
İkinci Dünya Savaşı insanlık tarihinde şahit olunan en büyük toplu savaşların başlarında gelmektedir. İsmi üstünde “Dünya Savaşı”.
Bu Savaş sonrası dünyada yeni bir denge kurulmuş,neredeyse her konu üzerinde ayrı ayrı oluşumlar vücuda getirilmiştir.
İşte bugün bahsedeceğimiz İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de bu metinlerden birisidir. Aralık ayının 10’u itibariyle, 10 Aralık 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 76’ncı yıldönümündeyiz.
Bu bildirge; din, dil, ırk, cinsiyet, coğrafya ayrımı gözetmeden her insanın onur, hayat, özgürlük ve adalet hakkına sahip olduğunu ilan eden tarihî bir metindir.
İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımı sonrası insanlık, “bir daha asla” diyerek bu ortak ahlakî ve hukukîçerçeveyi dünya kamuoyunun önüne koymuştur.
Ancak bugün, 76 yıl sonra şu soruyu dürüstlükle sormak zorundayız:
Bu bildirge bugün gerçekten ne kadar hayata geçirilebiliyor?
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi evrensel değerleri savunur; fakat uygulamaya baktığımızda özellikle dünyanın güçlü devletleri için bu evrenselliğin çoğu zaman “seçmeli” olduğunu görüyoruz.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip beş daimi üyesi,
— ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa çoğu zaman insan haklarını değil kendi jeopolitik çıkarlarını öne almaktadırlar
Veto mekanizması ise ağır insan hakları ihlalleri karşısında dahi uluslararası sistemi kilitleyen bir yapıya dönüşmüştür.
Bu ülkelerin tarihlerinde toplulukları yok eden ne kadar büyük zalimliklerin olduğunu da burada hatırlamamız gerekiyor.
Bu noktada izninizle yakın geçmişte tanık olduğumuz uluslararası sistemden çarpıcı birkaç örnek vermek istiyorum
BAZI ÖRNEKLER
1/ Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Bosna Savaşı ve Srebrenitsa katliamıdır…
BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenitsa’da BM askerlerinin gözü önünde 8 binden fazla Müslüman Boşnak erkek ve çocuk katledildi.
Sonradan bu olay “Soykırım” olarak tanındı ama o gün, ne diplomatik irade ne de askeri kararlılık gösterildi.
Burada trajedi sadece yaşanan katliam değildir.
Trajedi şudur:
İnsan haklarını korumakla yükümlü sistemin, ihtiyaç duyulan anda işlemez hâle gelmesidir…

2/ Diğer örneğimiz maalesef iki yıldan fazladır sürekli gündemimizde yer alan GAZZE’dir
2023’ten bu yana Gazze’de yaşananlar da benzer bir sorgulamayı yeniden gündeme getiriyor.
On binlerce sivil yaşamını yitirdi. Hastaneler, okullar, yaşam alanları yok edildi. Milyonlarca insan yerinden edildi.
Peki dünya ne yaptı?
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ateşkes ve insanî yardım çağrılarını defalarca gündemine aldı ancak veto mekanizması nedeniyle etkili kararlar alınamadı.
Burada mesele yalnızca bir ülke ya da bir çatışma değildir.
Mesele şudur:
İnsan hakları, büyük güçlerin müttefikleri söz konusu olduğunda askıya mı alınmaktadır?
Son dönemlerde bir umut belirdi ve ateşkes ilan edildi. Fakat zalim İsrail, insan hak ve hukuku, anlaşma, ateşkes gibi hiç bir kural ve kaideyi tanımıyor ve sözde güçlü ülkeler yine sessiz kalıyor
3/ Bir diğer ağır örnek ise Doğu Türkistan’dır.
BM raporları; kitlesel gözaltılar, zorla çalıştırma, dini ve kültürel baskılar gibi uygulamaların insanlığa karşı suçlar düzeyine ulaşmış olabileceğini ortaya koydu.
Ama dünya büyük ölçüde sessiz. Neden?
Çünkü ihlaller, küresel sistemde ekonomik ve siyasi gücü yüksek bir ülke tarafından yapılıyor.
BİR ÜMİT VAR MI?
Bu da bize şunu gösteriyor:
İnsan hakları evrensel bir ilke olmaktan ziyade, güç ilişkilerine bağlı bir söyleme dönüşme riskiyle karşı karşıya.
Peki çözüm ne? Burada karamsarlığa kapılmak kolay.
Ama kapılmamalıyız?
Ümit daima var olmalı…
Asıl sorumluluk tam da burada başlıyor.
Birkaç teklif öne sürelim;
Bu 5 ülkenin VETO hakkını tartışmaya açabilmeliyiz…
1. Veto mekanizması sınırlandırılmalıdır.
Soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda bu BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinin veto hakkı askıya alınabilmelidir.
2. Uluslararası ceza hukuku güçlendirilmelidir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi ve benzeri kurumların kararları, gerçekten herkes ve her ülke için bağlayıcı olmalıdır.
3. İnsan Haklarına riayet , ticaretin ve silah anlaşmalarının şartı olmalıdır.
Ağır ihlaller yapan rejimlerle yapılan ekonomik ve askeri iş birlikleri sorgulanmalıdır.
4. Sivil toplum ve belgeleme hayatî öneme sahip. Buna azami dikkat edilmelidir.
Hak ihlalleri belgelenmedikçe, görünür olmadıkça hesap sorulamıyor. Bu sebepten etkili ve ısrarlı bir belgelendirme çalışması yapılmalıdır
5. Evrensellik ilkesinden sapılmamalıdır.
İnsan hakları, “bizimkiler” ve “ötekiler” ayrımıyla savunulamaz. Bir Hak gasbı varsa bu samimiyetle gündeme getirilebilmelidir
Aksi hâlde bu hak değil propaganda olur.
Sonuç olarak; İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bir metinden ibaret değildir. Öyle kalmamalıdır. İşletilmeldir……
O, insanlığın kendi vicdanına yazdığı bir nottur.
Bugün bu metnin eksik uygulanmasını konuşabiliyorsak bu hâlâ elimizde bir ölçü ve itiraz zemini olduğu içindir.
Sorun bildirgede değil sorun gücün, hukukun önüne geçirilmesindedir.
Bir daha altını çizelim;
Hak ve hukuk özellikle insanın konu olduğu hak konusu daima üstün olmalı, güç onun önüne geçmemelidir.
Ama bu mümkün olabiliyor mu? İşte asıl sorun da bu.
Görebildiğimiz kadar hakiki görevimizi şöyle formüle edebiliriz
İnsan haklarını sadece hatırlandıkları günlerde değil, güç ilişkilerinin zorladığı anlarda savunabilmeliyiz
HOBBES MU HAKLI, KANT MI HAKLI?
Uluslararası ilişkileri incelerken kabaca iki ana yaklaşımdan bahsediler
Birisi İngiliz fikir adamı Thomas Hobbes’un güce dayalı yaklaşımı. O der ki ülkeler hep gücün hakim olduğu bir tavır içinde olurlar. Bu işin realitesi budur.
Diğeri de Alman düşünürün Kant’ın yaklaşımı. Uluslararası sistemi hukuk kuralları üzerine oturtalım ki huzur ve sükun daim olsun.
Bu gün var olan maalesef Hobbes’un yaklaşımı.
Ama olması gerek isen Kantın yaklaşımıdır. Bunu öne çıkarmaya gayret edilmelidir ki barış kalıcı olabilsin…
Satırlarıma, herşeye rağmen barış ve huzurun hâkim olduğu, haksızlıkların ve sömürünün değil adaletin öne çıktığı bir dünya hayalimizi muhafaza etmenin önemli olduğunu vurgulayarak son vermek istiyorum