Müteşebbislik her zaman iyi birşey midir?

Bu güne kadar süregelen hayatımızın büyük bölümünde Kader-i İlahinin bir tecellisi olarak ya bir işi veya organizasyonu kuran, ya aktif olarak yöneten veya yönetiminde söz sahibi olan bir konumda bulunduk. Yani müteşebbislik çerçevesi içerisinde yer aldık. Dolayısıyla bu yazıda müteşebbisliğin bazı yönleri ile ilgili düşüncelerimi ve hislerimi dile getirmek istiyorum.

Müteşebbislik veya daha yeni tabirle girişimcilik, dışarıdan bakıldığında diğer pozisyonlara göre genel anlamıyla daha ‘konforlu’ görülebilir. Konfor kelimesini kullanmamın sebebi Başkanlık, Yönetim Kurulu üyeliği veya çok da sevmememe rağmen sıkça kullanılan patronluk lafızları birçok kişi nezdinde diğerlerine göre daha sorunsuz, daha rahat, daha az hesap verir bir hali çağrıştırır. Bir açıdan bakıldığında böyle değerlendirilmesinde haklılık payı da yok değildir. Fakat omuzlara yüklenen sorumluluk, insanların haklarına ve hukuklarına riayet etme, kamunun hakkına tecavüz etmeme gayreti gibi hassasiyetleriniz varsa, ilk bakışta konfor gibi görünen durum başka bir istikamete doğru yönelebilir. Sizin üzüntü, acı, tek tek kişilere ve top yekün kamuya karşı borçlu kalma veya ilişkilerde hayal kırıklığına uğrama gibi hisleri yaşamanıza sebep olabilir. Bunlar da gayet ağır maliyetleri olan duygulardır. Vicdanı olanları derinden rahatsız eder.

Kişilerle münasebetlerinizde bazen ne kadar gayret etseniz de muhataplarınızla arzu ettiğiniz bir ilişki zeminini kuramayabilirsiniz. Veya siz sağladığınızı zannederseniz fakat muhataplarınızın beklentileri farklıdır ve o zaman, onları istenen oranda gerçekleştiremediğinizi görürsünüz.

Bazen bu uyumsuzlukların insani ilişkilerle çözülmesi mümkün olabilmektedir..

Bazen ise tüm gayretlerinize rağmen yine de arzu ettiğiniz mutabakatı sağlayamayabilirsiniz. Karşınızdakilerin sessizce konuyu kabullendikleri zamanlar olduğu gibi, sizi hırpalamaya çalışanlar, belli bir hukukunuzun olduğunu zannettiğiniz halde size insafsızca saldıranlar olabilir.

Bazı zamanlarda, karşılıklı olarak belli bir mutabakat sağlayamadığınız meselelerin sizinle değil de bu konularla hiç ilgisi olmayan yerlerde ve kişilerle konuşulduğunu duyarsınız. Savunmanız bile alınmadan birileri sizi linç etmeye, hakkınızda ulu orta dedikodu yapmaya başlar. Çaresiz kalırsınız. Böylesi durumlarda dervişane davranabildiğiniz örnekler olduğu gibi şiddetli davrandığınız haller de olabilir. Dervişane hal bazen sizi rahatlatabilir bazen de iç dünyanızı yıpratır. Tersine olarak şiddetle mukabele ettiğiniz durumlarda da akabinde kısa bir ferahlık olsa da sonrasında vicdan azabı çekebilirsiniz. Yine içiniz acır.

Bu tür durumlar değişik  sınav türleridir. O konforlu gibi görünen halin ağır bedelleridir.

Bir diğer sıkıntılı durum da “özellikle patronluk veya başkanlık” gibi şapkaların insani ilişkilerin arasına çoğu kere garip bir perde çektiğini hissettiğiniz zamanlarda ortaya çıkar. Sizinle beraber olan ve bu beraberliği dışarıdan bakıldığında yakınmış gibi görünen bazı kişilerin, en umulmadık anlarda, yakınlığın getirdiği bazı avantajları, tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde farklı değerlendirdiklerini gördüğünüz olaylarla karşılaşabilirsiniz. Siz insan olmanızın gereği gönlünüzü açmışsınızdır. Daha açık bir deyimle rahat ve belli bir seviyede kontrolsüz davranmışsınızdır. Bir de bakmışsınız ki rahat bir ortamda iken yaptığınız bir hareket, söylediğiniz bir söz bulunduğu çerçevenin dışına bir yere taşınmış ve tabir-i caiz ise size karşı bir silah haline gelivermiş. Veya bu tarz bir kullanıma vasıta olabileceği hissettirilmiş. Bu tür durumlar da ağır sınav türlerinden olarak kayda geçecek hususlar arasında zikredilebilir.

Tabii zikri geçen bu sahneler genellikle  hayatın daha erken dönemlerinde vuku bulmaktadır. Çünkü ilerleyen zamanlarda ve olaylardan dolayı adeta sütten ağzınızın yanma sayısının artması ile siz de artık yoğurdu bile üfleyerek yeme moduna geçer ve daha kontrollü olmaya başlarsınız. Mesafeye daha fazla dikkat edersiniz. Bu da yukarıda bahsettiğim perdenin oluşmasına katkı sağlayan şeylerden birisidir.

Hayatın ilerleyen yıllarında sosyal konumunuzun, bulunduğunuz iş veya vazifelerdeki mevkiinizin görece yükseldiği oranda etrafınızdaki hakki manada güvenebileceğiniz insan sayısının azalması ihtimali de önemli bir tehlikedir.  Böyle bir tehlike belirdiğinde gerçek dostlarınızın varlığı sizi bu tür bir halden koruyabilir. Şayet bu tür dostlarınız yoksa, o zaman, içinde yer aldığınız işler ve organizasyonların gerektirdiği münasebetlerin etrafınızda oluşturduğu zamanla ve işlerle mukayyet insan gruplarının çoğalması veya azalması sizi ruhi sıkıntılara sokabilir. Tekraren ifade edeyim, gerçek dostlar böyle durumlarda sığınılacak en güvenli limanlardır. Gerçek dostları olmayanların durumları ise hakikaten içler acısıdır.

Bir de sosyal, siyasi veya iktisadi seviyeniz göreceli olarak yükseldikçe iç derinliğinizin en azından aynı oranda ( tercihen o dereceden daha fazla) artabilmesi de sizi bu tür tehlikelerden kısmen koruyabilir. Dışınızdaki göreceli değişiklikler size tesir etme gücü bulamazlar. Tabii bunun için de gerekli ruhi eğitimi zamanında almış olmak gerekir de o her zaman ve herkes için mümkün olabilir mi ayrı bir mesele.

İnsani münasebetlerin bir diğer yönü de vefayı gerektiren durumlarda, karşı taraftan bunun aksi davranışlar sadır olduğunda içine düşülen halet-i ruhiyedir.. Esasında genel hayat prensibimizin insanoğlunun, hayatının her safhasında yapması gereken şeyleri yapmaya çalışması, bunları herhangi bir kişiden karşılık beklemeden yerine getirmesi, yaptığı davranışlardan dolayı da o davranışlardan fayda sağlayan kişileri kendisine borçlu olarak görmemesidir. Kul vazifesini yapar, takdir edecek olan sadece Allah’tır. Doğrusu da budur.

İdeal anlamda böyle düşünülmesi gerekse de insanoğlu zayıf bir mahluk olduğundan ve nefis taşıdığından bazen beklemediği davranışlara muhatap olduğunda morali bozulmakta, canı sıkılabilmektedir. “Yahu teorik olarak sen farklı bir şeye inanıyorsun niye canın sıkılıyor, takma kafana geç git” dense de bu öğüdün tesir etmediği durumlara da rastlanmaktadır.

Buraya kadar bahsettiğimiz konular genelde patronluk veya başkanlık durumunda olan kişilerle ilgili daha çok iç hali anlatan örneklerdi. Bunun dışında bir de bu kesimlerin devletle ve kamu yönetimi ile ilgili alanlarda yaşadıkları sorunlar bulunmaktadır. Bu noktada onlarla ilgili de birkaç misal vermemiz yararlı olabilir

Mesela işveren ve iş gören münasebetlerinde bir ihtilaf vuku bulduğunda genel mantık maalesef daima işverenin tarafının haksız olduğu ön yargısıdır. İlk bakışta işveren tarafı daha güçlü görünmekte ( veya öyle varsayılmakta) ve hüküm verme durumunda olan kişi ve kurumlar hemen göreceli olarak daha zayıf diye nitelediği kesimi yani iş göreni  destekleme eğilimine girmektedir. Oysa bu hal her zaman doğru değildir. Vuku bulan her olayın kendine ait bir gerçeği ve şartları bulunmaktadır. Böyle bir hal başınıza geldiğinde yargılama yapan kişilerin büyük bölümü size sorma gereği bile duymadan hemen hükmü yapıştırır. Madem girişimcisiniz ve patronsunuz o zaman kesin haksız bir durumdasınız. Tabii bu arada az sayıda da olsa hakkı teslim etme gayesiyle sizi de dinleyenler çıkabilir. Varsın sizi haksız bulsunlar ama yeter ki birileri samimiyetle dinlesin..

Başka bir açıdan bakıldığında şayet girişimci iseniz, sosyal, siyasi ve iktisadi meselelerde aktif olmak teşvik edilirken, ihtilaf vuku bulduğunda nedense hemen ( sorgusuz sualsiz) suçlanırsınız; bu da anlaşılmaz bir durumdur.  Örnek vermek gerekirse, devlet ve kamu yönetimi, müteşebbis kesimi yani en başta ele aldığımız o patron kesimini,  iktisadi anlamda çoğu kereler hırsız, vergi kaçakçısı, şahsi menfaati peşinde koşan ve toplumun adeta artık değerini gasp eden bir kesim olarak görmesidir. Bu psikoloji insanı çok yaralayan bir yaftalamadır. Herkes gibi girişimciler de bu vatanın evlatlarıdır ve en azından kendilerini suçlayanlar kadar bu vatanı severler, kamunun hakkına bir başka deyimle yetim hakkına saygı duyarlar. Fakat buna rağmen hayretle müşahede edileceği üzere kamu yöneticileri (çok az bir istisnası dışında) çoğunlukla devleti ve sistemi muhafaza ettiklerini düşünmekte, kendileri dışındaki bu müteşebbis kesime hiç güvenmemekte ve onlara daima şüphe ile bakmaktadırlar.

Oysa suçlanan bu insanlar bir işin altına girerken ciddi bir yük ve risk almaktadırlar. Sık sık ortaya çıkan sistemik krizlerde müteşebbis kesimler büyük kayıplara uğramaktadırlar. Bu dönemlerde ise sadece kendi hallerini değil yükünü üstelendikleri kesimleri de düşünmek durumunda kalmaktadırlar. Oysa bu tür kriz hallerinde özellikle devlet güvencesi altında çalışan ve kamu kaynakları ile geçinen kesimlerin kayıpları genellikle minimum düzeyde olmakta ve girişimci kesimlerin oluşturduğu direk veya dolaylı vergi gelirlerinden oluşan havuzdan faydalanabilmektedirler. Böyle durumlarda müteşebbis kesim içindeyseniz ve eğer ayağınız bir taşa takılıp düşerseniz destekçi olarak hiçbir şekilde kamuyu yanınızda bulamazsınız. Bazı hakiki dostlarınız sizi arar sorar. Çoğu dost bildiklerinizin olayları maalesef çok uzaktan izlediklerini hissedersiniz. Tabii bu arada bazı kişilerin gizliden gizliye oh olsun dediklerini bile işitebilirsiniz.

Niye böyle olur acaba? Şöyle izah etmek mümkündür sanırım; Ülkemizde girişimciler maalesef sözle desteklenirler fakat girişimcileri ruhen destekleyen bir iklim bu güne kadar oluşmamıştır. Girişimci güçlü ise ona karşı durma cesaretini pek kimse gösteremez, hatta kimisi para, kimisi  mal vermek ister. Kimileri de aman ben sana hizmet sunayım veya yanında çalışayım diye ısrarcı olur.  Fakat bir de düşmeyesiniz. İşte o zaman , ‘şuna bir tekme de ben vurayım’  hevesini taşıyan çok fazla kişi, kurum ve kesimin sıraya girdiğini müşahede edebilirsiniz.

Bu çerçevede bir diğer sıkıntılı bir gerçek de ülkemizde kıdem ve ihbar tazminatları ile ilgili cari durumun sürekli ihtilaf çıkmasına uygun bir formda düzenlenmiş olmasıdır. Bundan dolayı da mahkemelerde bu konu ile ilgili ihtilaflar büyük bir yekün tutmaktadır. Belli bir düzeyin üzerindeki firmaları bir kenara bırakırsak özellikle KOBİ seviyesindeki yapılar için bu tazminat olayı tam bir Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde dolaşmaktadır. Bilindiği üzere yaklaşık 20 küsür yıldır kıdem tazminatı fonu veya buna benzer bir çözüm üzerinde ciddi olarak konuşulmaktadır. Lakin bahse konu meselede ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Mesele mi çok girifttir yoksa tarafların ajandalarında bizim de bilmediğimiz başka maddeler mi vardır.? Bahsi geçen bu 20 yılda konu ile özel ilgisi olan bu satırların yazarı bile bu hususu yeterince anlayamamıştır.

Sonuç itibariyle bu sahada adaletli bir sistem kurulamadığından hem girişimci kesimi hem de çalışan kesim kendini haklı görmekte ve nihayetinde neredeyse herkes kendini kayba uğramış hissederek bir diğerini suçlamaktadır. Adaletli bir yolun bulunamadığı ortamda ise taraflar birçok kere kendi menfaatlerini korumak için doğru olmayan yollara tevessül etmektedir.

İlave bir husus da Devletin özellikle kendi alacakları için tercih ettiği metotla kendi borçları için uyguladığı metot arasındaki farktır. Devlete karşı borcunuz olduğunda, piyasa rayiçlerinin çok üzerinde bir gecikme zammı ödemek durumunda kalırsınız. Fakat alacaklı durumda iseniz naçar beklersiniz ve bu bekleme için de hiçbir fark alamazsınız. Diyelim bir çevre belediyesinden alacağınız var ve onu zamanında alamıyorsunuz. Ama SSK ve muhtasar borçlarınızı ve çalışanların maaşlarını zamanında ödemek durumundasınız. Ödemediğiniz her ay için ciddi bir fark devlete olan borcunuzun üzerine biniyor. Fakat alacak aynı yerinde duruyor. Yanınızda çalışanların paralarını da zamanında ödemek durumundasınız ki o insanların büyük kısmının tek gelirleri sizden alacakları maaşlar.

Pekiyi  bu paraları nereden bulacaksınız?

Nereden bulursanız bulun. Bu kamuyu da ilgilendirmez çalışanı da ilgilendirmez. Çünkü siz müteşebbissiniz ve patronsunuz. Her durumda mükellefiyetlerinizi yerine getirmeye mecbursunuz. Aksi durumda bu kesimlerin her biri size insafsızca eleştirebilir. İlave olarak kamudan alacağınızı istemekte ısrarcı olursanız yaptığınız işi de kaybetme riskinin taşıyorsunuz. Böyle bir durumda boynunuz büküp beklemek durumundasınız.

Bazı dönemlerde devlet bir kısım alacaklarını taksitlendirmekte ve görünürde bir ferahlama sağlamakla birlikte sonuçta bu rakamlar o müteşebbislerin üzerinde durmaya devam etmektedir. Son dönemlerde nefes kredisi adı altında bu girişimci kesime bazı borç paralar verilmekte ve bu şekilde onların mağduriyetleri giderilmeye çalışılmaktadır. Peki bundan önceki senelerde bu tür açmazların içine düşen ve bu şekilde işlerini kaybeden, birikimleri yok olan nice girişimcinin haklarını kim ve ne şekilde ödeyecek? Sanırım onlar Rahmetli babamın deyimiyle Mahşer vadeli alacaklar olarak defterlerde yazılı duruyor.

Bu çizdiğim tablo içinde patron veya yönetici kesimlerin hepsinin çok masum ve günahsız oldukları tarzında bir görüntünün oluştuğunun farkındayım. Sırtını devlete yaslayarak iş yapmayı alışkanlık haline getirmiş, nüfuz ticareti yapan, spekülatif kazançlar peşinde koşan, kötü niyetli kamu görevlileri ile iş birliği içinde haksız gelirler elde ederek genel sistemin adaletli çalışmasını adeta sabote eden azınlıktaki kişileri bu tarifimin ısrarla dışında tutmak istiyorum. İsimlerini bu yazıda üzülerek belirtmek zorunda kaldığım bu kesimin haricindeki büyük müteşebbis kitle, özellikle KOBİ statüsündeki iş yerleri ve onların patron ve yöneticileri burada çizmeye çalıştığımız resmin asli unsurlarıdır.

Özetle ifade etmek gerekirse patron veya girişimci diye adlandırılan kesimler dışardan bakıldığında gayet konforlu (!) bir hayat içinde görünmekle birlikte içine nüfuz etmeye çalışıldığında, taşımak zorunda oldukları hem insani hem de maddi büyük yükler altındadırlar. Bu döngünün dışında kalanların yorumları ile kolaylıkla başkalarının haklarını gasp etmekle suçlandıkları gibi, Devlet tarafından da kamunun haklarını üzerlerine geçiren ve devletin sürekli affederek kendine adeta borçlu durumda tuttuğu tabiri caizse asalak bir zümre olarak vasıflandırılmaktadırlar. Oysa olaya çok genel bir açıdan bakıldığında onların büyük çoğunluğunun uğradıkları önemli mağduriyetler ve taşımakla mükellef oldukları bazen çok ağır boyutlara varan insani yükler bulunmaktadır.

Buraya kadar yazıyı okuma zahmetine katlanan birçok müteşebbis arkadaşımızın, dış ticaret, banka ve finans kurumu ilişkileri, imalat ve hizmet alanındaki sorunlar ve sair konularda daha ne hikayeler, ne problemler, ne acılar var dediklerini duyar gibiyim. Onları da inşallah başka vesilelerle yazıya dökeriz…

Son cümle olarak hiçbir şey ilk göründüğü gibi basit ve net değildir. Resmin bütününü hakkaniyetle okuyabilmek için ciddi bir gayret göstermek gerekmektedir.

“Müteşebbislik her zaman iyi birşey midir?” üzerine 6 yorum

  1. Teşekkürler Erhan Bey.Yaşananların çok güzel bir özeti olmuş, elinize sağlık.

  2. Bu kadar uzun yazı, -ne kadar değerli olsa da- hedeflenen kitleye mesaj ulaştırmada caydırıcı olabilir. Daha kısa yazı, daha çok mesaj mümkün olabilir. Ama bilirim ki daha kısa yazmak, daha uzun bir süre gerektirebilir. İstifade ettim, teşekkür ederim.

  3. Hassasiyet de insanî bir vasıf olmakla kişiye göre değişmektedir. Her davranış arkasında kendisini ikna edici bir yargı barındırır. Bu sebeple bize düşen kendimizden önce karşımızdakinin halini ve hukukunu düşünmektir kanaatindeyim. Bu yıpratıcı fakat rahat ettiricidir de.

  4. Yazı konusu karşılıklı dertleşmek gibi sıcak bir üslupla ele alınmış.
    Uzun ama uzunluğunu hissetmiyorsun.
    Kaleminize ve yüreğinize sağlık üstad.

  5. Sevgili Erhan bey,
    Gönlünüze ve ömrünüze bereketler dilerim.
    Ne güzel toparlamışsınız.
    Olsa da bu yazıyı tüm yöneticilere, memurlara, denetim personellerine okutabilsek ve empati yapmalarına vesile kılabilsek.
    Yolunuz açık, bereketiniz ve enerjiniz bol olsun. Hoşça bakanız zatınıza

Halil Şimşek için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir