Liberalizm

Liberalizm; insan cinsinin sosyal ve beşeri bilgi ve kültür birikiminin ağırlıklı bölümünü kaplayan bir şemsiye kavramdır.

Liberalizm, ortaçağ feodal toplumundan sonraki dönemde ortaya çıkan düşünce akımları içinde en önemlilerden birisidir

Ortaçağ Avrupasında fertlerin üzerinde hakim durumda başlıca üç yapı göze çarpıyordu.

  • Kilisenin manevi otoritesi,
  • Feodal lordların oluşturduğu aristokrasi sınıfı,
  • Korporasyonlar vasıtasıyla toplumu ve fertleri kontrol eden monarşik rejimler…

Bu durumda fertler bütünüyle yukarıdaki kontrol sistemlerinin etkisi altındaydı. Liberalizm ana ilke olarak bireyi bütün bu kontrollerden kurtarmayı amaç edinerek ortaya çıktı. Esas olarak üzerinde durduğu nokta insan ve insanın özgürlüğü idi. Bu özgürlük kavramı içerisinde de en fazla dikkati çekenler fertlerin davranışları ve ticaret yapabilmeleri ile ilgiliydi. Ayrıca ferdi mülkiyetin korunması da liberalizmin üzerinde durduğu bir diğer önemli madde idi.

Liberalizm konusunda çalışma yapanların bir bölümü bu düşünce sisteminin köklerini 1215 Magna Carta’ya kadar uzatırlar. Bazıları ise onu daha eskiye Yunan Şehir Devletlerine kadar da götürmektedir.

Liberalizm genel kabul gören görüşe göre ise J. Locke’un eserleriyle doğma devresine girmiş, 18 ve 19’ncu yy’da gelişmesini tamamlayarak olgunlaşmıştır.

Kavramı ilk defa kullanan Ulusların Zenginliği adı çalışmasında liberal ihracat ve ithalat sistemi ifadesiyle Adam Smith olmuştur.

Liberalizm genel olarak 2 guruba ayrılır:

1/ Klasik Liberalizm

2/ Sosyal Liberalizm

 Klasik Liberalizm geleneği J. Locke ve Hume ‘un başlangıç noktalarını oluşturduğu iki ana çizgi halinde 17’nci yüzyıldan günümüze kadar uzanmaktadır.

Sosyal Liberalizm ise klasik liberalizme bir tür tepki olarak onu geliştirme ve ona sosyal bir içerik kazandırma iddiasıyla T.H Green’in çalışmalarıyla ortaya çıkmış ve zamanımıza kadar gelmiştir. 

Klasik Liberalizm: Negatif özgürlük, negatif adalet, bireycilik, liberal rasyonalizm veya evrimci rasyonalizm, devletin sosyal hayattaki hareket alanının daraltılması ( garson devlet), kendiliğinden gelişen sosyal düzen, müdahalesiz piyasa ekonomisi, gibi unsurlarla tanımlanmaktadır

Sosyal Liberalizm: Pozitif özgürlük, toplumculuk, sosyal adalet, devletin toplum ve birey hayatında daha fazla yer alması, Kartezyen rasyonalizm, ve pozitivizmin belli ölçülerde benimsenmesi gibi unsurlar üzerine bina edilmektedir.

Klasik liberalizm sosyalizme taban tabana zıt bir halde iken sosyal liberalizm sosyalizme yakın bir sistem olarak görülmektedir.

Liberalizmde kilit öneme haiz bazı düşünürlerin genel yaklaşımlarından bir iki kelime ile bahsedersek

John Locke’ a göre : Sistemin özü doğal haklar üzerine oturur. Kuvvetler ayrılığı fikri de Locke da çok önemlidir. Locke rasyonalisttir. Amprik bir yaklaşıma sahiptir. Sözleşme teorilerini benimser

Hume: Beşeri ilişkiler sadece akla dayalı olarak açıklanamaz. Mevcut uygarlığın ve temel kuramlarıyla (Özel mülkiyet, para, adalet devlet ve piyasa ekonomisi gibi) mevcut sosyal sistemin bir aklın bilinçli düzenlemesiyle değil kendiliğinden, insanlığın bilgi, kültür ve tecrübesiyle ortaya çıktığını savunur. Sözleşme teorilerine itibar etmez.

A.Smith ve Hume yakın arkadaştır ve bu sebeple Smith’in Hume’dan etkilendiği düşünülmektedir. Ondaki ‘ invisible hand’ ( görünmeyen el)  düşüncesi Hume’un yaklaşımına uygundur.

Hume-Smith geleneği bazen anti rasyonalist olarak değerlendirilse de onlar için liberal rasyonalist gelenek tabiri kullanılmaktadır.

19’ncu yüzyılda Bastiat’ın liberalizm tanımı işe şöyledir: Özgür bireyler arasındaki gönüllü işbirliğine dayanan bir düzen tek tek her bireyin ve tüm insanların yararına olur. Daha yüksek refah seviyesine ulaşmayı sağlayacak ahenkler oluşturur.

Liberalizmin unsurları:

1/Birey ve Bireycilik

Liberalizmde  ana amaç olarak ferdin üzerindeki kontrolleri azaltmak çabasını görürüz. Ayrıca kişinin temel hak ve ödevlerini tespit eder ve ona serbestçe hareket edebileceği bir alan hazırlar. Kişinin temel haklarını ise konuşma, düşünme ve yazma hürriyetleri olarak özetler. Ayrıca şahsi mülkiyete sahip olma da diğer önemli bir husustur.  Fert kendi inançlarını, menfaatlerini serbestçe kesbedebilmeli, kendi hükümetini, idaresini yine bizzat kendisi tespit edebilmelidir

Hareket noktası birey olunca, onun yeniden tarifi, kavramlaştırılması gerekli.

Liberalizm çerçevesi içinde (utiliterianism) faydacılık felsefesi önemlidir. G. Bentham tarafından geliştirilen bu felsefeye göre en önemli iki kavramı “zevk ve acı”. Kişi zevklerini en yüksek noktaya çıkarmak acılarını ise mümkün olan en düşük seviyeye indirmek için çalışmalı. Ayrıca kişiler kendi zevkleri hakkında bizzat kendileri karar vermeliler, başka hiçbir organ onlara baskı yapmamalı. Faydacı felsefenin hemen bütün görüşlerini üzerine bina ettiği fikir, ferdin menfaati ile toplumun menfaati arasında zıtlık yoktur cümlesi ile ifade edilebilir.

Her insan kendi menfaatini bilebilecek durumdadır. Çünkü temelde kabul edildiği üzere insan rasyonel (akılcı) dır. Herkes menfaatini sağlayınca toplum da menfaat sağlamış olur. Faydacı felsefe en fazla sayıda insanın en üst düzeyde mutlu olmasını ister ve bunun için çalışır.

 2/ Özgürlük

 Negatif Özgürlük. Birşeyden özgürlük. (Freedom from) Özgürlüğün bireye bir şey sağlaması değil onun dış baskı ve zorlamalara maruz bırakılmamasıdır.

 Pozitif özgürlük : ( Freedom to) ( Bu alan daha çok sosyal liberalizm olarak ifade edilmektedir)  Özgürlük bazen de Siyasal özgürlük, iç özgürlük, metafizik özgürlük, iktidar-yetenek olarak da ele alınmaktadır. Green tarafından formüle edildiği üzere bireylerin özgür olabilmesi için muktedir kılınmaları yani somut maddi imkanlarla donatılmaları gerekir. Bunun için toplumun bazı görevler yüklenmesi gerekmektedir. Ayrıca devletin toplumsal yaşama bu anlamda özgürlüğü arttırıcı müdahalelerde bulunması gerekmektedir.

Berlin’e göre ise: Bu tip özgürlük bir iç özgürlüktür. İnsanda iki tip ben vardır. Yüksek ben ve alçak ben. Özgürlük yüksek ideallerin etkisinde olan yüksek benin alçak ben’i kontrol altına alması ve insanın yüksek ben’den kaynaklanan yüce rasyonel ideallerin buyruğunda olmasıdır.

Özgürlük konusunda kabul edilen önemli bir belge kölelikten zat edilen kişilere verilen beratlarda belirtilen haklardır. Burada 4 temel haktan bahsedilir:

  • Toplumun korunan bir üyesi olarak hukuki statü
  • Keyfi tutuklanmadan masuniyet
  • İstenilen işte çalışma hakkı
  • Kendi tercihine göre hareket etme hakkı

Zor kullanma hakkı ile ilgili Locke’un yaklaşımı: Zora karşı zor kullanma hakkını bireyler adına belirli bir güce yani Devlet’e vermek mümkündür

Bu konu da tartışmalıdır. Devlet’e bu hak verilecekse bireyin özgürlüğünü hiçe sayan bir despot olmasının engellenmesi gerekir. Devletin hareket alanının sınırlanması ve onun ihlal edilemez kurallarla bağlanması da icap etmektedir. Burada anayasal tedbirlerden bahsedilmektedir.

3/ Kendiliğinden doğan düzen ve piyasa ekonomisi

  1. Locke ‘un fikirleri içinde kendiliğinden doğan bir düzen fikri net olarak anlatılmasa da onun hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarını temel alması, bu hakların garanti edilmesi için alınacak tedbirlerin bu tarz bir sonuç doğurabileceği ifade edilmektedir.

Bu başlık altında en etkili görüşleri ortaya koyanlar Hume ve Adam Smith’dir

Bu çizginin sonunda Hayek ‘e kadar varan bir hat ortaya çıkmaktadır.

Adam Smith’in “The Wealth of Nations” (Milletlerin refahı) isimli kitabı bu alanda önemli bir eserdir. Smith’in gayesi kişilere serbest ekonomik faaliyetlerinde yeni yollar açmak, ayrıca fert, millet ve milletler arası seviyede refahın artmasında en önemli araç olarak gördüğü serbest rekabete dayalı pazarı korumak.

 

Smith ticarette, tarımda ve her türlü işletmede devlet müdahalesine, devlet düzenlemesine karşıdır. Karşı olduğu diğer şeyler arasında, Kamu Kuruluşları ve her nevi monopol da bulunmaktadır. Devlet bu sahalardan elini tamamen çekmelidir. Ona göre ekonomik ilişkileri düzenlemeye gerek yok. Çünkü serbest pazardaki bu ilişkiler görünmez bir el tarafından düzenlenmekte.

Liberalizmin ekonomik sahadaki görüşlerine ilk olarak sistemleştiren Adam Smith’e göre bireylerin eşit hakları vardır. Bu haklar; mülkiyet, miras, kapitalin biriktirilebilmesi ayrıca her türlü malın serbestçe alınıp satılabilmesidir.

A.Smith ortaya attığı yeni modelle birlikte yeni bir insan tipini de tarif ediyordu. “Homo Economicus”  olarak adlandırılan bu tip herhangi bir malı en ucuz fiyata almaya ve mümkün olan en fazla karla satmaya çalışmalıdır.

Liberalizme göre piyasa kendi kendini idare eden bir insan gibidir. Piyasa içerisinde fertlerin durumu en iyi şu cümle ile açıklanabilir. “Laissez faire, laissez passez; Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”

4/ Sınırlı Devlet ( Gece Bekçisi Devlet)

Klasik Liberalizm daima devleti sınırlama ve kurallara bağlamaya çalışmıştır. Sözleşme teorisi bu açıdan çok elverişlidir. Fakat bunun aksi de görülmüştür. Mesela Hobbes ve Rousseau’nun teorileri mutlak iktidarı savunur durumdadır.

Bu konuyu en iyi ifade eden Kant’dır. Devletin görevi belirli bir ahlak anlayışını insanlara zorla benimsetmek, belirli bir mutluluk anlayışını takviye etmek, desteklemek değildir. Politikanın önde gelen ilkesi haktır ( right), yani bireyin özgürlüğünün başkalarının özgülüğüyle uyuşacak şekilde sınırlanmasıdır.

Liberal devletin sınırlılık niteliğinin hukuk devleti veya hukukun hakimiyeti kavramlarıyla da ifade edildiği görülmektedir.

Doğal hukuk devletten önce de vardır ve devleti de bağlayıcı niteliktedir.

Hukukun hakimiyeti konusunu en çok işleyenlerden biri de Hayek.

