- Türkiye’de ekonomik ve sosyal meseleler gündeme geldiği zaman çok çeşitli kalemler altında bu konuya yaklaşmak mümkündür.
Bu yazıda sizlerle bahsettiğim çerçevede 3 konu üzerinde fikirlerimi paylaşmak istiyorum
1/ İlk olarak İTO’nun araştırma kuruluşu İTOSAM’ın son çıkardığı kitaptan ve oradaki bir makalede altı çizilen bir husus ile başlamak istiyorum.
İTOSAM’ın bu vesile ile yaptığı araştırmaların ve raporlarının çok değerli olduğunu da ifade etmek isterim. Emeği geçen arkadaşlarımızı kutluyorum.
Kitabın adı; Cumhuriyet’in 100. Yılında Türkiye Ekonomisi ve İstanbul.
Kitabın editörlüğünün Doç. Dr. Avni Önder Hanedar yapmış
Değerli hocalarımız Erdal Bilgiç, İhsan Seddar Kaynar, Ergül Ballı, İsmail Altay, Tunç İnce, Mustafa Çalışkan ve Sercan Karadoğan da makaleleri ile katkı sağlamış.
Bu kitapta 1923’ten 2023’e uzanan asırlık serüvende İstanbul’un ekonomik evrimi mercek altına alınmış.
Sanayileşmeden ticarete, mekânsal dönüşümden hizmet sektöründeki değişimlere kadar. Gerçekten zengin bir veri havuzu sunuyor.
Her dönem, dünya ve Türkiye konjonktürü karşılaştırmalı şekilde ele alınmış.
Kitapta biraz evvel bahsettiğim Dr. Sercan Karadoğan’ın “21. Yüzyılda Büyük Dönüşümler- Yeni Yüzyıla Girerken Ekonomi” başlıklı makalesinde son 25 yılda yaşadığımız sürece ve sorunlara dair önemli ipuçları ile tespitler var.
Öncelikle, 1999 yılındaki Marmara depremi ardından yaşanan 2001 Bankacılık Krizi sonrasında Kemal Derviş yönetiminde uygulanmaya başlanan IMF istikrar programları ve 2002-2013 yılları arasında AK Parti hükûmetlerinin sağladığı istikrarlı yapı altında Türkiye ekonomisinin önemli bir ivme kazandığı vurgulanmış.
Bu reform sürecinde kişi başına Milli Gelir’in 3000 dolarlardan 10 bin doların üzerine yükseldiğini görüyoruz. Enflasyon ise 2005’te %7, 2010’da ise %6’ lara kadar gerilemişti.
Bu dönemde bir yandan yüksek enflasyon ve bütçe açığı gibi kronik sorunların çözümünde başarı elde edilirken diğer yandan yatırımlar, ihracat ve verimlilik artışları ile güçlü bir büyüme performansı yakalandığını rakamlardan anlıyoruz.
Ancak makalede, 2013 sonrasında ekonomik sorunların giderek daha fazla görünür olmaya başladığı belirtilmiş.
Özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı olayları ve 15 Temmuz darbe girişiminin ekonomiye yansımalarının büyük sıkıntı oluşturduğu görülüyor. Tabii Covid 19 salgınının getirdiği ciddi yükleri de hesaba katmak gerekiyor.
İlaveten dünyada yaşanan ekonomik sıkıntıların da etkisinin olduğu ilave edilmiş.
Bu noktada önemli bir tespit yapılmış ki benim özellikle altını çizmeye çalışacağım nokta burası:
2000’li yıllarda yaşanan siyasi gelişmelerle birlikte ekonomiye genel hatlarıyla bakıldığında, Türkiye’nin de dünya genelinde etkisini hissettiren sanayisizleşme olgusuna paralel bir süreç içine girdiği vurgulanmış.
Sanayisizleşme, gelişmiş ekonomilerde sanayi sektörünün makul bir büyüklüğe ulaştıktan sonra hizmet sektörünün baskın hale gelmesi anlamına gelir. Bu tabii ki gelişmiş ülkelerde doğal bir kalkınma süreci olarak kabul edilebilir ama Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde sanayileşme süreci henüz belli bir seviyeye gelmeden bir erken sanayisizleşme pozisyonuna girilmesi, çok tercih edilecek bir gelişme değildir.
Mesela Türkiye’de 1998 yılında imalat sanayinin Milli Gelir içindeki payı %22 iken bu oranın 2010 yılına gelindiğinde %15 seviyelerine gerilediğinden bahsediliyor.
Bu dönemde hizmet-ticaret ve inşaat sektörlerinin toplam katma değer içindeki payı ise %55’ten %63’e yükselmiş.
Son yıllarda da bu rakamların %65’lerin üzerinde olduğu hesaplanmaktadır.
Burada sorulması gereken soru şudur; henüz gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelerde sanayileşme makul bir seviyeye erişmeden erken sanayisizleşme sürecine doğru yönelmek ne kadar isabetli olmuştur? İşte bu hususun derinlikli bir şekilde analiz edilmesi gerekiyor.
