RAMAZAN AYI, İSTİKLAL MARŞI VE TERÖRSÜZ BİR TÜRKİYE ARAYIŞI

 

13 Mart Tarihinde İTO Olağan Meclis Toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş halidir

Ramazan-Şerif  Ayının Manevi iklimi İçindeyiz

Müslüman âleminin hasretle beklediği “On bir ayın sultanı” Ramazan-ı şerif ayına kavuşmanın sevincini yaşıyoruz.

Muhakkak Ramazan’ı iyilik etme, sevap kazanma, günahlardan kurtulma sevinci ve şevki ile karşıladık.

Bu ayda genelde yardımlaşma ruhumuz daha bir canlanıyor

Yetimlerin, öksüzlerin, fakir fukaranın gönüllerini hoş etmek, onların hayır duasını almak hepimiz için çok değerli.

İlave olarak da bizlere sürekli tavsiye edildiği üzere kendi fiillerimizle ilgili tefekkür etmek , yanlışlarımızı yeniden gözden geçirip bir tür onlardan arınma iklimi hakim oluyor.

Ramazanın ulvi havası ruhlarımızı inceltiyor âdeta.

Oruçla birlikte sadece yeme içmeyi kesmek değil adeta tüm azalarımızla oruç tutabilmeyi denemeye çalışmak gerek.

Elimiz, dilimiz, gözümüz, irademiz yani tüm benliğimizle oruç tutmayı becerebilirsek sanırım Ramazan-ı şerifin bizlere sağlayacağı fayda gerçek olur…

Malumunuz olduğu üzere Selatin Camilerde eskiden çokça mahya asılırdı. Oradaki bir söz çok ilgimi çekerdi. “ Ey Oruç Tut Bizi”

Bu sözde anlatıldığı Ramazan ayında tutacağımız oruçlar da  bizleri adeta tutmalı, sarıp sarmalamalı ve adeta tüm azalarımızla bu ibadeti yapabimeliyiz ki hakiki anlamını idrak edebilelim.

Bu mübarek günler hürmetine Rabb’imizden niyazımız şudur ki; bizleri öfke, kin, haset, nefret, zulüm gibi nice küçük ve büyük günahlardan muhafaza eylesin.

İnşallah bu aydan en iyi şekilde istifade ederiz ve öylece bayramı hak ederiz.

En büyük temennimiz bayramı, bayram sevinci ile yaşamak.

Özellikle başta Gazze’de olmak üzere savaş ve zulümlerin devam ettiği coğrafyalarda da bayram sevinci ve ikliminin hâkim olmasını diliyoruz.

Hayırların fethine şerlerin def’ine vesile olsun niyazıyla herkesin Bayramını Şimdiden kutluyoruz

Terörden Arınmış Bir Türkiye’ye Doğru

Bu Ramazan ayına aslında 27 Şubat günü terör örgütüne yapılan “silah bırakın, örgütü feshedin”çağrısıyla girdik.

41 yıldır Türkiye’ye büyük açılar yaşatan terör belasının son bulması için yeniden bir girişim başlamış oldu.

1 Mart’ta terör örgütünün bu çağrıya uyacağını açıklaması da ümitlerimizi arttırdı.

Takvim ve yol haritası henüz net değilse de ateşkes ilan edilmiş olması kaydadeğer bir gelişme.

Türkiye Büyük Millet Meclisindeki DEM Partili vekillerde ve bölgedeki kanaat önderlerinde de benzer bir ümidi ve gayreti görmek hakikaten ümit verici.

“Terörsüz Türkiye” diyerek girmiş olduğumuz bu süreçte inşallah artık bu karanlık ve üzücü dönem sona erer. Dostluk ve kardeşlik hâkim olur.

Fakat bu zor bir dönemeç ve muhtemelen çok dikkatli olunması gereken bir süreci yaşayacağız.

Daha önce de bu tür gelişmeler yaşanmıştı. Ancak sonu getirilememişti.

Şimdi yine güzel bir ümit oluştu. İş dünyası olarak hepimiz böylesi bir sakinliğin, barışın ve kardeşliğin yanındayız. İnşallah kalıcı olur…

Yarım asra yaklaşan bu ağır insanî ve ekonomik maliyeti olan sorunun çözülmesi için her türlü imkânın değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Millî birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirecek bu süreçin millî bir duruş içinde hayırla neticelenmesi hepimizin ortak duası.

Ülkemizin etrafında önemli bir ateş çemberi var ve buna binaen günümüzde içerdeki bütünlüğümüzü sağlam tutmanın önemli olduğuna tüm kalbimizle inanıyoruz.

Özellikle Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izliyoruz. Arada bazı sıkıntılar meydana gelse de bütüne bakıldığında gelişmeler iyi görünüyor.

İsrail’in bölgedeki işgalci eylemlerinin son bulmasını ümit ediyoruz.

Trump sonrası İsrail yönetiminin ABD’den aldığı desteğin bölgedeki dengeleri bozucu nitelikte bir mahiyet arz ettiğini görmekteyiz ve bu halin biran evvel son bulmasını diliyoruz.

Suriye’nin huzura kavuşmasını, ülkemizdeki sığınmacıların olabildiğince hızlı bir süreçte evlerine dönebilmelerini istiyoruz.

İsrail’in yaktığı ateşin bizlere de sıçramadan sona ermesini arzu ediyoruz.

İş dünyası olarak da kardeş ülkelerimizle canlı ekonomik ve sosyal ilişkilerimizin yeniden normal seyrine dönmesi en büyük beklentilerimizin başında geliyor

“Barış ve huzur” hepimizin en kıymetli hazinesi.

12 Mart Tarihi Kutlu Bir Olayın Yıldönümüydü

Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğunun son 10 yılı önemli savaşlarla geçti.

Balkan Savaşlarının ardından 1.Dünya Savaşı büyük bir felaketti bizim için.

18 Mart Çanakkale Zaferimiz kısa süreli bir mutluluk rüzgarı estirdiyse de bu hazin sonu engelleyemedi.

Bağdat, Hicaz, Gazze ve Kudüs’ün ardından Şam’ın kaybıyla beraber Mîsâk- Millî sınırlarımıza kadar geri çekildik.

Dünya Savaşı sonrası müttefiklerimizle birlikte maalesef mağlup olduk, vatanımız parçalandı, işgale uğradık.

Çok şükür aziz milletimizin büyük bir özveriyle giriştiği Kurtuluş Savaşıyla birlikte yeniden bir diriliş dönemi başladı.

Topyekün silkindik. Türk’üyle Kürd’üyle Arabı’yla Laz’ıyla bir ve beraber olup verdiğimiz İstiklâl mücadelesiyle Elhamdülillah düze çıkmayı başardık.

İşte bu sürecte aziz milletimize metni ve ruhuyla büyük bir güç veren İstiklâl marşımız da ortaya çıktı.

Bu adeta manifesto tarzındaki metin Merhum Mehmet Akif Ersoy’un kaleme aldığı ve 12 Mart 1921 de Büyük Millet Meclisimizde kabul edilen İstiklal Marşımızdı.

Mehmet Akif’in kaleminden çıkan bu sözler, insanımızın duygularına tam anlamıyla tercüman oluyor ki 104 yıldır can-ı gönülden okuyor ve söylüyoruz.

Aziz hatırası önünde rahmet ve hürmetle eğildiğimiz Mehmet Akif’in dediği gibi “Allah bu millete bir daha İstiklâl marşı yazdırmasın.” *

Bu son barış çağrılarını İstiklal Marşımızın bize verdiği güçle beraber değerlendirmemiz gerekiyor, diye düşünmekteyiz.

Yüce Türk Milletinin istiklalini kazanması ve muhafaza etmesi için canları uğruna mücadele veren tüm şehitlerimizin aziz hatıralarını rahmet ve hürmetle yâd ediyoruz. Ruhları şâd olsun.

 

*İSTİKLAL MARŞI

Mehmet Akif Ersoy

                Kahraman Ordumuza

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
 “Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecdile bin secde eder, varsa taşım,
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.                     

 

 

KUT KAVRAMI VE YUSUF HAS HACİP’İN KUTADGU BİLİG’İ

 


Günlük hayatımızda bir çok kere birbirimizin iyi günlerini, başarılarını “KUT”larız. Bu vesile ile iyi dileklerde bulunuruz.

Mesela bu akşam Berat Gecesi. Yine bu “kut”lamalardan birisini daha yapacağız. Peki nedir bu “KUT”? Ne anlama gelmektedir?

Burada kullandığımız “KUT” lafzının kelime manası mutluluk, saadet, devlet, ikbal ve sürekli esenlik diye izah ediliyor.

KUT kelimesinin anlamının peşine düştüğümde karşımıza tarihimizde ciddi önemi olan bir kitap çıkıyor.

Bu yazımızda sizlere bu kitaptan kısaca bahsetmek istiyorum.
Kitabın adı KUTADGU BİLİG.

Kitabı kaleme alan büyük Türk bilgini ve devlet adamı Yusuf Has Hacip. Devir,  İslâmiyeti ilk kabul eden Türk Devleti, Karahanlılar devri.

Yusuf Uluğ, kitabı kaleme alan kişinin hakiki adıdır. Yazıp hükümdara sunduğu yıllar muhtemelen 1060 civarı.

İsmine ilave edilen “Hacip” ise onun görevi. O dönemde kitabını beğenen Karahanlı hükümdarı Tavgaç Kara Buğra Han onu “Has Hacip” yani bir tür başdanışman olarak vazifelendirmiş.

Haciplik görevi, Kendisi ile görüşme yapmaya gelenlere yardımcı olan, mihmandarlık eden, özelkalem müdürlüğü türü bir görevmiş

Mesnevi tarzında yazılmış olan bu kitapta 6645 tane beyit bulunuyor.

Bazı kaynaklarda sonradan ilave edilen beyitlerden de bahsedilerek bu sayı 6722 beyite kadar çıkıyor.

Eserin dili Uygur Türkçesidir. Günümüz Türkçesine; “Mutluluk Veren Bilgi” diye tercüme edilen bu ismi bazı uzmanlar “kut” sözcüğünün iktidar ve egemenlik anlamına geldiğini de belirterek “Devlet Yönetme Bilgisi” olarak da çevirmişlerdir.

Bu açıdan bakıldığında Kutadgu Bilig sadece edebî bir eser değil aynı zamanda “Siyasetname” tarzında yazılmış bir eserdir.

Yani Kutadgu Bilig’te mutluluk ve devlet yönetimi arasında önemli bir bağlantı kuruluyor.

Yusuf Has Hacip bu eserinde Türklere ve insanlığa yol gösteriyor ve iyi bir yönetimin formülünü veriyor.

