GAZZE KATLİAMI BİR YILINI DOLDURURKEN

 

Malum olduğu üzere bugünlerin en yoğun gündemi, İsrail’in Gazze’de uygulamış olduğu soykırımın artık bir ateşin yayılması gibi, bütün Orta Doğu bölgesini sarma tehlikesine odaklanmış durumda.

7 Ekim 2023 tarihindeki olaylarıyla başlayan 1 yıllık süreçte önümüzde çok ağır bir bilanço duruyor.
Bir zamanlar yaklaşık 2.3 milyon kişiye ev sahipliği  yapan Gazze’de 41 bin kişi vatanları için şehid olmuş durumda. Ve bunların 17 binden fazlası çocuk.
Dünya Sağlık Örgütü 10 binden fazla insanın cesetlerinin hâlâ enkazların altında olduğunu tahmin ediyor.
İsrail saldırılarının altında maalesef artık harabeye dönmüş bir Gazze var.
BM raporlarında 42 milyon tonluk enkazın 15 yıl kadar bir sürede temizlenebileceği öngörülüyor.
Yüzde 65’i yıkılan Gazze Şeridi’nin enerji tesisleri, kanalizasyon hatları, su arıtma tesisleri, hastaneleri, kamu binaları gibi kritik altyapısı yerle bir olmuş durumda.
611 cami, 3 kilise, 201 kamu dairesi, 36 spor tesisi ve 150 binden fazla konut tamamen yıkıldı.
Gazze’de savaş bitse bile yeniden inşa sürecinin 80 yıl kadar sürebileceği ve on milyarlarca dolara mal olacağı hesaplanıyor.
Şu an İsrail bombardımanı nedeniyle yerlerinden edilen yaklaşık 1.9 milyon insanın büyük çoğunluğu, barakalarda ve çadırlarda temel yaşam malzemelerinden yoksun bir şekilde aç ve susuz yaşamaya gayret ediyor.

İnsanlığın gözü önünde cereyan eden vahşetin ve soykırımın bir yıl geçmesine rağmen durdurulamamasının sonuçlarını bütün dünyanın acı bir şekilde yaşaması ihtimali de ciddi olarak gündemde.
Hitler ve Mussolini gibi zalimlerin sebep olduğu II. Dünya Savaşı örneği acı bir tarihi gerçek olarak önümüzde duruyor.
Maalesef, bugünün İsrail’i, Nazi Almanya’sının Yahudi vatandaşlarına karşı işlediği suçların daha vahşisini işliyor.
Ve Netenyahu ve suç ortakları bunu bütün dünyanın gözünün içine baka baka yapıyorlar.
Tüm kalbimizle inanıyoruz ki bu İsrail terör devleti gün gelecek döktüğü kanın ve göz yaşının içinde boğulacak.
Ancak burada çok önemli bir hususun altını çizmek zorundayız. Uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak ve muhafaza etmek  amacıyla kurulmuş BM vazifesini yapmıyor.
Güvenlik Konseyi’ndeki meşhur 5’liler bu sonucun en büyük müsebbibi
Kayıtsız ve şartsız İsrail’e destek verenler bu soykırıma artık ortak olmuşlardır.
Ve bunu tarih affetmeyecektir.
Biraz evvel de işaret ettiğimiz gibi geldiğimiz noktada Gazze’deki ateş maalesef başka alanlara da yayılma ihtimaline sahip gibi görünüyor.
Suriye, İran ve Lübnan saldırıları ve çatışmaları arzu etmesek de bunun ilk işaretleri olarak değerlendirilebilir
Bu konuda akl-ı selîm, hakk ve adalet sahibi toplumların ve onların liderlerinin bir an önce barış ve huzur için harekete geçmelerine ihtiyaç var.
Yoksa bu kıvılcımların bir dünya savaşı başlatması an meselesi.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NASIL BİR ORGANİZASYON?
Geldiğimiz bu noktada bugün Uluslararası Sistemin büyük ölçüde üzerine oturduğu Birleşmiş Milletler yapısından biraz bahsetmek yararlı olacak:
Bilindiği üzere 40 ila 60 milyon insanın yok olduğu II. Dünya Savaşı sonrasında, 1945 yılında, 51 ülke tarafından evrensel üyelik prensibiyle Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur.
BM’i daha iyi anlamak için onun en önemli kurumlarına kısaca göz atmak gerekir
1/ Genel Kurul: Tüm üye ülkeler bu kurulda yer alıyorlar. BM’de üye ülke sayısı 193. Normal şartlar altında Eylül ve Aralık aylarında toplanan bu kurul güncelden küresele,  sorunlarla ilgili müzakereler yapıyor. Barış ve güvenlik, yeni üye kabulü, BM bütçesi veya barış faaliyetlerine ilişkin bütçeler için genel kuruldaki karar nisabı 2/3 . Diğer konularda salt çoğunluk yeterli oluyor. BM Genel Kurulu’nun kararlar tavsiye mahiyetinde. Herhangi bir ülkeyi kararı kabule zorlamak mümkün değil
Devlet statüsü koşulunu tam sağlayamayan bazı siyasal birimler BM’ye daimi gözlemci heyet göndermekteler. Bunlar Vatikan ve Filistin’dir
Genel Kurul ile bağlantılı olarak çalışan 3 önemli kuruluş daha bulunuyor:
Bu kuruluşlar:  Dünya Bankası, İMF ve DTÖ (WTO). Bunlara üç kız kardeş de denmektedir (Heywood, 2013)
2/ Güvenlik konseyi: Uluslararası barış ve güvenliği korumada asıl sorumlu organ BM Güvenlik Konseyi’dir. Bu kurul gerektiğinde herhangi bir zamanda toplanabilir. Daimi üyeleri: Çin, Fransa, Rusya Federasyonu, ABD ve İngiltere’dir
Diğer 10 üye BM Genel kurulu tarafından 2 yıllık dönemde seçilmektedir.. Konsey kararlarında 9 oy gereklidir.
Anlaşmazlıklarda önce arabuluculuk yolu denenmekte., çatışma durumlarında ise ateşkes sağlanmaya çalışılmaktadır.