Çünkü bizim üretimimiz ve ihracatımızı artırmamız lazım. Kalkınma hızınızı sürekli belirli bir seviyenin üzerinde tutmamız lazım ki sağlıklı ve dengeli bir büyümeyi gerçekleştirebilelim.
Burada memnuniyet verici bir gelişmeden de bahsedebiliriz: O da daha sonraki yıllarda sanayinin Milli Gelir içindeki payının biraz daha toparlanmasıdır.
TÜİK verilerine göre Sanayinin Milli Gelirin içindeki payı 2023 yılında tekrar 1998 seviyelerine çıkmış ve % 22 ‘ye varmış. Sonraki yıllarda bu oran biraz daha artış göstermiş.
Ancak başka bir handikap ise kapasite kullanım oranlarındaki düşüklük bu anlamda dikkat çekici bir noktaya gelmiş. Mesela temmuz ayında imalat sanayindeki kapasite kullanım oranı, yüzde 74,1 ile son beş yılın en düşük düzeyine inmiş durumda.
Bu 2020 yılının ağustos ayındaki yüzde 73’ten sonraki en düşük orandır
Özetle ifade etmek gerekirse Sanayi ve Hizmet sektörleri ile ilgili analizlere özellikle dikkat edilmeli, sanayiciye ve üreten kesimlere de özellikle destek olunmalıdır.
Bu arada bir rakam daha verelim; İSO Türkiye İmalat PMI oranlarına bakıldığında Temmuz 2025 de bu oranın PMI 46.7’ye indiği görülüyor. Satın Alma Yöneticileri indeksi denen bu indeksin 50’nin altına inişi ekonomik hayatta zayıflık göstergesi olarak yorumlanmaktadır.
2025 yılı Temmuz ayında mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi ve hizmet sektöründe SAMEKS Bileşik Endeksi de, bir önceki aya göre 0,3 puan azalarak 45,9 seviyesinde gerçekleşmiştir. Bunun da minimum 50 olması beklenmektedir.
SON YILLARDAKİ ENFLASYONU VE FAİZLERİ İNDİRMEYE YÖNELİK PROGRAM
Bu arada son yıllarda bozulan enflasyon ve faiz dengelerinin düzeltilmesi için ülke olarak ciddi bir programın içine girmiş bulunmaktayız.
Biz elbette ki son dönemlerde ısrarla izlenen bu dezenflasyon sürecini destekliyoruz.
Fakat burada dikkati çekmek istediğimiz husus, bu süreçte alınan tedbirlerin neticesi olarak maalesef Türkiye’nin üretim gücünün ve sanayi yapısının derin yaralar almasıdır.
Bu açıdan son dönemlerde kalkınma hızımızdaki yavaşlama da özellikle dikkate değer bir gelişmedir.
Geçenlerde TİM Başkanı Mustafa Gültepe’nin bir TV programındaki çağrıları da bu hususu teyit eder mahiyette önemli seslenişlerdir.
İhracatçılarımızın başkanı olan Gültepe dostumuz; ihracattaki artışlar iyi ama bunun çok büyük bir kısmı savunma sanayiinden, bir bölümü de otomotivden geliyor, diye dikkat çekiyor.
100 firma varsa bunun 20’sinde işler fena değil ama 80’i ciddi oranda eksi yazıyor, diyor.
Sanayi alanında maalesef çarklar iyi dönmüyor, diye önemli bir uyarıda bulunuyor.
Ve Temmuz ayında 350’nin üzerinde firmanın konkordataya gittiği bilgisini veriyor. Haziranda bu sayı 280 imiş.
“Elbette GSMH içinde üretimin payının düşmesi, ülkemiz için iyi bir şey değil. Biz üretim gücümüzü korumaya çalışmalıyız. Enflasyona karşı mali tedbirler dışında üretimi arttırmaya çalışarak kontrol altına almaya daha fazla önem vermeliyiz.” diyor.
Ben de hayatımın bugüne kadarki döneminde üretimin önemine inanmış biri olarak bu çığlığı çok önemsiyorum.
Enflasyon ve faiz sarmalından ülkeyi çıkarmaya çalışan ve bu konuda hakikaten gayret sarfeden sorumlu mevkilerdeki yöneticilerimize işin bu yönüne de özellikle kulak kabartmaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Aman ekonomimizi 2000’li yıllardaki gibi sanayisizleşme trendi içine düşecek gelişmelerden korumaya çalışalım diyerek bu konuyu kapatmak istiyorum.
2/ Dikkat çekmek istediğim ikinci husus Türkiye’deki Gelir Dağılımı ile ilgili:
Türkiye İstatistik Kurumu-TÜİK’in hazırladığı, 2024 yılının son günlerinde açıklanan “Gelir Dağılımı İstatistikleri, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması”nda bazı tesbitler özellikle dikkatimi çekmişti.
Buna göre ülke nüfusu içinde en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 48,1.
Ülke nüfusu içinde en yüksek ikinci yüzde 20’lik gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 20,7
( Bu 2 kesimin toplamı yaklaşık 35 milyonluk bir nüfusa tekabül ediyor ve toplamda Milli gelirin %70’e yakınını alıyorlar)
En düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun payı ise yüzde 6,3 gibi çok düşük bir oran.
