SATRANÇ OYUNU

Zbigniew Brzezinski Polonya Kökenli bir ABD’li siyaset adamı. 1977-81 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yaptı. 1990’lı yıllarda kaleme aldığı ‚’Büyük Satranç Tahtası’‚ adlı kitapta uluslararası ilişkileri bir satranç oyununa benzetmişti. Bu kitabında dünyanın mevcut dengesini ve gelecekte muhtemel olarak vuku bulabilecek olayları farklı yönlerden bakarak resmetmeye çalışmıştı.

Brzezinski’nin uluslararası politika ilgili kullandığı bu kavram konuyu daha iyi kavrayabilmek için hakikaten yararlı bir benzetme.

Özellikle de Türkiye gibi bir ülkenin dış politikasının bugünkü durumu ve muhtemel senaryolar üzerinde durulacaksa zor bir satranç oyunu ile karşı karşıya olduğumuz tesbiti yapılabilir.

Öncelikle Ülkenin güney sınırları ile ilgili meselelerde yorum yapılacak veya dış politika yapıcıları olarak kararlar alınacaksa, sınırların ötesinde bu bölgelerle ilgili çok sayıda devletin hem Türkiye ile ilişkileri hem de birbirleri ile ilişkilerinin hesaba katılması gerekiyor. Burada olay sadece Türkiye-Suriye veya Türkiye-Irak ilişkisi olmanın ötesinde bir boyuta sahip.

Suriye ile ilişkilere bakıldığında Suriye yönetiminin, sınırları dahilinde, kendisi için tehlikeli olarak gördüğü bölgelere ve topluluklara 2011 yılında bu yana artan bir dozda zulüm yapmaya devam ettiğini görüyoruz. Ülkedeki iç savaş ve halka karşı yapılan bu zulüm neticesi oradaki insanlar bizim ülkemize doğru yöneldiler..

Türkiye 4 Milyona yakın mülteci ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu insanların büyük bölümü ülkemizdeki insanlarla akraba. Hem bu yüzden hem de vicdanen bu insanlara gelme diyebilmek mümkün değil. Zaman zaman azalsa da bu göçü teşvik edecek saldırılar devam ediyor..

Suriye’nin kuzeyinde yani bizim güney sınırlarımızda, rejimin otorite boşluğundan istifade ile rahatça hareket zemini bulan terörist güçler Türkiye için ciddi bir tehlike oluşturuyorlar. Ülke güvenliği açısından onların ya bertaraf edilmeleri ya da buralardan uzaklaştırılması gerekiyor. Bu unsurların yurt içindeki uzantılarıyla bağlantıları ve beraber çalışıyor olmaları ülke açısından ciddi bir sıkıntı doğuruyor.

Fakat bu noktada bir bakıyorsunuz stratejik müttefik dediğimiz ve bir çok uluslararası kurumda beraber çalıştığımız ABD, sun’i bir organizasyon olarak yakın zamanlarda ortaya çıkartılmış DEAŞ’ı bahane ederek bu Türkiye düşmanı unsurları destekliyor.

Tüm bunlara rağmen Türkiye, Fırat Kalkanı harekatı vasıtasıyla Özgür Suriye Ordusu ile birlikte, BM kurallarına göre meşru müdafaa hakkını kullanarak bir koridor açmaya muvaffak oldu. Daha sonra Afrin bölgesine yönelik de Zeytin Dalı Harekatına girişti. Tüm bunlar ülke güvenliğini tehdit eden dış saldırılara karşı meşru müdafaa hamleleri. Fakat ABD ve diğer ülkeler meşru müdafaa hakkımızı kabul etseler de yine de bir çok platformda bu olaylara sıcak bakmadıklarını ifade ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Bu ifade ediş bazen tehditkar tavırlara kadar varabiliyor.

