MÜSİAD:BİR KİMLİK TANIMLAMASI

28 ŞUBAT Olarak anılan dönemin sonrasında Türkiye’de sıkıntılı bir devir yaşandı. O zaman içinde yer aldığım Müsiad yönetiminden bir kaç arkadaş DGM de yargılanmaya başladı. Bir ara Derneğin kapatılması konuşulur oldu. Bu yazı o dönemin şartlarında kaleme alınmış ve MÜSİAD’ın ana ilkelerini yeniden gözden geçirmek için Yönetim Kurulunda değerlendirilmiştir.

Daha sonra da Nisan-Haziran 1999 MÜSİAD Bülten’de yayınlanmıştır.

 

 

Bizler, hür teşebbüsü savunan, girişimci ruha sahip iş adamlarıyız.

Mensubu olduğumuz derneğin müstakil ( bağımsız )sıfatının önemli olduğuna inanıyoruz

Kamu ile ilişkilerimizde, millet malının emanet olduğu bilinci ile hareket etmeyi temel ilkelerimizden biri olarak kabul etmekteyiz.

Milletin bağrından çıkmışız, onun değerlerine önem veriyoruz

Bu ülkede yaşayan insanların diline, kimliğine, kültürüne, tarihine saygılıyız.

Ülkemizin de müstakil (bağımsız) kalmasını istiyoruz

Bağımsızlığın, ülkemizin büyük devlet olma geleneğinin tabii bir uzantısı olduğuna inanıyoruz

Ülkemizin küresel bir güç olma potansiyeline sahip olduğunu, bu yüzden uluslar arası ilişkilerde bu hedefe uygun bir politika izlenmesini önemsiyoruz.

Savunduğumuz değerlerin çoğunluğun değerleri olduğunun bilincindeyiz.

İktisadi hayatta tekelleşmeye, açık ve gizli sömürüye karşıyız.

Ülkemizde ve tüm dünyada mevcut ve hakim olan faizli bankacılık dışında, hakkaniyetli finansman sistemlerinin bulunduğuna inanıyoruz.

Sermayenin tabana yayılmasının, Halka açık şirketlerin çoğalmasının, Spekülasyondan arındırılmış ve işleyişi iyi denetlenen hisse senedi ve borsa sisteminin gelişmesinin, Risk sermayesi ve bunlara benzer yapıların, alternatif finansal yöntemler olarak, hem ülkemiz hem de insanlık için müsbet açılımlar sağlayacağını savunuyoruz.

Kazanırken hakka ve adalete uygun, harcarken de israftan kaçınan bir çizgi tutturmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bizim gibi düşünmeyen insanlarla da hasım olarak değil, birbirimizi anlayabilecek ortamlar içinde bulunabilmeyi istiyoruz.

Ekonomik olarak yalnızca güçlü olmanın, tek hedefimiz olmaması gerektiğinin altını çiziyoruz.

Allah ile,diğer insanlar ile,  tüm çevre ile ve tabii ki, kendisiyle barışık bir denge içinde,her günümüzü bir öncesinden daha iyi hale getirme çabasının çok daha tercih edilir bir hedef olması gerektiğini savunuyoruz.

Önce büyüme sonra eşitlik değil, insanlarımıza fırsat eşitliğinin sağlandığı bir ortam içinde büyüme yanlısıyız.

Malını, sözünü ve fiilini yerinde harcayan, cömert ve kibirden arınmış insanlarla toplumun kollektif olarak zenginleşeceğine inanıyoruz.

Erhan ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN NİSAN-HAZİRAN 1999

VARALIM GİDELİM URUMELİNE

Balkan ülkelerine 2003 yılında yapma kararını verdiğimiz geziyi 2004 yılının yaz başlarında gerçekleştirdik. Ticari olmanın yanı sıra, bölgenin bu günkü durumu ile ilgili kısa sürede de olsa gözlem yapabilme, Osmanlı’nın o bölgelerdeki izlerini yaşayarak görme , ayrıca, benim gibi  kökü oralara uzanan insanlar için de, yakın tarihleriyle buluşma açısından önem taşıyan bir geziydi.

10 Haziran 2004 Sabahı, saat 07.15 civarında Bakırköy İncirli’deki  Ömür Lokantası’ nın önünden yola koyulduk. Eman Tur’un organizasyonunda ve Doç. Dr. Haluk Dursun’un rehberliğinde başlayan turda, kafile başkanlığını Müsiad Genel Başkan Yardımcısı İsrafil Kuralay yaptı. Rehberlerimiz ve kaptanlarımız dışında 22 kişi idik.

İpsala sınır kapısından çıkmadan Tekirdağ’da bir çay ve çorba molası verildi. Daha sonra İpsala’dan çıkış yaparak Yunanistan sınırlarına girdik.

Haluk Hoca’nın ifadelendirdiği üzere, takip ettiğimiz hat Osmanlı’nın Rumeli fetihlerinde kullandığı sol kol hattı idi. Daha çok güneyi ve kıyı şeridini takip eden bu hattın   dışında, Edirne-Nis-Belgrad-Budin ve Bech(Viyana ) hattı vardı ki bu orta kol hattını oluşturuyordu. Sağ Kol hattı ise, Varna-Rusçuk-Şumnu-Dobruca-Eflak-Boğdan (Memleketeyn)-Ozi ve Dinyeper ‘e kadar uzanıyordu.

Yolculuğumuz sırasında ilk olarak, şu anki adı ile Feres olan , Osmanlı’daki adıyla FERECİK kasabasını geçtikten sonra , Alexandroupolis yani bizde bilinen adıyla DEDEAĞAÇ’a geldik. Bu bölgede tütün ekiminin önemli olduğunu, ayrıca Yunanistan’ın dört büyük limanından birinin burada bulunduğunu öğreniyoruz. (İgomenissa Limanı). Diğer limanlar, Pire (Atina), Selanik ve  Patras limanları.

Yunanistan’ın bütününde zeytin ekimi çok önemli bir yer tutuyor. Ayrıca üzüm ve çeltik de bu bölgenin ürünleri. Bölgenin güneyinde yer alan Girit adası, kişi başı 31 kg’lık tüketimle zeytinyağı tüketiminde bir numaradır.

Dedeağaç’dan çıktıktan sonra yolumuz deniz kıyısından ayrılmaya başladı. Gümülcine yolu üzerinde tuz üretilen göl olan VİSTONİDAS  gölü yakınından geçtik. Uzaktan RODOP Dağlarını görüyoruz. Aynı zamanda bu bölgede bizdeki Bakırköy’ün ismen esinlendiği Makriköy bulunuyor.

Sapes (SAPÇI) kasabasını geçerek Komotini yani bizdeki adıyla GÜMÜLCİNE’ye varıyoruz.

Batı Trakya diye bildiğimiz, yıllarca hep sıkıntılarını ve dramlarını dinlediğimiz insanlarımızın içinde yaşadıkları topraklardayız.

Gümülcine’de ilk olarak Ticaret ve Sanayi Odası’nı ziyaret ettik. Oda Başkanı Sn. Angelidis Nikolaos,  Heyet Başkanımız Sn. İsrafil Kuralay, Rodop Milletvekli Sn İlhan Ahmet sırasıyla heyetimizden ve bölgenin işadamları ve eşrafından oluşmuş topluluğa hitap ettiler. Bizleri karşılayanlarda ve orada bulunan soydaşlarımızda mutluluk ve yanlış yapmamak için gayret sarfeden insanların tedirginliği göze çarpıyordu. Bizlerden kısa bir süre önce Başbakanımız Sn. Tayyip Erdoğan’ın bir heyetle birlikte bölgeyi ziyaret etmiş olmasının da bizim ziyaretimize ayrı ve tamamlayıcı bir misyon verdiğini farkettik.

Daha sonra Türkiye Başkonsolosu Sn. Hüseyin Avni Botsalı da toplantıya katıldı ve bir konuşma yaptı. İkramlar ve ayak üzeri kartvizit alış verişinden sonra, Gümülcine içinde küçük bir yürüyüşle Başkonsolosluğumuza ziyarete gittik. Ziyarette Gümülcine seçilmiş Müftüsü Sn. İbrahim Şerif de hazır bulundular.

Konsolosluk ziyareti sonrasında işadamı İbrahim Hali Hasan, Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği Başkanı Murat Yunus ve arkadaşları bizlere bir öğle yemeği ikram ettiler.

Ne biz onlara ne de onlar bize doyamadan, bir gözümüz saatlerimizde, bir gözümüzde bize dostça bakan insanlarda olmak üzere kısa fakat dolu dolu geçen zamanın sonunda hareket vakti geldi. Yemek sonrası Gümülcine’den ayrıldık.

Xanthi adıyla haritalarda ismi geçen İSKEÇE’nin içinden geçerek  bölgede çok meşhur olan KURABİYECİ’de mola verdik. Çay ve kurabiyeli molada hediyelik olarak aldığımız kurabiyelerimizi paketlettik. Hakikaten tavsiye edildiği kadar mükemmel olan bu kurabiyeler, İstanbul’a altı gün sonra dönmemize rağmen, bayatlamadan ilk günkü tatlarını muhafaza ettiler.

Akşam üstü KAVALA’YA vardık. Osmanlı’daki ismi ile bugünkü ismi aynı olan bu şehrin en büyük özelliği Osmanlı’ya ihaneti ve çıkardığı gaileler ile meşhur olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu şehre adının verilmiş olmasıdır. O zatın inşa ettirdiği  medrese, şehrin tepe bölgelerindeki Osmanlı yapıları, sağlam olarak duruyorlar. İhanet karşılığı eserlere ve şehrin ismine dokunulmamış olduğunu ibretle müşahede ediyoruz.

Buradaki küçük bir trenle yaptığımız şehir içi yolculuk , deniz manzarası ve sahili, kiliseye çevrilmiş camii, su kemeri, KIBRIS’ı unutmadık yazılı kanlı tabelası bu şehirdeki ilginç izlenimlerimizdi.

Güneş batmaya yönelirken Kavala’dan ayrıldık ve Selaniğe doğru yola koyulduk. Selaniğe girmeden gördüğümüz bir yol tabelası özellikle beni çok derinden etkiledi.

Tabelada (KİLKİS) KILKIŞ yazıyordu. Eski Osmanlı haritalarında ve hatıratlarda adı Avrethisar olarak geçen bu bölge, babamın dedesi Topal Ahmet Efendi’nin çiftliğinin olduğu yer. Balkan harbinde dedemlerin, Bulgar gavurunun saldırılarından kıl payı kaçarak terk etmek zorunda kaldıkları ve Selanik’e göçtükleri bu kasabayı, geniş bir zamanda yeniden dolaşmak benim için artık ciddi bir vazife haline geldi. Kılkış, Selanik, Bilecik, Manisa derken İstanbul Fatih’e kadar gelen bu muhacir ailenin bir ferdi olarak, ismini çok duyduğum ve her Rumeli haritasına bakarken yerini tesbit etmeye çalıştığım Kıklış’ın, tabelası bile beni tarihin derinliklerine götürmeye yetti.

Geç saatte geldiğimiz Selanik’te, KNİSSİS otelde kalıp sabah ilk olarak küçük bir şehir turu attık ve Beyaz Kule’ye gittik. Şehrin simgesi olarak kabul edilen bu kule 15 veya 16 yy’larda Venedik’lilerce inşa edilmiş. Birçok kere yıkılan kule son olarak Kanuni döneminde Mimar Sinan tarafından altı katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminde bir müddet zindan olarak kullanılan bu eser, 1878’de kapatılarak beyaza boyandığı için bu adla anıldığı söylenmektedir. 1985 Yılından beri, Osmanlı tarihi hariç, Selanik tarihinin sergilendiği bir müze olarak ziyarete açık olan bu Kuleyi dolaştıktan sonra Selanik Başkonsolosluğuna gittik.  Konsoloslukla aynı bahçede bulunan Atatürk’ün evinin dolaşılması ve bahçede alınan ikramları takiben şehrin panoramik turuna devam edildi. Bu tur sırasında, Sultan Abdulhamit’in hal edilmesinden sonra zorunlu ikamete tabi tutulduğu ve bugün Selanik Valiliğini barındıran, Alatini Köşkü’nü ve az sayıda sağlam kalan Osmanlı eserlerini hüzünle seyrettik.

Selanik, tarihte çeşitli adlarla anılan önemli bir şehir: Kabe-i Hürriyet, Mehdi-i Hürriyet, Dar-u Yahud, Kahpe Selanik…… Tüm bunlar bu önemli şehrin en meşhur isimlerinden bir kaçı. İttihatçıları ve avdetiler adı verilen dönmeleri ile  Rumeli muhacirlerinin dönüş yolundaki en mühim kavşak noktalarından biri olan bu liman kenti, Osmanlı ve İslam kimliğinin ortadan kalkması için Yunanlıların ciddi şekilde çalıştıkları ve bunda kısmen  muvaffak oldukları bir şehir haline dönüşmüş.

Yonyo’nun meyhanesi, Beyaz Kulesi, Atatürk’ün evi, Sultan Hamit’in Alatini köşkü ile dikkatleri çeken, Rahmetli anneannemin, babaannemin ve dedelerimin gençlik yıllarında gözleri arkada kalarak terk etmek zorunda bırakıldıkları ve bizlere İstanbul’a çok benzerdi diye anlattıkları  Selanik’ten ayrılarak, yolculuğumuza devam ettik.

Selanik Başkonsoloslumuz ziyaret sırasında, bu şehirde ayakta(!) kalan Osmanlı eserleri ile ilgili bizlere bir çalışma sundular. Bu çalışmada ismi geçen diğer eserlerle ilgili kısa bir malumat vermenin bu noktada faydalı olacağını düşünüyorum.

HamzaBey Camii; Selanik’teki bu ilk Cami, 1468 yılında 2. Murat döneminde kumandan Hamza Bey için yaptırılmış. Egnatia Caddesi üzerindeki bu eser, 1978 Yılındaki Selanik depreminde ciddi hasar gördükten sonra bir daha onarılmamış, sadece iskelelerle desteklenmiştir. Selanik 1997 Avrupa Kültür Başkenti Organizasyonu tarafından Cami restorasyonu için 250 milyon drahmi ayrılmış olmasına rağmen , kızıl haçın mülkü görünen caminin restorasyonu için henüz kayda değer bir adım atılamamıştır.

Alaca İmaret Camii (İshak Paşa Camii); Sadrazam İshak Paşa tarafından 2. Batezid döneminde 1484 yılında yaptırılmıştır. 1978 Depreminden sonra önemli hasar gören cami, restore edilmiş fakat 1986 yılından itibaren Selanik belediyesi tarafından sergi, konser ve benzeri kültürel etkinliklerde kullanılmaktadır.

Yeni Camii;1902 Yılında Müslüman olan Yahudiler tarafından İtalyan mimar Vitaliano’ya yaptırılmış bu camii de 1986’dan bu yana sergiler ve kültürel etkinlikler için kullanılmaktadır.

Bey Hamamı; Sultan 2. Murat döneminde 1444 yılında yaptırılan hamam ayakta kalan en büyük hamamdır. 1968 Yılına kadar Cennet hamamı adıyla kullanılmıştır. 1997 Restorasyonundan sonra ‘Ortaçağ Laik Mimarisi’ sergisiyle ziyarete açılmıştır.

Paşa Hamamı; Kanuni döneminde Selanik Valisi Cezerizade Koca Kasım Paşa tarafından 1520-30 arasında yaptırılmıştır. Hamamın suyuunn ısıtılmasında kullanılan kömürün çevre kirliliğine yol açtığı gerekçesi ile 1981’de kapatılmıştır. Anka hamamı adıyla da

bilinmektedir.

Musa Baba Türbesi;(Terpsitheas Meydanı) 16. Yüzyılda şehrin tanınmış kişilerinden Musa Baba’nın türbesi olarak yapılmıştır. Onarım görmemiş olan bu türbeyi semtin spor kulübü sosyal kulüp olarak kullanmaktadır.

Yahudi Hamamı; 16. Yüzyılda Halil Ağa tarafından Yahudi Mahallesinde yaptırılmış ve 1900’lerin başına kadar faaliyette kalmıştır.Selanik 1997 Avrupa Kültür Başkenti programı çerçevesinde onarım görmüştür.

Yeni Hamam; 16. Yüzyılın ikinci yarısında Hüsrev Kethüda tarafından yaptırılan bu hamam bir dönem taverna olarak kullanılmıştır. Halen Aigili adlı özel bir kültür merkezi olarak faaliyettedir.

Bedesten; 2. Bayezid tarafından 15. yy’ın sonunda yaptırılmıştır.Halen tekstil ürünlerinin satıldığı bir çarşı olarak hizmet vermektedir. Onarım görmektedir.

Yedi Kule; Osmanlı’ların ilk dönemlerinde 1431 yılında Çavuş Bey tarafından inşa edilen bu yapı 1989’a kadar hapishane olarak kullanılmış, şu anda ise kültür merkezi olarak kullanılmak üzere restore edilmiş.

Tophane; Kanuni’nin Selanikte birkaç ay kaldığı 1546’da inşa edilmiş olan bu yapının şu an çok az bir kısmı ayakta

Ayrıca bir bakanlık tarafından kullanılan Hükümet Konağı, Belediye Konukevi tarafından kullanılan Belediye Konukevi de Osmanlı Devri eserlerinden bazıları.

Tarihi eserlerinin büyük bir çoğunluğu yerle bir edilse, kalanları da, bitmeyen tamirat iskeleleri arasında gizlenmeye çalışılsa da, kenarından köşesinden gördüğümüz kadarıyla buram buran tarih kokan ve ‘biz’den kısmi esintiler taşıyan bu güzel şehirde ayrılıyoruz.

İlk durağımız Giannitsa yani YENİCE-İ VARDAR.  Burada, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Şah ile birlikte Rumeli’ye geçen akıncılardan Gazi Evrenos Paşa’nın Türbesini ziyaret ettik. Türbenin yıkık dökük hali bizleri cidden üzdü.

Yenice-i Vardar’dan sonra,  Edessa veya diğer  bir adıyla da VODİNA (ki şu anda içinde neredeyse hiç Müslüman yaşamıyor)’yı geçerek Yunanistan’ın Makedonya sınırına ulaştık. Sınırda ufak bir beklemeden sonra şimdiki adıyla Bitola olan, annemin babası Rahmetli Salih dedemin Selanik’ten bir evvelki durakları olan,  MANASTIR’a vardık.

Mustafa Kemal’in okumuş olduğu Askeri İdadiyi ziyaret ettik ve sonrasında bu tarihi şehirde biraz dolaştık. Askeri İdadi’nin kapısının önünde pardesü ve baş örtüleriyle iki Müslüman hanım teyzenin karşımıza çıkışını fotoğraf makinamızla büyük bir keyifle tesbit ettik.

Şehir meydanı  sanki İstanbul’daki Eyüp Sultan Camii’nin içinde yer aldığı meydanı andırıyor. Birbirine bakan iki camii, saat kulesi, çınar ağaçları, güzel bir havuz. Camilerden biri İshakiye Camii, bir diğeri de Yeni Cami. Fakat şu anda son cemaat yeri maalesef sergi salonu olarak kullanılıyor. İçinde kazı yapılıyor. Camiinin çok öncelerde orada var olabilecek(!) bir kilisenin üzerine yapılıp yapılmadığını araştırıyorlar. Bu bilimsel araştırma(!) neticesi böyle bir bulguya rastlarlarsa muhtemelen camiyi yıkıp, kiliseye çevirecekler…..

İshakiye Camii’nin yanı başında güzel bir Osmanlı çarşısı var. 1530 tarihinde yapılmış. Kapısının üzerindeki kemerde ay yıldız hala duruyor. Fakat saat kulesinin üzerindeki ay yıldızı söküp haç dikmişler.

25000 km2’lik Makedonya’nın batısındaki en önemli ve tarihi değere haiz bu şehrinden çıkışta Pelister dağları ve daha aşağıda Baba dağlarının altından geçiyoruz. Rumeli’nin en önemli üç eyalet merkezinden biri olan Manastır, türkülere konu olan havuzu, az sayıda olsa da göze çarpan başı örtülü ihtiyar teyzeleri, şehir siluetinde önemli bir yer tutan camileri, geniş bir alanda büyük bir yapı olarak varlığını sürdüren eski Askeri İdadi ile bize geçmişten küçük de olsa bir tad verdi.

Manastır’dan sonraki yolumuz Resen yani RESNE. Resneli Niyazi’si, (Resneli Niyazi’den bahsederken yeğeni olan ebru sanatçısı ve neyzen Sn. Niyazi Sayın’ı da saygıyla anmadan geçmememiz gerekiyor) Elmas madeni ile meşhur bu kasabada durmuyoruz ve akşam konaklayacağımız OHRİ’ye doğru yola koyuluyoruz.

Ohri, Yugoslavya Federasyonu ve Tito döneminde turizm açısından çok önem verilen bir şehir imiş. Tabii güzellikler açısından da hakikaten mükemmel bir bölge. Makedonya’nın en batı ucundaki bu şehir, Yugoslavya dağıldıktan sonra turistik açıdan yeni yatırımların yapılmadığı bir yer olarak kalmış.

Akşam ilk olarak Ohri Gölünün kaynaklarından biri olan bir su kenarında Alabalık yedik. Kaldığımız otelin müdürü ve o bölgede Eman Tur ekibinin rehberi Cemal Rahvan Bey, geleneksel Türk ve Müslüman misafirperverliğinin güzel bir örneğini sundu. Akşam yemeği öncesinde, Akşam Namazı için Hayati Baba Camii ve Tekkesine gittik. Namaz sonrası Tekkenin Şeyhi Osman Efendi ile küçük bir tanışma sohbeti yapıldı ve Cemal Bey genel bir bilgi sundu. Tekke Şeyhi Osman efendi az sözlü bir insan. Gözlerinin içi gülüyor. Bakışları samimi ve canlı. Oturuşuyla, gülüşüyle, vücut diliyle yani kısacası ‘hal’i ile güzel bir insan.

Daha sonra yemekte Makedonya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Vekili Maksut Ali Bey de kafilemizle beraber oldu. Türkiye’den giden herkesin çok fazla vaatte bulunduğu, en yetkili kişilerin bile hiçbir şey yapmadıklarını ifade eden Maksut bey, yemek sonrası genel olarak sıkıntıların beyan edildiği pesimist bir çerçeve sundu.

Sabah namazında Hayati Baba dergahında zikir vardı. Sonrasında yaz misafir salonu denen mekanda sade kahve ve lokum ikram ettiler ve bir miktar ilahi okudular. Halveti tarikatının Hayati koluna bağlı olan tekke, bölgede Müslümanların birlik ve beraberliğinin sağlanmasında önemli bir merkez vazifesi gördüğü izlenimini bizlere verdi.

Ohri’de kısa fakat rehberimizin ustalığı sayesinde yararlı bir gezi yaptık. Yıkılmış camileri, eski Osmanlı mahallelerini, tepedeki kaleyi gördük. Şehrin bir bölümü Safranbolu’yu andırıyordu.

Ohri, Balkanların Kudüs’ü olarak isimlendirilen bir şehir. Yahudileri de çok meşhur. İstanbul’da Hasköy’deki Ohrida Sinagogu ismini buradan alır ve Yahudiler için çok önemli bir sinagogdur.

Yine Makedonlara Dinlerini öğreten Krillos-Metadios kardeşler için burada bir heykel bulunmaktadır. Heykelin dikili olduğu meydanda eskiden var olan bir caminin yıkılmış olduğunu öğrenmek, tabii açıdan olağanüstü güzel olan bu şehrin, zihnimizde kalan görüntüsünde her hatırladığımızda rahatsızlık veren bir eksiklik oluşturuyor..

Ohri çıkışında Struga’ya giderek Drin Nehrinin doğduğu yeri gördük. Bugüne kadar gördüklerimizin tersine olarak, gölden nehrin başladığı ve şelale tarzında aktığı noktada bir miktar durduktan sonra KIRÇOVA ( Kicevo) üzerinden ve DEBRE’nin (Debar) tabelada 50 km yazdığı bir uzaklıktan geçerek GOSTİVAR’ a yöneldik. Debre tabelasının önemi ne diye aklınızdan geçmiş olabilir; Daha evvel de Rahmetle andığım Salih dedem, eski günlerinden bahsederken, mübadelede İstanbul’a Selanik’ten geldiklerini, Selanik öncesinde de, Manastır’da bulunduklarını anlatırdı. Manastır lafzı geçtiğinde komşu bölge olan Debre-i Baliğa’dan da muhakkak söz ederdi. Tabeladaki Debre şehrinin diğer önemli bir hatırasından da bahsetmeden geçemeyeceğim. 2001 Yılı Aralık ayında Kayınpederim Cevat Bey Rahmet-i Rahmana kavuştu. Defnetmek için Edirnekapı’daki Sakızağacı Şehitliğine gittik. Anneciğinin üstüne gömdük. Mezar taşında şu ibare vardı: Debreli Mahmude, Ruhuna El-Fatiha. Hanım tarafının da İstanbul öncesi kökleri bu tabelanın olduğu şehirden geliyor.

Mahmude Hanım, saraçlık yapan beyi ve çocukları ile İstanbul’a göçmüş, memleketinin ismi bir hatıralarında bir de  mezar taşında kalmış

Türkülere konu olan ‘At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin’ sözünde geçen Hasan Efendi de, kimbilir elindeki martini ile küffara karşı nasıl bir mücadele göstermiş ve sonunda dağları inleten martini susmuş ve sadece türkülere konu olmuş.

Gostivar’da bizleri oranın Sancak başkanı olan Erdoğan Saraç isminde bir dost karşıladı. Her hareketiyle adeta bölgeyi avuçlarının içinde tuttuğu izlenimi veren bu zatın ve beraberindekilerin sıcak  karşılamaları  adeta tüm yorgunluğumuzu aldı. Kısa bir süre kaldığımız bu şehirde ev sahiplerinin ikramları, sohbetleri ve ilgileri hakikaten dostça ve kardeşçe idi.

Daha sonra,  KALKANDELEN (Tetova)’e doğru yola koyulduk. Sohbetimiz sırasında, Gostivar’da yaygın olarak  ticaret yapıldığını, nüfusun da 30-40 bin civarında olduğunu ifade ettiler. Meyve yetiştirme, biber ve özellikle özel bir çeşit olan Şuşka Biberi bu bölgenin yaygın bir bitkisi. Gostivar  Kalkandelen hattında, Şardağ eteklerinde Müslüman köyler yoğun olarak göze çarpıyor. Bu bölge Vardar ovasının yukarı bölümleri.

Bu seyahatte cami ve özellikle MİNARE’nin sembolik olarak çok büyük önemi bulunduğunu daha iyi kavradık. Özellikle siluetin oluşmasında ve bir bölgenin kimliğinin anlaşılmasında minare çok önemli bir anlam taşıyor. Gavur diyarlarında bu önem daha da artıyor.

Gavur, bizim kültürümüzde özel yeri olan bir kelime. Kafir’den, gayri müslimden daha derin bir mana ifade ediyor. Özellikle Rumeli muhacirlerinin ‘gavur’ lafını kullanırken kelimeye yaptıkları vurguyu fark etmemek mümkün değil. Ben küçük yaşlarımızda kaybetmemize rağmen dedem ve anne annemlerde bunu çokça hissederdim. Özellikle, kendilerini yurtlarından eden, acımasızca insanları kesen Bulgarlar ve Yunanlılar için söyledikleri bir söz idi‘gavur’. Bugün Filistin’de, Felluce’de, dün Bosna’da, bu tip muamelelere uğrayan insanlar da, kendilerine bu zulümleri reva görenler için, muhtemelen kendi dillerinde ‘gavur’ benzeri bir laf kullanıyorlardır.

1839’daki, Tanzimat-ı Hayriye  ile birlikte, artık ‘gavura gavur diye hitap edilmeyeceğinin’ ilan edilmiş olmasına rağmen, ‘gavur’ kavramı, muhaceret görmeyen benim bile, anlatımlarımda  yer alabiliyor.

KALKANDELEN olarak bildiğimiz, resmi adıyla Tetova bölgesi, 2001 çatışmalarında dağlarda çok büyük hakimiyet mücadelelerinin yaşandığı bir yer. Şehir merkezinde genellikle Arnavut Müslümanlar hakim durumdalar. Bu bölgelerde Müslüman Makedon ilişkisi her an teyakkuz halini muhafaza ediyor. İlişkiler sanki patlamaya hazır bir bomba izlenimi veriyor.

İlk olarak bir adıyla  Harabati Baba, diğer adıyla da Sersem Ali Baba dergahı denen bir yere gittik. Bu şahıs Malatya’dan gelmiş, Bektaşi meşrep bir kişi imiş. Tekke son döneme kadar İslami hassasiyeti olmayan grupların elinde bulunmuş, hatta içinde bar benzeri yerler bile açılmış. Son yıllarda HİLAL Organizasyonu tekkenin kontrolünü ele almaya başlamış. Bizleri burada Hilal Organizasyonunun başındaki Behacuddin Şehabi Bey karşıladı. Gerek Tekke, gerekse de bölge ile ilgili tarihten günümüze doyurucu bir malumat verdi. Tekkenin misafir bölümünün Otel olarak düzenlenebileceğini, Türkiye’den gelecek işadamlarının burada mekanın anlamına uygun bir otel işletmesi gerçekleştirebileceğini uzun uzun anlattı.

Kendisi de Kalkandelen doğumlu olan ve 70’li yıllarda anne ve babalarıyla birlikte buradan Türkiye’ye göçen Hasan Hoşben’in akrabalarının hazırlamış oldukları börekleri, Tekke’nin bahçesindeki geniş misafirhanede afiyetle yedik.

Daha sonra Kalkandelen’in önemli bir Camii olan Paşa Camii veya diğer bir adıyla Alaca Camii’ni ziyaret ettik.1495 Yılında, şu anda camiinin bahçesindeki sekiz köşeli türbede medfun bulunan iki kız kardeş, Hurşide ve Mensure hanımefendiler tarafından yaptırılmış olan bu camii daha sonra 1833 yılında, Abdurrahman  Paşa tarafından yeniden inşa ettirilerek genişletilmiş. İç tezyinatı çok ilginç olan ve Türkiye’deki hiçbir camiye benzemeyen manzara resimleri ve süslerle donatılmış olan bu camiyi ziyaretimizden sonra, Üsküp Büyükelçiliğindeki randevumuza gittik. Heyetten temsilci bir grubun gerçekleştirdiği ziyaretin hemen sonrasında Üsküp Ticaret Odası’nda Makedonyalı işadamları ile bir toplantı yaptık.

Gayet sıcak bir karşılamanın ardından Oda Başkanı ve bizim heyet başkanımız sunumlarını yaptılar. Makedonya Ticaret Odası Başkanı;’ protokoler konuşmaları bırakalım iş yapalım’ havasında idi. O bölgede Türkiye’den gelip fabrika alan ve işletmeye başlayan Yalım Erez kardeşlerin iyi bir örnek olduğundan bahsetti. Konuşmalarında ve davranışlarında hepimizi teşvik edici bir tavır içinde idi. Sürekli olarak  somut adımları beklediğini ifade etti.

Daha sonra Mustafa Paşa Camii’ni ziyaret ettik, civardaki kabristanlarda Fatiha okuduk ve Üsküp’e panoramik bir bakış gerçekleştirdikten sonra eski şehrin olduğu mahalle doğru yürümeye başladık.

Akşam ve Yatsı namazlarımızı Murat Paşa Camii’nde eda ettik. Tabii akşam yemeğimizi  yediğimiz Kapan handaki köfteciden bahsetmemek mümkün değil.

Kapan, bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde yiyecek ve giyecek eşyaların toptan satıldığı yerlere verilen bir isim idi. Bir anlamda, depo, antrepo ve hal anlamına da gelmektedir. Kapan han, adından da anlaşılacağı üzere bizlere, bir dönem buralarda toptan giyim ve gıda ticareti yapıldığını göstermekte.

İstanbul’daki Unkapanı semtinin de adı aynı mantıkla konulmuş. Devletin birbirlerinden çok uzak diyarlarında ticari hayata kavram ve fonksiyon açısından benzer damgalar vurmuş olması, Osmanlı Medeniyeti’nin büyüklüğünü ve gücünü göstermesi bakımından hakikaten güzel ve öğretici bir örnek.

Gezi rehberlerimizin başından beri tekrarladıkları, ’gezimiz Namaz niyaz, köfte piyaz gezisidir’ özdeyişinin ne anlama geldiğini en iyi Üsküp’te idrak ettiğimizi söyleyebiliriz.

Tarihi mekanda yediğimiz Rumeli Köfteleri hakikaten muhteşemdi. İstanbul Aksaray’da şu andaki İSKİ’nin arka tarafındaki MİS köfte salonunda, talebeliğimizde sık sık Rumelili Ferit Amcanın köftelerini yemeğe giderdik. Kapan Han’daki köfteler, Ferit Amcanın MİS Köfte Salonundaki köfteleri, bugün onun oğlunun Fatih Malta’da açmış olduğu BİZİM Köfte Salonu’nun köfteleri yiyenlere, birbirlerine yakın damak tadlarını veriyorlar.

Osmanlı çok muhteşem bir devlet imiş. Yıkılışının üzerinden 80 küsür yıl geçti. Hakim olduğu coğrafyada, yokluğunun meydana getirdiği boşluk, hala büyük bir problem oluşturuyor ve bir türlü doldurulamıyor. Toprakları üzerinde onlarca ülke kurulmasına rağmen vakti zamanda oluşturmuş olduğu her konudaki tarz, üslup, bakış açısı, lezzet birliği bugün bile farklı coğrafyaları ve insanları, aralarında var olan sınırlara rağmen birbirlerine yakınlaştırıyor ve beraber anılmalarını sağlıyor.

Geceyi Vardar Nehrinin yanı başındaki Holiday Inn Oteli’nde geçirdik. Sabah ise, erkenden Kosova’ya doğru yola koyulduk. Sınırdaki Kaçanik Boğazı’nı geçerken rehberimiz Haluk Hoca, bu boğazın şahit olduğu önemli bazı tarihi olayları bizlere nakletti. Bize çok da uzak olmayan coğrafyalarda ne hazin olayların cereyan ettiğini, televizyonlarda izlerken sanki başka dünyalarda cereyan ediyormuş gibi uzağımızda hissettiğimiz çarpışmaların, kitle halinde ölümlerin işte bu topraklarda, yakın bir geçmişte olduğunu gözlerimizle görmek bizleri derinden etkiledi.

Arnavutların yoğun olarak bulunduğu bu bölgelerde yolculuk ederken rehberimizin Arnavutlar ile ilgili yoğun bir bilgilendirme bombardımanı altında kaldık. Osmanlı’nın son dönemlerinde isimleri sıkça geçen, Sultan Abdülhamit’in en uzun süreli sadrazamlığını yapmış olan Avlonyalı Ferit Paşa, Sultan Abdülhamit’e hal edildiğini  bildirmeye giden ekipteki İşkodralı Mustafa Esat Toptani, İstanbul’da yetişip sonra Arnavut Kralı olan Ahmet Zogo, ressam Abidin  Dino’nun  Dino ailesi, Şemseddin Sami’nin ailesi olan Froseri kardeşlerin ve daha birçoklarının  kök itibariyle Arnavut olduklarını öğrendik. Kosova’daki ve Makedonya’daki Arnavutlar, İslam Dini’ne mensuplar. Arnavutluğun sınır bölgelerinde Hıristiyan Arnavutlar çoğunluktadır.

Özellikle Kuzey Arnavutluk bölgesinde misyonerlik faaliyetlerinin bir hayli yoğun olduğunu yine rehberimizden öğreniyoruz. Bu arada ilginç bir ayrıntıyı da paylaşalım. Nobel Barış ödülünü alan Rahibe Teresa, bu bölgeden yetişmiş ve Müslüman bir aileden gelip sonradan Hıristiyan olan Üsküplü Gonca Hanım imiş. Kendisine neden ödül verildiği bu bilgiden sonra bizde daha bir netleşmiş oldu.

Kosova sınırları dahilinde ilk durağımız Priştine yolu üzerinde Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ın türbesi oldu. Türbe girişinde bizleri Kosova Meclisindeki birkaç Türk milletvekilinden biri olan ve halen Meclis Başkan Vekilliği görevini üstlenen Nafia Hanım karşıladı. Türbenin varlığı başlı başına bir olay, fakat önemiyle mütenasip olmayan bakımsızlığı bizleri nisbeten üzdü. 1389 Yılında bu bölgede gerçekleşmiş olan ve Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanan Kosova Meydan Muharebesinden sonra, Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ı savaş meydanında gezinirken şehid eden Miloş Kapilaviç adına, Sırplar da, ovanın  diğer tarafında bir anıt inşa etmişler.

Medeniyetler nokta-i nazarından sembollerin önemini daha iyi anlamak için bu tip ziyaretler ve karşılaştırmalar hakikaten çok öğretici oluyor.

Sultan Murad-ı Hüdavendigar türbesinden sonra Priştine’ye doğru devam etmiyoruz, geri dönerek, Prizren’e doğru yöneliyoruz. Prizren’e doğru giderken yolda bölge ve bölgenin hatırlattıkları ile ilgili Haluk Hoca’nın anlattıklarından alabildiğimiz notlar şu şekilde özetlenebilir:

Kosova üretimi olmayan bir bölge. Bu sebepten yoğun bir ticari faaliyet var. Ayrıca tüketim konusunda Makedonya’dan bile daha ileri bir durumdalar

Prizren genellikle Arnavut milliyetçilerinin hakim olduğu bir şehir. Bu bölgede nüfusun büyük bir çoğunluğu Müslüman. Şehirde çok az Hıristiyan yaşıyor.

Gilan ve Prizren şehirlerinde Türkçe konuşan bir nüfus mevcut. Biz de bu gerçeği yakinen müşahede ettik. Kosova’da en fazla Türkçe konuşulan şehir ise Priştine

Bu bölgede Sırplar ile Müslümanlar arasında en çok çatışma olan şehir Bitroviça. Bu bölgede Arnavutlar ve Sırplar karşılıklı yerlerde ikamet ediyorlar.

Yine rehberimizin verdiği ilginç bilgilerden biri de Prizren’in isminin ‘pür-zerrin’den geldiğini, yani süs ve ziynet dolu manasında olduğunu ifade etmesiydi. Yine Prizren’in din bilgisi yüksek halkıyla öne çıktığı, Osmanlı’dan kalan 20 adet camisinin açık olduğu, bu şehir ile ilgili bilgilerden bazıları.

Prizren’de ilk olarak  Kırık Camii’ni ziyaret ettik. Ziyaretimiz sırasında, bu camiinin Osmanlı zamanında inşa edilen ilk camii olduğunu ve bu bölgedeki Türk taburu tarafından onarıldığını öğreniyor ve cami duvarına yerleştirilen kitabeyi inceliyoruz.

Daha sonra Sinan Paşa Camii’ne giderek namazlarımızı eda ettik. Camii’nin tuvaletlerinin eski Osmanlı usulü oluşu ve tuvalet ile temizlik sırasında su ve idrar sıçramasını önleyecek basit fakat akıllıca bir tarzda yapılmış olması dikkatimizi çeken ayrıntılardan birisi idi.

Taharet musluğunun altındaki taşa bir delik yerleştirilmiş idi . Çeşmeden akan su, kullanılmadığı zaman otomatikman delikten aşağıya akıyor ve hacet gideren insanın hiçbir yerine su sıçramıyor.

Sinan Paşa Camii ve Şadırvan Meydanı, Prizren’e gelen misafirlerin ilk dolaştırıldığı yerler imiş. Şehrin ortasından geçen İstriça nehri ve üzerindeki köprünün, sadece nehrin iki yanını değil bizlerle tarihi buluşturan bir fonksiyon icra ettiğini fark ediyoruz. Köprünün, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından onarılmakta olduğunu öğrenmek de bizlere ayrı bir memnuniyet verdi. Şehri gezerken rastladığımız diğer camiiler; medresesi de olan ve daha çok törenlerin yapıldığı Gazi Mehmet Bey Camii (Bayraklı Camii de deniyor), İkinci Mehmet tarafından yapılan Emin Paşa Camii, Saraçhane Camii. Prizren’de ayrıca çok sayıda tekke olduğunu da öğrendik.

Prizren’de misafirperverliğin güzel bir örneğine de şahit olduk. Sultan Murat türbesinde bizi karşılayan Nafia Hanım buraya kadar kafşlemize eşlik etti. Sinan Paşa Camii’nin avlusundan itibaren Demokratik Türk Partisi Başkanı Mahir Bey, Belediye Başkan Vekili Ercan bey, çeşitli bölgelerden gelmiş olan parti mensupları, entellektüeller, Mitroviça’dan Atilla ve Ergin Beyler ve daha ismini sayamayacağım bir çok kişi. Öğle yemeğini beraberce yedikten sonra, iyi niyet konuşmaları yapıldı . Yemek ve konuşmalar esnasında bütün katılımcıların çok mutlu oldukları gözlerden kaçmadı.

Kısa bir gezintinin akabinde şehirden, dolaşmanın  tadına doyamadan ve gözlerimiz arkada kalarak ayrılmak zorunda kaldık.

Akşam üstü yine Üsküp’e döndük. Üsküp’te daha evvel panoramik olarak seyretmiş olduğumuz diğer önemli camiiler olan,  İshak Bey Camii’ni, Sultan Murat tarafından yaptırılmış olan Muradiye Camii’ni ve İshak Paşa’nın oğlu tarafından yaptırılmış olan İsa Bey Camii’lerini dolaştık. Bir gece evvel köfte yediğimiz Kapan han dışında Kurşunlu ve Sulu Han’ların Osmanlı döneminden kalmış olduğunu, aynı zamanda şehirde Davutpaşa Hamamı, Şengül Hamamı, Rıfai tekkesi, Tefeyyüz Mektebi gibi ziyaret edilmesi gereken yerler olduğunu öğrendik. Gezintimiz sırasında Üsküp’lü gençlerin yeni oluşturmakta oldukları bir kütüphaneye de uğradık. Farklı diyarlarda aynı dertlerle dertlenmiş genç kardeşlerimizin dar imkanlarla ve kan ter içindeki uğraşları bizlere ayrı bir heyecan ve gayret verdi. ‘Köprü’ adıyla yayınladıkları dergilerini bizlere hediye ettiler.

14 Haziran Pazartesi sabahı Üsküp’ten hareket ettik. 1392 Yılında Osmanlı tarafından fethedilmiş bu şehir , Manastır ve Ohri ile birlikte Makedonya’nın en önemli üç şehrinden birisi. Gezimiz sırasında tesbit ettiğimiz diğer bir nokta da şu oldu ki, 6 gün boyunca hızlı bir şekilde dolaştığımız bu yerlerin her biri müstakil olarak en az üç- dört günlük bir seyahati hak eden yerler. Birer veya yarımşar günlük gezilerle buraların hakkı verilmemiş oluyor.

Üsküp’ten  Kumanova’ya doğru gidiyoruz. Buraya Kuman  Türkleri gelip yerleşmişler. Şu anda Arnavut Müslümanlarının yoğun olduğu bir yer. Yol boyunca yanımızda Vardar nehrini görmüştük. Bu nehir toplam 350 km. civarında uzunluğu olan bir nehir. Bunun 264 km.’si ise Makedonya sınırları içerisinde. Yine Makedonya’da üç önemli göl var: Arnavutluk sınırında daha evvel ziyaret etmiş olduğumuz Ohri ile, Yunanistan sınırındaki Presba ve Doyran gölleri.

Bu bölgede anadili Türkçe olan Müslümanlara GORALI adı verilmektedir.  Anadili Makedonca olan Müslümanlar da TORBEŞ adıyla anılmaktadırlar.

Makedonya’dan Bulgaristan’a geçen kafilemizle ilk olarak Köstendil şehrinden geçiyoruz. Burada 5-6 adet Türk ailesinin kalmış olduğunu söyleyen rehberimiz aynı zamanda kullanılmayan iki camiinin varlığını bize haber veriyor. Bu camiiler; Mehmet Paşa ve Ahmet bey camileri. Bazı Osmanlı konaklarının da tamir edilmekte olduğunu görüyoruz.

Bulgaristan’da ciddi bir genç nüfus kaybı var. Yol boyu işlemeyen ve terk edilmiş sanayi tesisleri görülüyor. Bulgaristan’da Ahmet Doğan’ın liderliğinde Halklar ve Özgürlükler Partisi var ve mecliste 21 sandalyeye sahipler. Ziraat ve Devlet Bakanlıkları da yine bu partinin milletvekilleri tarafından yapılıyor. Bu ülke sınırları içinde 1 İslam Enstitüsü ve 3 adet İmam Hatip Okulu bulunuyor. Özellikle Rusçuk , Şumnu ve Mestanlı bölgelerinde Türkler bulunuyorlar. Ülkede 2 Türk İşadamı derneği faaliyetini sürdürüyor. Bunlardan biri Filibe’de diğeri de Sofya’da.

Sofya’ya vardığımızda ilk olarak başkonsolosluğu ziyaret ediyoruz. Gayet sıcak bir şekilde karşılanıyoruz. Başkonsolosumuz Bulgaristan ile ilgili geniş bir malumat vererek , iş alanları ile ilgili bize yön göstermeye gayret etti. Makedonya-Bulgaristan sınırında bir müddet sıkıntı yaşadığımız için Sofya’ya geç vardığımızdan, Sofya Ticaret Odası ile randevümüz sabaha kaldı. Akşam Prenses Oteline yerleştik. Gezimiz boyunca kaldığımız oteller içinde tuvaletinde taharet musluğu olan tek otel Prenses Otel. Aslında esas amaç olarak kumarhane fonksiyonu görmek için kurulduğu izlenimi veren bu otelde taharetlenmeye hassasiyet gösterilmesi özellikle dikkatimizi çekti ve bizleri memnun etti.

Sofya’daki diğer ilginç bir nokta, ibadete açık tek camii olan Seyfullah Efendi camiinin Sedat Peker tarafından onarılıp ibadete açılmış olması. Türkiye’de ismi organize suç örgütü lideri olarak zikredilen bu şahsın, böylesi ulvi bir hizmeti yapmış olması bizleri hakikaten çok mutlu etti. Allah gönlüne göre versin, yaptığı güzel hizmetler yolunu aydınlatsın ve onun doğru yolda yürümesine vesile olsun. Türkiye’miz çok enteresan farklılıkları ve zıtlıkları içinde barındıran, insanlarının hiç ummadığımız derinliklere sahip olduğu çok zengin bir ülke.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde 83 camiinin varlığını tespit etmiş olduğu Sofya’nın bu açık olan tek camiinde abdestlerimizi alıp keyifle namazlarımızı kıldık.

Akşam Sofya’yı dolaşmaya çalıştık. Komünist hakimiyeti altında uzunca bir süre kalan bu şehrin mimarisinde bu dönemin ciddi izlerini görüyorsunuz. Sovyet hakimiyeti üslup olarak şehre adeta damgasını vurmuş.

Akşam Sofya Radyosunda çalışan Türk bir arkadaş bize rehberlik etti ve Türk kahvehanesinde çaylarımızı içerken bizleri bir hayli bilgilendirdi.

Sofya’daki radyonun 1935’de yayına başladığını ve 1944 yılına kadar günde 5-6 saat gibi yayın yapıldığını öğreniyoruz. İçe dönük yayınlarda genellikle Rumeli Türkülerine yer verildiğini, dışa dönük Türkçe yayınlarda ise Türk sanatçıların şarkılarının yer aldığını anlatıyor rehberimiz.

1944-84 arasında Türkçe konuşmaların içine sistematik olarak Bulgarca kelimeler de ilave ediliyormuş.1984’den sonra yayınlara bir dönem ara verilmiş.1993 Yılında içe dönük Türkçe yayınları yeniden başlamış ve yayın süresi 1.5 saatten 3 saate çıkartılmış.

Sofya’da bir çok noktada sıcak su kaynakları mevcut. Yol üzerinde bile sıcak su ile yüzünüzü yıkamanız mümkün.Yine Sofya’da Balkan okulu açılmış ve burada Türkçe dersi de verilmekte. Kültür müşavirliği ve ticari müşavirlik aktif olarak faaliyet yapıyor.

Tarkan’ın buralarda çok meşhur olduğunu da sohbetimiz sırasında öğreniyoruz. Buradaki bazı büyük firmaların reklamlarında Tarkan’ın konserlerinden istifade etmesi de önemli bir ayrıntı. Türkiye markasının bir şarkıcı üzerinden tanıtılması ülkemiz açısından ne kadar manidar olduğu konusunda uzun uzun düşünmek gerekiyor sanırım.

1984 ile 1989 arası bilindiği üzere Bulgarların Müslüman Türklere yaptıkları zulmün en zirve yılları. Müslümanların isimleri değiştiriliyor, Bulgar mezarlıklarına gömülüyorlar. 1989’da zulmün en uç yılında 400 000 civarında mülteci Türkiye’ye göç ettiğini bu arada hüzünle hatırlıyoruz.

Bugün ise Bulgaristan Avrupa Birliğine girme noktasında Türkiye’nin bile önüne geçmiş durumda ve ülkede çok önemli bir değişim görülüyor.

Sofya’da sabah kalkıp Ticaret Odasındaki toplantımıza gittik. Teknolojik yönü ağır basan bir program sonrası, ticari ilişki kurmak için gerekli adreslere hangi web siteleri aracılığı ile ulaşabileceğimizi öğrenerek odadan ayrıldık.

Sofya’dan sonraki durağımız Filibe idi. Milattan önce sekizinci yüzyılda kurulmuş olan bu şehir 1364 yılında Osmanlı hakimiyeti altına girmiş. Bu hakimiyet 1884 yılına kadar devam etmiş. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu şehirde 63-64 adet caminin varlığından bahsediliyor. Şu an ise maalesef sadece iki adet cami bulunuyor. Her iki camii de ziyaret ediyoruz. Filibe’nin ana caddesinde kısa bir gezintinin ardından, meraklılarla beraber, şehrin yukarı kesimlerindeki Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan eski şehirden bir esinti sunan bölgeye gittik. Arnavut kaldırımından dar sokaklarda, restore edilmiş Osmanlı konaklarının kenarlarında, ‘Kafe Taksim’ tabelası taşıyan set üstü kahvehanesinde, içimiz sızlaya sızlaya  dolaştık. Hele lokanta kulüp karışımı bir amaçla kullanılan bir Mevlevihaneye girdiğimizde adeta yutkunamaz hale geldik. Vakti zamanında zikirlerin yapıldığı, semazenlerin fır döndüğü bu mekanların bugün süfli amaçlar için kullanılıyor oluşu, tarihe karşı bir utanç hissinin benliğimizi kaplamasına yol açtı. Gerçi doğup büyüdüğümüz şehrimizde de nice mevlevihane ve tekke bugün metruk, harap ve biçare vaziyette duruyor. Onların bu hazin varlıklarını belki de kanıksadık. Fakat yaban ellerde bu tip duygularımız ve hassasiyetlerimiz herhalde biraz daha fazla ortaya çıkıyor.

Filibe’deki bu tarih ve hüzün dolu saatlerimizden sonra, Sultan Murat Camiinin altındaki börekçide yediğimiz nefis böreklerle biraz  ferahladık . İnsan nefsi bulunduğu her şarta çok kolay adapte olabiliyor. Yarım saat evvel şehrin yukarı kısımlarında üzüntüden adeta yutkunamazken, börekçide adam başı en az ikişer porsiyon Rumeli böreğini afiyetle yiyen yine bizlerdik.

Filibe’den sonra Svilengrad üzerinden ve Kapıkule sınır kapısından Edirne’ye vardık. Kapıkule’ye geldiğimizde sınırdaki küçük fakat dört minareli mescid, Anayasa’sında laiklik ilkesi şiddetle vurgulansa da halkı Müslüman olan bir ülkeye girdiğinizi adeta haykırıyor. Sınır kapılarında diğer ilginç bir nokta da tuvaletlerin yanı sıra  Gusülhane denen bir mekanın oluşu.

İlmihal kitaplarının giriş kısmında, sular, temizlik ve gusül abdestinin tarifi bulunan bir dine mensup insanların yaşadığı ülkenin sınır kapılarında, Gusülhanenin bulunuşunun, beni niye bu kadar etkilediğini bu yazıyı kaleme aldığım şu an bile yeterince anlayabilmiş değilim.

Kapıkule’den sonra, her yanı tarih kokan ve muhteşem Selimiye camii ile insanı adeta büyüleyen Edirne’nin şehir merkezine doğru yol alıyoruz.

İlk durak Selimiye Camii. Mimar Sinan’ın bu muhteşem eserinin içinde namazlarımızı kılıyoruz, bol bol resim çekiyoruz ve namaz niyaz köfte piyaz gezimizin son yemeğini yemek üzere Köfteci Osman’ın yolunu tutuyoruz.

Nefis köfteleri afiyet yiyip yola koyuluyoruz.

Artık yolculuk arkadaşlarımızla son bilgi alış verişlerimizin yapılacağı saatler başlıyor. Her birimizin ev ve aile özlemleri daha ön plana çıkıyor. Kim evine nasıl varacak?

İstanbul dışındakiler bulundukları şehirlere nasıl dönecekler?

EmanTur’un bundan sonra hangi gezileri var? Haluk Hoca’yı bir daha nerede bulup dinleyebilmek mümkün olacak? gibi sualler ve cevapları gezinin bundan sonraki bölümünü dolduruyor. Başladığımız yerde, yani İncirli’deki Ömür Lokantasının önünde (bugün orada artık Ömür Lokantası yok) gezimiz son buluyor.

Altı günü beraber geçiren bir otobüs arkadaşla hakikaten çok uyumlu bir gezi yaptık. Gerek gezi rehberlerimiz, gerek yolculuk arkadaşlarımız, gerek kafile başkanımız, hepsi çok güzel bir imtihan verdiler. İnsanların birbirlerini iyi tanımaları için beraberce seyahat etmenin önemli olduğundan bahsedilir. Bu grup hakikaten güzel insanlardan oluşmuştu. Gezinin güzelliği beraber dolaşılan arkadaşların güzelliği ile birebir ilintili idi.

Urumelinden güzel hatıralar, hüzün, tarihe yönelik mahcubiyet, daha sıkı işbirliği ve münasebet ihtiyacı şeklinde özetlenebilecek tespitlerle döndük

Erhan Erken

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

 

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar?

Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı , uyandım, rüya alemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekan düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya bir çok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya aleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (A.S.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri ‘Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim’ mealindeki duanın  manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabii uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya aleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım

İnsan oğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak , dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen, balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kimbilir hangi alemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağızıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekana adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor….

Pekiyi, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegane hayat , ahiret alemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin , her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

‘Dünyada ölümden başkası yalan’ diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir hadis-i-şerif meali daha var:

‘İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.’ Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı , çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpki yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya aleminden , gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya ahiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakikat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20,30,50,60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş  ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakikatini yaşamadan aynel yakin kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dahilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

Erhan Erken

SEMA METODUNDAN İNTERNETTE EĞİTİME

 

Türkiye’de yaşayan ve yaşları otuz ile elli arasında gezinen nesil,  icazet, meşk gibi kavramların neredeyse son kullanıcılarına şahit olan bir yaş grubu mu acaba diye kendi kendime çoğu kere sormuşumdur.

Dayımla her sohbetimizde kendi neslinden veya bir nesil evvelki alim zatlardan bahsederken, Tavaslı Mehmet Efendi’den ders okumuştu, Fatih dersiamlarından Salih Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçmişti, Rebi Molla’dan filanca dersi takip etmişti,  Rahmetli Hasan Akkuş  Hoca’dan  icazet almıştı gibi lafları çokça işitirim. Herhangi maruf  bir kişiden ders almış olmak, onun dizi dibinde yetişmek, direk iletişim yoluyla hem bilgi, hem davranış tarzı, hem ahlaki özellikleri kesbetmek bir evvelki nesil için çok önemli bir değer ifade ediyordu.

İlim için öyle de güzel sanatlar için farklı mı?

Musikide falanca müzisyen şu kişiden şu kadar eseri meşk etmişti dendiği zaman bu lafın söylenişindeki vurgu bile başka bir mana ifade etmekteydi.

Sanatkarlar için de hangi ustanın yanında yetiştiği, o kişi  için en önemli derecelerden bir tanesi idi. Mesela hüsn-i hat çalışan öğrenciler hocalarından bu sanatı meşk yoluyla öğrenirlerdi.

Bütün bunlar ve daha bir çok alanda bir çok örnek, evvelki devirlerde direk iletişimin, yani, kişiden kişiye bilgi, sanat, ahlaki yaklaşım gibi değerlerin aracısız ve teke tek bir tarzda nakledilmesinin bir yöntem olarak benimsendiğini göstermektedir.

Üstelik bu yol tavsiye edilen ve en muteber olarak tavsif edilen bir yol olarak ifade edilmektedir.

Hadis usulü kitaplarında geçen , talebenin hocasından diz dize oturarak direk olarak bir hadis metnini alması, hadisin naklinde en üstün metod olarak tarif edilmektedir. Sema metodu olarak anılan bu usul icazetin veya meşkin başka bir versiyonu, fakat aynı hassasiyeti taşıyan bir usul olarak dikkati çekmektedir.

Bu usuller şu an havasını bütünüyle soluyamadığımız, inceliklerini ancak bölük pörçük bir tarzda anlamaya çalıştığımız, hatıratlarda okuyup, kitaplardan lafzen izlediğimiz bir hayat tarzının eğitim ve  iletişim alanındaki tezahürlerinden başka bir şey değil.

Geçen yıllarla birlikte daha öncesinde kendisine çok yabancı olan başka bir hayat tarzının etkisi altına giren daha evvelkiler ve başlarken adını andığımız yaşları otuz ile elli arasında değişen nesil, teke tek ilişkiden ziyade,  toplu ilişkilerin hakim olduğu bir dünyada yaşamaya başladılar. Kitle iletişim araçları herhangi bir bilgiyi kilometrelerce uzağa bir anda iletir oldular.

Talebelere kalabalık sınıflarda eğitim ve öğretim veren okullar, farklı bir metodoloji içinde üretilmiş ve disiplinler arasında parçalanmış olan bilgiyi, yine o disiplinlere göre organize edilmiş fakültelerdeki hocalar vasıtasıyla nakleden üniversiteler, icazet yerine diploma vermeye başladılar. Bu bilgiyi naklederken de çoğu kere kocaman sınıfları ve  büyük anfileri kullanmayı tercih ettiler.

Bilginin bir noktadan başka bir noktaya aktarıldığı, fakat onunla birlikte nakledilmesi gereken başka değerlere yeterince dikkat edilmediği, bilginin muhatabı olanlar tarafından ne şekilde anlaşılıp kullanıldığının çok sıhhatli bir tarzda ölçülemediği bir ilişki biçimi. Başka bir şekilde ifade edersek,  görülmeyen değerlerin ölçülüp biçilmesinin yapılamadığı eksik değerlendirmeli bir yöntem.

Görsel ve yazılı medyanın hızlı gelişimi,  globalleşme denen cereyanın gittikçe yaygınlaşması,  bu araçları kontrol altında tutan merkezlerin ulaşabildikleri tüm noktalara tek elden mesaj gönderebilmeleri imkanını da beraberinde getirdi. Bu yöntemde, mesajlara muhatap olanlar yetişmişlik derecelerine göre yorumlayabilme, seçme yapabilme, tavır geliştirebilme gibi bir imkana sahip olsalar da, henüz yetişme çağındakiler ve sadece mesajı alabilecek kadar bir donanıma sahip olanlarda bu durum, mesaj kaynağının istediği biçimde etkilenmeye yol açmakta.

Yalnızca okuma yazma oranlarının çoğalması ile övünen toplumlar, vatandaşlarını, modern iletişim araçlarının gönderdikleri mesajları alıp, onların gereğini yapmaktan öte bir tarzda yetiştirmeyerek, adeta kendi toplumlarını ve  gelecekleri olan çocuklarını, bu mesajları yayan kaynakların ellerine sorgusuz ve sualsiz olarak terk ediyorlar.

İnsanları etken olmaktan ziyade edilgen olmaya iten bu tür bir iletişim tarzı karşısında, interaktif metodları öne çıkaran, mesajın kaynağını etkilemeye çalışan, gelen mesajı sorgulayan, mesajın veriliş biçimini tartışan bir yönelim de gittikçe sesini yükseltmekte. Özellikle aileler gelecekleri olan yavrularının eğitim ve öğretimleriyle her geçen sene biraz daha fazla ilgileniyorlar. Onları kitle iletişim araçları karşısında daha seçkinci olmaya yönlendirmeye çalışıyor, evlerinin içlerine kadar kendi elleriyle alıp getirdikleri televizyonların, videoların programlarını sorguluyorlar. Modern dadıların kendi ellerinden tatlı tatlı alıp götürdükleri yavrularına yeniden sahip çıkmaya çalışıyorlar.

Birçok yerde anne babaların küçük guruplar oluşturarak yavrularına hem bilgi hem de ahlaki değerler kazandırmaya yönelik hocalar tutup eğitim vermeye çalıştıklarını işitmek, diz dize eğitimin yeniden değer kazanmaya başlaması olarak yorumlanabilir mi onu bilemiyorum. Fakat yukarıdan aşağı doğru biçimlendirici bir iletişime karşı, farklı bir yöntem, bir çıkış aralığı ümidi olarak  zikredilmeye değer bir çaba olarak değerlendirilebilir.

Son yıllarda çılgınca bir hızla yayılan bilgisayar ve onunla birlikte gündemimize giren internet hadisesi de yerleşik iletişim kalıplarını zorlayan bir nitelik arz ediyor.

Televizyonun karşısında hareketsiz duran insanın yerini, bilgisayar karşısında istediği mesajlar arasında tercih yapabilen, dünyadaki hemen her yere her istediği zaman ulaşabilme imkanına sahip, bu kanalın kendisine verdiği imkandan istifade ederek o kanala bağlı olan herkese mesaj gönderebilme imkanını yakalayan bir insan alıyor.

Bilgi alışverişinin aynı anda hem kitlesel düzeyde hem de teke tek bir tarzda yapılabildiği yepyeni bir iletişim tarzı. Aynı anda anfi, aynı anda diz dize eğitim. Sesin, resmin, fikrin karşılıklı olarak nakledildiği bu yolda şu an hala bir şeyler eksik. Zaman bu konuda daha sağlıklı bir değerlendirme imkanı verecektir.

Şu an için en önemli nokta, bu kanalların gelişmesini sağlayan merkezler, oradan yayılan bilginin derlenmesi ve sunulması konusunda çok iyi bir hazırlığa sahip olduklarından bu sistemin içine dahil olan çevre unsurlar her ne kadar etkin olduklarını düşünseler de hali hazırda aktif bir alıcı durumundan öteye gidememektedirler. Fakat internet ağı geçen zaman içinde bambaşka açılımlar sağlamaya gebe bir saha olarak önümüzde durmaktadır.

İnsanoğlunda başlangıcından kıyamete kadar, hangi devrede olursa olsun değişmeyen noktaların doğru olarak tespiti hem eğitimde hem de iletişimde çok önemli bir nokta olarak karşımızda durmaktadır. Şartlar değiştikçe insanların birbirlerine mesajlarını aktarırken kullandıkları metodların da değişmesi tabii bir süreç olarak algılanmalıdır. Fakat bu değişimin insan fıtratına ve onun yaratılış gayesine uygun bir tarzda olmasına da özellikle dikkat edilmelidir.

Bu hassasiyeti göstermeyen beyinlerin ve çevrelerin ürettikleri metodların, insanlığın bugünü ve yarınını olumsuz bir biçimde etkilememesi için gayret göstermek, sorumluluk sahibi herkesin üzerine düşen önemli bir vazifedir.

ERHAN ERKEN

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ

KIŞ/BAHAR 2000 SAYI 5,6