Bu formülü bazı uzmanlar özetle “Anlayış ve Bilgi” olarak ifade etmiştir.

Yani dünyayı elde tutmak için insanın anlayışlı olması gerekir ve halkı itaat altına almak için de yöneticilerin bilgili olması gerekir.

Yusuf Has Hacip’in bu eserinde genelde “Kamil İnsan” kavramı ve tanımı yanında bir çok erdemler de ele alınıyor.

Kutadgu Bilig, biraz evvel belirttiğim gibi devrin hükümdarına hitaben yazıldığından bu yönü ile yöneticiye, hükümdara ölüm karşısında aciz olduğunu hatırlatırken çok çeşitli öğütlerde de bulunuyor.

Eserinin bir yerinde kitabın kahramanlarından biri olan vezir Aydoğdu’ya şöyle söyleterek hükümdara ölümü hatırlatıyor;

Ömrümü gaflet içinde geçirdim gençliğimi boş yere harcadım,

Aç gözlülükle topladığım dünya malı artık beni terk ediyor.

Yokluk içinde gidiyorum.

Başkalarını çok defa elimle ve dilimle incittim.

İşte ölüm geldi yakama yapıştı nefesimi kesiyor.”

Bu sözler insanoğlunun; dünyadaki macerasına yüklediği mananın ne kadar boş olduğunu, yaptığı yanlışlarla bunu nasıl büyük bir felakete sürüklediğini bir iç muhasebe olarak önümüze koyuyor.

Kutadgu Bilig, 11. yüzyılda yazılmasına rağmen bugün 21. yüzyılda bizleri de kuşatacak şekildegörüşler ifade ediyor.

Eserde yemek yeme adabından başlayarak çocuk eğitimine, her türlü bilginin edinilmesinden okumaya yazmaya,  alfabeleri ve dilleri öğrenmeye, şiir yazmaya, edebiyata, matematiğe kadar dönemin bütün bilgi dalları hakkında görüşler vardır.

Avcılık, kuşculuk ve daha bir çok beceriler kitapta yer alıyor.

UNESCO, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i kaleme alışının 950. yıl dönümü sebebiyle 2019 yılını anma yılı ilan etmişti.

İstanbul Ticaret Odası da buradan ilham alarak elimizdeki bu kitabı yayınlamıştı.

KUTADGU BİLİG’DEN BAZI SEÇMELER

Eserde yazar 4 şahsiyeti ve onların özelliklerinin konuşturarak  görüşlerini paylaşmış: Bunlar

1 / Hükümdar Gündoğdu, ADALETİ temsil ediyor”

2 / Vezir Aydoğdu MUTLULUK VE İKBALİ temsil ediyor

3 / Vezirin oğlu Ögdülmüş, ANLAYIŞI temsil ediyor

4 / Vezirin kardeşi Odgurmuş AKİBET’i temsil ediyor

 Kitabın odak noktası “Adalettir”. Ona göre Adalete istinat eden kanun  bu göğün direğidir; kanun bozulursa gök yerinde duramaz.”

Hükümdara bunun için şöyle tavsiye ediyor: “Eğer devamlı ve ebedî beylik istiyorsan adaletten ayrılma ve halk üzerinden zulmü kaldır. Kötü teâmülkurma, iyi kanun koy; ömrün iyi geçer ve saâdetsana yâr olur.

Devletin varlığının ve devamının, sağlıklı işleyen bir ekonomik sistem ve kudretli bir orduya dayandığını vurgular Yusuf Has Hâcib.

Dolayısla İslâm siyaset görüşünün en önemli ögelerinden biri olan “Adalet Çemberi”ni şu şekilde formüle eder:

Memleket tutmak için, çok asker ve ordu lâzımdır; askerî beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir; halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse, dördü de kalır; dördü birden ihmal edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar.”

Bu noktada ben sizlere kitaptan ilgimi çeken başka bir bölümü nakletmek istiyorum.  Diyor ki Yusuf Has Hacip;

Halkın, bey üzerinde verilmesi ve korunması gereken başlıca üç hakkı vardır;

1/ Gümüş, temiz kalsın onun ayarını koru.”

Yani burada bugün için de çok önemli olan paranın değerinin korunması ve enflasyon ile hayat pahalılığı gibi konularda önemli bir öğüt var farkındaysanız.

2/ Halkı adil kanunlarla idare et, birinin diğerine tahakküme kalkışmasını meydan verme, onları koru.

Bu cümleyle de insanların birbirlerine kul ve köle olmamalarını, kanunlarla korunmaları gerektiğini ve bunun bey tarafından yani yönetim tarafından sağlanması gerektiği ifade ediliyor.

3/ Bütün yolları emin tut, yol kesen haydutlar ve diğer insanların huzurunu bozan kişilere karşı da halkı koru.  

Yani burada devletin en önemli işlevlerinden biri olan “Güvenlik” konusunu da özellikle vurguluyor ve buna bey’in veya  idarenin dikkatini çekiyor.

Kutadgu Bilig’te dikkati çeken esasında çok fazla nokta var bunların hepsini nakletmemiz mümkün değil elbette.

Yine kitaptan alıntılara devam ediyoruz.

Yusuf Has Hacip kitapta dönemin bey’ine hitaben memleketin ahalisinin üç türden oluştuğunu söylüyor.

1/ Bunlardan birisi âlimlerdir. Âlimlere çok önem ver, bunlar insanı ve devleti saadete kavuştururlar. Onlara izzet ve ikramda bulun, hükümlerine itiraz etme ve onlara hürmet et.

2/ İkinci kısımdakiler muhtesiplerdir. Muhtesipler,toplumda “emri bir maruf nehy-i ani’l-münker” (yani iyiliği emredip kötülükten men etmek) prensibi uyarınca genel ahlakı ve kamu düzenini koruma faaliyetinden sorumludurlar. Bunun için ihtisap kurumu vardır. Bu işleri yapanlara da “muhtesip”denir. Muhtesipler yani bir nevi bugünkü belediyelerile bizim türdeki odalar ve teşkilatlar için diyor ki bunlara da dikkat et! Bunlar kuvvetli olmalı. Fasıklar, serseriler, başıboş dolaşanlar ancak muhtesiplertarafından zapt ü rapt altına alınır, kontrol altına alınabilir. Bu sınıfa çok dikkat et, diyor.

3/ Üçüncü kısımdakiler senin hizmetinde bulunan memurlar ve vazifelilerdir.  Bunlar gerektiği zaman sana karşı da çıkabilirler,  çok yük altına girmezler.  Sen bunlara karşı da çok dikkatli davranmalısın

4/ Dördüncü kısım da diyor Avamdır yani halktır.

Yusuf Has Hacip halkı da kendi içinde üç zümreye ayırıyor;

Birincisi zenginler, ikincisi orta halliler,  üçüncüsü de fakirler.

Şuna dikkat etmelisin ki zenginlerin yükü ortahallilere yüklenmemeli yoksa orta halliler bozulur ve sarsılır.

Yine dikkat etmelisin ki orta halli kimselerin yükleri fakirlere yüklenmemeli yoksa fakir açlıktan kırılır ve mahvolur.

Sen bunu tersinden davran yâni  fakiri koru, onu geliştir ki o orta halli olsun.  

Orta halliyi de destekle ki o da zengin olsun. Ancak bu şekilde halkı huzura ve mutluluğa kavuşturursun.

KUTADGU BİLİG’İN ASIRLARI AŞAN ETKİSİ

Burada söylenen sözlerin 11. yüzyılda Karahanlılar döneminde Ortaasya’da söylendiğini gözden uzak tutmamalıyız.

O dönemin şartları içerisinde söylense de şu hususu beyan edelim ki bizim kültürümüzde Türk milletinin İslâm’la tanıştıktan sonra edindiği çeşitli tecrübeler ve fikrî derinlik Kutadgu Bilig’te vardır ama maalesef hakkıyla değerlendirilmemiş bir kitap, olduğuna inanıyorum.

Bugün uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi derslerinde mesela biz Platon’un DEVLET’ini Makyevel’in “PRENS’ini, Fransız Jean Jacques Rousseau’nun SOSYAL KONTRAT’ını çok fazla inceleriz ve değerlendiririz. Ama Yusuf Has Hacip’in eseri maalesef bizler tarafından bile yeterli ölçüde dikkate alınmamıştır.

İnşallah KUTAGDU BİLİG gibi asırlar öncesinden hem günümüze hem de muhtemelen yarınlara hitap edebilen kitapları ve içerisinde yer alan değerli görüşleri yeterli ölçüde gündemimize alıp değerlendiririz.

Bu yazı İTO’nun 13 Şubat 2025 Olağan Meclis toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline dökülmüş halidir

YÜZYILIN İSTANBUL’U

 İstanbul, dünyanın en kadim şehirlerinden bir tanesidir. Tarih boyunca daima dikkatleri üzerine çekmiş bir yerleşim yeridir.

Marmaray kazıları sırasında Yenikapı’da çıkan kalıntılara göre İstanbul’un tarihinin 8500 yıl evveline kadar uzandığı iddia edilmektedir

MS 330 yılında imparator Birinci Konstantin İstanbul’un önemini farkına vararak onu yeniden imar etmiş ve Yeni Roma adıyla Bizans’ın başşehri yapmıştır.
Bu biraz da Katolikliğin merkezi olan Roma’ya karşı Yeni bir Roma kurma isteği olarak da değerlendirilmiştir..

İstanbul 1204 yılında bir Latin işgaline ( HAÇLI İŞGALİ) uğramış ve bu işgal sırasında şehir adeta yakılıp yıkılmıştır.
Bizanslı papazların şu sözü ilginçtir: İstanbul sokaklarında kardinal serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.

Öncesinde maruz kaldığı birçok kuşatmayı atlatan İstanbul 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet  tarafından fethedilmiştir ki bu çağ atlatmayı gerektirecek önemli bir hadise olarak tarihte yer almıştır
İstanbul’un fethedildiği sırada şehrin nüfusunun 50000 kişi civarında olduğu tahmin edilmektedir.. Fatih’in hükümdarlığı döneminde şehrin nüfusunun 100000 civarına yükseldiği çeşitli kaynaklarda belirtilmekte.

Şehrin imarı ile ilgili FATİH’İN VAKFİYESİNDEKİ SÖZÜ çok önemlidir

Hüner bir şehri bünyad etmektir, 

Reaya Kalbin abad etmektir

Yani bugünün anlatımıyla Esas maharet bir şehri onarırken veya yeniden inşa ederken aynı zamanda burada yaşayan insanların kalplerini de kazanmak ve onları mutlu etmektir

Fatih ile birlikte İstanbul kurgulanırken ( genelde Osmanlı şehirlerinde hep bu noktaya dikkat edilmiştir) şehir, Merkezde Cami olmak üzere inşa edilen Külliye ve onun çevresindeki yapılar olarak kurgulanmıştır. Bu Külliye yapıları da genelde hep VAKIF olmuştur.