Yani yaklaşık 1 trilyon 350 milyar dolarlık GSMH’dan en yüksek oranda istifade eden 17-18 milyonluk tabaka neredeyse bunun yarısını alıyor. İkinci % 20’lik dilimle birlikte bu oran % 70’e çıkıyor.
Bu ne kadar adaletli bir dağılım onun üzerinde ciddi ciddi düşünmek gerek..
İlave olarak:
TÜİK’in Hane Halkı Bütçe Anketi uygulayarak elde ettiği 2024 yılı sonuçlarına göre Türkiye genelinde hane halkının yaptığı tüketim harcamalarına göre 2024 yılında hane halkının aylık ortalama tüketim harcaması 45.344 lira olmuş.
Özetle söylemek gerekirse: En yüksek gelir elde eden iki gruba (yaklaşık 35 milyon kişi) baktığımızda toplumun tamamının iyi bir yaşam sürdürdüğü, istediği şeyleri alabildiği, rahatça en iyi yerlerde tatile gidebildiği, mal mülk edinebildiği kanısına varıyoruz ve diyoruz ki “Alış veriş hız kesmiyor, marketler, kafeler, restoranlar, tatil yerleri dolu, özellikle tatil beldelerindeki arabalara bakıldığında eski model bir araç görmek neredeyse mümkün değil, demek ki durum iyi.”
Buna karşılık bu grubun dışındakilere (yaklaşık 50 milyon kişi) baktığımızda diyoruz ki “kriz var.”
Baktığınız yere göre değişmekle birlikte ikisi de doğru: Kimine göre sorun yok, kimine göre kriz var.
Bu durumda içinde bulunduğumuz ekonomik tabloda bir yanılsama yaşıyoruz. Onun için birçok ekonomik tahmin arzu edildiği oranda tutmuyor, analizler yerine oturmuyor.
Bizler ticaret aleminin içindeyiz ve yaşanan sıkıntıların da farkındayız.
Ve bizler büyük ölçüde eski tabirle orta direk diye vasıflandırılan kesimlerin temsilcileri olarak bunlara kulak vermeli, dertleri ile hem hal olmalıyız. Sorunlarımıza kalıcı çözümler üretmek mecburiyetindeyiz.
3/ Dikkat çekmek istediğimiz üçüncü husus da ülkemizde son dönemlerde ciddi şekilde gündemimize gelen nüfus artış oranımızda daha net ifadeyle doğurganlık oranımızdaki tehlikeli yavaşlama.
Türkiye, bir zamanlar genç nüfusa sahip ve bunu önemli bir zenginlik olarak gören bir ülkeydi.
Hatta bir dönem bazı kesimler nüfus artış oranımızın yavaşlatılması için ( burada daha çok nüfusumuzdaki doğurganlık hızının azalmasından bahsediyoruz) etkili tedbirler alınmasını savunmaktaydı. Galiba o kesimlerin çalışmaları semeresini gösterdi.
TÜİK VERİLERİNE GÖRE:
Türkiye’de nüfus artış hızı 1990 yılında % 2,17 iken bu oran 2000 yılında 1,93’e, 2021’de 1,27’ye, 2022’de ise 0,71’e düşmüş görünüyor.
DOĞURGANLIK ORANLARI
2001 Yılında ülkemizde bir yılda 1.323.341 çocuk doğarken, 2023’de bu sayı 958.408 çocuğa düşmüş
TÜİK’in projeksiyonuna göre böyle giderse 2050’lerden sonra Türkiye nüfusu azalma eğilimine girebilir. O sebepten özellikle genç nüfusumuzu hayata tutunmaya, evlenmeye, aile kurmaya, ailelerini devam ettirmeye ve çocuk konusuna bir yük gibi değil bir zenginlik olarak görmeye davet etmemiz gerekiyor.
2025 yılının “Aile Yılı” olması hasebiyle bu konuya daha fazla önem verilmesine özellikle dikkat etmeliyiz, diye düşünüyorum
Tabii bunun sağlanabilmesi için ekonomik ve sosyal şartların iyileştirilmesine, hayatın kolaylaştırılmasına, gençlerin iş ve meslek sahibi olmalarına özel ilgi gösterilmesi şart.
Bu arada İstanbul Ticaret Odası’nın bir araştırmasında elde ettiği Türkiye’de 3 milyon, İstanbul’da 700 bin ev genci tespitini de bu çerçevede bir yere oturtmamız gerekiyor.
Özetle nüfus konusu, aile konusu ve gençlerimiz bizim gündemimizde çok ciddi bir yer alması icap ediyor…
Bu çerçevede özetle lazım gelen şudur,
Bireylerimizin yetkinliğini artırmak ve işletmelerimizin kurumsal kapasite ve performansını iyileştirmemiz gerekmektedir.
Ancak bu sayede sahip olduğumuz ulusal imkan ve kaynaklarımızın daha etkin, verimli ve alternatif maliyetlere uygun değerlendirilmesi sağlanabilecektir.
14 Ağustos 2025, İTO Meclis Toplantısı açılış konuşmasından…
iPhone’umdan gönderildi