16 Nisan Halk Oylaması Yaklaşırken

Referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

Türkiye 16 Nisan günü yeni bir halkoylamasına gidiyor. Yaklaşık 58 milyon seçmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için oylarını verecekler. Bu seçimde daha önce TBMM tarafından kabul edilen ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan 18 maddelik tasarı üzerinde seçmenler evet veya hayır oyu kullanacaklar.

Bilindiği üzere bu tasarı, 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbeden sonra 1982 yılında o dönemki darbe yönetimi tarafından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen Anayasanın tamamında yapılacak bir değişikliği içermiyor. Gerçi o Anayasa da daha sonra yıllarda çeşitli tadilatlara uğramıştı fakat ana taslağı tam manasıyla değiştirilememişti. Bugün de bu Anayasanın tamamı üzerinde bir değişiklik gerçekleştirilmiyor. Daha çok yönetimle ilgili 18 maddelik bir düzenleme ön görülüyor.

Tamamıyla yeni bir Anayasa hazırlığı konusunda daha önceki dönemlerde birçok teşebbüste bulunulmuş fakat bunlar çeşitli sebeplerle sonuca ulaştırılamamştı.. Bu hazırlıklar sırasında üzerinde ittifakla durulan husus 12 Eylül şartlarında hazırlanmış ve kabul edilmiş olan Anayasanın bütününün değişmesi yönündeydi. Toplumun büyük bir kesimi söylem bazında böyle bir değişikliği istediğini ifade etse de ülke şartları içinde bu konuda istenen düzenleme bir türlü yapılamamıştı

12 Eylül Anayasası özetle nasıl bir yaklaşıma sahipti?

12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinin başında meclis iradesinin ve hükümetin bir çok anayasal mekanizma tarafından kontrol altında tutuluyor oluşu gelmektedir. Bu durumda millet iradesiyle seçilen parlamento ve onun içinden çıkan hükümet, ülke yönetimini vatandaşa taahhüt ettiği şekilde gerçekleştiremiyor fakat yönetim sorumluluğunu tam olarak üzerinde  taşıyordu.

Bu anayasa ile kurulan sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı da çok önemli bir yer tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayanlar, muhtemelen o tarihten sonra ülkenin başında ya bir emekli komutanın ya da askerlerin de içinde olduğu elitlerin onayladığı bir kişinin bulunacağını hesaplamışlar ve görev tanımını ona göre düşünmüşlerdi. Vatana ihanet suçu hariç hiçbir şekilde sorumluluğu olmayan ama gerek yetkileriyle gerekse de harekete geçirebileceği çeşitli kurumlarla sistemi kontrol altında tutan bir Cumhurbaşkanlığı yapısı oluşturulmuştu.

Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu ilk kurgulanışı gereği hükümeti önemli bir oranda denetleme imkanına sahipti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Mecliste kabul edilmiş kanunları gerektiği zaman işlevsiz hale getirebiliyordu. Danıştay  kurumu idare üzerinde, Yargıtay da hukuk sistemi üzerinde aynı tarzda vesayet oluşturabiliyordu. Yüksek mahkemelerin üyelerinin seçiminde de meclisin ve hükümetin etkisi çok azdı ve bu kurumlar kendi dar çevreleri içinde bir kadrolaşma yapısına sahip idiler.

Daha sonraki bazı değişikliklerle MGK’nın işlevi daha farklı bir konuma getirildi ve bu alandaki vesayet kısmen önlenebildi. Hukuk sistemi üzerindeki vesayet konusunda da bazı adımlar atılmaya çalışıldı. Bunların bir kısmı başarılı oldu, bir kısmında ise farklı sıkıntılar belirdi. Özellikle FETÖ yapılanmasının süreçte etkili hale gelişi de yeni problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

12 Eylül Anayasasının diğer önemli bir yanı da yargıda çiftli bir yapı önermesiydi. Sivil yargı sisteminin tamamen dışında konumlandırılan askeri yargı  kendine has usullerle çalışmakta ve  ülkede çiftli bir hukuk sistemi varlığını sürdürmekteydi.

Yine 12 Eylül sistemi yürürlüğe koyduğu seçim sistemi ve siyasi partiler yasası ile Milletin eğilimlerinin parlamentoya aksetmesini engelleyen ve onu kolaylıkla kontrol altında tutabilen bir yapıyı öngörmekteydi.

Sistemde yapısal değişim

2007 Yılında ortaya çıkan 367 krizi sonrasında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusu referanduma sunuldu ve kabul edildi. Bu kararla birlikte Türkiye’de esasında yeni bir yapının köşe taşları döşenmeye başlanmıştı.

Yeni düzenlemeyle 12 Eylül anayasası tarafında zaten güçlü bir şekilde yetkilendirilmiş olan Cumhurbaşkanlığı, halk tarafından da seçildiğinde daha da kuvvetli bir konuma geliyordu.

O tarihten bu güne kadar iktidarda olan Ak Parti döneminde bu husus, aynı anlayıştaki kişilerin yönetimde olmasından dolayı, bünye içinde halledilen birkaç sıkıntı dışında çok büyük bir yol kazasına sebep olmadı. Fakat 2007 halk oylaması ile girilen yolda çift başlılık tehlikesi Türkiye’deki sistemin en önemli problem alanı olarak ortada durmaktaydı.

Bu problemi ortadan kaldırmak için kabaca iki çözüm yolu görünmekteydi: Ya Başbakanlık kurumunu daha güçlü hale dönüştürüp Cumhurbaşkanlığını sembolik hale getirmek ya da Cumhurbaşkanlığını yürütmenin başına geçirip Başkanlık veya yarı Başkanlık türü bir yapıya geçmek.

Bu çerçevede yapılan çalışmalar neticesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli oluşturuldu ve bu sistem 16 Nisan tarihinde inşallah halkın önüne getiriliyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili halkın önüne belli bir süredir çok aydınlatıcı çalışmalar konuluyor. Gerek ilmi araştırmalar olarak gerekse de basım yayın organları vasıtasıyla birçok kişi bu sistemi detaylı olarak izah etmeye çalışıyorlar. İçlerinde konunun başlangıcından günümüze tüm safhalarına vakıf ve her maddeyi gerekçeleriyle anlatabilen çok ehil kişilerin bulunması seçmenler açısından büyük bir nimet.

Tabii sağlıklı bir tarzda izahatlarda bulunanlar dışında maalesef konunun ana ekseni ile hiç de alakalı olmayan meselelerin konuşulduğu ve yazıldığı çeşitli platformların olduğu da bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen, oy verecek vatandaşlar bu konuda biraz gayret ederlerse doğru bilgilere ulaşabilecekleri bir zemine sahipler ki bu da ülkemiz için hakikaten sevinilecek bir durum

Ben bu yazımda önerilen sistemle ilgili detaylı bir analize girmek istemiyorum. Fakat bu konuda birkaç hususu dile getirmeyi arzu ediyorum.

Öncelikli olarak 12 Eylül Anayasası olarak nitelendirilen Anayasanın çok önemli bazı maddelerinin TBMM’de görüşülüp bunların değişikliği yönünde bir iradenin ortaya çıkması ve bunun halkoyuna sunulması başlı başına önemli ve müspet bir durum. İnşallah halkın iradesiyle bu alanlarda bazı değişikliklerin yapılabilmesi, daha sonra yapılması muhtemel olan daha kapsamlı değişikliklerin de önünü açacaktır.

Bu değişiklik, mevcut anayasada yapısal olarak var olan, yürütmedeki çift başlılık tehlikesini önleyecektir. Ayrıca diğer önemli bir husus da, hukuk sistemindeki askeri yargı ve sivil yargı ikileminin ortadan kalkması olacaktır.

Tasarının kabul edilmesi, Cumhurbaşkanlığı makamını yürütmenin başı olarak güçlü bir şekilde konumlandıracak ama denetlenmesine ve gerektiğinde yargı önünde hesap verebilir bir noktaya gelebilmesine de imkan verecektir.

Bu noktada özellikle muhalif çevrelerde, Cumhurbaşkanının ve parlamentonun çoğunluğunun aynı görüşten kişilerden oluşması halinde gündeme gelmesi muhtemel bir denetlenemezlik durumundan söz edilmektedir.

Böyle bir kaygıya karşı, Anayasa mahkemesinin ve diğer yargı birimlerinin eskiden olduğu gibi sistemde yer alıyor oluşunu gözden uzak tutmamak gerekir. Aynı zamanda da hem Cumhurbaşkanının hem de parlamentonun beş yılda bir halkın önüne seçim için gidecek olmaları, önemli subap mekanizmaları olarak yeni taslaktaki maddeler arasında yer almaktadır.

Ayrıca, meclis ve yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı arasında çıkabilecek bir sıkıntıda her iki tarafın da erken seçime gidebilme imkanına sahip oluşları, muhtemel yönetimsel krizler karşısında sistemin önemli bir problem çözebilme yeteneği olarak tasarıda yer alıyor.

Türkiye’deki anayasalarla ilgili geriye doğru bir araştırma yapıldığında görülür ki, bugüne kadarki tüm Anayasalar kendinden evvelki dönemlerde görülen arızaları giderebilmek ve sonrasında da daha yönetilebilir bir ülke ortaya çıkarabilmek için yapılmıştır. Bu kısmi anayasa değişikliğinde de aynı durumun varlığı açıkça göze çarpmaktadır.

Bu değişiklikten sonra tamamlayıcı mahiyette başka değişikliler de gerekmektedir

16 Nisan’daki anayasa değişikliğinden sonra Siyasi Partiler kanunu ve seçim sisteminde de halkın iradesinin parlamentoya doğru ve vesayetten arındırılmış olarak yansıyabilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması şarttır. Bu düzenlemelerin yapılması durumunda da yukarıda zikredilen ve kamuoyunda üzerinde tartışılan noktalarla ilgili duyulan bazı rahatsızlıkların tamamen ortadan kalkacağına inanmaktayız. İnşallah bundan sonraki adımda zikri geçen değişiklikler de yapılır ve sistem daha iyi bir noktaya gelir.

12 Eylül Anayasasında yer alan YÖK türü yapıların ve diğer bazı sıkıntı oluşturan hususların da topyekün ele alınacağı ve daha iyileri ile değiştirileceği günleri görebilmek de her vatandaş gibi bizlerin de beklentisidir.

Türkiye gibi yüzyıllık süreçte çok önemli yapısal değişiklikler yaşayan, Devlet aygıtının daima toplumun üzerinde olduğu ve milletin isteklerinin ve eğilimlerinin sürekli kontrol altında tutulmaya çalışıldığı bir zeminde, millet iradesini güçlendiren her adımın çok önemli bir değeri bulunmaktadır. Ama bu değişimlerin gerçekleşmesi de her zaman önemli sancıları beraberinde getirmektedir.

Bu referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

16 Nisan referandumunun diğer önemli bir özelliği de Türkiye’nin 15 Temmuz gibi bir darbe teşebbüsünden kurtulmasının hemen sonrasına rast gelmesidir. FETÖ yapılanması, diğer darbeci unsurlar ve dış desteklerin sonucunda meydana gelen kalkışmanın bertaraf edilmesi sırasında toplumumuzda ciddi bir tedirginlik yaşanmıştır. Bir diğer önemli süreç de Türkiye’nin hemen güneyinde ve sınırlarının yanıbaşında süregelmekte olan uluslar arası bir mücadelenin aynı dönemlerde vuku buluyor oluşudur.

Türkiye’nin komşusu, müttefiki ve dahi düşmanı olan tüm unsurların bu süreçlerde ülkemize karşı aldıkları hasmane tutumlar, bu referandumu kısmi bir anayasa değişikliği boyutundan daha farklı bir yere taşımıştır.

Darbe girişiminde Türkiye’deki meşru yönetimi desteklemeyen ve aksine darbecileri teşvik eden ülkeler bu referandumdan olumsuz bir sonuç çıkmasını isteyenlerle beraber hareket etmektedirler. Güneyimizdeki mücadelede her pozisyonda Türkiye’yi açmaza düşürmeye çalışanlar, Türkiye’nin canını acıtan terör unsurlarını destekleyenler, içte ve dışta bazen sinsi bazen de açıkça düşmanlık gösteren FETÖ unsurlarını arkalayanlar, bu oylamada hep birlikte hayırcı cephe içinde yer almaktadırlar..

Tüm bunların sonucunda Türkiye’nin daha iyi yönetilebilmesi için önemli bir adım olan bu kısmi anayasa değişikliği tasarısının oylanması, adeta mevcut hükümetin ve onun da ötesinde bu değişikliği savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oylanması noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Ortaya çıkan resme göre referandumda evet diyecek olanlar sadece bu taslağa evet demeyecekler. Aynı zamanda 15 Temmuz kalkışmasına karşı durduklarını, güneyimizdeki mücadelede bizi sürekli çelmeleyen görünür ve görünmez düşmanlara karşı mevcut yönetimin yanında olduklarını beyan edecekler. İçeride ise ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen başta PKK olmak üzere tüm ayrılıkçı ve bölücü unsurlara ve gerek yurt içi gerekse de yurt dışı FETÖ yapılanmasına karşı da bir duruş sergilemiş olacaklar..

Hayır diyecek olanlar da,  kısmi anayasa değişikliğini samimi bir düşünceyle benimsemeyenler de dahil olmak üzere karşı tarafta yer alacaklar.

Gelinen bu durumun da çok sıhhatli olmadığını ifade etmenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Fakat mevcut konjonktür maalesef ülkeyi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor..

İktidara düşen önemli vazife

Bu çerçevede iktidara düşen belki de en önemli vazife Türkiye’nin menfaatlerini samimiyetle düşünen ve kendi açılarından bunun gereği olarak mevcut tasarıyı benimsemeyen ve hayır demeyi tercih edecek vatandaşlarımızı bölücülerin, iç ve dış düşmanların safında görmeyip onları titizlikle ayrıştırarak, farklı bir kategoride ele almak olacaktır. Çünkü demokratik sistemlerde insanlar önlerine gelen her konuda illa o tasarıları getirenlerle aynı fikirde olmayabilirler veya bu hususlar üzerinde eleştirel bir bakış geliştirebilirler. Bu tarz sistemlerde ortaya konan tasarıları müspet karşılamak kadar uygun bulmamak da aynı derecede değerlidir. Fakat asıl olan bu noktalarda kötü niyetlilere zemin oluşturacak davranışlardan ve sözlerden kaçınılmasıdır.

Bu konuda gerek halka açık toplantılarda gerekse de verilen beyanatlarda hükümet kanadında bu tarz bir çabanın gösterilmekte olduğunu görmekten memnuniyet duymaktayız.

Sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tasarısını, 12 Eylül Anayasası ile oluşturulan sisteme önemli bir değişiklik getirmesi ve bunun halkoyuna sunulması açısından önemli bulmaktayız. Ayrıca bu tasarının halk tarafından kabul edilmesi ile birlikte gerek 15 Temmuz darbe teşebbüsünü yapan ve yaptıranlara, gerekse de Türkiye’yi içte ve dışta kıskaca almak isteyenlere karşı bir duruşun ortaya çıkmasına yol açılacağına inanmaktayız.

İnşallah ülkemiz bu çok kritik oylamayı sıkıntısız bir şekilde atlatır ve bu değişiklik sonrasında da bunu tamamlayan diğer anayasal ve kanuni değişiklikleri yaparak daha iyi yönetilebilir ve daha istikrarlı bir yapıya ulaşır.

Allah ( cc) ülkemize ve tüm İslam Alemine yardım eylesin

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Türkiye’nin sınırları nerede başlıyor nerede bitiyor?

Türkiye’nin dahili gündemlerinin belli bir yoğunluk kazandığı hemen her dönemde sınırlarımız dışında bizi birinci derecede ilgilendiren alanlarda hesapları olan ülkelerin direk veya dolaylı stratejik hamleleri de artıyor. Bu tespitin, rastlantının ötesinde bir gerçekliği olduğu kanaatini kuvvetlendiren birçok örnek bulabilmek mümkün

İçerdeki şer odaklarının dış desteklerle yapmaya çalıştıkları 15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve onu izleyen günlerde de bu tarz gelişmeleri yoğun olarak yaşamıştık. 

Son haftalarda da özellikle 16 Nisan referandumu etrafındaki tartışmalar ülke gündemini yoğun olarak meşgul ederken ve dikkatler de bu noktaya doğru yönelmiş durumda iken yine etrafımızda çok önemli gelişmelerin vuku bulduğunu görüyoruz.

Bu referandum sonucunda Anayasa’daki 18 maddenin değişmesi sadece Türkiye’nin yönetim yapısında bir farklılık oluşturmayacak, zamanla ülkenin her anlamda hareket kabiliyetini de arttırıcı bir durum ortaya çıkaracak. Aynı zamanda referandum sonucunun evet çıkması mevcut iktidarın gücünü pekiştirmenin ötesinde, içerde ve dışarıda daha etkili bir duruma getirecek

Başlangıç cümlesini biraz daha anlaşılabilir hale getirebilmek için bir kaç örnek verelim:

Esad’ın kimyasal silahlarla İdlib’de yaptığı katliamın oluşturduğu sıcak gündem çerçevesinde örneklerimizi daha çok güney sınırlarımızın dışındaki olaylardan seçip  dikkatlerimizi daha çok bu yöne doğru yöneltmeyi arzu ediyorum. 

İlk olarak Kerkük’te ortaya çıkan gelişmeleri ele alalım; Kürdistan Özerk Yönetimi tarafından yüzyıllardır Türkmenlerin ağırlıkta olduğu bu şehrin yapısının değiştirilmeye çalışılması noktasında alınmaya çalışılan kararlar bunlardan bir tanesi. Biz içerde referandum gündemi ile yoğun olarak ilgilenirken Kerkük’te resmi dairelere Kürdistan bayrağı çekiliyor, bölgede referandumdan söz ediliyor. Bunlar çok önemli ve ciddi sonuçlar doğurabilecek hareketler

Tarihi bağlarımızın çok güçlü olduğu Musul’da da önemli gelişmeler yaşanıyor. Musul’un bir dönem DAİŞ tarafından ele geçirilmesinden sonra yine son zamanlarda buranın yeniden DAİŞ’ten geri alınması gayretleri var. Bu süreçte yaşanan olayları da dikkatlice izlemek gerekiyor. DAİŞ’ten temizlenen bölgelerde hakimiyet kuracak yeni güçler ve o bölgelerden sürekli tahliye olmakta olan insanlarla birlikte zamanla Musul’un yapısı da muhtemelen büyük ölçüde değişecek gibi görünüyor. Musul’da tahliyeler dışında binlerce sivil insan öldürülüyor. Irak merkezi hükümeti, İran etkisindeki guruplar ve koalisyon güçleri hepsi son derece aktif. 

Türkiye,  içerideki gündemlerine rağmen hem sahada hem de masada tüm bu süreçlerde aktif rol almak için gayret sarfediyor. Fakat olayların zamanlamasına özellikle dikkat edildiğini ve Türkiye’nin bir şekilde devre dışı kalabileceği şartların arzu edilmiş olabileceğini düşünmeden edemiyoruz.

İsrail’in özellikle Doğu Kudus’te yeni yerleşimleri hızlandırmaya yönelik karar ve çabaları, hak ihlalleri ve son günlerde sıkça dile getirilen Lübnan’a karşı bir harekata girişme niyetleri de bu çerçevede zikredilebilecek önemli gelişmeler. İsrail ile ilişkilerimizi düzeltmeye başladığımız süreçte karşı taraftan atılan adımlar Türkiye’nin iyi niyetlerini sürekli zorlar mahiyette

Fırat Kalkanı harekatının belli bir başarıyla sona ermesinden sonra Türkiye’nin özellikle PKK/PYD güçlerinin Fırat’ın Batı yakasına geçmemesi gerektiği ile ilgili kararını hiçe saymaya yönelik karşı taraftan gelen hamleler de diğer bir dikkat çekici husus. Büyük güçler de bu konuda Türkiye’nin hassasiyetlerini her fırsat yıpratıcı mahiyetteki hareketlere izin vermeye devam ediyorlar.

Yukarıda da değindiğim gibi birkaç gün önce İdlib bölgesine Esad güçleri tarafından yapılan hain kimyasal saldırı ve bunun akabinde de ABD’nin saldırı yapan merkezleri füzelerle vurması da sonuçları itibariyle Türkiye’yi ciddi şekilde ilgilendiren olaylardan bir diğeri.

Esad’ın böyle bir katliamı yapabilmesinin muhakkak ki onun üzerinde etkisi bulunan daha büyük güçlerin onayı dışında vuku bulması mümkün görünmüyor. Fakat böyle bir olayın olabilmesi ve bunu akabinde ABD’nin füze saldırısı hamlesi de sonuçları itibariyle dikkatlice ele alınmalı. Önceleri Esad’ı düşman ilan eden daha sonra Esad’lı bir çözüme doğru evrilen ve son olarak Esad’ın saldırısına karşı füze harekatı düzenleyen ABD’nin tüm bu hamleleri spontane gelişmelerden öte daha büyük bir planın parçası gibi değerlendirilmeli diye düşünmekteyiz. Fakat bu büyük plan ve planların da masaya yatırılıp incelenmesi büyük bir önem taşıyor. Bölgede etkin olmak isteyen tüm güçler bulabildikleri her fırsatta Türkiye’yi denklem dışına itebilmek ve onu bir şekilde kuşatabilmek için pozisyon almaya çalışıyorlar.

Bölgede nüfus yapısı ve ekonomik dengeler muhafaza edilmeli

Orta Doğu olarak adlandırılan bölgede Türkiye’nin en büyük hassasiyeti o bölgede var olan nüfus yapısının ve ülke bütünlüklerinin  korunabilmesi, nüfus ve ekonomik dengelerle oynanmasının engellenmesi olarak özetlenebilir. Fakat Uluslar arası büyük güçler bu bölgelerde özelikle nüfus yapısı ve ekonomik kaynakların kendi kontrollerini arttırabilecek tarzda bir değişikliğe uğraması için gayret sarfediyorlar. Bunun için şehirlerin nüfuslarının büyük ölçüde değişmesi ve gerektiğinde ülkelerin bile birkaç parçaya ayrılması onlar açısından çok önemli değilmiş gibi görünüyor. Veya başka bir açıdan bakarsak bu değişiklik onların planlarının daha rahat tahakkuk edebilmesi açısından özellikle önemli.

Dikkatle izlendiğinde fark edilebildiği gibi bazen PKK/PYD, bazen DAİŞ bazen Irak Bölgesel Kürt yönetimini bazen de Esad’ı farklı tarzlarda harekete geçirerek bu amaçlarına ulaşabilmek için çalışıyorlar. Bazen de kullandıkları güçlerin dışında son füze saldırısında olduğu gibi direk müdahalede de bulunuyorlar. Fakat bu çalışmaları ve müdahaleleri sırasında Türkiye’nin hassasiyetle üzerinde durduğu Uluslar arası Hukuk, Uluslar arası Meşruiyet, dostluk, müttefiklik ve bölge insanlarının zulüm görmemesi gibi değerleri adeta hiçe sayıyorlar.

ABD’nin, diğer Batılı ülkelerin, Rusya’nın, İran’ın ve İsrail’in beraber çalıştığı bölgesel aktörlerle dostlukları veya düşmanlıkları çok hızlı bir şekilde değişebiliyor. Dün kötü olarak dünyaya sunulan DAİŞ bile yeri geldiğinde bu denklemde rahatlıkla desteklenebiliyor. 30 küsür yıldır Türkiye’nin canına yakmakla adeta vazifelendirilmiş PKK/PYD türü terörist örgütler Türkiye’nin müttefiki olarak gördüğü ülkelerden çok ciddi silah ve lojistik desteği alabiliyorlar.

Türkiye ise gönül coğrafyası olarak tanımladığı bu bölgenin tüm halklarına karşı sorumluluğunu her durumda ısrarla sürdürmeye çalışıyor. Sorunlu bölgelerden kaçmak zorunda kalan insanları ülkesine kabul ediyor ve onların her tür ihtiyaçlarını görmeye çalışıyor. Sınır ötesinde kalanlara büyük çaplı insani yardımları hem resmi hem de sivil kanallarıyla ulaştırmaya çalışıyor. Oralarda yapılmaya çalışılan ve hepsi de sinsi planların birer parçası olan demografik yapı değişikliklerine elinden geldiği ölçüde karşı durmaya gayret ediyor.

Türkiye’nin mücadele etmek zorunda kaldığı büyük güçlerin askeri bütçeleri neredeyse ülkemizin Milli Gelirine yakın büyüklükte fakat buna rağmen Türkiye’nin uyandırdığı tesir, onların politikalarını kısmen de olsa etkileyebilecek güçte gibi görünüyor. Türkiye’nin daha fazla kendi iç dengelerine yöneldiği anlarda vuku bulan bu hamlelerin mevcudiyetinin, bizim bu tespitimizi kuvvetlendirici bir mahiyette olduğunu düşünmekteyiz.

Türkiye’nin gönül,  etki ve reel sınırları

Dolayısıyla kağıt üzerinde 780000 km kare olarak ifade edilen Türkiye’nin reel sınırlarının çok ötesinde bir genişliğe sahip olan gönül sınırları ve etki sınırları arasındaki fark, Türkiye’nin hem en önemli zenginliği hem de sırtına yüklenmiş olan en büyük sorumluluğu

Türkiye’nin reel anlamdaki sınırları dahilinde ortaya çıkan problemler ile daha yoğun uğraştığı zamanlarda bunu dışında kalan alanlarla ilgili doğabilecek en ufak bir ilgi veya konsantrasyon eksikliği, yarın sonuçları itibariyle hem bizim hem de zikri geçen coğrafyaların aleyhine sonuç verebilecek nitelikte. Dolayısıyla her daim teyakkuz halinde olmak çok önemli. 

İçeride dengelerin güçlü olması gerek ki dışarıdaki gelişmelere daha etkili bir şekilde müdahale etme imkanı bulunabilsin. Dışarıdaki şer ittifaklarına gereken müdahaleler yapılabilsin ki onların içeriye yönelik kuracakları kumpaslara karşı daha güçlü olabilelim.

En büyük dileğimiz, 16 Nisan referandumu ile birlikte Türkiye’nin inşallah daha dengeli bir anayasal çerçeve ve siyasi yapı oluşturabilmesi, bunun sonucu olarak da bir yandan içerdeki sorunları daha hızlı bir şekilde çözerken diğer yandan da  bölgesinde ve uluslar arası alanda daha etkili olabilmesidir. 

Hem ülke içindeki insanlarımızın büyük çoğunluğunun hem de mazlum coğrafyalarda  yaşayan kardeşlerimizin dileklerinin de aynı şekilde olduğuna inanmaktayız.

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Kültür ve Eğitimde Karar Vericilerin Sorması Gereken Sorular

İnsan zübde-i âlemdir. Kültür de eğitim de o insanın daha kâmil bir noktaya ulaşabilmesi noktasında hayati önemi olan alanlardır. Bu alanlarda yeni çalışmalar yapılırken neler hayal ediliyor? Hangi sorular soruluyor? Geçmiş verimli uygulamalara dönüp bakılıyor mu?

Son zamanlarda eğitim ve kültür konularında devletin en üst kademelerinden başlayarak aşağıya doğru herkeste daha bir dikkat, daha bir gayret hali görülür oldu. Özellikle sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu hususu birkaç konuşmasında hassaten ifade etmesi ilgi ve alakayı neredeyse alarm seviyesine yükseltti.

2002’den beri iktidarda olan Ak Parti’nin, çok önemli konularda başarılı hizmetler gerçekleştirmiş olsa da, özellikle eğitim ve kültür alanında arzu edilen hedeflere ulaşamadığı noktasında uzun dönemdir içten içe bazı eleştiriler yapılmaktaydı. Buna ilaveten son dönemlerde daha fazla gündeme gelen, ait olduğumuz medeniyetle ilgili söylemlerin öne çıkması, Milli Eğitim cephesinde meydana gelen bazı müspet gelişmeler ve “dindar gençlik yetiştirilmesi” gibi çok damardan ifadeler, özellikle 2009’dan itibaren iktidar cephesinde bir şeylerin değişmekte olduğu sinyalini vermekteydi. Son zamanlarda ise bu iki konudaki söylem düzeyi biraz daha kuvvetlendi.

Bu noktada öncelikle bazı sorular sorarak konuyu açmaya çalışalım:

Nasıl bir toplum ve nasıl bir insan tipi hayal ediliyor?

Bahsi geçen konulara yani eğitim ve kültür meselelerine, hem toplumun geneli, hem okumuş yazmış kesim, hem de yöneticiler açısından bugüne kadar hakikaten gerektiği şekilde önem verilmiyor muydu?

Veya önem verildiği zannediliyordu fakat toplumdaki insan malzemesinde belirli bir yetersizlik hissedilmesi üzerine mi bu mesele yeniden gündeme gelmeye başladı?

Bir eksiklik sezildiyse acaba hangi kriterlere bakılarak böyle bir eksikliğin farkına varıldı?

Bu konuda eksiklik olduğunu gündeme getiren kişiler acaba nasıl bir toplum ve nasıl bir insan tipi tahayyül ediyorlardı? İlave olarak şu soruyu da sormak gerekir ki acaba iktidarda olan kadroların bu hayalleri ne kadar birbiriyle uygunluk içindeydi?

Yönetim kademesindeki ve toplumdaki öncü durumda bulunan insanlar cephesinden olaya bakılırsa, yetişmesini arzu ettiğimiz insanlarda hangi özellikleri arıyorlardı ki bunların yeterli olmadığına karar verdiler ve biz eğitim ve kültür konularına maalesef yeteri kadar ehemmiyet veremedik diye bir kanaate sahip oldular?

Bu konuda yeterlilik ölçüsü nasıl tespit edilecek?

Toplumda eğitim ve kültür konularında çok başarılı ve dünya çapında eserler veren, yaptığı çalışmalarla uluslar arası arenada ses getiren insan sayımızın fazla olması mı bizdeki yeterlilik ölçüsü olacak?

Yoksa toplumun olabildiğince fazla sayıda ferdinin bu alanlarda hassasiyetle belirlenmiş bir seviyenin üstüne çıkması mı bizim için yeterlilik ve gelişmişlik ölçüsü olacak?

İlave olarak, bu ölçüleri kim veya kimler belirleyecek?

Çağdaş anlamda hâkim görüşler mi toplumdaki bu konulardaki seviyenin kıstasları konusunda belirleyici olacaklar?

Yoksa bizim kendimizin belirlediği ve bizce değeri olan ve bize özel sabitlerimiz olacak da biz onlara bakarak mı bu seviyeleri belirleyeceğiz?

Dinimizde, diyanetimizde, tarihimizde ve çokça kullanılan, ait olduğumuz medeniyette bugüne kadar bu belirlemeler hangi usullerle yapılıyordu? Biz bugün ilerledik veya geride kaldık dediğimizde bu kadim ölçülerimizi nazar-ı itibare alarak mı bir değerlendirme yapıyoruz?

Yoksa bizim o çok önem verdiğimiz sabitlerimiz konusunda bazı itiraf edemediğimiz şüphelerimiz var da onları açıkça ortaya koymaktan çekiniyor muyuz?

Hayaller ve tercihler

Bu son cümleyi niye söylüyorum, müsaadenizle biraz açayım; Bugüne kadar toplumun üst katmanlarında bulunan yöneticilerin hatırı sayılı bir bölümünün, herhangi önemli bir yere kendi ölçülerine göre yetişmiş kişiler seçecekleri zaman, tercih ettikleri insanların bazı kereler zikredilen medeniyet değerleri ile mücehhez olmayan tipler olduğunu gördük ve halen de bunların örneklerine rastlamaktayız.

İlave olarak, toplum açısından önem verilen okumuş yazmış veya sanat ehli kişilerin biraz etkili bir pozisyona geldiklerinde, hemen o bizce çok değerli değilmiş diye söylenen düşüncelere sahip maruf kişilerle daha fazla içli dışlı olduklarını müşahede ediyoruz. Tercihlerinde nedense çoğu kere bu kişileri seçiyorlar. Üst düzey danışmanlık kadrolarındabu vasıflara sahip hatırı sayılır miktarda kişi yer alabiliyor. O beyler veya hanımlar, üst düzey vazifelilerimizin ve aile fertlerinin (birçok örnekte görüldüğü üzere ) hemen en yakınlarında kolaylıkla yer bulabiliyorlar.

Yılın sanatçısıyılın kültür adamı ve sair tercihlerde genelde bu tarz birkaç kişi muhakkak kürsülerde yer buluyor ve bunlar da her seferinde toplumun canını sıkacak bir şeyler yapıyorlar ve büyük kalabalıklar hep susmak zorunda kalıyorlar. Ayıp olmasın, üst düzey ağabeylerimizi veya ablalarımızı kırmayalım, üzmeyelim diye dertlerini içlerine atıyorlar.

Kültürel faaliyetten ne anlıyoruz? Eğitim konularında neleri önceliyoruz? 