Mütareke olur düşmanlık sona ererse konsey tarafları ayrı tutmak için Barış gücü gönderebilir. Konsey ekonomik yaptırımlar, silah ambargosu gibi önlemler almak için karar alıp uygulamaya girişebilmektedir.

3/ Uluslararası Adalet Divanı.(ICJ) Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Cemiyet-i Akvam bünyesindeki Dünya Mahkemesinin halefi olarak İkinci Dünya savaşı sonrası Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan yargı organıdır.
Devletler arasındaki hukuki anlaşmazlıkları karara bağlayan bir mahkemedir. Divanın duruşmalarına katılım isteğe bağlıdır. Bir devlet katılmaya karar verirse kararlara da uymak zorundadır. (Goldstein, 2015)
En büyük dezavantajı mahkemenin yargı yetkisi veya kararlarına uyma konusunun devletler tarafından kapsamlı bir biçimde kabulü hakkında uzlaşı olmamasıdır.
Temel kullanım alanı dostane ilişkilere sahip ülkeler arasında ikincil önemdeki sorunlara hakemlik etmesidir.
Burada görüldüğü üzere BM çok kapsamlı bir örgüt. Fakat tüm bu geniş yelpazeye rağmen hayati karar organı Güvenlik Konseyidir. Buradaki 5 daimi üyeden herhangi biri veto ederse o karar uygulanamamaktadır.
Söz buraya gelmişken bugüne kadar BM genel kurulunda en fazla dikkat çeken  konuşmaları ve bazı kararları hatırlamak yaralı olacaktır.
Genel kurul üye ülkelerin adeta fikirlerini tüm dünyaya duyurdukları bir serbest kürsü mahiyetindedir. Burada BM tarihi içinde BM sistemine de muhalif tarzda çok sayıda konuşma ve müzakere yapılmıştır. Bazen de kararlar alınmıştır.

BM GÜVENLİK KONSEYİNDE TARİHİ SÜREÇTE ÇOK ÖNEMLİ KONUŞMALAR YAPILMIŞTIR

1957 Hindistanlı diplomat Menon . Menon, BM tarihini en uzun konuşmasını yapmış ve bu konuşma 8 saat sürmüştür.
1960 Küba lideri Fidel Castro: Castor, en uzun konuşmayı yapan lider ünvanını almıştır. Konuşması 4,5 saat sürmüştür.
1964 Che Guevera : Guantanamo Üssü’nün kapatılmasını ve Küba’ya iade edilmesini istemişti. Che Guevara, Genel Kurul’da büyük bir dikkatle dinlenen konuşmasını “Ya özgür vatan, ya ölüm” sözleriyle sonlandırmıştı.
1974 Filistin Lideri Yaser Arafat : Yaser Arafat belinde tabancasıyla yaptığı konuşmada sözlerini “Size yalvarıyorum, elimdeki zeytin dalının düşmesine izin vermeyin” diyerek tamamlamıştır.
2006 Venezuela Lideri Hugo Chavez :  Venezuela Lideri Hugo Chavez, Amerikan Başkanı Bush’u şeytana benzeterek, konuşmasını “Şeytan dün buraya gelerek sanki dünyanın sahibiymiş gibi konuştu. Burası halen barut kokuyor” diyerek bitirmişti.
2006 Sudan devlet Başkanı Ömer el Beşir: Beşir yardım kuruluşlarını eleştirmiş,  Siyonizme ve İsrail devletine yüklenmişti
2008 İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat: Siyonist sermayenin ABD ve Avrupa’daki siyaset merkezlerini kontrol ettiğini ifade ederek onları suçlamıştı
2009 Libya Lideri Muammer Kaddafi: Kaddafi, konuşması sırasında Birleşmiş Milletler’in kuruluş sözleşmesini içeren kitapçığı elinde sallayarak, veto hakkının ve daimi üyelerin varlığının sözleşmenin felsefesine uymadığını savunmuştu. Kaddafi, Güvenlik Konseyi’nin savaşları önlemek konusunda da başarısız olduğunu sözlerine eklemişti.
19 Eylül 2017 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Birleşmiş Milletlerin (BM) değişen şartlara ayak uydurmak için reforme edilmesi şarttır” dedi.
“Biz güvenlik konseyinin tamamı aynı hak ve yetkilere sahip 20 ülkeden oluşan bir yapıya sahip olmasını öneriyoruz. İkinci dünya savaşı sonrası bir dünya yok. Tüm dünya ülkelerinin görev aldığı bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin insanlığın vicdanı olacağını umuyoruz.”
Tüm bu gelişmeler ve yaşanan insani trajediler, Türkiye olarak ‘Dünya 5’ten büyüktür.’ diyerek sembolleştirdiğimiz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yeniden yapılandırılması çağrımızın haklılığını teyit ediyor. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin reforme edilmesinde ne kadar geç kaldığımızın da bu ifadesidir.
Sayın Erdoğan  BM Genel Kurulunun son toplantısında da  bu minvalde bir konuşma yaptı.

Fakat farkında oöunacağı üzere uzun etkili ve sansasyonel konuşmaları yapanlar genelde Güvenlik Konseyinde etkin olan ülkeler değil. Bu konuşmalar bir kamuoyu oluşturuyor fakat maalesef etkili karara yol açamıyor

Bir de Uygulanamayan bazı Güvenlik Konseyi kararlarına bakalım : Filistin ile ilgili alınan 1967 savaşı sonrasındaki 242 ve 1973 Savaşı sonrasındaki 338 nolu kararlarda İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi istenmiştir.. Fakat bu kararlar da uygulanamamıştır
Lakin bu Camp David müzakerelerinde ve daha sonraki yıllarda çokça atıf yapılan kararlar olarak kayda geçmiştir.
görüldüğü üzere Genel kurul, Güvenlik konseyinde yaptırım gücü olmayan üye devletlerin bir tür tatmin olmalarını sağlayan bir işlev görüyor ve sıkıntıların patlama yapmadan bir tür hafifletilmesi işlevini de görüyor.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ALANINDA FİKİR DÜZEYİNDE ÖNEMLİ AKIMLAR VE SÜREÇLERE TESİRLERİ

Şimdi bu noktada kısaca uluslararası ilişkilerde iki ana akımdan bahsetmek istiyoruz; Literatürde yer alan başka birkaç tane daha akım bulunmakta  ama mevzuyu dağıtmamak için sadece bu 2 önemli akımı konu edineceğiz.
BUNLARDAN BİRİ REALİST AKIM
DİĞERİ İDEALİST VEYA LİBERAL AKIM
Realistlerde en önemli isim İngiliz Thomas Hobbes’dur. Thucydides, Sun Tzu, Machiavelli de bu çerçevede diğer önemli isimlerdir

