu Konseyleri Üniversitedeki Rektör dahil tüm atamaları yapıyor, Üniversiteyi temsil ediyor ve ita amirliği görevini üstleniyor. Bu nokta Üniversite sistemi için çok önemli. Fakat bu değişim için kapsamlı bir anayasal değişim icap ediyor. Çünkü 1982 Anayasasına göre Cumhurbaşkanlığı makamı  YÖK gibi özerk kurumların atamalarında en etkili merci. 1982 Anayasasını hazırlayanlar özellikle üniversite sistemini ciddi bir kontrol altında tutmayı düşünmüşler.

YÖK üyelerinin seçimi ve Başkanın atamasını Cumhurbaşkanlığı makamı yapıyor. Burada Türkiye’de genelde Cumhurbaşkanının  daha çok asker kökenli olacağı veya askeri yapının etkisiyle seçileceği varsayımıyla böyle bir yapının kurulduğu gözlemlenmektedir.

Son dönemlerde bu makamda sivil Cumhurbaşkanının bulunması ve artık bu makamın halk oyuyla seçilecek olması yeni dengelerin oluşmasında hesaba katılması gereken önemli bir gelişme olmuştur.

Devlet Üniversiteleri için bu tarz bir vizyon ortaya koyan YÖK, taslakta daha önce Vakıf Üniversitelerinde, Mütevelli Heyetlerce yerine getirilen  Rektör ataması fonksiyonunu sürpriz bir şekilde kendi uhdesine almış. Vakıf Üniversitelerinde Mütevelli Heyetlerin fonksiyonunu azaltan taslak hazırlayıcıları, YÖK’ün bu alandaki kontrolünü arttırmaya çalışmış. Taslaktan anlaşıldığına göre, YÖK yöneticileri , Vakıf Üniversitelerinin bütçelerini ve harcamalarını daha fazla kontrol etmek istiyor.

Hatta en dikkat çekici hususlardan biri de bu güne kadar Üniversitelerin bağlı oldukları Kurucu vakıflarının seçtikleri Mütevelli Heyet üyelerinin atamalarını da YÖK’ün kendisinin yapması gerektiğini savunur bir duruma gelmiş.

Başlangıçta beyan ettiğimiz genel anlamdaki bir çok açılıma rağmen vakıf Üniversiteleri ile ilgili bu kritik tercihler vakıf Üniversiteleri tarafından çok ciddi bir tepki ile karşılandı.

1980 Darbesi sonrasındaki Türkiye şartlarında oluşturulan 1982 Anayasası ile darbeyi yapanlar ülkeyi merkezi bir bakış açısı ile yeniden dizayn etmeye çalışmışlardı. 1982 Anayasası içinde tarifi yapılan Yüksek Öğrenim sistemi ve onu en üst organı olan YÖK bu güne kadar bu bakış açısı ile sistemi yönetiyordu. Yeni bir anayasa ve YÖK yasasının bu yoğun kontörlü azaltması ve YÖK’ü koordinasyon görevi yoğun olan bir noktaya çekmesi beklenmekteydi.

Oysa yeni taslağın içinde bu beklentiye ters ve hatta bazı noktalarda özellikle yukarıda bahsi geçen Vakıf Üniversiteleri alanında çok daha abartılı merkeziyetçi unsurlar barındırdığı gözlemleniyor. İlerleyen safhalarda bu noktaların düzeleceğini umuyoruz..

Vakıf Üniversitelerin oluşturdukları mesleki oluşumlar olan Vakıf Üniversiteleri Birliği ve TOBB Vakıf Üniversiteleri Sektör Meclisinde muhtelif zamanlarda yapılan toplantılarda ilave olarak şu konularda da müzakereler yapılmış ve YÖK yöneticileri ile de paylaşılmıştı. Bu hususların da taslakta bir şekilde yer alması beklenmekteydi.

Örnek olarak, Eğitimin finasmanı konusunda Devlet Destekli ve garantili politikalar ve modeller geliştirilmesi, bu konuda Maliye Bakanlığı, Bankalar Birliği ve Vakıf Üniversiteleri tarafından bir yapı oluşturulması tavsiye edilmişti. Bu tavsiyenin alt çözüm yolu olarak da;

– Uzun vadeli ve düşük oranlı kredilerin teşvik edilmesi,

– Mezuniyetten sonra geri ödeme imkanlı modellerin oluşturulması,

– Kullanılan kredilerin geri ödenmesinde devlet garantili burs sistemi geliştirilmesi,

– Kullanılan kredilerin geri ödenmesinde sigorta sisteminin geliştirilmesi,

konularının bir formül haline getirilmesi tavsiye edilmişti. Bu önemli konunun YÖK taslağında genel hatları ile de olsa yer alması beklenmekteydi.

Ayrıca, Vakıf Üniversitelerinin nitelikleri göz önüne alınarak Devlet Üniversitelerinden farklı bir Vakıf Yüksek öğretim Kurumları Kanununa tabi olmalarının yararlı olacağı da tavsiye edilmekte. Ayrı bir kanun olmasa bile ana kanun içinde müstakil bir bölüm olarak ve detaylı düzenlemelerin bu bölümün içinde bulunması yararlı olacaktır.

Örnek olarak Mütevelli Heyetlerle Rektörlüğün görevlerinin ayrı ayrı ve detaylı olarak kanunda yer alması bu kurumlarda olası yetki çatışmalarını da engelleyeceği tavsiye edilmektedir.

Ülkemizde son yıllarda sayısı hızla artan Yurt dışında Devlet kurumlarının burslarıyla okuyan  ( lisans, yüksek lisans ve doktora ) gençlerimizin dönüşlerinde mecburi hizmetlerini Vakıf Üniversitelerinde de yapabilmeleri imkanının sağlanması konusu da beyin göçünün tersine çevrilmesi açısından Yüksek Öğretime ciddi yarar sağlayacağı düşünülmektedir. Bu hususun da kanunda yer alması uygun olacaktır.

Ayrıca Yabancı uyruklu personelin Vakıf Yükseköğretim Kurumlarının her kademesinde ( Rektörlük hariç) görev almasına imkan sağlanması yararlı olacaktır

Sonuç olarak, yeni YÖK kanun taslağı içerisinde Yüksek Öğretimin yeniden yapılanması hususunda bazı ümit verici noktalar bulunmakla birlikte özellikle sayıları 70’i bulan ve hızla artan Vakıf Yüksek Öğretim Kurumlarının yönetilmelerini ve gelişmelerini engelleyici bir çok hayati madde bulunmaktadır.

Taslağın son şeklini alacağı süreçte yukarıda özetle zikredilen bu maddelerin düzeltilmesi yararlı olacaktır.

ERHAN ERKEN

Dünya Bülteni 4 Aralık 2012

İSLAM DÜNYASINDA İYİ YÖNETİŞİM

İslam Dünyası STK’ları Birliğinin 23 Mayıs 2010 tarihinde Malezya’nın başşehir Kuala Lumpur’da düzenlediği İslam Dünyası’nda İyi Yönetişim Konferansında sunulmuş olan tebliğin Türkçe tercümesidir.

Sayın Başkan,

Saygıdeğer Misafirler,

Sözlerimin başında hepinizi en samimi duygularla selamlıyorum. Okumaya devam et İSLAM DÜNYASINDA İYİ YÖNETİŞİM