Hayek’e göre kanunların 4  vazgeçilmez özelliği bulunmalıdır:

1/ Kanunlar tamamıyla genel olmalıdır. Hiçbir birey veya guruba olumlu veya olumsuz muamele uygulamaya yönelmemelidir

2/ İnsanlara eşit olarak uygulanmalıdır

3/ Geçmişe şamil olmamalıdır

4/ Her bireyi, hükümet dahil resmi veya gayri resmi her kurumu her kuruluşu bağlamalıdır

 Demokrasi egemenliğin kimde olduğu ile ilgilidir, Liberalizm egemenliğin nasıl kullanıldığı ve kanunların içeriği ile ilgilidir

Klasik Liberal yazarlar Devlete sınırlı görevler yükler: Adalet, iç güvenlik ve ulusal savunma

Klasik liberallere göre Devletin sosyal adaleti savunma fonksiyonu üstlenmesi, yeniden dağıtımcı politikalar izlemesi yanlıştır. Devlet piyasa ekonomisine de müdahale etmemelidir.

Kamu menfaati kavramına karşı çıkarlar. İyi ancak bireyler için söz konusu olabilir.

Politik sahada liberalizmin üzerinde durduğu en önemli noktalardan biri bireylerin rızası ve muvafakatıdır. Siyasal otoritenin ve devletin gücünün kaynağı ancak ve ancak toplumun rızası ve kabulüdür. Bireyin hükümete bakışını şu şekilde ifade edebiliriz. “Bizim özgürlük, bağımsızlık, yaşama gibi vazgeçilmez haklarımız vardır. Devletin ana görevi bu tabii hakları korumaktır. Ancak bu sayede meşruiyyet kazanır.”

Hem hükümet ve halk hem de bizzat fertler arasında temel haklar konusunda bir kontrat vardır. Herhangi bir fert diğerinin hakkına saldırdığı an hükümet bu hareketi cezalandırabilir.

Sistem içerisinden karar mekanizmasının nasıl işleyeceği sorusuna gelince; liberalizm, halk tarafından seçilen temsilcilere bu görevi yüklemektedir. Rousseau’nun benimsediği direk katılım yerine temsili katılım yanlısıdır Liberalizm.

Liberalizm genelde halk hakimiyetine, genel oya karşıdır. John Stuart Mill’in ifade ettiği gibi, şayet kitlelere oy hakkı verilirse ve onlarda kendi temsilcilerini seçip meclise gönderirlerse, sayı olarak üstün duruma geçecek fakir kesim, orta ve zengin sınıfın zararı pahasına kendi menfaatlerini kollayacaklar. Bu durum da burjuvazinin aleyhine olacaktı. Onun için bazı kısıtlamalar yapmak gerekebilir. Bu kısıtlamalar; oy verme için belli bir mülkiyet şartı aramak, tahsilli vatandaşların oylarına ağırlık sağlamak ve bir de lordlar kamarasını kontrol organı olarak çalıştırmak olabilir. Bu görüşlerden de anlaşıldığı üzere liberalizmin bir kanadı, burjuva sınıfının politik, ekonomik ve sosyal sahalarda hakimiyetini gölgeleyecek, tehlikeye düşürecek gelişmelere elden geldiğinde karşı çıkmaktadır.

Hükümet etme gücünün belli bir elde toplanması, yani çoğunluğa dayalı yönetim fikrine karşı çıkmakla liberal ideoloji demokrasiden ayrı düşmektedir. Demokrasi çoğunluğun iktidarını kutsallaştırmakta, liberalizm ise gerektiği zaman sınırlama yoluna gitmektedir. Bu noktada ise güçlerin ayrılması ve anayasacılık görüşleri gündeme gelmektedir.

Anayasacı görüşün ana gayesi güçlerin ayrılığı prensibini müesseseleştirmek, herhangi bir grubun nihai olarak gücü ele almasını önlemektır. Burada da korunmak istenen yine ferdin tabii hakları. Siyasal güç anayasa ile bir bakıma sınırlı hale geliyor ve ferde karşı sorumluluğu yasa ile sağlamlaştırılıyor.

Şimdiye kadar gördüğümüz gibi liberalizm de en önemli nokta ferdin özgürlüğü ve her nevi otoritenin baskısından kurtarılmasıdır. Fakat liberalizm ile çoğu yerde aynı şeymiş gibi mütalaa edilen demokraside ise işlenen ana tema fertler arasında eşitliğin sağlanması ayrıca çoğunluğun iktidara geçmesi.

Liberaller ancak ideolojinin özünü gereği gibi verecek bir eğitim sistemi oluştuktan sonra çoğunluğa dayanan bir yönetimi benimseyebileceklerini ifade ederler. Bu ortam sağlanıncaya kadar ki geçiş döneminde yönetim elit bir tabakanın elinde olmalı. John Stuart Mill ve onu takip eden liberallerin görüşleri neticesi, ilk çıkışları açısından ayrı noktalara yönelmiş olan demokrasi ve liberalizm daha sonraları liberal demokrasi başlığı altında bir araya geldiler. Liberal demokraside ne özgürlük ne de eşitlik feda edildi.

Liberalizmin zaman içerisinde nasıl bir seyir grafiği çizdiği ve siyasi alanda ne gibi etkiler yaptığı konusuna gelince, ilk planda göze çarpan nokta, liberalizmin siyasal hayatı laikleştirmede çok önemli bir tesiri olduğudur. Ayrıca tabi haklar olarak nitelendirilen belli hürriyetlerin sağlanması, anayasacı düşüncenin XIX. Yüzyıldan itibaren güçlenmesi, halka hesap verme teamülünün yerleşmesi, ulusların kendi geleceklerinde söz sahibi olma haklarını onamaları hep liberalizmin etkisiyle gündeme gelen gelişmelerdir.

Fakat zaman içerisinde liberalizmin bilhassa serbest piyasa görüşünün bir ütopya olduğu ortaya çıktı. Bazı konularda -mesela çalışma saatlerinin tanzimi, çocuk işçi çalıştırılması vs. –

Devlet müdahalesi gerekli hale geldi. Bu gelişmelerinin sonuncunda 1950’lilerde İngiltere gibi liberalizmin beşiği olan bir ülkede Refah Devleti (Welfare State) ortaya çıktı. Bu sistemde devlet ekonomik planlamaya, sosyal hizmetlere, mülkiyet ilişkilerine etkili biçimde müdahale etmeye başladı.

Kaynaklar:

  1. – Sabine, George : “Siyasal Düşünceler Tarihi”, çeviri Harun Rızatepe, cilt 1 ve 2, Ankara,     Sevinç Matbaası, 1969
  2. – Sarıca, Murat: “100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınları, İstanbul. 3. Baskı, Ocak 1980
  3. – Sunar, İlkay: POLS 208 Ders Notları; 1982-1983 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  4. – Yayla Atilla: ‘Liberal Bakışlar ‘, Profil Yayınları, 2014, İstanbul
  5. – Kili, Suna: POLS 201 Ders Notları; 1983-1984 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  6. – Meriç, Cemil: “Umrandan Uygarlığa”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1997
  7. –Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies” Winthrop Publishers, Inc. Cambridge,, Massachusetta. Printed in USA, 1980
  8. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979
  9. – Yayla Atilla,  ‘Siyaset Teorisine Giriş’; Kesit Yayınları,  5’nci Baskı, İstanbul, 2014

Balkan Dosyası 2

Balkanlar, basit bir tarifle Adriyatik’le Karadeniz arasındaki bölgeye verilen isimdir. Adı geçen bölge içinde bugün 12 devlet bulunmaktadır. Romanya ve Moldova bazen Balkan ülkeleri arasında sayılmakta, bazen de tanım dışında bırakılmaktadır. Tabii Slovenya da yapısı itibariyle birçok kereler Balkanlar’dan daha çok Almanya ve Avusturya’ ya yakın bir bölge olarak tanımlanmaktadır.

Fakat biz tarihten günümüze gelen daha derin bir çizgiden bakarsak bu 12 ülkeyi de Balkanlar olarak niteleyebiliriz. Osmanlılar bu bölgeye Avrupa-i Osmani veya Rumeli-i Şahane demekteydiler.

Osmanlılar sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti döneminde Balkanlar ve Rumeli belli bir döneme kadar tarihteki önemine uygun tarzda bir ilgi göremedi. Fakat özellikle son dönemlerde Türkiye’nin kendi gönül coğrafyası ile irtibat kurması süreci ile birlikte Balkanlar veya başka bir deyimle Rumeli yeniden ilgi odağımız haline geldi.

Bugün bu ilginin sadece tarihi bağların ötesinde daha anlamlı ilişkiler kurulabilecek bir coğrafya olduğu hususunda hemen herkes fikir birliği etmiş durumda

Dünya Bülteni ve Dünya Bizim haber ve kültür sitelerimizde bizler de Balkan coğrafyası ve oralarda yaşayan kardeşlerimizle imkanlarımız ölçüsünde ilgilenmeye çalışıyoruz.

Bu çerçevede haberlerin ötesinde çok sayıda makale, analiz ve röportaj sitelerimizde yer alıyor.

Sitelerde yer alan bu yazıları belli başlıklar altında topluca sunmanın ilgilenenler için daha faydalı olacağını düşünerek bir çalışma yaptık

Birinci dosyamızı daha önce yayınlamıştık.(  Balkan Dosyası 1 )  O dosyada daha çok Balkan şehirleri ile ilgili yayınlanmış yazıları ve bölgedeki çeşitli kavimlerle ilgili analizleri bir araya getirmeye çalışmıştık.

Bu ikinci dosyamızda Balkanlarda yaşamış olan önemli Müslüman Şahsiyetlerle ilgili yazıları, hatıraları, Balkanlar konusuyla teorik ve/veya pratik olarak ilgilenen bazı ilim adamları ve gayretli dostlarımızla yapılan röportajları ve dikkatimizi çeken bir kısım yazıları derlemeye çalıştık.

Balkanlar ile ilgili yazılar biriktikçe inşallah yeni dosyaları da oluşturmaya gayret edeceğiz

Balkan Dosyası’nın ikinci bölümünü okumak için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız

BALKAN DOSYASI 2

 

Balkan Dosyası 1

Balkanlar, basit bir tarifle Adriyatik’le Karadeniz arasındaki bölgeye verilen isimdir. Adı geçen bölge içinde bugün 12 devlet bulunmaktadır. Romanya ve Moldova bazen Balkan ülkeleri arasında sayılmakta, bazen de tanım dışında bırakılmaktadır. Tabii Slovenya da yapısı itibariyle birçok kereler Balkanlar’dan daha çok Almanya ve Avusturya’ ya yakın bir bölge olarak tanımlanmaktadır.

Fakat biz tarihten günümüze gelen daha derin bir çizgiden bakarsak bu 12 ülkeyi de Balkanlar olarak niteleyebiliriz. Osmanlılar bu bölgeye Avrupa-i Osmani veya Rumeli-i Şahane demekteydiler.

Osmanlılar sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti döneminde Balkanlar ve Rumeli belli bir döneme kadar tarihteki önemine uygun tarzda bir ilgi göremedi. Fakat özellikle son dönemlerde Türkiye’nin kendi gönül coğrafyası ile irtibat kurması süreci ile birlikte Balkanlar veya başka bir deyimle Rumeli yeniden ilgi odağımız haline geldi.

Bugün bu ilginin sadece tarihi bağların ötesinde daha anlamlı ilişkiler kurulabilecek bir coğrafya olduğu hususunda hemen herkes fikir birliği etmiş durumda

Dünya Bülteni ve Dünya Bizim haber ve kültür sitelerimizde bizler de Balkan coğrafyası ve oralarda yaşayan kardeşlerimizle imkanlarımız ölçüsünde ilgilenmeye çalışıyoruz.

Bu çerçevede haberlerin ötesinde çok sayıda makale, analiz ve röportaj sitelerimizde yer alıyor.

Sitelerde yer alan bu yazıları belli başlıklar altında topluca sunmanın ilgilenenler için daha faydalı olacağını düşünerek bir çalışma yaptık

Bu dosyada daha çok Balkan şehirleri ile ilgili yayınlanmış yazıları ve bölgedeki çeşitli kavimlerle ilgili analizleri bir araya getirmeye çalıştık.