Realistler, görüşlerini genel olarak  uluslararası kurumlar büyük oranda etkisiz olmaya mahkumdurlar diye özetlemektedirler
Dünya siyasetini çıkarların uyumundan çok, güç müdahalesi şekillendiriyorsa uluslar arası örgütlerin anlamlı ve önemli yapılar haline gelmesi çok zordur.
“Realist bakış” genel anlamıyla kötümserdir.
Realist görüşün varsayımlarını şöylece özetleyebiliriz.
– İnsan doğası, bencillik ve açgözlülükle tanımlanır
– Siyaset, insan faaliyetlerinin güç ve zorlama tarafından şekillendirilmiş bir alanıdır
– Devletler, temel küresel aktörlerdir
– Devletler, güvenliği bütün konulardan daha öncelikli hale getiren bencil çıkar ve hayatta kalma konularına öncelik verir
– Devletler anarşi ortamında hareket ettikleri için kendi başlarının çaresine bakmak zorundadır
– Küresel düzen, devletler arasındaki güç, yetenek dağılımı tarafından şekillendirilmiştir.

Bir de İdealistler ve Liberaller vardır ki burada en öne çıkan şahıs Alman Kant’dır . Bunlar uluslararası örgütlerin en önde gelen savunucuları arasındadırlar. BM gibi kurulların temeli buralara dayanır
Devlet çıkarları her zaman uyumlu olmasa da devletler arasındaki işbirliği rasyonel ve mantıklıdır ve sayıları gittikçe artan karşılıklı çıkar alanları vardır.
Saf liberal görüşün ilk teorisyenlerinden Kant der ki: Bağımsız bireyler veya devletler kendi karşılıklı faydaları için işbirliği yapmaları doğaldır der.
( Heywood, 2013) Kant’ın evrensel ve ebedi barışın mümkün olduğu düşüncesi uluslararası bakış açısının temelidir. Bu görüşün temel varsayımları:
– İnsanlar rasyonel ve ahlaki yaratıklardır
– Tarih, uluslararası işbirliği ve barış olasılığının artışıyla tanımlanan ilerlemeci bir süreçtir
– Ticaret ve ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılık savaş olasılığını azaltır
– Uluslararası hukuk, devletler arasındaki düzeni destekler ve davranışların kurallar tarafından yönlendirilmesini teşvik eder
Ona göre “Demokrasi” doğası gereği ve özellikle demokratik devletler arasındaki savaş olasılığını azalttığı için barışçıdır.
Ve buradan “Demokratik Barış tezi”ne ulaşılır.
“Otokratik ve otoriter” devletler öz olarak militarist ve saldırgan olarak görülürken demokratik devletler özellikle diğer demokratik devletlerle ilişkilerinde doğal olarak barışçı görünürler. Tabii bu görüşün de çok tartışılır yönleri ve örnekleri mevcuttur.

ULUSLARASI İLİŞKİLERDE NORMLAR

Bir de Uluslararası ilişkilerde bazı NORMLARDAN bahsedilir
Normlar: İnsan haklarına saygı gibi, devletlerin veya insanların ciddiye aldığı ve davranışları etkileyen değerler. Bu konuda birçok NORM VAR. Fakat ben burada dikkatinizi çekmek istediğim birkaç tanesini zikredeceğim
Uluslararası ilişkilerde savaş hali olacaksa bile bunun Adil Savaş ilkelerine uygun olması gerekir: Ortaçağdan 20. YY’a kadar buna riayet edilmeye çalışılmış
Adil Savaş. Hem güç kullanma hakkını ( jus ad bellum) hem de savaş sırasında doğru davranışı (jus in bello) belirlemek için belirli koşulların yerine getirildiği savaş
Çok Yanlılık: Uluslar arası konularda tek taraflı olarak veya sadece bir ülke tarafından değil, birlikte çalışılması. Genelde amaç karşılıklı kazanımlardır.
Jus ad bellum: Savaşma hakkını belirleyen ahlaki kriterler olmalı. Bir savaş açılacaksa bu belli ahlaki kriterlere dayanabilmelidir
Jus in bello: Savaş sırasında doğru şekilde davranışlarda bulunulmaldır
Cenevre Konvansiyonları: Muharip olan ve olmayanların doğru davranışlarını ve savaş suçlarını, barış aleyhine suçları ve ilgili suçları belirtir. Cenevre Konvansiyonları. 1949’da Savaş hukuku üzerine gündeme gelen Cenevre Konvansiyonları 1899 ve 1907’deki Lahey Konvansiyonları geleneğinin üzerine oturmaktadır. Bu konvansiyonların üzerine anlaşma yoluyla yükümlülük ve sınırlamalar yeniden formüle edilmiştir.

