Bekir Sadak: Balkanları Terketmemeliydik

Prof. Dr. Bekir Sadak Hocanın yıllarca önce bir dergiye vermiş olduğu röportaj, zorlu şartlardan dolayı Balkanlardan Türkiye’ye göç eden insanlarının ruh dünyasına dair önemli şeyler söylüyor

Geçenlerde büyük oğlum Ali, rahmetli Prof. Dr. Bekir Sadak ile ilgili şu anda mevcut sınırlarımızın dışında olan bir bölgede doksanlı yılların başında yayınlanmış bir mülakatın fotokopilerini verdi ve okumamı tavsiye etti. Hocanın onlarca yıl önce bir dergiye vermiş olduğu röportajda söylemiş olduğu ve benim de silik bir fotokopiden okuduğum sözleri, belki dedelerimizin de aynı topraklardan gelmiş olmasının da etkisiyle çok ilgimi çekti ve buradan aldığım birkaç notu paylaşmak istedim. Tabii mülakatın dışında hocamız ile ilgili bazı kaynaklara da müracaat ederek notlarımı zenginleştirmeye çalıştım.

Rahmetli Bekir Sadak 1920 yılında Üsküp’de dünyaya gelmiş. O tarihlerde Üsküp, merkezi Belgrat olan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığının idaresi altında. Hayatının daha sonraki devreleri ile ilgili biyografi.net adlı sitede şu bilgiler verilmiş:

İlköğrenimini Yahya Paşa Okulu ve orta öğrenimini yörenin en ileri gelen ve resmi adı “Yüksek İslam Okulu” olan Meddah medresesinde Türkçe olarak tamamlamış. Bu medresede, Üsküp’ün önde gelen din âlimlerinden olan Ataullah Efendi ve Fettah Rauf Efendi gibi isimlerden icazet almış. Sadak, yükseköğrenimi için Zagreb’e giderek 1944 yılında Hukuk Fakültesine kaydını yaptırmış, ancak araya giren savaş yılları nedeniyle bölünen ve uzayan eğitimini 1956 yılında tamamlayarak avukat olarak mezun olmuş.

IRCICA’da “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırmalar yaptı

Zamanın Yugoslavya’sının komünist ve baskıcı rejiminden soğumuş olan Bekir Sadak, 1955 yılında gelen ailesini müteakip, 1957 yılının 12 Mart’ında zaten anavatan olarak gördüğü Türkiye’ye eşiyle birlikte göç etmiş. Türkiye’ye gelişinin ilk aylarında Beyazıt Kütüphanesi ve Süleymaniye Kütüphanesi Eski Eserler Tasnif Komisyonu’nda çalışmaya başlamış. Bir süre sonra, bu görevi ile beraber imam hatip liselerinde de ders vermiş. Birkaç yıl sonra avukatlık stajını tamamlayarak avukatlık bürosu açmış ve İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest meslek hayatına atılmış. Ancak kısa zaman sonra 1959 yılındaki kuruluşuyla beraber, o zamanki adı Yüksek İslam Enstitüsü olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak göreve almış. Bu görevi 1983 yılında rahatsızlığı nedeniyle emekli olana kadar devam etmiş. Bu süre içinde de çok seyrek de olsa dava alarak avukatlık görevini sürdürmüş.

1970 yılında kurucu üye olarak İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın kuruluşuna katılmış ve vakıf bünyesinde birçok hizmette bulunmuş. Emekliliğinden sonra IRCICA’da (İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) özellikle “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırma-incelemeler yapmış.

Kendisine “Hocaefendi” ünvanın kazandıran geniş İslami bilgisi yanında, tarih, sosyoloji, edebiyat ve siyasi konulardaki geniş perspektifi ve esprili kişiliği ile de, öğrencileri ve meslek arkadaşlarının saygı ve sevgisini kazanmış.

Bekir hoca, ana dili olan Türkçe dışında, ana dili kadar iyi bildiği Arapça ve Boşnakça yanında, Makedonca, Arnavutça ve Bulgarca dillerini de neşriyat takip edebilecek seviyede bilmekteydi.

5 Temmuz 1993’te kalp yetmezliği nedeniyle vefat eden Bekir Sadak, Silivrikapı mezarlığında toprağa verilmiştir.

Bekir Sadak’ın eserleri

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın eserleri konusunda, TDV İslam Ansiklopedisi’nde kendisi ile ilgili Muhammed Aruçi tarafından kaleme alınan maddede şu bilgilere rastlamaktayız:

Bekir Sadak’ın basılmış eserleri Arapça’dan yaptığı çevirilerden oluşur.

1.Cihan Sulhu ve İslâm (İstanbul, ts.). Seyyid Kutub’un es-Selâmü’l-Alemî ve’l-İslâm adlı eserinin tercümesidir.

2.Tâc Tercemesi Büyük Hadîs Kitabı (I-V, İstanbul 1968-1976). Şeyh Mansûr Ali Nâsıf’ın et-Tâc el-Câmi li’l-uśûl fî eĥâdîŝi’r-Resûl adlı kitabının çevirisidir.

3.Filozofların Tutarsızlığı. Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinin 1980 yılında yaptığı tercümesi olup, aynı eserin Bekir Karlığa tarafından Türkçe’ye çevrilip yayımlanması üzerine (İstanbul 1981) kendi çevirisinin neşredilmesini istememiş, eser ancak vefatından sonra yayımlanmıştır (İstanbul 2002).

4.Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı (İstanbul 1989). Bekir Sadak önsözde, bazı yerlerde daha serbest ifade kullanabilmek için yaptığı çalışmaya “Kur’an tercümesi” veya “Kur’an meâli” yerine “Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı” adını vermeyi tercih ettiğini belirtir. Onun tercümesinin özelliği diğer meâllerin aksine çevirilerde parantezlere yer verilmemesidir.

Bunların dışında İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nde “Balkanlar’da Türk-İslâm İzleri” projesi çerçevesinde bir eser hazırladığını kendisi ifade etmişse de eser henüz yayımlanmamıştır. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde (DİA) bazı maddeleri bulunan Bekir Sadak’ın dergilerde az sayıda makalesi, Saraybosna ve Üsküp’te ilmî sempozyumlara sunduğu tebliğleri mevcuttur. Ayrıca kelâm, fıkıh ve fıkıh usulüyle ilgili olarak Üsküp’te kendi el yazısıyla hazırladığı birkaç defter tutarındaki ders notları özel kitaplığında bulunmaktadır.

Balkanlarda manevi birlik

Hayatı ve eserleri ile ilgili bu genel bilgilerden sonra mülakatta geçen ve özellikle dikkatimi çeken bazı noktaları nakletmeye başlayalım:

Bekir Sadak ile yapılan mülakatın bir yerinde 1940’lı yıllarda medrese talebesiyken cerre gönderildiğini anlatıyor. Bu cerre çıkma olayının, yetişmekte olan talebelerin daha küçük yaşta iken halkla temasını geliştirme bakımından büyük önem taşıdığını belirtiyor. Bu yolun, okuyup yazmanın yaygın olmadığı bir toplumda manevi birliği korumak için mevcut şartlara göre seçilip uygulanan en akıllıca yol olduğunu ifade ediyor. O dönemde Balkanlarda yazılı bir yayın vasıtası bulunmuyor çünkü 1929 yılında Türkçe çıkan bütün neşriyat durdurulmuş. Ancak Ramazanlar, bayramlar ve bunun gibi birçok vesileler ile evlerde yapılan mevlitler ve sünnet düğünleri gibi olaylarla bir araya gelebilen Müslüman cemaatin meseleleri ile ilgili bir şeyler anlatılabiliyor. Manevi birliğin bekası ancak bu surette yürütülebiliyor.

Hocaların maddi kaynak temini için cerre çıkması konusu, bazı kişilerin görüşlerine göre, Hocaların halktan para alma mecburiyetinde kalması dolayısıyla pek de hoş karşılanmazken, Balkanlarda bu yol ile halka İslami meselelerin anlatılması bir nebze de olsa mümkün olabiliyor ki bu yorum benim açımdan özellikle dikkate değer bir tespit oldu.

Maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik

Hoca’nın 1957 yılında Türkiye’ye gelişini anlattığı bölümler de çok ilginç. Anavatana ayak bastığı anda duyduğu his, sevincin yanında beş yüz yıl bizim olan topraklardan kopuşunun verdiği acı olmuş. Kendi ifadesi ile “İstanbul’a ayak bastığım zaman, o asırlara meydan okumuş yurdun ayaklarımın altından uçup gittiği şuuru içinde yıkılıp kaldım. İşte o topraklar benim için o zaman kaybedilmişti.” diyor ki bu tespit beni derinden etkiledi.

Daha sonraki satırlarda ise şöyle ilave ediyor: “Ben ve benim gibi düşünenler hiç de o yerleri terk edip ana vatana sığınmanın kolaylığını tercih edenlerden değildik. Bulunduğumuz yerde kalmalıydık. Annelerimizi, tarihimizi, bir tek kelime ile maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik. Vermedik. Bir an oldu ki bu mücadeleyi vermenin imkansızlığına inandık ve geldik.”

Bekir Sadak Hoca bu acılı hatırayı kendi kaleme aldığı şu dizelerle ne kadar hisli bir şekilde anlatıyor:

Dönüşü olmayan mazi,

Sen onları,

Ebediyete giderken koynunda,

Bir ana yavrusunu taşır gibi taşı.

Bize kaldıysa ardından senin

Kaldı:

Hasretli bakışla kanlı gözyaşı

Uçur.

Ölümden de korkmayan o hatıraları,

Ebediyetin geniş ufuklarında uçur!

Rüzgarlara, tufanlara göğüs geren

O memleketin

Dağları taşları üzerinde

Onlardan çelenkler ör!

Bir yolcunun yolu düşer bir gün

O tepelere

Sinmiş bir geçmişin sesini duyar.

Sessizliğinde seni inleyen ovaların

Önünde durur;

Vadilerinde akan nehirlerin

Ahengine uyar…

 

“Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir”

Mülakatın birçok yerinde hem tarih, hem ilim hayatı, hem tecrübe aktarımı noktasında çok çarpıcı tespitler var. Hepsine değinmek mümkün olmasa bile bunlardan dikkatimi çeken önemli bir tanesini daha nakletmek istiyorum.

Rahmetli Hocamız, kendisinin üzerinde emeği olan iki hocasının özelliklerini naklederken şu ana tespitlerde bulunuyor. Ata Efendi için şöyle diyor: “Ata Efendi, tıpkı bir erkan-ı harp gibi meselelere umumi planda yaklaşıyordu ve taarruz ve müdafaanın umumi hatlarını çizmekte daha başarılıydı.” Onun da talebesi olan ve Bekir Hoca’nın feyz aldığı diğer isim olan Fettah Efendi ise daha çok ayrıntılarla ilgilenen bir kişi imiş. Ata Efendi daha çok okuyan ama yazmayan bir kişiliğe sahip. Fakat Fettah Efendi aynı zamanda yazan bir zat.

1945’li yılların başında Almanlar Üsküp’ü terk etmiş. Ama henüz Yalta konferansı yapılmamış ve hiçbir şey tam yerli yerine oturmamış bir durumda. Yugoslavya’da dengeler adeta yeniden kuruluyor. Partizanlar iş başına geçtiği yerlerde o günkü Yugoslavya’nın müesseselerini kurmak için faaliyetler yapıyorlar. Bu müesseselerde çalışmak için o devrede Bekir Hoca’nın çevresinden insanlara da tekliflerde bulunuyorlar. Bu tekliflere muhatap olanlar tereddüt içinde. O esnada Ata Efendi görüşünü şöyle açıklıyor: “Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir; halka hizmet imkânları çıkabilir.” Bu genel düstur o dönemde Bekir hoca ve çevresinin genel davranış üslubunu da belirliyor.

Ata Efendi ve Bekir Hoca’nın karşı karşıya kaldığı bir durum Türkiye’de de belli dönemlerde birçok âlim ve fikir adamının karşı karşıya kaldığı bir durum. Hatta bizim neslin bile gençlik dönemlerinde kendi kendimize sorduğumuz önemli bir soruya da cevap verir nitelikte: “İşin içine dâhil olmak mı? Yoksa dışarıda kalıp çalışmak mı?”

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın mülakatında o dönemin Yugoslavya’sındaki genel durum, daha sonra geldiği Türkiye’de tanıdığı birçok âlim ve fikir adamı ile ilgili düşünce ve tahlillerini de görebilmek mümkün. İnsan bu tür metinleri okurken tarihimizde ne kadar önemli insanın gelip geçtiğini ve hatırı sayılır izler bıraktığını bir defa daha görmüş oluyor. Önemli olan o izleri bulup çıkarmak ve istifade edebilmek…

Allah rahmet eylesin.

Dünya Bizim, 03.05.2016

Çocuk eğitiminde teoriden pratiğe bir uygulama

Elif Yuva, Bayram Yuva ve Bilgi Evleri faaliyetleri, bir neslin, hatasıyla, sevabıyla, hayalleriyle ve gayretleriyle vücut vermeye çalıştığı bir eğitim çalışması örneğidir

12 Eylül 1980 darbesi sonrası; yeni bir dönem

Yoğun toplumsal çalkantılar ve sıkıntılı bir sürecin sonrasında meydana gelen 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. 80’li yılların ilk yarısında, fırtına sonrası meydana gelen kısmi bir sükunet ortamına benzeyen bir hal içerisindeydik. Altmışlı yılların başlarında doğan benim neslim için bu dönem, üniversite yaşamına adapte olunan ve sonrasındaki hayata hazırlanılan bir devreydi.

1980 öncesi yaşanan kanlı ve sıkıntılarla dolu dönem sona ermiş, gençliğin bir bölümü cezaevine düşmüş, idam edilenler olmuş, kimileri yurt dışına gitmiş, kimileri çeşitli köşelere savrulmuştu. Tedirginlik had safhadaydı. Yeni anayasanın Türkiye’ye ne getireceği, siyasi sistemin bundan sonra nasıl şekilleneceği merak konusuydu.

İran devrimi sonrası Orta Doğu’da yeni dengeler oluşmakta, İkinci Dünya savaşı sonrası kurulan çift kutuplu dünya sistemi başka bir evreye geçeceği yönünde sinyaller veriyordu.

Bir yandan da hayat devam ediyordu. Üniversitenin ilk yıllarında evlenmiştim ve üçüncü sınıfta da çocuğum olmuştu. Benim yaş dönemimdeki yakın arkadaşların bir bölümü de benden sonra kısa aralıklarla dünya evine girdiler. Arkadaş ziyaretlerimizin içine zamanla minik minik yavrular da dahil olmaya başlamıştı.

İçinde yer aldığımız arkadaş çevresi, talebelik dönemlerinde de okumaya ve kendini yetiştirmeye önem veren bir topluluk idi. Genelde hanımlarımız da aynı hassasiyete sahip hayat arkadaşlarımızdı. Kendimizi geliştirmeye önem verdiğimiz gibi çocuklarımızın da en iyi şekilde yetişmesine önem vermek istememiz tabii idi. Arkadaş sohbetlerimizde ve kendi iç okumalarımızda belli bir zaman sonra çocuk eğitimi de önemli bir yer tutmaya başlamıştı.

İlk çocuklarla birlikte yeni bir eğitim modeli arayışı

Derken aynı yaşlarda çocukları olan aileler olarak haftada birkaç gün çocukları bir mekanda toplayıp onları kendi değerlerimize yönelik olarak eğitmek üzere bir karar verildi. Hanımlar aralarında iş bölümü yaptılar ve amatörce ama aynı zamanda da heyecanlı bir eğitim süreci başladı.

Bu süreçle birlikte çeşitli müzakereler, birbirini ikna çalışmaları, hatta kısmen tartışmalar da peşi sıra gelir oldu.

Sonuçta 1986 yılında bizim o zamanlar yazlık olarak kullandığımızBasınköy’deki evin bir katını büyüklerin de rızasını alarak yuva olarak kullanmaya karar verdik. O evde aileye yardımcı olarak oturan hanım, binanın kömürlü olan kaloriferini yakacak, temizliği ve yemekleri yapacak, daha sonra vefat eden İkbal kardeşimiz öğrencilerin geliş gidişlerine nezaret edecek, hanımların iş bölümü ile deruhte ettikleri hocalık trafiğini ayarlayacak ve tabii daimi öğretmen olarak bulunacak, erkekler de daha çok lojistik faaliyetleri yerine getireceklerdi.

Beş arkadaş olarak aldığımız klasik tipteki Wolksvagen minibüs de çocukların servislerini yapacaktı. Bu kutlu ve heyecanlı eğitim serüveni böylece başladı. Bir yaş grubu iki gün, daha büyük olan bir başka yaş grubu da üç gün olarak Basınköy’e devam ediyorlardı.

Tabii işler burada anlatıldığı gibi her zaman tıkır tıkır işlemiyor, daha önce tahmin edemediğimiz bir çok problem de ortaya çıkıyordu. Kalorifer bozuluyor, pek de yeni olmayan minibüs arıza yapıyor, bazen hocaların geliş gidişleri aksıyor ama tüm bunlar özveri ile hallediliyordu.

Ana okulu çalışmamız duyuldukça yeni yeni talepler de ortaya çıktı ve ikinci yıl evin diğer katı da öğrenime tahsis edildi. Talebe sayısı hızla arttı. Derken bu işin başına o zamanlar pedagojiyi yeni bitirmiş ve şu an hâlâ Bayram Yuva’da müdürlük yapanAfife hanımı getirdik. Artan talebe sayısına paralel olarak bu halkanın dışından öğretmenler aldık.

Basınköy’deki çalışma resmi olmadığından ihtilal sonrası dönem için önemli bir endişeyi de barındırıyordu. Aile çevresi korkularını ufak ufak izhar ediyor, tabii bu durum ilk önceleri bunları önemsemeyen bizleri de içten içe ürkütüyordu.

1989 yılı itibariyle yer arayışlarımız başladı ve o yıl Yenikapı’da daha önceleri de yuva olarak kullanılan bir mekanı kiralama kararı vermemize yol açtı. Resmiyet işlemlerine başladık ve Elif Yuva yeni mekanında faaliyete geçti.

Eğitim modeli uygulanırken ilk tartışmalar

Bu süreçte başta da belirttiğim çeşitli tartışmalar da içten içe ortaya çıkıyordu. İlk ihtilaf, kurumsallaşma sürecinde gündeme geldi. Kurumsallaşma ile çalışma kısmen İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nün kontrolü altına giriyordu. Bu müdürlük kadro yetersizliğine binaen yuvaları tam manasıyla kuşatamamakla birlikte yine de ona bağlıydık ve bu da bazı arkadaşlarımızda rahatsızlık uyandıryordu. Ama resmiyet olmaması da farklı riskleri taşımaktaydı. Bir karar verilmesi gerekiyordu. O kararın kurumsallaşma noktasında verilmesi diğer görüşü savunan arkadaşların bir miktar kırılıp kenara çekilmesini de beraberinde getirdi.

Diğer önemli tartışma alanımız kendi yetkinliğimiz üzerinde oluştu. Bir kısım arkadaşımız, “bu işi bu kadar büyütmeyelim; çünkü biz henüz bu eğitim konusunu teorik manada oturtamadık, milletin çocuklarını da alıp eğitiyoruz, ciddi bir vebal altındayız” görüşünü savunuyorlardı. Ayrıca “Türkiye’de hızlı bir şekilde gelişen ve yerleşen kapitalist sistem, hanımları annelikten uzaklaştırıyor ve çocukları suni bir kurum olan yuvalara doğru yönlendiriyor, biz de bu faaliyeti geliştirerek bu gidişe daha çok yol veriyoruz” görüşünü ileri sürüyorlardı. “Biz bu yuva sistemini daha fazla yaygınlaştırmayalım ve dikkatimizi daha çok anneleri eğitme üzerinde yoğunlaştıralım” yaklaşımı da yine bu zikrettiğim arkadaşların görüşleri arasında önemli bir yere sahipti.

Bu arkadaşlarımızın bir bölümü anne eksenli eğitim çalışmalarını daha sonra sistematik bir hale getirdiler ve günümüze kadar istikrarlı bir şekilde bu çabalarını devam ettirdiler. ‘Her anne bir okul’ ve ‘kadından topluma eğitim seminerleri’ adlarıyla sürdürülen çalışmalarda binlerce anne ve anne adayı bu faaliyetlerden istifade ettiler.

Arkadaşlarımızın ileri sürdükleri fikirlerin önemli bir kısmı bizim de iştirak ettiğimiz hususlar olmasına rağmen, menfi gelişmelerin onları reddetmemizle durmayacağı, bizim bunlara karşı daha proaktif bir tavır geliştirmemizin gerekli olduğu görüşü zamanla daha fazla etkili oldu.

Buradan hareketle gelişen ve bizim de içinde yer aldığımız görüşe göre durumu şu şekilde yorumluyorduk: Çocuklarımız hızla büyüyor. Toplum zaten menfi bir çok yönü ile bu çocukları eğitiyor, etkiliyor. Biz hiç olmazsa bu zararlı etkilere karşı çocuklarımızı korumaya çalışalım. Ayrıca çocuklarda daha sonraki yıllarda kendilerini korumalarını sağlayacak özellikler geliştirmeye gayret edelim ki menfi etkilerle kendi kendilerine mücadele etmeyi becerebilsinler. Hatta kendi inandıkları değerleri merkeze alarak zamanla farklı açılımlar da ortaya çıkarabilsinler.

Bu ana hassasiyet ile, “bir yandan hızlı bir şekilde kendimizi özellikle çocuk eğitimi konusunda daha fazla geliştirelim, diğer yandan da kendi inançlarımız çerçevesinde ilk etapta çok da iddialı olmayan bir müfredatla, başta kendi çocuklarımız olmak üzere ulaşabildiğimiz kadar çocuğun eğitimini sürdürelim” görüşünü savunuyorduk. Geçen zaman içinde ulaştığımız daha farklı noktalar olduğunda, onları da eğitim sistemimiz içine dahil edelim. Burada dünyanın ilk kuruluşundan kıyamete kadar Rabbimizin bizlerden beklediği ana vazifeleri değişmeyen değişkenler olarak ele alalım, onların dışındaki teknik hususları ise daha çok değişebilen değişkenler olarak değerlendirelim. Fakat bu değişebilen değişkenleri de sürekli olarak sabitlerimiz ile test edelim ki zaman içinde yanlış noktalara savrulmayalım gibi temel bir hareket noktamızın bulunduğunu da belirtmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

İlave olarak geçmişimizde varlığını bildiğimiz sıbyan mektepleri örneği de, atalarımızın her mahallede bu tarz eğitim kurumları açarak çocukları buralarda eğitmeye çalıştıklarını bizlere göstermekteydi. Yuvalar, gelişen kapitalist sistemin sonucu olarak ortaya çıkan ve kısmen de yayılma istidadı gösteren yapılar olmasına rağmen “biz klasik yuvacılık yapmayalım, çocukları ailelerinden koparmayalım ve onları aileleri de işin içine katarak eğitelim” diyorduk. “Bunun için sık sık aile görüşmeleri yapalım, onlara yönelik seminerler düzenleyelim, onlara eğitimle ilgili okuma listeleri hazırlayalım” gibi çalışmaları da yapmaya önemsiyorduk.

Bu çalışmanın diğer zor bir yanı da yapı geliştikçe ortaya çıkan nitelikli eğitimci ihtiyacıydı. Faaliyet küçük iken birkaç hoca yeterken Yenikapı Elif Yuva ile birlikte adedi on’lara varan eğitimci talebimiz oluyordu. Bu eğitimcilerin eğitimi de ayrı bir sorundu.

Eğiticileri eğitme çalışmalarımız

1989 yılında öğretmenlerimiz için ilk meslek içi eğitim programını hazırladık ve uyguladık. Çok nitelikli bir seminerci kadrosu öğretmenlerimize eğitim dönemi başlamadan ciddi bir eğitim verdi.

Bu eğitim programı içinde sadece çocuk eğitiminde dikkate alınması gereken gelişim psikolojisi, eğitimde program uygulaması, oyun ve ilgiler, disiplin, vs. gibi teknik konuları ele almıyorduk. Temel İslami bilgiler, estetik ve güzel sanatlara bakış, sosyal değişim ve eğitim, genel bir eğitim programı içinde okul öncesi eğitimini yeri, ana hatları ile Cumhuriyet döneminde uygulanan eğitim programları, eğitim kurumlarında örgütsel davranış ilişkileri gibi daha kapsamlı meseleleri uzman kişiler kanalıyla işleyerek öğretmenlerin farklı bir bakış açısına sahip olmalarına önem vermiştik.

Elif Eğitim Hizmetleri adıyla bu meslek içi eğitim programlarını daha sonra bir çok kere tekrarladık. Yaklaşık 50 saatlik bu programı önceleri yuvada, daha sonra Bilim Sanat Vakfı’nın Fındıkzade’deki mekanında ve bir sene de Bayrampaşa Belediyesi’nin salonunda yaptık. Meslek içi eğitim seminerlerimiz sonunda katılanlara bir de sertifika veriyorduk. Verdiğimiz belgede katılan arkadaşın hangi dersleri kimlerden kaç saat olarak aldığı belirtiliyordu. En altında da Elif Yuva’nın mührünü basıyorduk. O dönemde yapılan bu eğitim çalışması ve verilen sertifika, daha sonraki senelerde açılan birçok yuvaya giden öğretmenler için değerli bir referans belge niteliği taşıdı.

Eğitimde kitabın ve diğer eğitici materyalin önemi

Eğitimde kullanılacak materyal de diğer bir sorunlu alan idi. Bugün çok gelişmiş olan çocuk yayıncılığı alanında o dönemlerde faaliyet gösteren kurum sayısı birkaç tane idi. Kendi inançlarımız çerçevesinde materyal hazırlayan tek tük birkaç yayınevi vardı ve onların da ürünleri kuşatıcı olmaktan uzaktı. Bu alanda nerede ne var diye ciddi bir arayışa gittik ve ilk yıllarımızda bu ürünlerin hepsinden birer ikişer alarak yuvanın bir sınıfında bunları velilerimize sergiledik. Bu malzemeleri alın ki bunları eğitimde çocuklarımız için kullanalım diye onları teşvik ettik.

O dönem dünyanın dört bir yanındaki çocuk yayıncılığı yapmakta olan kurumlara yazı yazarak onlardan kataloglar istedik. Arzumuz, eğitim çalışması yanında bu malzemeleri ya hazırlayan kurumlar oluşturmak ya da var olan kurumlarımızı teşvik etmekti. Gelen bu materyelleri birçok yayınevi ile paylaştık. Bugün internet yardımıyla bir tıklama kadar yakınımızda bulunan bu bilgiler o günün şartlarında uzun postalama süreçleri sonucunda elimize ulaşabiliyordu.

O dönem, çocuklarımız için kendi hassasiyetlerimizi taşıyan boyama kitabıbulamadığımızı söylesem durumun nezaketini anlatmaya yeter sanırım. Bu ihtiyaca binaen yuvamızda çocuğu olan ressam ve karikatüristKemal Güler’e ilk boyama çizgilerimizi yaptırdık. Kemal Bey güzel bir çizgi karakteri oluşturdu ve önceleri bu çizimler fotokopi ile çoğaltıldı. Ve çocuklar çoğaltılmış resimleri boyadılar. Sevimli çizgi kahramanımız dışında farklı haritalar ve Kur’an öğretimi için harfler de boyama materyallerimiz arasında yerini alıyordu.

Daha sonra bizim matbaada Kemal Güler’in oluşturduğu çizgi kahramanımızdan esinlenerek bir seri boyama kitabı hazırlayıp bastık. Bu seride sevimli çocuğumuzun, “Namaz Kılıyorum”, “Oruç Tutuyorum”, “Hacca Gidiyorum” gibi dini muhtevalı çizgilerini öğrencilerimiz büyük bir keyifle boyuyorlardı.

Bu kitaplar o kadar rağbet gördü ki sadece maliyeti alınarak insanlara dağıtıldı ve birkaç bin baskı yaptı. Hem öğrencilerimiz hem de duyan bilen insanlar alıp çocuklarına boyama yaptırdılar. Bu serinin rağbet görmesi, bu alana işi yayıncılık olan bir çok kişinin de girmesine sebep oldu.

O devrede bant tiyatrosuda yeni yeni gelişiyordu. Bu alanda da hatırı sayılır güzel örnekler ortaya çıktı. Şimdi mevcudunu bulabilmenin bile pek mümkün olmadığı o kasetler kendi döneminde çok önemli bir işlev görüyordu.

Okul öncesi eğitimde kendi müfredatımızı oluşturma çalışmaları

Yuva çalışmasının diğer kıymetli bir yönü de yıllar içinde geliştirilen bize has bir müfredatın ortaya çıkması idi. Bir gurup hanım arkadaşımız yoğun bir çalışma ile hedef konuları temel alan ve her konu içinde değer aktarımını işin merkezine oturtan bir program hazırladılar. Bu programda kullanılmak üzere öğretmenlere yol gösterecek ve onların eğitimde kullanabilecekleri materyalleri tek tek tesbit ettiler, hedef konulara göre tasnif ettiler ve dosyaladılar. Yuvaya gelen öğretmenlere ilk etapta eğitim verilerek bu dosyalardaki malzemeyi nasıl kullanacakları öğretiliyor ve ondan sonra öğrencilerle temasına yol veriliyordu. Tabii ilk dönemde malzemeler bütünüyle mükemmel olmadığından sıkıntılı noktaları da öğretmenlere anlatılıyordu. Malzemenin yeterli olmadığı dönemde eğitim çalışmamız bu tarz ciddi bir zorluğa da katlanmak durumundaydı.

Daha sonraki yıllarda çeşitli gruplar ve cemaatler kendi yuvalarını açmaya başladılar. Bir çoğu bizim hazırlamış olduğumuz program dosyalarından istifade ettiler. Elif Yuva bu alanda gerek müfredatı gerekse yetişmesine katkıda bulunduğu hocaları ile önemli bir işlev gördü.

Bu arada 1993 yılından itibaren İkbal adlı bir aile bülteni de çıkarmaya başladık. Bu bültende eğitim alanında yapılan çalışmalar anlatılıyor, özgün makaleler kaleme alınıyor ve velilerin dikkatleri çocuk eğitimine çekiliyordu. Tabii aile seminerleri ve çeşitli dönemlerde “Eğitim Sohbetleri” adıyla aileleri eğitici programlar da imkanlar nisbetinde devam ediyordu.

Elif Yuva’nın şu sloganı eğitim yaklaşımını net olarak ortaya koyan bir mahiyette idi: “Çocuğunun eğitimine önem veren aileler, gelin görüşelim, yavrunuzu beraberce eğitelim.”

Yılların geçmesi ile birlikte ilk çocuklar büyüdü ve okula başladı. Bu sefer bizler de Çocuk Kulübü adı altında hafta sonu programları yapmaya başladık. Okula giden çocuklar hafta sonu yuvaya geliyor ve burada onlara bir taraftan sosyal, kültürel ve sportif aktiviteler yaptırılıyor, bir yandan değer eğitimi veriliyordu.

Çocuk kulüplerinden bilgi evlerine

Daha çok 2005 yılından itibaren yaygınlaşmaya başlayan bilgi evlerinin temelinde de bizim bu çocuk kulüplerinin yattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Bayrampaşa’da belediyenin sırf bu iş için inşa ettiği güzel bir mekanda başlayan ve değer eğitimini sosyal aktiviteler içinde veren ilkbilgi evi yine bizim tarafımızdan faaliyet başlatılmıştı. Bu çalışmada büyük katkısını gördüğümüz kendisi de eğitimci olan Sn. Hüseyin Bürge’nin ve yakın çalışma arkadaşlarının emeklerini de özellikle zikretmenin bir vefa borcu olduğunu ifade etmeliyim.

Okul öncesi çalışmamızın genel prensipleri

Elif Yuva ile başlayan okul öncesi çalışmasında önem verdiğimiz temel noktaları şu şekilde özetleyebiliriz:

Öncelikle yapılan faaliyet çocuk merkezli bir çalışma olmalıdır. Burada çocuğun kendine güven kazanması önemlidir. Değerlerin ve kavramların onlara verilmesi sürecinde bu yavrularımız hiçbir zaman korkutulmamalı ve daha sonra öğrenme safhasına geçerken dini meselelere ve kavramlara sevgi ile bakabilmelidir. Yoğun öğretimden ziyade ilk aşamada eğitim daha önemli olmalıdır.

Eğitim çalışması salt para kazanma amacıyla yapılacak bir faaliyet olarak düşünülmemelidir. Burada esas önemli olan bir neslin inşasıdır.

Ayrıca okul öncesi dönem çalışmamızda bizimle temasa geçen aileler, çocuklarını bizlere sadece bakılmaları için değil, onları beraberce eğitebilmemiz için getirmelidir.

Nasıl ki hayatın her safhası dinle ilgili ise, işlenen her konuda o konu ile ilgili değerler çocuksu bir dille ve üslupla onlara hissettirilmelidir. Bunun için öğretmenlerin eğitimi çok önemlidir. Çocuk eğitimi için vazife alacak her öğretmen bu bakış açısı ile ciddi bir eğitimden geçirilmelidir. Bu eğitim sürekli olmalı, onların da kendilerini geliştirmeleri için gerekli toplantılar ve okumalar süreklilik arz etmelidir.

Eğitimin diğer önemli bir unsuru ailedir. Aileler yapılan eğitim ve hedefleri ile ilgili ciddi bir şekilde bilgilendirilmeli ve yuva ile bağlantı içinde olması istenmelidir. Aile görüşmeleri ve seminerleri de eğitimin diğer önemli bir unsuru olarak sürekli olarak yapılmalıdır.

Gerek Elif Yuva’da gerekse de daha sonra açılan Bayram Yuva’da çocuklarla ilişki yuvadan sonra da kesilmemiş ve mezun çocuklarımız senede en az bir kere toplu programlara çağırılmış, verilen eğitimin onlarda ileriki yıllarda nasıl bir etki uyandırdığı imkan nisbetinde izlenmiştir. Uzun yıllar her bayram onlara bayram tebriği gönderilerek eski hatıralarının canlı tutulmasına gayret sarfedilmiştir.

Burada önemli olan diğer bir nokta da mekan konusudur. Elif Yuva çalışmasında bu başlık altında uzun yıllar çok da istediğimiz bir noktaya varamadığımızı üzülerek ifade etmem gerekir. Yenikapı binası, içi gayet güzel, semt olarak pek iyi olmayan, aynı zamanda güzel bir bahçesi bulunmayan bir mekandı. Oysa eğitimde ve özellikle küçük çocukların eğitiminde bahçe çok önemlidir. Fakat daha sonra taşınılan Bakırköy’deki mekanımız ise bahçe olarak İstanbul’da o dönem az bulunur özellikte bir mekandı. Fakat oranın da iç düzeni ideal yuva düzenine uygun değildi. Binanın iç yapısı üzerinde çok çalışıldı fakat bizim hayal ettiğimiz güzelliğe bir türlü ulaşılamadı.

Mekan konusundaki en güzel yerimiz 2001 yılı ile birlikte Bayrampaşa Belediyesi’nin bize tahsis ettiği Bayram Yuva isimli yuva oldu. Burada iç düzeni ve bahçesi ile ideale yakın bir eğitim imkanı ortaya çıktı. Bu yuvamız halihazırda özetlediğimiz eğitim ilkeleri ve ideal mekanı ile faaliyetini sürdürmektedir.

Sonuç olarak

Elif Yuva, Bayram Yuva ve Bilgi Evleri faaliyetleri, bir neslin, hatasıyla, sevabıyla, hayalleriyle ve gayretleriyle vücut vermeye çalıştığı bir eğitim çalışması örneğidir. Yüzlerce öğretmenle, onlarca idareciyle çalışılmış, bir yandan onlara katkı sağlarken bir yandan da onların katkılarıyla kendini geliştirmiştir. Çalışmanın bir döneminden sonra Bayrampaşa Belediyesi bu işe ciddi bir katkı sağlamıştır.

Bu çalışmalarımız, özgün müfredatlarıyla kendilerinden sonra ortaya çıkan bir çok yapıya ilham vermiş, eğitimde çocuğu merkeze alan ve onu aile – öğretmen işbirliği ile eğiten bir bakış açısı ortaya konmuştur.

Bir velimizin yıllar evvel söylediği gibi “siz bize, çocuklarımızın eğitimine ciddi bir dikkat sarf etmemize ve onlar için harcama yapmamıza sebep oldunuz, bizleri bu konuda teşvik ettiniz, bu bile varlığınızı anlamlı kılmaya yeter” yorumuna muhatap olmuştur.

Elif Yuva çalışmasının uzantısı olan çocuk kulübü faaliyetleri, daha sonra sistemli bir hale gelerek büluğ çağı öncesi bir destek kurumu olarak ortaya çıkan bilgi evlerine ciddi bir teorik ve pratik katkı sağlamıştır. Bugün okul dışı zamanlarında hem ders takviyesi, hem de sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler içinde aynı zamanda değer eğitimi alan çocuklarımızın gelişmesinde az da olsa katkı sağlamış olmak, yaklaşık 30 sene evvel başlayan değer bazlı bir eğitim çalışmasının güzel bir meyvesi olarak görülebilir.

Bu uzun soluklu çalışmaya katkı sağlayan herkese, bu çalışmadan istifade etmiş çocuklar ve aileleri adına teşekkür ediyorum. Bu çalışmaların Allah indinde de makbul bir faaliyet olarak yerini alabilmesi en büyük duamızdır.

Dünya Bizim, 26.10.2015

İmam Gazali’nin İhya’sından bazı önemli öğütler

Çalışan kişi, yaptığı işle bir farz-ı kifayeyi yerine getirmeyi amaçlamalıdır. Çünkü, toplum hayatı için vazgeçilmez işlerin yapılması birer farz-ı kifayedir, sosyal görevdir.’ 

Geçen gün bir dostum telefonla aradı. “Sana çok önemli birisinden bir mektup getirmek istiyorum, müsait misin” dedi. Ben de elbet diyerek buyur ettim.

Önce biraz hasbihalden sonra mektubu çıkarıp verdi. Mektup ‘Değerli Erhan Erken’ diye başlıyordu. Ben hemen mektubun altındaki isme baktım. Orada İ. Gazali yazıyordu.

“Üstad hayırdır, bu bizim bildiğimiz İmam-ı Gazali mi yoksa” deyince, “evet ta kendisi. Bugünlerde bir araştırma çerçevesinde İhya üzerine yoğunlaştım. Mektupta yer alan bölüm Gazali’nin asırlar öncesinden sana, bana ve bizim gibi arkadaşlara gönderdiği bir mektup gibi geldi. Ben de yazıp sana getirdim” dedi.

Toplum hayatı için vazgeçilmez işlerin yapılması birer farz-ı kifayedir

İmam-ı Gazali, İhya-u Ulumiddin adlı eserinde şöyle diyor:

“Ahlaki açıdan 7 husus önemlidir.

1. İktisadi hayatta iyi niyetle yer almak: İnsan, çalışmasında, helal kazancı sayesinde dilencilikten ve insanlara muhtaç olmaktan kurtulmayı, kazancı yoluyla dinini desteklemeyi, aile efradının ihtiyaçlarını karşılamayı ve diğer Müslümanlara yardım etmeyi amaç edinmelidir.

2. Çalışan kişi, yaptığı işle bir farz-ı kifayeyi yerine getirmeyi amaçlamalıdır. Çünkü, toplum hayatı için vazgeçilmez işlerin yapılması birer farz-ı kifayedir, sosyal görevdir. Hiç kimse bu tür işleri üstlenmediği takdirde herkes zarar göreceği için, bunlar sosyal görevler arasında yer alır ve sorumluluk da herkese aittir.

3. Dünya çarşısı, ahret çarşısına engel olmamalıdır. Ahiret çarşıları camilerdir.

4. Sadece bununla kalmamalı, işinin başında da Allah’ı anmaktan (zikir) geri durmamalıdır.

5. Çarşıya ve pazara fazla düşkün olmamalıdır.

6. Sadece haramdan sakınmakla yetinmemeli, şüpheli şeylerden de sakınmalıdır.

7. İş ilişkisinde bulunduğu herkesle aralarında geçen işlemlerin takip ettiği seyri dikkatle kontrol etmelidir.”

İşimiz çok ağır”

Mektup burada sona eriyor. Tabii hepimizin malumu olan husus şu ki İhya-u Ulumiddin adlı kitap, içerisinde bunun gibi çok sayıda önemli hususu gündeme getiriyor. Yüzyıllar boyunca Müslümanlar, ilgileri nisbetinde oradan bazı parçaları alarak gerek hayatlarına uyguluyor gerekse de dostumuzun yaptığı gibi eşiyle ve dostuyla paylaşmaya çalışıyorlar.

Mektupta geçen 7 maddede de birbirinden güzel öğütler veriliyor. Tek bir cümle içerisinde çok fazla mananın barındığını farkediyorsunuz. Onları okurken acaba ben burada yazılanlara göre hangi noktada bulunuyorum sorusunu insan ister istemez kendisine soruyor.

Dostumuz bu mektupta tüm maddelere önem veriyor olsa da bir tanesini biraz daha fazla öne çıkarıyor. O da ikinci madde. Orada bir farz-ı kifaye yaklaşımı var. Toplum için vazgeçilemeyecek işlerin yapılması birer farz- ı kifaye ve birer sosyal görev olarak tanımlanmış.

Dostumuz benim ve benim gibi mektup götürdüğü arkadaşlarının dikkatlerinin özellikle bu nokta üzerinde yoğunlaşmasını istiyor. ‘Farkında mısınız ama işimiz çok ağır’ diyor. Neler yapmamız gerektiğini detaylandırırken toplumun neredeyse devasa işlerinin büyük bölümünün olanca ağırlığını omuzlarımıza boca etmeye çalışıyor.

Farz-ı kifaye olarak bizlerden ne tür hizmetler bekleniyor?

Burada aramızdaki muhabbeti nakletmeye ara verip konunun içine sizleri de dahil etmek için birkaç soru sormamız gerekiyor. Bu sorduğumuz soruların cevabını biz burada vermeyeceğiz. Cevapları herkesin kendisinin vermesini beklemekteyiz.

Birinci soru: Mektubun ikinci maddesinde bahsedilen ve bizi üzerinde uzun uzun konuşturan bu vazgeçilemeyecek işler sizce neler olabilir?

İkinci soru: Bir insan bu işlerden hangilerini yapmaya teşebbüs etmek için kendisini ehil hissetmelidir? Kendisini ‘evet, bu sosyal görevi ben yapmazsam benden daha iyi yapabilecek kimse yoktur’ diye tanımlayıp altına gireceği sorumluluğun ölçüsü ve haklılığını nasıl ve kimler belirlemelidir?

Biz aramızda yaptığımız görüşmede bu sorulara kendimizce cevaplar bulmaya çalıştık. Kendi vazife alanlarımızı, farz-ı kifaye olarak bizlerden ne tür hizmetler beklenebileceğini ortaya koymaya çalıştık. Tabii soru sorup cevap bulmaya çalıştıkça konu konuya açtı, en hafifinden en ağırına kadar türlü maddeler sohbetimizin gündemine girdi. Görüşme tamamlanıp dostumuzu yolcu ederken ben bir hayli yorulduğumu hissettim.

Daha sonra bu mektubu birkaç defa daha okudum ve zaten İhya’dan alıntılanan bir metin olduğu için bizim kısmi yorumlarımızla birlikte sizlerle de paylaşmaya karar verdim.

Bakalım sizler bu mektup üzerinden ne tür çıkarımlar yapacaksınız?

Dünya Bizim, 02.09.2015

ÖRNEK BİR MÜSLÜMAN; PROF. DR. MUSTAFA KÖSEOĞLU

 

Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu 1926 yılında Alanya’da dünyaya gelmiş. Rahmetli annesi onun doğumunu incir zamanı diye tarif edermiş ki, aile bunu  Ağustos veya Eylül ayları diye düşünürlermiş. Rahmetli babaları da Alanyalı. İlk ve okulu Alanya’da liseyi de Devlet yatılı olarak Antalya Lisesi’nde bitirmiş. Daha sonra da İstanbul’a gelmiş ve İTÜ Makine Fakültesine devam etmiş.
Başarılı bir tahsil dönemi sonrası kendi döneminin dindar bir Mühendisi olarak mezun olmuş ve Üniversitede kariyer hayatına devam etmiş.  Rahmetli Mustafa Köseoğlu, özellikle Tekstil sahasında duayen bir hoca olarak hem üniversitede hem de sektöründe çalışkan  bir ilim adamı olarak önemli hizmetlerde bulunmuş.
Aynı semtte oturduğumuz ve oğlu ile kadim bir dostluğumuz bulunan Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu benim için aynı zamanda mahallemizin Mustafa amcası idi.
Mustafa amcanın en önemli yönlerinden bir tanesi döneminde neredeyse tüm İslami hizmet kuruluşlarının içinde yer almasıydı. Yani tam bir hizmet adamıydı Rahmetli..
ÖSYM Başkanı ve kendisinin öğrencilerinden biri olan Prof. Dr. Ali Demir 40 Vakıf İnsan isimli kitapta merhum Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu’nu anlatmaya başlarken şöyle diyor;

Hocam’ı bir tek cümleyle nasıl izah edebilirim diye uzun uzun düşündüm ve bulduğum cümle şu oldu; ‘Lugatında evet’in zıddı hayır kelimesi olmayan, fakat mutlak bir hayır insanı, bir vakıf insan’


Yine Ali Demir’in anlatımıyla Hoca; ’ Ben bülbül yetiştirmeye çalışıyorum ama maalesef onlara saçtığım yemleri zaman zaman kargalar gelip alabiliyor. Ama yapabileceğim bir şey yok. Benim niyetim bülbül yetiştirmek’ dermiş.
Ömrü hayatı ilim yolunda kendini yetiştirmek, talebelerinin önünü açmak ve onların da yetişmesini sağlamak olan Mustafa amca, Fatih Yavuz Selim’de, Silistre Sokak’ta uzun yıllar oturdu. Mahallemizin saygın bir kişisi olarak yaşadı ve yine Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası son yolculuğuna uğurlandı.
Fatih Kumrulu Mescid’de Hasan Kılıç hocamızın imametinde yıllarca ön safta namazını mümkün olduğunca cemaatle kılmış, güler yüzüyle etrafa pozitif enerji vermişti.
Klasik Wolkswagen tosbaa arabasıyla okuluna gidip gelmiş, hayatının son dönemlerinde büyük bir atılım yaparak (!) arabasını mütavazi bir başka küçük araba ile değiştirmişti.


Makine mühendisliği ve özellikle tekstil makinaları konusunda akademik kariyer yapan çok sayıda hocanın Hocası olan Mustafa amca, bir çok sanayi yatırımında da her zamanki gibi önemli ama geri planda öncü bir rol oynamıştır.

Kartonsan’ın kuruluşunda rol almıştı
Başımdan geçen bir olayda bunun canlı tanıklığını şöyle yaşamıştım; 1990’lı yıllarda Ambalaj işi yaparken karton tedariki konusunda karşılaştığım bir dar boğaz sırasında Türkiye’nin en büyük karton fabrikalarından biri olan Kartonsan’dan bayilik alma girişiminde bulunmuştum. Mevcut bayiler arasına bir türlü giremiyordum. Rahmetli’nin oğlu olan çocukluk arkadaşım Halid olaya vakıf olmuş ve babasına söylemişti.
Mustafa amca fabrika ortaklarına bir telefon etmişti. Derken benim için aşılmaz görünen engel hemen ortadan kalkmıştı. Sonradan hikmetini sorduğumda Rahmetli’nin bu tesisin kuruluşu sırasında önemli katkısı olduğunu, maddi hiçbir beklentisi olmadığını ve lazım olduğunda benim gibi birkaç kişiye tavassutta bulunduğunu öğrenmiştim.

Bayram Ziyaretleri
Yetişme çağlarımızda, Bayram günlerinde bazen elini öpmeye gittiğimde, farklı kesimlerden bir çok hatırlı kişinin evde büyük bir edeple Mustafa amcanın karşısında oturduğunu görünce Kumrulu mescidin beyaz sakallı tonton Profösör amcasının çok önemli bir kişi olduğunu derinden kavrayarak içten içe mutlu olduğumu hatırlarım
Alanya ve Antalya civarından gelmiş ve İstanbul’da talebelik yapmış kişilerin büyük kısmının yetişmesinde ve tahsil hayatının devamında Mustafa amcanın katkısı büyüktü. Fındıkzade’deki Antalya yurdunun en önemli hamilerinden birisi o idi.
Yüksek tahsil gençliğinin ve ilim hayatının şemsiye kuruluşlarından İlim Yayma Cemiyeti ve İlim Yayma Vakfı çevrelerinin içinde de Rahmetli Mustafa amca pek ön plana çıkmayan fakat tam bir hizmet adamı kimliği ile önemli bir tuğla görevi görmüştür. Türkiye Milli Kültür Vakfı, Aydınlar Ocağı, Antalya Yüksek Öğretim Vakfı ve İslami Araştırmalar Vakfı (İSAV) gibi kurumların çalışmalarında da Mustafa Amca hep bulunması gereken yerlerde bulunmuş ve elinden geldiği ölçüde insanlara ve ülkeye hizmet etmiştir.

Mustafa amcanın ince düşüncesine bir örnek
Ali Demir’in yukarıda bahsi geçen yazıda anlattığı bir vakıa Hoca’nın hayata bakışı ile ilgili ilginç bir ayrıntıyı göstermektedir. Hoca ile Ali Demir bey birkaç defa  Beykoz’da Yuşa tepesine ziyarete gitmişler. Mustafa amca her gidişte oradaki satıcılardan bir şeyler alıyormuş. Sebebi sorulduğunda; ‘ Ali, buradaki insanlar buraya can veren insanlar. Bu insanlar burada iş yapabilir ve burada kalırlarsa burası canlanır,  gelişir, insanların ziyaret ettiği bir yer olur. Dolayısıyla benim ihtiyacım olduğu için değil, sırf buradaki insanların burada kalmalarını sağlamak için bunu yapıyorum’ .
Ne ince bir düşünce değil mi?
Aynı kitapta damadı Prof. Dr. İsmail Adak’ın anlattığı bir olay da Hoca’nın Hak anlayışını ortaya koyan bir örnektir. Bir gün İsmail Adak eve gelir bakar ki hanımı ve kayınpederi evde yok. Merak eder. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonlari da yok. Bir haber alamaz ve telaşlanır. Bir iki saat sonra baba kız eve dönerler. Rahmetli alışılmış halinin ötesinde bir hayli sinirli…
Onu kızdıran olay şöyle gelişmiş. Tekstil konusunda duayen olduğu için bir mahkeme işinde bilirkişi tayin edilmiş. Olayın taraflarından olan büyük tekstil firması da o sıralar bayramı vesile ederek eve çeşit çeşit kumaşlar ve yiyeceklerden oluşan bir bayram paketi göndermiş. Rahmetli dehşet içinde kızarak yanına kızını da almış ve oraya gitmiş. Sen benim kim olduğumu biliyor musun, ben Mustafa Köseoğlu’yum ve böyle şeyleri kabul edemem deyip iade etmiş
İsmail Adak’ın anlattığına göre vefatına yakın bir gün damadına şunu demiş:
‘Evladım ben yakında öbür tarafa yolcu olacağım gibi görünüyor. Yavrum, sizlere bu güne kadar çok şey bırakamadım. Ama size çok güzel bir isim bıraktım. İnşallah bu isim sizi memnun ve bahtiyar eder’
Mustafa amca Rahmetli Necmeddin Erbakan ve Süleyman Demirel’in İTÜ’den devre arkadaşı. Fakat kendi döneminde hiçbir politik çalışmanın içinde yer almamış. Hep sessiz ve derinden giderek her hayırlı işin içinde olmuş. Yaptıklarını gizlemiş, kendini geri çekmiş, hizmetlerinin arkasına saklanmış.

Google Mustafa Amcayı tanımıyordu. Bu büyük bir eksiklikti.
Rahmetli Mustafa amcanın Google da ismini aradım ve bir resmi var mıdır diye baktım. Bir çok sahte kahramanın boy boy resminin yer aldığı Google da bir tek resmine bile rastlayamadım.
Ve kendi kendime dedim ki; Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu amcamız, sonraki nesillerin kendine örnek almaları gereken bir isim olarak kısacık da olsa Dünya Bizim de yer almalı. Onun gibi kıymetli şahsiyetler hizmetleriyle anılmalı..
Mustafa amcamız, 10 Ekim 2004 tarihinde, daha sonra taşındıkları Fatih Balipaşa’daki evinde, arkasında  çok sevdiği ailesine ve torunlarına  fazla bir mal ve mülk değil ama güzel bir isim bırakarak vefat etti.
Allah Rahmet etsin. Mekanı cennet olsun

Erhan Erken
Dunya Bizim 28/10/2011