Bu konuyla ilgili bu kadar örnekle iktifa ederek mevzumuza devam edelim. Evet, nerede kalmıştık? Kültür dediğimizde bunun tarifini nasıl yapacağız, kıstasları nasıl belirleyeceğiz?

Kültürel faaliyetten özetle ne anlıyoruz? Eğitim konularında neleri önceliyoruz veya öncelememiz gerekiyor?

Önemli olan toplumda imkân olduğu ölçüde en fazla sayıda kişide zevk-i selimi geliştirebilmek, çocukluk çağından itibaren insanlarımıza estetik bakışı kazandırabilmek, Allah güzeldir ve güzeli sever düsturu çerçevesinde her işini en güzel şekilde yapan ve etrafındaki güzelliklerin farkına varan insanlar yetiştirebilmek ana gayemiz olmalıdır diye düşünmekteyiz. Ayrıca sanat ve kültür alanında yapılan uğraşların insanların iç derinliklerine önemli katkılar sağladığına inanmaktayız.

Kültür ve sanatı toplumdaki az sayıda kişi arasında elit bir uğraş olarak değil toplumun ulaşabildiği kadar geniş kesimine yayılan bir faaliyet olarak ele almayı önemli görmekteyiz. Fakat aynı zamanda da bu çalışmaları kitleselleştikçe değer yitirmediği bir seviyede tutabilmeyi de becerebilmemiz gerekir diye düşünüyoruz.

“Bizim çevremizde maalesef böyle çalışmalar yapılamıyor” mu?

Burada kültür ve eğitim konularında gerek içinde bulunduğumuz çalışmalar gerekse de etrafımızda yapılan faaliyetlerle ilgili toplumdaki ilgi düzeyinde bazı eksiklikler ve/ veya hatalı eğilimler gözümüze çarpıyor. İnsanımızın önemli bir kısmı yapılan çalışmaları sanki o çalışmaların hedefleri, ufku, insanlarda bırakacağı kalıcı etkilerden çok başka kıstaslarla değerlendiriyor. Çoğu kere çalışmaların değeri, bizatihi kendi sahip oldukları değerle değil de kamuoyunda itibar edilen belli mecraların verdiği önem ile değerlendiriliyor. Medyada daha fazla yer alan, sosyal medyada trend oluşturan, özetle PR’ı iyi yapılmış işler daha çok öne çıkıyor. Bunlar biraz da çağımızın bizlere ve insanımıza yüklediği maalesef çarpık yaklaşımlar. Çoğu kere değerli olanların değerini bulamadığı ama vasatı aşamayan işlerin ise görünür olmayı becerebildiği ölçüde değerli addedildiği bir süreci yaşıyoruz. O zaman da bunun tabii sonucu olarak büyük topluluklara çoğu kere en değerliler değil de en fazla görünenler iyi örnekler olarak sunuluyor ve sonuç olarak da arzu edilen kaliteli çalışmalar veya bizim önemsediğimiz değerlerle bezenmiş faaliyetler çoğu kere gölgede kalabiliyorlar.

Bazen de ana akım medya dediğimiz ve bizim mahallenin kızıyor gibi göründüğü fakat aksine de dikkatle izlediği yerlerde mevzu olan işler değerli olarak kabul ediliyor. Çünkü maalesef bizim mahallemizin kültür ve eğitim haberleri tarayıcılarının bile radarları genelde buraları tarıyor ve buralardan malzeme buluyor. Yeri geldiğinde de ‘efendim bizim çevremizde maalesef böyle çalışmalar yapılamıyor, acaba nedendir’ diye kendi kendilerine dertleniyorlar.

Bizler kendi yaptıklarımızı önemsiz görüpkendi yaptıklarımız ve yapmaya çalıştıklarımıza bile başkalarının gözlüğü ile bakmaya kalktığımızda, inanın ne bir şey görebiliriz ne de yapılanların daha iyisinin oluşması noktasında katkı sağlayabiliriz diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

Bu sorular karar vericiler nezdinde de soruluyor mu?

Eğitim alanından da bir örnek vermek istiyorum. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Mütevelli Heyet Başkanlığım döneminde yeni bir YÖK yasa taslağı üzerinde çalışmalar yapılıyordu ve bizler de bazen bu toplantılara davet ediliyorduk. Bu konularda zihnimi en çok meşgul eden soru, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli hedefleri konuşulurken karar vericilerin nasıl bir ülke hayal ettikleri, bu hayal ettikleri ülkenin iktisadi hedefleri kadar insani değerleri itibariyle nasıl bir noktaya varması gerektiği ile ilgili ne tür bir zihni hazırlık içinde bulundukları idi.

İktidar tarafından hedef olarak ortaya konulan 2023 yılı ile ilgili birçok rakam bulunmaktaydı. 500 milyar dolar ihracat, 2 trilyon dolar gayri safi milli hasıla ve dünyanın gelişmiş ilk 10 ekonomisi içinde yer almak gibi. Pekiyi, 2023 yılında sanayimizin yapısı ve alt sektörleri, hizmet sektörlerimiz, ticaret alanlarımız detayları ile nasıl bir noktaya doğru gidileceği hayal edilmekteydi?

Yine o tarihlerde dünyanın gidebileceği noktalarla ilgili yeterli gelecek hayalleri kuruluyor muydu? Bu hayallere yönelik olarak hangi alanlarda ne kadar yetişmiş insan gücüne ihtiyacımız olacaktı?

Buna bağlı olarak acaba var olan ve yeni açılmakta olan üniversitelerin bölüm ve kontenjanları bu sorular ve cevapların ışığında mı değerlendiriliyordu?

Özetle, bu yetiştirmeyi düşündüğümüz insanları, okul öncesi eğitimden örgün eğitimin diğer kademelerine, mesleki eğitimden yüksek öğretime kadar hangi bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki normlar ve estetik değerlerle yetiştirmemiz gerekiyordu?

“Bu hayati soruların cevapları nerelerde değerlendiriliyor” diye neredeyse her toplantıda soruyor, muhataplarımı da belki fazlaca rahatsız ediyordum.

Vazifede olduğum dönemde bu sorularıma maalesef doyurucu cevaplar alamadım. Bu sorular sorulup cevapları bir yerlerde hazırlanıyor, kararlar bunlara göre alınıyor ama bizler bilmiyorsak, bu bile ümit verici bir gelişmedir diye düşünüyorum. Fakat en az bu boyutta sorulmuyor ve cevapları araştırılmıyorsa o zaman gelecek için çok iyimser olabilme şansımız ne kadardır, onu da takdirlerinize sunuyorum.

Ben bu konudaki endişeleri o zaman da yoğun olarak duydum, bugün de maalesef duymaktayım.

Kültürel alanda bir hareketlilik var, ama…

İlk baştaki noktamıza tekrar dönersek;

Sn. Cumhurbaşkanı “kültür ve eğitim konusunda bugüne kadar yeterli duyarlılığı gösteremedik” deyince herkeste bir dikkat ve bir hassasiyet peydah oldu. Bu bir açıdan bakıldığında çok önemli bir gelişme. Kesinlikle küçümsemiyorum, aksine çok değerli buluyorum.

Fakat buna cevaben bugüne kadar özellikle kültürel alanlarda toplumun önünde görünen birçok kişinin yeniden hareketlenmeye ve bugüne kadar yapageldikleri işleri farklı bir formatta yeniden ele almaya başladıklarına şahit olmaktayız. Şayet bugüne kadarki çalışmalar istediğimiz bir düzeye ulaşamadıysa ve arzu edilen seviyeler yakalanamadıysa acaba bu konuya çok daha etraflıca ve belki de çok daha farklı yerlerden bir daha bakmaya çalışmak gerekmiyor mu?

Bugüne kadar eksik bir bakış açısıyla bakıldığından dolayı farkına varılamayan, toplumda bugüne kadar yeterli şekilde öne çıkamamış fakat özü gereği kalıcı olan çalışmalar ve yaklaşımların da yeni dönemde konunun içine çekilmeye çalışılması icap etmiyor mu? Mevcudunun bulunmadığı dönemlerde çok önemli bir tecrübe birikimi sağlayan geçmiş uygulamalar, yeni başlayanların Amerika’yı yeniden keşfetme yolunda harcayacakları bir çok emeğin daha verimli yerlere sarf edilmelerini sağlayamaz mı?

Kullara düşen üzerlerine vecibe olan faaliyetleri en iyi şekilde yapmak değil mi?

Eğitim konusunda da farklı cephelerde yoğun okullaşma faaliyetleri görmeye başladık. Okul öncesi dönemden başlayarak ilk, orta ve lise düzeyinde okullar yoğun olarak açılıyor. İmam hatipler üzerinde çok özel bir hassasiyet gösteriliyor.

Gelişmeler o kadar baş döndürücü ki bazen tamamını izleyebilmek zor olsa da dikkatimizi yoğunlaştırabildiğimiz bazı yerlerde çok da hoşumuza gitmeyen bazı gelişmeler gözümüze çarpıyor. Bizim 1980’li yılların ikinci döneminde çok daha amatörce ve kıt imkânlarla yaptığımız eğitim çalışmalarına başlarken sorduğumuz çok temel ve damardan bazı soruların, maalesef bu çevrelerde yeterli ve etraflıca sorulmadığını ve cevaplarının aranmadığını, işin özünden çok kabuğu ile ilgilenildiğini görmekten dolayı da ciddi bir üzüntü ve tedirginlik içinde olduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Bizim dişe diş mücadele ettiğimiz Batılılar bir işe girerken belirledikleri ana hedefleri ve bu hedeflere varmak için kullanılan her türlü aracın dizaynına kadar tüm detayları planlayarak işe başlıyorlar. Bu işleri planladıktan sonra da uygulamadaki verimlilikleri objektif bir şekilde ölçmeye ve değerlendirmeye çalışıyorlar. Eğitimde kalite, güvence ve akreditasyon konularına ciddi bir önem veriyorlar.

Esasında insanlarımızın büyük bir bölümü kendi ticari ve sınai işlerinde de böyle yapıyorlar. Büyük iktisadi işletmeler ve mühendislik projelerinde de bu yol kullanılmazsa, o devasa yapıların ayakta duramayacaklarını herkes bilebiliyor. Fakat insan eğitimine ve kültüre dayalı nispeten soyut görüntülü konularda maalesef kervan yolda düzülür veya ahbap çavuş mantığının dışına bir türlü çıkılamıyor. Tabii sonrasında da sonuçlara bakılınca üzüntü duyuluyor.

Fakat yüce Rabbimiz dilerse bu tür teşebbüslerden bile çok verimli neticeler ortaya çıkmasını sağlayabilir. Ona güvenimiz tam. Ama kullara düşen üzerlerine vecibe olan faaliyetleri en iyi şekilde yapmak değil midir?

Bu noktada duam şudur ki inşallah gelişmeler beni yanıltır. Bu konuda da yanılmaktan dolayı üzülmekten ziyade ziyadesiyle mutlu olacağımı da ifade etmek isterim.

Doğru sorulara doğru cevaplar

Kültür ve eğitim alanında gelişme denince öncelikle yukarıda da sorduğumuz gibi önce “nasıl bir dünya, bu dünya içinde nasıl bir Türkiye” hayalini berrak bir şekilde ortaya yeniden koymamız gerekiyor. Bu Türkiye manzarası içinde de arzu ettiğimiz kimlikli, kişilikli, başı dik, kendiyle barışık, kendi medeniyet değerlerini fark etmiş, arzu ettiğimiz insanın estetik değerlerini üzerinde taşıyan ve onları tüm dünya insanlarına kavli ve fiili olarak en iyi şekilde anlatan fertleri nasıl ortaya çıkaracağız? Onların sayısını nasıl arttıracağız? Onları tarif ettiğimiz özelliklerle nasıl donatacağız veya donanımlarını sağlayacağız, sorularını sorup doğru cevapları bulmamız icap ediyor.

Pekiyi, bu süreçte genel yaklaşımımız nasıl olmalı?

Bizlere ve bizim gibi daha önceden de sessiz ama daha derinlikli ve kalıcı çalışmalar yapmaya çalışanlara düşen ise bugüne kadar yapmaya çalıştıkları gibi, dokunabildikleri kişi ve kesimlerde etki uyandıracak çalışmaları ısrarla sürdürmeleridir. Gözlerine takılan eksiklikler olursa onları da usul-u münasiple muhataplarına aktarmaya gayret etmeleridirler.

Mevcut şartlar içinde bugüne kadar ne kadar yapabildi ise inşallah en azından o kadarını yapmaya çalışmalarıdır. Ve bu yapılanları da inşallah başkaları ile biraz daha fazla paylaşmaya özen göstermeleridir.

İnsana yatırım

Sonuç olarak;

Biz kendimizi bildik bileli insana yatırım yapmanın önemini en temel ödev olarak kabul eden bir bakış açısına sahip olmaya çalıştık. Bu bakış açısının gereği olarak insanlarımızın büyük çoğunun pek fazla ilgilenmediği zamanlarda da eğitim ve kültürel çalışmaları önemseyenlerle beraber olduk. Bugün de aynı noktadayız, yarın da inşallah imkânlarımız nispetinde bu gayret içinde olacağız.

Yolu buraya düşenlerle beraber olmaktan bugüne kadar büyük mutluluk duyduk ve inşallah bundan sonra da duymaya devam edeceğiz. İster içten gelen bir dürtüyle isterse de şartların sürüklediği bir şekilde bu yolun içine girenlerin, bu yolun en önemli öznesinin insan olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalarını diliyoruz. Çünkü unutmamamız gereken en önemli düstur şudur ki insan zübde-i âlemdir. Kültür de eğitim de o insanın daha kâmil bir noktaya ulaşabilmesi noktasında hayati önemi olan alanlardır.

Biz kültür ve eğitimle ilgili alanları özetle bu genel bakış açısı içinde görüyoruz.

Allah hayırlarla karşılaştırsın duası ile yazımızı noktalamak istiyoruz.

Dünya Bizim, 28.03.2017

Olayları sıhhatli bir şekilde değerlendirebilmek

Sömürgecilik şekil değiştiriyor

Son aylarda dikkati çeken gelişmelerden biri Afrika’nın batısında küçük bir devlet olan Gambiya’da yaşananlardı. Ülkeyi 22 yıl boyunca yöneten Yahya Jammeh Aralık ayı başındaki başkanlık seçimlerini kaybedince önce sonuçları kabul etmiş daha sonra da iktidarı devretmekten vazgeçmişti. BM ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) önce gelişmeyi kabul etmeyerek çağrıda bulunmuş daha sonra da başta Senegal olmak üzere EKOWAS güçleri ülkeye askeri açıdan müdahaleye başlamıştı. Bu durum karşısında Jammeh iktidarı bırakarak ülkeyi terk etmiş ve seçimleri kazanan Adama Barrow yemin ederek koltuğu devralmıştı.

Hadiselerin detayını gerek sitemizden gerekse de başka kaynaklardan takip etmek mümkün. Burada ilginç olan husus şu ki Batı Afrika’da Senegal’in adeta içinde bir nehir çevresinde yerleşmiş bu küçük ülkede olanlar hem komşuları hem de başta İngiltere olmak üzere büyük devletler tarafından çok yakından takip edilmişti.

Jammeh ilginç bir Afrikalı lider olarak iktidarı döneminde eski bir İngiliz sömürgesi olan ülkesini önce İngiliz Milletler topluluğundan çıkarmış, Avrupa Birliği ile ilişkilerini askıya almış, ülkede Şeriat ilan etmiş ve Türkiye ile de yakın ilişkiler kurmuştu.

Onun iktidarı bırakmasından sonra Gambiya yeni lideri ise hemen İngiliz Milletler topluluğuna yeniden müracaat etmiş ve Avrupa Birliği ile de ilişkilerini yeniden tesis etmeye başlamıştı.

Burada göze çarpan diğer önemli nokta 19’uncu yüzyıl sömürge yönetimlerinin 21’nci yüzyılda da özellikle Afrika’da farklı bir tarzda ne şekilde etkili olduğudur.

Gambiya örneği iki asır öncesinin sömürge sisteminin yeni dönemde farklı bir şekilde nasıl sürdürüldüğünü gösteren ilginç bir olaylar zinciridir.

Bu örneği dünyanın farklı coğrafyalarında da yine farklı tonlarıyla izlemek mümkün.

Birkaç asır öncesinin sömürgeci güçleri dünya savaşları sonrasında yeniden kurulan dünya sistemi içinde daha önceleri egemenlikleri altındaki bölgelerle güçleri nispetinde farklı tarzlarda ilişkilerini devam ettiriyorlar. Ama dikkat çeken nokta şu ki, hiçbir durumda bu ilişkileri kesmiyorlar

Haber ve yorumlarda isabetli olabilmek ne kadar mümkün?

Haberciler olarak, olayları yaşanırken sağlıklı bir şekilde okuyabilmek için, ciddi bir tarih bilgisine, coğrafyanın ekonomik olaylar üzerindeki etkisini kavrama becerisine, dünya dengelerini iyi yorumlayabilme kabiliyetine sahip olmak gerekiyor. Tabii sağlam haber kaynakları ile bağlantılı olmak da isabetli yorumlar yapabilmek için gerekli olan bir diğer önemli unsur. Bunlar olmadığı zaman yanılmak ve bunun neticesinde de izleyenleri yanıltmak mümkün.

Fakat burada en büyük açmaz, dünyanın farklı noktalarından haber alabilmek için de yine 19’ncu yüzyıl sömürge güçlerinin yeni versiyonlarının kontrolündeki büyük haber kaynaklarına ihtiyaç duyulması mecburiyeti. Bu kaynakların dışında sıhhatli bilgi ve haber kaynaklarına sahip olabilmek çok önemli ve haberciler için daima birinci önceliğe sahip olması gereken bir gerçek.

Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM)

Dünya Bülteni olarak bizler kurulduğumuz andan itibaren bu kısıtlar altında ama tüm bunların da farkında olarak sıhhatli haberleri nakletmeye ve bunlarla ilgili sağlıklı yorumları yapmaya ve/veya derlemeye çalışıyoruz.

Dünya Bülteni ve World bulletin sitelerimizi izleyenlerin yakinen fark ettikleri gibi haber analizlere ve seçilmiş yazılar başlığı altında özellikle farklı kaynaklardan seçilmiş makalelerin tercümelerine yer veriyoruz. Tüm bu çıktıları da DÜBAM adını verdiğimiz Dünya Bülteni Araştırma Masası adlı bölümde topluyoruz.

DÜBAM bünyesinde müstakil analizler dışında bu analizlerden derlenen dosyalar da yer alıyor. Bir internet sitesinin çapından çok daha büyük bir uğraş gerektiren bu çalışma 10 seneye yakın bir süre içinde çok değerli bir birikimin oluşmasını sağladı.

Aşağıdaki linki tıkladığınızda bu listeyi topluca görebilmeniz imkan dahilinde.

http://www.dunyabulteni.net/164/genel 

DÜBAM’ın değerini bilen araştırmacı ve okuyucu sayısı her geçen gün artmasına rağmen bu değerli birikimden henüz haberi olmayan çok sayıda hakikat aşığının bulunduğunun da farkındayız.

Arzumuz bu eksiği giderebilmek ve daha fazla sayıda kişinin bu değerli birikimden haberdar olmasını sağlamaktır.

Şubat ayındaki önemli yıldönümleri

Şubat ayının sonunda iki önemli hadisenin yıl dönümü ile ilgili haber ve yorumları çokça okuduk. Bunlardan biri Türk siyasi ve toplumsal hayatında çok önemli bir iz bırakmış olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın vefatı, bir diğeri de 28 Şubat Post Modern Darbesi.

Merhum Erbakan, ‘gücü üstün tutan değil Hakkı üstün tutan bir sistemi’ kurabilmek için hayatı boyunca mücadele etmiş bir kişi. Bu gayretleri sırasında neyi ne ölçüde başarabildiği hususunda sayfalar dolusu yazı yazılabilir ( yazılmıştır) ve günler boyu da konuşma yapılabilir (yapılmıştır). Fakat dikkatimizi çeken en önemli nokta yaşadığı dönemde kendisi ile bir çok noktada ters düşmüş veya kendisini ağır bir şekilde eleştirmiş ve itham etmiş kişilerin bile öldükten sonra kendisinden müspet bir şekilde bahsetmeleri olmuştur. Bu noktadan hareketle zihnimizde şöyle bir soru işareti uyanıyor. Acaba biz insanlarımızı hayatları içinde daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek için yeterli gayreti göstermiyor muyuz?

Bu soru bugün hayatta olan ve icraatları ile toplumu etkileyen birçok kişi için de geçerlidir sanırım.

‘28 Şubat 1000 yıl sürecek’ tarzında iddialı bir motto ile devreye giren post modern darbe sürecinin 20 yılda ülkede ne tür zararlı etkiler oluşturduğu da bu olayın yıldönümünde çeşitli yönleriyle tartışılıyor. Askeri ve sivil vesayetin topluma ne ölçüde zarar verdiğinin daha iyi anlaşılması için bu olayın yıldönümünü en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğine inanmaktayız. 16 Nisan’da yapılacak referandum öncesinde böyle bir olayın her yönüyle tartışılmasının toplumun daha sağlıklı kararlar alabilmesi konusunda da yararlı olacağını düşünmekteyiz.

Dünya Bülteni ve World bulletin ailesi olarak tüm bu kritik süreçlerde doğru haber ve isabetli yorum prensibini daima önde tutmanın gayreti içinde olacağız.

Dünya Bülteni, 01.03.2017

Kitaba değer veren bir Cumhurbaşkanı

Kültür ve eğitime verilmesi gereken önemin yoğun olarak konuşulduğu bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4’ncü CNR Kitap Fuarının açılışına katılması memnuniyet uyandırdı

25 Şubat 2017 günü ülkemizdeki yayıncılar, yazarlar ve kitap sevdalıları için önemli bir gün olarak tarihe geçti. O gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yeşilköy’deki fuar alanında 4’ncü CNR Kitap Fuarı açılış programına katıldı. Sadece katılıp kurdele kesmekle kalmadı, Kültür Bakanı Nabi Avcı ile birlikte yaklaşık 3,5 saat salonda yayıncıların stantlarını dolaştı, onlarla sohbet etti, kitapları tetkik etti.

Bu olayı, son dönemde, eğitim ve kültüre arzu edilen ehemmiyeti gösteremediklerini birçok platformda açıkça ifade eden Cumhurbaşkanımızın, Kültür Bakanı ile birlikte verdikleri, yeni bir dönemin başladığını gösteren önemli mesajlardan biri olarak değerlendirmenin isabetli olacağı kanaatindeyiz.

İnşallah bu mesaj, gereken etkiyi yapar ve ülkenin ilgili tüm kurum ve kuruluşları bu mesajdan kendileri için gerekli dersleri çıkarırlar.

Ülkemizde yayıncılığın gelişim süreci

Kitap yayıncılığı ve buna bağlı çalışmalar kültür ve eğitim konusunun olmazsa olmaz unsurlarından. Bilginin, fikrin ve düşüncenin insandan insana yayılabilmesinde kitap ve dergi gibi vasıtalar tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemini koruyor. Bu alanda oluşan ekonomik büyüklük de gün geçtikçe artıyor.

Kitap ve Yayın Sektörü Türkiye’de ve Dünya’da son yıllarda ciddi anlamda gelişen bir sektör. Türkiye de bu alanda 2016 yılında üretilen yaklaşık 666 milyon kitap ile dünyanın 11’nci büyük ekonomisi durumunda. Bu sayının 262 milyonu ücretsiz dağıtılan okul kitabı olmakla birlikte 404 milyonu da bandrole tabi yayın durumunda

Bazı kesimlerde aksi ifadeler ileri sürülse de objektif araştırmalara göre Türkiye’de kitap okuma, kitap ve yayın faaliyetleriyle ilgilenme düzeyi her geçen gün daha da artmakta. Nicelik olarak görülen bu gelişmelerin nitelik olarak da aynı ölçüde  gerçekleşmesi ve insanımızın nitelikli içeriklerle ve eserlerle daha fazla muhatap olur hale gelmesi en büyük dileğimiz.

Ayrıca sayısı artan yazılı eserlerimizin yurt dışında farklı dillere çevrilmesi ve çeşitli ülkelerde de takip edilmesi, ülke ve yayıncılar olarak ulaşmayı arzu ettiğimiz önemli bir diğer hedef. Bunun için Kültür Bakanlığının başarılı bir şekilde sürdürdüğü TEDA projesi yayıncılarımıza önemli bir destek sağlıyor.

Yurt içi ve uluslararası kitap fuarları

Gerek yurt içinde gerekse yurtdışında tertip edilen fuarlar bahis konusu ettiğimiz bu gelişmeye müsbet tesir eden faktörlerin en önemlilerinden biri. Fuarlar konusunda 35 yıldır Ramazan aylarında İstanbul ve Ankara’da açılmakta olan Diyanet Vakfı Dini Yayınlar Fuarının dışında özel mahiyetli en köklü organizasyon 36 yıldır devam eden TÜYAP Kitap Fuarı.

TÜYAP İstanbul dışında bazı illerde de kitap fuarları düzenliyor. İstanbul Tepebaşında başlayan ve şu anda Büyük Çekmece’de hizmet veren TÜYAP Kitap Fuarı’nın yayıncıların belli bir kesimine daha yakın bir görüntü verip, özellikle fuar avantajları ve fuar içeriğinin tespiti konusunda bazı ayrımcılıklar yapması bu kapsamın dışında kalan geniş bir kesimde rahatsızlıklar uyandırmaktaydı

Yukarıda zikrettiğimiz şartların da etkisiyle Basın Yayın Birliğinin önderliğinde CNR ile birlikte yeni bir kitap fuarı fikri ortaya çıktı. Bu fuarın da 4 yıl içinde çok büyük bir gelişme göstermesi ve sektörü kucaklaması, yayıncılar, yazarlar ve kitapseverler için önemli bir kazanım olarak görülüyor

Bu arada İstanbul ve Ankara’nın dışında Türkiye’nin çeşitli kesimlerinde de peş peşe kitap fuarları organize edilmeye başlandı. Bu fuarlar kitap ve dergilerle birlikte yazarları da okuyucularla daha yakın hale getiriyor ve iletişimi arttırıyor.

Dünyada iletişimin gelişmesi yayıncıların uluslar arası çevrelerle de ilişkilerini önemli hale getirdi. Dolayısıyla yayıncılarımız yurt dışı fuarlara daha fazla ilgi duyar hale geldiler.

Yurt dışı kitap fuarlarında Kültür Bakanlığı, İstanbul Belediyesi ve değişen isimlerle de olsa bazı kamu kurumları Türk kültürünün tanıtılması açısından önemli bir fonksiyon görüyorlar. Buna ilaveten İstanbul Ticaret Odası da son 10 yıldır bu fuarlara gerek stand bazında katılarak, gerek bir grup yayıncı, yazar ve düşünce insanı götürerek, gerekse de kültürel etkinlikler düzenleyerek katkı sağlıyordu.

Özellikle 2008 yılında Türkiye’nin konuk ülke olduğu ve açılışını dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı Frankfurt Kitap Fuarında gerçekleştirilen büyük organizasyon, bu alandaki çıtanın ciddi manada yükselmesine yol açmıştı. O yıldan sonra her yıl farklı bir ülkede gerçekleşen konuk ülke çalışmalarına İTO, Bakanlık ve diğer kamu kurumları ile beraber önemli seviyede destek veriyordu.. Bu katkı hem genel manada ülke tanıtımına yarar sağlıyor, hem de oluşan bu müsbet algı dolayısıyla kültür ekonomisi alanında ve onun bir alt birimi olarak yayıncılık konusunda kalıcı ve verimli ilişkiler oluşuyordu

Kültür ve Eğitim alanındaki uluslararası münasebetler uzun dönemli faaliyetler olarak, tesiri bir anda görülmeyen ama devamlı ve planlı yapıldığında kalıcı etki bırakan çalışmalardır. 10 yıla yakın suredir devam eden bu organize çalışmaların meyvesi olarak hem yurt dışında Türkiye’nin kültürel etkisi artıyor hem de bu alandaki müsbet geri dönüşler sektör tarafından yakından hissediliyordu.

Son birkaç yıldır İTO’nun yeni yönetiminde yayıncıların yurt dışı fuarlarıyla ilgili menfi bir bakış açısı görülmeye başlandı. Özellikle İTO Başkanının dillendirdiği bu görüş neticesi İTO, Kitap fuarlarına katılımda önce isteksizlik gösterdi ve sonunda da tamamen durdurma kararı aldı. Bu durum yıllardır yaşanan gelişmelerden mutluluk duyan yayıncılar açısından üzüntüyle karşılandı.

Ülkenin üst yönetiminin Kültürel çalışmalara daha fazla önem verilmesinin önemini ciddi bir şekilde vurguladığı, Ekonomi Bakanlığının yurt dışı fuar teşviklerinin içine yayıncılık ile ilgili faaliyetleri de ilave ettiği bir zeminde İTO’nun bu geri adımı, 135 yıllık bu güzide kurumumuzun tarihine maalesef menfi bir karar olarak geçmiş bulunuyor.

İTO Yönetimi, 2017 yılında yayıncıların ve odadaki temsilcilerinin  fuarlara katılımın önemi ile ilgili uzun süredir çeşitli zeminlerde yaptıkları bilgilendirmelere rağmen, yurt dışı fuar takviminde kitap fuarlarına hiç yer vermedi.

Mevcut İTO Başkanı, bu bilgilendirmelere ve zaten önemi çok açık olarak ortada duran bu duruma karşı hala ‘yurt dışındaki fuarlara katılımın önemi konusunda beni ikna edin’ tarzında garip bir savunma yaparken, Sayın Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki son kitap fuarı açılışına katılıp, kitap, yayın ve kitap fuarlarının önemini altını çizerek vurgulaması, üstelik orada 3,5 saat kalması, yayıncılar tarafından ikna olmayı bekleyen İTO Başkanı için önemli bir mesaj olarak değerlendirildi.

Cumhurbaşkanının fuarın açılışı sırasında yaptığı konuşma da kültürün, kitabın ve yayının, insanların ve toplumların gelişmesindeki müspet rolü hakkında Devletin en üst makamı tarafından yapılan çok önemli bir uyarı olarak ayrıca önemli ve değerliydi.

Sayın Cumhurbaşkanımız bundan sonraki dönemlerde de, yurt dışında ülkemizin konuk ülke olarak bulunduğu fuarlara daha önce de gerçekleştirdiği gibi,  imkan nispetinde iştirak ederek Kültür dünyamıza pozitif katkısını gösterecektir diye ümit ediyoruz.

Kendilerini bu anlamlı günde yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı fuarda ağırlayan Yayıncılık sektörü, buradan aldığı moral motivasyonla ve meselelerine gereken hassasiyeti gösteren diğer kurumlarımızın da desteği ile yurtdışı operasyonlarını daha sağlıklı yapabilecek bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Ülkemizin kendi alanında dünyanın 11’nci ekonomisi seviyesine yükselen önemli bir sektörünün taleplerine kayıtsız kalan yöneticilerin de, inşallah ilerleyen zaman içinde hatalarından döneceklerine dair inancımızı muhafaza etmek istiyoruz

Dünya Bülteni, 28.02.2017

‘Kadim’ mi yoksa ‘Yeni’ mi?

Bundan yaklaşık sekiz yıl evvel, 2008 ABD Başkanlık seçimleri için yapılan kampanyalar sırasında  Barack Obama  farklı bir propaganda ile seçmenlerin karşısına çıkmıştı. Esasında alışılmışın dışında siyahi bir Amerikalı olması bile başlı başına bir farklılık oluşturmaktaydı. Bunun ötesinde de kampanyasını çarpıcı bir kavram üzerine oturtmuştu; Sürekli vurguladığı kavram şuydu:  ‘ change’ yani ‘değişim’.

Önceleri pek şans verilmese de Obama yavaş yavaş öne geçti ve seçimi kazanarak ABD Başkanı oldu.

Obama iki dönemlik başkanlığı süresince, seçim öncesi vaad ettiği oranda bir şeyleri değiştirebildi mi? Onun döneminde ABD’ de ve Dünya ‘da neler değişti neler ise sabit kaldı?

Amerikalılar ve dünya, Obama’nın vaat ettiği değişimi ne ölçüde hissettiler, bundan ne kadar memnun kaldılar?

Bu soruların hepsi ayrı ayrı uzun analizleri icap ettirici bir mahiyet arz ediyor ki bu yazıda o konulara girmek istemiyorum

Benim burada üzerinde durmaya çalışacağım nokta daha çok ‘değişim’ kavramı ve onun farklı açılımları olacak.

…..

İnsanların büyük bölümü değişimi ve yeniliği genellikle çok seviyorlar. Bu biraz da modern zamanlarda daha da fazla görülen bir husus. ‘Yeni Hayat’ ‘ Yeni bir ekonomik sistem’ ‘ Yeni Dünya Düzeni’ ve son zamanlarda çokça duyduğumuz ‘ Yeni Türkiye’.

Peki bu noktada şu soruyu sormak istiyorum: Yeni olan her zaman en iyisi midir? Hep yeni olan şeyleri mi tercih etmek lazımdır? Daima bir şeyleri değiştirmemiz mi gerekiyor? Bir çok kişinin bu sorulara ‘yeni’nin yanında tercih kullanarak cevap verdiğini görmekteyiz.

Ben ise bu yaygın ‘yeni’ taraftarlığı konusunda gönlümün çok da bu yöne doğru meyletmediğini hissediyorum

Aksine,  kendimi yokladığımda ‘geleneği olan şeyleri’ daha fazla tercih ettiğimi görüyorum. ‘Kadim’ olan çoğu kere benim nazarımda daha makbul.

Gerçi Mevlana’ya atfedilen bu sözlere baktığımızda orada bile ‘yeni ‘ tercih ediliyor gibi

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi ‘yeni şeyler’
Söylemek lazım

Mevlana bile ‘yeni şeyler söylemek lazım’ derken nasıl olur da ‘geleneğin’ ve ‘kadim’ olanın yanında yer alınabilir?

Olabilir bu da bir tercih, üstelik Osmanlı’da da kadim olana karşı özel bir saygı var..

Osmanlı’da  geçerli bir kaide olarak ‘kadim olagelene aykırı iş yapılmaması’ tavsiyeedilmekte. Kadim’in şu tanımı ile de bu konuyu nihayete erdirebiliriz: ‘kadim odur ki,evvelini bilir kimse olmaya’

Yeni ve kadim arasında yaptığımız bu mukayesenin detayını başka yazılara bırakarak, buradan hızlı bir şekilde yeniden ABD’deki son seçimlere dönebiliriz.

En son Başkanlık seçimlerinde de yeni olan bir şeylerin ABD kamuoyu tarafından da seçildiğini gördük. Trump,  ABD kriterlerine göre, hatta dünyadaki birçok ülkedeki ana yönelime göre çok değişik bir politikacı tipiydi. ‘ Yeni’ bir tipti.

Herkes önceleri Trump’un yeni söylemleri karşısında adeta şok oldu, sonra yavaş yavaş alıştı. Dünya da bir hazim dönemi geçirdikten sonra Trump’u önce anlamaya çalıştı, acaba bu aday dünyaya bir farklılık getirebilir mi diye kendi kendine sorguladı. Seçimin sonucunda Trump’un  kazanmasıyla da bu ‘yeni’ ye karşı daha bir sempati ile bakmaya başladı .

Türkiye’de bile önce pek itibar görmeyen Trump, zamanla daha bir taraftar topladı. Eskiyi temsil eden Clinton bir anda devreden düştü. Hatta Trump’un  Cumhurbaşkanı Sn. Tayyip Erdoğan ile çok da iyi anlaşabileceği üzerine yorumlar bile yapılmaya başlandı.

Yeni ABD ile Yeni Türkiye, sıra dışı liderleri ile daha iyi bir anlaşma zeminin bulabilecekler mi acaba? Şu an cevabı en çok merak edilen soru bence bu

Change ( değişim) diyen Barack Obama’dan sonra ‘yeni’ ve hatta ‘yepyeni’ bir tip olan Trump’un dünyanın süper gücü ABD’nin Başkanı olması İnşallah hem ülkemiz, hem mazlum coğrafyalar, hem de tüm insanlık için hayırlı neticeler doğurur.

….

Dünya  Bülteni olarak daha evvelki olaylarda olduğu gibi bu yeni gelişmeleri de imkanımız ölçüsünde tüm detayları ve farklı yönleri ile analiz etmeye, anlamaya ve anlamlandırabilmeye çalışıyoruz.

Site olarak başlangıcından bu güne kadar, yakinen izleyenlerin gayet iyi bildiği gibi, dünyadan ve Türkiye’den haberler verirken olayların özellikle arka planları üzerinde daha fazla durmaya gayret etmekteyiz. Bu gayeye matuf olarak zengin bir haber analiz bölümümüz var. Burada sabit olanlar kadar değişken kalemlerimiz de olaylara farklı açılardan bakmaya çalışıyorlar.

Bunun dışında Dünya Bülteni’ndeki konuk yazarlar bölümümüzde sizler için dünyadaki farklı yayın organlarından seçtiğimiz makaleleri Türkçe’ye çevirerek yayınlıyoruz.

Bu haber analizler ve konuk yazarların makaleleri belli aralıklarla dosyalar halinde derleniyor ve DUBAM ( Dünya Bülteni Araştırma Masası) bölümünde sizlerin kullanımınıza sunuluyor.

10 yıla yakın bir dönemdir yapa geldiğimiz ve diğer sitelerden en bariz farkımız da sanırım burası.

Dünya Bülteni’nin bu yönünü inşallah önümüzdeki dönemde de, belki daha da öne çıkararak, devam ettirmeyi düşünüyoruz. Bizi bu konuda gerek önerileriyle, gerek yaptıkları tercümelerle, gerekse de yazılarıyla destekleyen tüm arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz.

Tabii sizlerin de bu köşelere ilgi gösterdiğinizi görüyor olmak da bizlerin motivasyonunu arttırıyor.

İnternet yayıncılığı diğer tüm yayıncılık alanları gibi zor bir iş. Geliri kısıtlı bir sahada iş üretmeye çalışıyorsunuz. Her gün yeni bir mecranın ortaya çıktığı dijital alemde size yönelik ilgiyi canlı tutmak zorundasınız. Daima ‘yeninin’ ve ‘daha yeninin’ peşinde koşmayı değil, her daim kalıcı olanın,  kadim olanın ve gelenek oluşturanın peşinde gitmeyi hedef edindiyseniz tüm bu ‘yeniler’arasında ‘kalite’ ile ve ‘eskimeyen yeni’ ile ayakta durabilmeniz gerekiyor.

İnşallah biz de olabildiği ölçüde bunu sürdürmeye gayret edeceğiz.

Gayret bizden Tevfik Allah’tandır

Dünya Bülteni, 16.11.2016

Ahilik Donmuş Bir Yapı Değildir; Günümüze de Uyarlanabilir

”Ahilik ve fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır.”

24-25 Ekim 2016 tarihlerinde Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Eğitim Genel Müdürlüğü’nün Antalya’da düzenlemiş olduğu iki günlük bir toplantıya iştirak ettim. Burada iki gün boyunca 70’in üzerinde katılımcı “mesleki eğitim“in farklı veçheleri ile ilgili sunumlar yaptı. İlk gün Milli Eğitim Bakanı ve üst düzey MEB yöneticileri de toplantıda hazır bulundular ve açılış konuşmalarından sonra bazı oturumları da izlediler.

Üç salonda yapılan oturumlarda ben de iki adet sunum yaptım. Bunlardan bir tanesi mesleki hayatta gittikçe adından daha çok bahsedilen mesleki yeterlilikler üzerindeydi. İkinci günkü oturumların birinde de “Ahilik Uygulamalarının Ahlaki Yönü ve Günümüze Uyarlanması” başlığı altında bir konuşma yaptım

Bu yazıda, zikri geçen konuşma ile ilgili bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.

Medine Pazarı’ndaki üç önemli kural

Ahilik kurumu ve onun içeriğinde büyük önemi olan fütüvvetnamelerden bahsetmeden önce, Hz. Peygamber (as) ve halifeler döneminde iktisadi hayatla ilgili yaklaşımları gösteren birkaç örnek vermeyi uygun bulmaktayım. Bu konuda çalışma yapan birçok kişinin de paylaştığı üzere Hz. Peygamber (as), kendi döneminde iktisadi hayatı düzenleyen önemli uygulamalar yapmıştı. Bunlardan birisi de birçok çalışmada detaylı bir şekilde anlatılan Medine Pazarıuygulamasıydı.

Medine Pazarı’nda üç önemli kural öne çıkmaktaydı: 1. Pazarda hiçbir tüccar sabit yerler edinemiyordu (Burada tekelciliğe ve iktisadi hayatta köşelerin tutulmasına karşı bir yaklaşım vardı.) 2. Bu pazarda vergi alınmıyordu (Bu, idareye yönelik bir kuraldı. Maksat ticaretin canlı olmasıydı. Devlet vatandaşa zorluk çıkarmıyor, onların ticaretini kolaylaştırıyordu. Vergi [zekat, öşür] maldan ve edinilen servetten alınıyordu.) 3. Alışverişlerde genelde Müslümanların birbirleri ile alışveriş etmesi teşvik ediliyordu.

Emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı

Ticari hayatta dikkat edilmesi gereken noktalarla ilgili, Hz. Peygamber (as) ve halifelerin davranışlarından seçtiğimiz birkaç örnek de, yaklaşımları göstermek açısından fikir verebilecek niteliktedir.

Bir gün Hz. Peygamber (a.s) bir buğday satıcısının yanına gelmişti. Elini buğday yığınının içine sokup ıslaklık hissedince, sebebini sordu. “Yağmur” cevabı alınca, insanların görmesi için niçin altını üste getirmediğini sordu. Sonra da “Bizi aldatan bizden değildir” dedi. Bu konu ile ilgili Hz. Ömer’in de bir sözü şöyleydi: “Bizim pazarlarımızda, alış veriş hukuku ile ilgili hükümleri bilmeyenler ticaret yapamaz. Aksi takdirde ister istemez faiz yer.” Faize karşı olmanın en önemli sebeplerinden biri, emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı kurulmak isteniyor olmasıydı.

Yine Hz. Ömer şöyle der: “Bizim pazarımızda asla karaborsacılık yapılamaz. Bazıları ellerindeki fazla sermayeyi bizim bölgemize gelmiş rızk-ı ilahiye yatırarak karaborsacılık yapmaya yeltenmesin.” Hz. Ali de bir gün ticaret erbabına şöyle demişti: “Farklı cinsten hurmaları birbirine karıştırmayın.” Yine Hz Ali’nin, balıkhaneleri bayat balık satılmaması konusunda uyardığı rivayet edilmektedir. Bir başka örnekte de Hz. Ali’nin, aldığı bir hurmayı evdekilerin beğenmediği bir kızın isteğini yerine getirmeyen satıcıya, malı alıp parayı geri vermesini söyledikten sonra, şu sözleri sarf ettiği rivayet edilmektedir: “Ey tüccar topluluğu! Allah’tan korkun ve alışverişinizde iyilikle muamele edin ki Allah sizi de bizi de bağışlasın.”

Hz Peygamber (a.s) ve halifeler dönemi ile daha birçok örnek vermek mümkün olmakla birlikte bunlarla iktifa edip konunun devamına geçebilir ve Ahilik kurumuna doğru dikkatlerimizi yöneltmeye başlayabiliriz. Burada da öncelikle ahilikten önce tarihimizde önemli bir yer tutan ve ahiliğin bir öncü kurumu niteliğindeki Fütüvvet teşkilatı ve Fütüvvetnameler üzerinde kısaca durmayı yararlı görüyorum.

Fütüvvet sahibi olmak ne demektir?

Ahiliğin örnek aldığı ve çokça kullandığı nizamnamelere fütüvvetname adı verilmekteydi. Fütüvvetnamelerde dini ve ahlaki emirlerden bahsedilmekteydi. İslam öncesi Arap topluluklarında feta kelimesi; şecaat, iffet, cömertlik ve diğergamlık gibi üstün vasıfları ifade ederken eski asalet ve fazilet özelliklerini temsil ediyordu. Fütüvvet yapıları yaklaşık 9’uncu yy’dan itibaren başlamış ve 12’nci yy’da teşkilatlı bir hale gelmiş sosyal uygulamalardı.

Bu noktada bazı âlimlerin fütüvvetname ile ilgili tanımlarını nakletmek istiyorum:

Cafer es Sadık: ‘Bize göre fütüvvet ele geçeni tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.’

Kuşeyri’de anlatıldığı üzere fütüvvet, dilencinin geldiğini görünce kaçmamaktır. İnsanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır.

Sülemi’nin kitabında anlatıldığı üzere; fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek hallerden kaçması, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka bir şekilde görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır

Yine Sülemi’ye göre fütüvvet sahibi olmak; Adem gibi özür dileyici, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Musa gibi ihlaslı, Eyyüp gibi sabırlı, Davut gibi cömert, HzMuhammed gibi merhametli olmaktır. Yine devamla, Ebubekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayalı, Ali gibi de bilgili olmaktır.

Fütüvvetnamelerde adı sıkça geçen Hz. Ali ile ilgili de birkaç söz söylememiz icap ederse: Hz Ali, Peygamber’e (a.s) varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmektedir. Bu sebepten Hz. Ali ideal bir feta kimliği ile bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün fütüvvetnamelerde kendisine özel bir yer verilmiştir. “Ali’den başka feta, zülfikardan başka kılıç yoktur” sözü çokça telaffuz edilen bir sözdü. (Hz. Ali özellikle gençlik ve kahramanlık sembolüdür. Burada eğitimde rol model uygulamasını önemini görmekteyiz.)

Kimlere ahi denirdi?

Fütüvvetnamelerle ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra Ahilik konusuna gelebiliriz: “Ahi” sözcüğünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasında görüş birliği yoktur. “Ahi” kelimesi, Arapça “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati’t Türk’te “Ahi” kelimesinin, eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen “akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Ahiliğin bir diğer tanımı da şöyledir: “Hem sosyal hem de kültürel yapılara ait bir terim olarak; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkârların iş teşkilatı manasını da taşımaktadır.”

Ahilik, Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının bazı dönemlerinde ticaret ve zenaat erbabının hem mesleki hem de ruhi dayanışmalarını beraberce sağlayan bir organizasyon olarak önemli bir fonksiyon görmüştür. Anadolu Ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran, hem meslek erbabı hem de büyük bir sufi idi. Debbağ yani deri tabakçısı olup, aynı zamanda 32 mesleğin de piri olan Ahi Evran, kendi mesleği olan dericilik dalından başka 32 çeşit mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Burada ticaret odalarının meslek komiteleri ile benzerlik kurmamız mümkündür. Bugün de mesela İstanbul Ticaret Odası’nda 81 meslek komitesi mevcuttur. Mesleki Yeterlilik Kurumu da 25 adet sektör kurulu oluşturmuştur.

Ahiliğin esaslarını benimseyen insanların, doğru, emanete saygı gösteren, cömert, tevazu sahibi, nasihat eden, hatalarından af dileyen fertler olmaları beklenmekteydi. Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi.

Ahilik vasfını kaybettiren özellikler de bazı kaynaklarda şöyle zikredilmişti: 1/ İçki içmek 2/ Zina yapmak 3/ Münafıklık, dedikodu, iftira 4/ Gurur ve  kibir 5/ Merhametsizlik 6/ Kıskançlık 7/ Kin 8/ Sözünde durmamak 9/ Yalan 10/ Emanete hıyanet 11/ Cimrilik 12/ Kişinin ayıbını örtmemek, yüze vurmak 13/ Adam öldürmek.

Meslek pirleri

Ahilikte her mesleğin bir piri olduğu kabul edilirdi. Burada yine “eğitimde rol model”in ne kadar önemli olduğu bir defa daha vurgulanmaktadır. Terzilerin dükkânında “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazardı. Demircilerde  “Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa, o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” diye yazardı.

Ahilikte üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması özelliği

Ahilikte klasik olarak üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması gerektiği ifade edilirdi. Bu maddeleri ifade ederken de bunların karşılıkları olarak şu değerlerin önemine dikkat çekilirdi:

* Ahi’nin eli açık olmalı: Kardeşlerinden ihtiyacı olanlara elindekileri verebilmeli, hayır ve hasenata yatkın olmalıydı. Veren el olmak makbuldü. (Cömertlik)

* Kapısı açık olmalı: Verme kültürüne uygun olarak herkese destek olması en önemli düsturlardan biriydi. Konuklara kapısı ve gönlü açık olmalıydı. (Konukseverlik)

* Sofrası açık olmalı: İnsanlara seve seve yediğinden ikram edebilmeli, fakirlere daima sofrasında yer vermeliydi. (Diğergamlık)

Gözü kapalı olmalı: Başkasının ayıbını görmeye, namahreme bakmaya ve kötülüklere  kapalı olmalıydı. (Ayıpları örtmek, harama bakmamak)

Irzı kapalı olmalı: Harama yaklaşmamalıydı. (Allah’ın hudutlarına saygılı olmak, neslin korunması)

Dili  kapalı olmalı: Kötü söz etmemeli, gıybet yapmamalıydı. (Dedikodu yapmamak, laf taşımamak, insanlarla alay etmemek)

Bu noktada bir Ahi babanın usta olan gence nasihati çok önemli:

Harama bakma, haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol, yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama
Kimseyi kandırma, kanaatkar ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve

Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”

Ahi teşkilatında bir diploma töreninde yapılan dua da şu şekildeydi:

Taşı tut altın olsun.

Allah seni iki cihanda aziz etsin.

Tuttuğun işten hayır gör.

Erenler, pîrler hep yardımcın olsun.

Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin.

Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun.

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi

Ahiliğin diğer fonksiyonlarını aşağıdaki tarzda maddeleştirebiliriz:

1. İş hayatı ile ilgili

Mesleki Hiyerarşi: Yamak, çırak, kalfa, usta konumlarına geçişlerin kurallara bağlanması. Her basamakta en az 1001 gün kalma şartı vardı ve burada pişmek gerekiyordu.

Hammaddenin, üretimin, fiyatların kontrolü: O dönem için önemli olan kurallı ve kontrollü bir sistem öngörülmekteydi.

2. Sosyal güvenlik ve arabuluculuk: Bu fonksiyonda bireysellik önemli görülmüyordu. Birlik ve beraberlik ruhu, dayanışma önemseniyordu. Bu noktada, tasvir edilen özelliklerle, bireyselliğin öne çıktığı bugünkü toplumsal yapı üzerinde mukayeseler yapmanın önemi inkâr edilemez. Hangi özelliğin nereleri iyi, nereleri kötü bu tartışılmalıdır.

* Yiğitbaşı mesleki ihtilaflarda arabuluculuk yapardı. (Bu uygulama Ahilik sisteminde “tahkim” kurumunun önemini göstermekteydi.)

* Yardım sandığı, ihtiyacı olanlara yardım edilmesi için oluşturulurdu. (Bu çok önemli bir yapı. Bir tür sigorta fonksiyonu.)

*Düğünler ve organizasyonlar için mahallelerde ortak malzemeler olur ve onlar kullanılırdı. (Bu zenginlik, toplumdaki birlik ruhunu açık olarak göstermektedir. Bu özellik Anadolu’da bazı yörelerde hâlâ geçerlidir. Bugün şehirlerde maalesef dayanışma ruhu yerine bireysellik daha fazla hâkim olduğundan gençlerin evlilik yaşı da çok gecikmektedir.)

Faaliyetlerin imece usulü yapılmasını sağlayan ‘Yaran Odaları’ vardı. (Bugün gençler onlara hiçbir değer yüklemeyen kahvehane, bilardo salonu, pub vs. gibi yerlere gidiyorlar. Oysa yaran odaları hem görüştükleri hem de işlerini beraberce yaptıkları daha temiz mekânlardı. Bugün buna benzer fonksiyonu belki sektörel derneklerin gençlik yapılanmaları sağlayabilir.)

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi. (Bugünkü sektörel dernekler ve vakıflar kısmen bu fonksiyonu görüyor ama çok yeterli değil. Birçoğunda bu fonksiyonlar tanımlanmamış.) Sürek avı, kılıç kalkan ve ok kullanma, ata binme öğretilmekteydi. (Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Sporun ve vücudu zinde tutmanın önemini görüyoruz.) Aynı zamanda temel dini bilgiler ve ahlaki özellikler kazandırılmaktaydı, özetle dini ve manevi değer aktarım merkezi olarak işlev görmekteydi.

3. İdari ve askeri fonksiyonlar

Ahi organizasyonları sıkıntılı dönemlerde (Moğol istilası gibi)  askeri mücadelenin içinde bilfiil yer almışlardır. Osmanlı Devleti kurulurken ve Orhan Bey’in seçimi sırasında ağırlık koymuşlardır. Devletin gelişimi sürecinde Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un yanı sıra Ahiyan-ı Rum organizasyonları da koordineli olarak bilfiil hizmet etmişlerdir. (Bu yapıyı bugün idarede var olan Bir tür Kamu Diplomasisi Kurumu’na benzetebiliriz.)

Ahi teşkilatının Osmanlı Devleti esnaf ve sanatkârı üzerindeki etkileri XV. yüzyılın ortalarından sonra azalmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da ticaret ve sosyal hayata aşağı yukarı 630 yıl yön verip ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, Sultan 3. Ahmet dönemine dek sürmüştür. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde, 1727 yılında “Lonca” veya “Gedik” denen bir uygulamaya geçilmişti.

Bundan sonraki benzer yapıları nakletmek konumuzun kısmen dışına çıkacağından tarihi gelişmeyi burada nihayete erdirerek konuyu şöyle toparlamak istiyorum:

Ahilik ve fütüvvet yapıları bugüne de yol gösterebilir

Geçmişimizde var olan birçok organizasyon gibi Ahilik yapısı ve onun bir tür içeriği olan Fütüvvetnameler geçmişte uygulanmış, kısmen nostaljik bir yönü yönü öne çıkarılan fakat bugün için canlılığı olabilecek ve bu yönleri ile örnek teşkil edecek yapılar olarak maalesef görülmemektedir. Aksine, bu yapılar genelde tarihi ve folklorik yapılar olarak ele alınmakta ve onların içeriklerine olması gerektiği derecede ehemmiyet verilmemektedir.

Oysa Ahilik ve Fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır. Tabiidir ki tarihte ve kendi döneminin şartlarında oluşmuş hiçbir yapının daha sonraki dönemlerde aynen uygulanması mümkün değildir. Fakat dikkatli gözler, bu yapılar içinde değişmeyen değişken tarzında her devirde geçerli olabilecek noktaları ortaya çıkarıp uygulanabilir hale getirebilir. Üstelik geçmişte bir dönem başarıyla gerçekleştirilen bir uygulama örneği olduğundan, sıfırdan başlanacak bir organizasyondaki deneme yanılma riski de ortadan kalkmış olacaktır.

Ahilik yapısı içinde var olan yamak – çırak – kalfa – usta hiyerarşisi, bugün Mesleki Yeterlilik Kurumu çatısı altında uygulanmaya çalışılan sekiz basamaklı yeterliliklere benzetmektedir. Bugün uygulanmaya çalışılan yeterliliklerin ilk dört basamağı ahilikteki bu dört basamağa benzetilebilir. Bugünkü basamaklarda meslek elemanlarının o basamaktaki bilgi, beceri ve yetkinliği tarif edilmektedir. Bunlara ilave olarak tanımın içine ahlaki yeterlilik kavramının da ilave edilmesi büyük önem taşımaktadır. (Bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki yeterlilik)

Bu dört basamağın da (yamak, çırak, kalfa ve usta) ahlaki yeterlilikleri düzenlenirken geçmişteki yamak, çırak, kalfa ve usta dönemlerindeki ahlaki eğitimin iyice incelenmesinin ve buralardan referans bulunmasının yararlı olacağı muhakkaktır. Tabii meslek liselerinde ve meslek yüksekokullarında da Ahiliğin ve Fütüvvetnamelerin içeriğinin detaylı bir şekilde, tarihimizdeki güzel bir uygulama modeli olarak anlatılması da ciddi bir önem taşımaktadır.

“Mesleki eğitim”de “rol model”in önemi

Ayrıca her tür eğitim çalışmasında önemli olduğu üzere toplumda öncelikle yetişkinlerin arzu edilen ahlaki özelliklerle donanmış olması gerekmektedir. Yetişkinleri bu özelliklerle donanmış olmayan bir toplumun gençlerden bunları beklemesi doğru ve haklı değildir.

Türkiye’de bugün gençlere rehberlik eden ve onların eğitimi ile birinci derecede ilgilenen yaklaşık bir milyon öğretmen bulunmaktadır. Öğretmenlerimizin büyük sorumlulukları olduğu muhakkaktır. İş hayatında KOBİ’ler de dâhil olma üzere yaklaşık olarak bir buçuk milyona yakın işletme varlığını sürdürmektedir. Bu işletmelerin patronları ve üst düzey yöneticileri, gençlerin ahlaki normlarla yetişmesi için önlerindeki önemli örnekler olarak durmaktadır.

Üniversitelerde öğretim üyesi olarak yaklaşık 150.000 akademisyen mevcuttur. Türkiye’de 350’nin üzerinde oda ve borsa bulunmakta, bunların başkanları, yönetimleri ve sektörlerin üst düzey şahısları da yine toplumun idareci kesimini temsil etmektedir. Tabii siyaset mekanizması ve burada önde bulunan tüm zevat toplumda öncü rolü oynayan kesimlerdir.

Tüm bu kişilerin yukarıda saydığımız ahlaki meziyetlere sahip olması gerekir ki onlara bağlı olarak eğitim gören yaklaşık 18 milyon öğrenci, üniversitelerdeki altı milyona yakın talebe ve iş hayatındaki yaklaşık 27 milyon civarındaki çalışanın ahlaki özelliklerini bulunduğumuz noktadan daha ileriye götürme imkânına sahip olabilelim.

Bu çalışmamız, eğitimin her safhasında olduğu gibi “mesleki eğitim”de de “rol model”in önemini çok çeşitli örneklerle vurgulamaya çalışmaktadır. İş hayatında her dönem geçerli olabilecek ahlaki özellikler ile ilgili de geçmiş tarihimizde çokça uygulamalar bulmak mümkündür.

Sonuç olarak, zengin bir tarihi ve geleneği olan bir milletin fertleri olarak bugünkü sorunlarımıza bakarken geçmişteki zenginliklerimizden de yararlanmaya çalışmak ciddi bir toplumsal ödev olarak önümüzde durmaktadır.

Dünya Bizim, 09.11.2016

Yeni bir eğitim dönemine başlarken

2016-2017 Eğitim yılı bugün başlıyor. Tüm eğitim camiamıza, çocuklarımıza ve ailelerine hayırlı olsun. Tahmini olarak 17,5 Milyon öğrencimiz bugün ders başı yapacaklar. Onları eğitmekle vazifeli  1 milyona yakın öğretmenimiz de keza yeni eğitim dönemine heyecanla giriyorlar.

Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın en iyi ve verimli bir şekilde yetişmeleri için hem Devletin hem de ailelerin her zamankinden daha fazla gayret etmeleri gerekiyor.

Okulların fiziki yapıları, derslik sayılarını arttırılması, ders araç gereçlerinin modernleştirilmesi, kitapların baskılarının güzel bir şekilde yapılması ve zamanında öğrencilerin ellerine ulaşması, derslerde yeterli öğretmenin temini gibi hususlar eğitimin kalitesi açısından önemli. Fakat bundan daha da önemli olan eğitimde içerik sorunu.

EĞİTİMDE İÇERİK SORUNU

Kitapların ve ders materyellerinin içerikleri konusunda bütün iyi niyetli çabalara rağmen henüz istenen bir düzeyde olmadığımız konusunda, dert sahibi uzmanların ittifak ettikleri hususu, hoşumuza gitmese de önümüzde duran bir gerçek. Bu konuyu aciliyetle çözebilmemiz şart.

Türkiye’nin ulaşmayı düşündüğü genel hedefleri doğrultusunda eğitim sisteminde müfredatların yeniden ele alınması, bunların ana okullarından lise sona kadar birbirini tamamlar mahiyette yeniden düzenlenmesi Milli Eğitim Sistemimizin Kızıl Elmalarından biri olmalı

Bu toplumun çocuklarının yarın dünya ölçeğinde rekabet edecekleri ülkelerin çocuklarından ve gençlerinden her anlamda daha iyi yetişebilmeleri gerekiyor. Onların büyükleri olarak bizim onlara karşı en önemli vazifelerimizden birisi de bu. Onun için çocuklarımızın sadece ülke gerçekleri değil dünyanın gerçeklerine göre de eğitilmeleri gerekiyor. Bu da her kesime büyük bir sorumluluk yüklüyor.

Bu açıdan çocuklarımızın yetiştirilmesinde en önemli hizmeti gören öğretmenlerimizin de seviyesi çok önemli. Onların daha iyi ve kaliteli yetiştirilmesi eğitimin kalitesi için olmazsa olmaz şartlardan biri. İlave olarak öğretmenlerimizin,  milletimizin hedeflerine uygun bir idealizmle donanmış olmaları gerekiyor ki bu idealizm çocuklarımıza da sirayet etsin. Çünkü öğretmenlerimiz öğrencilerimizin önlerindeki en önemli rol modellerinden birisi.

ÇOCUKLARIN VE GENÇLERİN MANEVİ EĞİTİMİ

Diğer önemli bir nokta da öğrencilerimizin toplumun manevi değerleriyle örgün eğitim sistemi içinde tanışabilmeleri ve hem hal olabilmeleri. Manevi eğitimin büyük ölçüde İmam Hatip Okullarına ve Kuran Kurslarına bırakıldığı bir sistemde İmam hatiplere ve Kuran Kurslarına gitmeyen çocuklarımızdaki bu boşluğun yanlış dini ve manevi değerlerle doldurulacağı tabiidir. (Tabii İmam Hatipler ve Kuran Kurslarının kalitesi konusunda da gayretlerin artarak sürmesini önemli buluyoruz)

Son dönemlerde sıkça telaffuz edilen ve nüfusunun % 90’ın üzerinde bir kısmının Müslüman olduğu bir toplumda heyecan uyandıran ‘Dindar bir Nesil idealinin’, özellikle Milli Eğitimin içine verimli bir şekilde nüfuz edebilmesi önemli sınavlarımızdan birisi. Bunun gerçekleşebilmesi için Milli Eğitimin tüm kadrolarının ve ailelerin el birliği etmesi gerekiyor. Burada ailelerin taleplerini sürekli canlı tutmaları bu ideale ulaşmada başarıyı sağlayacak hususlardan en önemlisi

MESLEKİ EĞİTİM

Mesleki eğitim de toplumumuzun diğer bir sorunlu alanı. Piyasanın kaliteli meslek elemanına ihtiyaç duyduğu, meslek okullarından çıkan gençlerin ise piyasa gereklerine göre tam olarak yetiştirilemediği ve iş bulamadığı bir sistemde, iş dünyasını bu çalışmanın içine daha fazla çekebilmemiz önemli bir hedef. Türkiye’de iş dünyası içindeki 27 milyon civarında iş gücünün yaklaşık 17-18 milyonu henüz orta okul seviyesinde. Bu çalışan kesimin eğitilmesi de Türkiye’deki iş gücünün verimi açısından çok önemli. Tabii okumakta olan gençlerin de kaliteli olarak yetişmesi bu oranı süratle arttıracaktır. Türkiye maalesef henüz 28 Şubat döneminde İmam Hatiplerle beraber meslek okullarına vurulmuş olan darbenin tahribatını tam olarak ortadan kaldıramadı. Bu darbeyi vuranlardan bu topluma verdikleri zararları nasıl tazmin edeceğiz bilemiyorum.

Mesleki Eğitim içinde de değerler konusunu en iyi şekilde işleyebilmemiz gerekiyor. Her yıl Ahilik haftaları düzenlemekle ve eski dönemlerdeki uygulamaları seremoni tarzında tekrar etmekle mesleki eğitimde ahlaklı bir iş gücü ortaya çıkarabilmemiz mümkün değil. Ahilik düşüncesini ve o mükemmel sistemin getirdiği, iş hayatına hem işini iyi bilen hem de ahlaki donanımı yeterli elemanlar sunabilen bir sistemi günümüz şartlarında nasıl oluşturacağız sorusunun cevaplarını en iyi şekilde verebilmemizin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Gençlerimizi bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki değerlerle mücehhez olarak yetiştirebilen bir mesleki eğitimin ülkemizin ekonomik ve sosyal gelişimi için gerekliliği tartışılmayacak bir gerçek. İnşallah hem iş dünyamız hem de Milli Eğitim Sistemimiz yeni eğitim döneminde bu konuda daha büyük bir gayretin içinde olur

AİLE VE TOPLUM DA ÇOK ÖNEMLİ

Çocuk ve gençlerin eğitiminde aile ve toplum da çok belirleyici bir role sahip. Anne, babalar, aile büyükleri, gönüllü teşekküllerin yöneticileri , kamu yönetiminde hizmet veren kişiler her hareketleriyle gençlere örnek olduklarını bilmeleri olmazsa olmaz bir gereklilik. Kendileri ahlaki açıdan sorunlu büyüklerin gençlerin yetişmesi konusunda şikayet etmeye hiç haklarının olmadığını idrak etmeleri gerekiyor. İyi bir gençlik isteniyorsa onların önlerindeki büyüklerin ahlaklı ve çalışkan olmaları şart.

Toplumumuzun özellikle gençleri yakın bir zamanda karşı karşıya geldiğimiz 15 Temmuz Darbe girişimi sırasında çok önemli bir sınav verdiler. Vatan savunması konusunda büyük bir duyarlılık gösterdiler. Tankların, silahların önüne kendilerini siper ettiler. Genç yaşlarında gözlerini kırpmadan şehit oldular. Yıllarca tarih derslerinde anlatılan Çanakkale ruhunu aynel yakin yaşadılar ve yaşattılar. Bu hal, eğitim sistemimizden çokça şikayet eden bir toplum olarak bizde  geleceğe yönelik ciddi bir ümit oluşturdu. Demek ki bu toplumun mayası ve genlerinden gelen özelliklerinin önemli bir kısmı hala muhafaza edilmiş bir halde duruyor. Tarih şuurunun ve kökü samimi Dini inanca dayanan şehadet kavramına verilen önemin ne kadar değerli bir şey olduğu, karşı karşıya kaldığımız bu alçakça saldırıda bir kere daha ortaya çıktı.

EĞİTİMDE 15 TEMMUZ RUHUNUN ÖNEMİ

Yeni bir eğitim dönemine başlarken, 15 Temmuz Ruhunun, ahlaki eğitim ve değerlerin eğitim sistemi içerisine daha iyi yerleştirilebilmesi konusunda adeta bir kaldıraç vazifesi göreceğini umuyor ve diliyoruz. İnşallah bazı şer hayır getirir özdeyişi çerçevesinde bu menfi olay toplumun eğitiminde de bir çok hayırların ortaya çıkmasına vesile olur. Tabii bu gelişme, bu konuyla vazifeli olanların çok daha fazla gayret göstermeleri gerekliliğini  daha da önemli kılmaktadır.

2016-2017 Eğitim yılının tüm Eğitim camiasına, ailelere , çocuklarımıza ve toplumumuza hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 19.09.2016

Komplo Teorileri Neler Söyler?

Komplo teorilerini ve/veya olaylarını daha genel bir çerçevede anlamamızı sağlayan detaylı analizler ve kitaplar benim hayatımda önemli bir yer tutmaktadır. Bu yazıda geçmişten günümüze bu hususta karşılaştığım bazı örnekler üzerinden düşüncelerimi arz etmeye çalışacağım.

Uluslar arası siyaset alanında ufuk açıcı kitaplar

İlk olarak gençliğimizde bir hayli meşhur olan ve Yesevizade ismini kullanan zatın Bilderberg Groupadlı kitabından bahsedebilirim. Bu kitapta yazar, Bilderbergçilerin çeşitli ülkelerdeki toplantılarını ele alıp, ülke ülke katılımcıların listelerini naklediyor ve uluslar arası ilişkilerdeki önemli olayların gerisinde bu grubun olduğunu çeşitli delillerle açıklamaya çalışıyordu.

İkinci olarak zikredebileceğim, rahmetli Raif Karadağ‘ın Petrol Fırtınası adlı kitabı. Bu kitapta yazar, özellikle son yüzyılda uluslar arası siyaset alanında vuku bulan olayları petrol savaşları nokta-i nazarından izah ediyordu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, meselelerin arka planlarını sanki tam olarak kavradığımı zannetmiştim. Rahmetli Raif Karadağ yıllar sonra Ankara’da kaldığı bir otel odasında ölü bulunmuştu.

Yine bu çerçevede Altın Dosyası adıyla tercüme edilmiş bir romanı okuduğum yıllarda,  dünyadaki altın ve önemli para birimleri arasındaki mücadelelerin karmaşık ilişkisini kısmen kavradığımı zannederek, dünya olaylarının gerisinde altın meselesinin de önemli bir rolü olduğuna dair bir kanaate sahip olmuştum

.Emin Acar’ın sohbetleri bizi sarsardı

Yine gençlik dönemlerimizde, rahmetli Dr. Emin Acar yılda bir iki sefer İstanbul’a geldiğinde, bir grup arkadaşımızla beraber bizlere, dünya ve Türkiye’de olan bitenlerle ilgili çok farklı şeyler anlatırdı: Yahudilerin farklı versiyonları arasındaki detaylar, Sabateistler, devlet kademesindeki imanlı kişilerin hadiselerin gidişi üzerindeki müsbet tesirleri… O sohbetlerden sonra zihnim allak bullak olur, yaşadığımız zamanla tekrar ilişkiye geçebilmek için uzun bir süreye ihtiyaç duyardım

Takip edenler hatırlayacaktır, seksenlerin sonu ve 90’ların başlarında Aydınlık gazetesi ve 2000’e Doğru neler neler yazardı. O dergileri ciltletmiştim, hâlâ durur ve ara sıra bazı konulara bakarım. Laik devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insanları ayetli bildiriler ile cihada çağırdığını, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları, 1970’li yıllarda İçişleri Bakanlığı’nda oluşan muhafazakar yapılanmanın Özal döneminde nasıl beraberce hareket ettiklerini ve devlet içinde hakim duruma geçtiklerini anlatır ve bu ekiplere belli çevrelerin dikkatlerini çekerdi.

Kafa karıştıran sohbetler, kitaplar, raporlar

Aclan Sayılgan’ın Deprem adlı romanı bir hayli ilginçti. Orada geçen kişilerden acaba kim kimdir diye bayağı kafa yormuştum.

İlave olarak 12 Mart Muhtırası sonrasında o dönemin bazı komutanlarının hatıraları, kendi dönemlerindeki olayların arka planlarını komplocu bir bakış açısıyla ve kendi perspektiflerinden anlatıyordu. Okuduğum zaman hayretler içinde kaldığımı hâlâ hatırlarım.

Rahmetli Ufuk Güldemir’in Kanat Operasyonu adlı kitabı da bu çerçevede zikredilmesi gereken benim açımdan klasikleşmiş eserlerden biri olarak kayıt edilmeli.

Rahmetli Mahir Kaynak her daim olayları farklı bir bakışla açıklardı. Onu dinlediğimizde, sanki bazı olayların arka planlarını daha iyi kavradığımızı düşünürdük. Sonrasında bu sohbetlerin kitap haline gelenlerini de ilgi ile okumuştum. Bu görüşler ve çözümlemeler karşısında bazen kafamız durulur bazen de daha fazla karışırdı.

Rahmetli Ömer Lütfi Mete keza bu tür konuları çok güzel değerlendirir ve yazıya geçirirdi.

 

TBMM Susurluk Raporu bir dönem beni çok etkilemişti. Birkaç defa altını çizerek okuyup içinde anlatılanlara nüfuz etmeye çalışmıştım. Orada geçen olayları ve çeşitli kesimlerin ifşaatlarını okuyunca, yaşadığımız hayat içinde fark edemediğimiz birçok detayın, aslında çok önemli gerçeklerin kısmen görünür tarafı olduğunu anlıyordum. Bugün bile dikkatli bir şekilde takip edince, o raporda ismi geçen birçok kişinin veya grubun, son dönemlerde vuku bulan bazı hadiselerin kenarında veya köşesinde olabileceğine dair düşünceler zihnimde uyanmakta. Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu sözcülüğü de yapan rahmetli Bedri İncetahtacı‘nın başına gelen trafik kazası ve bu kaza neticesi vefat edişi ders verici mahiyette bir olaydı.

 

Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun raporunu okuyamadığım için kendimi hep eksik hissederim. Herhalde orada da çok önemli şeyler vardı. İlk fırsatta okumayı arzu ediyorum.

Yalçın Küçük‘ün “Tekeliyet” adlı seri kitaplarının içinde bana göre çok uçuk bazı çözümlemeler mevcuttu ama yine de ufukaçıcı bir çok yönü vardı.

 

Merhum Cem Ersever’in hatıraları ve bu hatıralarda geçen bilgiler dudak uçuklatıcı mahiyette şeylerdi. O da maalesef faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Son Devir adlı internet sitesinde bir dönem yazılar yazan biyografi.net sitesi sahibi Mahmut Çetin‘in nesep üzerinden çözümlemeleri de yabana atılmamalı diye düşünürüm.

Bu araştırmacımızın kaleme aldığı X ilişkiler ve Boğaz’daki Aşiret iki güzel kitap olarak güncelliğini kaybetmemiş bir şekilde hâlâ raflarda yer alıyor. Mahmut Çetin yazılarında hep bu girift bağlantıları ele alır ve bu bağlantılar üzerinden çözümlemeler yapar.

Televizyon dizilerinden de bir iki cümle ile bahsetmek gerekir

Derken önce Deliyürek dizisi ve Yusuf Miroğlu tiplemesi çıktı piyasaya, sonra da Kurtlar Vadisi. İkisinin de başlangıç ekibinde sanırım rahmetli Ömer Lütfi Mete vardı. Konsept danışmanı da Soner Yalçın idi. Birçok kişi dudak büküp geçse de ben bu dizilerin ve içinde yer alan olayların belli bir bakış açısıyla izlendiğinde bazı şeylere dokunduğunu görüyordum veya hissediyordum. Ama bunlar hakikatın kaçta kaçıdır, onu bilebilmemiz pek mümkün değil.

Kurtlar Vadisi ilk başlarda gençliğimizden beri anlatılanları parça parça kullanarak kendince oluşturduğu belli bir kurgu içinde anlatıyordu. Çoğu meseleyi de bayağı güzel izah ediyordu (veya diziyi yapanlar ve yayınlayanlar bu meseleleri orada ortaya konulduğu şekilde anlamamızı istiyorlardı ve epey başarıyorlardı.) Son dönemlerde dizi daha magazine yöneldiğinden benim nazarımda eski değerli durumunu yitirdi. (Belki de ben kanıksadım.)

Son dönem yazarları

Son dönemlerde bu tarzda yeni birçok kalem ve araştırmacı konuşur/yazar kişi bahsekonu bu kervana katıldı. E-muhtıraArap Baharı15 Temmuz darbe girişimi sıralarında da bayağı enteresan yeni isimlerin birbiri ardınca gelen çözümlemeleri ve komplo teorileri çıktı ortaya. Bazılarını okuduğumda bu kadar çapraz ilişkiyi, yurt içi ve yurt dışı bağlantıyı nasıl elde ediyorlar ve bir araya getirebiliyorlar diye hayretler içinde kaldığım olmuyor değil. Anlatılanların acaba kaçta kaçı gerçek diye kendi kendime sıkça soruyorum. Bir bölümünün ne kadar tutarsız olduğu hemencecik ortaya çıktı. Hakikate isabeti henüz tesbit edilemeyenler de tahminim zamanını bekliyorlar.

Bu tür teorilerin ve analizlerin yabancı versiyonlarını ise hiç saymıyorum. Onlar ayrı bir yazının konusu olabilir.

Eskiden olduğu gibi bugün de bulabildiğimi okumaya çalışıyorum. Fakat bir başka açıdan bakıldığında da bunun sonu yok. Tüm bu okuduklarım ve hâlâ okumakta olduklarım ile birlikte benim paranoyaklık seviyem herhalde üst limitlere vardı. Neredeyse sokakta yürürken “ben acaba bu davranışlarımla şu an kimlere hizmet ediyorum” sorusunu kendi kendime sorar hale geldim. Ciddi ciddi baktığımda bazılarının kısmi de olsa isabetli laflar söyleyebildiğini kendimce müşahede edebildiğimi sanıyorum. Ama içlerinde kuru sıkı atanların da olduğunu görüyorum. Onların da bilemediğimiz türlü türlü sebepleri var kuşkusuz. Bu konuşmaların, yazıların ve kitapların içinde tabiidir ki samimi niyette olanlar mevcut. Aynı zamanda belli kesimler adına hareket edenleri, hatta tetikçi dediğimiz sınıfa girenleri de…

Okumak muhakkak ufuk açıcı fakat kendinizi kaptırdığınız zaman kafa sağlığınız tehlikeye girebilir, bu noktaya da özellikle dikkat etmek gerekir.

 

Üsküdar’ın Üç Sırlısı

Bu aralar rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre‘nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı başlıklı bir kitabını okudum. Özemre Hoca, üç rahmetli Melami şeyhinin hayatlarını ve onlarla kah birlikte yaşadıklarını kah onlara dair duyduklarını anlatıyor. Kitapta anlatılanlara bakıldığında manevi âlemde gözlerden uzak ne kadar değişik olayın vuku bulduğunu görebiliyorsunuz. Bu da göz önünde cereyan eden olayların bir başka boyutu.

Fakat ibretle fark ediyorsunuz ki bu sırlı âlemde “kader inancına” müthiş bir saygı var. “Allah’ın kurmuş olduğu nizama sakın müdahale etmeye kalkma ve imkanın nisbetinde O’na teslim ol” görüşü ve tavsiyesi hakim. Hatta ilginç bir detay olarak zikretmek gerekirse merhum Eşref Efendi’nin yanındakilere şu öğüdü müthiş. Yol üzerinde çok uzun bir süredir durmakta olan büyükçe bir taşı kaldırmaya çalışan talebesine, “Oğlum, belli bir yerde duran bir taş uzunca zamandır orada duruyorsa sakın o taşı elleme, kim bilir ne hikmeti vardır ki orada duruyordur. Fakat sen insanların geçtiği yere onları engelleyecek yeni bir taşı sakın koyma.” Bizim gibi irade-i cüziyesini çok fazla önemseyen, zihni Batılı paradigmayla kısmen arızaya uğratılmış tiplerin bunları anlaması ne kadar mümkün? O da ayrı bir konu.

Tüm bunlardan sonra özetle vardığım nokta “La Galibe İllallah”. Allah’tan başka Galip yoktur. Tek galip O’dur… Bu ibareyi Endülüs’deki El-Hamra Sarayı’nın duvarlarında da görebilirsiniz. O izin vermezse ve dilemezse kainatta yaprak kımıldayamaz. Sebepler âleminde var olan unsurlar kaderin tecelli etmesinde ancak bir vesile hükmündedirler. Başkaca da bir önemleri yoktur.

Bize düşen ne?

Geldiğim noktada kendi kendime şu soruyu soruyorum: Niye sıtk-ı sadakatla, Hakim-i Mutlak olan Allah’a hakkıyla yönelemiyoruz? Arzu ettiğimiz meşru şeyleri neden usulüne uygun biçimde sadece O’ndan isteyemiyoruz? Niye işler bizim istediğimiz gibi olmayınca vardır bir hikmeti deyip boynumuzu bükemiyoruz?

Oysa birkaç kelime ile özetlemek gerekirse bize düşen; namaz, niyaz, zekat, sadaka, Emri bil Maruf, Nehyi anil Münker (İyiyi en güzel şekilde anlatmak ve kötüyü görünce de engellemek, olmadı söylemek, geniş kesimlere anlatmak veya yazmak). Kur’an’ı, sünneti anlamaya ve uygulamaya çalışmak. Aile, yakın çevre, derken daire daire kendimizin ve çevremizin eğitimi ve öğretimi ile haşır neşir olmak. Sonrasında ise vuku bulana teslim olmak. En iyisini O bilir deyip razı olup, susmak.

Bu yazan ve çizenlerin büyük bir bölümü, sanki “Allah dışında başka düzenleyiciler varmış gibi bir noktaya taşımaya çalışıyorlar insanları” gibi geliyor bana… Yok Kraliçe, yok İlluminate, yok konsey, yok baronlar, yok Rothschild ailesi, yok herhangi bir gurubun Maşrik-i Azam’ı vb… Bunların hiç birisi (ve tabii gruplar, teşkilatlar), Allah dilemezse ve izin vermezse adım bile atamazlar.

Son cümleyi şöyle bağlamak istiyorum: Allah (cc) ile hakkıyla irtibat kuracak ve bu irtibatı muhafaza edebilmeyi becerecek bir yol bulmamız lazım. Ben belli bir zamandır bunu aradığımı zannediyorum. İnşallah hakkıyla arıyorumdur.

Bilenlerden ve bulanlardan özellikle yardımlarını bekliyorum.

Dünya Bizim, 19.09.2016

Bugüne tarihle birlikte bakabilmek

Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Son Fırat Kalkanı operasyonu için de tarihten günümüze bir yolculuk yapmayı önemli görmekteyiz..

Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Tarih dediğimiz zaman da en az 100 yıllık bir zaman öncesine kadar gitmek gerekiyor.

Birinci Dünya Savaşına kadar şu anda bölgede var olan Devletlerin neredeyse hiçbiri mevcut bulunmamaktaydı. Osmanlı Devleti nihayete erdikten sonra onun hakimiyet alanı içinde yeni yeni devletçikler ortaya çıkmaya başladılar. İki Dünya Savaşı arasında, bölgedeki parçalanma yerleşik hale gelmeye başladı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da bugünküne yakın bir yapı oluştu. Tabii İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan İsrail Devleti ise tüm bu gelişmeler içinde bölge gerçeklerine neredeyse hiç uymayan bir Devlet olarak göze çarpıyordu.

Diğer Devletlerin de kuruluş hikayelerine bakıldığında, özellikle başlangıç dönemlerinde  Osmanlı’ya ihanet üzerine gelişen bir sürecin bulunduğuna şahit oluyoruz.. Yeni kurulan devletlerin bir çoğunun başına, ilk icraatleri olarak Osmanlı’ya ihanet etmiş yöneticilerin veya akrabalarının geçtiklerini üzülerek görüyoruz.

Ortadoğu’daki bu yeni siyasi yapıların teşekkülü sırasında dikkat edilen en önemli hususlardan birisi de, yüzyıllardır o bölgede genel anlamı ile huzur içinde yaşamış çeşitli kavimlerin, dinlerin ve mezheplerin mensuplarının, birbirleri ile sorun çıkarmaları muhtemel bir denge içinde bir araya getirilmeleridir. Türkler, Araplar, Kürtler, Süryaniler, Çerkezler v.s gibi kavimlerin yerleşim yerleri sorunlu bir tarzda oluşturulmuş, Sünni grupların başına alevi, alevi kökenli grupların başına da sunni yöneticilerin getirilmesi gibi noktalara titizlikle dikkat edilmiştir.

ORTA DOĞU NİYE BU KADAR PARÇALANDI?

Niye yapılmıştır veya getirilmiştir diyorum, çünkü buradaki yapılar genellikle Dünya Savaşları sırasında galip gelmiş olan Batılı Devletler tarafından dizayn edilmiş yapılardır. Bu topraklarda yaşayan milletler Osmanlı sonrası kendi yönetimlerini oluşturabilecekleri bir güce maalesef ulaşamadıkları için, ancak kendilerine biçilmiş vazifeler çerçevesinde ve yaşamaları için tayin edilen toprak parçaları üzerinde hareket etmek durumunda kalmışlardır. Mağlup olmanın hazin ve tabii bir sonucu olan bu hali, maalesef bu coğrafya insanı yaklaşık yüz yıldır acı bir şekilde yaşamaktadır.

Bu parçalanma süreci içinde galiplerin uyguladıkları en acı kurallardan birisi de büyük ailelerin ve kavimlerin birbirlerinden suni sınırlarla ayrılması, ayrıca tabii kaynaklar ile insan topluluklarının arasının yine bu suni sınırlarla ulaşılamaz hale getirilmesidir. Mesela tarih boyunca Fırat ve Dicle nehirlerinin doğduğu bölge ile denize döküldüğü bölge arasında bu kadar Devletin ve sınırın bulunduğu bir devre görülmemiştir.

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyetine geçerken petrol zengini bir bölge olan Musul ve Kerkük’ün Türkiye’den hangi ayak oyunları ile ayrı düşürüldüğü üzerinde derinlemesine bir inceleme bile bu fikrimizi kuvvetlendirecek önemli bir örnek olarak ortada durmaktadır. Keza Lübnan devletinin yapısı ve yönetim şeması üzerinde bir araştırma da bu tezimizi güçlendirecek bir diğer örnektir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu denklemine yeni bir devlet olarak giren İsrail de bu bölgede bitmek bilmeyen agresif  hamleleri ile bölgenin huzurunu her daim tehdit etmektedir. Yahudilerin Arz-ı Mevud dedikleri kendilerine vaat edildiğine iman ettikleri toprakların, Türkiye sınırlarının bir bölümünü de içine alacak tarzda geniş olması, bu ülkenin orta doğu olarak adlandırılan  coğrafyadaki emellerinin sınırlarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Tabii İsrail’in Kudüs üzerindeki hakimiyeti ve Mescid-i Aksa’ya yönelik icraatleri de her daim sorun çıkarma potansiyeli olan bir durum olarak ortadadır.

BEŞ BÜYÜK ÜLKE HER KONUYA MÜDAHİL. BAŞKA KİMLER VAR?

Dünya Politikasına şekil veren ve bugün BM’de veto yetkisine sahip 5 devlet, orta doğu dengeleri ile birinci elden ilgili durumdadır. Hepsinin kendilerine yönelik özel ve kısmi hedefleri olsa da genel hedefleri olarak, bu topraklar üzerinde 100 yıl evvelki gibi bir bütünlük ve huzur istememektedirler. Bu bölgede nihai bir barış ve huzur onların öncelikli hedefi değildir. Kaos ve mücadele bu ülkelerin ana politikasıdır. Kaos içindeki bu ülkelerin liderleri de iktidarda kalmak için daima büyük devletlere muhtaç durumda bulunmaktadırlar. Ülkelerinin doğal zenginliklerini ve hammadde kaynaklarını bunlarla paylaşmaktadırlar. Sürekli kaos ortamında daima silaha ihtiyaç duymakta ve bu silahları büyük dediğimiz ülkelerden almaktadırlar. Kaos ortamında bu ülkelerde ekonomi gelişememekte, sosyal hayatta denge kurulamamakta ve halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu bölgesi topyekun bir güç oluşturamamaktadır. Var olan potansiyel bir türlü reel hayata yansıyamamaktadır.

Tabii bu kargaşa arasında İsrail Devleti de bu ihtilafları sürekli kaşıyan bir politika izlemekte, Ortadoğu’da nerede sorunlu bir durum varsa orada İsrail’in görünür veya görünmez parmağı ifsad edici bir fonksiyon icra etmektedir.

Yine bir diğer ülke olan İran da, özellikle İslam Devleti sonrası bu bölge ile yoğun olarak ilgilenmektedir.  Fakat İran’ın olaya bütüncül bir ümmet perspektifinden bakmak yerine daha dar bir mezhep penceresinden bakması, sorunların büyümesine sebep olan önemli bir faktör olarak göze çarpmaktadır.

OSMANLI’NIN TABİİ MİRASÇISI TÜRKİYE: SORUMLULUK BÜYÜK, SORUNLAR DA BÜYÜK

Tüm bu ülkeler içinde Osmanlı’nın tabii mirasçısı Türkiye bu bölgeyi derleyip toparlayabilecek potansiyel bir güç olarak ortada durmaktadır. Dünya savaşları sonrası uzunca bir süre bu bölge ile neredeyse ilgisini tamamen kesmiş olan Türkiye,  özellikle 70’lerde çok cılız bir şekilde başlayan ama 80’li yıllardan sonra gittikçe artan bir tarzda bu gönül coğrafyası ile temas kurma yolları aramaktadır. Türkiye güçlendikçe ve kendi iç sorunlarını çözmeye başladıkça bölgede tabii bir çekim alanı oluşturmakta ve yaptığı her müsbet hamle ile özellikle bu bölge halklarının teveccühünü kazanmaktadır.

2000’li yıllar sonrası Türkiye’de gözle görülür bir gelişme ortaya çıkmış, ekonomik gelişme yanında istikrarlı bir siyasi yapının varlığı Türkiye’ye yönelik mazlum halkların ümidini artırmıştır.

Türkiye’nin gücünün artması Türkiye’ye yönelik düşmanlıkların derecesini de aynı oranda arttırmaktadır.

Son dönemde ortaya çıkan Güneydoğu olaylarındaki artış, Gezi kalkışması, 15 Temmuz darbe girişimi gibi iç huzursuzluklar esasında basit bir iç mesele değil uluslar arası güçlerin Türkiye’yi cendereye alma hamleleri olarak okunabilecek olaylardır. Türkiye’nin uzunca bir süredir güney sınırlarının hemen dışında o bölgenin tarihi ve demografik gerçekleri ile pek de bağdaşmayan suni bir Marksist Kürt devleti kurulması girişimleri de, yine bu pencereden bakılması gereken bir realitedir. Yine Irak ve Suriye sınırları içinde birdenbire ortaya çıkan ve tamamen o bölgedeki  yönetimlerin hatalı ve tutarsız davranışlarına  karşı ortaya çıkmış yönelişleri de arkasına alan DAEŞ organizasyonu da, Ortadoğu’yu daha fazla küçük parçaya ayırma politikalarının bir tezahürüdür. DAEŞ bir bölge gerçeği değil bölgede huzursuzlukların artması ve parçalanmanın kalıcı hale gelmesini hedefleyen suni bir oluşum olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye açısından bakıldığında Orta Doğu ülkelerindeki milletlerle bizim aramızda çözülemeyecek derecede tarihi ve köklü sorunumuz olmamıştır. Dünya Savaşları sırasında Batılı güçlerin teşvikiyle devşirilmiş yöneticilerin liderliğinde yapılan bazı hıyanetlerin bile tarihi derinliği ve o bölgede yaşayan halklar nezdinde hakiki bir karşılığı bulunmamaktadır. Bunlar sorunlu dönemlerin spot olayları olarak yorumlanabilecek hadiselerdir.

Son dönemde PKK ve PYD gibi Marksist ve bölücü Kürt milliyetçilerinin terörist faaliyetlerine karşı duruşumuz kesinlikle Kürt halkına karşı bir duruş olarak algılanmamalı ve öyle gösterilmeye çalışılması da hiçbir şekilde kabul edilmemelidir.

Uzun yıllardır devam eden PKK gerçeği ve bu örgüte karşı Türkiye’nin askeri sahadaki karşı koyuşlarının, bazen ulaştığı boyutlar itibariyle çok sert bir düzeye vardığı hususu inkar edilemez. Bu sertlik Kürt kardeşlerimizin bir bölümünü mağdur etmiş, PKK ve yan kuruluşları da bu mağduriyeti suistimal ederek Kürtlerin ana gövdeden ruhen kopmasını sağlayacak çalışmalar yapmışlardır. Fakat müsbet bir gelişme olarak, son dönemlerdeki politikalar neticesi, bu hataları telafi edici ve kopuşu engelleyici çok önemli çalışmaların yapılması sağlanmıştır.

Bu gün itibariyle Türkiye kendi içindeki yaraları sarmak için uğraşmaktadır. Aynı zamanda sınırları dışında Orta Doğu bölgesinde de daha fazla bölünme ve parçalanmayı istememektedir. Bu bölünme ve parçalanmayı teşvik eden her tür faaliyetin gücü nispetinde karşısında olmaya devam etmektedir Biraz önce yurt içi için ifade ettiğim şekilde, Güney sınırlarımızın dışındaki PKK’nın bir kolu olan PYD ve YPG ile mücadeleyi de Türkiye’nin Kürtlerle mücadelesi olarak okumanın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Bu mücadele Kürtleri kullanarak bölücülük yapan Marksist bir örgüte karşı mücadeledir ve ana hedefi Orta Doğu halklarının daha fazla bölünmesini engelleyebilmektir. Aynı şekilde Türkiye’nin Araplarla, Çerkezlerle, Süryanilerle ve sair bölge halkaları ile de ilkesel bazda bir sorunu yoktur. Şu anda bu milletlerle aynı sınırları paylaşmasak da tarihten gelen bir yakınlıkla onları gönül coğrafyamız olarak değerlendirmektedir.

FIRAT KALKANI OPERASYONU NİYE YAPILIYOR?

Türkiye’nin son günlerdeki Fırat Kalkanı adıyla yaptığı sınır ötesi müdahalesi de bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir harekettir. Türkiye şu an ABD ve diğer batılı ülkelerin zımni kabulü ile sınırlarının hemen altında oluşturulmaya çalışılan özerk bir Marksist ve terörist Kürt yönetimini ilkesel bazda kabul etmemektedir. O bölgede ve onun güneyinde başka bir kontrolsüz güç olan DAEŞ’in varlığını da kabul etmemektedir. Türkiye güney komşularının ülke bütünlüğünü savunmaktadır.

Aynı Türkiye’nin ABD ve diğer Batılı güçlerin, Rusya’nın, İran’ın ve bu bölge ile ilgili tüm güçlerin ( İsrail ve Çin dahil)  bu bölgede askeri varlıklarını, üslerini, ilkesel bazda sorun olarak görmesi gerekmektedir. Bu ülkelerin direk veya dolaylı şekilde bu bölgedeki mücadelelere taraf olmalarını şiddetle reddetmelidir. Askeri açıdan gücü yetmese bile söylem bazında bu fikirlerin telaffuz edilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyiz. Yüzyıllar boyunca bu bölgeleri başarıyla yönetmiş  bir Devletin varisi olan Türkiye’nin, tamamen kendi güvenliği için güney sınırlarından en ufak bir geçiş yapmasını sorun eden ülkelerin, binlerce kilometre uzaktan ve üstelik hiçbir tarihi bağ olmadan bu bölgelerde bu tip bir varlık göstermeleri, en azından tartışılması gereken gerçekler olarak gündeme gelmelidir.

SONUÇ OLARAK

Sonuç olarak Türkiye’nin son dönemlerde sıkça dile getirdiği ve adeta gerileyebileceği son nokta olan Fırat nehrinin Batı yakasına geçilmemesi ve bu bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesi isteğini  tahakkuk ettirmek için askeri harekata girişmesi, biraz geç yapılmış olsa da çok olumlu bir karardır. Bu harekatın sadece Cerablus bölgesi ve terörist yapı olarak DAEŞ ile sınırlı kalmaması ve PYD/YPG güçlerinin de Münbiç’den çıkartılması gerekmektedir. Türkiye için Halep’e doğru giden yolun açık tutulması ve terörist unsurlardan temizlenmesi isteği önemli bir istektir. Bu isteklerin sağlanmaması durumda burada meydana gelen olumsuzluklar direk ülkemize yansımakta ve buradaki kitlelerin tüm insani sorunları Türkiye tarafından üstlenilmek durumunda kalmaktadır.

Ayrıca Hatay’ın güneyindeki Bayır Bucak Türkmenlerinin sürekli askeri saldırıya uğramaları ve Türkmen bölgesindeki nüfusun buralardan sökülüp atılması ile ilgili yapılan saldırılar, Türkiye’nin ve o bölgelerdeki Müslümanların güvenliği için büyük tehlikedir.  Bunu destekler tarzda,  Fırat’ın batısına kadar gelen PYD/YPG hakimiyetinin Afrin’deki güçlerle birleşmesi ve daha sonra da oradan Akdeniz’e bir yol bulup bağlanması hedefi,  ( o bölgede zamanla özerk bir yapının oluşturulması gayesine yönelik olarak) yaklaşık 1990’lardan itibaren Batılı merkezlerde çokça telaffuz edilen ve varılması için çalışılan bir hedef olarak görünmektedir. Bu zamandan günümüze bu bölgede sürekli sorunlar çıkartılmış, kitleler çeşitli sebeplerle yerlerinden edilmiş, en son olarak da Suriye’deki iç savaş dönemindeki büyük nüfus hareketleriyle onlar açısından bu hedefe yönelik önemli bir gelişme kaydedilmiştir.

Türkiye’nin en ufak bir zaaf anında söz konusu devletlerin veya onların güdümündeki uydu güçlerin bu hedefe yönelik başka hamleler yapmaları her an ihtimal dahilindedir. . ( Şu anda askeri harekat yapılan alan, Türkiye’nin üzerinde ısrarla durduğu güvenlik koridorunun kapatılması, yarın Türkmen dağına yönelik muhtemel saldırılar gibi)

Türkiye’nin de bu muhtemel hamlelere karşı koruyucu hamleleri yapma mecburiyeti bulunmaktadır. Aksi durumda karşı karşıya kalınabilecek oldu bittilerin maliyeti çok daha kötü olabilir.

Üç kıtanın kavşak noktası bir ülkede yaşamak ve Dünyada bir dönem geniş bir alanda hakimiyet kurmuş bir Devletin bakiyesi olmak, Türkiye’ye önemli sorumluluklar yüklemektedir. Devlet siyasi, iktisadi ve askeri açıdan güçlü olmalıdır. Siyasi ve sosyal istikrarın sağlanmasına her zaman özel bir dikkat sarf edilmelidir.  Bu ülkenin vatandaşları da kendilerini böyle bir misyonun gerçekleşmesi için hem fikir hem de aksiyon bazında hazır tutmak durumundadırlar. Ayrıca gönül coğrafyamızın tüm unsurlarının, bizleri çok dikkatli bir şekilde izlediklerinin bilincinde olma sorumluluğunu da hiç hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.

15 Temmuz Darbe teşebbüsü sırasında gerek millet gerekse de ülkenin lider kadroları iyi bir sınav verdiler. İnşallah bu ruh bundan sonra da devam eder ve hem ülkemiz hem de insanlık için faydalı hizmetlerin ortaya çıkmasına vesile olur.

Dünya Bülteni, 28.08.2016