Fırat nehrinin doğu tarafı ile ilgili hassasiyetlerimiz konusunda da ancak kısmi bir netice alabildik. O bölgeye yönelik yapılan son askeri harekat olan Pençe Harekatı, özellikle büyük güçler tarafından sınırlı bir seviyede tutulmaya çalışıldı. Buna rağmen güvenlik birimlerimiz belli bir bölgede ve derinlikte olmak üzere sınır ötesinde de bir güvenli bölge oluşturabilmeyi başardı.

Fakat burada dikkat çekecek husus ABD ve Rusya’nın Türkiye’yi rahatsız eden ayrılıkçı terörist topluluklarla ilgili Ülkemizin taleplerine karşı nedense fazla duyarlı davranmamaları ve bazen ayrı düşseler de çoğu kere bu taleplere beraberce karşı durmaları. PKK, PYD ve YPG güçleri yabancı ülkeler tarafından nedense Türkiye için ifade ettiği ölçüde zararlı ve tehlikeli görülmüyor. Burada bu güçlerin gerektiği zaman Türkiye’ye karşı operasyonel bir maşa olarak kullanılabilmesinin de büyük bir rolü var gibi görünüyor.

Suriye’deki girift ilişikiler içerisinde bir diğer önemli insiyatif de 2016 yılında devreye giren Astana süreci. Cenevre’de başlayan ateşkes görüşmelerinin yeniden canlandırılması için devreye sokulan bu süreçte, Türkiye, Rusya ve İran iç savaşta mücadele eden güçleri bir araya getirmeye ve belli bir zeminde buluşturmaya çalışıyorlar.. Bu görüşmelerde ilgili ülkeler çatışmasızlık alanları oluşturmayı ve saldırılardan kaçan toplulukları buralarda tutabilmeyi kararlaştırıyorlar. Bir dizi toplantılar sonucunda bir mutabakata varılıyor. Zikri geçen bölgelerde kontrol noktaları kuruluyor.

Fakat belli bir zaman geçtikten sonra maalesef hava tekrar değişiyor ve bombalamalar başlıyor. Uzun bir süredir güney sınırlarımızın dışındaki olaylara bakışta belli bir mutabakat dahilinde hareket ettiğimiz Rusya’da da tavır değişikliği hissedilmeye başlıyor..

Güvenli bölgeleri Ruslar ile mutabakat halinde beraberce oluşturan ve buralara kontrol noktaları kuran Türkiye’nin askerlerine karşı Rusya’nın desteği ile harekata girişen Suriye’li güçler saldırılar düzenliyorlar.. Türkiye tam bir karşı hamle ve sürpriz bir atakla karşı karşıya kalıyor.

Rusya destekli Suriye ordusunun İdlib civarına yapmakta olduğu son saldırılar üzerine buralarda yaşayan halk kuzeye yani Türkiye sınırlarına doğru gelmeye başlıyorlar.. Yeni dalgalar halinde gelmeye teşebbüs edenleri sınırlarımızın dışarısında tutmak için Türkiye, hem hükümet olarak hem de gönüllü kuruluşlar kanalıyla ciddi bir gayret sarfediyor.

Bu noktada Rusya’nın güneyimizde ortaya çıkan son gelişmelerdeki tavır değişikliğinin muhtemel sebepleri üzerinde biraz daha detaylı durmaya çalışalım.

LİBYA KONUSU

Sebeplerden bir tanesinin Libya konusu olduğu kuvvetle muhtemel.

Libya ile Türkiye ilişkisini daha iyi anlayabilmek için kısa bir tarihi arka plan okuması yaparsak;

Bir ülke düşünün ki bundan 100 sene evvel bugünkü sınırlarının çok ötesinde bir etki alanına sahip ve dünyanın çok önemli coğrafyalarındaki insanlarla akrabalık, dostluk , kardeşlik bağı ile bağlı olmuş. Bugün çok daha sınırlı bir yüzölçümüne sahip olsa da daha önceki dönemde ilişkide olduğu tüm coğrafyalardaki gelişmeler onu bir şekilde ilgilendiriyor. Türkiye işte böyle bir devlet.