NİÇİN BU ANALİZLERİ YAPIYORUZ?
Şimdiye buraya kadar bu kadar lafı teorik meseleden neden bahsetti biraz da onun açıklamasını yapmaya çalışalım.. Bu uluslararası  ilişkiler alanında teorik olarak en fazla sözü söyleyenler, yazanlar, kitaplar hazırlayanlar, bunları koca koca üniversitelerde devasa kürsülerde inceleyen Batılılar konu reel alana gelince maalesef tam tersi bir noktaya savruluyorlar.
Adil Savaş Kuramı Uluslararası literatürde yüzyıllar boyu baş tacı edilmişken ki ben bunun hala önemli olduğunu düşünüyorum ve inanıyorum ama reel hayatta bunu ne kadar uyguladılar onu da göremediğimizi üzülerek müşahede etmekteyiz
ABD İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın iki şehrine atom bombası atıp yüzbinlerce sivili katletti.
Son bir yıldır İsrail, çoluk, çocuk, kadın, hasta demeden binlerce kişiyi acımasızca bombaladı, öldürdü, yaraladı adeta soykırım uyguladı.. Hadi İsrail bunu yaptı diyelim. Ya bu koca koca ülkeler Jus ad bellum: Savaşma hakkını belirleyen ahlaki kriterler ve Jus in bello:Savaş sırasında doğru şekilde davranışlarda bulunma konusunda ne yaptılar. Hiçbir şey..İsrail’e neredeyse toz kondurmadılar.
Şimdi İsrail yavaş yavaş pergeldeki diğer ayağı daha geniş bir alana yaymaya başladı. İşte realistlerin tezleri maalesef buralarda tam olarak devreye giriyor
Konuşmaya geldiğinde genelde en çok tutulan ve savunulan teorik yaklaşım Kant’ın idealist fikirleri olmasına rağmen iş davranış noktasına gelince tercih edilen görüş ve tavır Hobbes’un öne çıkardığı tavır oluyor. Hobbes ne diyordu: insan insanın kurdurur. Devletler de buradan hareketle önce kendi çıkarını düşünür
Doğal olan maalesef bu. Onun için bu uluslararası sistemler filan her zaman hayal edildiği gibi bir netice sağlayamıyor.

PEKİYİ BİZ NE YAPMALIYIZ? NASIL DAVRANMALIYIZ?

Bizler esasında olayı incelerken insanlık özelliğinin bünyesinde barındıran herkesin kabul ettiği hukuka, ahlaki değerlere ve normlara bağlı bir uluslararası sisteme önem vermeliyiz… Ama unutmamalıyız ki bu işin en hayati noktası GÜÇTÜR. Öyle kurumların cazibesine kapılıp gitmek maalesef dünyada adil ve insanca bir sistemin oluşmasına yetmiyor..
Türkiye olarak, biz muhakkak güçlü olmalıyız. Her alanda güçlü olmalıyız. Burada Askeri, ekonomik ve sosyal güçten bahsediyorum. Ülke olarak Gelirin giderimizden fazla olmalı. İnsanımız eğitilmiş olmalı. Toprağımızı iyi ve verimli bir şekilde işleyebilmeliyiz. Dostumuzu düşmanımız iyi analiz edebilmeliyiz, Sanayimizi daha da  geliştirmeye çalışmalıyız. Ülke olarak tasarruf edip yatırım yapabilmeli ve özellikle de katma değerli alanlara yatırım yapabilmeliyiz. Savunma sanayimiz  güçlü olmalı. Başkalarına zarar vermek için değil ama ülkemizi ve mazlum halkları koruyacak bir seviyeye gelebilmeli, düşman olanları caydırıcı bir hale ulaşabilmeliyiz. Enerji alanında  ne yapıp edip başkasına muhtaç olmayacak bir noktaya ulaşabilmeliyiz vs vs.
Bunları yapamazsak sadece eleştiriririz, sokaklarda yürürüz, konuşuruz, bağırıp çağırırırız, sosyal medyada paylaşımlar yaparız, en uç nokta olarak belki BM Genel Kurulunda adaletsizliklere karşı diğer ülkeleri örgütleyip bazı muhalif kararları aldırmaya muvaffak olabiliriz. Bunlar çok mu değersizdir. Elbette hayır. Hiç yoktan bir kıymet ifade eder ama zulmü kökünden engelleyemez, mazlumu koruyamaz, nihai sonuç alamaz. Güçlü olursan yeni oluşacak bir Dünya sisteminde ana karar vericiler arasında yer alabilirsin. Olması gereken de budur.
Eskilerin güzel bir sözü vardır o bunu çok iyi anlatır.
“Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salâh”
Barışı isteyenlerin ancak caydırıcı güce sahip oldukları takdirde bunu gerçekleştirebileceklerini unutmamaları gerekiyor.
Bizler de bu ateş çemberinde yaşayanlar olarak her alanda güçlü olmayı becerdiğimiz takdirde barış ve huzur içinde yaşayabileceğimizin farkında olmalıyız.
ancak bu şekilde dünyada hak ve adaleti savunabiliriz, mazlumları koruyabiliriz;

 
Osmanlı Devleti, tarih boyunca hem doğudan hem de batıdan ülkelerini terk edip kendisine sığınan binlerce mülteciye hatta krallara bile kucak açmıştır.
Mesela 1492’de dünyanın her tarafında büyük bir tiksinti ile bakılan Endülüs Yahudilerine Osmanlı sahip çıkmıştır.
1492’de Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasıyla İspanya’da zulme uğrayan Müslüman ve Yahûdiler, Osmanlı Devleti’nden yardım istemişlerdir.
Osmanlı da Kemal Reis kumandasında bir filo gönderip zulme uğrayan Müslüman ve Yahûdilerin bir bölümünün Osmanlı ülkesine gelmelerini sağlamıştır.
İspanya’dan gelen bu insanların İstanbul, Selânik ve İzmir başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nin farklı vilayetlerine yerleştirildiği tarihi kaynaklarda yer almaktadır.
Yine düşmanlarının pençesine düşen İsveç Kralı XII. Demirbaş Şarl’ı kucaklayan Osmanlı Devleti olmuştur.
Türk-İsveç dostluğunun simgesi hâline gelen İsveç Kralı XII. Şarl, 1709’da Ruslara mağlup olduktan sonra sadece iki haftalığına geldiğini söyleyerek Osmanlı topraklarına sığınmış fakat misâfirliği tam beş yıl üç ay sürmüştür.
Tarih laboratuvarına baktığımızda birçok Avrupa ülkesinin kendi dindaşları olan mültecîleri kabul etmekte çekimser davrandıkları dönemlerde bile Osmanlı Devleti mültecîleri kabul ederek pek çok çağa kendi hoşgörü damgasını vurmuştur.
Bütün bu tarihi olaylar aynı zamanda Türkiye’nin durması gereken yeri göstermesi açısından da ibretliktir.

SONUÇ OLARAK
Yazımıza son verirken dünya üzerindeki tüm zalimleri ve onların işbirlikçilerini tekraren kınıyoruz
Zulme uğrayan, topraklarını, ailesini, işini, aşını, canını kaybeden, tüm mazlum milletlerin de tez zamanda bu kayıplarını telafi etmelerinin temenni ediyoruz.

Şehitlere ve gazilere Allah’tan Rahmet diliyoruz

 

Not: Bu yazı 10 Ekim 2024 tarihinde İTO Olağan Meclis toplantısında yapılan açılış konuşmasının yazı haline getirilmiş şeklidir. Katkılarından dolayı Erhan Çardaklı’ya teşekkür ederim

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir