Sosyalizm ve Marksizm

Sosyalizm, liberalizmin ortaya attığı görüşlere ve çözüm yollarına alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Bunun birlikte insan ve toplumla ilgili bazı varsayımlarında benzerlikler görülür. Her iki ideolojinin de modernizm akımının mahsulü olduğunu düşünürsek bu benzerlikler bize o kadar gayri tabii gelmeyebilir.

Liberalizmin ferdin her türlü kontrolden kurtulması için mücadele verdiğini biliyoruz. İlk radikal demokrat/sosyalistler de kişi özgürlüğünün hararetli savunucularıydı. Ahlaki açıdan bu benzerliklere rağmen ekonomik olarak sosyalizm liberalizmden önemli ölçüde ayrılmaktaydı. Liberalizmin savunduğu serbest piyasa ekonomisinin beklenen refahı sağlayamaması ve eşitsizliği artırması sosyalist fikirlerin daha da gelişmelerini sağladı.

Sosyalist düşüncede hakim iki unsur;  

Toplumdaki ekonomik eşitsizliklerin-ki buna sebep serbest piyasa ekonomisidir- ortadan kaldırılması ve

Kooperatif tarzında örgütlenmelerle sosyal hayatın düzenlenmesidir.

Fransa ve İngiltere de sosyalist fikirlerle ortaya çıkan ilk düşünürler genellikle endüstrileşmenin neden olduğu yıkımdan kaçarak kendi kendine yeten topluluklar oluşturmayı tasarladıklarından “ütopyacı” olarak isimlendirilmişlerdir.

Burada önemli bir ayrıntı bu kişiler kendilerinin bu vasıfla isimlendirmemekte, üçüncü kişiler onlara bu tanımı uygun görmektedirler. Marx’a göre ise sosyalizmin kaçınılmaz olduğunu göremeyip onu tercih edilebilir bir ideoloji sıfatıyla ortaya koydukları için bu düşünürler “ütopyacı” dırlar

ÜTOPYACI SOSYALİSTLER

Fransız ütopyacı sosyalistlerinin en önemlilerinden biri Saint-Simon.  Ona göre toplumda merkezi bir kontrol olmalı. Ayrıca buna bağlı olarak da planlamaya büyük önem verilmelidir. Liberalizmin alabildiğine tanıdığı  serbestliğe karşı hiçbir şeyi şansa bırakmadan organize etmeyi savunan. St. Simon’un bu düzenine Bürokratik Sosyalizm deniliyor. Bu tip bir yapıda en önemli iş bilimsel teknokratlara düşüyor. Oluşan yeni toplum bilim+teknoloji+planlama üçlüsü üzerine bina edilmiş durumda. Mutlak eşitliğe inanmayan St.Simon mülkiyet rejiminin herkesin gücüne göre olabilmesini sağlayacak şekilde düzenlenmesini istiyor.

Reformcu olarak niteleyebileceğimiz St.Simon’dan sonra yine bir Fransız olan Charles Fourier’nin görüşlerini incelediğimizde endüstrileşmenin insanları fakirleştirdiğini savunan bir düşünce ile karşılaşıyoruz. İnsanların uğraştığı daha çok tarım olmalı. Ayrıca iki binin altında oluşturulacak topluluklar kurularak işler sıra ile yapılmalıdır. Fourier’nin bahsettiği bu topluluklara phalansteres adı verilmekteydi. Beraber yemek yenmeli, birlikte yaşanmalıdır. Fourier’e göre toplum aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmeli yani kısaca serbest kooperatifleşmenin hakim olduğu adem-i merkeziyetçi bir toplum kurulmalıdır

1848 ihtilalinde fikirleriyle kitleleri etkileyen bir sosyalist olan Louis Blanc’a göre toplumun değişmesini ve sosyal adaletin kurulmasını sağlayacak kurum devlettir. Ona göre Devlet ; ‘ Herkesten yeteneğine göre almalı ve herkese de ihtiyacı kadar vermelidir.

Ortaya attığı sosyal atölyeler sistemine göre Devlet bütün hammadde ve aletleri verecek, işçiler ürettiklerine, zamanla da üretim araçlarına sahip olacaklar. Böylece kapitalist işletmelere rakip duruma gelecekler. Zamanla özel sektörün yerini sosyal atölyeler alacaktır. Louis Blanc’ın bu fikirleri 1848 ihtilalinde tatbik edilmeye çalışıldı ve milli atölyeler kuruldu. Fakat gereksiz işler yapan bu kurumlar göstermelik olmaktan öteye gidemedi.

Fransız sosyalistleri içerisinde en devrimci olan Louis August Blanqui’dir. Planlı ve merkezi bir yönetimi savunan önce burjuva iktidarını yıkalım, mücadele içerisinde kuracağımız yapının şekli ortaya çıkar diyordu. Ona göre devrimcinin görevi insanın insanı sömürmesi sona erinceye kadar mücadeledir. Elitist bir düşünceye sahip olan bu Fransız düşünür ve eylem adamına göre devrim yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmelidir.

Ütopik sosyalistlerle ilgili bölümümüzü bitirmeden önce son olarak İngiliz Robert Owen’un görüşlerini özetleyelim.

Robert Owen’ı genç yaşında bir mensucat fabrikasının patronu olarak görüyoruz. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan eşitsizlikler onun sosyalist fikirlerini geliştirmesi için zemin teşkil ediyor. Ortaya koyacağı iyi örneklerle çevresini etkileyebileceğine inanan ve ilk olarak kendi şirketinde bazı uygulamalara geçen Owen, işçilerinin hayat standartlarının bir miktar da olsa iyileştirilmesini sağlıyor. Owen sendikalaşma hareketine önemli katkı sağlamış bir kişidir. Onun diğer önemli yönü de Amerika’da satın aldığı New Harmony adlı bir köyde kendi düşüncelerin uygun bir toplum kurmaya çalışmasıdır. İnsanlara egemen olan kötülükleri sıralayan Owen, kendi toplumunda bunlarla mücadeleyi amaç edinmiştir..

Onun kötülükler üçlüsü

  1. a) Özel mülkiyet
  2. b) Akla aykırı dini sistemler
  3. c) Kişisel mülkiyete dayalı evlilik.

Owen, tüm bağlantıları koparmaya çalışmasına rağmen bunda muvaffak olamamıştır. Onun kurguladığı sosyalist sistem sınıf kavgasına karşı bir sistemdir. Ayrıca Owen’a göre toplum işçi sınıfının değil, aklın egemenliği altına girmelidir.

Fourier gibi O’da tarım konusuna öncelik vererek bölgesel özerk kooperatif köyleri ve ideal topluluklar kurmayı düşünüyor. Onun sistemi kısaca yukarıdan aşağıya örgütlenen bir sosyalist sistem olarak tarif edilebilir.

BİLİMSEL SOSYALİZM (MARKSİZM)

Bilimsel Sosyalizm Karl Marx ve Friedich Engels tarafından ortaya çıkarılmış bir sistemdir, bir ideolojidir. Fakat ön planda görülmesi ve üçlü sentezi yapmasından dolayı Marx’ın ismini almıştır.

Üçlü sentez :

Hegel’in tarih felsefesi, Adam Smith, Ricardo gibi iktisatçıların oluşturduğu İngiliz Klasik İktisat Okulu ve Fransız Ütopik Sosyalistlerinin fikirlerinden meydana gelmiştir.

Hegel’in tarih felsefesinde diyalektik idealist bir düşünce içinde kullanılmıştır. Tarih “ideaların” hareketlerinden ibarettir. Bu hareketlerin ana bir gayesi vardır ki o da mutlak doğrunun, mutlak idrakin (aklın) anlaşılabilmesi, onun/hakikatinin farkına varabilmesidir. Mutlak akla varıldığında karşımıza güçlü bir devlet ve bürokrasi çıkar ve o zaman diyalektik durur. Diyalektik dediğimiz zıtların çarpışmasıdır. Hegel’de idea’ların çarpışmasını görüyoruz. Solcu Hegel’ciler ekoluna mensup olana Marx yaygın tabire göre baş üzeri duran, hocasının diyalektiğini ayakları üzerine çevirmiştir. Aslında Marx’ın tarihi incelerken yaptığı yeni yeni unsurları keşfetmek, ortaya çıkarmak değil, daha evvel de kullanılan malzemeleri yeni bir tarzda bir araya getirip anlamlı bir bütün oluşturmaktır.

Marx, Hegel’in diyalektik yöntemini Ludwig Andreas Feuerbach’dan etkilenerek geliştirdiği materyalizm felsefesinin üzerine oturtmaya çalışıyor. Ruh ile mantık, varlık ile düşünce (idea) arasındaki ilişkide Hegel’e göre idea var, maddeyi de yaratan o. Fakat Marx’da ise Ruh veya İdea maddenin yüksek bir ürününden başka bir şey değil. Buna paralel olarak da tarihi hadiselerin bütününde maddi menfaatlerin çatışmasını ana sebep olarak ele alıyor.

Marx’ın sentezini yaparken fikirlerinden faydalandığı diğer bir kaynak da Adam Smith ve Ricardo gibi İngiliz Klasik İktisat Ekolüne mensup ekonomistler. Onlara göre, zenginliklerin üretimi sırasında işçi, patron, köylü, zanaatkar olan insanlar arasında kendi iradeleri dışında belirlenen ilişkiler doğar. Sınıflar arası mecburi ilişkilerin ortaya çıkardığı üretim ilişkileri bu şekilde meydana gelir.

 

Marx’ın iktisat bilimine getirdiği en büyük yenilik artı değer kavramını ortaya koyması ve ondan çıkardığı sonuçlardır.  İşçinin ücret olarak aldığından daha fazla değer üretmesi ve farkın patron cebine gitmesi olarak özetleyebileceğimiz bu kavram sınıflar arası eşitsizliklerin en önemli sebebi olarak ele alınmıştır.

Ütopik sosyalistlerin Marx’a etkisine gelince;  Marx sosyalizmin tercih edilebilir bir sistem değil, (ütopikler böyle iddia ediyorlar) kaçınılmaz olarak yaşanacak bir sistem olduğunu iddia etmektedir. Ona göre gerçek ancak hareketin olduğu yerde vardır. Düşüncenin doğruluğu sadece pratik içinde ispatlanabilir.

Bütün bunlara ilaveten 19.yy ortalarında özellikle İngiltere’deki sosyo-ekonomik gerçekler de Marx ve  Engels’in teorilerinde etkili olmuştur.

DİYALEKTİK MATERYALİZM

Hegel’deki diyalektik İdealizm’in yerini Marx’da  diyalektik materyalizm almıştır. Tez, antitez, sentez metodu Marx tarafından tarihi gelişmenin devrelerine gözlem yapılarak uygulanmaya çalışılmıştır.

Diyalektiğe göre sürekli bir çatışma hali gereklidir. Marx’da iki tip çatışmanın ele alındığını görüyoruz. Bunlardan biri

A/ insan ile toplum ve yaşanan çevre arasındaki çatışma; değeri de

B/ insanın insanla olan çatışması.

İnsanın Çevre İle Çatışması: (Üretim Araçlarının ortaya çıkışı)

Her sosyal grup çevreyi kontrol altına almak ve yaşamak için gerekli çevre şartlarını sağlamak gayesiyle uğraştırmıştır ve uğraşmaktadır. İnsan toplulukları belli bir üretimi gerçekleştirebilmeleri için (tarihini her dönemde) kendi dışlarındaki canlı ve cansız alemi sömürebilmeleri ve onların kendi üzerlerindeki dolaylı veya dolaysız baskılarını ali düzeyde sürdürebilmeleri gerekir. Bunu başaramadıkları sürece özgürlüğe kavuşmaları mümkün değildir.

 

Ayrıca insanların çevre ile bu çatışmaları sırasında üretim araçları, üretim güçleri ortaya çıkmaktadır.

İnsanın İnsanla Olan Çatışması: (Üretim İlişkilerinin oluşması)

İkinci çatışma aynı toplumdaki insanların ve grupların arasında cereyan eder. Bu çatışma iki insanı karşı karşıya getiren bir mücadelenin ötesinde belli yapıların, sınıfların çatışmasıdır, yani sınıf savaşıdır.

Tarihte iki ana sınıf vardır. Biri mülkiyete sahip olan hakim sınıf, diğeri de mülkiyete sahip olmayan sınıf. Marx’a göre toplumda çatışma ve değişmenin ana kaynağı bu noktadır.

Bununla birlikte mülkiyet çeşitli şekiller alır. Her değişik şekil de yeni ve değişik bir sınıfa tekabül eder. Her sınıf için de antitez mevcuttur ve bu da olaşacak olan yeni sınıftır. Her çatışma ve sonrası meydana gelen devrim antitezi yani oluşan yeni sınıfı toplumda hakim sınıf durumuna getirir.

 

Tarihi bu açıdan incelersek, toprak mülkiyeti feodal dönemin en önemli özelliği idi ve bu çağda toprak aristokrasisi hakim sınıf idi. Fakat bu sınıf içerisinde para ve altın ortaya çıkmaya, birikmeye başlamasıyla birlikte, sanatkarlar, küçük üreticiler ve tüccarlar da doğmaya başladı. Burjuva olarak adlandırılan antitez konumundaki bu sınıf Fransız Devrimi ile birlikte yıkılan toprak aristokrasisinin yerine hakim sınıf olarak yerleşti. Bu sınıfa da antitez olarak gelişen sınıf işçi sınıfıdır.

İnsanın insanla olan bu ilişkisinin neticesinde de ÜRETİM İLİŞKİLERİ ortaya çıkmaktadır.

