EYLÜL AYINDA TARİHİMİZDE VUKU BULAN İKİ ÖNEMLİ ASKERİ DARBE

 

Bu yazımızda Eylül ayı içinde tarihimizdeki olaylara baktığımızda  üzüntüyle hatırlanacak iki hadiseden bahsetmek istiyorum

İlki 17 Eylül 1961’deki o dönemin 27 Mayıs 1960 ihtilali ile devrilen başbakanı Adnan Menderes’in idamıdır.

Menderes’ten önce 16 Eylül’de ise onun iki bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan da idam edilmişlerdi.

Bu ihtilal ve idamlar Türk siyasi hayatında demokrasi dönemindeki en trajik olaylardan birisi olmuştur.

Bu dönemde askerî unsurların dışında özellikle aydın kesimdeki ve medyadaki vesayet yanlısı grupların da teşvik edici tavırları tarihe adeta kara bir leke olarak geçmiştir.

Bu darbe ile birlikte demokratik süreçte maalesef çok ciddi bir kesiklik oluşmuştur.

27 Mayıs ve idamlar, daha sonraki birçok siyasi tartışmada her daim hatırlanan hüzünlü bir olay olarak hafızalara kazınmıştır

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ VE SONRASI

Bu yazımızda daha geniş olarak  bu olaydan 20 yıl sonra vuku bulan 12 Eylül darbesinden bahsetmek istiyorum ki onun etkilerini hala kısmen yaşamaktayız.

Hatırlayanlar iyi bilir; 12 Eylül 1980 sabahı Türkiye farklı bir güne uyanmıştı.

Tanklar sokaklardaydı, radyolardan ordunun yönetime el koyduğu anonsları yapılıyordu. Siyasi liderler göz altına alınmışlardı, partiler kapatılmış, parlemento feshedilmişti…

Bu yalnızca bir hükûmet değişikliği değil sonrasındaki gelişmeleriyle Türkiye’nin siyasi ve toplumsal hayatının adeta kökten yeniden kurgulanmasıydı.

Tabii 12 Eylül’ün öncesi, ne ölçüde gerekli olup olmadığı, meşruiyyeti gibi hususlara girmek istemiyorum ki buraya girersek mevzu çok uzar ve bu yazının sınırlarını zorlayabilir.

Geriye dönük bakıldığında ülkenin kamplara bölünmesi; Kahramanmaraş, Çorum ve Malatya gibi illerimizde adeta kurgu kokan olaylar, ülkede sıkıyönetim olmasına rağmen devam eden ölümlü kardeş kavgalarının 13 Eylül’de bıçak gibi kesilmesi üzerinde derin derin düşünülmesi gereken noktalardı…

1982 ANAYASASI VE ONUN OLUŞTURDUĞU ÇERÇEVE

Evet sonuçta darbenin ardından mevcut anayasa ve siyasi yönetim askıya alındı. Onun yerine 1982’de yeni bir anayasa yapıldı, halk oyuna sunuldu ve ilginçtir ki % 92 ile kabul edildi…

Fakat dikkatlice incelendiğinde rahatlıkla görülebilir ki bu anayasa, askerî ve bürokratik vesayeti kurumsallaştıran hükümler içermekteydi.

Milli Güvenlik Kurulu, asker ağırlıklı yapısıyla siyasetin üzerinde adeta bir gölge hükûmet işlevi görüyordu.

Yüksek yargı organları – Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay – adeta siyaseti denetleyen kurumlar olarak kurgulanmıştı.

YÖK ile üniversiteler mutlak manada kontrol altına alınıyordu. Cumhurbaşkanlığı makamı güçlendiriliyor ve genel olarak sonrasında asker kökenli bir kişinin bu göreve getirilmesi düşünülüyordu.

İlk cumhurbaşkanı da darbe lideri Evren oldu.

Daha sonraki dönemde seçimler yapıldı, seçilecek milletvekili adayları üzerinde ciddi yönlendirmeler yapıldı,  hükûmetler kuruldu ama bütün bu süreçler üzerinde görünmez bir gözetim mekanizması işliyordu. Demokrasi vardı fakat bu vesayet altında işleyen bir demokrasiydi…

Bu dönemde daha sonra üç sivil cumhurbaşkanı da seçildi: Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer.


Her biri farklı dönemlerde, vesayet düzeni ile siyaset arasındaki gerilimi bizzat yaşadılar.

28 ŞUBAT POST MODERN DARBE

1997’de 28 Şubat süreci, tarihe “Post-Modern Darbe” olarak geçti.

Ordu doğrudan yönetime el koymadı fakat medya, yargı ve bürokrasi üzerinden oluşturulan baskılarla dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmek zorunda bırakıldı.

Bu süreç, vesayetin siyaseti nasıl yönlendirdiğini gözler önüne serdi.

Hatta çok ilginçtir o dönemde sivil örgütlerin başındaki bazı etkin başkanlar bile tamamen vesayetçi bir kimlikte işlev gördüler.  

Üstüne üstlük bu süreçte darbelerden en fazla yara alan duayen politikacı merhum Demirel, cumhurbaşkanlığı makamında bulunmaktaydı..

Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemi de bu çerçevenin önemli bir halkasıydı.

Sezer, anayasal yetkilerini sonuna kadar kullanarak hükümetleri sık sık zorladı, yasaları ve önemli atamaları veto etti, bürokratik mekanizmalar üzerinden siyasi alanı daralttı.

12 EYLÜL YAPISINDA CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNDE YAŞANAN ÖNEMLİ KIRILMA

2007 yılı ise yeni bir kırılma noktası oldu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde askerler ‘e-muhtıra’ yayımlayarak siyasi iktidara karşı açık tavır aldılar.

Sokaklarda “Cumhuriyet Mitingleri” düzenlendi. Tüm bu baskılara rağmen Abdullah Gül, halkın desteğiyle cumhurbaşkanı seçildi.

Bu, vesayet sisteminin çözülmeye başladığının en önemli göstergelerinden biri oldu.

Bu döneme çok genel olarak bakıldığında 2002’den itibaren başlayan reform süreçleri ve anayasal değişikliklerle, askerî ve bürokratik vesayetin giderek geriletildiğini görüyoruz.

Bu dönemde halkın iradesinin büyük ölçüde siyasetin merkezine oturmaya başladığı hissedilmekte… Fakat daha kat edilecek bir hayli yol var…

Bu çerçevede ne kadar gelişme olursa olsun vesayet arzusunu taşıyan belli kesimlerin her an teyakkuzda olduğunu gösteren en son delil de “15 Temmuz Darbe Teşebbüsü” idi.

Şükürler olsun ki bu sefer milletimiz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde çok sağlam bir duruş gösterdi ve bu uğurda verilen 251 şehidimizle ve binlerce yaralımızla darbe belası savuşturuldu.

İnşallah artık bu son olur… Bu ülke ne çekiyorsa milletin siyasi hayata etkisine tahammül edemeyen vesayetçi kesimlerden çekiyor…

1980’Lİ YILLAR VE 12 EYLÜL SONRASINDA EKONOMİDE YAŞANAN ÖNEMLİ DEĞİŞİM

12 Eylül 1980 ihtilali sonrasınde Türkiye’de ekonomi dünyası açısından ne tür gelişmeler olduğuna bakmanın da çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Çünkü 1980’lerin Türkiye’sini sadece siyasetteki vesayet sistemiyle açıklamak eksik kalır.

Aynı yıllarda Türkiye’nin başka bir hikâyesi daha yazılıyordu. Dünya sahnesinde ingiliz Başbakanı Margaret Thatcher ve ABD Başkanı Ronald Reagan’ın öncülüğünde yeni bir küresel düzen kuruluyordu.

Bu düzen, gelişmekte olan ülkeleri dünya sistemine entegre etmeyi hedefliyordu.

Serbest piyasa, özelleştirme ve ihracat odaklı kalkınma politikaları birbiri ardına teşvik edildi.

Türkiye’de de bu sürecin temeli, darbeden hemen önce alınan 24 Ocak 1980 kararlarıyla atılmıştı.

Darbe Sonrasında Turgut Özal’ın liderliğinde, ANAP hükûmetleri Türkiye’yi dışa açılmaya yönlendirdi.

Türk Lirası konvertibl hale geldi. İhracata dayalı büyüme modeli benimsendi.

1990’ların ortasında Gümrük Birliği Anlaşmasıyla Türkiye, Avrupa pazarlarına doğrudan entegre olma sürecine girdi. Avrupa Birliği ile üyelik süreci için ilk ciddi adımlar yine bu dönemde atıldı.

Böylece Türkiye 1980’li ve 1990’lı yıllarda ilginç bir ikili süreç yaşadı. Bir yandan siyasette askerî ve bürokratik vesayet hâkimdi. Seçilmiş hükûmetler sürekli denetim altında tutuluyor, demokrasi  adeta sınırlı bir alanda işliyordu.

Diğer yandan ekonomide dışa açılım ve dünya ile entegrasyon hız kazanıyordu.

Tabii bu arasa Dünya da çift kutuplu soğuk savaş ikliminden başka bir dengeye doğru gidiyordu…

 BİR YANDA SİYASETTE VESAYET DİĞER YANDA EKONOMİK SAHADA DÜNYAYA AÇILIM

Bu çelişki aslında bir bakıma bu dönemin ruhunu yansıtıyordu: İçeride belli kesimlerin vesayet düzeniyle sistemi kontrol altında tutma arayışları, dışarıda ise küreselleşmenin sunduğu imkânlarla ekonomiyi dönüştürme fırsatlarının ortaya çıkması ve buna dayalı olarak da ülkedeki özgürlükçü kesimlerin gayretleri…

Sonuçta, bu yıllarda Türkiye’de vesayetle demokrasi, kapalı siyasetle açık ekonomi yan yana ilerledi.

Ve işte bu çelişkili tablo, Türkiye’nin sonraki yıllardaki siyasi ve ekonomik dönüşümünü hazırlayan en temel dinamiklerden biri oldu.

Bugün geriye dönüp baktığımızda 12 Eylül’le başlayan vesayet düzeninin onlarca yıl siyaseti nasıl gölgelediğini ama aynı zamanda ekonomide küreselleşmenin Türkiye’ye nasıl yeni bir yön verdiğini daha net görüyoruz.

Ve şu gerçeği anlıyoruz: Demokrasi de, ekonomi de nihayetinde halkın iradesiyle güçleniyor.

Hür teşebbüsün ve hür bir siyasi sistemin ülkenin gelişmesi için hayati önemi var.

Böylesi bir durumda gerek İstanbul Ticaret Odası’nın gerekse de geniş manası ile iş dünyasının hür teşebbüsün ve hür siyasetin en büyük destekçisi olması gerekiyor.

Sandıkta ortaya çıkan irade ve dünya ile kurulacak sağlıklı ve verimli bağlar, Türkiye’nin yolculuğunda belirleyici unsurlar olmalıdır.

Yazımıza son verirken en büyük dileğimiz şudur ki, İnşallah bu süreç bir daha kesintiye uğramadan ve gelişerek devam eder.

*Bu yazı İTO’nun Eylül ayı olağan toplantısının başlangıcında yaptığım konuşmanın metne çevrilmiş şeklidir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir