AYRILIKTAN 100 YIL SONRA ATA TOPRAĞINDAYIM !

Mayıs ayının 24 ila 26’sı arasında Selanik Kitap Fuarı’nı ziyaret etmek maksadıyla Osmanlı Rumeli’sinin bu önemli şehrine seyahat ettik. 24 Mayıs Perşembe sabahında, İstanbul’dan ben dahil 4’ü İstanbul Ticaret Odası (İTO) Meclis üyesi ve diğer ikisi de İTO personelinden oluşan kafile ile yola çıktık. Karayolu ile İpsala sınır kapısından geçerek Yunanistan sınırlarına girdik.Mustafa Sarnıç ve İTO heyeti

Gümülcine’den Moğolistan’a atandı büyükelçi olarak

İpsala gümrük kapısından sonra ilk durağımız olan Gümülcine’de Türkiye Gümülcine Başkonsolosluğumuzu ziyaret ettik. Başkonsolosumuz Sn. Mustafa Sarnıç bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladı. Yakın bir süre sonra Moğolistan’a büyükelçi olarak gidecek olan Mustafa Bey, Gümülcine’deki Türk ve Müslüman azınlığın meseleleri ve Yunanistan’ın son durumu ile ilgili düşüncelerini bizlerle paylaştı. Bizler de ziyaretimiz ve genel konular ile alakalı kendisini bilgilendirdik.

Sayın Başkonsolos bizlere eşi tarafından hazırlanmış olan çok kıymetli bir kitabı hediye olarak verdi. Esin Sarnıç Hanımefendi Batı Trakya’da Ramazan adıyla güzel bir eser ortaya çıkarmış.

Sadık Ahmet’in çizgisini devam ettiriyorlar

Başkonsolusumuz ile beraberce yediğimiz yemekten sonra, Dostluk, Eşitlik ve Barış Partisi’nin genel merkezine kısa bir ziyaret yaptık. Parti Genel Başkanı Mustafa Ali Çavuş, merhum Sadık Ahmet’in çizgisini devam ettirmek konusunda gayret içinde olduklarını özellikle zikretti.

Gümülcine'de Dostluk Eşitlik ve Barış PartisiDaha sonra yürüme yolumuz üzerindeki Gümülcine Türk Gençler Birliği Lokali’ndeki kardeşlerimize uğrayıp hatırlarını sorduk. 1928 Yılında kurulmuş olan bu birliğin, isminde Türk kelimesi olduğu için Yunan makamlarınca sakıncalı olarak değerlendirildiğini öğrenmek bizleri hayrete düşürdü.

Atanmış müftü ve imamlarla dinî hayata müdahale ediliyor

Gümülcine’deki kısa ziyaretimizde gördüğümüz şu ki, sınırımızdan Karasu bölgesine kadar olan yerde, Yunanlılar azınlık statüsündeki Türklere kısmî bir serbestlik vermiş durumdalar. Camiler açık, minareler ayakta, ezanlar susmamış.

Fakat atanmış müftü ve imamlarla onların dinî hayatlarına müdahale etmeye çalışıyorlar. Halk da atanmış imam ve müftülere karşı sessiz ama içten gelen bir direnç gösteriyor. Bu direncin nasıl bir şey olduğunu sözle anlatmak pek mümkün değil. Bizzat o insanların arasında yaşanarak bu farklılık daha net algılanabilir.

Varlığına izin verilen minarelerin yükseklik ölçüsüne dikkat ediliyor. Türklerin bulundaki bölgelere hizmeti en minimum oranda götürüyorlar. Her saniyeleri kontrol altında. Gümülcine Başkonsolosluğu’na yaklaştığımız andan itibaren bizim bile peşimize takılan iki sivil polis memuru şehri terk edene kadar yanımızdan ayrılmadı.

Gümülcine’de başta Başkonsolosumuz olmak üzere tüm Türkler uyanık ve ne yaptığını bilen insanlar. Anavatandan gelen bizim gibi kişiler onlara moral veriyor ve direnme güçlerini arttırıyorlar.

O kadar yerleşim yerinin adı değişti ama Kavala’nın adı aynı kaldı

Gümülcine’den sonra yola devam eden kafilemiz, İskeçe’yi geçtikten sonra Kavala’ya vardı. Kavala deniz kenarında güzel bir liman ve sayfiye şehri. Şehrin deniz kenarında bir miktar yürüyüş yaptıktan sonra, yüksekçe bir yerinde yer alan kalesini uzaktan seyrettik. Kavala’ya bu benim ikinci gidişim. İlk gittiğimde öğrendiğim bir bilgi bana çok çarpıcı Kavala Kalesigelmişti. Balkanlarda yer isimleri, özellikte Yunanistan’da, tamamen değiştirilmiş.

Kavala’nın isminin değişmemiş olmasının sebebi, Osmanlı’da merkeze isyan eden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu bölgede doğmuş olması imiş. Yunanlı, düşmanı olduğu Osmanlı’ya ihanet edenin ismini ilelebet yaşatmaya önem veriyor.

Fuar alanı daha önce Müslüman mezarlığı imiş

Kavala’da kısa bir süre kaldıktan sonra Selanik’e doğru yola devam ediyoruz. Akşamüstü saatlerinde Selanik’e varıyoruz ve otele yerleşiyoruz. Kısa bir dinlenmeden sonra da Selanik Kitap Fuarı’nın yapıldığı mekana geçiyoruz. Fuar alanı daha önce Müslüman mezarlığı olan bir bölge imiş. Yunanlılar bu mezarlığı ortadan kaldırıp yerine geniş bir sergi alanı kurmuşlar. Bu insanların başkalarının değerlerin saygısı yok denecek kadar az. Her davranışlarında bunu hissetmek mümkün.

Kitap fuarı iki büyük sergi alanından oluşmuş. Birçok ülkedeki kitap fuarlarına göre metrekare olarak daha küçük bir alanda kurulmuş olmasına rağmen Balkanların en önemli şehirlerinden birinde yapılıyor olması bu fuara bizim nazarımızda ayrı bir önem katıyor.

İTO, Selanik Kitap Fuarı’na 3 yıldır stand bazında katılıyor. Geçen yönetim döneminden itibaren başlamış olan yurt dışındaki önemli merkezlerde kültür ve kitap fuarlarına katılım programının gelişerek devam ediyor olması çok önemsediğimiz bir husus. Bu fuarlar farklı kültürlerle doğrudan temas imkanı sağlıyor ve aynı zamanda kendi kültürel Selanik Kitap Fuarı İTO standıve düşünsel birikimimizin yurt dışında sunulmasına imkan veriyor.

İTO’nun standı yine çok güzel ve fonksiyonel bir tarzda dizayn edilmiş. Standda Kültür Bakanlığı’na TEDA projesinin tanıtılması için bir bölüm ayrılmış. Kültür AŞ’nin bazı kitapları da yine İTO standında sergilenmiş.

“Bir tek benim lisanım var” demek istiyor Yunan

İTO dışında fuarda bir de Hizmet Vakfı’nın standı vardı. Yunanca basılmış Risale-i Nurlar kitap okurlarının dikkatine sunulmuştu. Fuarın özellikle çocuk kitapları bölümü çok canlı idi. Ertesi günkü ziyaretimizde yüzlerce çocuğun gruplar halinde fuarda kitapların arasında dolaşması özellikle dikkatimizi çekti. Yayınevleri onlara özel standlar kurmuşlar. Çocukların dikkatle takip ettikleri gösteriler ve programlar düzenliyorlardı.

Fuarda, İTO dışında neredeyse tüm yayınevlerinin kitapları Yunanca. İngilizce kitap bile -bizimkini dışarıda tutarsak- yok gibiydi. Yunanlı şunu demek istiyor: Bir tek benim lisanım var. Benimle kültürel temas kurmak istiyorsan dilimi ve yazımı öğrenmek zorundasın. Fuarı gezerken, Osmanlı Türkçesi’nin dil ve yazı olarak bizim gelişmemize mani olduğunu söyleyenlerin sözlerinin sıhhat derecesini çokça düşünmek fırsatını buldum.

Dışişlerimizin yurtdışı kadrosu artık genç, dinamik ve şuurlu

Seyahatimizin ana hedefi kitap fuarının dolaşılması ve oraya katılan arkadaşlarımıza moral desteği olmakla birlikte bu önemli şehirde birçok başka ziyaret de gerçekleştirdik.

Selanik Başkonsolosumuz Sn. Tuğrul Biltekin bizleri rezidansında kabul etti. Genç, dinamik, meselelere vakıf bir diplomatla karşılaşmaktan dolayı heyet olarak çok mutlu olduk. Daha sonra kendi aramızda değerlendirme yaparken; son dönemde Dışişleri Bakanlığımızın yurt dışı kadrolarında çokça görmeye başladığımız bu dinamik, şuurlu başkonsoloslar ve büyükelçilerin, ülkemizin dış Tuğrul Biltekin ve İTO heyetipolitikadaki aktif duruşunu kuvvetlendiren önemli gelişmelerden biri olduğu konusunda ittifak ettiğimizi beraberce teyit ettik. Ayrıca Selanik Başkonsolosluğu’na 8 ay evvel bir ticari ataşenin atanmış olması da diğer önemli bir gelişme olarak dikkatimizi çekti.

Konsolosluğun hemen yanı başındaki Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev de Selanik’te önemli bir mekan. Bir konsolos görevlisi bize evin çeşitli kesimlerinin tarihini ve fonksiyonlarını anlattı.

2. Abdülhamid’in kaldığı Alatini Köşkü’ne uzaktan bakabildik

Küçüklüğümüzde, babamın anneannesi rahmetli Pakize Hanım, bize Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ile tanıştıklarını anlatırdı. Ondan bahsederken Rumeli aksanı ile “Zübide Molla” derdi. Biz kendisine “niye kendisine ‘molla’ derdiniz” diye sorduğumuzda, “evladım, o zamanlar bizim oralarda okumuş yazmışlara ‘molla’ denirdi” diye cevaplardı. Muhtemel ki bizimkiler de bu bölgeye yakın bir yerlerde otururlarmış. Bu yerleri gördüğümüzde onları da yâd etme imkânı buldum.

Selanik’te Sultan II. Abdulhamid Han’ın hal edildikten sonra sürgüne yollandığı Alatini Köşkü’nün etrafını dışarıdan dikkatlice ve hüzünle dolaştık. Daha önceden cami olarak kullanılan ve şu an ya metruk, ya onarım halinde, ya da kültür merkezi olarak kullanılan camileri içimiz burkularak seyrettik. Koca şehirde bir tane kalmış olan minarenin yakınından geçerken, Türkiye’de mevcudiyeti dikkatimizi bu kadar çekmeyen minarenin önemini bir kere daha teyid ettik.

Regaib Kandili’ni Selanik’in 50-60 metrekarelik tek mescidinde idrak ettik

Selanik’e vardığımız gece Mübarek Regaib Gecesi idi. Fuarda karşılaştığımız Ticaret ataşesi Kemal Bey, Regaib gecesinde Selanik’te mescid olarak kullanılan tek mekânda bir program düzenlendiğini ve başkonsolusumuzun da orada olduğunu bize haber etti. Bu haber gurbette bizim için o kadar önemliydi ki hemen adresini alıp oraya doğru yöneldik.

Bir binanın alt katında 50-60 metrekarelik bir mescide Müslümanlar oturmuş, Kur’an ve Mevlid okuyan hoca efendiyi huşu içinde dinliyorlardı. Dernek başkanı ve TC Başkonsolusu da bağdaş kurmuş, cemaatle birlikte oturuyorlardı. Bu muhteşem manzara bizleri adeta büyüledi. Biz de onlara katıldık. Akşam namazı sonrasında cemaat ile hasbihal ettik.Selanik Kitap Fuarı

Makedonya-Trakya Müslümanları Kültür ve Eğitim Derneği adı ile organize olan bu insanlar, başkanları İsmailoğlu Osman Amca’nın önderliğinde bu mekanda ibadetlerini yapıyorlar. Küçük ama coşkulu bir cemaat. Bize faaliyetlerinden bahsettiler. Çocuklarına dillerini ve dinlerini öğretmek için bu girişimi başlattıklarını anlattılar.

Kısıtlı imkanlarla büyük ve önemli işler yapıyor Selanik’te Müslümanlar

Cuma sabahı, ilk olarak otelimizden çıkarak Beyaz Kule’ye gittik. İzmir’in kordon boyunu andıran kıyıdan yürüyerek vardığımız ve adeta şehrin simgesi olarak kabul edilen bu kule 15. veya 16. yy’larda Venediklilerce inşa edilmiş. Birçok kere yıkılan kule son olarak Kanuni döneminde Mimar Sinan tarafından altı katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminde bir müddet zindan olarak kullanılan bu eser, 1878’de kapatılarak beyaza boyandığı için bu adla anıldığı söylenmekte. 1985 yılından beri, Osmanlı tarihi hariç, Selanik tarihinin sergilendiği bir müze olarak ziyarete açık olan bu kuleyi dolaştık.

Daha sonra Cuma namazı için bir önceki akşam gittiğimiz mescide gittik. Cuma namazını kıldık. Osmaniye Mescidi adını verdikleri bu güzel mekanın önünde hatıra fotoğrafı çektirdik, cemaatin ihtiyaçlarını dinledik. Türkiye şartlarında pek de önemli görmediğimiz paralarla bu insanların buralarda çok ciddi hizmetler yapabileceğini tespit ettik. Bu tespitlerin aynı zamanda bizler için bir mükellefiyet olduğu fikri ile bu güzel insanlardan ayrıldık.

Daha sonra, Selanik’te kısa bir süre kalacağımız ve hepsini detaylı bir şekilde ziyaret edemeyeceğimiz için tarihî mekanları hızlı bir şekilde dolaşmak kararı aldık:Selanik Osmaniye Mescidi

Selanik’deki ilk cami olan ve 1468 yılında 2. Murat döneminde kumandan Hamza Bey için yaptırılmış Hamza Bey Camii’ni, Alaca İmaret Camii (İshak Paşa Camii)’ni, Yeni Cami’yi,  Bey Hamamı ve Paşa Hamamı’nı sadece dışından görerek Ticari ataşemizin ofisine gittik. Ticari ataşe bizleri Kuzey Yunanistan Yunan-Türk Odası Başkanı ile buluşturdu. İki ülke arasında ne tür ticari irtibatlar kurulabileceğini ve mevcut olanların nasıl daha verimli hale getirilebileceğini müzakere ettik.

Daha sonraki ziyaret noktamız Selanik’in üst kısımlarındaki kale idi. Yedi Kule olarak da isimlendirilen bu mekandan şehri kuşbakışı görmek mümkün. Vakit akşama geldiği için bu bölgede kısa bir dolaşmadan sonra bir yemeklik zaman orada kalarak Osmanlı zamanından kalan binaların arasındaki dar yollardan geçerek şehre indik.

100 yıl sonra ben dedemlerin terk etmek zorunda kaldıkları bölgeye gidecektim

Cumartesi günü sabahtan Selanik’e veda ettik. Yağmurlu bir havada başlayan yolculuğumuzun benim için en önemli kısımlarından biri, dönüş yolumuzdaki Kilkis veya Osmanlı’daki adı ile Avrethisar ziyareti idi.

Aile içinde anlatıldığı kadarıyla baba tarafından rahmetli dedemler bu bölgede otururlarmış. Dedemin babası olan Topal Ahmet Bey’in Avrethisar’da bir çiftliği varmış. Balkan Savaşı patladığında Bulgarlar bu bölgeye doğru gelirlerken dedemler tren yolu ile evlerini terk edip yaklaşık 60 km uzaklıktaki Selanik’e gitmişler.

Balkanlardan çıkışımızın başladığı süreden 100 yıl sonra ben dedemlerin terk etmek zorunda kaldıkları bölgeye gidecektim. Bildiğim tek nokta da orada bir tren istasyonu olduğu idi. Kafiledeki arkadaşlar da benim heyecanıma ortak oldular ve Kilkis’a giderek tren istasyonunu soruşturmaya başladık.

Dedemler her şeylerini ardlarında bırakıp kaçmışlar Bulgar gavurundanSelanik Kalesi

Bir iki temastan sonra Kilkis’in merkezine 3-4 kilometre uzakta Christona denen bir mekanda metruk bir istasyon ve önünden geçen tren raylarının olduğunu bilen bir iki kişi bulduk. Sağanak yağmur altında, şu an boş bir hangar gibi duran metruk istasyona ve önünden geçen tren yoluna ulaştık.

Demek ki rahmetli dedem, kardeşleri ile birlikte aile içindeki anlatımıyla ‘Bulgar gavurundan’ bu istasyondaki son tren ile kaçmışlar. Her şeylerini arkada bırakarak Selanik’e gelmişler. Daha sonra da mübadele ile önce Manisa’ya, daha sonra da 1933’de İstanbul’a ulaşmışlar.

Avrethisar’dan mekanı bulmanın mutluluğu, ama aynı zamanda dedelerimin çektiklerini düşünerek içime dolan hüznü bir arada yaşayarak ayrıldık. Karayolu ile gerçekleştirdiğimiz bu yolculuğu, yaklaşık 550 km olan Selanik-İstanbul yolunu sağ salim kat ederek bitirdik ve şehrimize vasıl olduk.

Osmanlı’nın son dönemleri hüzünlü mübadele ve göç hikayeleriyle dolu

Osmanlı’nın son dönemleri hakikaten çok hüzünlü olayları barındıran bir zaman dilimi. Bizim ailenin yaşadığı tipteki mübadele ve göç hikayelerini bir çok ailede bulmak mümkün. Osmanlı’nın terk etmek zorunda kaldığı bölgelerde ise yüz yıl sonra bile henüz sıhhatli ve adaletli bir denge kurulabilmiş değil.

İnşallah bu geçirilen hüzünlü devirler daha adaletli bir dünya kurulabilmesi noktasında tüm milletler için ders olur.

ERHAN ERKEN

Dünya Bizim 28.Mayıs 2012Avrethisar İstasyonu

Kültür Ekonomisi ve İstanbul

 

2010 yılı Avrupa Kültür başkenti olarak ilan edilmesiyle birlikte İstanbul şehri  farklı açılardan yeniden ilgi odağı oldu. Şehirle birlikte birçok temel kavram da gündemimizde önemli bir yer işgal etmeye başladı.

Bilindiği üzere kullanılan kelime ve kavramların  maksadı ifade edebilmede çok büyük önemi var. Bu sebepten mevzu bahis olan bu kelime ve kavramlar üzerinde öncelikle ve derinlemesine durmakta fayda olduğunu düşünüyor ve onları  farklı açılardan değerlendirmek  istiyorum. Bu kelime ve kavramlar çoğu zaman birbirlerinin yerine kullanılıyorlar. Farklı ülkelerde ve farklı disiplinlerde farklı anlamlara geliyorlar
Öncelikle doğdukları ülkelerde ve şartlarda ne şekilde ortaya çıktıkları,  hangi evrelerden geçtikleri üzerinde bir miktar durmakta yarar var. Sonrasında da bugün için  bu kavramları kullananların onları  hangi anlamlarda kullandıklarına bakmak bizlere değişik bakış açıları sağlayacak anlamlarda kullandıklarına bakmak bizlere değişik bakış açıları sağlayacak.

Peki, bu kelime ve kavramlar neler?

En başta kültürü ele alalım. Kültürün tesbit edilebildiği  kadarıyla 160 küsür tanımı mevcut. Bir kullanım şekli olarak, ekip biçmek anlamına geliyor. Bizde de ilk karşılığı hars olarak kullanılmış. Hatta  bir ara ekin diye de tanımlandığına rastlanıyor. Daha sonra bir kısım aydın irfan kelimesinde karar kılmış (özellikle 2. Meşrutiyet aydınları). İrfan ise hem ilim, hem iman, hem de edeb i içeriyor. Dini ve dünyevi diye ikiye ayrılmıyor, bir bütün  olarak ele alınıyor.  Bilginin dışında sezerek idrak etme gücünü de anlatıyor kelime olarak.

Çok çeşitli tanımlar içinde kültür ile ilgili şu tanımları kullanmayı tercih edebiliriz;

Yaşayış üslubumuzda, düşüncemizde, günlük münasebetlerimizde sanatta, edebiyatta, dinde, eğlencede, yaratılışımızın ifadesi

Bir değerler ve idealler tasarısı

İnsanı insan yapan bilgilerin bütünü

Sosyal planda bir medeniyetin özelliklerini gösteren entellektüel, moral, maddi yanlarının, değer sistemlerinin, yaşayış üsluplarının bütünü…

Tarihi süreçte kültür ve medeniyetin bazen yanyana , bazen de birbirlerinin yerine  kullanıldığını görüyoruz. Medeniyet ile ilgili şöyle bir tanımı tercih edebiliriz; insanın hayat şartlarına söz geçirmek için tasarladığı mekanizmaların veya organizasyonların bütünü.

Medeniyet kültüre göre daha birikimci, daha kolay yayılıcı, kültür ise daha çok kişilere bağlı ve sübjektif…

Çağdaş sosyologların bir bölümü, kültürü bir dönem toplumlara ait bir değer olarak ele almışlar. Aralarında yakınlık bulunan veya ortak bir kaynaktan gelen milli kültürlerin bir araya gelişinden de medeniyet oluşuyor diye de tarif etmişler.

Medeniyet ise; zaman ve mekanda çok daha geniş ve çok daha kucaklayıcı bütünler için kullanılmış.

Rahmetli üstad Cemil Meriç umran kelimesini (kavramını ) daha kuşatıcı buluyor
Ona göre halk, nüfus, ahali, kültür, medeniyet hepsi umran kavramının içinde yer alıyor. Umran geniş anlamıyla; kültür demek: bilgiyi, inancı, sanatı, ahlakı, hukuku, adaleti bir kelime ile insanın toplumsal bir varlık olarak elde ettiği bütün kabiliyetleri kucaklayan bir bütün. Bir kavmin yaptıklarının ve oluşturduklarının bütünü diye tanımlıyor. İctimai ve dini düzen; adetler ve inançlar hepsi bu kavramın içinde adeta mündemiç..

İbn-i Haldun da ise diğer anahtar kelime asabiyet… Umran bir badiye de teşekkül ediyor… Bir de şehirde, asabiyet ise tüm bu oluşumların en önemli bağlayıcı unsuru..

Bu kelime ve kavramları her ele alışımızda farklı bir bakış açısı kazandığımızı hissedeceğiz… Birçok farklı sözlüğe bakmak da ufkumuzu açmak açısından büyük yarar sağlayacaktır..

İstanbul kültür, irfan, medeniyet açısından büyük bir birikim. Bu birikimde bize ait olan çok fazla unsur mevcut. Bu bizin ne olduğunu iyice ortaya koyabilmeliyiz.

Bizim İstanbul’umuz  deyince bu tanımın gerektirdiği farklılıklar nelerdir? İstanbul’un bizim olarak devam edebilmesi için niye bazı farklılıkları ısrarla muhafaza etmeliyiz?
Onları ortadan kaldırırsak veya kaldırılmasına müsade edersek bu şehre bizim şehrimiz demek mümkün olur mu?

1453 de İstanbul bir fetih yaşadı. Bizans’da Konstantinapolis olan bu şehir, başka bir bir medeniyetin başkenti oldu. Yani bizim medeniyetimizin başşehri oldu.
Bu açık, net ve hiçbir zaman ortadan kaldırlamayacak  bir gerçektir….

Uzunca bir dönem aynı zamanda Doğu Romanın başkenti olma vasfını da korudu. Fakat tarihi süreç içinde değişti ve dönüştü. Tarihte fetih gerçekleştiren bir çok kavmin yapamadığı çok özel bir şeyi başardı. Kendisini fetheden insanların ait oldukları medeniyetin sembol şehri haline geldi. Eskiden var olan bir çok tarihi özelliği ve insan malzemesini de kaybetmeden hepsini bünyesinde barındırarak bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirdi. Bize bu halde emanet edildi. Bizler de bu emanet içinde doğduk

Şehir, içinde yaşanılan, kendisini var eden tüm özellikleriyle beraberce yaşanılan,  geçmişten gelen tüm yapılarıyla ve değerleriyle uyum içinde hayat sürülen bir bütündür.

İstanbul şehri mevzubahis edildiğinde, bu şehrin sakinlerinin önemli bir bölümü,  maalesef bu özelliğin kısmen ihmal edildiğini ve şehrin tarihi özellikleri korunmaya çalışılırken içinde yaşanılan hayata müdahale edildiği gibi bir hisse sahip oluyorlar..
Bir şehrin yapılarını koruyayım derken, onun içinde yaşayan insanların hayatlarına direk veya dolaylı olarak müdahale etmek, insanların o alanları terketmelerine sebep olabilir. (hali hazırda oluyor da)

Bu hal de o şehrin zamanla kısmen bir müze haline gelmesine yol açar ve o şehri içinde yaşanılır bir yer olmaktan çıkarır. İstanbul’un böylesi bir tehlike içinde olduğu belli bir süredir bir çok çevrede dile getirilmekte…

Şehir, kültür ve medeniyet kavramları ile ilgili bu kısa değerlendirmeden sonra, son dönemlerde çokça kullanılan yeni bir kavrama değinmek istiyorum, kültür ekonomisi..

Kültür ekonomisi, son yıllarda öne çıkan bir kavram. Özellikle batıda gittikçe  önem kazanıyor. Bizim için de zaman içinde ciddi bir öneme sahip olacak gibi görünüyor…

Kültürel değerlerin ekonomik bir değer olarak değerlendirilip ülke ekonomisi için önemli bir girdi sağlaması fikri ile birlikte gelişen bu kavram, hem İstanbul hem de Türkiye’nin bir çok şehri için değerlendirilebilecek yeni bir saha olarak gündemimizi işgal etmeye başladı.

Özellikle İstanbul’un  kültür ekonomisinin nesnesi haline getirilmesi konuşulurken bu sembol şehrin doğru bir şekilde ele alınması gerekiyor.

Bir medeniyetin başşehri olan ve önemli bir tarihi birikime sahip bu şehrin kültür ekonomisi çerçevesinde ele alınması sırasında şehir olma vasfını muhafaza ederek, yaşayan bir organizma olarak ele alınması, ekonomik değerler uğruna onun bir müze şehir haline getirme çabalarına karşı dikkatli olunması gerekiyor.

2010 kültür başkenti kavramı içinde de bence bu tip bir tehlikeden özellikle kaçınmalıyız. Belediyelerimiz,  kamu yöneticilerimiz ve halkımız,  tarihi dokunun korunmasına dikkat ederken bu hassasiyete de dikkat etmelidirler.

Bu noktanın adeta bıçak sırtı gibi çok hassas bir dengeye oturması gerekiyor
Ayarı kaçarsa maalesef şehrin elden gidivermesi tehlikesi başgösterir.

Büyük bir medeniyetin başkenti yaşayan bir müze haline geliverir: Biz onun içindeki eserleri  tamir ederiz, ışıklandırırız, fakat içinde yaşayamayız, etrafından sadece seyrederiz. Bu hususu teyit etmesi bakımından  çevremize şöyle bir bakıvermeniz yeterli..

Mesela, İstanbulun en büyük camilerinin etrafında yaşayan insan kaldı mı dikkatlice bir bakalım.
Sultanahmet, Süleymaniye, Bayezid, ve Yeni Cami gibi Selatin camilerin etrafında içerlerinde cemaat olabilecek ne kadar insan yaşıyor?

Başka bir açıdan bakıldığında da İstanbul’un büyük nüfus barındıran bölgeleri ne kadar İstanbul. Şehrinin klasik özelliklerini ne kadar taşıyorlar? Başımızı iki elimizin arasına alıp bir değerlendirelim; Başakşehir,  Beylikdüzü,  Ataşehir ne kadar İstanbul’dur?

Bu cümlelerime bakarak sakın ola ki bu ilçelerimizi modern şehircilik anlamında küçümsediğimiz anlaşılmamalı. Sadece bir medeniyet merkezi olan tarihi bir şehrin değerlendirilmesi anlamında bu mukayese yapılmalı..

İstanbul’u İstanbul yapan  kültüre ve içinde yer aldığı medeniyete ait özellikleri belirleyici olarak ortaya çıkartılmalı. Fakat onun yaşayan bir varlık olduğu ihmal edilmemeli…

Diğer ülkelerde yaşayan insanlar için de zaten bence cazip olan noktaların da buralar olduğu kanaatini taşımaktayız. 2010 Avrupa Kültür başkenti çalışmaları ve Kültür ekonomisi kavramları çerçevesinde  bu noktalara sürekli vurgu yapılmalı, bu vurguların altı kalın kalemle çizilmeli. Bu tarihi ve önemli şehri diğer ülke ve kültürlerden insanların merak edip gelip görmesi ve incelemesi için gayret edilmeli

Elbet merak eden olacaktır ve olmaktadır da.. O da kültür ekonomisi denen kavramın alanına girecek gelişmeleri ortaya çıkaracaktır

Bugün yılda 5 milyon kişi merak edip geliyorsa bu rakam en az 10 milyon olmalıdır
Onların gelişi şehrin ve ülkenin ekonomisine ciddi bir yarar da sağlayacaktır.

Fakat biz böylesi önemli bir konuda, ekonomik kaygıları önemserken kültür ve medeniyetimize ait, onların yaşayan bir varlık olarak devam etmesini sağlayamaya yönelik özellikleri bu hedefe kurban etmeyelim. Kapitalizmin herşeyi meta ve mal halinde ele alan bakış açısının ortaya çıkardığı arıza ekonomik kaygılarla bizlerin de en önemli başlığımız olmasın. Bahis mevzuu olan kavramlar ve değerlerimiz de meta olmasın. Sadece alınır satılır bir mal gibi değerlendirilmesin, irfan kaybolmasın, umran düşüncesi yitirilmesin.

Bu şehri öncelikle kendimiz ve nesillerimiz için koruyup gözetelim, güzelleştirelim, içinde yaşanılabilir bir şehir olarak muhafaza edelim. Eskiden istanbulluluk olarak tanımlanan özelliklere sahip insanların yaşadığı bir şehir haline yeniden getirelim
İnsanların gelip yaşadıkları, ekonomik değer elde ettikleri, mübarek topraklarını sadece rant aracı olak gördükleri, hoyratça tükettikleri, benimsemedikleri, cenazelerini bile alıp götürdükleri bir şehir olmaktan çıkaralım. Bu tarz bir bakış açısını tüm karar vericilerimize ve hemşehrilerimize yayarak  İstanbul’umuzu  diğer kültürlere ve medeniyetlere de örnek hale getirelim…

SEFERNAME-İ OXFORD

Aralık ayının üçüncü haftasında hanımla birlikte, ziyaret için Londra’nın yakınlarındaki Oxford’a gittik.

Oxford Londra’ya yaklaşık 80 km uzakta, neredeyse tamamiyle eğitim için organize edilmiş bir kasaba hüviyetinde. Bu kasabada neredeyse her şey eğitime odaklanmış vaziyette. Evler, pansiyonlar, alış veriş mekanları, ortak kullanıma açık yeşil alanlar, kütüphaneler,  vel hasıl hemen her şey…

Oxford Üniversitesi 40 kadar müstakil kolejden meydana gelen, tabii bu arada ortak kullanım alanları da bulunan bir eğitim mekanı. Çoğu, yüzyılı geçkin mazisi bulunan bu kolejler farklı alanlarda ihtisaslaşmış. Lisans eğitimi verenler olduğu gibi sadece lisansüstü çalışmalara odaklananlar da var.

Hemen hemen hepsinin dış yüzleri taş yapı ve iç avlularında insanı rahatlatan yemyeşil alanları bulunuyor. Daha modern birkaç tanesi hariç bu yapı stili kolejlerin mimarisine hakim.  İçlerinde kütüphaneleri, chapel diye adlandırılan küçük kiliseleri, öğrencilerin barınacakları yurtları, sınıfları ile bizim Osmanlı medreselerini andırıyorlar.

Kolejlerin duvarlarında o mekanlara hizmet etmiş kişilerin adlarının yazılı olduğu levhalar ahde vefanın güzel bir örneği olarak yer alıyorlar

Geleneği olmayanın geleceği olur mu?

İngiltere’ye gittiğinizde hava alanından çıktığınız andan itibaren trafiğin sol taraftan işlemesi ve taşıtların direksiyonlarının sağ tarafta olması çok belirgin bir farklılık olarak göze çarpıyor.

Caddelerden geçerken çocukluktan itibaren bize öğretilen; önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakacaksın klişesini hemen unutmanız ve kendinizi yeni baştan formatlamanız gerekiyor. Önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakmanız gerek,  yoksa maazallah başınıza çok iş açılabilir.

Osmanlı Türkçemizin sağdan sola yazılmasından dolayı çağdaş dünyanın gerisinde kalırız diye bize öğretilen bilgiyi burada yeniden tefekkür etmeye çalıştım. Bu İngilizler neredeyse tüm dünyaya meydan okuyarak trafik akışlarını ters (! ) yapmaya devam ediyorlar ama hiç de geride ( ! ) kalmıyorlar. Onlar kendi gerçeklerine ve geleneklerine sımsıkı sarılınca diğerleri de onlara uyum sağlamaya gayret ediyorlar.

Otomobil üreten ülkeler,  İngilizlere araba satabilmek için direksiyonları mecburen sağa tarafa koyuyorlar. Tabii sadece İngiltere’ye değil İngiliz Milletler topluluğuna bağlı ülkelere de aynı uygulama devam ediyor.

İngiltere’de buzdolabı kapakları bile ters (!) açılıyor.

Geleneğin önemi burada daha bir net görünüyor. Ölçü birimleri, bina tipleri, yollar v.s her yer tarihine bağlı olmakla adeta iftihar ediyor.

Yabancı bir mekanda belli bir süre kalmak, karşılaştığınız bir çok konu üzerinde etraflıca düşünme fırsatı veriyor insana.  Muhafazakar çevrelerde sıkça telaffuz edilen ve gençliğimizden beri bize öğretilen; ‘Batının tekniğini alalım fakat ahlakını ve yaşam biçimini almayalım’ deyişinin de pek anlamı olmadığını bir kere daha hissediyorsunuz buralarda.

Basit bir örnek vermek gerekirse; Lavaboda eliniz yıkarken iki ayrı batarya bulunuyor. Birinden sıcak diğerinden soğuk su akıyor. Ya eliniz veya ayağınız yanıyor veya buz gibi suyla üşüyorsunuz. Ilık su ile temizlenmek için lavabonun giderini tıkamanız ve biriken ılık suyu kullanmanız gerek. Peki  ilk temasdan sonra bu su temiz kalır mı?

Maalesef hayır…

Bizim geleneğimizde, ki bu dinden gelen bir husustur, ancak akarsu temizleyicidir. Lavabonuz ve bataryalarınız kendi anlayışınıza göre olmalı. Yani düşünce ve inanç biçiminiz ile ürettiğiniz teknoloji çok bağlantılı. Birini alırsanız otomatikmen diğeri de peşinden geliveriyor. Bu basit örneği hayatın her alanına taşımak mümkün.

Ya tuvaletler… Taharet musluğunun önemini fark etmeleri için bu batılılara hangi ilmihal kitabını okutmamız gerekecek? İlmihalsiz anlamaları mümkün olamayacak mı musluksuz tuvaletin ne kadar pis olduğunu? Su olmadan insanın tuvaletten sonra temizlenmesi mümkün müdür? Onun cevabı da elbette koca bir hayır!

Yabancı diyarlarda yaşasın pet şişe veya ibrik… Her şeyi çözüverdiği iddiasındaki Batılı kendi vücudunu temizleyemiyor. Kötü kokuları gidermek için parfüm şart…

Her şey eğitim için

Oxford’un güzel yanı öğrencilerin kendilerini geliştirebilmeleri ve ilme odaklanabilmeleri için neredeyse her şey düşünülmüş.

Sakin, yeşili bol, insanların kurallara uyma noktasında çok titiz davrandıkları, birbirlerinin yüzlerine tebessümle baktıkları bir ortam. Kabul edildiği bir koleje kayıt yaptıran öğrenci kendisine lazım olan tüm mekanlara elindeki kartla rahatlıkla girebiliyor, sağlık hizmeti alabiliyor. Bir bisikleti varsa,  ihtiyacı olan her tarafa rahatlıkla gidebiliyor. Her yer dümdüz ve herkesin takip edeceği yollar ve yerler belirlenmiş.  Yayalara bizde alışık olmadığımız kadar saygı gösteriliyor. Gerçi bu hal neredeyse bir çok Avrupa ülkesinde rastlanabilecek güzel bir ayrıntı.

Oxford ve çevresinden bazı manzaralar

Bir haftalık sürede kasabanın içinde ve çevresinde bir çok yere gidebilme imkanı bulduk. Bu sürede bir günümüzü oğlumuzun bir arkadaşının rehberliğinde Oxford’un bazı çevre köylerini gezerek değerlendirdik.  Bunlar arasında, ünlü İngiliz siyaset adamı Churchill’in doğup yaşadığı Woodstock ve içinde yer alan Bleinheim Palace çok ilginç bir mekan. Yemyeşil bir tabii çevre içinde muhteşem bir malikane. İnsanın burada filozof olmaması adeta imkansız gibi görünüyor.

Oxford’un yakın çevresindeki güzel yerlerden biri de Bourton On The Water köyü. Asırlara meydan okuyan binaları ve nefis tabii manzarasıyla bizleri bir hayli etkiledi. Köyde yaşlı nüfus çok fazla. İhtiyarlar güzel mekanlarda fakat yalnız yaşıyorlar. Bahçe içindeki evlerin önünden geçerken şayet gözünüz evin kapısında bir yaşlıya takılırsa o gözlerdeki muhabbete hasret bakışları fark etmemeniz mümkün değil. Vaktiniz varsa bu kişilerle uzunca bir sohbet yapabilirsiniz..

Oxford’da ziyaret ettiğimiz diğer bir mekan da Oxford İslamic Center. Merkezde iki binada hizmet veren bu kuruluş, içinde Türkiye’nin de bulunduğu birkaç Müslüman Ülkenin destekleri ile faaliyet gösteriyor. Araştırmacılar için küçük odaları, seminer salonları ve Mescidi ile kasabanın ortasında adeta bir nefes alma yeri. Son birkaç senedir daha büyük bir alanda yeni bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor. Henüz hizmete girmeyen bu Mescit ve binalar bitince İslamic Center’ın daha fonksiyonel bir yapıya bürüneceğine inanıyor Oxford’daki Müslüman öğrenciler ve araştırmacılar

Oxford’da iki müze

Kasaba’da kurulmuş olan iki adet Müzeyi de hızlıca ziyaret etme imkanı bulduk bu bir haftalık sürede.

Bunlardan biri farklı farklı ülkelerdeki hayvan örneklerinin sergilendiği  Natural History Museum bir hayli ilginç. Tarihte var olduğu ifade edilen dinazorlarun iskeletleri, girişte sizi tüm heybetiyle karşılıyor. Müzenin diğer bir tarafında birçok ülkeden getirilmiş olan çeşitli sanatlarla ilgili örnekleri de görmek mümkün

Bir diğeri de Ashmolean Museum adlı Müze. Dünyadaki farkli bölgelerden ve farklı medeniyetlerden çeşit çeşit eserlerin sergilendiği bu Müze, hakkıyla gezilmesi için en az bir tam günü gerekli kılan bir yapı. Vakit darlığından biraz hızlı dolaştığımız Müze, hakkını tam veremediğimiz inancıyla ayrıldığımız bir yer oldu bizim için.

Cami kapısından ayrılamayan Müslümanlar

Cuma namazı için Pakistanlıların yaptırdığı bir Camii’ye gittik. Oxford’daki Müslümanlar Cuma günü birbirlerini hasretle kucaklıyorlar namazdan sonra. İstanbul’da namaz bitince hemen çıkıp işlerine koşturan insanların yanında, burada yağmura rağmen insanların Cami kapısından bir türlü ayrılamamaları bana çok enteresan geldi,

Cuma sonrası Teksas doğumlu ve sonradan Müslümanlığı seçen Mustafa kardeşimizin refakatinde kasabanın

biraz dışındaki OLD MERSTON denen mahalleye gittik. Eski İngiliz evlerinin tipik örneklerinin yer aldığı bu bölgede, sağanak yağmur altında adeta tarihte bir kısa gezinti yaptık. Yüksek damlı tek veya iki katlı bahçeli evleri, tipik bir kilise ve mahalle mezarlığını ve dar sokakları geçerek gezimizi tamamladık. Rehberimiz Mustafa, not tuttuğumu görünce ‘sefernameme’ katkı olsun diye bir çok evin önünde durup resim çekmemi teşvik etti. Gazzali’de Eğitim yaklaşımı konusunda doktora yapan bu Şazeli dervişi, daha sonra gittiğimiz ve mükemmel bir misafirperverlik gösterdiği hanesinde, dünyanın dört bir yanından topladığı konusuyla ilgili orijinal belge ve kitapları bizlerle paylaştı.

Dünyanın farklı noktalarında hakikatin peşinde koşan farklı milletlerden insanları görmek, bir çok yanlışın yaşandığı dünyamızın içinde güzel örnekler olarak bizlere büyük moral verdi.

Cuma gününün gecesi çok ilginç bir Mevlid programına da katıldık. Asya Kültür Merkezi adlı bir mekanda, Müslümanlar akşam saatlerinde toplanarak bir taraftan Siyer okuyorlar aralarda da okudukları konulara uygun bizdeki Mevlid’e benzer ilahiler söylüyorlardı. İsmine Mevlid deseler de bir tür Siyer dersiydi katıldığımız program.

Hanımlar ve erkekler üst katta bu organizasyon içindeyken başka birileri de bir alt katta, onların küçük çocuklarına yönelik bir başka program yapıyorlardı. Programa gelenler evlerinde hazırladıkları nevaleleri getirmişler ve okumalar bittikten sonra onları topluca yedikten sonra evlerine dönüyorlardı..

İnsanlar hem hoşça vakit geçiriyorlar hem de beraberce bir şeyler öğreniyorlardı. Eğitim açısından değişik bir tecrübeydi.

Bir hafta içinde bu tarz bir iki programa daha davet edildik. Katıldıklarımızda şöyle bir şey dikkatimizi çekti. Programlar yaklaşık 2 saate göre ayarlanmış. Saatinde başlıyor ve fazla uzun sürmeden bitiyor ve herkes geldiği yere dönüyor. Başlangıç ve bitiş saatleri belli..

Ev okulları

Oxford’daki bazı Müslüman öğrenciler, araştırmacılar ve hocalar, kendi çocukları için ev okulları düzenlemişler. Çocukların, inandıkları değerlere göre yetişebilmeleri için içlerinden kim bir konuda uzmansa çocuklar onların evlerine derse gidiyorlar. Bu eğitimlerin yapıldığı bir evde gördüğümüz bir duvar yazısı bizim bir hayli dikkatimizi çekti.

‘HAFIZLIK KURALLARI’ diye başlayan bu metinde çocukların ağzından;

dikkatli dinleyeceğimize,

birbirimize yardım edeceğimize,

birbirimize yüksek sesle seslenmeyeceğimize

kibar olacağımıza,

utangaç olmayacağımıza,

kendimize güveneceğimize,

duyarlı olacağımıza.

Söz Veriyoruz diye yazıyordu..

 

Basit olmasına rağmen hem şekli hem de içeriği çok güzel bir kurallar manzumesi olarak örnek alınabilecek mahiyette bir duvar yazısı idi.

Bir haftalık Oxford seyahati gurbette evladına ve gelinine misafirliğe giden bir babanın ayrılırken yaşadığı tatlı bir hüzün ile noktalandı.

Onları Allah’a emanet ederek ve hanımı bir hafta için daha oralarda bırakarak İstanbul’a döndüm

 

Erhan Erken

Dünya Bizim 02.01.2012

 

YAKIN TARİHİMİZDE ANAYASALAR VE SOSYAL DEĞİŞİM

GENEL BİLGİLER

Ülkemizde Anayasa yerine kullanılmaya başlanan ilk kavram “Kanun-u Esasi” olmuştur. 1876 yılında hazırlanan ilk anayasa ile de meşrûtî bir idarenin temelleri atılmıştır. 1921 yılından başlayarak 1960 yılına kadar geçen devrede yürürlükte olan anayasalar için “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” deyimi kullanılmıştır. Anayasanın Batı dillerindeki karşılığı bilindiği gibi “constitution” dur. Bu kelime ise Latince kökenli olup, “kurmak, inşa etmek” anlamına gelmektedir

Genelde anayasalar diğer yasaların üzerinde, onlardan daha geniş kapsamlı ve bütünü kuşatıcı, bir görüşe göre ise onları doğuran, onlara kaynak ve dayanak olan bir yasa diye tanımlanmaktadır.

Anayasaları taşıdıkları özellikler itibariyle bir kaç kategoriye ayrılabiliriz:

Liberal anayasalar: Bu tip anayasalarda temel hak ve özgürlükler belirlenmiştir. Yasama, yürütme ve yargı arasında güçler dağılımı gerçekleştirilmiştir. İçerdikleri hükümler arasında hükümetlerin yapmaları gereken meselelerden bahsedilmez, genel olarak toplumun normları dile getirilir. Anayasa, adeta toplumun çeşitli kesimleri arasında bir anlaşma ve uzlaşma niteliğindeki bir belge hüviyetindedir.

Pragmatik anayasalar: Bu tip anayasalarda ise hükümetlerin programlarında bulunabilecek birçok şey yer alabilmektedir. Ekonomik, sosyal ve siyasi alanlardaki politikalar, ana çizgileriyle ve planlı bir temele dayalı olarak bu tip anayasalarda yazılıdır. Genel çizgileriyle bir mutabakattan çok, eğitici ve öğretici yanları ağır basan metinlerdir. Toplumun çeşitli kesimlerinin isteklerini yansıtmaktan, onlar arasındaki bir mutabakattan daha çok, çeşitli yönetici grupların istekleri doğrultusunda topluma şekil vermeye yönelik olarak hazırlanan ve kitlelere empoze edilen anayasalardır.

Anayasalarla üzerine yapılan diğer bir tasnife göre ise, anayasalar “yumuşak” (bükülgen) ya da “sert” (katı) olarak tarif edilmektedir. Değiştirilmesi, diğer yasalara göre farklı özellikler taşıyan, özel bir çoğunluk ya da organ gerektiren anayasalara “sert anayasalar” denmiştir. 1924, 1961 ve 1982 anayasaları bu türdendir. Yukarıda zikri geçen anayasalar aynı zamanda pragmatik anayasaların da temel özelliklerini taşımaktadır.

“Yumuşak” diye tabir edilen anayasaların tipik bir örneği İngiliz Anayasası’dır. İngiliz Anayasası yumuşak bir anayasa olarak nitelendirilebilse de ülkedeki cari hukuk sistemi için de köklü gelenekleri ile hissedilir bir üstünlüğe sahiptir.

Anayasalar bir ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısının temel dinamiklerini oluşturması bakımından büyük önem taşımaktadır. Bir ülkede yapılması düşünülen değişikliklerin yerleşmesi ve uygulanması açısından da anayasaların hatırı sayılır bir işlevi bulunmaktadır.

Ülkemizdeki anayasaları ve tarih boyunca meydana gelen toplumsal değişimleri analiz edebilmek için her iki kavramı da birbirleri ile bağlantılı olarak incelemek gerekmektedir.

Anayasa kavramı üzerine yukarıda verdiğimiz bu kısa malumattan sonra, ülkemizdeki sosyal yapının bazı temel özellikleri, genel anlamıyla sosyal değişim ve yakın dönemde ülkemizdeki sosyal değişimin serüveni üzerinde de kısaca durmak istiyorum.

ÜLKEMİZDEKİ SOSYAL DEĞİŞİMİN TARİHÎ ARKA PLANI

Türkiye’de toplumsal düzende genel anlamda ataerkil bir yapının hâkim olduğu, çok sayıda ilim adamı tarafından paylaşılmakta olan bir sosyolojik tespittir. Ataerkil yapılarda genelde üstün alta, devlet aygıtının millete, yönetici elitlerin yönetilenlere emredici bir bakış açısı bulunmaktadır. Alttakiler de bu emredici yaklaşımı, genel çerçevesiyle kabul eden bir tutum ortaya koymaktadır. Tabiidir ki tarihî süreç içinde bu ataerkil yaklaşım ve alttakilerin tutumunda belli bazı değişikler meydana gelmiştir. Fakat bu tespitimiz, genel bir trendin ortaya konulması için kullanılmakta olan bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir.

Toplumlarda tarihi süreçte ortaya çıkan sosyal yapıdaki değişiklikleri ifade edebilmek için kullanılmakta olan iki tanım, analizimizin kurgusu itibariyle tercih edilmiştir. Bunlardan bir tanesi; başka toplumlardaki değişimlere özenilerek o topluma uygulatılmaya çalışılan sosyal değişimler (ki orijinal deyimiyle ‘induced change’) , diğeri de; toplumun kendi iç dinamiklerinin sonucu olarak meydana gelen sosyal değişimlerdir. (ki orijinal deyimiyle’ organic change’  olarak ifade edilmektedir.)

Ülkemizde, birazdan detayları ile izah etmeye çalışacağımız değişimle, genelde başka toplumlardaki yapılara özenilerek ortaya çıkan değişimler olarak tanımlanmaktadır. Toplumumuzun ataerkil yapısından kaynaklanan özelliklerden dolayı da bu değişimler genelde yukarıdan aşağı doğru, bazen özendirilerek, bazen de zorlanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Bu değişim ve dönüşüme tarihî seyir içinde kısaca bakmak gerekirse;

1600’lı yılların ortalarına kadar gerek maddi güç, gerekse de hâkimiyeti altındaki alanları genişleyen Osmanlı Devleti, bilindiği gibi bu tarihlerden itibaren belli bir duraklama ve geriye gidiş süreci içine girmiştir. Osmanlı’nın maddi değerler itibariyle çağdaşlarına karşı olan üstünlüğünü kaybetmeye başlaması ile birlikte özellikle yöneticiler arasında çok farklı arayışlar ortaya çıkmıştır. Önceleri “‘Kanun-u kadîm’e dönelim, devleti, eski dönemlerdeki müesseseleri ihya ederek yeniden organize edelim” arayışıyla başlayan ıslahat teşebbüsleri zamanla farklı mecralara kaymıştır.

Bu çerçevede, ülke dışında hüküm süren, kaba hatları ile “Batılı” diye tabir edebileceğimiz düşünce ve yaşayış tarzı, ülkenin maddi gerilemesini durdurabilmek için tercih edilmesi gereken değerler olarak topluma, millete ve devlete teklif edilmeye başlanmıştır.

Bu yeni yönelimi ortaya atanlar ise; o zamana kadar toplumda önder durumunda olan âlimlerin yerini almaya başlayan ve “münevver veya aydın” diye tanımlanan; belirleyici özellikleri itibariyle farklı (özellikle de Batılı paradigmanın hâkim olduğu) bir eğitim sürecinden geçmiş kesimler ve yönetici kadrolar olmuştur.

Önce teklif ile başlayan bu süreç, zamanla, özenilen bu düşünce ve yaşayış tarzının temel değerlerinin, yukarıdan aşağıya. bazen özendirilerek, bazen zorlayarak topluma uygulatılmaya çalışılması şeklini almıştır.

Geride kalan yaklaşık 200 yılı aşkın tarihimizde görünen en önemli tercihlerden biri olan bu tercih, diğer tüm bağlı tercihleri de etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.

Bu temel tercih değişikliğinin ana hedefi olan en önemli müessese de, İslâm dini ve onun toplum hayatında etkili olan temel değerleridir. Bu temel değerlerin zayıflatılmaya çalışılması, toplum hayatının dışına itilmesi, toplum hayatının işlevsellikten uzak köşelerine hapsedilmeye çalışılması, son 200 yıllık dönemde kısmen tahakkuk ettirilebilmiştir. Bu süreç geçen zaman içinde hızını gittikçe arttırmıştır

Sosyal değişimi hızlandırmaya çalışan kesimlerin bu çalışmalarına, İslâm dinini önemsediğini iddia eden kitlelerin teorik ve pratikteki bazı eksiklikleri de önemli oranda katkı sağlamıştır.

Bu kitleler, kendi inandıkları değerleri öğrenmek,  şeksiz ve şüphesiz inanmak,  üzerinde düşünmek ve kendi dışlarında vukû bulan değişikleri okuyarak onlara yönelik çözüm üretmek konularında maalesef yeterli bir başarı sağlayamamışlardır.

Bu eksiklik ülkemizde ve genel anlamı ile İslâm dünyasında Batılı anlamda bir sosyal değişimi gerçekleştirmek isteyen kesimlerin, belli bir dönem daha kısmen başarılı bir görüntü ortaya çıkartabilmelerine yol açmıştır.

Bu noktada şöyle bir değerlendirme yapmak da yararlı olacaktır: Zamanın değişmesi ile insanların/toplumların bağlı oldukları değerlerden bazılarının değişeceği/değiştirilebileceği konusu, tarih boyunca sürekli tartışma konusu olmuştur. Asıl olan, nelerin değişebileceği ve nelerin değişmeden kalması gerektiği ile ilgili kararların net olarak verilebilmesidir.

Değerler sisteminin bağlı olduğu temel kaynakların değişmesi elbette kabul edilebilecek bir husus değildir. Ayrıca, varlık ve varlığın sebebi ile ilgili olarak bakış açısındaki bir değişimin, inanılan değerlerin boşa çıkması demek olacağından, değişime konu edilmesi de söz konusu olmayacak diğer bir noktadır.

İslâm dinini referans alan insanlar için varlığın sebebi Yaratıcıya kul olmaktır. Bu bilgiyi aldıkları temel kaynak da Kur’an ve onu insanlara ulaştıran Yüce Peygamberin söz ve davranışlarıdır. Dolayısıyla bu iki temel konu, değişmeyecek değişkenler olarak mütalaa edilmektedir. Bunun dışındaki hususların bu temel noktalara bağlı olarak zaman içinde belli farklılıklar gösterebileceği kısmen kabul görmektedir.

Burada Batılı anlamda sosyal değişimi ülkemizde uygulamak isteyenlerin, bu temel noktalar üzerinde değişiklik yapılmasını arzu ettikleri ve toplumu bu yönde etkilemek istemeleri tespiti üzerinden hareketle sosyal değişim olgusu incelenmelidir.

Bu noktada şöyle bir sorunun cevabı üzerinde hassasiyetle durulmalıdır: Ülkemizde tarihi süreçte ortaya çıkan ve bu topraklarda yaşayan insanların temel değerlerindeki değişimi ve bunun hayata etkisini hedef alan bir sosyal değişim mutlak bir durum mudur? Bu soruya “evet” cevabı vermenin mümkün olmadığı, inanan insanlar tarafından ısrarla savunulmaktadır.

Dünyanın yaratıldığı andan günümüze kadar geçen tarihi süreçte, son 200 yılı aşkın döneme benzer birçok devre gelmiş ve geçmiştir. Fakat hiç birinde dini hassasiyeti olanların kendi inandıkları değerleri, olması gerektiği gibi savunabilmeleri konusunda gösterdikleri zafiyet ve bu hassasiyetlerini hayata uygulamaya geçirebilmelerinin önündeki engeller mutlak manada kalıcılık gösterememiştir. Belli dönemlerde değişmemesi gereken temel dinamiklerin önemini fark eden ve değişim gereken noktaları da iyi okuyup ana referans noktalarına bağlı olarak bunları geliştirebilen yeni öncü kesimler ortaya çıkmış, doğrunun ve hakkın hayata uygulanmasına mani olanların engellemeleri/dayatmaları kısmen veya tamamen ortadan kaldırılmıştır.

SOSYAL DEĞİŞİMİN ÖNEMLİ BİR UNSURU OLARAK ANAYASALAR

Yukarıda, tarihî gelişim sürecini kısaca izah etmeye çalıştığımız Batılı manadaki bir sosyal değişimi bu millete uygulatmak isteyen kesimlerin son 200 yılda kullandıkları en önemli araçlardan bir tanesi, ülke dışındaki trendlere uygun olarak ortaya çıkan anayasa çalışmaları olmuştur. Batı’da Magna Carta; bizde de kısmen Sened-i İttifak ile başlayan bu süreç, son dönem toplumsal tarihimizde göze çarpan en etkin mekanizmalarından biri olarak zikredilebilir.

1876 ve 1909 anayasaları (Kanun-u Esasi) bizim tarihimizde ortaya çıkan anayasa tekniğine uygun ilk örneklerdir. 1921 anayasa tadilatı ve 1924 anayasaları (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) dikkatlice incelendiğinde kendilerinden sonra yaşanan süreçleri nasıl etkilemiş oldukları gayet açıklıkla görülebilir.

Tabii burada anayasaları, süreçleri etkileyen tek parametre olarak ele almak da bizleri başka bir eksik analize götürebilir. Güçlü yönetici elitler, dış etkiler, büyük savaşlar ve savaş sonraları ortaya çıkan ciddi yıkımların bu değişimlerdeki önemli rolleri de inkâr edilemez.

Tabiidir ki dünyanın diğer bölgelerinde ortaya çıkan büyük değişimler, bu bölgelerde yaşayan milletlerin insana, eşyaya ve tabiata bakışlarında meydana gelen büyük bakış farklılıkları ve onların ortaya çıkardığı farklı yönelimlerin etkisi, ülkemizdeki değişimi yoğun olarak etkileyen diğer parametrelerdir.

Türkiye’de büyük halk kitlelerinin din ile bağlantılarını menfi yönde etkileyen gelişmelerin ortaya çıkmasında, anayasaların kısmen hızlandırıcı, kısmen de değişimi kontrol altında tutucu önemli rolleri olmuştur.

Tüm bu yaşanan gelişmelere rağmen, dinin toplumun genlerinde var olan kalıcı etkisi, bazen en umulmadık anlarda ve en kısıtlayıcı dönemlerde bile Batılı anlamdaki sosyal değişimi etkileyen güçlerin ve onların kontrolünde oluşturulan anayasaların hesaplayamadığı en küçük aralıklardan gün yüzüne çıkabilmiştir. Mesela 1950–1960 yılları arasındaki dönemde bu tip bir gelişme göze çarpmaktadır. (Belli bir dönem ezanın Türkçe okunması ve 1950’den sonra tekrar aslına döndürülmesi bile toplumda çok önemli bir moral motivasyonu beraberinde getirmiştir.)

Gelişen liberal-kapitalist dış etkilerin topluma tesirde bulunduğu bir dönemde, ortaya çıkan bu kısmi özgürlük ortamından, dini hassasiyetler filizlenmiş ve geniş halk kesimleri din ile farklı tonda da olsa bir ilişki kurabilmiştir. Bu ilişki, zaman zaman, sosyal değişimi farklı bir yöne götürmeyi kendilerine hedef seçmiş kesimlerin sert müdahaleleri ile kesintiye uğratılmaya çalışılmıştır.

1950’lerdeki bu gelişmeler üzerine meydana gelen sert müdahale ve sonrasındaki 1961 Anayasası, en ufak boşlukta dinle ilişki kurabilen kesimlerin, yaşanan hayata ve sosyal değişime müdahale edebilmelerini engellemeye çalışan kontrol mekanizmaları ile donatılmıştır. İkili meclis yapısı, MGK, özerk kurumlar, güçler ayrımını sağlayan mekanizmalar bu cümleden zikredilebilecek bazı örneklerdir.

Arzu edilen Batılı anlamdaki sosyal değişim ve bunu, yönetici elitlerin tüm gayretlerine rağmen tam manasıyla ve onların istediği ölçüde içselleştiremeyen geniş kitlelerin dirençleri arasında sürekli gel-gitler ortaya çıkmıştır.

Bu süreçler içerisinde salt Batılı düşünceyi savunan yönetici elitlerin uyguladıkları ihtilal, darbe ve müdahale türü sert müdahaleler sonrasında anayasalar üzerinde gerçekleştirilen değişikler, hep geçmiş dönemde göze çarpan eksikliklerin giderilebilmesi ana fikri çerçevesinde yapılmıştır.

Bugün, 1980 askeri darbesi ve sonrasında gündeme gelen 1982 Anayasası’nın şekillendirdiği bir dönem yaşanmaktadır. Bu dönemin ana yaklaşımı, geniş kitlelerin, özlenen sosyal değişime karşı ortaya çıkabilecek gelişmeleri engelleyici ve kontrol altına alıcı bir yapı oluşturabilmektir.

Demokratik rejimlerin halka verdiği yönetimi etkileme gücü, yapılan yeni anayasaların etkisi ve buna bağlı birçok farklı mekanizmayla kontrol edilmekte ve etkisiz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü tarihi süreç içinde birçok defa görüldüğü üzere, ülke yönetiminde etkili olmaya başlayan halk çoğunluğu, umulmadık bir hızla genlerindeki İslâmi unsurlarla irtibat kurmakta ve Batılı anlamdaki sosyal değişim ile hedeflenen büyük farklılaşmalar sekteye uğramaktadır.

Ülkede yönetici elitler tarafından arzulanan Batılı paradigmaya uygun tarzdaki sosyal değişim ile halkın, hayata, eşyaya ve tabiata bakışının İslâmi hassasiyetlerden etkilenerek değil de farklı bir medeniyetin penceresinden bakılarak şekillenmesi arzu edilmektedir. Bu halin, sonuçları itibariyle çok farklı sosyal yapıları ortaya çıkarabileceğinden endişe eden bazı iç ve dış güçler, ülkenin yüzyıllardan beri iç içe olmaktan mutlu olduğu dini değerleri kısmen değiştirmek, içini boşaltmak, uygulanmasını engellemeye çalışmak, uygulamaya çalışanları itham etmek ve bu tarz yaklaşımları ‘irtica’ diye yaftalamak gibi tavırların içine girmektedir.

Bu kesimler için asıl olan, çoğu kere lâfzen ifade edildiği gibi demokratik bir cumhuriyet rejimi kurabilmek değil, ismi demokratik olan, fakat özlenen sosyal değişimi ters yönde etkilemeye yönelik gelişmeleri kontrol altında tutan ve onlara asla müsaade etmeyen bir sistemi devam ettirebilmek olmuştur.

Türkiye’de İslâm dini ve onun temel değerlerini,  yaşanan değerler olarak toplumda etkili kılabilecek bir yaklaşım, baştan beri ifade etmeye çalıştığımız sosyal değişimi önemseyen kesimlerin kabul etmek istemedikleri bir husustur. Ülkeyi Batılı değerler çerçevesinde değiştirmek isteyen sosyal değişimcilerin adeta kırmızı çizgisi bu olarak görünmektedir.

Analizimizin sonuna doğru gelirken iki sorunun cevabını araştırmak anlamlı olabilir:

Tüm bu çalışmaların ana hedefi olan geniş halk kitleleri sosyal değişimi önemseyen kesimlerle aynı fikirde midir?

Tarihî süreci dikkatlice incelediğimizde gözümüze çarpan en önemli husus, değiştirilmek istenilen dinden gelen değerler 200 yıllık aksi gayretlere rağmen, halk için halen önem taşımaktadır. 200 yıllık süreçte bu topraklardan milyonlarca insan gelip geçmesine rağmen Batılı değerlerin üzerine kurulmaya çalışılan bir sosyal değişim projesi istenen başarıya ulaşamamıştır.

Fakat bu sosyal değişim konusunu büsbütün başarısız ve etkisiz olarak değerlendirmek de mümkün değildir. Kısmî bir sosyal değişim ortaya çıkmıştır. Vukû bulan sosyal değişim sürecinde,  yukarıda ifade edilen ve değişmemesi gereken bazı değişkenlerin bile sorgulanmaya başladığı görülmüştür.

Bu sosyal değişimde yazımızda ifade ettiğimiz gibi dini önemseyen kesimlerin bazı yetersizlikleri de rol oynamıştır. Sonuç her iki yönelim için de mutlak manada arzu edilen bir hâl olmamıştır

Bu noktada kısmî bir uzlaşı mümkün müdür?

Belki de ulaşılması gereken nokta, kısmî bir uzlaşı noktası olmalıdır. Bu ülkenin tarihî gelişimi ile uyumlu fakat aynı zamanda dünyanın aldığı seyirle tam anlamıyla tenakuz göstermeyecek bir ara yol/formül bulunabilmelidir.

Bu ara yolun/formülün bulunabilmesinde en önemli merhale, bundan sonrasında yaşanması istenen toplumsal hayatı uzlaşı içinde yaşamaya imkân verecek, halkın isteği üzerinde vesayet kurulmasına imkân tanımayan, bir sosyal mutabakat ve bunun teknik ismi ile anayasa metni oluşturmaktır.

Bu anayasa, ülkenin en önemli gerçeği olan İslâm dininin temel değerlerini önemseyen kesimlerin, kalben onayladıkları değerleri yaşayabilmelerine imkân verecek açılımları içinde barındırmalıdır.

Yeni anayasa metni inancına uygun yaşamak isteyen insanların kendilerinin, aile yapılarının, çocuklarının hayatlarına karışılmasını engelleyen bir anlayışla kaleme alınmalıdır

Yeni anayasa insanların hayatlarıyla, eğitimleriyle, kültürleriyle, ekonomik aktiviteleri ile ilgili konularda onlara zorla istemedikleri değerleri dayatan bir metin olmamalıdır.

Böyle bir anayasa, aynı zamanda, Batılı anlamda sosyal değişim isteyen kesimlerin arzu ettikleri noktaları, dayatmacı bir tarzda değil de serbest bir ortamda ortaya koyabilecekleri bir toplumsal mutabakat metni olmalıdır.

Maksat, halkın çoğunluğunun isteklerinin toplumda hâkim olduğu ve azınlıkta kalanların da haklarının korunduğu bir sistemse ve bu sistem de demokratik bir cumhuriyet ise, bu sistem üzerinde de toplumda bir uzlaşı var ise, bu sistemi toplumsal bir sözleşme olarak ortaya koyan kapsayıcı bir çalışma yapılabilmelidir.

Milletin tüm fertleri, dengeli, katılımcı, barış içinde bir arada yaşama esasına dayalı, 200 yıllık Batılılaşma sürecini de, dini ve ahlakî normlara bağlı olarak geçen bin yıllık tarihi birikimi de dışlamayan, yumuşak bir anayasa yapılması konusunda ellerinden gelen tüm katkıyı göstermelidir.

Bu ülkede yaşayan her fert, en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde adalet temeline dayalı, hakça ve insanca yaşama hakkına sahiptir.

Ülkemizde kâmil manada din ve vicdan hürriyeti, teşebbüs hürriyeti, düşünce, ifade ve örgütlenme hürriyeti, gereksiz sınırlandırmalardan arındırılmış olarak tüm vatandaşlarımız için sağlanmalıdır.

Bu ülkede yüzyıllar boyu böyle bir hoşgörü ortamı içinde yaşamış bir milletin, içine düştüğü böylesi bir sıkıntılı ortamı da bu tarz bir yaklaşımla aşacağına inanıyorum

 

ERHAN ERKEN/ Dünya Bülteni 15.12.2011

BİR SEÇİMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

1995 Yılı İTO Seçimleri arkadaş grubumuz olarak ilk katıldığımız seçimlerdi. Yoğun bir çalışma neticesi katıldığımız seçimler sonrasında izlenimlerimi ve yorumlarımı o dönem Yayın Yönetmeni olduğum Müsiad Bülten’de değerlendirmiştim. Bu yazının bu genel bilgi çerçevesinde okunması yararlı olabilir.

 

Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’daki yaklaşık 300 binin üzerindeki ticaret erbabının bağlı olduğu İTO seçimleri Kasım ayında yapıldı. Daha önceki senelerde inançlı kesimin temsilcileri çeşitli gruplar içinde yer alarak İTO’nun yönetim kademelerinde söz sahibi olmaya çalışırken, bu seçimde ‘MÜSTAKİL’ bir liste ile seçimlere girmek gibi stratejik bir karar değişikliği gerçekleştirildi. MÜSİAD’ın önderliğinde başlatılan ve inançlı kesimde heyecan uyandıran bu çalışma neticesinde seçimlere ilgi büyük ölçüde arttı.

 

Fakat mevcut yönetimin usta bir yöntemle seçim öncesinde ortaya koyduğu oy vermek için vergi numaralarının İTO’ya bildirilmesi şartı, binlerce insanın oy vermesini engelleyen bir baraj vazifesi gördü.  Seçimde oy vermek için harekete geçen ve ne gariptir ki çoğunluğu da MÜSTAKİL listelere oy verecek tüccarlar, sandıklarından oy kullanamadan geri döndüler. Onlardan geriye ise İlçe Seçim Kurulu’na verdikleri itiraz dilekçeleri kaldı.

 

Üyelerinin seçim gibi tabii bir hakkını zorlaştıran oda yönetiminin bu uygulamaya niçin ihtiyaç duyduğu ciddi olarak soruşturulması gereken bir olay olarak önümüzde durmaktadır. Bu seçimin diğer bir önemli yönü de “Bu kafa İTO’yu yönetemez” diyen bir zihniyete karşı ortaya çıkan MÜSTAKİL listelerde yer alamayan, fakat “bu kafa” tanımı içine giren birçok insanımızla MÜSTAKİL listeleri oluşturanların farklı taraflarda kalmalarıydı.

 

İnsanlar mı birbirlerini iyi anlayamamışlar? Yoksa “bu kafa” sözünü söyleyenler mi maksadını aşan laflar etmişler ve sonra da sözlerinden dönememişlerdi? Veya ‘bu kafa’ tanımlamasını yapanlar çok bilinçliydiler de politika gereği önceden aşağıladıkları insanların bir bölümünü yanlarına çekebilmek için sonradan daha farklı mesajlar mı vermişlerdi?

 

Sonuç olarak farklı listeler ortaya çıktı. İTO Meclisi’nde ne kadar küçültülmek istense de önemli oranda “bu kafaya sahip” insanlar bir grup olarak yerlerini aldılar. Fakat isimleri yan yana bulunması gereken birçok insan da maalesef çizginin farklı taraflarında kaldılar.

 

Anlaması ve anlatması hakikaten zor olan bu hali ifade edebilmek maksadıyla İsmet Özel’in ‘’Waldo Sen Neden Burada Değilsin” isimli kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Aktarılan olay, bire bir ölçüde bizim yaşadığımız deneyime uymaya da ufuk açıcı bir rol oynayacaktır sanıyorum.

 

“Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi “ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın” gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

 

Bugün, yakarıdaki her iki sorunun Türkiye’de muhatabı bulunup bulunmadığını anlamak durumundayız. Kim, nerededir? Yerimizi biliyor muyuz? Burada size, dilim döndüğünce kendi masalımı anlatmaya çalıştım. Biliyorum sizin de kendinize mahsus bir masalınız var. Bütün massalar bir yana itildikten sonra geriye ne kalıyor? Herkes bir diğerine “Neden buradasın?” sorusunu soracaksa, onun alacağı cevap bir başka soru, “Sen neden burada değilsin?” olacaksa hepimiz masallarımıza umutsuz bir dirençle sarılmışız demektir. Masallarımızı bir kenara itme niyetimiz yok gibi.

 

‘Kim olduğumuz’ sorusuna cevap ararken aklımız hep ‘kim olacağımız’ sorusuyla karışıyor. ‘Kim olacağımızı’ düşündüğümüzde ise ‘kim olmak istediğimiz’ sorusu peşimizi koyvermiyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor.

ERHAN ERKEN

Kasım 1995 MÜSİAD BÜLTENİ

 

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar? Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı, uyandım, rüya âlemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekân düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya birçok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya âleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri “Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim” mealindeki duanın manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabiidir ki, uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya âleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım.

İnsanoğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak, dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen; balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kim bilir hangi âlemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağzıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekâna adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor…

Peki, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegâne hayat, âhiret âlemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin, her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

“Dünyada ölümden başkası yalan” diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir Hadis-i Şerif meali daha var:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.” Bu hadis, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı, çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpkı yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya âleminden, gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya âhiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakîkat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20, 30, 50, 60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakîkatini yaşamadan ayne’l yakîn kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dâhilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

ERHAN ERKEN

2003 BOĞAZİÇİ BÜLTEN

ARTIK EKSİK TEMSİL YOK!

Türkiye’nin fuarlarda niteliği!

Fransa’da 9 aydır devam eden, 400’ü aşkın etkinlikle kutlanan ve 31 Mart 2010’da resmen sona eren Türk Mevsimi’nin bitmesine çok yakın bir süre kala gerçekleşen Paris Kitap Fuarı için İTO heyeti ile birlikte Paris’e geldik.. Paris Kitap Fuarı dünyanın önemli kitap fuarlarından bir tanesi. Kültür ve Turizm Bakanlığı koordinasyonunda organize edilen katılım içinde, yayıncılar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Kültür A.Ş ve İstanbul Ticaret Odası, 250 m2’lik sergi alanına sahip bir standda, ülkemizin kültürel birikimini yansıtmaya çalıştılar.

Yayıncılarımız eserlerini sergiledi, paneller, imza programları, bire bir görüşmeler yapıldı. Yazar, çevirmen, yayıncı ve ülkemizin farklı renklerini taşıyan kültür adamları ve hanımları yabancı meslektaşlarıyla temaslarını geliştirdi.

Büyükelçi, Kültür Ateşesi, Başkonsolos ve resmi erkânın yanında Fransa’da yaşayan vatandaşlarımız, çeşitli ülkelerden gelmiş sanatçılar, yazarlar, eleştirmenler hep birlikte ülke standında verilen  kokteyle iştirak ettiler, uzun sohbetler yaptılar.

Kültür A.Ş’nin standında ebru ve hat sanatçılarımızın uygulamalı gösterileri fuar katılımcılarını ilgisini çeken önemli etkinliklerden biri oldu.

Fuarda çeşitli ülkelerin yayınlarının yanı sıra, güzel yazı yazmaya yönelik kalemlerden, taş baskı makinelerine kadar değişik malzemeler sergilenmişti.

Kitap fuarlarının tarihinde önemli bir değişim yaşanıyor

Türkiye’nin yurt dışındaki kitap fuarlarına katılımında son yıllarda önemli bir nitelik değişimi dikkat çekiyor.

Daha önceleri Kültür Bakanlığı’nın organize ettiği ülke katılımlarında genellikle ülkemizin belli renkleri daha fazla öne çıkar, gerek katılan yazarlar ve kültür adamları gerekse de yayıncılar yönünden sadece belli bir kesime öncelik tanınırdı.

Önceki Kültür Bakanımız Sn. Atilla Koç’un insiyatifiyle başlayan süreçte, ilk defa Frankfurt Kitap Fuarında, Yayıncılar Birliği ve Basın Yayın Birliği’nin ülke katılımını birlikte organize etmesi fikrinin doğması bu olumlu süreci başlatan önemli bir adım oldu.

İTO’nun da bu çerçevede aktif olarak dâhil olduğu bu ilk Frankfurt Fuarının çok başarılı geçmesi ve ülke birikiminin bütün renkleri ile ortaya konulması daha sonraki girişimlere de önemli bir cesaret verdi.

Daha sonraki yılda Türkiye’nin Onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı, yine aynı yaklaşımla yapıldı ve gerek içerik gerekse de İTO ve Kültür A.Ş’nin ekstra katkılarıyla ülkemiz için yüz akı olarak nitelenebilecek bir manzarayı ortaya çıkardı.

Bu organizasyonlar sırasında Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü yapan Doç. Dr. Ahmet Arı ve Doç.Dr. Aytekin Yılmaz, yine Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm, fuarların bu çerçevede geniş katılımlı olarak ortaya çıkmasında hakikaten önemli bir gayret sarf ettiler.

Yeni Kültür Bakanı  Sn. Ertuğrul Günay da başlamış olan bu geleneği aynen sürdürerek hizmetin devamını sağlıyor.

TEDA projesinin getirdikleri

Türkiye’nin son yıllarda gittikçe hızlanan dışa açılımı, dış dünya ile her alanda daha fazla temas kurulması sürecinde Türk kültürünün ve değerlerinin de yayınlar yoluyla insanlık âlemine ulaştırılması gerekiyor.

Kültür Bakanlığı’nın TEDA projesi bu açıdan çok olumlu bir girişim. Bakanlık son 5 yılda 632 esere destek sağlayarak, Türkçe yayınlanmış eserlerin farklı dillerde de okuyuculara kazandırılmasını sağladı. Ayrıca yayıncılarımızın, eserlerini farklı dillerde de yayınlamaları, diğer ülkelere telif satışı yapmaları, hem ekonomik açıdan yeni imkânlar sağlıyor hem de kültürel açıdan çok önemli bir hizmet görüyor.

Arzumuz bu tercüme eserler içinde Kültürümüzün derinliğini yansıtan önemli yazarlar ve zirve eserlerin de daha fazla yer almaları.

Dünya şayet bizimse hedefimiz, kalitenin ve güzelliklerin dünyanın her noktasına en kısa zamanda ve en kaliteli şekilde ulaşabilmesini sağlamak olmalı

İş dünyası kültür hayatının daha fazla içinde

Son yıllarda bilindiği gibi kitap fuarları, İstanbul Ticaret Odası’nın fuarlar takvimi içinde de önemli bir yer almaya başladı. Frankfurt Kitap Fuarına katılım ile başlanan bu süreç, zincire yeni halkaların ilave edilmesi ile büyüyor. Frankfurt, Paris, Selanik ve Cenevre kitap fuarlarını zaman içinde ve belli bir plan dâhilinde, Kahire, Londra, Tahran ve diğer önemli kitap fuarlarının izlemesi gerekecektir sanırım.

Yayıncıların büyük bölümünün  İTO üyesi olması dolayısıyla, odanın bu fuarlarda onların yanlarında yer alması, işlerini kolaylaştırıcı ve geliştirici bir rol oynaması, fonksiyonu ile doğru orantılı bir duruş.

TOBB gibi daha büyük  ölçekli bir yapının da aynı şekilde hedefleri içine İTO gibi kitabı ve kültürü de alması en büyük arzularımızdan bir tanesi. KÜLTÜR EKONOMİSİ kavramının yaygınlaşmaya başlamasının tabii bir uzantısı olarak ortaya çıkan bu gelişmenin daha da ileri boyutlara ulaşabilmesi için, yayıncılığın  kültürel bir aktivite olduğu kadar ticari bir aktivite  olduğunun daha fazla farkına varılması gerekiyor. Tabii bu arada kültürün sadece maddi kazançlara feda edilmesi tehlikesine karşı da aynı şekilde dikkat ederek…

2009 Yılı itibariyle 1.250.000 dolarlık bir hacme ulaştığı tahmin edilin yayıncılık sektörümüzün bu gücünü yurt dışı operasyonlarla daha da geliştirmek mümkün. Bundan sonrası için de sektörün önem verdiği yurt dışı fuarlara, şimdiye kadar yapıldığı gibi dikkatli bir seçimle ve Kültür Bakanlığı ile koordineli bir şekilde katılmak sektör için ciddi öneme sahip.

Paris Kitap Fuarı’nın kahramanları

Ali Ural, Münir Üstün, Metin Celal, Enver Ercan ve Ümit Yaşar Gözüm Paris Kitap Fuarının öne çıkan 5 ismi oldular. Ulusal Yürütme Komitesinin üyeleri olan bu arkadaşlarımızın gerisinde ismi yazılmayan birçok isimsiz kahraman mevcut. Tabii yukarıda kısaca bahsettiğim tarihi süreçte yer alan birçok ismi de Paris de ortaya çıkan güzel tablonun önemli renkleri olarak zikretmemiz gerektiği kanaatindeyim

Değinime son verirken bir özel paragrafı da Münir Üstün için açmak istiyorum. Münir kardeşimiz bu ekibin içinde en genç olanı. Onun son yıllardaki performansını yakinen izleyen bir isim olarak bazen ona nazar değmemesi için içten içe dua ediyorum. Bu sürecin ilk başında yer alan Frankfurt Kitap Fuarından bu güne kadar Münir çok ciddi bir gayret gösterdi. Genç yaşında ve bitmeyen enerjisi ile her yükün altına girdi. Gerek Basın Yayın Birliği, gerek Ulusal Yürütme Kurulu gerekse de sektörün önemli temsil yeri olan İTO Meslek Komitesinin neredeyse en aktif elemanı oldu. Kendinden çok tecrübeli isimlerin yanında çoğu kere sektörün isimsiz lokomotifi gibi çalıştı. Bu süreçte elde ettiği tecrübe ve birikim ile bundan sonraki organizasyonlarda da sektör kendisinden çok daha güzel şeyler bekleyecektir.

Son bir dileğimi de bahsetmeden bitiremeyeceğim:

Ülkemizin yurt dışında temsili noktasında son yıllarda başarıyla uygulanan, tüm kültürel renklerimizin fuarlarda dengeli bir şekilde yansıtılması konseptinin, yurt içindeki en önemli kitap fuarı olan TÜYAP Kitap Fuarında da artık etkili olması gerekiyor. Bu güne kadarki uygulamalarda maalesef birçok haksızlığın ve temsil probleminin yaşandığı bu önemli yurt içi kültürel etkinliğin organizatörlerinin, yurt dışındaki başarılı örnekleri, bundan sonraki TÜYAP fuarlarında uygulamaları hem yayıncılık sektörü hem de Kültür hayatımız için önemli bir fayda sağlayacaktır.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BİZİM HABER PORTALI 08 NİSAN 2010

 

 

 

SABIR VE SAĞDUYU

Sabır sahiplerinin adeta imtihan edildiği meşakkatli günler geçiriyoruz;

İmam Hatipler’de okuyan mini mini yavruların rahatsız edilerek potansiyel bir tehlike olarak ilan edildikleri,

camilerden çıkan insanların başlarındaki takkelerin, sarıkların tv. kameraları eşliğinde çıkartılmaya zorlandığı,

zavallı turistlerin bile ananevi kıyafetlerinden dolayı (turist olduklarını anlayamayan bazı emniyet güçlerince) ikaz edildikleri,

inançlı insanların kontrolündeki işletmelerin faaliyetlerinin sanki vatan haini bir örgütün finans sorumluları mertebesinde işleme tabi tutularak mercek altına alındıkları,

yine İslami hassasiyetleriyle bilinen birçok vakıf ve dernek hakkında, çalışmalarının zararlı olduğu ve bir şekilde takibat altına alındıkları veya alınacakları izleniminin sürekli pompalandığı böylesi bir devrede sabrı muhafaza etmek, kontrolü elden kaçırmamak hakikaten büyük gayret istiyor.

Bugüne kadar ülkenin mekanizmasının kilit noktalarını kontrol eden kesimlerin, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadıkları ve bu topraklar üzerinde yüzyıllardır hükümran olan medeniyete saygı duyan, ona bağlı olduğunu ifade etmeye çalışan, o medeniyetin dayandığı İslam dininin gereklerini yerine getirmek isteyen insanlara karşı niçin bu tarz bir hareket içinde olduğunu anlamak mümkün değil.

Bu insanlar ne yaptılar da böyle bir hareket tarzına muhatap oluyorlar?

Bu güne kadar Türkiye’de iktisadi hayata egemen olup da adaletsiz bir dağıtıma mı sebep oldular?

Bu insanlar, devlete sırtlarını dayayıp gümrük duvarlarının arkasına sığınıp sadece kendi servetlerini mi artırdılar?

Bu insanlar, siyasete hakim olup hasımlarını siyaset yapamaz hale mi getirdiler?

Bu insanlar, ‘Egemenlik ulusundur’ ibaresinin gölgesi altında halkı hiçe mi saydılar?

Bu insanlar, mahalli idarelerde ayyuka çıkan rüşvet ve suistimal destanları mı yazdılar?

Bu insanlar, dış politikada Cumhuriyeti kuran kadroların bağımsızlık ve antiemperyalizm söylemlerine ters bir tarzda, süper güçlerin üst politikaları altında bazen ikinci, bazen üçüncü sınıf bir aktör olarak ama hep edilgen bir çizgiyi muhafaza ederek, ülkeyi kimliksiz ve kişiliksiz mi bıraktılar?

Bu insanlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların öğrenim haklarını ellerinden almaya mı çalıştılar?

Hayır, hayır… Böyle şeyler yapmadılar.

Bilakis, bu tür menfi davranışlarda bulunan kişi ve kuruluşları, haksız ve adaletsiz davrananları sürekli ikaz ettiler. Bıçak kemiğe dayandığı zamanlarda bile göz yaşlarını içlerine gömdüler, tepkilerini meydanlarda vakur bir şekilde ve bayrak altında ifade ettiler.

‘Bu ülke bizimdir, bu ülkenin kurumları da bizimdir’ dediler. İnsanlar gelip geçicidir, bazılarının yapabileceği yanlışlar kurumlara mal edilmemelidir’ dediler. Tüm yetkili kuruluşları sağduyuya çağırdılar. Bir yandan da birbirlerine ısrarla sabrı tavsiye ettiler.

Sorumluluk sahibi kişi ve kurumlara düşen, bu ülkeyi seven, bu topraklar üzerinde Hakça, insanca ve adilce yaşamak isteyen insanları incitmeye bir ana evvel son verilmesini sağlamaktır. Bu ülkede hukuk varsa, büyük kitleler, saygın kurumlar, yıllardır dişleriyle, tırnaklarıyla çalışarak bir yerlere gelmiş, yurt içinde ve yurt dışında kalitenin adı olmuş işletmeler muğlak kavramlarla damgalanıp yargılanmadan suçlu ilan edilmemelidir.

Sabırlar daha fazla zorlanmadan, yapılan hatalardan dönülmeli, sun’i gerginliklere son verilmelidir.

Unutulmamalıdır ki, hatadan dönmek de fazilettir…

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Nisan-Mayıs 1997

 

BAKIŞ AÇISI

İnsanoğlunun önemli meziyetlerinden bir tanesi de, diğer varlıklara ve olaylara farklı açılardan bakabilmesidir. Dünyayı algılamaya çalışan insan, aynı zamanda diğer insanların da kendisini veya şahit olduğu olayları nasıl değerlendirdiklerini veya değerlendirebileceklerini tahayyül etmeye çalışır.

Bu özelliğin henüz gelişmediği küçük çocuklar, gözlerini kapattıkları zaman etraflarını göremedikleri için, kimsenin de kendisini görmediğini zannederler. Yaşları ilerledikçe kendisi dışındaki insanların farklı bakış açıları olabileceğini kavrayan çocukların bu tür hataları tekrarlamadıklarına şahit oluruz.

Hayvanlarda bu özelliğin olmadığına en bariz örnek ise, çok meşhur olan devekuşunun kafasını kuma gömmesidir.

İnsanoğlu, zikri geçen bu mükemmel özelliğini geliştirebildiği ölçüde kendi düşünce ufkunu da, etrafında cereyan eden olaylara vukûfiyetini de geliştirir. Kendisini tüm yönleriyle daha iyi kavrayabildiği gibi, içinde bulunduğu zaman ve mekân boyutunun da dışına çıkabilir, yaptıklarını ve yapması gerekenleri farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirebilir.

Helikopter veya uçak yolculukları, fizîki olarak değişen bakış açısının düşünce boyutuna yaptığı müspet tesiri gösteren en önemli örneklerdendir. Uçak yolculuğunun yarım saat öncesinde aynı seviyeden bakılan insanlara, yaşanılan şehre, yukarıdan ve çok geniş bir alanı kuşatabilecek tarzda bakabilmek, o mekânlarla ilgili daha kapsayıcı yorumlar yapabilme imkânı sağlar.

Şimdi, bir an için, içinde yaşadığımız “zaman boyutuna”, o boyutun dışına çıkabilme imkânımızın olduğunu düşünerek, “dışarıdan” baktığımızı var sayalım ve biraz zihin jimnastiği yapalım.

İnsanoğlu ve onun hizmetine sunulmuş olan varlıklar için yaratılmış “zamanı” adeta bir şerit veya cetvel gibi tahayyül edelim. Bizden evvelkilerin devirlerini birbirleriyle mukayeseli olarak inceleyelim. Tabii bu arada kendi bulunduğumuz zaman noktasını da tüm detaylarıyla analiz edelim.

Bizi yaratan Yüce Allah’ın bizi yarattığı zaman dilimi içinde, bizden neler istemiş olabileceğini tespit etmeye çalışalım. Ayrıca bu zaman dilimini tarih içinde hangi dilimlerle benzeşme gösterdiğine dikkat edelim…

Bu analizimizle birlikte, geçmiş dönemlerde atılmış ve aslında kendi zamanında çok da önemli gibi görünmeyen, belki şimdilerde basit diye algılanabilecek nice adımın, başlatılmış hareketin, tohumu atılmış küçük bir organizasyonun, zaman çizgisi içinde daha ilerilerde, ne kadar önemli fonksiyonlar icra ettiğine tanık olacağımıza inanıyorum.

Bütün bunların ötesinde, bu tür bir zihin jimnastiği, insanoğlunun, insanlık tarihinde sadece küçük bir noktadan ibaret olduğunu, yaşadığı ortalama bir ömrün ise insanlığın üzerine serpiştirildiği zaman çizgisinde küçük aralıklardan bir aralık olduğu gerçeğini bizi gösterecektir.

Zaman çizgisinin başlangıcından bugüne kadar, Allah’ın kendisinden beklediği vazifeleri hakkıyla yerine getirmiş olan kullar, vazifelerini yerine getirmekle, zaman çizgisi üzerinde müspet tesir icra etmişler, hayırla yad edilen bir nokta olmuşlar ve yaşadıkları kısa zaman aralığını, kendilerinden sonraki dönemlere örnek olarak taşıyabilmişlerdir.

Burada kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor; şu anada bulunduğumuz noktaya, “zaman boyutunun” dışına çıkmaya çalışarak bakarsak, acaba bizler bu çizgide nasıl bir yer alacağız?

Her birimizin, kıyamete kadar sürecek “zaman çizgisinde” zamanları aşan bir “nokta” olarak yer alabilmemizi temenni ediyorum.

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Eylül 1995

OSMANLI TOPRAK SİSTEMİ

1-Giriş:

Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde varlığını sürdürdüğü altıyüz yılı aşkın süre içerisinde oluşturduğu siyasi, iktisadi ve sosyal kurumları ile,  dinleri, dilleri ve tarihi mirasları farklı milyonlarca insanın üç kıtada sulh içinde beraber yaşamalarına imkan sağlamıştır.

Herbiri  köklü toplumsal tecrübelerin ve analizlerin mahsulü olarak nesilden nesile gelişmiş ve kemal dönemlerini Osmanlı’da bulmuş bu kurumların derinlemesine incelenmesi şüphesiz ki, bu temeller üzerine oturmuş bir sistemi de daha berrak olarak ortaya çıkaracaktır. Ancak, oluşturulan kurumların varlığını belirleyen insan ve inanç unsurları dikkate alınmadan ve devlet yönetimine hakim olan dünya görüşü ana hatları ile gündeme getirilmeden, bu büyük gücün gerçek mahiyetini açıklamaya çalışmanın birçok eksik ve yanıltıcı çözümlemelere yol açabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin genel yapısı kutsal bir amaca göre ayarlanmıştı. ‘İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak.’ Bu amacın Türk ırkının geleneksel cihan hakimiyeti mefküresi ile bütünleşmesi neticesi devletin ana hareket noktası olması, Osmanlı’yı  adeta tüm yapısını bu minval üzere şekillendirmeye itmiştir. Osmanlı kurumları ana dayanak noktası itibariyle İslam Dini’nin kıstaslarını temel almakla birlikte, yerleşmiş Türk gelenekleri de oluşumda belli oranlarda etkili olmuştur.

Osmanlı Devlet Sistemi’nde genel anlamda kuvvetli bir merkeziyetçilik göze çarpmaktadır. Bu merkezi idarenin yönetimi altında toplum harp maksatları için teşkilatlanmış muazzam bir ordu manzarası arzetmekte, umumi bir seferberlik havası ve zihniyeti tabii ve daimi bir hal olarak hüküm sürmekte idi. Osmanlı üzerinde yoğun çalışmaları  ile tanıdığımız rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın deyimi ile imparatorluk bir Padişah Çiftliği gibi idi. Yüzlerce köy, yarıcılık, ortakçılık veya çeltikçilikle en iyi arpayı ve pirinci bir plan dahilinde saraya temin etmekle mükellefdi. İmaretler için  gerekli  gıda maddelerinin temini yine belli bölgelerin sorumluluğuna bırakılmıştı. Birçok köy, kervansarayların civarını şenletmeye, köprüleri, yolları tamir etmeye, derbent beklemeye ( bir tür inzibat hizmeti) atalarından kalan ırsi bir mükellefiyet olarak mecburdular.

Ordu için gerekli mühimmat, top dökme, su yolu, kale inşaatı, donanmaya yelken bezi dokuma gibi hizmetleri yapmakla vazifeli olan bölgeler icap ettiği zaman bu hizmetlerini yerine getirmeye, elde ettikleri mahsulleri merkezin istediği noktalara intikal ettirmekle sorumluydular. Bizatihi memleket idaresi ve düşmanla savaş gibi vazifeleri yerine getiren askeri sınıfın yanısıra, onun alt yapısını hazırlayıcı durumdaki reaya kesimi topyekün kutsi bir amaç için çalışan ve tek merkezden yönetilen bir mekanizmayı oluşturuyorlardı.

Osmanlı toplum yapısını ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışan kısa genellememize son vermeden , özellikle klasik dönemi daha iyi anlamamıza yarayacak olan Kınalızade Ali Efendi’nin ‘Adalet Dairesi’ adıyla maruf teorisini ve bu günkü dille açıklamasını zikretmeden geçemeyeceğiz.

Kınalızâde Ali Efendi  (1510-1572) şöyle ifade etmektedir:

  • Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
  • Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
  • Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur (Şeriattır) )
  • Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ( devlet-mülk ile) ile korunur).
  • Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat (devlet-mülk), ancak ordu ile zaptedilir)
  • Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)
  • Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan ( sağlayan)  halktır)
  • Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl (Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan ( ona kul eden)  da ancak adalettir )

2-Toprak Sistemi ve Arazinin Taksimi

Yukarıda ana hatları ile izah etmeye çalıştığımız  Osmanlı Sistemi ‘nde, din-devlet-toplum ilişkilerinin bu temel noktalar üzerine bina edildiği,  Osmanlı’yı inceleyen pek çok ilim adamı tarafından da dile getirilmektedir.

Bu kısa genellemenin ardından , konumuz olan Osmanlı’da uygulanan toprak sistemine göz attığımızda bölgelere göre bazı farklılıklar gösteren bir yapı ile karşı karşıya kalmaktayız. Buna rağmen toprak sisteminin ana karakterini, varmak istediği noktalar açısından şu şekilde ifade edebiliriz:

-Devletin merkeziyetçi karakteri icabı buna aykırı unsurların zaman içinde ortadan kaldırılması

-Yeni fethedilen bölgelerin İslamlaştırılması. Bunun için kullanılan iskan ve kolonizasyon siyaseti

Osmanlı toprak sistemine mülk sahipliği açısından bakıldığında da şöyle bir ayırım yapılabilir:

1/ a) MÜLK ARAZİLER: Bu arazilerin mülkü tamamıyla bir şahsa veya aileye ait olmakla  ve devlet bu tip arazilerin yönetimine karışamamaktadır. Bilhassa Rumeli bölgesine ilk fetihler esnasında merkez tarafından teşvik gayesi ile birçok temlikler yapılmıştır.(Mesela 4.Bayezid’in Mihaloğlu Ali beye, Plevne yakınlarındaki bir köyü temlik etmesi bu kabildendir. ) Eski devletlerin zamanından kalma mülk topraklar da mevcut idi.

b) MALİKANE-DİVANİ SİSTEM: Konya taraflarında başlayıp büyük kısmı Doğu Anadolu’da ve Suriye’de görülen bu tip arazilerde toprağın kuru mülkiyeti bir şahsa ait olarak kalmakta, bu şahıs 1/10, 7/10, 5/10 nisbetinde toprak kirası almakta, fakat bilumum şer’i ve örfi resimler(vergiler) devlet adına toplanmaktadır. Ayrıca toprağın kira parasını malikane hissesi adı altında alan mülk sahibi olmasına rağmen, kiralama işini yapan ve toprağın işlenmesi üzerinde kontrol sahibi olan devletin, oradaki yetkili memuru yani sipahisidir.

2/VAKIF ARAZİLER: Tedavülün dışına çıkılmak suretiyle Allah yoluna tahsis edilen topraklar bu adla anılmakta idiler. Bu tür vakıflar ki çoğunluğu padişahın ya bizzat tesis ettirdiği  ya da miri araziden tasarruf edenlere izin vererek oluşmasını sağladığı topraklardır. Vakıf arazilerin en büyük özelliği buralara devlet memurlarının olağanüstü vergileri toplamak için bile girememeleriydi. Vakıf araziler içinde ölüme bağlı vakıf şeklinin yaygınlaşması müsadere (devletin toprağa-mala el koyması) kurumuna karşı bir direniş şeklinde sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır.

3/MİRİ ARAZİ: Miri arazide toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete aittir Bu tür araziler genel olarak üç şekilde teşekkül etmektedir:

a) Fetih yoluyla elde edilen arazilerin kuru mülkiyeti, o toprağın kazanılması için askerler topyekün savaştığı için orada kamunun hakkı olduğundan devlete maledilir. Ganimet gibi  paylaştırılmaz. (Bu Hz. Ömer’in bir uygulamasına dayanılarak kural haline getirilmiştir.)

b)Mülk topraklar sahibinin ölümü ile mirasçısı yoksa devletin mülkiyetine geçer

c)Yararlanma hakkı verilmiş mevat arazi de miri topraklardan sayılır.

3-Miri Arazi ve Timar Sistemi

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde toprakların yüksek mülkiyet ve kontrol hakkı (rakabesi) geniş bir alanda devletin elinde alıkonulmuştur.Toprağın böyle özel bir hukuki statüye tabi tutulmuş olması onu işleyenler için tasarruf konusunda bir takım kayıtların meydana çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bu durumda köylü, toprağın hakiki sahibi değil fakat kiracısıdır, dolayısıyla hibe, vasiyet, satış, vakfetme,, borç gibi haklara sahip değildir. Ayrıca ölümünde toprakları sahip bulunduğu diğer mallar gibi şer’i miras hükümlerine göre taksim edilmemektedir. Ölen kişinin yalnız bir erkek evladına  veya erkek evlatlarının tümüne birden müştereken, devlet toprakları miras olarak  geçmektedir.

Erkek evladın olmadığı zamanlarda yine erkek akrabalarından birine arazi intikal edebilmekte, bu arada bütünlüğü bozulmamaktadır.Bu geçişlerde devlet tapu resmi veya tapu bedeli almaktaydı.

Özetle tarifi yapılan sınırlamanın en mühim sebebi toprağın fazla parçalara bölünüp vergi kontrolünün dışına çıkmasını, ayrıca köylünün ırgatlaşmasını önlemek içindi.

Miri arazi rejiminde köylü, bir çift öküzle işlenebilecek ve bir çiftçi ailesinin geçinmesine müsait çift ismi verilen bir bütünü veya yarısını timar sahibine, Haslarda Emin ve mültezime (devlet adına vergi toplayan bir tür müteahhit) tapu resmi( peşin kira) vererek kiralamış durumdadır. Toprağın verim kabiliyetine göre öşür adındaki vergiyi (1/10 dan 5/10’a kadar) aynen, ayrıca yıllık kira olarak da belli bir miktar parayı (çift akçesi) Devlet adına sipahi veya emine veya zaime vermeyi de kabul etmekteydi. Çiftçi toprağı devamlı olarak işlemekle yükümlü idi. Üç sene boş bırakacak olursa toprak sahibinin elinden alınarak tapu resmi ile başkasına verilebilmekteydi.

4-Timar Sisteminin Muhtevası

Osmanlı Devleti’nde geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen(belli) bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili yetkisi ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20,000 akçeye kadar olan askeri dirliklere timar adı verilirdi.

Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın yaptığı bu tarif ile anılan timar tabiri daha  sonraları bir sistemin ismi olarak anılmaya başlamıştır.Yine Barkan’ın cümleleri ile ifade etmeye çalışırsak;

Para iktisadının yeterli derecede gelişmediği devirlerde büyük bir kısmı aynen mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin nakli, paraya çevrilmesi, merkezi bir devlet hazinesi halinde toplanarak oradan dağıtılması ve bu dağıtılacak maaşlarla vazife sahiplerinin bulundukları yerlerde geçimlerinin temini gibi işlerin güçlüğü karşısında, bütün bunlara ilaveten askeri ve siyasi diğer tarihi sebeplerle doğu ve batıda muhtelif şekillerde mevcut olmuş ve burada tatbik edilmiş olan benzeri usuller, Osmanlı Devletinde Tımarlı Sipahi denilen bir eyalet süvari ordusunun teşkilatlandırılmasında asırlar boyunca başarı ile kullanılmıştır.

Tımarlar gelir açısından üç kısma ayrılmaktadır:

Has: Geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler olup daha çok padişah, vezir gibi yüksek kademedeki idarecilere tahsis edilen tımarlardı. Hasların göreve bağlı olarak verilmesi (memurlar için) ve mirasa konu olmaması servet birikimini engelleyen önemli bir kuraldı

Zeamet: Geliri 20.000-100.000 akçe arasındaki hem askeri, hem de de mali bir anlam

taşıyan dirliklerdi. Sahibine zaim denirdi. Ölüm halinde dirliğin kılıç adı verilen başlangıç kısmı mirasçıya kalabilmekteydi.

-Timar: Geliri 3.000-20.000 akçe arasındaki dirliklere verilen addı. Tımar sahibine sipahi adı verilmekteydi

Zaim ve Sipahinin dirliğinin başında bulunması icab etmekteydi

Timar sahibinin vazifesi itibariyle dirlikler üç kısma ayrılmaktaydı:

Eşkinci Timarlar: Bunların sahipleri (Sahib-i-arz) sefer zamanı sefere gitmek ve beraberinde cebeli denilen atlı asker götürmek mecburiyetinde idiler. Kılıç denilen sipahinin aylığı dışında kalan her 300 akçe için sipahibir cebelü besler. Zeamet ve has sahipleri ise her 5000 için bir cebelü beslerlerdi. Bu besleme tam teşekküllü askeri savaşa hazır halde tutup gerektiği zaman lazım olan yere göndermekti.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1527-1528 yıllarında yapılan tahrirlere göre  toplam 537,929,006 akçe olan yıllık vergi gelirleri içinde Mısır hariç, Padişah hasları %39,9, zeamet ve tımarlar ise %49,8 nisbetinde idi. Vergi geliri temin eden 37,521 timardan 27,868’i eşkinci tımarı idi.

Mustahfız Timarları:Belli kaleleri korumak için tesis edilen timarlardı.

Hademe Timarları: Bunlar saraya ve bazı dini kurumlara belli hizmetler görmekle vazifeli olan tımarlardı

Ayrıca eşkincili mülkler ve mülk timarlar adıyla var olan ayrı bir statü daha vardı. Osmanlı devrinden evvelki dönemlerden intikal etmiş olan veya yeni fethedilen yerlerde devletin uygun gördüğü bazı soyluların ellerinde bu tip tımarlar bırakılmıştır. Bazı esneklikleri olan bu tımarlar zamanla klasik tımar sistemi içine çekilmişlerdir.

Tımarlar veriliş şekillerine göre ise; Tezkireli ve Tezkiresiz diye iki kısma ayrılırlar

Tezkireli Timarlar: Bu tip timarlar dağıtımları merkezden yapılan fakat bu iş için beylerbeyinin tezkeresine ihtiyaç duyulan tımarlardı. Rumeli, Şam, Halep, Diyarıbekir gibi bölgelerde 6000 akçeden, Kıbrıs’da 5000 akçeden, Rumeli’de ise 3000 akçeden yukarı usul uygulanırdı.

Tezkiresiz Timarlar:

Direkt olarak beylerbeyinin verebildiği timarlardı.

5-Feodal Rejim ve Osmanlı Timarı

Osmanlı toprak sistemi , kendi döneminde Avrupa’da hüküm süren ve genel olarak feodalite olarak ifade edilen sisteme ne kadar benziyordu?

Bu soru, Osmanlı ile ilgilenen tüm araştırmacıların ilgisini çekmiş, belli bir tarihi süreçte farklı coğrafyalarda hüküm sürmüş bu iki sistem mukayeseli olarak bir çok ilim adamı tarafından inceleme konusu olmuştur.

Feodalite rejiminde toprağın sahibi vassallar idi. Bir çok vassal içinde bir tanesi ise eşitler arasında birinci mantığı ile öne çıkarak derebeyi  ünvanı ile sistemin yöneticisi konumunda bulunuyordu. Bu sistem içinde vassal ve derebeyi kendi sınırları içinde hem toprağın hem de üzerinde yaşayan insanların mutlak sahibi konumunda idi. Bölgesinde, askeri, siyasi, hukuki her şey derebeyinden sorulurdu.

Batı’da uzunca bir tarih dilimi süresince hüküm sürmüş olan bir sistemi bir kaç cümle ile ifade etmek çok sağlıklı bir yaklaşım olmamakla birlikte, Osmanlı timarı ile mukayesede bir fikir vermesi açısından başvurduğumuz bu yoldan sonra Prof. Ömer Lütfü Barkan’ın ‘Osmanlı feodalitesi ‘ tezine cevap verebilmek amacıyla feodal rejimin senyör malikhaneleriyle Osmanlı timarını mukayese eden fikirlerini nakletmek istiyorum.

Tımarlı sipahi, bir kısım topraklarını kendi nam ve hesabına işleten ve bu maksatla idaresi altında bulunan köylülerin işgücünü angarya yükümlülükleriyle kullanan bir büyük çiftlik sahibi konumunda değildi. Osmanlı timar sisteminde ana özellik, feodal artıklara karşı savaş halinin , merkezin hakimiyetinin ulaştığı yörelerde şiddetle sürmesi ve bu unsurları mümkün olduğunca kaldırması olmuştur. Fakat uç bölgelerde ve karışıklık dönemlerinde derebeylik artığı uygulamalara rastlanmaktadır.

Timarlı sipahiler, kendileri için tahsis edilmiş olan arazi ve reayaya ait şer’i ve örfi bir takım hak ve resimleri kendi nam ve hesaplarına toplamakta idiler. Fakat bu husus onların harice karşı özerk ve kapalı bir muafiyet sahasına sahip olduklarını göstermemektedir. Çünkü batı derebeylik sistemlerinde görülmemiş ölçülerde merkezi otoritenin kontrolü mevcuttur. Yurdun neresinde olursa olsun merkez, koyun resmi, cizye gibi vergileri ve gerektiğinde extra bir vergi hüviyetindeki avarız akçelerini bizzat kendisi toplamakta idi.

Ayrıca sipahi, kadının hükmü olmadan hiç bir suça ceza verememekteydi.

Batı feodalizmindeki toprağa bağlılık prensibine benzetilen çift bozma akçesine gelince; çiftini bırakan çiftçiden sipahinin aldığı bir bedel olan bu ödeme, devletin o sipahiye hizmetleri karşılığı tahsis ettiği geliri azaltıcı bir durum olduğundan bir nevi tazminat mesabesinde olarak yorumlanmaktadır.

Osmanlı Tımar sisteminde ana mantık olarak çiftçi, kendisi, ailesi ve toprağı ile sipahisine ait bir mal değildir. O sadece miri hükmünde olan toprağı işleyerek, oradan kazandıklarından , o toprağı devlet adına idare eden ve buna karşılık birçok mükellefiyet altına giren sipahiye çeşitli vergiler ödeyen bir birimdir. Çiftini bozup o bölgeyi terketmesi durumunda vergilerini ödeyemeyecek, o vergileri alarak merkeze askeri temelli hizmetler üreten sipahi bu hizmetlerini eksik yapmak durumunda kalacaktır.

6-Timar Sisteminin Bozulması

Tımar Sistemi orjinal şeklini Osmanlı Döneminde bulmasına rağmen daha evvelki devrelerde de bu sisteme benzeyen uygulamalardan etkilendiği düşünülebilir. Selçuklularda uygulanan ve kökü Hz. Ömer’e kadar varan ikta sisteminin bazı farklılıkları olmakla birlikte Osmanlı timarına zemin teşkil ettiği söylenebilir. Bazı tarihçilere göre ise timar sistemi Bizans’ın pronoia sisteminin Osmanlı’ya uygulanmış şeklidir

Osmanlı timar sisteminin kendi öz yapısına kavuşmasında en büyük rol, 1. Murad’ın olmuştur. Zeamet’in teşekkülü ve intikali ile ilgili daha sonraları de devam edecek olan  birçok düzenleme bu padişah döneminde yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmet devrinde ise toprak sisteminde çeşitli ıslahatlar yapılmıştır. Miri toprakların genişlemesini sağlayan bu ıslahat hareketleri 2. Bayezid zamanında belli ölçüde duraklamış hatta geriye bile gitmiştir.

Kanuni devri timar sisteminin son şeklini aldığı, bir yandan da bozulmaya başladığı bir devir olmuştur.

Osmanlı timar sistemi içerisinde önemli bir noktayı teşkil eden yerli bir asalet sınıfının ortaya çıkışını engelleme teşebbüsleri, merkeze karşı başka güçleri harekete geçirmiş ve Doğu’daki birçok huzursuzluklara da zemin hazırlamıştır. Eskiden tımar dağıtımında aranan babadan sipahilik (bey oğlu bey) ilkesi daha sonraları aranmaz olmuş, savaşlar ve şehzade mücadeleleri bu sınıfa reayadan çokça geçilmesine yol açmıştır.

Ayrıca yeniçerilerin kadro durumundan dolayı yüksek rütbelilerin ‘sancağa çıkma’ tabir edilerek dirlik almaları zamanla yaygınlaşmıştır. Bu durum Anadolu’da bazı yerlerde yerli beyler tarafından hoş karşılanmamış, türlü fırsatlardan yararlanarak kölelikten yetişme ve soyluluk özelliği olmayan kişilerin imtiyaz sahibi olmaları ve ölçüsüz davranışlarda bulunmaları hoşnutsuzlıkları arttırmıştır. Esasında bu durum birbirini tamamlayan aynı zamanda dengeleyen iki tür askeri sınıftan oluşan Osmanlı Askeri yapısının dengesini de bozan bir gelişmenin başlangıcı olmuştur.

Buna ilaveten Anadolu’da Safevi’lerin yanına giden beylerin sayısı artmış ayrıca çeşitli isyan hareketlerinde eski beylerin de aktif rol oynadıkları gözlenmiştir. 16. Asrın sonlarındaki büyük Celali isyanlarında , halinden memnun olmayan bir çok timar sahibinin de oynadığı rol , merkez ile yerli sipahi beylerinin karşılıklı güvensizliğini de beraberinde getirmiştir. Bu sebeple birçok Anadolu şehir ve kasabasına yasakçı ve korucu adıyla daha çok yeniçeri yerleştirilmesi lüzumu hissedilmiştir.

Timar sisteminin bozulması 3. Murat döneminde özellikle hız kazanmıştır. Ayni Ali Efendi’ye ait olduğu düşünülen bir risaleden alıntı yaparak zikreden Barkan, timar kayıtlarının çok karışık olmasını, savaş meydanlarında yoklamanın yapılamaz oluşunu ve boş kalan tımarların yüksek memurlar tarafından rüşvetle verilir olmasını, bozulma sebepleri arasında saymaktadır.

7-Koçi Bey’in Genel Bozulma ve Timar Sistemi  ile İlgili Tavsiyeleri

Devletin kötü gidişi ile ilgili tesbitlerini ve çözüm yollarını içeren layihalarını 4. Murad’a takdim eden Koçi Bey, bu padişah döneminde yapılan birçok ıslahat çalışmalarının da mimarı olmuştur.

Risalesinin başlangıcında Koçi Bey ana fikri şu cümlelerle ifade etmektedir:

Evvela padişah hazretlerinin malumu ola ki memleket ve millet düzeninin ve din ve devlet kaidelerinin pekiştirilmesinin çaresi, sağlam , Muhammed Şeriatına bağlanmaktır. Sonra alemlerin Rabb’inin bir emaneti olan reaya ve beraya (halkın harac ve teklif vermeyeni) nın halleriyle meşgul olup bilgisine göre hareket eden din bilginleri ve gaza yolunda canını feda eden mücahid gazileri, haklarında padişah hazretlerinin lütufları meydana gelip, her sınıfın iyiliği çok olanlarına riayet ve şerirlerine hakaretler reva görüle….’

Koçi Bey risalesinde özetle şu hususları zikretmektedir:

Sultan Süleyman Han gaziye gelinceye kadar sultanlar divan-ı hümayunda bizzat bulunurlardı. Fakat daha sonraki devirlerde bu çok önemli toplantılara katılmaz oldular. Vezirlerin kuvvetli olduğu devrelerde bu eksiklik hissedilmese de daha sonraları problemler ortaya çıkmaya başladı.

Vezir-i azamlık ulu bir makam olduğu için o makama gelen kişiler büyük bir hata işlemezlerse çok sık olarak değiştirilmemelidirler. Ayrıca eski devirlerde sancak beyleri, beylerbeyleri de çok sık değiştirilmezlerdi. Bu da otoritelerinin daha kuvvetli olmasını sağlardı.

Eski dönemlerde bu mevkide olanların işlerine hiç kimse karışmazdı. Padişah ile kendi aralarında olan işleri hiç kimse bilmezdi. Ne zaman ki padişah yakınları devlet işlerine karışır, padişahı etkilemeye başlar oldular, o zaman vezirler , mecburen Enderun halkına uyup hevalarına göre hareket eder oldular. Onlar da pek çok işe karışıp, kan pahasına nice yüzyıl evvel fetholunmuş köyleri bir yolunu bulup, kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirdiler. Bu şekilde birçok timar ve zeamet verildi ve kılıç sahiplerinin dirlikleri kesildi.

Yani özetle,timar dağıtımında eski usullerden ayrılındı. Timarlar merkezdeki devlet adamlarının hizmetkar ve kölelerine dağıtılmaya başlandı.

Zeamet ve timar erbabı geçmiş devirlerde Devletin en büyük gücü idi. Onlar mükemmel iken yapılan gazalarda asla kapıkullarına ihtiyaç duyulmaz idi. Aralarında birtek yabancı yok idi. Hepsi ocak ve ocak-zadeler, baba ve dedelerinden kalma padişah dirliğine sahip kimselerdi.

Timar erbabı muhakkak sancaklarında otururlar, lazım olduklarında üç gün içinde lazım olan yerlere giderlerdi.

Eskiden, tezkireli timarlarda Beylerbeyi tezkere verirken bu usul değişti ve vezir tarafından verilir oldu. Haksızlık anında şikayet edilecek merci kalmadı.

Padişah hasları Şeriata aykırı olarak mülk edinildi. Rüstem Paşa zamanında toprakların bir kısmını iltizama verilmesi nedeniyle bu toprakların bir bölümü  yabancıların eline geçti.

Timar dağıtımında, daha sonraları ortaya çıkan bir usul olan, kapıkullarına dirlik verilmesinden  ziyade ocakzadelere ağırlık verilmesi sistemin özüne en uygun yoldur..Bu konuda ilk uygulama Özdemiroğlu Osman paşa zamanında M.1584 yılından sonra vuku bulmuştur.O devirden sonra şehir oğlanlarına, reaya kesimine de dirlik verilir olmuştu.

Bürokraside timar sahibi olan kişiler timar almışlar fakat savaş zamanı vecibelerini yerine getirmemişler, bu da ordunun gücünü azaltan bir durum ortaya çıkarmıştır.

Koçi Bey’in risalesinde dikkati çektiği bir diğer husus ise, Şeyhülislamlık makamına gelmiş kişilerin çok büyük bir vebal dışında azledilmemeleri gerektiğiydi. Eskiden uygulama bu şekilde idi ve fetva makamı padişaha karşı başı dik durumdaydı. Azil kapısı açıldıktan sonra bu makama gelen bir çok kişi tedirginlik yaşayarak fetvalarında bazı hatalara düştüler. Bu konudaki ilk uygulama M.1594 tarihinde Şeyhülislam Sunullah Efendi’nin birkaç defa yersiz olarak azlolunmasıdır.

Tabii bu husus ilmi hiyerarşi ve kalitenin eskisi gibi olmamamasıyla da alakalıydı. Yani bir bakıma hem sebep, hem de sonuçdu.

Devlet mekanizmasındaki bozulma her kesimde meydana geliyordu. Yeniçerilerde de M,1503 tarihinde Sultan Mehmet Han’ın düğünü dolayısıyla halkı eğlendiren kişilere yeniçeri ağasının muhalefetine rağmen yeniçerilik verilmişti. Her kesimdeki yozlaşma ancak eski usullere dönülerek düzeltilebilirdi.

Asker içinde ulufeli sayısının artması reayanın vergisinin de artmasını gerektiriyordu. Bu husus zamanla reayanın fakirleşmesine ve rahatsızlanmasına sebebiyet verdi. ‘Oysa eskiden padişahlar altı-bölük halkını yeniçeri ocağı ile, yeniçeri taifesini altı-bölük halkı ile ve bu iki taifeyi de zeamat ve tımar askeri ile zaptederdi. Zeamet ve timar evvelce olduğu gibi tamamlansa, ulufeli de mümkün olduğu kadar azaltılsa, Allah’ın izniyle alem düzene girer’

Genel düşüncesini bu cümlelerle ifade eden Koçi Bey’e göre en önemli nokta eski usullere dönmek ve sistemi buna göre yeniden ele almaktı.  Koçi Bey’in layihaları 4. Murad üzerinde tesirli olmuş ve bunlara uygun icraatlar yapılmıştır.

8-Bozulmanın Diğer Sebepleri ve Süreci

Fakat sistemin tümünde ve bunun bir alt unsuru olan toprak sistemindeki bozulmada başka amiller de vardı Mesela fetih gelirleri azalmaktaydı. Özellikle nüfüs artışı 16. yüzyılda fazlalaşmıştı. Karlofça anlaşmasından sonra ortaya çıkan İstanbul’a doğru köylü akını birçok probleme sebep olmuştu.Yapı değişimini verdiği rahatsızlık Celali isyanları türü büyük sosyal patlamalara sebep olmaktaydı

Dış olaylar arasında Amerika’nın keşfi önemli bir gelişme olarak dünya dengelerini etkilemekteydi. Merkantalizm ile gelen yüksek enflasyon ülke ekonomisini menfi tarzda etkilemekteydi Ülkede metal darlığı hissedilmekteydi.

Denizcilik imkanlarının gelişmesi ile birlikte su yollarının keşfi transit ticaret yollarının da değişmesini beraberinde getiriyordu . Kıtaların arasında kavşak noktada olan Osmanlı mülkü üzerinde cereyan eden ticari hareketliliğin bir bölümü deniz yollarına ve başka alanlara kaymaktaydı. Bu husus genel gelirde düşüklükler meydana getirdi.Osmanlı idarecileri bu değişimleri ya yeterince göremiyor veya görseler de aldıkları tedbirler çözüm için yeterli olamıyordu.

Köprülüler devrinde müsadereye gidilmesine rağmen mukataadan malikane yapısına doğru geçiş başlamıştı. Bozulmakta olan devlet hazinesini biraz olsun hafifletmek için tımar gelirlerini hazineye aktarmak gibi bir uygulama başlatıldı. Buna misal olarak 1715 yılında sefere katılmayan Erzurum sipahilerinden , mevcut 5279 tımardan 2119’u hazineye aktarılmıştır.Bu aktarma işinde Ö.L.Barkan’ın tesbitlerine göre buhran genelde küçük tımar sahipleri arasındadır. Çünkü el konulan tımarların %76’sı 3000 akçeyi geçmeyen tımarlardı.

El konulan tımarların mültezime verilmesi ve bu kişilerin halka kötü davranmaları zamanla başka problemler doğurmuştur. Bu süreç tımar sisteminden iltizam sistemine geçişteki başlangıç devrelerini oluşturmaktadır.

18.Yüzyıl’da diğer bir oluşum da ayan adı verilen kişilerin etkilerinin artmaya başlamasıdır. 1682 Osmanlı-Avusturya ve 1768 Osmanlı – Rus savaşlarında güç duruma düşen maliyenin ayanlara malikane arazi vermesi bu kişilerin güçlerinin artmasına sebep olmuştur. Bu süreç 1808’deki Sened-i-İttifak hadisesine kadar gelmiş ve padişah adına vezir-i azam, ayanlarla karşılıklı anlaşma imzalamıştır. Gerçi Batı tarihinde önemli bir yer tutan ve feodal beylerin gücünü ifade eden  Magna -Carta anlaşmasına benzetilen bu hadise mahiyet olarak çok büyük farklılıklar gösterse de yine de ayanların sistem içindeki önemli yeri hususunda ipucu vermektedir.

Osmanlı toprak sisteminin klasik devredeki mühim unsurlarından ve temel direklerinden Tımarlar, 1812 yılından itibaren mahlul oldukça verilmemeye başlamıştı.Timarlı sipahilerin bir bölümü bir dönem zaptiye hizmetlerinde kullanıldı. Bazıları da kale topçuluğu gibi vazifelere getirildi. Gelişen zaman içinde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye içerisinde  süvari olarak da istihdam edilen timarlı sipahiler yeni timarlar da verilmediği için son kalıntılarının tükenmesi ile tarih sahnesinden sessizce silindiler.

9-Tanzimat ve Toprak Sistemi

Umumiyetle kabul edilen fikre göre Tanzimat ile birlikte tımar sistemi ortadan kaldırıldığından, bu tarihten 1847’ye kadar kısmen sipahiler ve kısmen de mültezimler, bu tarihten sonra da münhasıran mültezim ve muhassıllar vergileri toplamışlardır (miri araziyi tefviz etmişlerdir).

1840 yılında yurdun her yerinde aşar vergisinin  (öşür) 1/10 olmasına karar verilmiştir.Toprağın verimlilik durumu , iklim özellikleri gibi etkenler göz ardı edilerek alınan bu karar hem hazineye zarar vermiş hem de halk açısından zulüm ve eşitsizlik doğurmuştur.

1858 yılında Ahmet Cevdet ve Mehmed Rüşdü Paşalar ile Arif ve Tahsin Beylerden kurulu bir heyet tercümeye başvurmadan eski kanunnameler, fetvalar ve örfden hareketle bir kanunname hazırladılar. Bu kodlama çalışması tamamen yeni bir hareket olarak tarihteki yerini almıştır.

1858 Arazi Kanunnamesinde, miri topraklar gene devlet elinde kalmış, dirlik sahiplerine ait bütün haklar da devletin eline verilmiştir. Devlet denetim görevini memur ve mültezimlere vermiştir. Arazi kanunnamesinden sonra iç ve dış baskılar sonucu miri arazinin çeşitli yollarla mülk haline geçişi önlenememiştir.

Arazi Kanunnamesinden sonra meydana gelen en önemli hadise yüzyıllardan beri Osmanlı ülkesinde mülk edinemeyen yabancıların 1867 ‘de Hicaz vilayeti dışında mülk edinme hakkını almaları olmuştur.

Bu kanunname Cumhuriyet Dönemine kadar yürürlükte kalmış ve bu sürede ise uygulamada istenen başarıya ulaşılamamıştır.

Yararlanılan Kaynaklar:

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Celali İsyanları (1550-1603)’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1963

DENY, J., Encyclopedia de l’Islam, Tımar maddesi c.4. s.808.

OKUMUŞ, Ejder, ‘ İbn Haldun ve Osmanlı’da Çöküş Çalışmaları’, Divan Dergisi 1999/1, İstanbul, 1999 , s.207

BARKAN, Ömer Lütfü , ‘Türkiye’de Toprak Meselesi ‘ İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980

DANIŞMAN, Zuhuri ,(Sadeleştiren), ‘Koçi Bey Risalesi’, İstanbul: MEB Yayınları, 1993

CİN, Halil , ‘Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması’, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara ,1978

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’  İstanbul: Tekin Yayınevi,1979.

Erhan Erken

MÜSİAD ÇERÇEVE DERGİSİ OSMANLI ÖZEL SAYISI 2000