İlgili dosyaya ulaşmak için aşağıdaki linki tıklayınız

BALKAN DOSYASI 1

Müteşebbislik her zaman iyi birşey midir?

Bu güne kadar süregelen hayatımızın büyük bölümünde Kader-i İlahinin bir tecellisi olarak ya bir işi veya organizasyonu kuran, ya aktif olarak yöneten veya yönetiminde söz sahibi olan bir konumda bulunduk. Yani müteşebbislik çerçevesi içerisinde yer aldık. Dolayısıyla bu yazıda müteşebbisliğin bazı yönleri ile ilgili düşüncelerimi ve hislerimi dile getirmek istiyorum.

Müteşebbislik veya daha yeni tabirle girişimcilik, dışarıdan bakıldığında diğer pozisyonlara göre genel anlamıyla daha ‘konforlu’ görülebilir. Konfor kelimesini kullanmamın sebebi Başkanlık, Yönetim Kurulu üyeliği veya çok da sevmememe rağmen sıkça kullanılan patronluk lafızları birçok kişi nezdinde diğerlerine göre daha sorunsuz, daha rahat, daha az hesap verir bir hali çağrıştırır. Bir açıdan bakıldığında böyle değerlendirilmesinde haklılık payı da yok değildir. Fakat omuzlara yüklenen sorumluluk, insanların haklarına ve hukuklarına riayet etme, kamunun hakkına tecavüz etmeme gayreti gibi hassasiyetleriniz varsa, ilk bakışta konfor gibi görünen durum başka bir istikamete doğru yönelebilir. Sizin üzüntü, acı, tek tek kişilere ve top yekün kamuya karşı borçlu kalma veya ilişkilerde hayal kırıklığına uğrama gibi hisleri yaşamanıza sebep olabilir. Bunlar da gayet ağır maliyetleri olan duygulardır. Vicdanı olanları derinden rahatsız eder.

Kişilerle münasebetlerinizde bazen ne kadar gayret etseniz de muhataplarınızla arzu ettiğiniz bir ilişki zeminini kuramayabilirsiniz. Veya siz sağladığınızı zannederseniz fakat muhataplarınızın beklentileri farklıdır ve o zaman, onları istenen oranda gerçekleştiremediğinizi görürsünüz.

Bazen bu uyumsuzlukların insani ilişkilerle çözülmesi mümkün olabilmektedir..

Bazen ise tüm gayretlerinize rağmen yine de arzu ettiğiniz mutabakatı sağlayamayabilirsiniz. Karşınızdakilerin sessizce konuyu kabullendikleri zamanlar olduğu gibi, sizi hırpalamaya çalışanlar, belli bir hukukunuzun olduğunu zannettiğiniz halde size insafsızca saldıranlar olabilir.

Bazı zamanlarda, karşılıklı olarak belli bir mutabakat sağlayamadığınız meselelerin sizinle değil de bu konularla hiç ilgisi olmayan yerlerde ve kişilerle konuşulduğunu duyarsınız. Savunmanız bile alınmadan birileri sizi linç etmeye, hakkınızda ulu orta dedikodu yapmaya başlar. Çaresiz kalırsınız. Böylesi durumlarda dervişane davranabildiğiniz örnekler olduğu gibi şiddetli davrandığınız haller de olabilir. Dervişane hal bazen sizi rahatlatabilir bazen de iç dünyanızı yıpratır. Tersine olarak şiddetle mukabele ettiğiniz durumlarda da akabinde kısa bir ferahlık olsa da sonrasında vicdan azabı çekebilirsiniz. Yine içiniz acır.

Bu tür durumlar değişik  sınav türleridir. O konforlu gibi görünen halin ağır bedelleridir.

Bir diğer sıkıntılı durum da “özellikle patronluk veya başkanlık” gibi şapkaların insani ilişkilerin arasına çoğu kere garip bir perde çektiğini hissettiğiniz zamanlarda ortaya çıkar. Sizinle beraber olan ve bu beraberliği dışarıdan bakıldığında yakınmış gibi görünen bazı kişilerin, en umulmadık anlarda, yakınlığın getirdiği bazı avantajları, tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde farklı değerlendirdiklerini gördüğünüz olaylarla karşılaşabilirsiniz. Siz insan olmanızın gereği gönlünüzü açmışsınızdır. Daha açık bir deyimle rahat ve belli bir seviyede kontrolsüz davranmışsınızdır. Bir de bakmışsınız ki rahat bir ortamda iken yaptığınız bir hareket, söylediğiniz bir söz bulunduğu çerçevenin dışına bir yere taşınmış ve tabir-i caiz ise size karşı bir silah haline gelivermiş. Veya bu tarz bir kullanıma vasıta olabileceği hissettirilmiş. Bu tür durumlar da ağır sınav türlerinden olarak kayda geçecek hususlar arasında zikredilebilir.

Tabii zikri geçen bu sahneler genellikle  hayatın daha erken dönemlerinde vuku bulmaktadır. Çünkü ilerleyen zamanlarda ve olaylardan dolayı adeta sütten ağzınızın yanma sayısının artması ile siz de artık yoğurdu bile üfleyerek yeme moduna geçer ve daha kontrollü olmaya başlarsınız. Mesafeye daha fazla dikkat edersiniz. Bu da yukarıda bahsettiğim perdenin oluşmasına katkı sağlayan şeylerden birisidir.

Hayatın ilerleyen yıllarında sosyal konumunuzun, bulunduğunuz iş veya vazifelerdeki mevkiinizin görece yükseldiği oranda etrafınızdaki hakki manada güvenebileceğiniz insan sayısının azalması ihtimali de önemli bir tehlikedir.  Böyle bir tehlike belirdiğinde gerçek dostlarınızın varlığı sizi bu tür bir halden koruyabilir. Şayet bu tür dostlarınız yoksa, o zaman, içinde yer aldığınız işler ve organizasyonların gerektirdiği münasebetlerin etrafınızda oluşturduğu zamanla ve işlerle mukayyet insan gruplarının çoğalması veya azalması sizi ruhi sıkıntılara sokabilir. Tekraren ifade edeyim, gerçek dostlar böyle durumlarda sığınılacak en güvenli limanlardır. Gerçek dostları olmayanların durumları ise hakikaten içler acısıdır.

Bir de sosyal, siyasi veya iktisadi seviyeniz göreceli olarak yükseldikçe iç derinliğinizin en azından aynı oranda ( tercihen o dereceden daha fazla) artabilmesi de sizi bu tür tehlikelerden kısmen koruyabilir. Dışınızdaki göreceli değişiklikler size tesir etme gücü bulamazlar. Tabii bunun için de gerekli ruhi eğitimi zamanında almış olmak gerekir de o her zaman ve herkes için mümkün olabilir mi ayrı bir mesele.

İnsani münasebetlerin bir diğer yönü de vefayı gerektiren durumlarda, karşı taraftan bunun aksi davranışlar sadır olduğunda içine düşülen halet-i ruhiyedir.. Esasında genel hayat prensibimizin insanoğlunun, hayatının her safhasında yapması gereken şeyleri yapmaya çalışması, bunları herhangi bir kişiden karşılık beklemeden yerine getirmesi, yaptığı davranışlardan dolayı da o davranışlardan fayda sağlayan kişileri kendisine borçlu olarak görmemesidir. Kul vazifesini yapar, takdir edecek olan sadece Allah’tır. Doğrusu da budur.

İdeal anlamda böyle düşünülmesi gerekse de insanoğlu zayıf bir mahluk olduğundan ve nefis taşıdığından bazen beklemediği davranışlara muhatap olduğunda morali bozulmakta, canı sıkılabilmektedir. “Yahu teorik olarak sen farklı bir şeye inanıyorsun niye canın sıkılıyor, takma kafana geç git” dense de bu öğüdün tesir etmediği durumlara da rastlanmaktadır.

Buraya kadar bahsettiğimiz konular genelde patronluk veya başkanlık durumunda olan kişilerle ilgili daha çok iç hali anlatan örneklerdi. Bunun dışında bir de bu kesimlerin devletle ve kamu yönetimi ile ilgili alanlarda yaşadıkları sorunlar bulunmaktadır. Bu noktada onlarla ilgili de birkaç misal vermemiz yararlı olabilir

Mesela işveren ve iş gören münasebetlerinde bir ihtilaf vuku bulduğunda genel mantık maalesef daima işverenin tarafının haksız olduğu ön yargısıdır. İlk bakışta işveren tarafı daha güçlü görünmekte ( veya öyle varsayılmakta) ve hüküm verme durumunda olan kişi ve kurumlar hemen göreceli olarak daha zayıf diye nitelediği kesimi yani iş göreni  destekleme eğilimine girmektedir. Oysa bu hal her zaman doğru değildir. Vuku bulan her olayın kendine ait bir gerçeği ve şartları bulunmaktadır. Böyle bir hal başınıza geldiğinde yargılama yapan kişilerin büyük bölümü size sorma gereği bile duymadan hemen hükmü yapıştırır. Madem girişimcisiniz ve patronsunuz o zaman kesin haksız bir durumdasınız. Tabii bu arada az sayıda da olsa hakkı teslim etme gayesiyle sizi de dinleyenler çıkabilir. Varsın sizi haksız bulsunlar ama yeter ki birileri samimiyetle dinlesin..

Başka bir açıdan bakıldığında şayet girişimci iseniz, sosyal, siyasi ve iktisadi meselelerde aktif olmak teşvik edilirken, ihtilaf vuku bulduğunda nedense hemen ( sorgusuz sualsiz) suçlanırsınız; bu da anlaşılmaz bir durumdur.  Örnek vermek gerekirse, devlet ve kamu yönetimi, müteşebbis kesimi yani en başta ele aldığımız o patron kesimini,  iktisadi anlamda çoğu kereler hırsız, vergi kaçakçısı, şahsi menfaati peşinde koşan ve toplumun adeta artık değerini gasp eden bir kesim olarak görmesidir. Bu psikoloji insanı çok yaralayan bir yaftalamadır. Herkes gibi girişimciler de bu vatanın evlatlarıdır ve en azından kendilerini suçlayanlar kadar bu vatanı severler, kamunun hakkına bir başka deyimle yetim hakkına saygı duyarlar. Fakat buna rağmen hayretle müşahede edileceği üzere kamu yöneticileri (çok az bir istisnası dışında) çoğunlukla devleti ve sistemi muhafaza ettiklerini düşünmekte, kendileri dışındaki bu müteşebbis kesime hiç güvenmemekte ve onlara daima şüphe ile bakmaktadırlar.

Oysa suçlanan bu insanlar bir işin altına girerken ciddi bir yük ve risk almaktadırlar. Sık sık ortaya çıkan sistemik krizlerde müteşebbis kesimler büyük kayıplara uğramaktadırlar. Bu dönemlerde ise sadece kendi hallerini değil yükünü üstelendikleri kesimleri de düşünmek durumunda kalmaktadırlar. Oysa bu tür kriz hallerinde özellikle devlet güvencesi altında çalışan ve kamu kaynakları ile geçinen kesimlerin kayıpları genellikle minimum düzeyde olmakta ve girişimci kesimlerin oluşturduğu direk veya dolaylı vergi gelirlerinden oluşan havuzdan faydalanabilmektedirler. Böyle durumlarda müteşebbis kesim içindeyseniz ve eğer ayağınız bir taşa takılıp düşerseniz destekçi olarak hiçbir şekilde kamuyu yanınızda bulamazsınız. Bazı hakiki dostlarınız sizi arar sorar. Çoğu dost bildiklerinizin olayları maalesef çok uzaktan izlediklerini hissedersiniz. Tabii bu arada bazı kişilerin gizliden gizliye oh olsun dediklerini bile işitebilirsiniz.

Niye böyle olur acaba? Şöyle izah etmek mümkündür sanırım; Ülkemizde girişimciler maalesef sözle desteklenirler fakat girişimcileri ruhen destekleyen bir iklim bu güne kadar oluşmamıştır. Girişimci güçlü ise ona karşı durma cesaretini pek kimse gösteremez, hatta kimisi para, kimisi  mal vermek ister. Kimileri de aman ben sana hizmet sunayım veya yanında çalışayım diye ısrarcı olur.  Fakat bir de düşmeyesiniz. İşte o zaman , ‘şuna bir tekme de ben vurayım’  hevesini taşıyan çok fazla kişi, kurum ve kesimin sıraya girdiğini müşahede edebilirsiniz.

Bu çerçevede bir diğer sıkıntılı bir gerçek de ülkemizde kıdem ve ihbar tazminatları ile ilgili cari durumun sürekli ihtilaf çıkmasına uygun bir formda düzenlenmiş olmasıdır. Bundan dolayı da mahkemelerde bu konu ile ilgili ihtilaflar büyük bir yekün tutmaktadır. Belli bir düzeyin üzerindeki firmaları bir kenara bırakırsak özellikle KOBİ seviyesindeki yapılar için bu tazminat olayı tam bir Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde dolaşmaktadır. Bilindiği üzere yaklaşık 20 küsür yıldır kıdem tazminatı fonu veya buna benzer bir çözüm üzerinde ciddi olarak konuşulmaktadır. Lakin bahse konu meselede ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Mesele mi çok girifttir yoksa tarafların ajandalarında bizim de bilmediğimiz başka maddeler mi vardır.? Bahsi geçen bu 20 yılda konu ile özel ilgisi olan bu satırların yazarı bile bu hususu yeterince anlayamamıştır.

Sonuç itibariyle bu sahada adaletli bir sistem kurulamadığından hem girişimci kesimi hem de çalışan kesim kendini haklı görmekte ve nihayetinde neredeyse herkes kendini kayba uğramış hissederek bir diğerini suçlamaktadır. Adaletli bir yolun bulunamadığı ortamda ise taraflar birçok kere kendi menfaatlerini korumak için doğru olmayan yollara tevessül etmektedir.

İlave bir husus da Devletin özellikle kendi alacakları için tercih ettiği metotla kendi borçları için uyguladığı metot arasındaki farktır. Devlete karşı borcunuz olduğunda, piyasa rayiçlerinin çok üzerinde bir gecikme zammı ödemek durumunda kalırsınız. Fakat alacaklı durumda iseniz naçar beklersiniz ve bu bekleme için de hiçbir fark alamazsınız. Diyelim bir çevre belediyesinden alacağınız var ve onu zamanında alamıyorsunuz. Ama SSK ve muhtasar borçlarınızı ve çalışanların maaşlarını zamanında ödemek durumundasınız. Ödemediğiniz her ay için ciddi bir fark devlete olan borcunuzun üzerine biniyor. Fakat alacak aynı yerinde duruyor. Yanınızda çalışanların paralarını da zamanında ödemek durumundasınız ki o insanların büyük kısmının tek gelirleri sizden alacakları maaşlar.

Pekiyi  bu paraları nereden bulacaksınız?

Nereden bulursanız bulun. Bu kamuyu da ilgilendirmez çalışanı da ilgilendirmez. Çünkü siz müteşebbissiniz ve patronsunuz. Her durumda mükellefiyetlerinizi yerine getirmeye mecbursunuz. Aksi durumda bu kesimlerin her biri size insafsızca eleştirebilir. İlave olarak kamudan alacağınızı istemekte ısrarcı olursanız yaptığınız işi de kaybetme riskinin taşıyorsunuz. Böyle bir durumda boynunuz büküp beklemek durumundasınız.

Bazı dönemlerde devlet bir kısım alacaklarını taksitlendirmekte ve görünürde bir ferahlama sağlamakla birlikte sonuçta bu rakamlar o müteşebbislerin üzerinde durmaya devam etmektedir. Son dönemlerde nefes kredisi adı altında bu girişimci kesime bazı borç paralar verilmekte ve bu şekilde onların mağduriyetleri giderilmeye çalışılmaktadır. Peki bundan önceki senelerde bu tür açmazların içine düşen ve bu şekilde işlerini kaybeden, birikimleri yok olan nice girişimcinin haklarını kim ve ne şekilde ödeyecek? Sanırım onlar Rahmetli babamın deyimiyle Mahşer vadeli alacaklar olarak defterlerde yazılı duruyor.

Bu çizdiğim tablo içinde patron veya yönetici kesimlerin hepsinin çok masum ve günahsız oldukları tarzında bir görüntünün oluştuğunun farkındayım. Sırtını devlete yaslayarak iş yapmayı alışkanlık haline getirmiş, nüfuz ticareti yapan, spekülatif kazançlar peşinde koşan, kötü niyetli kamu görevlileri ile iş birliği içinde haksız gelirler elde ederek genel sistemin adaletli çalışmasını adeta sabote eden azınlıktaki kişileri bu tarifimin ısrarla dışında tutmak istiyorum. İsimlerini bu yazıda üzülerek belirtmek zorunda kaldığım bu kesimin haricindeki büyük müteşebbis kitle, özellikle KOBİ statüsündeki iş yerleri ve onların patron ve yöneticileri burada çizmeye çalıştığımız resmin asli unsurlarıdır.

Özetle ifade etmek gerekirse patron veya girişimci diye adlandırılan kesimler dışardan bakıldığında gayet konforlu (!) bir hayat içinde görünmekle birlikte içine nüfuz etmeye çalışıldığında, taşımak zorunda oldukları hem insani hem de maddi büyük yükler altındadırlar. Bu döngünün dışında kalanların yorumları ile kolaylıkla başkalarının haklarını gasp etmekle suçlandıkları gibi, Devlet tarafından da kamunun haklarını üzerlerine geçiren ve devletin sürekli affederek kendine adeta borçlu durumda tuttuğu tabiri caizse asalak bir zümre olarak vasıflandırılmaktadırlar. Oysa olaya çok genel bir açıdan bakıldığında onların büyük çoğunluğunun uğradıkları önemli mağduriyetler ve taşımakla mükellef oldukları bazen çok ağır boyutlara varan insani yükler bulunmaktadır.

Buraya kadar yazıyı okuma zahmetine katlanan birçok müteşebbis arkadaşımızın, dış ticaret, banka ve finans kurumu ilişkileri, imalat ve hizmet alanındaki sorunlar ve sair konularda daha ne hikayeler, ne problemler, ne acılar var dediklerini duyar gibiyim. Onları da inşallah başka vesilelerle yazıya dökeriz…

Son cümle olarak hiçbir şey ilk göründüğü gibi basit ve net değildir. Resmin bütününü hakkaniyetle okuyabilmek için ciddi bir gayret göstermek gerekmektedir.

Arka Plan Yazıları yahut bir tecrübe okuması

İbrahim Ethem Gören / İstiklal Gazetesi/ 26 Ağustos 2017

Eğitimci-yazar, yayıncı Erhan Erken’in Profil Kitap’tan geçtiğimiz aylarda okuyucularla buluşan Arka Plan Yazıları serlevhalı kitabına ilişkin bir değerlendirme yazısı kaleme aldı. Arka Plan Yazıları, çok yönlü ilgi, kabiliyet ve uzmanlık alanlarında yetkinliğe sahip olan eğitimci, yazar, yayıncı, işletmeci, siyaset bilimci, vakıf insanı Erhan Erken’in geçtiğimiz aylarda Profil Kitap’tan okuyucuyla buluşan son kitabının ismi.

Kitabı Dünyabizim genel yayın yönetmeni Mehmet Erken yayına hazırlamış. Profil Yayınevi’nin 596’ıncı kitabı olarak da raflardaki yerini almış.

SADIRDA KALMAZ SATIRDA KALIR

Yazılanların iki kapak arasına alınması önemli. Eskiler böylesi bir mülahazayla “Sadırda kalmaz, satırda kalır” demişler.

Arka Plan Yazıları müellifin son yirmi yıllık süreçte kaleme aldığı ve muhtelif mecralarda yayınladığı yazılardan oluşuyor. ‘Muhtelif mecralar’ ibaresine Dünya BülteniDünya BizimMüsiad BülteniBoğaziçi Bülteni ve İkbal Dergisi dâhil. Müellif kimi yazıları da mezkûr kitap için müstakil olarak kaleme almış.

Arka Plan Yazıları’nda Erhan Erken’in tanıklıkları, tesbitleri, önerileri, gözlemleri, öz güveni ve hâsılı tecrübe okumaları muhataplarına göz aydınlığı veriyor. Eserde fikir, gezi, deneme ve portre/profil yazıları yer alıyor.

Erhan Erken’in yazdıkları aslında hayat uğraklarında, önemli geçitlerde yanına gelen, önünden geçen, eşyanın hakikatine vâkıf olmak için müdahil olduğu, gözlemlediği, gerektiğinde düzelttiği, insanoğlunun yeryüzündeki halifelik ve şenlendirme vazifesiyle memur olduğu işlerin bütünü.

YAZILARINI SORUMLULUK BİLİNCİ VE İÇTEN BİR ÜSLUPLA KALEME ALIYOR

Yazıyı sorumluluk olarak telakkî eden muhatabımızın içten bir üslubu var. Sözü dolandırmadan, belli bir edebi seviyeyi koruyarak ama mücerret edebiyat yapmadan ne söylediğini/söyleyeceğini, yahut anlatmak istediğini bir lahzada ortaya koyuyor. Dolayısıyla yazar da rahat, okuyucu da…

Müellifin kaleminden neşet eden kelimeler yazıların fikir arka planını teşkil eden ruh ile el ele tutuşarak; sahip olduğu medeniyet bilinciyle kuvvetli bir irtibat kuruyor.

MÜTEVEKKİL BİR MUVAHHİT; KURUCU BİR ŞAHSİYET

Erhan Erken İstanbullu bir zat. İstanbul’uHırka-i Şerif’iFatih’i‘dâhil-i sur’u bekleyen mütevekkil bir muvahhit.

Erken, kurucu bir şahsiyet, pek çok vakfın kuruluşunda yer almış. STK’larda başkanlık, yönetim kurulu ve mütevelli heyeti üyeliği, yüksek istişare kurulu azalığı yapmış.

HİÇ BİR KUL KUSURSUZ OLAMAZ

Yazar Erken, hayatı siyah beyaz, görmüyor. Olduğu gibi, gri alanlarıyla, gök kuşağının tüm renkleriyle kabul ediyor ve ekliyor: “Hiçbir kul kusursuz olamaz.“

“İNSAN İÇİN ANCAK ÇALIŞTIĞI VARDIR”

“Cenab-ı Hakk, Necm Suresi’nde “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ/İnsan için ancak çalıştığı vardır.” buyuruyor. Çalışma hayatında dünya ve ahiret dengesi ve yaşanılan cemiyetin ortamı bittabi önem arz ediyor. Yazar, söz konusu önemi, “İçinde yaşanılan şartlar ne olursa olsun, Mevlana’nın misaliyle, arının her halükârda bal yapmak için uğraşması gibi, kişi kendi balı ne ise onu yapmaya devam etmelidir. Her güzel çiçeğe konmalı, topladığı tüm değerleri, toplanması gereken yere getirerek en güzel ürünü ortaya koymalıdır” cümleleriyle, söz konusu önemli hususu dile getirirken çoğu zaman ıskalanan bir hakikati işaret ediyor: Her insanın dünyaya bir görevle gönderilir, amacı vardır. Âkil kişiye düşen asıl görevini unutmadan çalışmaya râm olmaktır.

YOLCUYA SALİH BİR ARKADAŞ GEREK

Kitapta portre yazılarının bulunduğundan söz etmiştik. Salih Şeref HocaMustafa KöseoğluAhmet Şişman ve Abdülkadir Kibar, Erhan Erken’in yakın planda teşrik-i mesai içerisinde olan arkadaşları/büyükleri. Herkese yolcu, yolcuya arkadaş, salih yoldaş gerek. Erken’in dediği gibi “Portreler cemiyetin tanımadığı şahsiyetlerin dünyalarına kapılar aralıyor.”

Rahmeti vesile kılarak mezkûr kapıyı tıkladığımızda karşımıza yazarın merhum bacanağı Abdülkadir Kibar için kaleme aldığı “Reis Hitabı Onun Üzerinde Hep Şık Durdu”başlıklı vefayat yazısının finali çıkıyor: “…Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığından ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”

Bu soruya verilebilecek en anlamlı cevap belki şudur: “İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslâmi hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helâlinden kazanmaya çalıştı ve tevazuu hiç elden bırakmadı. Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti teslim etti.

Kitapta her bir satırı okuyuculara yeni ufukları tanıtan gezi yazılarına değinerek mütalaalarımızı nihayete erdirelim. Erhan Erken, Batı Trakya, tüm Balkan ülkeleri ve İngiltere ziyaretlerinin akabinde velud yazılar kaleme almış. Bunlar mücerret seyyah yazıları değil, gezilip görülen yerlerde İslâm âleminin temsil ettiği ruh dünyasına ilişkin gözlemler; eskimez dostlarla yapılan doyumsuz sohbetlerin lezzeti ve “Suyun öte tarafında” gönlüne düşen ilhamlardan yola çıkarak kaleme aldığı günlükler. Şu satırlar Sefername-i Oxford başlıklı yazıdan:

OXFORD’DA CAMİ KAPISINDAN AYRILMAYAN MÜSLÜMANLAR

“Cuma namazı için Pakistanlıların yaptırdığı bir camiye gittik. Oxford’daki Müslümanlar Cuma günü birbirlerini hasretle kucaklıyorlar namazdan sonra. İstanbul’da namaz bitince hemen çıkıp işlerine koşturan insanların yanında burada yağmura rağmen insanların cami kapısından bir türlü ayrılamamaları bana çok enteresan geldi.”

YAZMAK VE OKUMAK MÜKÂŞEFE SANATIDIR

Kitapta okunması gereken pek çok güzel yazı var. Bana enteresan gelenleri siz değerli okuyucularımızla paylaştım. Sizler, Arka Plan Yazıları’nda mutlaka başka hakikatler de keşfedeceksiniz. Yazmak ve okumak mükâşefe sanatıdır çünkü.

İbrahim Ethem Gören / İstiklal Gazetesi/ 26 Ağustos 2017

Herkesin bir ‘Kızıl Elma’ mefkûresi olması lazım

İbrahim Ethem Gören/ Son Devir/ 13 Haziran 2014

Liderler Kahvesi, Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın (BYV) marka faaliyetlerinden biri… Vakfın, Kariyer ve İnsan Kaynakları Merkezi’nin (KİM) düzenlediği mezkûr programda iş hayatının hemen her sektöründen liderler, öğrencilik yıllarından itibaren bulunduğu mevkie gelinceye kadar yaşadıkları hayat tecrübelerini Boğaziçi Üniversitesi’nde okumakta olan öğrencilerle; nam-ı diğer geleceğin lider adaylarıyla paylaşıyor.

Samimi bir ortamda, çoğu kez interaktif keyfiyette devam eden sohbetlere Türkiye’nin önde gelen şirketlerinin/kurumlarının üst düzey yetkilileri iştirak ediyor… Liderler hem öğrencilerle hasbihal ediyor hem de programın sonunda hesabı ödüyor!

BYV’nin 28 Mayıs Çarşamba günü düzenlenen dönemin son Liderler Kahvesi etkinliğinde Erhan Erken, 29 yıl önce mezun olduğu okulun öğrencileriyle; 18 yıl önce kurucuları arasında bulunduğu vakfın gönüldaşlarıyla bir araya geldi. Erhan Erken, iki saat süren kahve tadındaki sohbetinde öğrenci ve mezun arkadaşlarına eğitim, STK, girişimcilik ve yayıncılık alanındaki tecrübelerini aktardı.

Üniversite yıllarını 1980 sonrasındaki çalkantılı dönemde geçiren Erhan Erken, eğitim yıllarında ve sonrasında kurucu, inşa edici bir anlayış içerisinde bulunup toplumun önüne geçip rehberlik vazifesi görecek kişileri yetiştirecek mekanizmaları oluşturma sorumluluğunu omuzlarında hissetmiş.

30 küsur yıldır, “Müslümanlar olarak topluma nasıl bir iktisadî ve siyasî sistem sunabileceğimizin arayışı içinde olmalıyız” sorusuna kafa yoran Erhan Erken bu bağlamda kendisinin ve çevresinin maddi ve manevi ilimlere mücehhez bir şekilde yetişebilmesi için pek çok ilim/sohbet/ders halkasına dâhil olmuş.

Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenim hayatına başladığı ilk yılda evlenip ikinci yılda evlat sahibi olan Erhan Erken, o yıllarda bir yandan okul, bir yandan da ticaret ve sosyal hayatını devam ettirerek koltuklarının altına birkaç karpuz sığdırma gayretinde bulunmuş.

İnsanın altyapısı olan gençliğe, bahusus, çocukların eğitim alanına özel önem verilmesi gerektiğinin bilinciyle hareket eden Erhan Erken,  evlat sahibi olduktan sonra kendi çocuklarının ve arkadaşlarının çocuklarının fikren gelişimlerini sağlamak, onlara İslâmî terbiye vermek ve aynı zamanda da sosyalleşmelerini temin etmek amacıyla yakın çevresindeki arkadaşlarıyla birlikte, vakıf anlayışıyla uzun yıllar camiamızın çocuklarına hizmet eden Elif Yuva’nın kurucuları arasında yer almış.

Eğitim insanının mutlaka bir toplum hayali; “Kızıl Elma” mefkûresi olması lazım”diyen Erhan Erken, 2005 yılında ilköğretim çağındaki çocuklara yönelik etüt merkezi hizmeti vermek üzere Bayram Bilgi Merkezi’ni kurarak bu alanda eğitim sistemimize yeni bir sistemin/kurumun/hizmet ağının kazandırılmasına öncülük etmiş. Bayrampaşa Belediyesi bünyesinde uygulama alanı bulan Bilgi Merkezi Projesi başarılı olup İstanbul’da pek çok ilçeye yayılmış; Anadolu’da ise EBSAD adlı gönüllü kuruluşumuzun önderliğinde Adıyaman ve Aydın’da neş ü neva bulmuş…

Bilgi Evi/Merkezi projesinin amaçları Erhan Erken’in şu cümlelerinde ifadesini buluyor: “Çocuklarımızın, daha çok okuyan, düşünmeyi ve öğrenmeyi öğrenen, çevrelerine duyarlı, kendi ayakları üzerinde durabilen, iyi okuyan, okuduğunu anlayabilen, fikirlerini düzgün ifade edebilen, iyi yönlerinin farkına varıp onları geliştirme yoluna giren fertler olarak yetişmesi Bilgi Merkezi ve Bilgi Evlerimizin en önemli öncelikleri arasındadır.

Çocuklarımızın kimlikli, kişilikli, sahip oldukları tarihi mirasın ve ait oldukları medeniyetin değerlerinin farkına varan bireyler olarak yetişmesinin, bu çalışmanın ana hedefleri arasında ilk sıralarda yer aldığını belirtmenin de önemli olduğunu düşünmekteyiz.

Bu çalışmanın ana fikri olarak, gelişmiş ve dengeli bir toplum oluşturabilmek için çocuklarımızın zihnen, bedenen ve ruhen gelişmelerinin önemli olduğu düşüncesi, idareci, aile ve öğretmenler için temel bir hedef olarak daima canlı tutulmalıdır.”

Hayatı, “Hayat kendini inşâ etme projesidir” şeklinde tanımlayan Erken, insanın en iyi kendini bileceğini ve yine en iyi SWOT analizini de kendinin yapabileceğini belirtiyor.

Konuşmasında meslek icra ederken, hemen her biri kendi alanında kudsî manalar ifade eden meslekleri mutlaka kendi dünyamıza, değerlerimize ait bir şeyler katarak yapmanın gerekliliğine değinen Erken, ülkemizin bu ruha sahip girişimci insanlara olan ihtiyacına da vurgu yaparak “Seküler zihniyet hepimizi etkiliyor.

Hâlbuki emaneti teslim ettiğimizde yaptığımız her şeyin Kitab’a ve Sünnet’e uyan bir izahı olmalı. İnsan, en iyi kendini bilir, yaratılışa uygun bir şekilde kendini sürekli geliştirebilir, bu noktayı ıskalamamak gerekir. “Ama ne yapayım, ben böyleyim” dememek, elden geldiğince çalışıp çaba göstermek lazım. Girişimci ruh önemlidir.

Yapılması gereken hizmetlere, kurulması gereken müesseselere yönelik olarak “birileri yapsın” düşüncesiyle hareket etmemeli; Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi, “’Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım’…” diyebilme şuurunun lüzumuna değindi ve ekledi: “Hem iş, hem de sosyal hayatta “ben varım” diyebilmek önemlidir. Girişimci ruhu da bunu gerektirir. İnsan idealleriyle yaşar.

Hayatı bir futbol maçı, insanı da bir santrafor olarak tahayyül edersek;

Hayat dediğimiz bu süreçte insanın önüne her zaman iyi pas gelmez, birkaç tane güzel pas gelir, bu güzel pasların iyi değerlendirilmesi gerekir. Bunun için çok çalışmak şarttır.

Hangi alanda çalışma yaparsak yapalım, bunun içinde mutlaka medeniyetimizin kavramlarına yönelik şeyler bulundurmalıyız.

Mühendislik, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, felsefe, hangi alanda eğitim veya hizmet yapıyorsak, oraya muhakkak kendi kültür ve medeniyet dünyamıza ilişkin bir değer koyabilmeliyiz.

Hiç birimiz yaşadığımız dünyadan memnun değiliz. Ama sadece “memnun değiliz” demekle olmaz, iyi olan için kafa yorup, araştırmalı ve ortaya çıkarmalıyız, her daim kurduğumuz hayalleri gerçeğe dönüştürme çabası içinde olmalıyız.”

Liderler Kahvesi programı konuşmacısı Erhan Erken’e İslâm Dünyası ve özelde Türkiye’nin toplum hayatında, insan ilişkilerinde, siyaset dünyasında, ekonomik alanda, eğitim sahasında ihtiyaç duyduğu yeni insan kimdir, nasıl biridir?” sualini iletmiştim. Yazımızı, muhatabımızın cevabi cümleleriyle nihayete erdirelim:

 “İnsanın öncelikle Yaratıcısı ile dost olması gerekmektedir. O’nu her şeyden ve herkesten çok sevmeli ve O’nu kırmaktan ve üzmekten şiddetle kaçınmalıdır. O’nunla dost olabilmek için O’nun ‘sev’ dediklerini sevmeli, ‘sevme’ dediklerinden de uzaklaşmalıdır.

Yaratıcısın en önemli eseri olan diğer insanları, Yaratıcısından ötürü sevmeli ve onlarla dost olmalıdır. Onlara, iyilikle ve adaletle davranmalı, yanlışlıklarını gördüğünde münasip bir dille uyarmalıdır.

Kul hakkından şiddetle kaçınmalı, Allah’ın huzuruna diğer insanların hakkı ile çıkmaktan korkmalıdır.

İnsanın dışındaki tüm diğer varlıklar ile dost olmalı, onları, Yaratıcılarından ötürü sevmeli ve kendisine emanet edildiğini bilip iyi davranmalıdır. Hayvanlar ve tüm diğer canlılar, hepsi bu cümleden ele alınmalıdır. Çevre, acımasızca tahrip edilmemeli, hayvan nesillerinin devamına titizlik gösterilmeli, tabiatta var olan dengeye, onu bozucu tarzda müdahale edilmemelidir.

En son olarak insan kendi ile dost olmalıdır. Kendi ile barışık olmalı, niçin yaratıldığının farkına varmaya çalışmalıdır. Bunun için kendine lüzumlu bilgiyi hangi kaynaktan alacağını çok iyi bilmeli ve varoluşunun sırrını kavramaya çalışmalıdır. Ümitsizliğe hiçbir zaman düşmemeli, her işinde Rabbine iltica etmeli ve O’na güvenmelidir.”

Son Devir 13 Haziran 2014

Kağıttan Zarftan Okuldan Eğitimden

Ahmet Mercan/ Boyasız Yüzler/İlke Yayınları

Kağıt, matbaa, yazı; eğitim… Ajans, ticaret, zarf; bir yerinde yine eğitim. Su ve ekmekten sonra eğitim. Hangi işi yaparsa yapsın Erhan Erken’in hayatının bir yerinde eğitim yer alır. Eğitim çocukla ikametgahına kavuşuyorsa, o zaman Elif Yuva’dan ve yirmi beş yıllık mazisinden söz etmek gerekir. Veya, Erken’in beşinci şiirin çocuğu olarak Elif Yuva’yı eğitim tarihimizin bir yerine kayıtlamak gerekir. İlk mezunları baba ve anne olmuş durumda. Tabii bizimkinin keyfine diyecek yok.

Erhan Erken Fatih doğumlu. Galatasaray, Boğaziçi hattında eğitimini tamamlamış. Böyle bir “örnek” verdikleri için, mezun olduğu okullar, “Nerede hata yaptık” diye yıllardır araştırma yapıyorlar. Doğrusu merak edilesi bir durum. Köy olarak Kadıköy ve Arnavutköy’den başka yer bilmez. Ancak öylesine samimi ve harbi ki, sanırsın Anadolu kasabasından daha dün gelmiş.

Kimliğini coşkuyla hayatına yansıtan ve statüsü ne olursa olsun, ilkesini koruyan biri örnek gösterilecekse Erhan Erken akla gelen ilk örneklerdendir. Uzun yol koşucusudur. Geleneği önemser. Olayları yorumlama, ibret çıkarma bahsinde başarılı. Hele hafif argolu entelektüel sohbetleri, tam radyocu” dedirtir insana. Fakat son yıllarda daha “tedbirli” bir dil kullanıyor. “Trışkadan mambo” diyemiyor mesela. Çünkü İTO’nun yönetim kurulu üyesi.

Bir üniversitenin Mütevelli Heyetinde. Ayrıca birkaç eğitim kurumunun Genel Koordinatörü. Üstüne üstlük bir de zarf işiyle uğraşıyor. Zarfın Bizim olduğunu söylüyor ama, henüz hiçbir şey göremedik. Yurt içi ve yurt dışı ziyaretlerinden fırsat bulursa eve uğradığı oluyor.

İşler istediği gibi gitmediği zaman, veya herhangi bir şey kafasının  tasını  attırdığı zaman “Arnavut İsyanları”nı çıkarır. O an her şey kötüdür. Fakat biraz sonra o halinden eser kalmaz. Gerekliyse, hatasını söyleme erdeminden imtina etmez. Ancak onun ideale olan bağlılığı ve iş ciddiyeti çevresinde bilinir. Bu nedenle de bu geçici haller, tolere edilmede mesele teşkil etmez.

Erken’i bence en farklı kılan tarafı, düşünürken olaya kalbini iştirak ettirmesidir. Bu davranış sayesinde, ilkeli bir yürüyüşün yolcusu olmaya başarabilmektedir. Solmayan mevsimin yolunda bütün statülerinden sıyrılmayı düşünen ve bunun belki de böyle olması gerektiğini hisseden, söyleyen kaç kişi sayabiliriz.

Bir ara “Dünya dönüyor” dedi. “Bu eski bir teori basında yer bulmaz” dedik. “söyleyeceksen duruyor” de; ne bileyim uçuyor de, dedik. “Sağdan sola, soldan sağa geziyor dünya dedi. Fizikçilerin işi olması gereken bu durumda, teorisini doktorlar elinden aldı. Çok çalışmaktan dünyadan geçme noktasına geldi. Tasavvufta buna “fena” makamı derler. Dünyadan geçme durumu. Erken de bu noktada az derviş değilmiş.

Her meşrepten insan tanır. Marifeti takdir eder. Kendine has paradigması gayet sağlıklıdır. Bu anlamda enteresan biçimde örtüşüyoruz. Yöntem konusunda zaman zaman farklılıklarımız olsa da, fikir ve anlayışımız, neden böylesine benzeşiyor anlayamadım. Hayır rahatsızlık söz konusu değil. Yirmi yılı aşkındır tanışırız.

Çocuk ve eğitim konu olunca buluşmamak mümkün değil. Üstelik Fatih’liyiz. Dergi çıkarıyoruz, toplantı yapıyoruz, son düzlüğe girdiğimiz, ölümün nefesini ensemizde daha belirgin hissettiğimiz şu günlerde, “Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha muhtacız

Ne zaman sabah iş yerine gelip, “Oh oh!.. Her şey şıkır… şıkır” derse, çalışanlar arasında haber anında yayılır. Teklifleri, sorunları olanlar hemen harekete geçer. Böylesi bir ortamda çözemeyecek sorun sadece, ölüm ve ayrılık olarak tebarüz eder. Kimyası nerede ve nasıl değişiyor bunu kimse tespit edemiyor.

Farklı konularda yazılar istiyorum. Yazıyor. Ticaret anlayışını ahlaki bir geleneğe dökmek için, geçmişe kementler atıyor. Uğraş alanı itibariyle bu konularda yazması ve konuşması bir mesuliyet olarak ortaya çıkıyor.

Erken sütrenin önünde, coşkusu, öfkesiyle sahici bir porte.

Eğitim diyor. Son zamanlara dört elle bir anda sarıldığı bu konuya, otuz yıl önce gönül vermiş. Gönül verme, hayal kurmayı, emek vermeyi beraberinde getiriyor. Geçmiş emekleri değerlendirmek, dünyadaki seyri takip etmek, bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Bütün bunların üstesinden gelmek için, derinden sarsan bir sevdanın tesiri gerekir. Erhan Erken, bu sevdaya bir yanını kaptırmaktan şikayetçi değil. Değil demek yeterli değil; aksine bu durum onun için bir hayat kaynağı.

Futbol oynar, klasik müzik sever, toplantı yapar. Parayla olan imtihanında gayet net, sarsıntılara karşı kavidir. Dönemsel renklenmelere karşı tedbirlidir. İlişkilerinde anlaşılır  ve berrak bir yol izler. Bir ayağı bürokraside olsa da, kalbi halkın yanında atar. Bitirdiği okulların tahammül edemediği de, işte bu durumdur.

(makul bir zaman sonra)

Not: “Dünya gelip geçicidir” diyor hala. “Sağdan gelir, sola gider, fludur” diyor. Eğitim hala ekmeğin yanında bulunduruyor. “Oh oh… şıkır şıkır… Maşallah” diyerek selamlıyor herkesi. Bu arada, yeni dönem İTO yönetiminde görev almadı. Yine tavır ve duruş meselesi.

Allah (c.c) kimyasını  bozmasın. ( Kasım 08 )

Dünya Bizim 26 Eylül 2009

Parantezler içinde hayat

İlkokul ve ortaokul dönemlerimde dersler arasında bir ayırım yapmazdım. O dönemki felsefeme göre mademki okula  gidiyorduk, dolayısıyla önümüze ders adı altında çıkan her şeyi en iyi şekilde öğrenmek ve ondan en yüksek notu almak durumundaydık.

Türkçe, Tarih, Edebiyat, Sosyal Bilimler, Fen ve Matematik hepsi benim için eşit konumdaydılar.

Liseye geçtikten sonra nedense matematik ve fen derslerinin  gözümdeki cazibesi azalmaya başladı. Sadece biyolojiyi bir miktar farklı bir yerde tutuyordum. Çünkü aile çevrem benim doktor olmamı istiyorlardı. Ben de içten içe bu hedefe yönelme eğilimindeydim. Okuduğum lisede tüm fen derslerimiz gibi biyoloji de Fransızca idi. Lisede öğrendiğimiz özellikle insanın iç yapısı ile ilgili bilgilerin ( iç organlar, kemikler, kaslar vs) ilerde tıp tahsilinde ve de bilhassa anatomi dersinde işime çokça yarayacağına dair bir inancım vardı. Çünkü özellikle insan vücudu ile ilgili ezberlediğimiz bilgileri doktorların yanında dile getirdiğimde onlarla ciddi bir dil birliği kurduğumu hissediyordum. Muhtemeldir ki biyolojiyi o sebepten biraz daha ayrı bir yere konumlandırmıştım.

Matematik konusunda da cebir bölümü biraz ilgimi çekiyordu. Lisede ve daha sonra üniversite döneminde okuduğumuz matematikle ilgili konuların önemli bir bölümünü daha sonra kullanma imkanı bulamadım.

Fakat hassaten cebir alanındaki  bir problem çözme usulü benim hayatımda çokça kullandığım ve herkese de tavsiye ettiğim bir yöntem oldu.

Neydi bu yöntem?

Bilindiği üzere cebirde bir problem çözerken öncelikle parantez içindeki işlemler yapılır daha sonra o parantezlerden elde edilen sonuçlarla işleme devam edilir. Yani her parantez kendi çapında küçük bir dünyadır

Ben bu yöntemi sosyal ve iktisadi hayata uygulamaya çalıştım. Bu uygulama bana meselelere daha rahat hakim olabilme, sorunları çözebilme ve onları birbirlerine karıştırmama noktasında  ciddi fayda sağlamıştır

Şöyle bir düşünce yolu izlemeye çalışırım; Hayatımız bir yönüyle baktığımızda çok büyük bir parantez. Bu hayatın içinde daha alt parantezler de bulunuyor.

Mesela evli isek kendi çekirdek ailemiz bir parantez. Anne babamız ve yakın akrabalarımızın  içinde yer aldığı geniş sülalemiz de bir diğer parantez.  İş hayatımız ayrı bir parantez. Tabii iş hayatımız içinde farklı işlerimiz varsa onların hepsi kendi başlarında birer parantez.

Gönüllü çalışmalar içinde bulunuyorsak bunların da hepsinin ayrı birer parantez olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Bu parantezlerin iç düzenlerini parantez mantığına uygun olarak daima ayrı ayrı tuttunuz zaman olayları daha iyi kuşatabiliyorsunuz

Esasında bu bakış açısı analitik düşünce yapısı ile de biri bir ölçüşüyor. Meseleleri parçalara ayırarak analiz etme sonra parçadan bütüne doğru gitme..

İşleyişi bir de detaylı olarak gözden geçirelim; Sabah evden çıkıyorsunuz. Bazen insan evden daha keyifli çıkar bazen de sıkıntılı çıkabilir. Hangi hal üzere bulunursak bulunalım, ev parantezini kapatıp çıkmalı ve gittiğiniz yerde yeni parantezi açmalısınız. Gündelik işleriniz arasında insana mutluluk ve sıkıntı veren uygulamalar vuku bulabilir.

Ticaret ve/veya üretim hayatımızın içinde farklı bölümler olduğu dönemlerde bu bakış açısı çok daha kullanışlı oluyordu. Mesela bir dönem matbaa ve ambalaj tesisimiz vardı. Ben bunların her bir bölümünü ayrı bir dükkan veya parantez gibi görürdüm. Baskı bölümü ayrı, kesim bölümü ayrı yapıştırma ayrı, baskıya hazırlama bölümü ayrı.

Örnek bir olay düşünelim: Baskı makinelerinin birinde arıza olmuş ve üretimin bir bölümü sıkıntı çekiyor. Usta başı eyvah, yandık bittik diyor. Oysa parantez usulünde bakışımızın şu şekilde olması gerekiyor.. Evet baskı bölümünde bir sıkıntı oluştu. Hemen bir yandan tamir ederken diğer yandan başka bir yerde bu baskıyı yaptırıp sistemi devam ettirmemiz gerekiyor. Baskı bölümünden kesime geçerken ne kendimiz ne de diğer bölümde çalışanlar baskı bölümündeki sıkıntıyı oralara taşımayacağız. Baskı parantezini kapatacağız ki sıkıntı diğer alanlara taşmasın ve parantezin içinde kalsın.

Tüm bu bölümleri kendi mantığı içinde ele alıyoruz ve iş yerimizden çıkarken oranın da parantezini kapatmak icap ediyor. Diyelim ki o gün sıkıntılı bir gün geçirdiniz ve hesap dili ile söylersek eksi bakiye ile çıkıyorsunuz.

Gideceğiniz yer gönüllü bir faaliyet olan vakıf veya dernek. İş yerinizdeki parantez içindeki işlemin eksi olması kesinlikle ne gönüllü çalışmanızın alanına ne de evinize taşınmamalı. Çünkü her ikisi de ayrı bir parantez. Her ikisinin de içinde bulunan diğer insanlar ve münasebetlerin sizin işinizde olanlarla bir alakaları yok. Onlara iş yerindeki eksi işlemin bedelini ödetmeniz haksızlık olur.

Diyelim ki gönüllü çalışmanızda artı bir tablo ortaya çıktı. Akşam eve geldiniz sabahki hafif menfi işlemi de bir şekilde düzelttiniz. O zaman günlük hayatınızın bütününü bir parantez olarak düşünüp değerlendirebilirsiniz.

Bu durumda içinde sonucu eksi çıkan bir işlem ( yani iş hayatınızdaki o günkü menfi şartlar) olsa da günlük toplamınız genel olarak artı bir sonuca ulaşmış gibi görünüyor. O gün böyle bir sonuç sizi tatmin edebilir ve müsbet bir durumdan dolayı şükrünüzü ifa etmeye yönelirsiniz. Gerçi sonuç genel toplamda eksi de çıkabilir. Yeni bir günde daha iyi sonuçlar, küçük ve büyük parantezler içinde sonucu artı olarak ortaya çıkan işlemler bütününe ulaşmak için gayret gerekiyor.

Günlük bazda olayları parantez mantığı içinde gruplarken bunu haftalık ve aylık bazlarda da paranteze almak işlerinizi ve düşüncelerinizi daha iyi toparlayabilmenize ve onların birbirlerine karışmamasına imkan verir.

Özet olarak bu parantez yöntemi yani meseleleri parçalara ayırarak incelemek, onları kendi bölümlerinde değerlendirmek, ortaya sorun çıkarsa onları öncelikle kendi parantezi içinde çözmek ve bu çözüm sürecinde parantezleri birbirlerine karıştırmamak gerekiyor. Aksi durumda parantezlerin içindeki sonuçlar birbirlerini gereksiz yerde karışır ve ortaya istenmeyen neticeler çıkabilir.

Verimli bir hayat için parantezleri yerli yerine koymaya ve meseleleri bu parantezlerin içinde çözmeye çalışmalıyız.

İlave olarak, sürekli Allah’ın yardımını talep etmeliyiz ki hem tek tek işlerimiz güzel, hem de hayatımızın bütünü istikamet üzere olsun.

Rengarenk ipler ve hayatımız.

Belli bir zamandır, parmaklarımın uçlarıyla tutmakta olduğum rengarenk iplerin ana kaynağından kopmakta olduğunu hayretle fark etmeye başladım. Bir yandan parmaklarımın uçlarına ve ellerime, bir de ellerimde kalan ip kalıntılarına bakıyorum. Onların kopmuş olan parçalarının nereye gittiğini anlamaya çalışıyorum.

Avuçlarımın içinde birkaç tutam ip: Farklı farklı renklerde.

Geriye doğru ucunu takip ettiğimde esasında hepsinin tek bir yumaktan geldiğini görebilmek mümkün. Birbirlerine sarılmış halde, çok uzaklarda, zaman çizgisinin derinliklerinde bir yerde duruyorlar. Farklı renkler üst üstü ve belli bir form içinde birbirlerine sarılı durduğundan güzel bir görüntü oluşturuyor. Uzakta pırıl pırıl parlıyor. Belki de bu elimizde tutabildiğimiz ve tutamadığımız ipleri değerli kılan da bu bütünlüğün güzelliği ve parlaklığı.

Ana kaynaktan çıkıp belli bir mesafeden sonra ayrı noktalara doğru yönelen değişik renklerdeki iplerin yanı başında farklı farklı kişiler görülüyor . Her biri tuttukları ipi başka bir tarafa doğru çekiştiriyorlar. Bazen farklı yönlere giden iplerin aralarda birbirleriyle kesiştiği bölgeler de görülüyor. Kesişip ayrıldıkları noktaların yanı sıra yumak oldukları, sonra tekrar açılıp yollarına devam ettikleri de vaki. Bazıları ise tamamen apayrı bir istikamete doğru gitmiş diğerlerine hiç aldırmadan.

Ben çok uğraşmama rağmen ötelerden gelen farklı renklerdeki bu iplerin her birinin ucunu tutamamıştım. Zaten hepsini bütünüyle tutabilmek de ne kadar mümkün olur onu da kestiremiyorum. Gerçi hepsi ana kaynağına nispeten önemli ve kıymetli olmakla birlikte daha çok ilgimi çeken renktekilerle ilgilenmeye çalışmıştım. Tutamadıklarımla da belli bir mesafeyi korumaya gayret ettiğimi de belirtmem gerek. Ama ancak bazılarını yakalamış ve elimde muhafaza etmeye çalışıyordum.

İlgimi çekenlerin hepsini de aynı zaman diliminde tutabildiğimi söylemem mümkün değil tabii ki. Bir de zaman içinde bazılarını yakalarken bazılarını da elimden kaçırmıştım. Ben elimde tutarken bazı parçaların birbirleriyle yumak oluşturdukları, birbirlerine karıştıkları da oluyordu. Bazen onları ayıklamak için bir hayli mesai sarf ediyordum.

Yıllar içinde elimde tuttuğum kimi iplerin bir şekilde zayıfladığını ve sanki kopacak hale geldiklerini hissetmeye başladım. Kimilerinin sanki renkleri mi solmuştu yoksa benim gözlerimin hassasiyeti mi bozulmuştu, onu çok da ayırt edemiyordum. Ama iplerin ilk tuttuğum andaki halleri sanki farklılaşmıştı.

Bazı ipleri bir kısım arkadaşlarım ile beraber tutmaktaydım. Hayatımızın bazı devrelerinde o beraber tuttuğumuz bölümlere sımsıkı sarılıyorduk. Sonrasında ya onların bir bölümü iplerin ucunu bıraktı ya da ben. Bazen de hepimiz bıraktık ve sonrasında başkaları tuttular o ipleri.

Bazı renklerdeki ipleri hayat çizgim içinde uzun bir süre tutmaya çalışmıştım. Onlara çok büyük bir değer veriyordum. Hatta zaman içinde o ipler benim için sanki çok kuvvetli ve çok parlak bir hal almışlardı. Sonra ne zaman ve nasıl oldu bilmiyorum ama onların bazılarıyla da benim aramda sanki bir şeyler değişti.

Bir an baktım ki ben o ipleri başka birilerinin eline tutuşturup bırakmışım. Acaba bu iplerle ilişkimin çok uzun sürmesinden dolayı canım mı sıkılmıştı? Veya bir hayli uğraştıktan sonra ‘ben ancak bu kadar kuvvetlendirip parlatabiliyorum. Demek ki elimden başka bir şey gelmiyor. En iyisi bunları başkalarına bırakayım belki onlar daha iyi bir noktaya taşırlar’ diye mi düşündüm. Tam bilemiyorum

Farklı renkteki diğer bir kısım ipleri beraber tuttuğumuz arkadaşlarımda ise zaman içinde bazı tuhaflıklar fark etmiştim. Ben zikri geçen bu ipleri beraber tuttuğumuzu zannederken onların bir kısmının bu ipleri kendileri için değil de başkaları için tuttuklarını hayretle fark etmiştim. ‘Hani biz bunları beraber tutuyorduk’ dediğimde ise ‘idare et ne yapalım bu el esasında bizim gibi görünse de başkasınındır’ deyivermişlerdi bana. Çok şaşırmıştım.

Bazı insan sandıklarımın esasında kartondan bir maket olduklarını fark etmek bana ciddi bir acı vermişti. Bazen kendimden bile şüphelenmeye başlamıştım. Yahu en iyi bildiğim insan bile hakikat değilse ben kendim acaba hakikat mıyım diye üstümü başımı yokladığım zamanlar olmuştu. Benim zannettiğim kendi elim için, acaba bu el başka birilerinin koluna bağlı olabilir mi? diye düşündüğüm anlar olmadı değil..

Yine bazı ipleri beraberce tuttuğumuz arkadaşlarımın ise o ipleri tutarken esasında beni o iplerle çevrelemek istediklerini veya hareketsiz bir şekle sokmaya çalıştıklarını zamanla hissetmiştim. Tuhaf bir şey değil mi? Ama aynıyla vaki…

Ne yapıyorsun deyince esasında senin bu ipi çekmek istediğin yer bence doğru değildi. Onun için senin çekme eyleminin bir şekilde engellenmesi gerekiyordu ama senin de bunu fark etmemen icap ediyordu ki üzülmeyesin. Çünkü biz seni seviyoruz ve üzülmeni istemiyoruz.

Beni benden daha fazla düşünen, üstelik beni düşünürken benim istediğim şeyleri bana yaptırmamaya çalışan veya benim istemediğim şeyleri bana yaptırmaya gayret sarf eden can arkadaşlarım..

‘Nasıl fark ettin, şimdi ne yapacağız’? dediklerini bile duyduğum anlar olmuştu.

‘Yahu arkadaşlar biz bu elimizdeki ipleri beraberce şu istikamete çekmiyor muyduk?’

Azizim sen hayal görüyorsun esasında bizim beraber olduğumuz yukarıdaki daha farklı bir çerçeveye göre yönümüz başka tarafa olmalı sen buna mani oluyorsun. Peki ne yapacağız bu durumda?

Cevap; ya sen bırak ya biz bırakıyoruz demişlerdi. Bu tip durumlarda bazen tuttuğum ipe veya iplere sıkıca yapışıp yapayalnız kaldığım olmuştu. Bazen de lanet olsun alın ipinizi deyip ben ucunu bırakmıştım.

İplerle geçen bu zaman diliminde hep iplerin en ucundaki yumağı anlamaya çalışmıştım. Bu farklı renklerin merkezden ayrılınca müstakil gibi durmakla birlikte, hep beraber olduklarında çok güzel bir kompozisyon meydana getirdiğinin farkına varmıştım. Merkezden uzaklaştıktan ve araya bu kadar mesafe girdikten sonra iplerin uçları bir yerde tekrar ilk baştakine benzer bir yumak olabilir miydi? Buna uğraşmak bir hayal miydi? Bu hedef, varılabilecek bir kızıl elma olabilir miydi?

Teorik olarak bunun mümkün olduğunu düşünüyordum. O sebepten geçen zaman içinde bu ip parçalarından olabildiğince fazlasının ucunu tutabilmeyi arzulamıştım. Ucunu tutamadıklarımın ise en azından bir göz ve bir gün uzanırsam yakalayıverecek bir uzaklıkta olmasına gayret etmiştim. Bazen hayat şartları öyle bir karışmıştı ki biz bir yerde ipler bir yerde kalmışlardı. Ama dağılırken bile gözlerimi elimden kaçan ip uçlarından ayırmamaya çalışmıştım.

Şu an içinde bulunduğumuz zaman dilimi de sanki o saçılma dönemlerinden biri gibi duruyor.

Uzun zamandır tuttuğum iplerin büyük bölümünün ucu elimden kaçmışken herhalde acele etmeden neler olduğunu, niçin böyle bir noktaya gelindiğini ve en uzaktaki yumak ile şu an ayrı ayrı renklerdeki ip parçalarının durumunu analiz etmenin yararlı olacağı muhakkak.

Çünkü şu an sağlıklı bir analiz yapılamazsa kaçan farklı renklerdeki iplik uçlarının niye kaçtığı, kalanların niye kaldığı, acaba henüz ucunu tutamadığım renklerin benim için belki daha uygun olup olmayacağı konusunda isabetli karar vermiş olamayacağım.

Belki uzun süre bana daha tercih edilebilir gelen renklerdeki iplikler ihmal edilebilir bir mahiyet arz ediyordu kim bilir. Onları kendime yakın görmem belki de bir alışkanlıktan dolayı idi. Belki onları elimde tutmayacağım zaman kendimi eksik hissedeceğim gibi bir yanılgıya düşmüştüm. Şimdi elimden kaçmış olanlara bu şekilde bakınca daha farklı bir yoruma sahip olunabileceğini düşünür oldum.

Sonuç olarak iplerin uçlarının bir an dağıldığı bir zaman diliminde bakalım ortalık sakinleştiğinde elimde yeniden hangi renk iplikler olacak. Renklerin uyumu olacak mı? Elimdeki renklerden kalbim ve ruhum mutmain olacak mı? Gerçi hayat bu iplerin peşinden gitmek ve bu ipler üzerinden en uçtaki o rengarenk yumağın sırrına ermekten başka bir şey değil ki?

İnşallah fıtratımıza en uygun renkleri elimizde her daim tutarız. Ve olabildiğince rengarenk yumağın bütününü kuşatabilme imkanına sahip olabiliriz.

Öncesi ve Sonrasıyla Balipaşa Camii’nde Bir Yatsı Namazı

Fatih’de oturmakta olduğumuz evin civarında birçok cami ve mescid yer alıyor. Akşemseddin ve Hırka-ı Şerif Camileri bize daha yakın iken, Mesih Ali Paşa ve Balipaşa Camilerine gidebilmek için bir miktar yürümek gerekiyor. Ezanlar başladığında şayet evde iseniz sanki birkaç caminin ezanının odanın içinde okunduğunu zannedersiniz. Güzel sesli müezzinler o kadar içten namaza davet ediyorlar ki geçerli bir mazeretiniz olmayıp da gidemediğiniz zaman adeta vicdan azabı çekiyorsunuz.
Cuma akşamı evde Brezilya- Belçika maçına bakarken ani bir kararla Yatsı Namazı için Balipaşa Camii’ne gitmeye niyetlendim ve hemen kalkıp hazırlandım.
Apartmanın sokak kapısından çıkıp yokuştan aşağıya doğru inerken nedense bu akşam çevremle normalin dışında biraz daha fazla ilgilenmekte olduğumu fark ettim. Ezana daha vakit olduğundan sağa sola bakınarak yavaşça yürüyordum. İlk önce apartman komşumuz olan mahalle bakkalı Fuat beye bir selam ettim. Eve gelip giderken adeta tekmil vermek gibi bir fonksiyonu olan bu uğramayı aksattığımda sanki komşum darılacakmış gibi bir hisse kapıldığimdan bu akşam da önünden geçerken selamı ihmal etmedim.

Bu bölgede son yıllarda çok fazla berber ve kuaför açıldığını naklederek ilk sosyolojik tespitlerime başlayabilirim. Bu dükkanların büyük bölümü de genelde Arap müşteriler için dizayn edilmiş. Bizim evin altında bile ön tarafından iki adet büyük hanım resminin vitrinin neredeyse tamamen kapladığı bir kuaför açıldığını söylersem işin hangi boyuta vardığını kavrayabilirsiniz.. Tahmini olarak 200-250 metrelik bir yürüyüş mesafesi içinde 7-8 adet berber ve kuaför bulunuyor. Bir tanesi hariç hepsi son birkaç senede açıldı. Sanki bu Arap kardeşlerimizin erkekleri ve gençleri sabah akşam traş oluyor, hanımları ise saçlarını yaptırıyorlar.

Bizim caddenin Akşemseddin Caddesi ile buluştuğu noktada Hadramut adlı grubun bir Yemen lokantası var: Hadramut Yamani.. Günün her saati içi ve önü kalabalık. Sadece o mu? Ana yolun yukarısına ve aşağısına doğru son yıllarda büyüklü küçüklü çok sayıda Suriye, Filistin ve Yemen lokantaları açıldı. Damak tadı iyi olan benim ortanca oğlum bunlardan bazılarının kendi ülkelerinde şöhrete sahip lokantalar olduklarını ifade ediyor. Ben genelde bu yörelerin baharatlarından hoşlanmadığımdan bu lokantalar ilgimi hiç mi hiç çekmiyor.
Yine Akşemseddin caddesi üzerinde birkaç adet Şam menşeli tatlıcı da var ki, bu konu ilgi alanıma girdiğinden bazılarının mamüllerinin bir hayli güzel olduğunu ifade etmeliyim. Bir vesile oluşturup tatmanızda yarar var.

Camiye giderken yemek ve tatlı muhabbetine çok fazla dalmamaya çalışarak Balipaşa Camiine doğru yolumuza revan olabiliriz diyeceğim ama ana yolu aşıp karşıya geçtiğimizde yine yemek konusuna bir ufak değinmek gerekecek. Burada günün her saati önü kalabalık olan bir felafilci dükkanı var. Yanında da yine bir Şam tatlı dükkanı.
Devam ediyoruz ve sağ yanımızda bir zamanlar Galip bey diye bir arkadaşın kurmuş olduğu Aslan Çiftliği adlı süt ürünleri dükkanı bulunuyor. Yoğurt, süt, kaymak konusunda yıllardır başarıyla hizmet veren yerli ve milli bir firma. Karşısındaki Balipaşa Fırını bugüne kadar birkaç sahip değiştirmiş olsa da küçüklüğümden beri aynı yerde hizmete devam ediyor.

Balipaşa fırınını geçtikten sonra biraz ilerde büyük amcamların eskiden oturdukları evin bulunduğu yere geliyoruz. 142 Numarada, Rahmetli Salih dedem tarafından 50’li yıllarda inşa edilmiş, Ahmet amcamın Erken apartmanı bulunurdu. O evin her bir katında amcam ve çocukları otururdu ve bizler de ailecek oraya çok fazla gider gelirdik. Birkaç yıl evvel o evi sattılar. Yeni sahipleri de komple yıkıp yerine daha modern görüntülü bir ev inşa ettiler. Cami yolunda içime hüzün dolan manzaralardan birini görerek geçmişe doğru yolculuğa başladım. Erken Apartmanının altında 80’li yılların ikinci yarısında amcamın oğlunun Dantel markasıyla duvar kağıdı satışı yaptığı bir dükkanı bulunurdu. Rahmetli babam da kendi kuyumcu dükkanını sattıktan sonra bir dönem o dükkanda yeğenine yardımcı olmuştu. Bizler de bu vesileyle oraya çokça giderdik. O dükkanda biraz evvel bahsettiğim Dantel’den önce 80’li yılların başlarında Tanzim market adıyla bir iş yeri açılmıştı. O dönemde bu tarz marketler pek yoktu. Kasap ve şarküteri bölümü ile birlikte o devrin şartlarına göre bir hayli büyük bir marketti ve kendisinden sonra hızla açılacak bu tip iş yerlerine bir tür örneklik oluşturmuştu. Marketin sahipleri olan Avni ve Nevzat beylerin ikisi de babamın ve amcamların yakın ahbabı idi
Şimdi onun yerinde ve hemen yanı başında bir hanım bir de erkek kuaförü var. Gecenin geç saatlerine kadar içinde insanların bulunduğu rengarenk ışıklı dükkanlar
Bu tanzim market daha sonra hemen karşı binanın altına geçmişti. Orası daha da büyüktü. İnsanlar arabalarıyla uzaktan da olsa gelir ve burada ciddi alışveriş yaparlardı. Eş dost ve tanıdıkların toplandığı bir marketti.

Bu aile hatıraları bol olan bölgeyi geçtikten sonra hemen sol tarafta Şam menşeli bir kahveci dükkanı açılmış. Beyoğlu Kahvecisi adlı dükkan hem gidişte hem de dönüşte dolu idi. Onu geçtiğimizde birbirimizi gördüğümüzde baba dostu diye selamlaşıp kucaklaştığımız Ali beyin Çapaloğlu gıda adlı bakkal market arası bir dükkanı bulunuyor. Kendisi kapı önündeydi ve yine o mutad baba dostu hitaplı sarılmamızı yaptık ve yola devam ettim.
Camiye varmadan son köşede de yine Şam menşeili başka bir kahveci dükkanı açılmış ki onu bu gece fark ettim
Ve nihayet Balipaşa Camiine vasıl oldum. İçeri girdiğimde birkaç kişi vardı ve ezanla beraber Cami dolmaya başladı. Dikkatlice bakınca cemaatın neredeyse üçte biri Arap kardeşlerimizdi. O an birkaç akşam evvelsini hatırladım. Hafta başında yatsı namazı için gittiğim Hırka-ı Şerif Camii’nde bu oran neredeyse yarı yarıya idi. Hırka-ı Şerif civarında Arap nüfus oranının şahsi gözlemlerime göre daha fazla olduğunu tahmin ediyordum. Cami cemaatı oranlamasında da bu tahminim sanki kuvvetlenmiş oldu. Tabii Camideki cemaat oranı aynen nüfus oranı gibi anlaşılırsa doğru bir tesbit olmaz. Burada yapabileceğimiz yorum Arapların Camiye gelme oranlarının daha yüksek olduğu şeklinde olabilir. Yoksa Balipaşa Camii civarındaki nüfusun üçte biri Arap veya Hırka-ı Şerif mahallesinin yarısı Arap nüfus gibi bir iddia gerçeği yansıtmaz.

Cami içinde sağa sola bakındıkça birçok hatıram adeta peş peşe zihnime üşüştü. Büyük amcam, onun çocukları, damatları ve sonrasında da torunları genellikle bu camiye giderlerdi. Onun bir küçüğü olan rahmetli Necati amcam ve babam da çoğu kereler namazlarını burada kılarlardı. Caminin hemen karşısında Mahmut Erol Kılıçların Kılıç apartmanı yer alıyordu ki aileden çok az kişi kalmış olsa da bina hala orada duruyor. O bina ile ilgili de ne çok hatıram vardır. Mahmud’un kendisi, babası Şevki bey amca, amcası Ziya bey amca, ağabeyi Erdal Kılıç da bu caminin müdavimleri arasındaydı. Biz küçükken o caminin müezzini Osman amca, imamı da Sarı İmam lakabıyla maruf bir hoca efendi idi. Kadim dostumuz Candan Karlıtekin’ler de eskiden bu Caminin bir alt sokağında otururlardı. Kendisi ile ne zaman Fatih ve Balipaşa muhabbeti açsak hemen Rahmetli Sarı İmam ile Osman amcayı yad ederiz.
Daha sonra müezzin mahfiline Sıtkı ağabey ve Mustafa ağabey geçmişlerdi. Sıtkı ağabeyin Kur’an tilaveti çok güzeldi. Benim iki oğlumun sünnet düğünlerinde Sıtkı ağabeye rica etmiştim o da beni kırmamış ve düğün töreninin yapıldığı salona gelip Kur’an- ı Kerim ve ilahi okumuştu. Onu uzun zamandır göremediğimi düşündüm. Ne iyi ve dost canlısı bir insandı. Hemen Çapaloğlu Gıda Ali beye sordum. Sağolsun vazife edindi ve bana adresini bulacağını söyledi ki bu akşamın çokça sevindiğim anlarından biri idi.
Namaz aralarında gözüm hep cemaat içinde acaba o eski tanıdıklardan birini görür müyüm diye arandı durdu. Sonrasında düşündüm ki bu anlattığım kişi ve olayların geçtiği yıllar en erken 90’lı yıllar ve neredeyse 25 sene geçmiş. Tabii kimseye rastlayamadım.
Benim rahmetli bacanağım Abdulkadir Kibar da bir ara Balipaşa Camiinin hemen karşısındaki bir evde oturmuştu. Hatta vefat ettiğinde de orada idiler ve cenaze gecesi Camide dua yapıp arkadaşları ve dostlarıyla toplaşmıştık. Tabii bu olay da hüzünlü bir zaman dilimi olarak bu akşam hatırıma gelen olaylardan biriydi.
Bu duygular içinde Camide adetimin dışında uzunca süre kaldım. Tesbih, dua, aşr-ı şerif hepsini ikmal ettim. Sanki girdiğim bu zaman tünelinden çıkmak istemez gibi bir halet-i ruhiye içindeydim
Neyse cami boşalırken ben de çıktım. Yürürken bu yol üzerinde acaba başka neleri hatırlamam gerekir diye de düşünüyordum. Son hatırladığım babamın arkadaşı Çırçır’lı doktor Osman Nuri Sükas’ın da bir zamanlar bu cadde üzerinde oturduğu oldu. Rahmetli Osman amca en büyüğünden en küçüğüne bizim tüm ailenin doktoruydu. Neredeyse herkesin her şeyini bilirdi. Geçirdiği hastalıklar, içtiği ilaçlar, tansiyonu, şekeri, kalp çarpıntısı ve dahi aklınıza ne gelirse. Ne zaman icap etse çağrılır o da hiçbir zaman yüksünmeden gelir ve ne gerekiyorsa yapardı. Koca bir doktor çantası, içinde gerektiğinde ocak üzerinde iğneleri kaynattığı teneke bir kutu, tansiyon aleti ve acil bir durum olduğunda kullanabileceği bazı ilaçlar. Osman amca aile büyüklerinden çok dua almış bir adamdı. Allah rahmet eylesin
Camiden eve gelene kadar bu hatıraların daha alt detaylarını da hatırlamaya çalıştım. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini bir defa daha kendi kendime tasdik ettikten sonra bu hatırladıklarımı unutmadan hemen yazıya geçeyim diye bilgisayar başına oturdum
Bu yazıda yer alan tüm ölmüşlerimize Rahmet geride kalanlara ve bu yazıyı okuyanlara da sıhhat ve afiyet diliyorum.

Facebook paylaşımı 07 Temmuz 2018