Libya özelinde konuya bakarsak: Osmanlı bürokratlarından ve aydınlarından bir bölümü için Fizan, hatırlarından hiç çıkaramayacakları bir bölge idi . Üstelik ismi, uzaklık ifade eden darb-ı mesellerimiz arasına bile girmişti.

Sunusi tarikatı özellikle Sirenayka bölgesinde çok etkili bir hareketti. Kuzey ve Sahra Afrikasında toplumsal tabanı bir hayli genişti. Baba Sunusi ve Muhammed Mehdi zamanlarında Sahra’nın en büyük kütüphanesini kurmuşlardı. 1850’lereden sonra merkezlerini Cagbub’a taşımışlardı. Bu hareket Afrika’da önce Fransız daha sonra İtalyanlar ve Birinci Dünya Savaşı sırasında da İngilizlere karşı bölgelerinin kahramanca savunmaya çalışmışlarıdır.  . Sunusi ailesinden Ahmet Eş Şerif Es Sunusi Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’da diyar diyar dolaşıp Milli mücadele için gayret sarfetmişti. Ömer Muhtar Libyalılar için olduğu kadar bizler için de bir Milli kahraman durumundaydı.

Osmanlı Devleti zamanında, sınırlar içinde yer alan iki adet Trablus’un birine Trablus Şark birine de Trablus Garp adı verilmişti. Bugün Libya’nın bizim de tanıdığımız meşru hükümeti işte Trablus Garp bölgesinde alıyor.

1911 Yılında İtalyan’ların Libya’yı İşgal etmesi üzerine Osmanlılar yerel güçlerle birlikte bu bölgeleri savunmaya çalıştılar. Daha sonra Balkan Savaşı’nın çıkması ile Osmanlı kuvvetleri buralardan çekilmek durumdanda kaldılar. Fakat Sunusi ailesi liderliğindeki güçleri imkan nisbetinde desteklemişlerdi.

Lozan anlaşmasında Libya ve Sudan ile olan bağlantımızın kalmadığı hususu anlaşma metninin içine konuldu.

Bu maddeye rağmen bölge ile ilişkimizin tamamıyla kesilebilmesi mümkün müydü? .

Elbette mümkün değildi. Belli bir dönem kesiklikten sonra bu bölge ile gönül bağı, tarih bağı, din bağı ve akrabalık bağları üzerinden ilgimiz tekrar canlanmaya başladı.. Türkiye çok sorunlu bir politik figür olmakla birlikte Kaddafi döneminde bile bu ülke ile önemli işbirlikleri içine girdi. . İş adamlarımız ve müteahhitlerimiz ciddi yatırımlar gerçekleştirdiler.

Son aylarda Türkiye, ve Libya ( Trablus’daki meşru hükümet) Deniz Yetki Alanları Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası imzalayarak karşılıklı olarak kıyıları olduğunu deklare ettiler.. Bu  anlaşma ile iki ülke, Akdeniz’ de geniş bir hareket alanına sahip oldular ki bu da uluslararası alanda önemli bir başarı olarak tarihteki yerini aldı.

RUSYA İLE MASADA EL SIKIŞMA SAHADA BİLEK GÜREŞİ

Türkiye bugün Libya’da uluslararası camianın ve BM’nin meşru olarak kabul ettiği Trablus’ daki yönetimi destekliyor. Bu yönetimin karşısında da HAFTER adında bir dönem uluslararası camianın terörist olarak nitelediği bir kişi ve onun toplama askeri gücü var. Ortadoğu’da beraber hareket ettiğimiz, kendisinden S 400 savunma sistemi alma yolunda olduğumuz, üstelik doğal gaz projeleri ile sıkı sıkıya bağlandığımız Rusya, Wagner adlı askeri milis gücü ile Hafter’in yanında yer alıyor. Masada Rusya ile el sıkışıyoruz. Fakat sahada ( hem Suriye hem de Libya’da) Rusya ile dolaylı bilek güreşi yapıyoruz..

Orta Doğu coğrafyasındaki bir çok Müslüman Arap ülke de ( başta BAE ve Mısır olmak üzere) Hafter’i destekliyorlar. Tabii Avrupa’dan da mesela Fransa gibi ülkeler Hafter’in yanında. Libya krizi son günlerde Türkiye için çok önemli bir sınav alanı olarak gündemi meşgul ediyor.

Orta doğu bölgesine YENİDEN dönersek:

Müslümanlar için yeryüzünde tartışmasız üç önemli mescid var . Mescid-i Haram Mekke’de. Mescid-i Nebevi Medine ‘de ve Mescid-i Aksa Kudüs’te

Osmanlı bu üç noktaya da tarih boyunca çok büyük hürmet etmiş. Her yıl Mekke ve Medine’ye sürre alayları göndermiş. Her üç Mescide ve çevrelerine hizmet etmeye çalışmış. Derken 20’nci yüzyılın başında o dönemki dünya politikasının yön vericileri bizleri oradan koparmak için ciddi bir hamle yapmışlar. Daha sonrasında o bölgelerle aramıza geniş bariyerler inşa etmişler. Nevzuhur ülkeler, Uydu yönetimler, Osmanlı’ya ihanetleri karşılığında kendilerine ve nesillerine belli toprak parçalarının verildiği aileler, kabileler vs. .

O dönemlerde Türkiye kendi gücünü toplama gayreti içinde olduğundan bu konuda pek bir şey yapamamış fakat ilgisini de hiç bir zaman tam olarak kesmeyip içten içe canlı tutmaya çalışmış. Zamanı geldiğinde ilişkilerin yeniden kurulmaya başladığını gördüğümüzde bu ilginin zor dönemlerde de alttan alta devam ettiği sonucunu çıkarabiliyoruz.

Mesela Osmanlı son dönemlerinde ciddi sıkıntılarla uğraşırken bile Bağdat ve Hicaz demiryollarını inşa etmeye girişmiş. Bugün bile ilgili ülkelerdeki aklı selim sahibi kişiler bu yolların önemini ifade ediyorlar. Bu emperyalist güçler o yolları sürekli kullanılamaz hale getirmek için uğraşmışlar.   Daha sonraki dönemlerde imkan buldukça sınır kapıları inşa etmişiz, kara yolları yapmışız. Bu bölgelerle bizim ilişki kurmamızdan rahatsız olanlar ise o kapılar ve yolların fırsat buldukça güvensiz bir hale dönüşmesi için uğraşmışlar.

Fakat yine de aramızda sınırlar ve çeşitli ülkeler olsa da Türkiye’den kara ve deniz yolu ile Hac ve Umreye gitmeye çalışmışız. Daha sonra hava yolları da devreye girmiş. Ticaret yapmaya gayret etmişiz. Çünkü o bölgeler Türkiye’ye sarsılmaz bağlarla bağlı . Bu bağ yönetimler düzeyinden daha çok halklar düzeyinde canlı bir şekilde devam ediyor.

Tabii Orta Doğu bölgesinde petrolun varlığı ve petrolün Batılı sanayiler için hayati öneme haiz olması da bizim bu bölgelerden uzak tutulmamız için batılı sömürgeciler tarafından bilinçli olarak takip edilen bir hedef olmuş.

Batılı ülkeler Mekke ve Medine’nin yönetimi için Suudi ailesini bu toprakların başına koymuş ve onlarla sıkı bir maddi menfaat mekanizması oluşturmuşlar. Kudüs için de seçilen en önemli müttefik İsrail Devleti. İsrail küçük ama etkili bir çıban başı olarak o bölgede sürekli sorun çıkarıyor ve bu toprakları adeta kendi öz vatanı gibi lanse ediyor.

Yine stratejik müttefikimiz gibi duran ABD son günlerde Türkiye’nin hissiyatını nazar-ı itibare almayarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmekten çekinmiyor.. Burada ABD Sadece bizim de değil o bölgedeki Müslüman ahalinin de hissiyatını ciddiye almıyor ve bu tarz bir insiyatif kullanıyor.

Söz buraya gelmişken dikkati çeken bir diğer noktaya daha temas etmeyi arzu ediyorum. Ne zaman Türkiye kendi dış politikasında ciddi bir mesele ile uğraşsa Türkiye’nin hassas olduğu başka bir meselede onun isteği ve düşüncesi hilafına bir oldu bittinin yapılması. Son örnekte de böye oluyor. Türkiye güney sınırlarının dışında Suriye’nin saldırıları, Rusya’nın tavrının değişmesi ve Libya’da Hafter krizi ile uğraşırken bir bakıyorsunuz ki ABD İsrail ile el sıkışıp yüzyılın planı diye bir anlaşmanın can sıkıcı maddelerini açıklıyor. Bu maddeler içinde en önemlisi de Kudüs’ün tamamen İsrail insiyatifine terk edilmesi kararı. Kudüs tarihin her döneminde Müslümanlar için çok büyük önemi olan bir ülke. Bugün de bu önem aynı tarzda devam ediyor.

Tüm bu dengeler içinde özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası politikada aktif olan rolünü ABD’ye bırakmak durumunda kalan, ama olayların gerisindeki sessiz ama derinden etkisini daima muhafaza eden İngiltere’nin tavırlarını da dikkatlice izlemekte yarar var. Çünkü İngiltere ve geniş bir organizasyon olarak İngiliz Milletler Topluluğu uluslararası Satranç oyununda dikkate alınması gerek önemli bir ülke..

Bu oldu bittilere karşı güçlü bir şekilde sesini çıkaran ve etkili bir tarzda savunmasını yapan ülke olarak Türkiye’yi görüyoruz. Bu yazının kaleme alındığı saatlerde İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ABD’nin Kudüs’ü tamamiyle İsrail’e verme niyetini de içinde barındıran Yüzyılın Planı’nı reddettiğini açıklaması sevindirici bir gelişme olarak ilan edildi Esasında beklenti olarak Hristiyan ülkelerin de Kudüs konusunda daha dikkatli ve İsrail oldu bittilerini kabul etmeyen bir halde bulunmaları gerektiği düşünülebilir fakat İsrail nedense onlar için tercih edilebilir bir ülke olarak değerlendiriliyor ki bu tarz bir tutum takınıyorlar.

PETROL NAKLİYESİNİN ÖNEMİ

Körfez bölgesinin petrol kaynaklarının buradan taşınması için önemli bir yol Basra körfezi ve Hürmüz boğazı. Aynı zamanda bu yol Aden körfezi üzerinden devam edip Kızıldeniz ve Süveyş kanalını takip ederek Akdeniz’e çıkıyor. Buralar tarih içinde çok uzun süreler ya Osmanlı kontrolünde veya Osmanlı ile dost yönetimlerin elinde bulunmuş yerler. Buraların halkları ile uzunca bir süre adeta akrabalık münasebeti içinde olmuşuz. Fakat bugün Basra körfezi çevresindeki bir çok ülke batılı sömürgeciler tarafından adeta ablukaya alınmış ve Türkiye’ye karşı her tür operasyonun içinde yer alıyorlar. Burada kısmen Katar’ı sağlam bir duruş içinde görmekteyiz.

Aden körfezinin dibindeki Yemen ise kardeş kavgasının en yoğun gerçekleştiği bir yer. Bu bölgenin karşı tarafında Afrika cenahında ise Somali ve Cibuti yine petrol yolu üzerindeki çok stratejik noktalar.

Türkiye tarihi bağları ile buralarla teması canlı tutmaya çalışıyor fakat batılı sömürgeciler direk ve çoğu zaman da dolaylı yollarla daima Türkiye’yi bir şekilde buralarda yıpratmaya çalışıyorlar.. Son yıllarda Somali’de meydana gelen kanlı suikastler hep dünyanın başka bir tarafında bu ülkelerin menfaatlerine uymayan bir şey yaptığımız zaman karşımıza çıkıyor. Enteresan bir diğer nokta, bu kanlı eylemleri yapanlar da maalesef maşa tarzında kullanılan örgütler. Yine bir çoğu ile aynı kıbleye doğru namaz kılıyoruz. Bu üzücü hal ise İslam ümmetinin önemli bir sınavı.

Orta Doğu’nun ve özellikle Arap aleminin ağabeyi durumundaki Mısır, Türkiye’nin tarih içinde İslam dünyasına liderlik etme yolunda bazen kısmi rekabet ettiği bir ülke olmasına rağmen ilişkimizin kesilmediği bir coğrafya.. Oradaki yönetimler tarihi süreç içinde de bazen merkeze başkaldırmışlar. Fakat halkı ile ciddi bir sorunumuz olmamış. Bir ilim merkezi olarak Osmanlı alimleri ve aydınlarının bir ayağı hep burada olmuş. Rahmetli Mursi zamanda çok iyi olmasına rağmen onun devrilmesinden sonra Mısır ile ilginç bir kopukluk yaşıyoruz ki bunu da sömürgeci devletlerin başarıyla yaptığı fakat bizim de karşı koyamadığımız bir satranç hamlesi olarak not etmemiz gerekiyor.

Cezayir ve Tunus da 19.yy’ın sonlarına kadar ilişkimizin yoğun devam ettiği Akdeniz ülkelerinden. Osmanlı denizcileri ve onların torunları hep buralarda geniş bir etki bırakmış. Halkları ile dini, kültürel ve tarihi bağlarımız var. Onlarla ne zaman ilişkiyi geliştirsek oralarla ilgili bir sömürgeci güç ilginç bir şekilde bizim başka bir alanda önümüze engel çıkarıyor.

Son dönemlerde bu Türkiye bu ülkelerle de derinlikli ilişkiler kurmaya gayret ediyor. Özellikle son Libya krizi vesilesiyle karşılıklı görüşmeler bir hayli fazlalaştı.

BALKANLAR, KAFKASLAR VE TÜRKİ CUMHURİYETLER

Balkan savaşları ve Birinci Dünya savaşı sonrasında çekilmeye mecbur kaldığımız Balkan coğrafyası, Rumeli veya Avrupa-i Osmani, her an akrabalarımızın yaşadıkları bölgeler olarak ilgi alanımız içerisinde yer alıyor. Özellikle Batılı ülkeler ise bu bölgeleri adım adım bizden koparmaya çalışıyorlar. Balkanlar üzerinde Avrupa Birliği ülkeleri ve özellikle Almanya ile örtülü ama ciddi bir rekabeti yaşamaktayız. Tabii Rusya ile de bu bölgeler üzerinde tarihi rekabetimiz bazen azalarak bazen de artarak devam ediyor.. Bu mücadelede bizimle rekabete giren ülkeler oradaki Müslüman unsurları her durumda devre dışı bırakmaya gayret ediyorlar. Türkiye bu konuda da çeşitli hamlelerle ilgiyi canlı tutmaya gayret ediyor.

Karadeniz kıyısındaki bölgeler, başta Kırım, Kafkaslar ve doğumuzda Azarbeycan; hepsi birlikte gözleri bizde olan bölgeler. Biz de oralarla tarihten ve din kardeşliğimizden gelen bir duygu ile bağlılığımızı sürdürüyoruz. O bölgelerden Türkiye’ye göç etmiş genişçe bir nüfus kitlesi bulunuyor.

Bu bölgelerle geliştirdiğimiz her temas karşısında başka bir yerde Rusların farklı bir hamlesi ile karşı karşıya kalınıyor. Tabi Türkiye de Rusların başka bir coğrafyada bizim karşımıza çıkardığı sorunlara karşı bahsi geçen bölgelerdeki hamlelerini arttırmaya çalışıyor. Son günlerde Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Ukranya’daki ziyareti sırasında Rusya’nın Kırım’ı ilhakını Türkiye olarak tanımadığımızı beyan etmesi bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir hareket olarak not edilmeli. Satrancın bir yönü savunma ise bir yönü de gerektiğinde etkili bir tarzda hücum edebilmek.

İlave olarak Türki Cumhuriyetler de Türkiye’nin ilgi alanında coğrafyalar.; Anadoluya gelen kitlelerin büyük bölümü kökleri itibariyle Orta Asya’ya kadar dayanıyorlar. Türkiye’deki tasavvufi oluşumların bir kısmı yine Orta Asya civarından buralara kadar gelmiş alimlerin izlerini taşıyor.

Tarihi bir hakikat olarak ortada durduğu üzere zamanında büyük bir dünya devi olan bir ülkenin bakiyesi olduğumuzdan tabii ki ilgi alanımız çok geniş. İstemesek bile olaylar bizleri etkiliyor.. Dolayısıyla bunlar beni ilgilendirmez deme şansımız da pek yok gibi. O zaman tüm bunlara karşı çok kontrollü davranışlar göstermek zorunluluğundayız.

VE ÇİN

Son olarak Çin konusuna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.

Çin, son dönemlerde dünya politikasında etkin bir güç olma yolunda ciddi hamleler yapıyor. BM’de veto hakkına sahip 5 ülkeden biri. Dünya politikasında dengeleyici güç olma potansiyeline de sahip.

Türkiye uluslararası arenada oynamaya çalıştığı satrancın içinde Çin unsurunu da çok etkili bir şekilde hesaba katmak zorunda. Çünkü Çin, yazının başından beri bahsettiğim tüm coğrafyalarla ilgili hesabı olan bir ülke. Özellikle son dönemlerde üzerinde çalıştığı Bir Kuşak ve Bir Yol projesi Türkiye’nin mecburi ilgi alanındaki ülkeler ve topluluklarla bire bir alakalı. Türkiye’nin içindeki ve çevresinde bir çok karayolu, demiryolu ve deniz yolu projelerinde Çin etkin bir ülke olarak yer alıyor. Türkiye’nin de bu önemli gücü bir çok projesi içinde hesaba kattığını müşahade etmekteyiz… Bu arada dikkati çeken ilginç bir başka nokta da Çin’in Türkiye ile münasebetlerinin sıcak olması gerektiği her durumda Uygur ve Doğu Türkistan meselesinin özellikle batılı kaynaklar tarafından hemen ısıtılması. Bu durum Türkiye açısından dikkatle ele alınması gereken bir nokta.

Bu noktada ‚Uygur ve Doğu Türkistan konusu ilgi alanımız dışında mı kalmalı?”diye bir soru akla gelebilir.

Hayır öyle demek istemiyorum. Lakin o meseleye karşı tavır koyarken başka alanlardaki işbirliği imkanlarını da zedelememek gerekir görüşünü öne çıkarmak istiyorum.

ÇOK ALTERNATİFLİ DIŞ POLİTİKA

Bu noktada Türkiye’nin bir dönem uygulamaya çalıştığı çok alternatifli ve olabildiğince fazla sayıda uluslararası örgütü değişen olaylarda değerlendirebilen bir dış politika uygulamasının ciddi bir yarar sağlayacağını gözden uzak tutmamak gerekiyor.

Dış politikada bazen bire bir ilişkiler önemli olduğu gibi, farklı ağırlıktaki uluslararası örgütleri de gerektiği zamanlarda devreye sokabilmek çok ciddi yararlar sağlamakta

Türkiye dış politika hamlelerini genelde uluslararası anlaşmalar ve normlara göre yapma ilkesinden vaz geçmemeye çalışan bir ülke. Güç kullanması gereken noktalarda bile bu gücü kullanırken BM kararlarına ve uluslarası teamüllere uymaya gayret ediyor. Mesela Suriye’ye karşı yapılan askeri harekatlarda BM’nin 51 nolu maddesine özellikle uyulmaya gayret edilmiş ve bu hususun altı kalın çizgilerle çizilmişti.

Türkiye’nin karşısında yer alan büyük güçler uluslarası sistemin kontrol noktalarında olmalarına rağmen (Bu güçler genelde BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip 5 üyesi) kural ve kaidelere uymamayı ve keyfi davranmayı seçebiliyorlar. Güç merkezli realist bir yaklaşımı haklı çıkarıcı davranışlar uluslararası sistemin hakkaniyetli işlemesi önünde en büyük engeller olarak yer alıyor.

Yine Türkiye’nin son dönemlerde başarıyla uygulamaya muvaffak olduğu gönüllü teşekküller ve yarı kamusal yardım ve kültür kuruluşları eliyle yapılan soft power ( yumuşak güç) politikaları da kayda değer başarılar sağlamakta Burada TİKA; YUNUS EMRE; MAARİF VAKFI, DIŞ TÜRKLER VE KIZILAY gibi kurumları zikretmemiz önem taşıyor. Bu kurumlarımızın daha verimli ve sağlıklı bir eşgüdüm içerisinde çalışmaları ayrıca bunların yanına DİYANET’i ve bazı gönülü kuruluşları da dahil ederek alternatifleri çoğaltmayı başarabilmeliyiz. Bu alanlarda şu ana kadar yararlı çalışmalar yapılmakla birlikte koordinasyonun daha etkin olması gerektiği gözlerden kaçmamaktadır.

SONUÇ OLARAK,

Türkiye’nin dış politikasında zaman zaman bazı bölgeler ve unsurlar daha fazla öne çıkıyor gibi görünüyor. Fakat şunu hiç bir zaman unutmamak gerekiyor ki uluslararası ilişkiler esasında birbirlerinden tamamen bağımsız olaylar değil. Hemen hepsi adeta bütün bir satranç oyunun farklı farklı köşelerde, devam eden kısımları.

Bu kısa yazı çerçevesinde Türkiye’nin tüm dış poltika meselelerine değinmek ve onlarla ilgili yorumlar yapmak iddiasında değiliz. Yazının hacmini daha fazla genişletmemek için bazı bölümleri kısa geçmek bazı noktalara da değinememek gibi bir durumda kaldık.

Fakat burada özellikle dikkat çekmeye çalıştığımız husus dış politikaya bakış ile ilgili bir perspektifin altını çizebilmek. Suriye ile uğraşırken bilmeliyiz ki oradaki bir hamlenin karşılığı bazen Libya’da atılmakta. Kanal İstanbul’u konuşurken bu konunun bir tarafında Türkiye’nin dünya denizyolları içindeki hakimiyet mücadelesini veya dış ticaretindeki önemli bir köşe taşını da konuşuyoruz. Montrö anlaşmasından bahsederken kökü Osmanlı dönemine kadar uzanan bir Boğazlar meselesini ve onun taraflarının dünkü, bugünkü ve muhtemelen de yarınki pozisyonlarını değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

Yunanistan ile bir meseleyi çözmeye çalışırken aynı zamanda bilmeliyiz ki bu konu Doğu Akdeniz’deki doğal gaz mücadelesinin de bir alt gündemi veya Balkanlardaki bir oluşumun bizim önümüze getirdiği bir konu .

Dolayısıyla tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dış politika yapımcılarının işleri çok zor. Fakat Dış politika ile ilgili yorumlar yapan bir çok kişi bazen bir parçayı ele alarak neyin nasıl olmaması gerektiğini tek başına bir meseleymiş gibi rahatlıkla ifade edebiliyor. Sadece analiz ettiği olayla ilgili gördüğü eksiklikleri dile getiriyor. Kısmi bir konudan bütünün tamamına yönelik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor. Bu sonuçlar da maalesef bir çok hatayı bünyesinde barındırıyor

Oysa oyunun tamamını görerek neyin nasıl yapılması gerektiği ve bunun kısa, orta ve uzun vadede nasıl olması icap ettiğini kurgulamak çok ciddi bir çaba istiyor. Bu çabanın hem Dışişleri kadroları, hem de bu konularla uğraşan akademisyen ve araştırmacılar tarafından derinlemesine ve detaylı bir şekilde ortaya konulması ülkemiz ve dünyamız için hayati bir önem taşıyor.