Üretim araçları ve üretim ilişkileri o toplumun ÜRETİM BİÇİMİNİ meydana getirirler. Üretim biçimi de ekonomik yapıyı şekillendirir.

Bütün bu saydıklarımız Marx’ın literatüründe toplumun alt-yapı kurumlarıdır. Bunların üzerinde de din, kanunlar, eğitim, edebiyat ve hatta DEVLET gibi üst yapı kurumları vardır. Üst yapı kurumları alt yapıya göre şekillenirler ve ona bağlıdırlar.

MARKSİZMİN İNSAN FELSEFESİ

Marksizme göre gerçek tarih sınıfsız komünist toplunun kurulması ile başlayacaktır. Bu sebepten, o tarihten evvelki zamanı tümü tarih öncesi olarak isimlendirilmelidir..

Tarih öncesi devirde kitlelerde göze çarpan en önemli nokta kişilerin kendi kendine –yabancılaşmaları- (alienation).  Yabancılaşma durumunda, insan gerçek kapasitesini gücünü gösteremiyor ve kendi kendine meydana getirdiği, çeşitli güçlerin yine kendisini kontrol etmesine imkan hazırlıyor. Marx’a göre bütün üst yapı kurumları ve ekonomik güçleri ellerinde bulunduranlar bu yabancılaşmanın kaynağı durumundadırlar. Bu düzende de gerçek özgürlük mümkün değil.

Marx; kişinin tam anlamıyla özgür olabileceğini savunuyor ve insanoğlunu olması gereken yanıyla ve potansiyel değerleri ile mütalaa ediyor.

Tarih öncesi yani insanın bizzat kendi değerlerine yabancılaştığı dönemde ekonomik organizasyonlar ve toplumun üst yapı kurumları kişileri etkiliyor oysa ideal toplumda bu yabancılaşma hadisesi ortadan kalkacak ve bu sefer bizzat insan aklı, şuuru yeni sosyal organizasyonu oluşturacak. Bu noktada dikkat edilirse Hegel’e düşünce olarak çok yaklaşan bir Marx görüyoruz.

EKONOMİK MARX

Bir ideoloji olması hasebiyle Marksizm; felsefi, tarihi, ekonomik ve sosyal sahaları kuşatıcı fikirler ortaya koymaktadır. Ekonomik olarak ele aldığımızda karşımıza çıkan önemli noktalardan biri yukarıda açıklanmaya çalıştığımız üretim biçimi kavramıdır.

Üretim biçimleri kendi içlerinde çatışmaları barındırırlar bu sebeple de zamanı gelince kendi kendilerini ortadan kaldırırlar.

Her toplumda üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında çatışma mevcuttur. Üretim güçleri (araçları) daha hızlı gelişim ve ilerlemeye daha müsaittir. Üretim ilişkileri de buna bağlı olarak değişime uğrar ve tamamlayıcı bir unsur vazifesi görür.

 

Marx, kapitalizmi eleştirirken de şunları ileri sürmektedir.

Kapitalist sistem işsizlik üreten bir sistemdir. Çünkü teknik gelişme ile birlikte üretimde makine kullanımı artmakta ve işçiye ihtiyaç azalmaktadır. Bu sebepten toplumdaki nüfus  artışını da hesaba katarsak işsiz sayısında zamanla önemli bir artış görülecektir. Bu mesele kapitalizmin karşılaşacağı önemli problemlerden biridir.

Teknik gelişme büyük kapitale ihtiyaç duyacaktır. Bu ihtiyaç neticesinde sermaye belli yerlerde birikir ve orta sınıf otomatik olarak silinir. Bu oluşum neticesinde toplumda belli ellerde büyük sermayeler birikirken, belli kesimler de sürekli fakirleşirler. Silinen orta sınıf ya işçi sınıfı ya da işsizler arasına katılır. Toplumda aralarında önemli uçurumlar olan kutuplar meydana gelir.

Bu durumda kapitalist sistemde kriz kaçınılmazdır fakat bu hal devrim için yeterli olmayan objektif bir şarttır. Devrimin olması için sübjektif şartlar da gereklidir. Bu noktada devrimci bir sosyolog hüviyetine bürünmüş olan Marx devreye girer ve işlemeyen bu sistemin değişmesi görevini işçi sınıfına ( proletarya) verir. İşçi sınıfının bu görevi yerine getirebilmeleri için hakim sınıfın kendine empoze ettiği yanlış şuurlanmanın yerine, sınıf şuuruna sahip olması şarttır. İşçi sınıfının, kendi ideolojik şuurlanmasını tamamlaması da toplumda değiştirici bir fonksiyon icra eder.

Kapitalist bir sistem ile ideal sistem arasındaki geçici devrede proleter bir diktatörlük rejimi vardır. Bu zaman süresinde henüz sınıfsız bir yapıya geçilmemiş ve devlet ortadan kalkmamıştır. Fakat geçiş devresi (proleter diktatörlük) ile ideal sistem arasındaki geçişin nasıl olacağı Marx tarafından çok açık olarak anlaşılmamıştır. Bu geçiş jakoben geleneğine göre sırf devrimci bir yol ile mi, yoksa reformcu sosyalistleri öne sürdüğü gibi zamanla ve evrim yolu ili mi olacaktır, bu nokta teoride karanlıkta kalmıştır.

Marx’ın fikirleri özellikle onun 1885’de ölümünden sonra daha da yaygınlaştı. I.Dünya Savaşı öncesinde Marx’ın fikirlerinden etkilenen Avrupa’nın Sosyalist Partileri seçimlerde büyük oranda oy sağladılar. 1889 yılında Paris’de toplanan II. International ortaya çıkardığı daha organize bir global yapıda Avrupa Sosyalistleri Demokratik Rejimler için önemli bir tehlike oldular.

Fakat 1914 yılından itibaren Avrupa’nın Sosyalist Partileri revizyonist bir çizgiye geldiler ve demokratik parlamenter prensipler içerisinde bir sosyalizmden bahsetmeye başladılar. Buna ilaveten savaş ile beraber ortam milli duygular işçiler arasındaki sınıf şuurunun yerine geçti ve bu tarihten sonra milli sınırlar içerisinde bir işçi kardeşliğinden bahsedilebilir oldu.

Kıta Avrupa’sında devrimci karakterini kaybeden ve Demokratik Sosyalizm tanımı altında kendini gösteren Marksizm 1917  yılında Rusya’da Lenin’in yönetimi altında iktidara geldi. Jakoben geleneğinin devamı olarak devrim yoluyla vuku bulan bu iktidar değişimi sırasında Marksist teoriye çeşitli noktalarda eklemeler yapıldı ve Marksizm-Leninizm böylece ortaya çıktı.

1949 yılında henüz feodal bir yapıda olan Çin’de de Mao’nun önderliğinde Marksist fikirler doğrultusunda bir devrim yapıldı. Milliyetçi duyguların bolca kullanıldığı, ayrıca itici güç olarak köylüye yer verildiği hareketi, Marksizm’in değişik bir uygulanışı dünyaya gösterdi.

Ayrıca, devrim sırasında kullanılan gerilla savaş yöntemleri ve milli kurtuluş mücadelesi kavramı daha sonraları birçok üçüncü dünya ilkesine çeşitli şekillerde etki etti. Vietnam ve Küba’yı bu ülkeler arasında birinci sırada sayabiliriz.

Marksizm’in değişik uygulanışlarını temsil eden ve XX.yüzyılda ortaya çıkan bu sistemleri ileriki kısımlarda daha geniş olarak göreceğiz.

Kaynaklar:

  1. – Sabine, George : “Siyasal Düşünceler Tarihi”, çeviri Harun Rızatepe, cilt 1 ve 2, Ankara,     Sevinç Matbaası, 1969
  2. – Sarıca, Murat: “100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınları, İstanbul. 3. Baskı, Ocak 1980
  3. – Sunar, İlkay: POLS 208 Ders Notları; 1982-1983 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  4. – Yayla Atilla: ‘Liberal Bakışlar ‘, Profil Yayınları, 2014, İstanbul
  5. – Kili, Suna: POLS 201 Ders Notları; 1983-1984 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  6. – Meriç, Cemil: “Umrandan Uygarlığa”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1997
  7. – Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies” Winthrop Publishers, Inc. Cambridge,, Massachusetta. Printed in USA, 1980
  8. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979

 

Muhafazakarlık (Conservatism)

Bu yazı Siyasi Düşünce Tarihi’nde önemli akımlardan biri olan Muhafazakarlık ile ilgili çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.

Napolyon’un 1815’te Waterloo da İngiliz kuvvetleri önünde son defa yenilip tamamen gücünü yitirmesi ideolojiler tarihi açısından önemli bir durgunluğun da başlangıcını teşkil eder. Çünkü 1799-1814 yılları arasında Directoire ve imparatorluk yönetimleri ile Fransa’nın başında bulunan Napolyon devriminin ortaya çıkardığı yeni fikirlerin diğer toplumlara da ihraç edilmesinde mühim rol oynamıştır. Napolyon’un  siyaset sahnesinden çekilmesinden sonra Avrupalı toplumlar belli bir dönem yeniden muhafazakar monarşiler tarafından yönetilmişler. Bu geriye dönüş sadece devrimin iç yapısının ve devrimci hareketlerin en son noktada gücünü yitirmesinin bir sonucu değil, aynı zamanda yeni yeni gelişen anti-devrimci güçlü bir düşünce sisteminin de etkilediği bir vakıadır.

Muhafazakarlık olarak adlandırılan bu doktrin Fransız devrimini takip eden zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Edmund Burke de muhafazakarlık hareketini bir düşünce sistemi haline getiren ilk fikir adamıdır.

Edmund Burke’un muhafazakarlık anlayışı ile, monarşik güçlerin ve kiliseninkilerin arasında bir çok farklar var. Bir kere Burk, bütün değişikliklere karşı çıkmıyor, ona göre ani, şiddetli ve toptan değişmeler çok tehlikelidir. Politik müesseseler uzun yıllar denemeler neticesi ortaya çıkmıştır. Bu sebepten değişme kısmi olmalı ve sadece bozuk kısımların yerine yenileri getirilmeli. Aksi halde yapıda aksaklık doğar.

Burk ve dolayısıyla muhafazakar hareket esasta Fransız devrimine ve bu devrin neticesi daha berrak olarak ortaya çıkan liberalizme karşıdır.

Liberalizmin çok büyük değer verdiği akıl, Burk nazarında insanın sadece bir görünümüdür. Ona göre insanı insan yapan içinde yaşadığı medeniyettir ve bu medeniyet te tarihi birikimin neticesi olarak oluşmuştur. Toplum da yaşayan bir organizmadır. Bu organizmanın karakteri zaman içinde şekillenmiştir. Gelenekler, toplumun bugünkü durumunu anlamak için incelenmesi gereken en önemli unsurlardan biridir ve birliği beraberliği sağlar. Toplumu belli bir cemaat şuuruna vardırmak için geleneklerin nesilden nesile intikaline ehemmiyet verilmelidir. Devlet adamının en baştan gelen görevi de zaten budur.

Monarşik yapı, kilise, sosyal mekanizmalar gelenekleşmiş kurumlardır. Bunların mümkün olduğu ölçüde muhafaza edilmesi gerekir. Birden bire kaldırılmaları toplumda kimlik sorunu ortaya çıkarır, bu da çok tehlikelidir.

Edmund Burke, toplum ve kişilerin ön yargılara sahip olduklarını ileri sürer. Bu ön yargının da soyut akıl ile karıştırılmamasına dikkati çeker. Ona göre inançlar ve alışkanlıklar ön yargıların oluşmasını sağlarlar.

Muhafazakar düşünce, toplumu hiyerarşik ve organik bir yapı olarak tasvir eder. En üstte yöneticiler, daha sonra aydınların oluşturduğu orta sınıf ve kitle. Toplumda eşitlik sağlamaya çalışmak sağlıklı bir yol değil bu düşünceye göre.

Edmund Burke ve dolayısıyla muhafazakarlık ideolojisini, kitle demokrasisinin ve bunun bir uzantısı olarak da her insana bir oy hakkı verilmesi fikrinin karşısında görüyoruz. Kitle siyasi katılımdan ziyade siyasi liderlik mekanizması ile ilgilenmelidir. Bu noktada Burke tabii liderlik kurumuna büyük önem vermektedir.

Kooperatiflerin, loncaların  ve kamu menfaatleri ile ilgili müesseselerin de muhafazakar düşüncenin kurmaya çalıştığı sistemde mühim yerleri vardır.

Muhafazakarlık :

  • Keskin değişime karşı tedrici değişimi savunan
  • Aile, gelenek ve din gibi kurum ve değerlere saygı duyan
  • Siyasete bu duyarlılıklar çerçevesinde sınırlı bir işleç yükleyen bir fikir geleneği ve bir siyasi ideolojidir ( Özipek, Muhafazakarlık nedir? , 16)

Muhafakarlık Marksizm ve komünizm gibi katı bir ideoloji değildir. Kapalı değil gevşek veya yumuşak bir ideolojidir.

Muhafazakar ideolojinin felsefi, sosyolojik ve siyasi olmak üzere 3 ana kaynağından söz edilebilir

1/ Aydınlanmanın ürünü olan evren ve insan tasavvurlarına bir cevap olarak şekillenmiştir

2/ Özellikle sanayi devrimiyle birlikte gelen alt üst oluşların, bu süreçte tahrip olan sosyal değer ve kurumların sığınaksız bıraktığı kitlelerin güvenlik ve aidiyet ihtiyaçlarının zeminini yeşertmiştir.

3/ Fransız Devrimiyle başlayan, radikal siyasi değişimlere, devrimci kopuşlara ve onun topluma yönelen projelerine duyulan bir tepkiyi ve alternatif bir siyaseti ifade etmektedir. ( Özipek, 20)

Muhafazakarlık aydınlanmanın akıl anlayışı olan bireysel aklın ilahlaştırılmasına karşı çıkmış ve aklın sınırlarını işaret etti. İnsan aklı hiçbir zaman mükemmel değildir.

  • Soyut haklara karşı somut haklar,yaşayan haklar. Yeni anayasa yerine yaşayan anayasa daha önemlidir. Var olanı düzenlemek gerekir
  • Ara kurumlar değerlidir. En değerli olanı ailedir. Bireye karşı aileyi öne çıkarır. Devlete karşı bile ailenin yanında yer aşır. Bireyler unutur ama ailenin hafızası vardır.
  • Geleneğe önem verir onda geçmişin bilgeliği ve sürekliliği vardır. Öneli olan zamanın süzgecinden geçmiş , uzunca bir sürede kalımlılığını ispat etmiş, belli üstün değerlerle çelişmeyen gelenek önemlidir ( Özipek 56-63)

EKONOMİK GÖRÜŞLER

Muhafazakarlar uzunca bir süre liberallerle beraber merkeziyetçi, kollektivist ve planlamacı ekonomiye karşı mücadele ettiler, özel mülkiyeti savundular. Fakat burada önemli ve liberallerden ayrıştıkları nokta toplumu bir denge içinde tutma arzusudur.Bu noktada denge mülkiyetten de önce gelir.

Muhafazakarlar için semboller çok önemlidir.Bu açıdan monarşi, kraliçe gibi semboller çok önemlidir. İngiltere ve İspanya da monarşiyi veya kralı önemli görmek muhafazakarların tercih ettikleri bir değerdir.

Siyasetin sınırlı bir alanı olmalıdır. Abartılı iddialardan ve onların ürünü olan siyasi projelerden hoşlanmazlar. Siyaset bir ideolojinin kontrolünde toplumu şekillendirmeye çalışmamalıdır. Radikal sağın ve solun kökten çözümlerine karşıdır.

Bu noktada Hayek ile kesişen görüşlere sahiptir. Rasyonalist olma rasyonel ol ilkesi muhafazakarlar için tercih edilen bir durumdur.

MUHAFAKARLIK TÜRLERİ

Tek bir muhafazakarlık yoktur.:

Daha pragmatik, parlamenterizmi olumlayan daha liberal bir İngiliz- Amerikan muhafazakarlığı

Daha tepkici Fransız ve Katı Avrupa muhafazakarlığı

Muhafakarlığı daha çok bu İngiliz-Amerikan tipi sembolize etmiştir.

Muhafazakar hareket zamana ve mekana bağlı olarak çeşitli değişiklikler göstererek bu güne kadar süregelmiştir. Genel olarak Kıta Avrupa’sında bilhassa Bismark Almanya’sı döneminde otoriter bir hüviyet taşımışsa da şu anda liberal demokrasilerin bir parçası durumundadır. Hatta herkese oy hakkını bile savunur hale gelmiştir. İngiltere de ise bilhassa 1950’lerden sonra işçi partisiyle daha çok yakınlaşan muhafazakar çephe XIX. Yüzyıl muhafazakarlığından çok daha liberaldir.

Amerika’daki muhafazakar hareket ise “Yeni-Muhafazakarlık” adı ile anılmaktadır. ABD’de daha evvel Avrupa’daki gibi monarşik yapılar, kilise, aristokrasi gibi yerleşik kurumlar olmadığından, doğuştan liberal olan Amerikan toplumu, muhafazakarlık denince XIX. Yüzyıldaki liberalizm tekrar gündeme getirmek, devletin birçok sahadaki müdahalelerini ortadan kaldırmak istemektedir. Bu hareketin “Yeni-Muhafazakarlık” adı ile anılmasının sebebi de budur.

ABD’deki neo muhafazakarlık kendisi gibi olmayana karşı tahammülsüz, ayrımcı ve dışlayıcı, dış politikada ise çatışmaya önlemek bir yana çatışma ve şiddet üreten bir duruma gelmiştir. Örnek Bush’un ABD poltikaları ( Özipek 84)

MUHAFAZAKARLARIN VE LİBERALLERİN 20’NCİ YÜZYILDAKİ TARTIŞMALARI:

Liberaller muhafazakarları bireysel özgürlük ilkesinden hareketle otorite konusundaki vurguları, ahlakı koruma adına bireysel özgürlüklere müdahaleleri, ötenazi ve cinsellik konularındaki yaklaşımları dolayısıyla eleştirirler. Muhafazakarların kamusal ahlakı korumak adına hukuku devreye sokmalarına karşı birey haklarını savunurler. Hiyerarşi ve düzen vurguları demokrasi adına sorun oluşturur diye düşünürler. Otoriteye vurguları da liberalleri rahatsız eder.

Muhafazakarlar ise liberalleri aşırı müsamahakar olarak görürler, toplumu bir arada tutan değerlerin önemini vurgularlar, kürtaja, alternatif hayat tarzlarına cinselliğin ifade ediliş biçimine sıcak bakmazlar. Liberallerin bireysel özgürlük adına eleştirdikleri ara kurumların otoritesinin, Leviatanlaşmaya meyilli olan Devlet otoritesine karşı sigorta olduğu cevabını verirler.

 

Kaynaklar:

  1. – Sabine, George : “Siyasal Düşünceler Tarihi”, çeviri Harun Rızatepe, cilt 1 ve 2, Ankara,     Sevinç Matbaası, 1969
  2. – Sarıca, Murat: “100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınları, İstanbul. 3. Baskı, Ocak 1980
  3. – Sunar, İlkay: POLS 208 Ders Notları; 1982-1983 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  4. – Özipek Bekir Berat: ‘Muhafazakarlık Nedir? ‘, Liberte Yayınları, 2017 İstanbul
  5. – Kili, Suna: POLS 201 Ders Notları; 1983-1984 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  6. – Meriç, Cemil: “Umrandan Uygarlığa”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1997
  7. – Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies”, Winthrop Publishers, Inc. Cambridge, Massachusetta. Prinited in USA, 1980
  8. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979

Liberalizm

Liberalizm; insan cinsinin sosyal ve beşeri bilgi ve kültür birikiminin ağırlıklı bölümünü kaplayan bir şemsiye kavramdır.

Liberalizm, ortaçağ feodal toplumundan sonraki dönemde ortaya çıkan düşünce akımları içinde en önemlilerden birisidir

Ortaçağ Avrupasında fertlerin üzerinde hakim durumda başlıca üç yapı göze çarpıyordu.

  • Kilisenin manevi otoritesi,
  • Feodal lordların oluşturduğu aristokrasi sınıfı,
  • Korporasyonlar vasıtasıyla toplumu ve fertleri kontrol eden monarşik rejimler…

Bu durumda fertler bütünüyle yukarıdaki kontrol sistemlerinin etkisi altındaydı. Liberalizm ana ilke olarak bireyi bütün bu kontrollerden kurtarmayı amaç edinerek ortaya çıktı. Esas olarak üzerinde durduğu nokta insan ve insanın özgürlüğü idi. Bu özgürlük kavramı içerisinde de en fazla dikkati çekenler fertlerin davranışları ve ticaret yapabilmeleri ile ilgiliydi. Ayrıca ferdi mülkiyetin korunması da liberalizmin üzerinde durduğu bir diğer önemli madde idi.

Liberalizm konusunda çalışma yapanların bir bölümü bu düşünce sisteminin köklerini 1215 Magna Carta’ya kadar uzatırlar. Bazıları ise onu daha eskiye Yunan Şehir Devletlerine kadar da götürmektedir.

Liberalizm genel kabul gören görüşe göre ise J. Locke’un eserleriyle doğma devresine girmiş, 18 ve 19’ncu yy’da gelişmesini tamamlayarak olgunlaşmıştır.

Kavramı ilk defa kullanan Ulusların Zenginliği adı çalışmasında liberal ihracat ve ithalat sistemi ifadesiyle Adam Smith olmuştur.

Liberalizm genel olarak 2 guruba ayrılır:

1/ Klasik Liberalizm

2/ Sosyal Liberalizm

 Klasik Liberalizm geleneği J. Locke ve Hume ‘un başlangıç noktalarını oluşturduğu iki ana çizgi halinde 17’nci yüzyıldan günümüze kadar uzanmaktadır.

Sosyal Liberalizm ise klasik liberalizme bir tür tepki olarak onu geliştirme ve ona sosyal bir içerik kazandırma iddiasıyla T.H Green’in çalışmalarıyla ortaya çıkmış ve zamanımıza kadar gelmiştir. 

Klasik Liberalizm: Negatif özgürlük, negatif adalet, bireycilik, liberal rasyonalizm veya evrimci rasyonalizm, devletin sosyal hayattaki hareket alanının daraltılması ( garson devlet), kendiliğinden gelişen sosyal düzen, müdahalesiz piyasa ekonomisi, gibi unsurlarla tanımlanmaktadır

Sosyal Liberalizm: Pozitif özgürlük, toplumculuk, sosyal adalet, devletin toplum ve birey hayatında daha fazla yer alması, Kartezyen rasyonalizm, ve pozitivizmin belli ölçülerde benimsenmesi gibi unsurlar üzerine bina edilmektedir.

Klasik liberalizm sosyalizme taban tabana zıt bir halde iken sosyal liberalizm sosyalizme yakın bir sistem olarak görülmektedir.

Liberalizmde kilit öneme haiz bazı düşünürlerin genel yaklaşımlarından bir iki kelime ile bahsedersek

John Locke’ a göre : Sistemin özü doğal haklar üzerine oturur. Kuvvetler ayrılığı fikri de Locke da çok önemlidir. Locke rasyonalisttir. Amprik bir yaklaşıma sahiptir. Sözleşme teorilerini benimser

Hume: Beşeri ilişkiler sadece akla dayalı olarak açıklanamaz. Mevcut uygarlığın ve temel kuramlarıyla (Özel mülkiyet, para, adalet devlet ve piyasa ekonomisi gibi) mevcut sosyal sistemin bir aklın bilinçli düzenlemesiyle değil kendiliğinden, insanlığın bilgi, kültür ve tecrübesiyle ortaya çıktığını savunur. Sözleşme teorilerine itibar etmez.

A.Smith ve Hume yakın arkadaştır ve bu sebeple Smith’in Hume’dan etkilendiği düşünülmektedir. Ondaki ‘ invisible hand’ ( görünmeyen el)  düşüncesi Hume’un yaklaşımına uygundur.

Hume-Smith geleneği bazen anti rasyonalist olarak değerlendirilse de onlar için liberal rasyonalist gelenek tabiri kullanılmaktadır.

19’ncu yüzyılda Bastiat’ın liberalizm tanımı işe şöyledir: Özgür bireyler arasındaki gönüllü işbirliğine dayanan bir düzen tek tek her bireyin ve tüm insanların yararına olur. Daha yüksek refah seviyesine ulaşmayı sağlayacak ahenkler oluşturur.

Liberalizmin unsurları:

1/Birey ve Bireycilik

Liberalizmde  ana amaç olarak ferdin üzerindeki kontrolleri azaltmak çabasını görürüz. Ayrıca kişinin temel hak ve ödevlerini tespit eder ve ona serbestçe hareket edebileceği bir alan hazırlar. Kişinin temel haklarını ise konuşma, düşünme ve yazma hürriyetleri olarak özetler. Ayrıca şahsi mülkiyete sahip olma da diğer önemli bir husustur.  Fert kendi inançlarını, menfaatlerini serbestçe kesbedebilmeli, kendi hükümetini, idaresini yine bizzat kendisi tespit edebilmelidir

Hareket noktası birey olunca, onun yeniden tarifi, kavramlaştırılması gerekli.

Liberalizm çerçevesi içinde (utiliterianism) faydacılık felsefesi önemlidir. G. Bentham tarafından geliştirilen bu felsefeye göre en önemli iki kavramı “zevk ve acı”. Kişi zevklerini en yüksek noktaya çıkarmak acılarını ise mümkün olan en düşük seviyeye indirmek için çalışmalı. Ayrıca kişiler kendi zevkleri hakkında bizzat kendileri karar vermeliler, başka hiçbir organ onlara baskı yapmamalı. Faydacı felsefenin hemen bütün görüşlerini üzerine bina ettiği fikir, ferdin menfaati ile toplumun menfaati arasında zıtlık yoktur cümlesi ile ifade edilebilir.

Her insan kendi menfaatini bilebilecek durumdadır. Çünkü temelde kabul edildiği üzere insan rasyonel (akılcı) dır. Herkes menfaatini sağlayınca toplum da menfaat sağlamış olur. Faydacı felsefe en fazla sayıda insanın en üst düzeyde mutlu olmasını ister ve bunun için çalışır.

 2/ Özgürlük

 Negatif Özgürlük. Birşeyden özgürlük. (Freedom from) Özgürlüğün bireye bir şey sağlaması değil onun dış baskı ve zorlamalara maruz bırakılmamasıdır.

 Pozitif özgürlük : ( Freedom to) ( Bu alan daha çok sosyal liberalizm olarak ifade edilmektedir)  Özgürlük bazen de Siyasal özgürlük, iç özgürlük, metafizik özgürlük, iktidar-yetenek olarak da ele alınmaktadır. Green tarafından formüle edildiği üzere bireylerin özgür olabilmesi için muktedir kılınmaları yani somut maddi imkanlarla donatılmaları gerekir. Bunun için toplumun bazı görevler yüklenmesi gerekmektedir. Ayrıca devletin toplumsal yaşama bu anlamda özgürlüğü arttırıcı müdahalelerde bulunması gerekmektedir.

Berlin’e göre ise: Bu tip özgürlük bir iç özgürlüktür. İnsanda iki tip ben vardır. Yüksek ben ve alçak ben. Özgürlük yüksek ideallerin etkisinde olan yüksek benin alçak ben’i kontrol altına alması ve insanın yüksek ben’den kaynaklanan yüce rasyonel ideallerin buyruğunda olmasıdır.

Özgürlük konusunda kabul edilen önemli bir belge kölelikten zat edilen kişilere verilen beratlarda belirtilen haklardır. Burada 4 temel haktan bahsedilir:

  • Toplumun korunan bir üyesi olarak hukuki statü
  • Keyfi tutuklanmadan masuniyet
  • İstenilen işte çalışma hakkı
  • Kendi tercihine göre hareket etme hakkı

Zor kullanma hakkı ile ilgili Locke’un yaklaşımı: Zora karşı zor kullanma hakkını bireyler adına belirli bir güce yani Devlet’e vermek mümkündür

Bu konu da tartışmalıdır. Devlet’e bu hak verilecekse bireyin özgürlüğünü hiçe sayan bir despot olmasının engellenmesi gerekir. Devletin hareket alanının sınırlanması ve onun ihlal edilemez kurallarla bağlanması da icap etmektedir. Burada anayasal tedbirlerden bahsedilmektedir.

3/ Kendiliğinden doğan düzen ve piyasa ekonomisi

  1. Locke ‘un fikirleri içinde kendiliğinden doğan bir düzen fikri net olarak anlatılmasa da onun hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarını temel alması, bu hakların garanti edilmesi için alınacak tedbirlerin bu tarz bir sonuç doğurabileceği ifade edilmektedir.

Bu başlık altında en etkili görüşleri ortaya koyanlar Hume ve Adam Smith’dir

Bu çizginin sonunda Hayek ‘e kadar varan bir hat ortaya çıkmaktadır.

Adam Smith’in “The Wealth of Nations” (Milletlerin refahı) isimli kitabı bu alanda önemli bir eserdir. Smith’in gayesi kişilere serbest ekonomik faaliyetlerinde yeni yollar açmak, ayrıca fert, millet ve milletler arası seviyede refahın artmasında en önemli araç olarak gördüğü serbest rekabete dayalı pazarı korumak.

 

Smith ticarette, tarımda ve her türlü işletmede devlet müdahalesine, devlet düzenlemesine karşıdır. Karşı olduğu diğer şeyler arasında, Kamu Kuruluşları ve her nevi monopol da bulunmaktadır. Devlet bu sahalardan elini tamamen çekmelidir. Ona göre ekonomik ilişkileri düzenlemeye gerek yok. Çünkü serbest pazardaki bu ilişkiler görünmez bir el tarafından düzenlenmekte.

Liberalizmin ekonomik sahadaki görüşlerine ilk olarak sistemleştiren Adam Smith’e göre bireylerin eşit hakları vardır. Bu haklar; mülkiyet, miras, kapitalin biriktirilebilmesi ayrıca her türlü malın serbestçe alınıp satılabilmesidir.

A.Smith ortaya attığı yeni modelle birlikte yeni bir insan tipini de tarif ediyordu. “Homo Economicus”  olarak adlandırılan bu tip herhangi bir malı en ucuz fiyata almaya ve mümkün olan en fazla karla satmaya çalışmalıdır.

Liberalizme göre piyasa kendi kendini idare eden bir insan gibidir. Piyasa içerisinde fertlerin durumu en iyi şu cümle ile açıklanabilir. “Laissez faire, laissez passez; Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”

4/ Sınırlı Devlet ( Gece Bekçisi Devlet)

Klasik Liberalizm daima devleti sınırlama ve kurallara bağlamaya çalışmıştır. Sözleşme teorisi bu açıdan çok elverişlidir. Fakat bunun aksi de görülmüştür. Mesela Hobbes ve Rousseau’nun teorileri mutlak iktidarı savunur durumdadır.

Bu konuyu en iyi ifade eden Kant’dır. Devletin görevi belirli bir ahlak anlayışını insanlara zorla benimsetmek, belirli bir mutluluk anlayışını takviye etmek, desteklemek değildir. Politikanın önde gelen ilkesi haktır ( right), yani bireyin özgürlüğünün başkalarının özgülüğüyle uyuşacak şekilde sınırlanmasıdır.

Liberal devletin sınırlılık niteliğinin hukuk devleti veya hukukun hakimiyeti kavramlarıyla da ifade edildiği görülmektedir.

Doğal hukuk devletten önce de vardır ve devleti de bağlayıcı niteliktedir.

Hukukun hakimiyeti konusunu en çok işleyenlerden biri de Hayek.

Hayek’e göre kanunların 4  vazgeçilmez özelliği bulunmalıdır:

1/ Kanunlar tamamıyla genel olmalıdır. Hiçbir birey veya guruba olumlu veya olumsuz muamele uygulamaya yönelmemelidir

2/ İnsanlara eşit olarak uygulanmalıdır

3/ Geçmişe şamil olmamalıdır

4/ Her bireyi, hükümet dahil resmi veya gayri resmi her kurumu her kuruluşu bağlamalıdır

 Demokrasi egemenliğin kimde olduğu ile ilgilidir, Liberalizm egemenliğin nasıl kullanıldığı ve kanunların içeriği ile ilgilidir

Klasik Liberal yazarlar Devlete sınırlı görevler yükler: Adalet, iç güvenlik ve ulusal savunma

Klasik liberallere göre Devletin sosyal adaleti savunma fonksiyonu üstlenmesi, yeniden dağıtımcı politikalar izlemesi yanlıştır. Devlet piyasa ekonomisine de müdahale etmemelidir.

Kamu menfaati kavramına karşı çıkarlar. İyi ancak bireyler için söz konusu olabilir.

Politik sahada liberalizmin üzerinde durduğu en önemli noktalardan biri bireylerin rızası ve muvafakatıdır. Siyasal otoritenin ve devletin gücünün kaynağı ancak ve ancak toplumun rızası ve kabulüdür. Bireyin hükümete bakışını şu şekilde ifade edebiliriz. “Bizim özgürlük, bağımsızlık, yaşama gibi vazgeçilmez haklarımız vardır. Devletin ana görevi bu tabii hakları korumaktır. Ancak bu sayede meşruiyyet kazanır.”

Hem hükümet ve halk hem de bizzat fertler arasında temel haklar konusunda bir kontrat vardır. Herhangi bir fert diğerinin hakkına saldırdığı an hükümet bu hareketi cezalandırabilir.

Sistem içerisinden karar mekanizmasının nasıl işleyeceği sorusuna gelince; liberalizm, halk tarafından seçilen temsilcilere bu görevi yüklemektedir. Rousseau’nun benimsediği direk katılım yerine temsili katılım yanlısıdır Liberalizm.

Liberalizm genelde halk hakimiyetine, genel oya karşıdır. John Stuart Mill’in ifade ettiği gibi, şayet kitlelere oy hakkı verilirse ve onlarda kendi temsilcilerini seçip meclise gönderirlerse, sayı olarak üstün duruma geçecek fakir kesim, orta ve zengin sınıfın zararı pahasına kendi menfaatlerini kollayacaklar. Bu durum da burjuvazinin aleyhine olacaktı. Onun için bazı kısıtlamalar yapmak gerekebilir. Bu kısıtlamalar; oy verme için belli bir mülkiyet şartı aramak, tahsilli vatandaşların oylarına ağırlık sağlamak ve bir de lordlar kamarasını kontrol organı olarak çalıştırmak olabilir. Bu görüşlerden de anlaşıldığı üzere liberalizmin bir kanadı, burjuva sınıfının politik, ekonomik ve sosyal sahalarda hakimiyetini gölgeleyecek, tehlikeye düşürecek gelişmelere elden geldiğinde karşı çıkmaktadır.

Hükümet etme gücünün belli bir elde toplanması, yani çoğunluğa dayalı yönetim fikrine karşı çıkmakla liberal ideoloji demokrasiden ayrı düşmektedir. Demokrasi çoğunluğun iktidarını kutsallaştırmakta, liberalizm ise gerektiği zaman sınırlama yoluna gitmektedir. Bu noktada ise güçlerin ayrılması ve anayasacılık görüşleri gündeme gelmektedir.

Anayasacı görüşün ana gayesi güçlerin ayrılığı prensibini müesseseleştirmek, herhangi bir grubun nihai olarak gücü ele almasını önlemektır. Burada da korunmak istenen yine ferdin tabii hakları. Siyasal güç anayasa ile bir bakıma sınırlı hale geliyor ve ferde karşı sorumluluğu yasa ile sağlamlaştırılıyor.

Şimdiye kadar gördüğümüz gibi liberalizm de en önemli nokta ferdin özgürlüğü ve her nevi otoritenin baskısından kurtarılmasıdır. Fakat liberalizm ile çoğu yerde aynı şeymiş gibi mütalaa edilen demokraside ise işlenen ana tema fertler arasında eşitliğin sağlanması ayrıca çoğunluğun iktidara geçmesi.

Liberaller ancak ideolojinin özünü gereği gibi verecek bir eğitim sistemi oluştuktan sonra çoğunluğa dayanan bir yönetimi benimseyebileceklerini ifade ederler. Bu ortam sağlanıncaya kadar ki geçiş döneminde yönetim elit bir tabakanın elinde olmalı. John Stuart Mill ve onu takip eden liberallerin görüşleri neticesi, ilk çıkışları açısından ayrı noktalara yönelmiş olan demokrasi ve liberalizm daha sonraları liberal demokrasi başlığı altında bir araya geldiler. Liberal demokraside ne özgürlük ne de eşitlik feda edildi.

Liberalizmin zaman içerisinde nasıl bir seyir grafiği çizdiği ve siyasi alanda ne gibi etkiler yaptığı konusuna gelince, ilk planda göze çarpan nokta, liberalizmin siyasal hayatı laikleştirmede çok önemli bir tesiri olduğudur. Ayrıca tabi haklar olarak nitelendirilen belli hürriyetlerin sağlanması, anayasacı düşüncenin XIX. Yüzyıldan itibaren güçlenmesi, halka hesap verme teamülünün yerleşmesi, ulusların kendi geleceklerinde söz sahibi olma haklarını onamaları hep liberalizmin etkisiyle gündeme gelen gelişmelerdir.

Fakat zaman içerisinde liberalizmin bilhassa serbest piyasa görüşünün bir ütopya olduğu ortaya çıktı. Bazı konularda -mesela çalışma saatlerinin tanzimi, çocuk işçi çalıştırılması vs. –

Devlet müdahalesi gerekli hale geldi. Bu gelişmelerinin sonuncunda 1950’lilerde İngiltere gibi liberalizmin beşiği olan bir ülkede Refah Devleti (Welfare State) ortaya çıktı. Bu sistemde devlet ekonomik planlamaya, sosyal hizmetlere, mülkiyet ilişkilerine etkili biçimde müdahale etmeye başladı.

Kaynaklar:

  1. – Sabine, George : “Siyasal Düşünceler Tarihi”, çeviri Harun Rızatepe, cilt 1 ve 2, Ankara,     Sevinç Matbaası, 1969
  2. – Sarıca, Murat: “100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınları, İstanbul. 3. Baskı, Ocak 1980
  3. – Sunar, İlkay: POLS 208 Ders Notları; 1982-1983 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  4. – Yayla Atilla: ‘Liberal Bakışlar ‘, Profil Yayınları, 2014, İstanbul
  5. – Kili, Suna: POLS 201 Ders Notları; 1983-1984 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  6. – Meriç, Cemil: “Umrandan Uygarlığa”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1997
  7. –Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies” Winthrop Publishers, Inc. Cambridge,, Massachusetta. Printed in USA, 1980
  8. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979
  9. – Yayla Atilla,  ‘Siyaset Teorisine Giriş’; Kesit Yayınları,  5’nci Baskı, İstanbul, 2014

Balkan Dosyası 2

Balkanlar, basit bir tarifle Adriyatik’le Karadeniz arasındaki bölgeye verilen isimdir. Adı geçen bölge içinde bugün 12 devlet bulunmaktadır. Romanya ve Moldova bazen Balkan ülkeleri arasında sayılmakta, bazen de tanım dışında bırakılmaktadır. Tabii Slovenya da yapısı itibariyle birçok kereler Balkanlar’dan daha çok Almanya ve Avusturya’ ya yakın bir bölge olarak tanımlanmaktadır.

Fakat biz tarihten günümüze gelen daha derin bir çizgiden bakarsak bu 12 ülkeyi de Balkanlar olarak niteleyebiliriz. Osmanlılar bu bölgeye Avrupa-i Osmani veya Rumeli-i Şahane demekteydiler.

Osmanlılar sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti döneminde Balkanlar ve Rumeli belli bir döneme kadar tarihteki önemine uygun tarzda bir ilgi göremedi. Fakat özellikle son dönemlerde Türkiye’nin kendi gönül coğrafyası ile irtibat kurması süreci ile birlikte Balkanlar veya başka bir deyimle Rumeli yeniden ilgi odağımız haline geldi.

Bugün bu ilginin sadece tarihi bağların ötesinde daha anlamlı ilişkiler kurulabilecek bir coğrafya olduğu hususunda hemen herkes fikir birliği etmiş durumda

Dünya Bülteni ve Dünya Bizim haber ve kültür sitelerimizde bizler de Balkan coğrafyası ve oralarda yaşayan kardeşlerimizle imkanlarımız ölçüsünde ilgilenmeye çalışıyoruz.

Bu çerçevede haberlerin ötesinde çok sayıda makale, analiz ve röportaj sitelerimizde yer alıyor.

Sitelerde yer alan bu yazıları belli başlıklar altında topluca sunmanın ilgilenenler için daha faydalı olacağını düşünerek bir çalışma yaptık

Birinci dosyamızı daha önce yayınlamıştık.(  Balkan Dosyası 1 )  O dosyada daha çok Balkan şehirleri ile ilgili yayınlanmış yazıları ve bölgedeki çeşitli kavimlerle ilgili analizleri bir araya getirmeye çalışmıştık.

Bu ikinci dosyamızda Balkanlarda yaşamış olan önemli Müslüman Şahsiyetlerle ilgili yazıları, hatıraları, Balkanlar konusuyla teorik ve/veya pratik olarak ilgilenen bazı ilim adamları ve gayretli dostlarımızla yapılan röportajları ve dikkatimizi çeken bir kısım yazıları derlemeye çalıştık.

Balkanlar ile ilgili yazılar biriktikçe inşallah yeni dosyaları da oluşturmaya gayret edeceğiz

Balkan Dosyası’nın ikinci bölümünü okumak için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız

BALKAN DOSYASI 2

 

Balkan Dosyası 1

Balkanlar, basit bir tarifle Adriyatik’le Karadeniz arasındaki bölgeye verilen isimdir. Adı geçen bölge içinde bugün 12 devlet bulunmaktadır. Romanya ve Moldova bazen Balkan ülkeleri arasında sayılmakta, bazen de tanım dışında bırakılmaktadır. Tabii Slovenya da yapısı itibariyle birçok kereler Balkanlar’dan daha çok Almanya ve Avusturya’ ya yakın bir bölge olarak tanımlanmaktadır.

Fakat biz tarihten günümüze gelen daha derin bir çizgiden bakarsak bu 12 ülkeyi de Balkanlar olarak niteleyebiliriz. Osmanlılar bu bölgeye Avrupa-i Osmani veya Rumeli-i Şahane demekteydiler.

Osmanlılar sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti döneminde Balkanlar ve Rumeli belli bir döneme kadar tarihteki önemine uygun tarzda bir ilgi göremedi. Fakat özellikle son dönemlerde Türkiye’nin kendi gönül coğrafyası ile irtibat kurması süreci ile birlikte Balkanlar veya başka bir deyimle Rumeli yeniden ilgi odağımız haline geldi.

Bugün bu ilginin sadece tarihi bağların ötesinde daha anlamlı ilişkiler kurulabilecek bir coğrafya olduğu hususunda hemen herkes fikir birliği etmiş durumda

Dünya Bülteni ve Dünya Bizim haber ve kültür sitelerimizde bizler de Balkan coğrafyası ve oralarda yaşayan kardeşlerimizle imkanlarımız ölçüsünde ilgilenmeye çalışıyoruz.

Bu çerçevede haberlerin ötesinde çok sayıda makale, analiz ve röportaj sitelerimizde yer alıyor.

Sitelerde yer alan bu yazıları belli başlıklar altında topluca sunmanın ilgilenenler için daha faydalı olacağını düşünerek bir çalışma yaptık

Bu dosyada daha çok Balkan şehirleri ile ilgili yayınlanmış yazıları ve bölgedeki çeşitli kavimlerle ilgili analizleri bir araya getirmeye çalıştık.

İlgili dosyaya ulaşmak için aşağıdaki linki tıklayınız

BALKAN DOSYASI 1

Müteşebbislik her zaman iyi birşey midir?

Bu güne kadar süregelen hayatımızın büyük bölümünde Kader-i İlahinin bir tecellisi olarak ya bir işi veya organizasyonu kuran, ya aktif olarak yöneten veya yönetiminde söz sahibi olan bir konumda bulunduk. Yani müteşebbislik çerçevesi içerisinde yer aldık. Dolayısıyla bu yazıda müteşebbisliğin bazı yönleri ile ilgili düşüncelerimi ve hislerimi dile getirmek istiyorum.

Müteşebbislik veya daha yeni tabirle girişimcilik, dışarıdan bakıldığında diğer pozisyonlara göre genel anlamıyla daha ‘konforlu’ görülebilir. Konfor kelimesini kullanmamın sebebi Başkanlık, Yönetim Kurulu üyeliği veya çok da sevmememe rağmen sıkça kullanılan patronluk lafızları birçok kişi nezdinde diğerlerine göre daha sorunsuz, daha rahat, daha az hesap verir bir hali çağrıştırır. Bir açıdan bakıldığında böyle değerlendirilmesinde haklılık payı da yok değildir. Fakat omuzlara yüklenen sorumluluk, insanların haklarına ve hukuklarına riayet etme, kamunun hakkına tecavüz etmeme gayreti gibi hassasiyetleriniz varsa, ilk bakışta konfor gibi görünen durum başka bir istikamete doğru yönelebilir. Sizin üzüntü, acı, tek tek kişilere ve top yekün kamuya karşı borçlu kalma veya ilişkilerde hayal kırıklığına uğrama gibi hisleri yaşamanıza sebep olabilir. Bunlar da gayet ağır maliyetleri olan duygulardır. Vicdanı olanları derinden rahatsız eder.

Kişilerle münasebetlerinizde bazen ne kadar gayret etseniz de muhataplarınızla arzu ettiğiniz bir ilişki zeminini kuramayabilirsiniz. Veya siz sağladığınızı zannederseniz fakat muhataplarınızın beklentileri farklıdır ve o zaman, onları istenen oranda gerçekleştiremediğinizi görürsünüz.

Bazen bu uyumsuzlukların insani ilişkilerle çözülmesi mümkün olabilmektedir..

Bazen ise tüm gayretlerinize rağmen yine de arzu ettiğiniz mutabakatı sağlayamayabilirsiniz. Karşınızdakilerin sessizce konuyu kabullendikleri zamanlar olduğu gibi, sizi hırpalamaya çalışanlar, belli bir hukukunuzun olduğunu zannettiğiniz halde size insafsızca saldıranlar olabilir.

Bazı zamanlarda, karşılıklı olarak belli bir mutabakat sağlayamadığınız meselelerin sizinle değil de bu konularla hiç ilgisi olmayan yerlerde ve kişilerle konuşulduğunu duyarsınız. Savunmanız bile alınmadan birileri sizi linç etmeye, hakkınızda ulu orta dedikodu yapmaya başlar. Çaresiz kalırsınız. Böylesi durumlarda dervişane davranabildiğiniz örnekler olduğu gibi şiddetli davrandığınız haller de olabilir. Dervişane hal bazen sizi rahatlatabilir bazen de iç dünyanızı yıpratır. Tersine olarak şiddetle mukabele ettiğiniz durumlarda da akabinde kısa bir ferahlık olsa da sonrasında vicdan azabı çekebilirsiniz. Yine içiniz acır.

Bu tür durumlar değişik  sınav türleridir. O konforlu gibi görünen halin ağır bedelleridir.

Bir diğer sıkıntılı durum da “özellikle patronluk veya başkanlık” gibi şapkaların insani ilişkilerin arasına çoğu kere garip bir perde çektiğini hissettiğiniz zamanlarda ortaya çıkar. Sizinle beraber olan ve bu beraberliği dışarıdan bakıldığında yakınmış gibi görünen bazı kişilerin, en umulmadık anlarda, yakınlığın getirdiği bazı avantajları, tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde farklı değerlendirdiklerini gördüğünüz olaylarla karşılaşabilirsiniz. Siz insan olmanızın gereği gönlünüzü açmışsınızdır. Daha açık bir deyimle rahat ve belli bir seviyede kontrolsüz davranmışsınızdır. Bir de bakmışsınız ki rahat bir ortamda iken yaptığınız bir hareket, söylediğiniz bir söz bulunduğu çerçevenin dışına bir yere taşınmış ve tabir-i caiz ise size karşı bir silah haline gelivermiş. Veya bu tarz bir kullanıma vasıta olabileceği hissettirilmiş. Bu tür durumlar da ağır sınav türlerinden olarak kayda geçecek hususlar arasında zikredilebilir.

Tabii zikri geçen bu sahneler genellikle  hayatın daha erken dönemlerinde vuku bulmaktadır. Çünkü ilerleyen zamanlarda ve olaylardan dolayı adeta sütten ağzınızın yanma sayısının artması ile siz de artık yoğurdu bile üfleyerek yeme moduna geçer ve daha kontrollü olmaya başlarsınız. Mesafeye daha fazla dikkat edersiniz. Bu da yukarıda bahsettiğim perdenin oluşmasına katkı sağlayan şeylerden birisidir.

Hayatın ilerleyen yıllarında sosyal konumunuzun, bulunduğunuz iş veya vazifelerdeki mevkiinizin görece yükseldiği oranda etrafınızdaki hakki manada güvenebileceğiniz insan sayısının azalması ihtimali de önemli bir tehlikedir.  Böyle bir tehlike belirdiğinde gerçek dostlarınızın varlığı sizi bu tür bir halden koruyabilir. Şayet bu tür dostlarınız yoksa, o zaman, içinde yer aldığınız işler ve organizasyonların gerektirdiği münasebetlerin etrafınızda oluşturduğu zamanla ve işlerle mukayyet insan gruplarının çoğalması veya azalması sizi ruhi sıkıntılara sokabilir. Tekraren ifade edeyim, gerçek dostlar böyle durumlarda sığınılacak en güvenli limanlardır. Gerçek dostları olmayanların durumları ise hakikaten içler acısıdır.

Bir de sosyal, siyasi veya iktisadi seviyeniz göreceli olarak yükseldikçe iç derinliğinizin en azından aynı oranda ( tercihen o dereceden daha fazla) artabilmesi de sizi bu tür tehlikelerden kısmen koruyabilir. Dışınızdaki göreceli değişiklikler size tesir etme gücü bulamazlar. Tabii bunun için de gerekli ruhi eğitimi zamanında almış olmak gerekir de o her zaman ve herkes için mümkün olabilir mi ayrı bir mesele.

İnsani münasebetlerin bir diğer yönü de vefayı gerektiren durumlarda, karşı taraftan bunun aksi davranışlar sadır olduğunda içine düşülen halet-i ruhiyedir.. Esasında genel hayat prensibimizin insanoğlunun, hayatının her safhasında yapması gereken şeyleri yapmaya çalışması, bunları herhangi bir kişiden karşılık beklemeden yerine getirmesi, yaptığı davranışlardan dolayı da o davranışlardan fayda sağlayan kişileri kendisine borçlu olarak görmemesidir. Kul vazifesini yapar, takdir edecek olan sadece Allah’tır. Doğrusu da budur.

İdeal anlamda böyle düşünülmesi gerekse de insanoğlu zayıf bir mahluk olduğundan ve nefis taşıdığından bazen beklemediği davranışlara muhatap olduğunda morali bozulmakta, canı sıkılabilmektedir. “Yahu teorik olarak sen farklı bir şeye inanıyorsun niye canın sıkılıyor, takma kafana geç git” dense de bu öğüdün tesir etmediği durumlara da rastlanmaktadır.

Buraya kadar bahsettiğimiz konular genelde patronluk veya başkanlık durumunda olan kişilerle ilgili daha çok iç hali anlatan örneklerdi. Bunun dışında bir de bu kesimlerin devletle ve kamu yönetimi ile ilgili alanlarda yaşadıkları sorunlar bulunmaktadır. Bu noktada onlarla ilgili de birkaç misal vermemiz yararlı olabilir

Mesela işveren ve iş gören münasebetlerinde bir ihtilaf vuku bulduğunda genel mantık maalesef daima işverenin tarafının haksız olduğu ön yargısıdır. İlk bakışta işveren tarafı daha güçlü görünmekte ( veya öyle varsayılmakta) ve hüküm verme durumunda olan kişi ve kurumlar hemen göreceli olarak daha zayıf diye nitelediği kesimi yani iş göreni  destekleme eğilimine girmektedir. Oysa bu hal her zaman doğru değildir. Vuku bulan her olayın kendine ait bir gerçeği ve şartları bulunmaktadır. Böyle bir hal başınıza geldiğinde yargılama yapan kişilerin büyük bölümü size sorma gereği bile duymadan hemen hükmü yapıştırır. Madem girişimcisiniz ve patronsunuz o zaman kesin haksız bir durumdasınız. Tabii bu arada az sayıda da olsa hakkı teslim etme gayesiyle sizi de dinleyenler çıkabilir. Varsın sizi haksız bulsunlar ama yeter ki birileri samimiyetle dinlesin..

Başka bir açıdan bakıldığında şayet girişimci iseniz, sosyal, siyasi ve iktisadi meselelerde aktif olmak teşvik edilirken, ihtilaf vuku bulduğunda nedense hemen ( sorgusuz sualsiz) suçlanırsınız; bu da anlaşılmaz bir durumdur.  Örnek vermek gerekirse, devlet ve kamu yönetimi, müteşebbis kesimi yani en başta ele aldığımız o patron kesimini,  iktisadi anlamda çoğu kereler hırsız, vergi kaçakçısı, şahsi menfaati peşinde koşan ve toplumun adeta artık değerini gasp eden bir kesim olarak görmesidir. Bu psikoloji insanı çok yaralayan bir yaftalamadır. Herkes gibi girişimciler de bu vatanın evlatlarıdır ve en azından kendilerini suçlayanlar kadar bu vatanı severler, kamunun hakkına bir başka deyimle yetim hakkına saygı duyarlar. Fakat buna rağmen hayretle müşahede edileceği üzere kamu yöneticileri (çok az bir istisnası dışında) çoğunlukla devleti ve sistemi muhafaza ettiklerini düşünmekte, kendileri dışındaki bu müteşebbis kesime hiç güvenmemekte ve onlara daima şüphe ile bakmaktadırlar.

Oysa suçlanan bu insanlar bir işin altına girerken ciddi bir yük ve risk almaktadırlar. Sık sık ortaya çıkan sistemik krizlerde müteşebbis kesimler büyük kayıplara uğramaktadırlar. Bu dönemlerde ise sadece kendi hallerini değil yükünü üstelendikleri kesimleri de düşünmek durumunda kalmaktadırlar. Oysa bu tür kriz hallerinde özellikle devlet güvencesi altında çalışan ve kamu kaynakları ile geçinen kesimlerin kayıpları genellikle minimum düzeyde olmakta ve girişimci kesimlerin oluşturduğu direk veya dolaylı vergi gelirlerinden oluşan havuzdan faydalanabilmektedirler. Böyle durumlarda müteşebbis kesim içindeyseniz ve eğer ayağınız bir taşa takılıp düşerseniz destekçi olarak hiçbir şekilde kamuyu yanınızda bulamazsınız. Bazı hakiki dostlarınız sizi arar sorar. Çoğu dost bildiklerinizin olayları maalesef çok uzaktan izlediklerini hissedersiniz. Tabii bu arada bazı kişilerin gizliden gizliye oh olsun dediklerini bile işitebilirsiniz.

Niye böyle olur acaba? Şöyle izah etmek mümkündür sanırım; Ülkemizde girişimciler maalesef sözle desteklenirler fakat girişimcileri ruhen destekleyen bir iklim bu güne kadar oluşmamıştır. Girişimci güçlü ise ona karşı durma cesaretini pek kimse gösteremez, hatta kimisi para, kimisi  mal vermek ister. Kimileri de aman ben sana hizmet sunayım veya yanında çalışayım diye ısrarcı olur.  Fakat bir de düşmeyesiniz. İşte o zaman , ‘şuna bir tekme de ben vurayım’  hevesini taşıyan çok fazla kişi, kurum ve kesimin sıraya girdiğini müşahede edebilirsiniz.

Bu çerçevede bir diğer sıkıntılı bir gerçek de ülkemizde kıdem ve ihbar tazminatları ile ilgili cari durumun sürekli ihtilaf çıkmasına uygun bir formda düzenlenmiş olmasıdır. Bundan dolayı da mahkemelerde bu konu ile ilgili ihtilaflar büyük bir yekün tutmaktadır. Belli bir düzeyin üzerindeki firmaları bir kenara bırakırsak özellikle KOBİ seviyesindeki yapılar için bu tazminat olayı tam bir Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde dolaşmaktadır. Bilindiği üzere yaklaşık 20 küsür yıldır kıdem tazminatı fonu veya buna benzer bir çözüm üzerinde ciddi olarak konuşulmaktadır. Lakin bahse konu meselede ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Mesele mi çok girifttir yoksa tarafların ajandalarında bizim de bilmediğimiz başka maddeler mi vardır.? Bahsi geçen bu 20 yılda konu ile özel ilgisi olan bu satırların yazarı bile bu hususu yeterince anlayamamıştır.

Sonuç itibariyle bu sahada adaletli bir sistem kurulamadığından hem girişimci kesimi hem de çalışan kesim kendini haklı görmekte ve nihayetinde neredeyse herkes kendini kayba uğramış hissederek bir diğerini suçlamaktadır. Adaletli bir yolun bulunamadığı ortamda ise taraflar birçok kere kendi menfaatlerini korumak için doğru olmayan yollara tevessül etmektedir.

İlave bir husus da Devletin özellikle kendi alacakları için tercih ettiği metotla kendi borçları için uyguladığı metot arasındaki farktır. Devlete karşı borcunuz olduğunda, piyasa rayiçlerinin çok üzerinde bir gecikme zammı ödemek durumunda kalırsınız. Fakat alacaklı durumda iseniz naçar beklersiniz ve bu bekleme için de hiçbir fark alamazsınız. Diyelim bir çevre belediyesinden alacağınız var ve onu zamanında alamıyorsunuz. Ama SSK ve muhtasar borçlarınızı ve çalışanların maaşlarını zamanında ödemek durumundasınız. Ödemediğiniz her ay için ciddi bir fark devlete olan borcunuzun üzerine biniyor. Fakat alacak aynı yerinde duruyor. Yanınızda çalışanların paralarını da zamanında ödemek durumundasınız ki o insanların büyük kısmının tek gelirleri sizden alacakları maaşlar.

Pekiyi  bu paraları nereden bulacaksınız?

Nereden bulursanız bulun. Bu kamuyu da ilgilendirmez çalışanı da ilgilendirmez. Çünkü siz müteşebbissiniz ve patronsunuz. Her durumda mükellefiyetlerinizi yerine getirmeye mecbursunuz. Aksi durumda bu kesimlerin her biri size insafsızca eleştirebilir. İlave olarak kamudan alacağınızı istemekte ısrarcı olursanız yaptığınız işi de kaybetme riskinin taşıyorsunuz. Böyle bir durumda boynunuz büküp beklemek durumundasınız.

Bazı dönemlerde devlet bir kısım alacaklarını taksitlendirmekte ve görünürde bir ferahlama sağlamakla birlikte sonuçta bu rakamlar o müteşebbislerin üzerinde durmaya devam etmektedir. Son dönemlerde nefes kredisi adı altında bu girişimci kesime bazı borç paralar verilmekte ve bu şekilde onların mağduriyetleri giderilmeye çalışılmaktadır. Peki bundan önceki senelerde bu tür açmazların içine düşen ve bu şekilde işlerini kaybeden, birikimleri yok olan nice girişimcinin haklarını kim ve ne şekilde ödeyecek? Sanırım onlar Rahmetli babamın deyimiyle Mahşer vadeli alacaklar olarak defterlerde yazılı duruyor.

Bu çizdiğim tablo içinde patron veya yönetici kesimlerin hepsinin çok masum ve günahsız oldukları tarzında bir görüntünün oluştuğunun farkındayım. Sırtını devlete yaslayarak iş yapmayı alışkanlık haline getirmiş, nüfuz ticareti yapan, spekülatif kazançlar peşinde koşan, kötü niyetli kamu görevlileri ile iş birliği içinde haksız gelirler elde ederek genel sistemin adaletli çalışmasını adeta sabote eden azınlıktaki kişileri bu tarifimin ısrarla dışında tutmak istiyorum. İsimlerini bu yazıda üzülerek belirtmek zorunda kaldığım bu kesimin haricindeki büyük müteşebbis kitle, özellikle KOBİ statüsündeki iş yerleri ve onların patron ve yöneticileri burada çizmeye çalıştığımız resmin asli unsurlarıdır.

Özetle ifade etmek gerekirse patron veya girişimci diye adlandırılan kesimler dışardan bakıldığında gayet konforlu (!) bir hayat içinde görünmekle birlikte içine nüfuz etmeye çalışıldığında, taşımak zorunda oldukları hem insani hem de maddi büyük yükler altındadırlar. Bu döngünün dışında kalanların yorumları ile kolaylıkla başkalarının haklarını gasp etmekle suçlandıkları gibi, Devlet tarafından da kamunun haklarını üzerlerine geçiren ve devletin sürekli affederek kendine adeta borçlu durumda tuttuğu tabiri caizse asalak bir zümre olarak vasıflandırılmaktadırlar. Oysa olaya çok genel bir açıdan bakıldığında onların büyük çoğunluğunun uğradıkları önemli mağduriyetler ve taşımakla mükellef oldukları bazen çok ağır boyutlara varan insani yükler bulunmaktadır.

Buraya kadar yazıyı okuma zahmetine katlanan birçok müteşebbis arkadaşımızın, dış ticaret, banka ve finans kurumu ilişkileri, imalat ve hizmet alanındaki sorunlar ve sair konularda daha ne hikayeler, ne problemler, ne acılar var dediklerini duyar gibiyim. Onları da inşallah başka vesilelerle yazıya dökeriz…

Son cümle olarak hiçbir şey ilk göründüğü gibi basit ve net değildir. Resmin bütününü hakkaniyetle okuyabilmek için ciddi bir gayret göstermek gerekmektedir.

Arka Plan Yazıları yahut bir tecrübe okuması

İbrahim Ethem Gören / İstiklal Gazetesi/ 26 Ağustos 2017

Eğitimci-yazar, yayıncı Erhan Erken’in Profil Kitap’tan geçtiğimiz aylarda okuyucularla buluşan Arka Plan Yazıları serlevhalı kitabına ilişkin bir değerlendirme yazısı kaleme aldı. Arka Plan Yazıları, çok yönlü ilgi, kabiliyet ve uzmanlık alanlarında yetkinliğe sahip olan eğitimci, yazar, yayıncı, işletmeci, siyaset bilimci, vakıf insanı Erhan Erken’in geçtiğimiz aylarda Profil Kitap’tan okuyucuyla buluşan son kitabının ismi.

Kitabı Dünyabizim genel yayın yönetmeni Mehmet Erken yayına hazırlamış. Profil Yayınevi’nin 596’ıncı kitabı olarak da raflardaki yerini almış.

SADIRDA KALMAZ SATIRDA KALIR

Yazılanların iki kapak arasına alınması önemli. Eskiler böylesi bir mülahazayla “Sadırda kalmaz, satırda kalır” demişler.

Arka Plan Yazıları müellifin son yirmi yıllık süreçte kaleme aldığı ve muhtelif mecralarda yayınladığı yazılardan oluşuyor. ‘Muhtelif mecralar’ ibaresine Dünya BülteniDünya BizimMüsiad BülteniBoğaziçi Bülteni ve İkbal Dergisi dâhil. Müellif kimi yazıları da mezkûr kitap için müstakil olarak kaleme almış.

Arka Plan Yazıları’nda Erhan Erken’in tanıklıkları, tesbitleri, önerileri, gözlemleri, öz güveni ve hâsılı tecrübe okumaları muhataplarına göz aydınlığı veriyor. Eserde fikir, gezi, deneme ve portre/profil yazıları yer alıyor.

Erhan Erken’in yazdıkları aslında hayat uğraklarında, önemli geçitlerde yanına gelen, önünden geçen, eşyanın hakikatine vâkıf olmak için müdahil olduğu, gözlemlediği, gerektiğinde düzelttiği, insanoğlunun yeryüzündeki halifelik ve şenlendirme vazifesiyle memur olduğu işlerin bütünü.

YAZILARINI SORUMLULUK BİLİNCİ VE İÇTEN BİR ÜSLUPLA KALEME ALIYOR

Yazıyı sorumluluk olarak telakkî eden muhatabımızın içten bir üslubu var. Sözü dolandırmadan, belli bir edebi seviyeyi koruyarak ama mücerret edebiyat yapmadan ne söylediğini/söyleyeceğini, yahut anlatmak istediğini bir lahzada ortaya koyuyor. Dolayısıyla yazar da rahat, okuyucu da…

Müellifin kaleminden neşet eden kelimeler yazıların fikir arka planını teşkil eden ruh ile el ele tutuşarak; sahip olduğu medeniyet bilinciyle kuvvetli bir irtibat kuruyor.

MÜTEVEKKİL BİR MUVAHHİT; KURUCU BİR ŞAHSİYET

Erhan Erken İstanbullu bir zat. İstanbul’uHırka-i Şerif’iFatih’i‘dâhil-i sur’u bekleyen mütevekkil bir muvahhit.

Erken, kurucu bir şahsiyet, pek çok vakfın kuruluşunda yer almış. STK’larda başkanlık, yönetim kurulu ve mütevelli heyeti üyeliği, yüksek istişare kurulu azalığı yapmış.

HİÇ BİR KUL KUSURSUZ OLAMAZ

Yazar Erken, hayatı siyah beyaz, görmüyor. Olduğu gibi, gri alanlarıyla, gök kuşağının tüm renkleriyle kabul ediyor ve ekliyor: “Hiçbir kul kusursuz olamaz.“

“İNSAN İÇİN ANCAK ÇALIŞTIĞI VARDIR”

“Cenab-ı Hakk, Necm Suresi’nde “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ/İnsan için ancak çalıştığı vardır.” buyuruyor. Çalışma hayatında dünya ve ahiret dengesi ve yaşanılan cemiyetin ortamı bittabi önem arz ediyor. Yazar, söz konusu önemi, “İçinde yaşanılan şartlar ne olursa olsun, Mevlana’nın misaliyle, arının her halükârda bal yapmak için uğraşması gibi, kişi kendi balı ne ise onu yapmaya devam etmelidir. Her güzel çiçeğe konmalı, topladığı tüm değerleri, toplanması gereken yere getirerek en güzel ürünü ortaya koymalıdır” cümleleriyle, söz konusu önemli hususu dile getirirken çoğu zaman ıskalanan bir hakikati işaret ediyor: Her insanın dünyaya bir görevle gönderilir, amacı vardır. Âkil kişiye düşen asıl görevini unutmadan çalışmaya râm olmaktır.

YOLCUYA SALİH BİR ARKADAŞ GEREK

Kitapta portre yazılarının bulunduğundan söz etmiştik. Salih Şeref HocaMustafa KöseoğluAhmet Şişman ve Abdülkadir Kibar, Erhan Erken’in yakın planda teşrik-i mesai içerisinde olan arkadaşları/büyükleri. Herkese yolcu, yolcuya arkadaş, salih yoldaş gerek. Erken’in dediği gibi “Portreler cemiyetin tanımadığı şahsiyetlerin dünyalarına kapılar aralıyor.”

Rahmeti vesile kılarak mezkûr kapıyı tıkladığımızda karşımıza yazarın merhum bacanağı Abdülkadir Kibar için kaleme aldığı “Reis Hitabı Onun Üzerinde Hep Şık Durdu”başlıklı vefayat yazısının finali çıkıyor: “…Hastalığı, vefatı, taziyesi çerçevesinde meydana gelen bu müthiş sosyal hareketlilik karşısında onu tanımayanlar şu soruyu soruyorlardı: “Kim bu kişi, sağlığında ne yapmış da insanlar onun hastalığından ve ölümünden bu kadar etkilendiler?”

Bu soruya verilebilecek en anlamlı cevap belki şudur: “İstikamet üzere yaşamaya gayret etti, sahip olduğu ağırlığı yanlış bir yolda kullanmamayı önemsedi. İslâmi hassasiyetleri daima ön plana alan iyi bir aile babası oldu. Helâlinden kazanmaya çalıştı ve tevazuu hiç elden bırakmadı. Her daim Reis olarak yaşadı ve emaneti teslim etti.

Kitapta her bir satırı okuyuculara yeni ufukları tanıtan gezi yazılarına değinerek mütalaalarımızı nihayete erdirelim. Erhan Erken, Batı Trakya, tüm Balkan ülkeleri ve İngiltere ziyaretlerinin akabinde velud yazılar kaleme almış. Bunlar mücerret seyyah yazıları değil, gezilip görülen yerlerde İslâm âleminin temsil ettiği ruh dünyasına ilişkin gözlemler; eskimez dostlarla yapılan doyumsuz sohbetlerin lezzeti ve “Suyun öte tarafında” gönlüne düşen ilhamlardan yola çıkarak kaleme aldığı günlükler. Şu satırlar Sefername-i Oxford başlıklı yazıdan:

OXFORD’DA CAMİ KAPISINDAN AYRILMAYAN MÜSLÜMANLAR

“Cuma namazı için Pakistanlıların yaptırdığı bir camiye gittik. Oxford’daki Müslümanlar Cuma günü birbirlerini hasretle kucaklıyorlar namazdan sonra. İstanbul’da namaz bitince hemen çıkıp işlerine koşturan insanların yanında burada yağmura rağmen insanların cami kapısından bir türlü ayrılamamaları bana çok enteresan geldi.”

YAZMAK VE OKUMAK MÜKÂŞEFE SANATIDIR

Kitapta okunması gereken pek çok güzel yazı var. Bana enteresan gelenleri siz değerli okuyucularımızla paylaştım. Sizler, Arka Plan Yazıları’nda mutlaka başka hakikatler de keşfedeceksiniz. Yazmak ve okumak mükâşefe sanatıdır çünkü.

İbrahim Ethem Gören / İstiklal Gazetesi/ 26 Ağustos 2017

Herkesin bir ‘Kızıl Elma’ mefkûresi olması lazım

İbrahim Ethem Gören/ Son Devir/ 13 Haziran 2014

Liderler Kahvesi, Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın (BYV) marka faaliyetlerinden biri… Vakfın, Kariyer ve İnsan Kaynakları Merkezi’nin (KİM) düzenlediği mezkûr programda iş hayatının hemen her sektöründen liderler, öğrencilik yıllarından itibaren bulunduğu mevkie gelinceye kadar yaşadıkları hayat tecrübelerini Boğaziçi Üniversitesi’nde okumakta olan öğrencilerle; nam-ı diğer geleceğin lider adaylarıyla paylaşıyor.

Samimi bir ortamda, çoğu kez interaktif keyfiyette devam eden sohbetlere Türkiye’nin önde gelen şirketlerinin/kurumlarının üst düzey yetkilileri iştirak ediyor… Liderler hem öğrencilerle hasbihal ediyor hem de programın sonunda hesabı ödüyor!

BYV’nin 28 Mayıs Çarşamba günü düzenlenen dönemin son Liderler Kahvesi etkinliğinde Erhan Erken, 29 yıl önce mezun olduğu okulun öğrencileriyle; 18 yıl önce kurucuları arasında bulunduğu vakfın gönüldaşlarıyla bir araya geldi. Erhan Erken, iki saat süren kahve tadındaki sohbetinde öğrenci ve mezun arkadaşlarına eğitim, STK, girişimcilik ve yayıncılık alanındaki tecrübelerini aktardı.

Üniversite yıllarını 1980 sonrasındaki çalkantılı dönemde geçiren Erhan Erken, eğitim yıllarında ve sonrasında kurucu, inşa edici bir anlayış içerisinde bulunup toplumun önüne geçip rehberlik vazifesi görecek kişileri yetiştirecek mekanizmaları oluşturma sorumluluğunu omuzlarında hissetmiş.

30 küsur yıldır, “Müslümanlar olarak topluma nasıl bir iktisadî ve siyasî sistem sunabileceğimizin arayışı içinde olmalıyız” sorusuna kafa yoran Erhan Erken bu bağlamda kendisinin ve çevresinin maddi ve manevi ilimlere mücehhez bir şekilde yetişebilmesi için pek çok ilim/sohbet/ders halkasına dâhil olmuş.

Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenim hayatına başladığı ilk yılda evlenip ikinci yılda evlat sahibi olan Erhan Erken, o yıllarda bir yandan okul, bir yandan da ticaret ve sosyal hayatını devam ettirerek koltuklarının altına birkaç karpuz sığdırma gayretinde bulunmuş.

İnsanın altyapısı olan gençliğe, bahusus, çocukların eğitim alanına özel önem verilmesi gerektiğinin bilinciyle hareket eden Erhan Erken,  evlat sahibi olduktan sonra kendi çocuklarının ve arkadaşlarının çocuklarının fikren gelişimlerini sağlamak, onlara İslâmî terbiye vermek ve aynı zamanda da sosyalleşmelerini temin etmek amacıyla yakın çevresindeki arkadaşlarıyla birlikte, vakıf anlayışıyla uzun yıllar camiamızın çocuklarına hizmet eden Elif Yuva’nın kurucuları arasında yer almış.

Eğitim insanının mutlaka bir toplum hayali; “Kızıl Elma” mefkûresi olması lazım”diyen Erhan Erken, 2005 yılında ilköğretim çağındaki çocuklara yönelik etüt merkezi hizmeti vermek üzere Bayram Bilgi Merkezi’ni kurarak bu alanda eğitim sistemimize yeni bir sistemin/kurumun/hizmet ağının kazandırılmasına öncülük etmiş. Bayrampaşa Belediyesi bünyesinde uygulama alanı bulan Bilgi Merkezi Projesi başarılı olup İstanbul’da pek çok ilçeye yayılmış; Anadolu’da ise EBSAD adlı gönüllü kuruluşumuzun önderliğinde Adıyaman ve Aydın’da neş ü neva bulmuş…

Bilgi Evi/Merkezi projesinin amaçları Erhan Erken’in şu cümlelerinde ifadesini buluyor: “Çocuklarımızın, daha çok okuyan, düşünmeyi ve öğrenmeyi öğrenen, çevrelerine duyarlı, kendi ayakları üzerinde durabilen, iyi okuyan, okuduğunu anlayabilen, fikirlerini düzgün ifade edebilen, iyi yönlerinin farkına varıp onları geliştirme yoluna giren fertler olarak yetişmesi Bilgi Merkezi ve Bilgi Evlerimizin en önemli öncelikleri arasındadır.

Çocuklarımızın kimlikli, kişilikli, sahip oldukları tarihi mirasın ve ait oldukları medeniyetin değerlerinin farkına varan bireyler olarak yetişmesinin, bu çalışmanın ana hedefleri arasında ilk sıralarda yer aldığını belirtmenin de önemli olduğunu düşünmekteyiz.

Bu çalışmanın ana fikri olarak, gelişmiş ve dengeli bir toplum oluşturabilmek için çocuklarımızın zihnen, bedenen ve ruhen gelişmelerinin önemli olduğu düşüncesi, idareci, aile ve öğretmenler için temel bir hedef olarak daima canlı tutulmalıdır.”

Hayatı, “Hayat kendini inşâ etme projesidir” şeklinde tanımlayan Erken, insanın en iyi kendini bileceğini ve yine en iyi SWOT analizini de kendinin yapabileceğini belirtiyor.

Konuşmasında meslek icra ederken, hemen her biri kendi alanında kudsî manalar ifade eden meslekleri mutlaka kendi dünyamıza, değerlerimize ait bir şeyler katarak yapmanın gerekliliğine değinen Erken, ülkemizin bu ruha sahip girişimci insanlara olan ihtiyacına da vurgu yaparak “Seküler zihniyet hepimizi etkiliyor.

Hâlbuki emaneti teslim ettiğimizde yaptığımız her şeyin Kitab’a ve Sünnet’e uyan bir izahı olmalı. İnsan, en iyi kendini bilir, yaratılışa uygun bir şekilde kendini sürekli geliştirebilir, bu noktayı ıskalamamak gerekir. “Ama ne yapayım, ben böyleyim” dememek, elden geldiğince çalışıp çaba göstermek lazım. Girişimci ruh önemlidir.

Yapılması gereken hizmetlere, kurulması gereken müesseselere yönelik olarak “birileri yapsın” düşüncesiyle hareket etmemeli; Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi, “’Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım’…” diyebilme şuurunun lüzumuna değindi ve ekledi: “Hem iş, hem de sosyal hayatta “ben varım” diyebilmek önemlidir. Girişimci ruhu da bunu gerektirir. İnsan idealleriyle yaşar.

Hayatı bir futbol maçı, insanı da bir santrafor olarak tahayyül edersek;

Hayat dediğimiz bu süreçte insanın önüne her zaman iyi pas gelmez, birkaç tane güzel pas gelir, bu güzel pasların iyi değerlendirilmesi gerekir. Bunun için çok çalışmak şarttır.

Hangi alanda çalışma yaparsak yapalım, bunun içinde mutlaka medeniyetimizin kavramlarına yönelik şeyler bulundurmalıyız.

Mühendislik, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, felsefe, hangi alanda eğitim veya hizmet yapıyorsak, oraya muhakkak kendi kültür ve medeniyet dünyamıza ilişkin bir değer koyabilmeliyiz.

Hiç birimiz yaşadığımız dünyadan memnun değiliz. Ama sadece “memnun değiliz” demekle olmaz, iyi olan için kafa yorup, araştırmalı ve ortaya çıkarmalıyız, her daim kurduğumuz hayalleri gerçeğe dönüştürme çabası içinde olmalıyız.”

Liderler Kahvesi programı konuşmacısı Erhan Erken’e İslâm Dünyası ve özelde Türkiye’nin toplum hayatında, insan ilişkilerinde, siyaset dünyasında, ekonomik alanda, eğitim sahasında ihtiyaç duyduğu yeni insan kimdir, nasıl biridir?” sualini iletmiştim. Yazımızı, muhatabımızın cevabi cümleleriyle nihayete erdirelim:

 “İnsanın öncelikle Yaratıcısı ile dost olması gerekmektedir. O’nu her şeyden ve herkesten çok sevmeli ve O’nu kırmaktan ve üzmekten şiddetle kaçınmalıdır. O’nunla dost olabilmek için O’nun ‘sev’ dediklerini sevmeli, ‘sevme’ dediklerinden de uzaklaşmalıdır.

Yaratıcısın en önemli eseri olan diğer insanları, Yaratıcısından ötürü sevmeli ve onlarla dost olmalıdır. Onlara, iyilikle ve adaletle davranmalı, yanlışlıklarını gördüğünde münasip bir dille uyarmalıdır.

Kul hakkından şiddetle kaçınmalı, Allah’ın huzuruna diğer insanların hakkı ile çıkmaktan korkmalıdır.

İnsanın dışındaki tüm diğer varlıklar ile dost olmalı, onları, Yaratıcılarından ötürü sevmeli ve kendisine emanet edildiğini bilip iyi davranmalıdır. Hayvanlar ve tüm diğer canlılar, hepsi bu cümleden ele alınmalıdır. Çevre, acımasızca tahrip edilmemeli, hayvan nesillerinin devamına titizlik gösterilmeli, tabiatta var olan dengeye, onu bozucu tarzda müdahale edilmemelidir.

En son olarak insan kendi ile dost olmalıdır. Kendi ile barışık olmalı, niçin yaratıldığının farkına varmaya çalışmalıdır. Bunun için kendine lüzumlu bilgiyi hangi kaynaktan alacağını çok iyi bilmeli ve varoluşunun sırrını kavramaya çalışmalıdır. Ümitsizliğe hiçbir zaman düşmemeli, her işinde Rabbine iltica etmeli ve O’na güvenmelidir.”

Son Devir 13 Haziran 2014

Kağıttan Zarftan Okuldan Eğitimden

Ahmet Mercan/ Boyasız Yüzler/İlke Yayınları

Kağıt, matbaa, yazı; eğitim… Ajans, ticaret, zarf; bir yerinde yine eğitim. Su ve ekmekten sonra eğitim. Hangi işi yaparsa yapsın Erhan Erken’in hayatının bir yerinde eğitim yer alır. Eğitim çocukla ikametgahına kavuşuyorsa, o zaman Elif Yuva’dan ve yirmi beş yıllık mazisinden söz etmek gerekir. Veya, Erken’in beşinci şiirin çocuğu olarak Elif Yuva’yı eğitim tarihimizin bir yerine kayıtlamak gerekir. İlk mezunları baba ve anne olmuş durumda. Tabii bizimkinin keyfine diyecek yok.

Erhan Erken Fatih doğumlu. Galatasaray, Boğaziçi hattında eğitimini tamamlamış. Böyle bir “örnek” verdikleri için, mezun olduğu okullar, “Nerede hata yaptık” diye yıllardır araştırma yapıyorlar. Doğrusu merak edilesi bir durum. Köy olarak Kadıköy ve Arnavutköy’den başka yer bilmez. Ancak öylesine samimi ve harbi ki, sanırsın Anadolu kasabasından daha dün gelmiş.

Kimliğini coşkuyla hayatına yansıtan ve statüsü ne olursa olsun, ilkesini koruyan biri örnek gösterilecekse Erhan Erken akla gelen ilk örneklerdendir. Uzun yol koşucusudur. Geleneği önemser. Olayları yorumlama, ibret çıkarma bahsinde başarılı. Hele hafif argolu entelektüel sohbetleri, tam radyocu” dedirtir insana. Fakat son yıllarda daha “tedbirli” bir dil kullanıyor. “Trışkadan mambo” diyemiyor mesela. Çünkü İTO’nun yönetim kurulu üyesi.

Bir üniversitenin Mütevelli Heyetinde. Ayrıca birkaç eğitim kurumunun Genel Koordinatörü. Üstüne üstlük bir de zarf işiyle uğraşıyor. Zarfın Bizim olduğunu söylüyor ama, henüz hiçbir şey göremedik. Yurt içi ve yurt dışı ziyaretlerinden fırsat bulursa eve uğradığı oluyor.

İşler istediği gibi gitmediği zaman, veya herhangi bir şey kafasının  tasını  attırdığı zaman “Arnavut İsyanları”nı çıkarır. O an her şey kötüdür. Fakat biraz sonra o halinden eser kalmaz. Gerekliyse, hatasını söyleme erdeminden imtina etmez. Ancak onun ideale olan bağlılığı ve iş ciddiyeti çevresinde bilinir. Bu nedenle de bu geçici haller, tolere edilmede mesele teşkil etmez.

Erken’i bence en farklı kılan tarafı, düşünürken olaya kalbini iştirak ettirmesidir. Bu davranış sayesinde, ilkeli bir yürüyüşün yolcusu olmaya başarabilmektedir. Solmayan mevsimin yolunda bütün statülerinden sıyrılmayı düşünen ve bunun belki de böyle olması gerektiğini hisseden, söyleyen kaç kişi sayabiliriz.

Bir ara “Dünya dönüyor” dedi. “Bu eski bir teori basında yer bulmaz” dedik. “söyleyeceksen duruyor” de; ne bileyim uçuyor de, dedik. “Sağdan sola, soldan sağa geziyor dünya dedi. Fizikçilerin işi olması gereken bu durumda, teorisini doktorlar elinden aldı. Çok çalışmaktan dünyadan geçme noktasına geldi. Tasavvufta buna “fena” makamı derler. Dünyadan geçme durumu. Erken de bu noktada az derviş değilmiş.

Her meşrepten insan tanır. Marifeti takdir eder. Kendine has paradigması gayet sağlıklıdır. Bu anlamda enteresan biçimde örtüşüyoruz. Yöntem konusunda zaman zaman farklılıklarımız olsa da, fikir ve anlayışımız, neden böylesine benzeşiyor anlayamadım. Hayır rahatsızlık söz konusu değil. Yirmi yılı aşkındır tanışırız.

Çocuk ve eğitim konu olunca buluşmamak mümkün değil. Üstelik Fatih’liyiz. Dergi çıkarıyoruz, toplantı yapıyoruz, son düzlüğe girdiğimiz, ölümün nefesini ensemizde daha belirgin hissettiğimiz şu günlerde, “Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha muhtacız

Ne zaman sabah iş yerine gelip, “Oh oh!.. Her şey şıkır… şıkır” derse, çalışanlar arasında haber anında yayılır. Teklifleri, sorunları olanlar hemen harekete geçer. Böylesi bir ortamda çözemeyecek sorun sadece, ölüm ve ayrılık olarak tebarüz eder. Kimyası nerede ve nasıl değişiyor bunu kimse tespit edemiyor.

Farklı konularda yazılar istiyorum. Yazıyor. Ticaret anlayışını ahlaki bir geleneğe dökmek için, geçmişe kementler atıyor. Uğraş alanı itibariyle bu konularda yazması ve konuşması bir mesuliyet olarak ortaya çıkıyor.

Erken sütrenin önünde, coşkusu, öfkesiyle sahici bir porte.

Eğitim diyor. Son zamanlara dört elle bir anda sarıldığı bu konuya, otuz yıl önce gönül vermiş. Gönül verme, hayal kurmayı, emek vermeyi beraberinde getiriyor. Geçmiş emekleri değerlendirmek, dünyadaki seyri takip etmek, bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Bütün bunların üstesinden gelmek için, derinden sarsan bir sevdanın tesiri gerekir. Erhan Erken, bu sevdaya bir yanını kaptırmaktan şikayetçi değil. Değil demek yeterli değil; aksine bu durum onun için bir hayat kaynağı.

Futbol oynar, klasik müzik sever, toplantı yapar. Parayla olan imtihanında gayet net, sarsıntılara karşı kavidir. Dönemsel renklenmelere karşı tedbirlidir. İlişkilerinde anlaşılır  ve berrak bir yol izler. Bir ayağı bürokraside olsa da, kalbi halkın yanında atar. Bitirdiği okulların tahammül edemediği de, işte bu durumdur.

(makul bir zaman sonra)

Not: “Dünya gelip geçicidir” diyor hala. “Sağdan gelir, sola gider, fludur” diyor. Eğitim hala ekmeğin yanında bulunduruyor. “Oh oh… şıkır şıkır… Maşallah” diyerek selamlıyor herkesi. Bu arada, yeni dönem İTO yönetiminde görev almadı. Yine tavır ve duruş meselesi.

Allah (c.c) kimyasını  bozmasın. ( Kasım 08 )

Dünya Bizim 26 Eylül 2009

Parantezler içinde hayat

İlkokul ve ortaokul dönemlerimde dersler arasında bir ayırım yapmazdım. O dönemki felsefeme göre mademki okula  gidiyorduk, dolayısıyla önümüze ders adı altında çıkan her şeyi en iyi şekilde öğrenmek ve ondan en yüksek notu almak durumundaydık.

Türkçe, Tarih, Edebiyat, Sosyal Bilimler, Fen ve Matematik hepsi benim için eşit konumdaydılar.

Liseye geçtikten sonra nedense matematik ve fen derslerinin  gözümdeki cazibesi azalmaya başladı. Sadece biyolojiyi bir miktar farklı bir yerde tutuyordum. Çünkü aile çevrem benim doktor olmamı istiyorlardı. Ben de içten içe bu hedefe yönelme eğilimindeydim. Okuduğum lisede tüm fen derslerimiz gibi biyoloji de Fransızca idi. Lisede öğrendiğimiz özellikle insanın iç yapısı ile ilgili bilgilerin ( iç organlar, kemikler, kaslar vs) ilerde tıp tahsilinde ve de bilhassa anatomi dersinde işime çokça yarayacağına dair bir inancım vardı. Çünkü özellikle insan vücudu ile ilgili ezberlediğimiz bilgileri doktorların yanında dile getirdiğimde onlarla ciddi bir dil birliği kurduğumu hissediyordum. Muhtemeldir ki biyolojiyi o sebepten biraz daha ayrı bir yere konumlandırmıştım.

Matematik konusunda da cebir bölümü biraz ilgimi çekiyordu. Lisede ve daha sonra üniversite döneminde okuduğumuz matematikle ilgili konuların önemli bir bölümünü daha sonra kullanma imkanı bulamadım.

Fakat hassaten cebir alanındaki  bir problem çözme usulü benim hayatımda çokça kullandığım ve herkese de tavsiye ettiğim bir yöntem oldu.

Neydi bu yöntem?

Bilindiği üzere cebirde bir problem çözerken öncelikle parantez içindeki işlemler yapılır daha sonra o parantezlerden elde edilen sonuçlarla işleme devam edilir. Yani her parantez kendi çapında küçük bir dünyadır

Ben bu yöntemi sosyal ve iktisadi hayata uygulamaya çalıştım. Bu uygulama bana meselelere daha rahat hakim olabilme, sorunları çözebilme ve onları birbirlerine karıştırmama noktasında  ciddi fayda sağlamıştır

Şöyle bir düşünce yolu izlemeye çalışırım; Hayatımız bir yönüyle baktığımızda çok büyük bir parantez. Bu hayatın içinde daha alt parantezler de bulunuyor.

Mesela evli isek kendi çekirdek ailemiz bir parantez. Anne babamız ve yakın akrabalarımızın  içinde yer aldığı geniş sülalemiz de bir diğer parantez.  İş hayatımız ayrı bir parantez. Tabii iş hayatımız içinde farklı işlerimiz varsa onların hepsi kendi başlarında birer parantez.

Gönüllü çalışmalar içinde bulunuyorsak bunların da hepsinin ayrı birer parantez olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Bu parantezlerin iç düzenlerini parantez mantığına uygun olarak daima ayrı ayrı tuttunuz zaman olayları daha iyi kuşatabiliyorsunuz

Esasında bu bakış açısı analitik düşünce yapısı ile de biri bir ölçüşüyor. Meseleleri parçalara ayırarak analiz etme sonra parçadan bütüne doğru gitme..

İşleyişi bir de detaylı olarak gözden geçirelim; Sabah evden çıkıyorsunuz. Bazen insan evden daha keyifli çıkar bazen de sıkıntılı çıkabilir. Hangi hal üzere bulunursak bulunalım, ev parantezini kapatıp çıkmalı ve gittiğiniz yerde yeni parantezi açmalısınız. Gündelik işleriniz arasında insana mutluluk ve sıkıntı veren uygulamalar vuku bulabilir.

Ticaret ve/veya üretim hayatımızın içinde farklı bölümler olduğu dönemlerde bu bakış açısı çok daha kullanışlı oluyordu. Mesela bir dönem matbaa ve ambalaj tesisimiz vardı. Ben bunların her bir bölümünü ayrı bir dükkan veya parantez gibi görürdüm. Baskı bölümü ayrı, kesim bölümü ayrı yapıştırma ayrı, baskıya hazırlama bölümü ayrı.

Örnek bir olay düşünelim: Baskı makinelerinin birinde arıza olmuş ve üretimin bir bölümü sıkıntı çekiyor. Usta başı eyvah, yandık bittik diyor. Oysa parantez usulünde bakışımızın şu şekilde olması gerekiyor.. Evet baskı bölümünde bir sıkıntı oluştu. Hemen bir yandan tamir ederken diğer yandan başka bir yerde bu baskıyı yaptırıp sistemi devam ettirmemiz gerekiyor. Baskı bölümünden kesime geçerken ne kendimiz ne de diğer bölümde çalışanlar baskı bölümündeki sıkıntıyı oralara taşımayacağız. Baskı parantezini kapatacağız ki sıkıntı diğer alanlara taşmasın ve parantezin içinde kalsın.

Tüm bu bölümleri kendi mantığı içinde ele alıyoruz ve iş yerimizden çıkarken oranın da parantezini kapatmak icap ediyor. Diyelim ki o gün sıkıntılı bir gün geçirdiniz ve hesap dili ile söylersek eksi bakiye ile çıkıyorsunuz.

Gideceğiniz yer gönüllü bir faaliyet olan vakıf veya dernek. İş yerinizdeki parantez içindeki işlemin eksi olması kesinlikle ne gönüllü çalışmanızın alanına ne de evinize taşınmamalı. Çünkü her ikisi de ayrı bir parantez. Her ikisinin de içinde bulunan diğer insanlar ve münasebetlerin sizin işinizde olanlarla bir alakaları yok. Onlara iş yerindeki eksi işlemin bedelini ödetmeniz haksızlık olur.

Diyelim ki gönüllü çalışmanızda artı bir tablo ortaya çıktı. Akşam eve geldiniz sabahki hafif menfi işlemi de bir şekilde düzelttiniz. O zaman günlük hayatınızın bütününü bir parantez olarak düşünüp değerlendirebilirsiniz.

Bu durumda içinde sonucu eksi çıkan bir işlem ( yani iş hayatınızdaki o günkü menfi şartlar) olsa da günlük toplamınız genel olarak artı bir sonuca ulaşmış gibi görünüyor. O gün böyle bir sonuç sizi tatmin edebilir ve müsbet bir durumdan dolayı şükrünüzü ifa etmeye yönelirsiniz. Gerçi sonuç genel toplamda eksi de çıkabilir. Yeni bir günde daha iyi sonuçlar, küçük ve büyük parantezler içinde sonucu artı olarak ortaya çıkan işlemler bütününe ulaşmak için gayret gerekiyor.

Günlük bazda olayları parantez mantığı içinde gruplarken bunu haftalık ve aylık bazlarda da paranteze almak işlerinizi ve düşüncelerinizi daha iyi toparlayabilmenize ve onların birbirlerine karışmamasına imkan verir.

Özet olarak bu parantez yöntemi yani meseleleri parçalara ayırarak incelemek, onları kendi bölümlerinde değerlendirmek, ortaya sorun çıkarsa onları öncelikle kendi parantezi içinde çözmek ve bu çözüm sürecinde parantezleri birbirlerine karıştırmamak gerekiyor. Aksi durumda parantezlerin içindeki sonuçlar birbirlerini gereksiz yerde karışır ve ortaya istenmeyen neticeler çıkabilir.

Verimli bir hayat için parantezleri yerli yerine koymaya ve meseleleri bu parantezlerin içinde çözmeye çalışmalıyız.

İlave olarak, sürekli Allah’ın yardımını talep etmeliyiz ki hem tek tek işlerimiz güzel, hem de hayatımızın bütünü istikamet üzere olsun.