Vakıf bilindiği gibi Allah için vakfedilen mekanlardır

Külliye dediğimiz manzume Cami, Sıbyan Mektebi, Hamam, İmaret ( AŞEVİ) Tabhane, Medrese, vs den müteşekkil oluyordu

Külliyelerde Çarşı, Hamam ve Kervansaray  gelir getirmek için düşünülüyor ve buradan gelen gelirler Külliyelerin masrafları için vakfediliyordu

Bu külliyelerin etrafında mahalle örgütlenmesi tarzında yerleşim oluyordu. İstanbul’da  MAHALLE denen birim aileden sonra gelen en önemli yapı idi.

Genelde büyük külliyelerin çevresinde hep ÇARŞILAR kurulmuştu

Ayasofya’ya gelir getirmesi için Fatih Sultan Mehmet tarafından Kapalıçarşı’nın temeli olan Cevahir Bedesteni kurulmuştu. Sonra da Sandal Bedesteni inşa edilmişti. Kapalıçarşı bu iki bedestenin çevrelerindeki dükkanlardan meydana gelmişti

Fatih’in vezirlerinin yaptıkları Külliyeler

Sultan Fatih İstanbul’un imarı için özellikle etrafındaki paşalarını da seferber etmişti:

Mesela Sadrazam MAHMUT PAŞA ( kendisine Veli Paşa da denilmekteydi) bu açıdan önemli bir örnekti

Bugünün Mahmut Paşa semti oradaki külliye ve çevresindeki 260 küsür dükkandan müteşekkildi

MURAT PAŞA; Aksaray’da Vatan ve Millet caddelerinin kavşağındaki külliye, Fâtih Sultan Mehmed’in vezirlerinden Has Murad Paşa tarafından 876 (1471-72) yılında yaptırılmıştır. Vatan caddesi açılırken birçok bölüm maalesef yıktırılmıştı

Fatih zamanındaki diğer külliyelerden bazılarını zikretmek gerekirse;

FATİH CAMİİ önemli bir külliye idi ve Fatih Sultan Mehmed’in adını taşımaktaydı. Bu külliyenin hemen yanıbaşında Saraçlar Çarşısı kurulmuştu. Saraçhane semtinin adı da buradan gelmektedir.

(Fatih Camii ve Külliyesi)

ŞEYH VEFA KÜLLİYESİ

İstanbul’un bir semtine adını vermiş olan Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnülvefâ’ya (ö. 896/1491) ait külliye cami/tevhidhâne, medrese, hankah, çifte hamam, imaret, tabhâne, kütüphane, çeşme ve türbeden meydana gelmiştir.

EYÜP SULTAN KÜLLİYESİ ( Hz.Peygamber’in (as) yakın arkadaşı Eyyüb-ül Ebsari’nin kavri burada bulununca o bölgeye bir kğlliye yapılmıştı)

Uzun bir dönem bu külliye sistemi yürürlükte olmuştur ve genelde hep benzer bir form içinde bu yapılar inşa edilmiştir.

Fatihten sonraki padişahlar döneminde de bu trend devam etmiş ta ki Batılılaşma dönemi ve tanzimat devrine kadar bu tarzda çok eser verilmiştir. İstanbul’da kurulan semtlerin büyük bölümü böyle oluşmuştur. Bayezid, Cerrahpaşa, Haseki vs

Batılılaşma Dönemi ve Barok Mimari

Batılaşma dalgası ile birlikte özellikle ikinci Mahmut’tan sonra Ermeni Balyan ailesinin uyguladıkları Barok sitili ile yeni bşr kurgu ve mimari yaklaşım ortaya çıkmıştır. Dolmabahçe Sarayı, Ortaköy Camii, Aksaray Valide Sultan Camii, Nusretiye Camii, Feriye sarayları, Ortaköy cami vs. Bir dönem İstanbul’a bu tür eserler damga vurmuştu

Bu akım da aşağı yukarı 1900’lerin başlarına kadar devam etmiş.. Ondan sonra 1909-1930 arası Ulusal Mimari akımı diye bir akım var. Burada mimaride daha öze dönüş tarzında bir yaklaşım görülmektedir. O dönemde batılılaşmaya karşı milli bir damar da yükselmiş ve bu şehrin yapısına da tesir etmişti. Mesela İTO’nun onardığı ve hizmete sürdüğü Liman han, o üslubun önemli bir örneğidir. Dördüncü Vakıf Han, Büyük Postane, Haliç Kongre Merkezi de bu akım içinde gösterilecek önemli örneklerdir


Şimdi bunlar hep üslup örnekleri zikrettiğimiz eserler

Sonrasında Cumhuriyet döneminde üslup konusunda bir kere eskiden vaz geçiliyor fakat yerine çok tutarlı yeni bir üslup maalesef hala oturtulamıyor. Son yıllarda eski eserlerimizin onarımı tarzında bir politika izleniyor ki en azından tarihi kurtarmak adına önemli bir çalışma diye düşünüyorum.

Ben ceddimizin İstanbul’u yeniden oluştururken kendi zihniyetlerinin de tesiriyle anlamlı bir kurgu ortaya çıkardıklarını görüyorum. Fakat bugün bu şehirde yaşayanların yani topyekün bizlerin maalesef bu bakış açısına çok da sahip olamadığımızı ve bunu şehre uygulayamayamadığımızı düşünüyorum. Bence İstanbul’a ah şöyle güzel böyle güzel diye bakmaktan öte biz yaşarken bu şehri belli bir üslup içinde nasıl daha iyi hale getirebiliriz? Bizden sonrakilere nasıl daha iyi bir şehir bırakabiliriz diye derin derin düşünmek lazım diye inanmaktayım.

Son cümle olarak beni en çok rahatsız eden son yüzyılda toplum olarak kafamızın karışık olmasının tesiriyle şehrin kurgulanmasında doyurucu bir yerleşim ve mimari üslubu oturtamamamış olmamızdır

İstanbul Ticaret Odası’nın İstanbul için yaptığı yayıncılık katkıları ve son eseri :

İstanbul Ticaret Odası olarak biz de kendi çapımızda hep İstanbul’a bir şekilde hizmet etmeye çalışan bir kurumuz. Bir çok faaliyetimizin yanında araştırmalar ve yayınlarla da bu hizmetimizi sürdürmeye çalışıyoruz.

Mesela “Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi”nin ilk sayısını 5 Ocak 1884’te yayınlamaya başlamışız.

Ve bugün o gazeteyi “İstanbul Ticaret” adıyla haftalık olarak yayınlamaya devam ediyoruz.

Odamızın kurulduğu 14 Ocak 1882’den bugüne kadar yayınlanmış 3 binden fazla çalışması bulunuyor.  

Standart yayınlarımız içinde Türkiye ekonomisi, İstanbul’a yönelik ekonomik ve sosyal araştırmalar, sektörel araştırmalar, AB araştırmaları, KOBİ araştırmaları, vb. yayınlar var.

Prestij kitaplarımız da ise İstanbul ağırlıklı olmak üzere Türkiye’nin kültürel, tarihsel zenginliğini ortaya çıkaran eserlerimiz var.

Son çıkan yayınlarımızdan bir tanesi de “Yüzyılınİstanbul’u” kitabı.

Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili editörlüğünde hazırlanan eserle İstanbul’un geçirdiği son asır farklı boyutlarıyla anlatılıyor.

Âdeta asırlık bir İstanbul okumasının yapıldığı bu kitapta siyaset, ticaret ve ekonomi, sağlık, arkeoloji ve müze, sahaf, sanayi, spor, turizm, asırlık markalar, belediye ve şehircilik, radyo-televizyon ve sinema, gelenekli sanatlar ve İstanbul mutfağı gibi pekçok alanda yaşanan süreç ve değişim aktörleriyle birlikte derinlemesine bir analizle ele alınıyor.

Kitapta benim dikkatimi çeken birkaç hususu sizinle paylaşmak istiyorum.

“Yüzyılın İstanbul’u” eserinin birinci bölümünü teşkil eden “Tarihî İstanbul ve Arkeoloji”başlığının altında son derece önemli bilgiler var.  

Örneğin, İstanbul Arkeoloji Müzesinin yönetici kadrosunun kaleme aldığı İstanbul’da yapılan arkeolojik kazılar bölümü bir kitap encamında değerli bilgilere sahip.

Kısa süre önce İl Kültür Müdürlüğü’nden Yazma Eserler Müdürlüğüne atanan Dr. Çoşkun Yılmaz’ın yazdığı  “Ayasofya’nın Son Yüzyılı” makalesinde Ayasofya Camii’nin 1934 yılında nasıl müzeye dönüştürülme kararının alındığı kahramanlarının dilinden anlatılıyor.

Yine Çoşkun Hoca’nın Ayasofya’nın nasıl aslına rücü ettiğine dair birincil tanıklığı ise son derece değerli.Benim yakın arkadaşım olan ve 2019’da bir kazada hayatını kaybeden Ahmet Haluk Dursun’un Ayasofya’nın Başkanı olduğu dönemde yaptıklarının bir bölümüne yakinen şahitlik etmiş biri olarak Çoşkun beyin buradaki yazısını şahsen ilgi ile okudum. Keza Ahmet Emre Bilgili de o dönemlere bizzat tanıklık etmişti ki onun da katkıları çok önemli

Kitabın ikinci bölümünde yer alan “Ekonomik ve Siyasî Hayat”a dair konular ise İstanbul’un nasıl finanstan sanayiye, ticaretten sağlığa, belediyecilikten spora Türkiye’nin lokomotifi olduğunu gözler önüne seriyor. Burada içimizden yetişmiş ve bakan yardımcısı olmuş Hasan Büyükdede ağabeyimizin sanayi ile ilgili yazısı Dr. Akansel Çetinkaya’nın İTO ile Ticaretin Yüzyılı yazıları da ciddi bir emek mahsülü

Benim de Prof. Dr. Berat Özipek ile birlikte kaleme aldığımız “İstanbul’da İş Dünyası Üzerinden Yüzyılın Kısa Hikâyesi”nde dedelerimin, babamın ve benim yaşamış olduğum İstanbul’daki ticaret hayatını ve yaşanan kentsel dönüşümü ana hatlarıyla anlatma fırsatı bulduk.

Özellikle H. Prost ve İtalyan L. Piccinato’un planlamalarının şehre neler katıp neler kaybettirdikleri üzerinde de kısaca durmaya çalıştık

Kapalıçarşı ve Mahmutpaşa günlerimi anlatırken ise buradaki birçok arkadaşımın şahit olduğu enterasan olayların bize öğrettiği derslere işaret ettik.

Kitabın “Şehir ve Sosyal Hayat” bölümü ise yaşanan sosyal değişimi mimarî, eğitim, sağlık, dini hayat ve mutfaktan bakarak anlattığından son derece değerli.

O bölümde kendi hayatımızdan birçok sahneyeçağrışım yapabiliriz.

Bu alanda Dr. Sinan Genim ve Dr. Necdet Subaşı, sözleri ve fikirleri ciddiye alınması gereken şahsiyetler

Bu bölümde özellikle bu memleketin ilim hayatında çok önemli rol oynamış İmam Hatip Liselerinin açılmasını sağlayan Celalettin Ökten’in mahdumu Prof. Dr. Saadettin Ökten hocanın röportajını okumanızı hassaten tavsiye ediyorum.

O röportaja Saadettin Hoca’nın eşi Prof. Dr. Meriç Ökten Hanımefendi de katılmış. Maalesef Meriç Hanımefendiyi dün dar-ı bekaya yolcu ettik.

Cenab-ı Hakk Rahmet eylesin, makamı cennet olsun inşallah.

O söyleşi de İstanbul’un mana derinliklerine Nurettin Topçu, Mahir İz, Celal Hoca ve Ali Fuat Başgil gibi aktörleriyle birlikte yolculuk yapılırken günümüz mimari anlayışına dair yaptığı tespitleri hepimizinbüyük bir dikkatle not almamız gerektiğine inanıyorum.

Yüzyılın İstanbul’unun son bölümü ise “Kültürün Başkenti” ismini taşıyor. Gelenekli sanatlardan sahaflara, kültür-sanat endüstrisinden edebiyata, televizyondan sinema tarihine kadar çok önemli değerlendirme yazıları var. Prof. Dr. Önder Küçükerman’ın yazmış olduğu “Ehl-i Hireften Alamet-i Fârikaya Tasarım” yazısı ise iş dünyamızın hala eksikliğini tamamlayamadığı marka ve tasarım konusunda tarihsel bir projektör tutuyor.

Bu bölümde Mütevelli Heyet Başkanımız İsrafil Kuralay beyin Sanat endüstrileri ile ilgili bir çalışması var

Evet kitap kültürel bir hafıza olarak önemli olsa da Cumhuriyet’in II. asrına yönelik teklifleri açısından da son derece değerli.

Tamamını okuma şansımız olmasa bile dikkatimizi çeken birkaç makaleyi okuduğumuzda çok önemli hususları gözden geçirme fırsatı bulacağımıza inanıyorum.

Burada bazı makaleleri öne çıkararak adını zikredemediğim değerli üstadlara haksızlık yapmış olmaktan çok çekiniyorum. Belki şöyle bitireyim. Kitapta hepsi birbirinden güzel 37 yazı var, Havanız hangisine uygun ise, hangisinden başlamak isterseniz ziyan etmezsiniz. Ama yavaş yavaş ve sindire sindire okunabilecek bu güzel çalışmayı bence önemseyelim ve okumaya çalışalım diye düşünüyorum

Kitabın vücuda gelmesinde katkı sağlayan tüm dostlarımıza, büyüklerimize ve kardeşlerimize can-ı gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Ama esas bu eserin fikir babası olan İTO Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Şekib Avdagiç’e, bu projeyi hayata geçiren yayın kuruluna ve editör Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili beye hassaten teşekkür ediyoruz.

Bu yazıyı nihayete erdirirken vefat yıldönümü dolayısıyla bir şairimizi kısaca anmak istiyorum

İstanbul Çatalcalı bir şair ve düşünce adamı olan, 05 Ocak 1975’te vefat eden Bayrak Şairi Arif Nihat Asya’ya Allah (cc)’dan Rahmet diliyoruz

Merhum Arif Nihat Asya

“Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…. 

Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın! diyerek Fetih Marşı’nda gençlerimize seslenmişti

Bayrak Şiirinde ise her mısrası ile okurken tüylerimiz diken diken oluyordu.


Yazımızı Bayrak şiirini okuyarak bitirebiliriz.

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,   Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum,  senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun       Yuvasını bozacağım.

 Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder.. Gölgende bana da, bana da yer ver. 

Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar: Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

 Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün Gölgene sığındık.

 Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.

 Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim: Yeryüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!

*Bu yazı 9 Ocak tarihinde İTO Meclisinin açklışında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş halidir

 

İTO ARALIK MECLİSİNDEKİ AÇILIŞ KONUŞMASI

   

BÖLGEMİZDEKİ SON GELİŞMELER

Son günlerde güney komşumuz Suriye’de çok önemli değişimler yaşanıyor. Kasım ayının son haftasında başlayan Heyet Tahrirü’ş Şam liderliğindeki muhalif grupların Halep, Humus hattında ilerlemeleri ve 7 Aralık günü de Şam’a girmeleri ile birlikte 61 yıllık Baas Partisi iktidarı sona erdi.

Cumhurbaşkanı Esad’ın ülkeden ayrıldığı açıklandı. Esad’a en önemli desteği sağlayan Rusya ve İran’ın kendi problemleri ile uğraşıyor olmaları, ABD’de başkanlık değişiminin oluşturduğu geçiş dönemi, Lübnan Hizbullah’ının son İsrail saldırıları ile sıkıntılı durumlar yaşaması muhalif güçlerin bu tarz bir başarı kazanmalarının arkasındaki sebepler olarak gösteriliyor.

Suriye’de yaşanmakta olan otorite boşluğu ve istikrarsızlıklardan uzun yıllardır rahatsız olan Türkiye son gelişmeleri dikkatli bir şekilde takip ediyor.

Çünkü Suriye’deki mücadeleler bizleri birinci elden etkiliyor. Gerek Türkiye’ye düşman güçlerin ülkemize zarar verebilecekleri mesafelerde konuşlanmaları gerekse de Suriye’deki huzursuzlukların Türkiye’ye yönelik nüfus hareketliliğini tetikleyecek olması bizim için önemli sorunlar olarak önümüzde duruyor.

Bu arada Suriye’deki gelişmelerden cesaret alan İsrail’in Suriye sınırındaki Golan tepelerindeki tampon bölgeyi işgal etmesi, buna ilaveten Suriye’deki askerî ve stratejik hedeflere hava saldırıları düzenlemesi bu ülkenin alt yapısını ve gücünü ciddi oranda etkileyecek bir gelişme olarak endişe ile izleniyor.

Yine İsrail’in dünyanın dikkatleri Suriye’ye yönelmişken Gazze’de bir seneden fazla bir zamandır sürdürmekte olduğu ölçüsüz saldırılara ve vahşete devam etmesi de yine kabul edilemeyecek bir durumdur.

İnşallah Suriye’de en kısa zamanda dengeler yerine oturur, ülkemizde bulunan sığınmacıların önemli bölümü kendi ülkelerine döner ve güney sınırımızda daha problemsiz bir yapı ortaya çıkar. Bu arada dünya Kudüs, Gazze ve Filistin meselesine olan hassasiyetini eskiden olduğu gibi devam ettirir ve buralardaki zulmün ve işgallerin sona ermesi için gayret eder, diye temenni ediyoruz.

Ama görünen o ki bu bölgede bir süre daha sıkıntı ve karışıklık gündemimizde ciddi bir yer tutacak ve Türkiye bu süreçte çok önemli sorumluluklar almak durumunda kalacak.

Dileğimiz, öncelikle komşumuz Suriye’de tüm kesimleri kucaklayıcı, hak ve hukuka saygılı bir yönetimin kurulması ve ülkede asayişin sağlanmasıdır.

İnşallah böylesi bir gelişme, sosyal yapıyı düzenleyecek ve ekonomik aktivitelerin de daha güvenli bir şekilde yapılmasını sağlayacaktır.Dileğimiz ve duamız budur.

TÜGİS GIDA ZİRVESİ İZLEMİMLERİ:

SAYIN MURAT ÜLKER’İN  SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

Zaman zaman STK’ların davetlerine katılıyoruz. Ekonomi, kültür ve siyaset dünyasını değerlendiren çalışmaları takip ediyoruz.

Kasım ayı içinde Türkiye Gıda Sanayii İşverenleri Sendikası TÜGİS’in  Sürdürülebilirlik Akademisi’nin düzenlediği ve gıda sektörünün tüm paydaşlarını buluşturan 10. Sürdürülebilir Gıda Zirvesi’ne katıldım.

Zirvede gıda ekonomisinden inovasyona, yapay zekadan rejenaratif tarıma kadar birçok önemli konu masaya yatırıldı.

Seçkin konukları vardı ve gündemi de bir hayli dikkat çekiciydi.

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Fatih Kacır programın onur konuğu idi.

Ve gıda alanında önemli sanayicilerimizden Murat Ülker bey de uzunca bir konuşma yaptı.

Murat Bey konuşmasına başlarken benim de çok dikkatimi çekmekte olan bir konuya parmak basarak“İtiraf edeyim, benim bu “sürdürülebilirlik” lafına alışmam bir hayli zaman aldı.”   dedi.

“İnanın ben de niye bu kavramın seçilmiş olduğunu çok da iyi anlayabilmiş değilim ancak yine de insanlığın geleceğine dair endişeyi anlatan bir kavram olması hasebiyle ciddiye almamız gerekiyor.”, diye devam etti.

Ayrıca, Birleşmiş Milletlerin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlı maddelere dikkat çekerek bu maddeleri, “işimize ve hayatımıza nasıl entegre edebiliriz” diye iyice düşünmemiz gerektiğini ifade etti.

“Çevresel, ekonomik ve sosyal alanlarda dengeyi sağlayarak bugünü ve geleceği güvence altına almalıyız.

Temiz enerji kullanan şehirler, geri dönüşümle yenilenen kaynaklar ve bilinçli bireyler geleceğimiz için son derece gerekli olan unsurlardır.” diyerek konuşmasına devam etti.

Murat Bey konuşmasında bazı rakamlar verdi ki burada nakletmeyi yararlı görüyorum: Dünyada iklim değişiklikleri, gıda verimini yaklaşık %21 oranında azaltmıştır.

Su kaynaklarının yaklaşık %70’i tarımda kullanılmaktadır.

Bugün Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım örgütü verilerine göre gıdanın %13’ü hasat sonrası, %17’si ise satış noktaları veya evde israf edilmektedir.

Daha büyük buzdolabı istiyoruz, içine daha çok şey koyuyoruz, korumak için bir sürü masraf ediyoruz, elektrik sarf ediyoruz, sonra da maalesef çıkarıp çöpe atıyoruz.

Gıda israfı neden önemli? Mesela elbiseniz var modası geçti, başkası giyebilir veya geri dönüşüme gidebilir ama gıdalar maalesef günü geçince çöp olmaktadır.

Üretilen toplam gıdanın %30’u israf oluyor. Üstelik gıda israfının çarpan etkisi büyüktür. Yani israf edilen her gıda aynı zamanda su,toprak, enerji, emek ve sermaye israfı demek.

Dünyadaki gıda israfı müstakil bir devlet olarak düşünüldüğünde yapılan harcama ile bugün Amerika ve Çin’den sonra üçüncü büyük ülke olurdu.

Bu noktada Murat Bey’in dikkat çektiği kavramı ben de çok önemli buluyorum: Bu da “İSRAF”: Bu açıdan “israf” iklim krizinin önemli nedenlerinden birisidir.

Burada A’raf suresinin 31. ayetindeki “Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” şeklindeki ayetin mesajını iyi anlayabilmeliyiz..

Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), akarsu kenarında bile suyu israf etmemeyi öğütlemektedir.

Bu ilahi mesajlar bize, dünyayı harap etmek değil, onu daha güzel bir şekilde gelecek nesillere bırakmak görevini yüklemektedir.

Murat bey şöyle bir dilekte bulundu: “Yetkililer karar alırken gıda sistemlerine bütünsel yaklaşmalılar. Çünkü gıda sistemi; tohumdan toprağa, tarladan sofraya, hammaddeden tedariğe ve hatta geri dönüşüme kadar giden döngüsel bir süreçtir. Tüm paydaşlarla iş birliği yaparak ortak sorumluluklar üstlenmek gerekmektedir…”

Özetle birlikte harekete geçerek daha sağlıklı, adil ve sürdürülebilir bir gıda sistemi oluşturabileceğini kaydetti.

SANAYİ VE TEKNOLOJİ BAKANI SAYIN FATİH KACIR’IN TARIM, GIDA SANAYİ VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ 

Daha sonra söz alan Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fatih Kacır Bey de attıkları uzun soluklu adımlarla tarım ve sanayi sektörleri arasında bağları güçlendirdiklerini ülkemizin yüksek tarım potansiyelinin ekonomik değere dönüşmesini temin etmek için çabaladıklarını vurguladı.

Bu anlayışla 2002 yılından bugüne kadar gıda ürünleri imalatına yönelik 8 bin 589 yatırıma teşvik belgesi düzenlendiğini, 708 milyar lira sabit yatırımın ve 252 bin nitelikli istihdamın önünün açıldığını ifade etti.

11’i “gıda ihtisas organize sanayi bölgesi” olmak üzere toplam 203 organize sanayi bölgesinde gıda ürünleri imalatının başladığı bilgisini paylaştı.

Kalkınma Ajansları eliyle gıda sektörüne yönelik yürütülen 773 projeye 2,6 milyar lira destek sağlanmış.

Bunların sonucunda gıda sanayimizin yalnızca iç talebi karşılamakla kalmayıp aynı zamanda son yıllarda ihracatta da önemli bir atılım gerçekleştirdiğini  vurguladı.

Sayın Bakan; geçtiğimiz yıl 18,9 milyar dolar ihracata ulaşan sektörün önümüzdeki dönemde daha da büyüyeceği öngördüklerinin ifade etti.

Yakın zamanda da “Yerel Kalkınma Hamlesi Teşvik Programı”nı başlatacaklarını  aynı zamanda üreticiler ve sanayiciler için daha yüksek katma değer oluşmasını sağlamak için kalite zincirini uçtan uca takip edecekleri bir mekanizma kurmayı planladıklarını belirtti.

Böylece gıda zayiatlarının azaltılması, birincil üretimde şekillenen üretim kayıplarının minimize edilmesi, üretim kapasitesinin kullanılmamasına bağlı kayıplarla depolama ve lojistik aşamalarındaki kayıpların azaltılması; gıda üretim aşamalarında ortaya çıkan yan ürün veya artıkların değerlendirilmesi anlayışıyla “Gıdada sıfır atık, sıfır israf” hedefiyle çalıştıklarını ifade etti.

Daha sonra Sanayi Bakanı Fatih Kacır, Murat Bey ve birkaç TUGİS yetkilisi ile birlikte özel bir görüşme yapma imkanı bulduk. Burada ülkemizde tarım yapılacak arazilerin daha iyi değerlendirilmesinin çok önemli olduğu vurgulandı

.

Bakan bey, devletin bu noktada verimli projeleri ciddi oranda desteklemek hedefinde olduklarını belirtti. Köylerimizin ve tarım yapacak nüfusumuzun bu alanda eğitilmesinin önemi üzerinde duruldu. Topraklarımız parçalanmamalı, köylerimiz boşalmamalı, özellikle endüstriyel tarıma önem verilmelidir cümlelerinin altı çizildi.

ÖZETLE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİKTEN NE ANLADIM?

Ben bu görüşmelerden genel olarak şu kanaate sahip oldum.

İngilizce orijinal deyimiyle SUSTAİNABİLİTY, Türkçe karşılığı olan SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK kelime olarak daimi olma yeteneği anlamında bir kavramdır
Sürdürülebilir gelişme ise gelecek neslin ihtiyaçlarını karşılama yetisine zarar vermeden günümüzdeki ihtiyaçları karşılayabilen gelişmedir
Bazı kaynaklarda izah edildiği üzere sürdürülebilirlik hedeflerine şu yedi boyutta ulaşabilmek mümkündür:

Bunlar : EKONOMİ, TOPLUM, MESLEK GRUPLARI, HÜKÜMET, ÇEVRE, KÜLTÜR VE FİZYOLOJİ
“Sürdürülebilirlik” başka bir yönüyle de israfın önlenmesi, insanoğlunun tabiatı ve çevresini kendi menfaati için sömürmemesi ve en iyi şekilde değerlendirmesi anlamında bir kavramdır. Bunun sonuçları hem bugünü hem de yarını kapsamaktadır. Burada önemli husus özellikle çocuklarımızın ve gelecek nesillerin haklarına riayet edilmesidir.

İnsanoğlu bugüne kadar maalesef bu hususta dikkatli davranmadı ve bugün çok sayıda sorun yaşıyoruz. Bundan sonra Murat Bey’in deyimi ile “Bundan sonra herkes kendi kapısının önünü süpürmelidir.”

Tarım ve hayvancılık alanındaki sözümüzü bitirirken sürdürebilirlik konusunda özetle şunu söyleyebiliriz:

Sürdürülebilir tarım ve hayvancılık, Türkiye’nin hem ekonomik kalkınması hem de çevresel denge açısından kritik öneme sahiptir. İklim değişikliği, kaynak kıtlığı ve ekonomik zorluklarla mücadele ederken sürdürülebilirlik odaklı politikaların benimsenmesi, Türkiye’nin tarımsal potansiyelini artırabilir.

Uzun vadede ekosistem dengesini gözeten ve sosyal refahı artıran bir tarım ve hayvancılık sistemi oluşturulmalıdır….

ARALIK AYINDAN ÖNEMLİ GÜNLER

Yazımıza son verirken Aralık ayı içindeki bazı önemli tarihleri de paylaşmak istiyorum.

11 Aralık; dostumuz, eski başkanımız İbrahim Çağlar’ın aramızdan ayrılışının yıldönümüydü. Değerli dostumuzu Rahmetle anıyoruz.

17 Aralık Mevlâna Hazretlerinin 751. Vuslat Yıldönümü. Âşıklar sultanı, marifet nurunun aynası Hazretin, Şeb-i Aruzunu tebrik ediyoruz, ruh-u şâd olsun.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma

Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?

Çağrısına kulak verip 27 Aralık 1936’ta Hakk’ın rahmetine kavuşan Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u da bir kez daha rahmetle anıyoruz. Mekân-ı cennet olsun.

Son hatırlatacağım nokta 21 Aralık bir yıl içindeki en uzun gecedir. Bu geceye en uzun gece manasına ŞEB-İ YELDA da denmektedir.

Bu gece ile ilgili çok bilinen ve tekrarlana bir beyit ile yazımıza son vermek istiyorum

“Şeb-i yelda’yı müneccimle muvakkit ne bilir. 

Müptela-i gama sor kim geceler kaç saat”. 

Günümüz Türkçesiyle; Uzun geceyi ne müneccimler ( yıldız ilmiyle uğraşanlar) ne de zaman ölçenler bilemez.

Onun kaç saat sürdüğünü gam çekenlere sor”anlamına gelir.

ŞEB-İ YELDA Farsça bir terkiptir. Gerek Fars kültüründe gerek Osmanlı’da önem bu geceye önem verilmiş ve edebi metinlerde de çok kullanılmıştır. Bu geceyi  “Sevgililer gecesi “diye tanımlayanlar olmuş. Bazıları da karanlıktan aydınlığa çıkışın başlangıcı diye de ifade etmişler

İnşallah tüm gece ve gündüzlerimiz gamsız, kedersiz huzurlu bir şekilde geçer ve istikamet üzere emaneti teslim ederiz.

 

* Bu yazı 12 Aralık 2024 tarihinde İTO Meclis toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş şeklidir.

TRUMP SONRASI ABD TÜRKİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE

”14 Temmuz 2024 tarihinde İTO Meclisinde yaptığım konuşmanın bir bölümünde Trump sonrası Türkiye ABD ilişkileri nasıl olabilir üzerine kısa bir analiz yapmıştım. Aşağıda bu analiz yer almaktadır”

ABD’de Trump’ın seçimleri kazanması ile birlikte dünya yeni bir döneme hazırlanıyor. Gerçi ABD gibi büyük ülkelerde liderlerin değişimi ile ülke politikalarında çok ani ve hızlı değişimlerin de beraberinde geleceği her zaman görülebilecek bir durum değildir. Ama yine de Trump’ın güçlü bir şekilde yeniden iktidar oluşu muhakkak ki bazı şeylerin değişmesine yol açabilecektir.

Bilindiği üzere Donald Trump, Biden öncesi 2017-2021 arası iktidarda bulunmuştu. Bu süreçte ABD-Türkiye ilişkilerinde karmaşık bir süreç yaşanmıştı. İki ülke arasındaki ilişkiler, özellikle Trump’ın kişisel diplomasi tarzı ve ABD-Türkiye ilişkilerini doğrudan etkileyen konular nedeniyle oldukça inişli çıkışlıydı. Bu dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler, bazı alanlarda ciddi gerilimlere sahne olurken diğer alanlarda stratejik iş birliği devam etmişti

BİR KAÇ ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

S-400 Krizi:  Türkiye’ye verilmiş olan taahhütlerin gecikmesi ve sürüncemede bırakılması üzerine Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir gerilime neden olmuştu. Sonuç olarak Türkiye F-35 programından çıkarılmış ve bize bazı yaptırımlar uygulanmıştı.

YPG/PKK Sorunu: Bilindiği üzere ABD’nin Suriye’de PKK’nın kardeş gücü YPG ve bunun farklı uzantıları ile iş birliği, Türkiye tarafından büyük bir tehdit olarak algılanmakta ve biz ABD’den bu bölücü ve düşman kuvvetlere desteğini durdurmasını talep etmekteydik. Halen de ediyoruz. Trump yönetimi, Türkiye’nin Suriye sınırına yönelik güvenlik endişelerine bir ölçüde destek vermişti  fakat buna rağmen ABD’nin YPG’ye desteği sürmeye devam etmişti.

Ekonomik ve ticarî alanda Türkiye ile ABD arasında ticaret hacminin artırılması hedeflense de bazı ekonomik yaptırımlar ve ek vergiler, iki ülke arasındaki ilişkileri zorlamıştı. Özellikle Türkiye’nin ABD’ye yönelik çelik ihracatına uygulanan ek vergiler, ekonomik ilişkileri olumsuz etkilemişti.

Rahip Brunson Krizi: Rahip Andrew Brunson’ın Türkiye’de tutuklanması ve ardından ABD’nin yaptırım tehditleri, iki ülke arasında büyük bir diplomatik krize neden olmuştu. Trump, Brunson’ın serbest bırakılmasını açıkça talep etmiş ve bu durum Türkiye’nin ekonomisine menfi bir tarzda etki eden döviz dalgalanmalarına yol açmıştı. Brunson’ın serbest bırakılmasıyla bu kriz nispeten çözülmüştü.

Trump yeni yaptığı bir konuşmada da bu konuya atıf yapmış ve problemi canlı tuttuğunu göstemişti.

Trump’ın iktidarda olduğu dönemde Cumhurbaşkanımız ve Trump arasında kişisel dostluk mesajları ön plana çıkmıştı. Tabii bu arada ABD başkanının kendi mizacının da etkisiyle bazen maksadını çok aşan beyanlarına da şahit olduk. Trump’ın diplomatik meselelerde doğrudan Erdoğan’la iletişime geçmesi, iki ülke arasındaki bazı krizlerin hafifletilmesine katkı sağlamıştı. Ancak bu kişisel ilişki her iki ülke için stratejik sorunları çözmekte yeterli olmamıştı.

Yine aynı dönemde Trump, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerine yönelik zaman zaman eleştirilerde bulunsa da Türkiye’ye karşı çok fazla katı bir tutum izlememişti.

Trump’ın yeni döneminde geçmişteki yaklaşımları da referans alarak muhtemel ilişkiler nasıl olabilir üzerinde bazı tahminler yapmak istersek şunları söyleyebiliriz:

Trump’ın yeni bir döneminde ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrinin, Trump’ın kişisel diplomasi tarzı, ekonomik iş birliği vaatleri ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarına yönelik yaklaşımıyla şekillenmesi beklenebilir.

Geçen döneme göre bazı sorunlar hala devam ediyor. S 400 meselesi , PKK/YPG ve uzantıları ile ilişikler yine sorunlu alanlar.

Trump’ın ilk dönemi ile bugün arasında uluslararası ilişkilerde yeni meseleler ortaya çıktı. Çin faktörü  ve ABD Çin rekabeti daha da ciddi bir hale gelmeye başladı.

Rusya Ukranya savaşı sonrası Avrupa’daki müttefik ülkeler ciddi sorunlarla karşılaştılar. ABD’nin üzerindeki yükler arttı.

Geçen döneme ilave olarak yeni dönemde İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle Gazze’de ölçüsüz bir güç kullanarak adeta bir soykırıma başlaması gündeme yeni giren bir madde olarak ortaya çıktı. İsrail’in bu saldırlarını şiddetle kınadığımı da bu vesile ile beyan etmek isterim.

İsrail’in bu şiddet gösterisine karşı başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin önleme yönünde bir aksiyon göstermemeleri, Türkiye ABD ilişkilerini bekleyen önemli bir sorun olarak ortadadır. Trump’ın bu hususta farklı bir tavır göstermesi beklenmemekle birlikte gerek ülkesinde gerekse de dünyanın çok farklı yönlerinde ölçüsüz saldırılara karşı bir reaksiyonun gelişmesi pragmatik bir politikacı olan Trump’ın davranışlarını acaba etkileyebilir mi diye düşünmekteyim.

İnşallah böyle bir gelişme ortaya çıkar. Bazen bu çerçevede bazı ümitlerin ortaya çıktığını gözlemlemekteyiz.

İsrail’in  bir yıldır sürekli arttırdığı bu ateşi tüm OrtaDoğu’ya sıçratma tehlikesi var. İran ile ciddi bir savaş tehlikesi gündemedeki yerini koruyor maalesef.

Türkiye nerede durmalı?

Bu dengeler içinde Türkiye’nin de Orta Doğu’da daha güçlü olması gerekiyor. Özellikle Güneydoğu’da sınırların hem bizim tarafta hem de sınır ötesinde her daim dikkatli olunması lazım.
İran ile İsrail’in muhtemel bir çatışmaya girmesini engellemeye yönelik ciddi gayrete ihtiyaç var.

Suriye ve Mısır ile bozulan ilişkilerin de düzeltilmesi için diplomasi çalışıyor.  

Türkiye, NATO ve AB ile ilişkilerini sıcak tutarken BRICS ülkelerini de ilgi alanında bulundurmaya çalışıyor ki uluslararası alanda alternatiflerini artırabilsin.

Türkiye yakın dönemde sürdürdüğü gibi Rusya ile işbirliğini de belli bir düzeyde tutması  gerekiyor ki denge sağlanabilsin.

Trump daha önceki iktidarında olduğu gibi ABD’yi içine kapanan bir tercihe sürüklerse Türkiye ve gelişmekte olan ülkeler bu noktada finansal olarak etkilenebilir.

Suriye’den asker çekme niyetini yine ortaya koyarsa Türkiye bu politika ile Orta Doğu’da belki daha da rahatlayabilir. Tabii Trump’ı saran derin ABD merkezleri, ona bu imkanı verir mi? Onu ilerleyen zamanlarda hep beraber göreceğiz
Tüm bu kısa uluslararası ilişkiler turunda gördüğümüz üzere bu anlamda dünyanın 4 yıllık yeni bir döneme hazırlandığını gözlemliyoruz. Ve bu süreçte en sıcak noktalarda bulunduğumuzu vurgulamamız gerekiyor.

Bu bahsi kapatmadan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı paylaşımda “Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan başkanlık seçimini büyük bir mücadelenin ardından kazanarak yeniden ABD Başkanı seçilen dostum Donald Trump’ı tebrik ediyorum.” ifadesini kullanması üzerinde de aklıma gelen bir hikayeyi sizlere aktarmak istiyorum

Biliyorsunuz kültürümüzde çok önemli ibret öykülerinin yer aldığı kitaplar vardır. Bunlardan birisi de Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sidir.

Çeşitli öyküler üzerinden insanlığa ibretlik halleri gösterir.

Bunlardan birisinde Kelile, Dimne’ye stratejik bir öğüt verir;  

“Akıllı ve mert insanlarla birlikte ol, onlara yaklaş ve onlardan ayrılma. Bir kimse akıllı ve mert ise onunla dost ol. Çünkü akıllı ve mert kişi, olgun kişidir. Akıllı olup mert olmayan kişiyle kötü huylu olsa bile dostluk kur. Kötü huyundan uzak durarak onun aklından yararlanabilirsin.

Akılsız olup mert olan insanla da dost ol; aklını beğenmesen de onunla ilişkini kesme, onun mertliğinden yararlan ve ona akıl ver. Ama hem aptal hem de kötü olandan ise kendini koru.”

Sayın Cumhurbaşkanımızın Trump’a yönelik bu demecini Kelile ve Dimne’deki hikaye ışığında sanırım bir daha değerlendirmemiz gerekiyor.

 

 

TOPLANTI KONUŞMA NOTLARI: GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİMİZ


“İTO’nun 2 Kasım 2024 tarihinde gerçeklrştirdiği 21. Dönem ikinci Meclis üyeleri istişare toplantısında yaptığım konuşmada belirttiğim hususları burada da paylaşıyorum”

Öncelikle şu noktaya dikkat çekerek başlamak isterim ki hepimizin üzülerek izlediğimiz gibi 1 yılını dolduran bir vahşet Gazze’de devam ediyor.

İsrail’in insanlığı ayaklar altına alan saldırıları neticesi şu ana kadar çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 50 bine yakın insan katledildi.

Bu resmen açık bir soykırımdır. Orada Filistinli kardeşlerimiz resmen hedef tahtasına oturtulmuş bir şekilde katlediliyorlar.

Ve bütün dünyada sanki eli-kolu bağlıymış gibi olanı biteni seyrediyor. Tam bir acizlik panoraması.

İsrail’in bu ateşi bölgenin farklı taraflarına doğru da kaydırmak istediğini görmekteyiz ve bundan dolayı endişeliyiz.

2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu yayınlanmıştı.

2 Kasım aynı zamanda çok önemli bir tarihî olayın yıldönümüdür.

Balfour Deklarasyonu denen olay tam 107 yıl evvel bugün vuku bulmuştu.

2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı  Lord Arthur Balfour, uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek Filistin topraklarında bir Yahudî devleti kurulması konusunda İngiliz hükûmetinin destek vereceğini bildirmişti.

İşte bu tarihî deklarasyonla başlayan süreçin üzerinden 107 yıl geçti. Balfour Deklarasyonu Yahudileri Orta Doğu’nun bağrına bir hançer gibi sokmuştur ve bugün bu hançer maalesef farklı yönlere doğru harekete geçmektedir.

Türkiye olarak sürekli teyakkuz halinde olmak zorundayız ve geçen Meclis toplantısında altını çizmeye çalıştığım gibi “Hazır ol Cenge istiyorsan sulhu salah” lafzına uygun olarak her alanda donanımlı olmak zorundayız.

Ama biz saldıran olmamalıyız. Biz zalim olmamalıyız. Her durumda adaletten ve insan olma özelliğimizden ayrılmamalıyız. Bize de bu yakışır…

Geçen günlerde savunma sanayimizin kalbi durumundaki TUSAŞ’a yapılan saldırı, ülkemizin bu alandaki gelişmesine karşı bazılarının çok rahatsız olduklarını gösteren bir hamle olarak dikkatimizi çekmiştir.

Bu saldırıyı nefretle lanetliyoruz. Şehit düşen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılarımıza şifa diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.

Devletimiz ve milletimiz ile birlikte terör örgütlerinin ve uzantılarının alçakça emellerine fırsat vermeyeceğimizi bu saldırıdan sonra güvenlik birimlerimizin yürüttüğü karşı operasyonlarla gösterdiğimize inanıyorum.

Aynı zamanda İstanbul Fuar Merkezimizde düzenlenen 4. SAHA EXPO Savunma, Havacılık ve Uzay Sanayi Fuarı da  ülkemizin savunmasına verdiğimiz önemi ve bu alandaki gelişmeleri göstermesi açısından çok önemli bir olaydır.

Savunma sanayimizde geliştirilen silah ve araçlarla teknolojide gelinen nokta resmen dosta güven düşmana korku veriyor.

Ülkemizin yerli ve milli sermayesinin katkılarıyla üretilen bu savunma sanayi ürünleriyle gurur duyuyoruz.

İTO Meclisinin iki yılı özetle nasıl geçti?

Bu çalışma toplantısıyla birlikte İTO’nun 21. Meclisi 2. yılını doldurmuş oluyor.

Bu süre zarfında deprem gibi çok önemli bir tabii afet ve hâlâ etkisinden kurtulamadığımız ekonomik dengesizliklere rağmen yine de İTO olarak verimli bir çalışma dönemi geçirdiğimiz kanaatindeyim.

Bu süreç zarfında her zamanki gibi Türkiye ve dünya gündemini sıcağı sıcağına takip eden komite ve Meclis üyelerimizin fikirleri yâni sizlerin katkıları son derece değerliydi.

Arkadaşlarımızın tesbitlerine göre sizlerle bazı rakamlar paylaşmak istiyorum

21. dönemde Meclisimizde son toplantıya kadar 90 arkadaşımız söz almış.

183 Arkadaşımız kürsüyü hiç kullanmamış. 29 Komitemizin sorunlarını ve görüşlerini Meclis kürsüsünden hiç duymamışız maalesef.

Mecliste konuşan ve fikirlerinin bizlerle paylaşan arkadaş sayımızın çok daha fazla olmasını arzu ediyorum. İnşallah yeni dönemde bu arayı kapatırız.

Seçimlerden sonra 31 arkadaşımız değişmiş ve yeni isimler Meclisimize gelmişler. Görev süresi bitenlere teşekkür ediyor, yeni gelenlere hoşgeldiniz diyorum.

21. Dönemde komitelerimiz kendi üyeleri ile 9 adet büyük zümre yapmışlar. Buna ilaveten yemekli istişare toplantısı sayısı 95 olmuş. Sanki format biraz daha bu yöne kaymış gibi görünüyor.

Odamız fuarlar programında 15 Kasım 2022’dan bugüne kadar toplam 92 fuara iştirak edilmiş. 59 bin856 m2 alanda 2760 iştirakçi bizim organizasyonlarımız dâhilinde fuarlara gitmişler.

15 Kasım 2022’den bugüne kadar odamızın üyelerinden 82 heyet odamız dışında çeşitli temaslar yapmışlar. Yine bu süre zarfında odamıza yurt dışından 70 adet heyet çeşitli görüşmeler yapmak üzere gelmişler.

İki yıl zarfında odamızda B2B tabir edilen 12 organizasyon yapılmış. Tüm bu organizasyonlara 960 firma katılmış.

Bir de  URGE dediğimiz Uluslararası Rekabetçiliğin Geliştirilmesi Projesi çerçevesinde 4 program düzenlenmiş ve buralara 53 firma katılmış.

Tabii bu arada bireysel ziyaretler, başkanlık nezdindeki temaslar bu rakamlara dâhil değil. Bunlar Oda içi birimlerimizin organize ettiği toplantılar.

Tüm bunlara ilave olarak yönetim kurulumuz  ve başkanımız, gerek iş çevreleriyle gerek kamu idarelerimizle ve gerek hükûmetimizle temaslarını son derece dikkatli bir şekilde yürütmeye devam ediyor. Kendilerine teşekkür ediyoruz.

Bu buluşmayla birlikte yeni çalışma dönemimizin de iş dünyamız, vatandaşlarımız, milletimiz,  memleket ve devletimiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Şimdi de genel ekonomik durum ile ilgili bazı görüşlerimi dile getirmek istiyorum

Zaman zaman “Devlet” ve “Millet” kavramları siyasetin ve anayasa tartışmalarının içinde mesele olmuştur ve olmaya da devam etmektedir…

Siyaset bilimi içinde yer alan bu “Devlet mi millet için yoksa millet mi devlet için vardır. ” tartışması çok kadim bir konudur.

Fakat tüm bunların gerisinde esasında aslolan insandır. Tüm mekanizmalar insanın daha iyi bir hayat yaşaması içindir.

İnsanoğlunun beş önemli değeri vardır ki bunların korunması daima esas olarak değerlendirilmiştir. Bunlar; Can, mal, akıl, nesil ve dinin korunmasıdır.

Millet belli değerler etrafında toplanan insanlardan müteşekkildir. Devlet, insanın ve insanlardan müteşekkil milletin bu değerlerini korumakla mükelleftir.

Vatan ise insanların yâni milletin üzerinde var olduğu, yaşadığı, medeniyetler kurduğu topraktır. İnsan önemlidir, onun üzerinde var olduğu bu vatan da o sebepten önemlidir.

Peki bu devletin yönetimi nasıl ve kimler tarafından yapılır?

Kuruluşunun 101. yılını kutladığımız Cumhuriyet rejimi gereğince millete en iyi hizmeti yapacağını iddia edenler arasından vatandaşlarca seçilen siyasetçiler bu devleti yönetirler.

Yâni siyasi otoriteyi meşru kılan ve devletin idare mührünü onun eline veren bu milletin yâni insanların seçimidir, tercihidir.

Bürokrasi de bu seçilmişlerin işlerini uygulayan nitelikli kadrolardır.

Hem siyasi hem de bürokratik kadrolar milletten güç alırlar. İşlerinin millet adına yaparlar. Bu kadroların tüm harcamalarını , maaşlarını, özlük haklarının bedelini bu yönetilen insanlar yâni millet vergileri ile sağlar. İş dünyası dediğimiz kesim yani bizim de temsil ettiğimiz kesimler ayrıca milyonlarca insanımıza iş alanı sağlar ve devletin üzerinden önemli bir yükü alırlar. Bu da diğer önemli bir husustur.

Yönetici kesime düşen de devlet mekanizmasınının doğru kararlarla, tam isabetli bir şekilde, israf yapmaksızın çalışmasını sağlamaktır

Hiçbir yönetici milletin adına verdiği kararlarda kendisini “lâyüs’el” yâni sorumsuz ve hesap sorulamaz mevkide göremez.

Hiç kimse yönetim sırasında yaptığı yanlışların ve sorumsuzlukların bedelini günü geldiğinde gelecek nesillerin ödeyeceğini unutma hakkına sahip değildir.

Bu konuda izninizle birkaç misal vereyim;

Mesela 1990’lı yılların başında emeklilik yaşının düşürülmesi şeklinde verilen bir karar neticesi sosyal güvenlik sistemi çökmüştü. Kendine gelmesi için çok uzun yıllar gerekti.

Son senelerde EYT konusunda alınan karar da belki siyasi bazı mecburiyetlerden alındı ama  hem işletmeleri buün için çok zora soktu hem de önümüzdeki yıllarda bütçede büyük gediklere yol açacak gibi görünüyor.

Peki siyasi mercilerin ve bürokratların aldığı bu kararların ceremesini kim çekiyor? Büyük ölçüde bizler yâni iş dünyası. Devlet sıkıştıkça vergileri artırıyor değil mi?

Bir diğer örnek ise enflasyon muhasebesi konusudur. Ne kadar tedirgin edici bir süreç yaşadığımızı hepimiz gayet iyi hatırlıyoruz değil mi?

Sonra baktık ki işi kurgulayanlar olayın boyutunu çok da iyi tahmin edememişler.

Tüm bunlara rağmen biz yine de iş dünyası olarak enflasyon muhasebesi konusunda hatadan dönülmesini müsbet karşıladık.

Bu işte yapılan ciddi öngörü hatalarının üzerine pek gitmedik. Bizim maksadımız üzüm yemekti, bağcı dövmek değil ki?

Bu örnekleri daha da fazla arttırabiliriz ama şimdilik bu kadarla iktifa etmeyi yeterli buluyorum.

İTO Meclis olarak görevimiz takip etmek, uyarmak ve öneri getirmektit

İstanbul Ticaret Odası Meclisi olarak bizler bu konularda yapılacak muhtemel hataları da hesaba katarak çalışmalarımızı hızlandırmamız gerektiğine inanıyorum.

Ve bunların içinde Türk ekonomisine yön veren mahfilleri ve yöneticileri her konuda bilgilendirmek ve uyarmak da var bunu unutmayalım.

Son yıllarda ülkemizin yaşadığı ekonomik sıkıntılarda iş dünyasının payının ne kadar olduğunu hesap ettiğimizde her hâlde bu payın ülke yöneticilerinden daha fazla olduğunu kimse iddia edemez.

Enflasyon-faiz ve kur cenderesinde çıkış yolu arayan ülke olarak geçmişte yapılan hatalara düşülmemesi için siyaset-iş dünyası-üniversite-basın dünyası ve çeşitli halk kesimlerini temsil eden sivil toplum örgütlerimizle birlikte el ele, gönül gönüle ve kafa kafaya birlikte çalışma zorunluluğumuz var.

Bu mesuliyetten hiç kimse kaçamaz.  

Zaman zaman sektörler bazında uğraştığımız birçok konu oluyor. Çoğu zaman yönetim mekanizmasındaki karar alıcılar tarafında dirençle karşılaştığımız da aşikar.

Devlet ricâlinin iş dünyasını dikkate almak ve sorunlarını çözmek anlamında daha dikkatli çalışması gerektiğini bu vesileyle ifade etmek istiyorum.

Tabii bizlerle çok uyumlu çalışan ve sağlıklı ilişkiler kuran siyaset erbabı ve bürokratları da buradan kutluyor ve teşekkürlerimizi iletiyorum.

Hiç kimse bu anlamda iş dünyasının ürettiği katma değeri, istihdamı, vergiyi değersiz olarak farzetmemeli ve hafife almamalıdır.. Ayrıca maalesef bazı zamanlar yapıldığını üzüntüyle gördüğümüz gibi iş dünyasının ekonomik dengesizliklerin tek suçlusu gibi gösterilmesi de büyük haksızlıktır

Bu anlamda iş dünyası olarak gücümüzün kıymetini bilmeliyiz. Evvel emirde psikolojik açıdan kendimizi güçlü hissetmemiz çok önemlidir.

Biz bu ülkenin değer üreten önemli bir kesimiyiz. Üstelik herkesten daha fazla ülkesinin ve devletini seven bir topluluğuz.

Moralimizi bozmayalım, umudumuzu kaybetmeyelim

Mensup olduğumuz Türk milleti büyük ve köklü bir devlettir, tarihî derinliği vardır. Tarihte bir çok devlet kurmuştur. Nice problemin üstesinden gelmiştir.

Bugün zor bir dönemden geçtiğimizin herkes farkında. Ancak umudumuzu ve kendimize güvenimizi kaybetmemeliyiz.

Yöneticilerimizi ve bürokrasiyi gerektiğinde ikaz etmeli, doğru bildiklerimizi müzakere masasına yatırabilmeliyiz…

Şu an İstanbul Ticaret Odası olarak takip ettiğimiz iştişare yolunu devam ettirmek hatta daha da genişletme ihtiyacımız olduğu görülüyor.

Geçen dönemlerde olduğu gibi yine yönetim kadroları ile çok yakın ilişki içinde olmalıyız.

Bunu gerçekleştirmek için bundan sonra da başta sayın bakanlarımız olmak üzere yetkin insanları Meclisimizde ağırlayacağız, bilgi alacağız.

Yani “ticarî diplomasimizi” son derece etkin kullanacağız ve daha da güçlendireceğiz.

Sorunlarımızın çözümü için somut teklifler içeren dosyalarımız hazırlayacağız ve onları yetkili makamlara sunacağız.

Bizler girişimci ruha sahip insanlarız. Bugüne kadar yılmadık inşallah yine yılmayacağız

Bu zor ama önemli yolda hepinize başarılar diliyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Cenab-ı Hakk yâr ve yardımcımız olsun.

ESENKÖY’DE TARİH İÇİNDE YOLCULUK

 

ESENKÖY’ÜN KISA TARİHİ

Esenköy, Yalova ilinin Çınarcık ilçesine bağlı bir beldedir. Beldede Aliye Hanım ve Liman olmak üzere 2 mahalle bulunmaktadır.

Köyün tarihi ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmak gerekirse 1890 yılından beri bölgenin Katırlı olarak anıldığı birçok kaynakta yer almaktadır. Bir diğer üzücü bilgi de 1921 Nisan’ında Katırlı Köyü’ne çıkan Yunan askerlerinin, karadan Yalova’ya yürüyüşe geçip, Katırlı ve çevre köylerdeki Rum çetecilerin yardımıyla katliam yapmalarıdır.

Yunanlılar çekilince Katırlı’dan kaçmak zorunda kalan Rumlar, mübadeleyle Yunanistan’a gönderilmişler. Onların yerinde de Selanik bölgesinden göçmen gruplar gelmişlerdir.. Köye yerleşen bu kesimler; hayvancılık ve ormancılıkla uğraşıp, ilave olarak çok yoğun olmasa da zeytincilik yapmışlardır.

İlave olarak köydeki yoğun nüfusu oluşturan Doğu Karadeniz taraflarından gelen Gürcü kökenli ailelerin anlatımına göre onların bu bölgeye gelişleri genelde Osmanlı’nın son devrelerinde vuku bulan 93 Harbi sonrası olmuştur. İlk gelenler genelde tepelerdeki köylere yerleşmişler. Mecidiye, Selimiye, Hayriye adlı bu köylerde kış aylarında çok yoğun kar yağışları olduğundan ve hem ulaşım hem de hayvancılık noktasında zorluklar yaşandığından zamanla kıyılara doğru gelmişler. Esenköy’ün yerli ailelerin de köklerinin işte bu köylere  dayandığı ifade edilmektedir. Bugün de bahsi geçen ve temiz havasıyla öne çıkan bu köylere biraz zor olsa da gerek dağ yolundan gerekse de Armutlu üzerinden daha güzel bir güzergah vasıtasıyla ulaşılabilmektedir.

Köyün yerlileri ile yaptığımız görüşmelerden edindiğimiz bilgilere göre son yüzyıl içinde Esenköy’e özellikle Çınarcık üzerinden yine Karadeniz  menşeli laz aileler de gelmişler. İlave olarak İnegöl taraflarından köyleri yanmış olan Gürcü bazı ailelerin de Esenköy’e geldiklerinden bahsedilmektedir.

Katırlı isminden Esenköy’e geçilmesi ise halk arasında şöyle anlatılmaktadır: Dönemin İstanbul Valisi Dr. Fahrettin Kerim Gökay, bir yaz günü İstanbul’un kazası olan Yalova köylerini gezmeye çıkar. Yanındaki zevatla birlikte Yalova’nın deniz kıyısındaki Katırlı Köyü’ne gelirler. Yalova tarafından gelirken Katırlı’nın girişinde yüksek bir noktadan köye baktıklarında, vali köyün muhtarına döner: “Muhtar senin köyünün adın neydi?” diye sorar. Muhtar: “Katırlı’dır Vali Bey” der. Vali Dr. Fahrettin Kerim Gökay tepeden çok güzel görünen ve tatlı tatlı esen rüzgarı derinden hissederek köye bakıp: “Bu güzel köye bu esintisinden ötürü Esenköy adı yakışır” der. O günden sonra köyün adının Esenköy’e dönüştüğü ifade edilmektedir.

Katırlı ( Esenköy) Yüzyıl başında Yalova bölgesinin en kalabalık, en zengin Rum köylerinden biriydi. Ancak bu köyde yaşayanlar sadece Rumlar değildi. Biraz evvel de belirtildiği üzere Katırlı’da, Batum ve Artvin dolaylarından özellikle 93 harbi sonrası gelerek yerleşmiş Müslüman Gürcü vatandaşlarımız da bulunmaktaydı. Köyde bulunan bir çeşme taşından anlaşılacağı üzere 16’ncı yüzyılda buralarda Müslüman köylülerin yaşadığı da görülmektedir.. Bahsettiğimiz bu taşın öyküsüne ilerleyen satırlarda biraz daha genişçe yer verilecektir
Köyde eski dönemlerde tek ulaşım denizdendi. Çalışkan köylüler, deniz kıyısından başlayıp, yürüyerek uzun sürelerde ulaşılan sarp dağ tepelerine kadar her yere zeytin ağaçları ekmiş, aralarını kestane, ceviz ve meyve ağaçlarıyla zenginleştirmişti. Her sonbaharda, üretilen zeytin, zeytinyaği, ceviz ve kestane, gemilerle İstanbul’a taşınır, oradan imparatorluğun dört bir köşesine yayılırdı.

1970’lerin başında balık ihracatı ve pansiyon turizmiyle hareketlenen köy ekonomisi, günümüzde hayvancılık, odunculuk, balıkçılık, turizm ve çiftçilikle uğraşmaktadır.

Aynı zamanda bu köyden çok büyük kaptanlar çıkmış, Osmanlı deniz ticaretinde hatırı sayılır bir yer edinmişlerdir

KAR KUYULARI VE BUZ KAYIKLARI
Katırlı’nın eski dönemlerde bir diğer önemli geçim kaynağı; Devlet-i Ali’nin payitahtı İstanbul’un ve yönetim merkezi olan sarayın kar ve buz ihtiyacını karşılayan kar kuyularına sahip olmaları ve işletmeleridir. Katırlı-Esenköy, İstanbul’un ihtiyacı olan kar ve buzları karşılayabilmek için görevlendirilmiş, bu konuda kendilerine özel izin verilmiş, ticari bir imtiyaza sahip olmuşlardır.
Esenköy’ün sırtlarındaki dağlarının zirvesinde büyük kar alanları bulunmaktaydı. Buralarda çok derin kar kuyuları açılmıştı. Bugün bile bunların kalıntılarına rastlamak mümkündür. Kışın yağan karlar bu kar kuyularına doldurulur, kuyu ağzına kadar sıkıştırılarak kar yuvaklar ile çiğnenir ve sertleştirilirdi. Kar kuyuları bu şekilde doldurulduktan sonra üzeri kapatılır, hava ve güneş alması önlenirdi. Bu kuyulardaki karlar zamanla buzlaşırdı. Yaz ayları geldiğinde esnaf, kuyulardaki bu buzları kalıp kalıp testereler ile keserek kuyudan çıkarırlardı. Daha önceden bu kar sahası ile Katırlı (Esenköy) arasındaki dağın belli bir kısmında “Arnavut Kaldırımı” misali döşenmiş olan taşların üzerinden bu buz kalıpları kaydırılarak, dağın eteğine sürüklenirdi. Bu aşamadan sonra katır ve atlarla Esenköy kayık iskelesine buz kalıpları getirilirdi.
Kayık iskelesinde beklemekte olan “Buz Kayıklarına”( ki; İstanbul’a buz ve kar nakletmek için özel imalat yapılmış kayık türüydü) yüklenen buz kalıpları, Eminönü Gümrük İskelesi’ne gelerek buzları İstanbul halkının ihtiyacına sunarlardı. Esenköy’den gelen kar ve buz ticareti yapan esnaftan vergi alınmamış, bu zorlu ve meşakkatli işe teşvik edilmişlerdir.

BİZİM AİLENİN ESENKÖY İLE İLİŞKİSİ

Esenköy’ün ismini seksenli yılların başında duyardım fakat bugünkü kadar ilgimi çektiğini söylemem mümkün değil. Fatih’te Horhor Yokuşunun bitimine doğru yer alan Kızıl Minare Camii imamı merhum Mahmut Bayram hoca ile 1970’lerin sonlarında başlayan bir hukukum oluşmuştu. Arkadaş grubumuzla kendisinden bazı dersler alır, sıkıştığımız konuları sorar ve o camiye de çoğu kere namazlara giderdik. Mahmut hoca ve çevresindeki başka bir kaç hoca ve o dönemin bazı Müslüman ailelerinin Esenköy’e yaz aylarında sayfiyeye gittiklerini kendilerinden işitmiştik.. O vesileyle de köyün ismine kulağımız aşina idi. Bahsettiğimiz bu hocaefendiler birbirlerini ve yakın çevrelerini de teşvik ederek aileleri ile birlikte köye yazlığa gelmeye başlamışlar bir kısmı da buradan yer almışlar. Bu hocaefendiler ve kanaat önderleri içinde Mahmut Bayram Hoca’nın dışında Ahmet Muhtar Büyükçınar, İmam Hatip Lisesi Müdürü Halil Ziya hoca , Enver Baytan hoca, Kapalıçarşı Bedesten Camii imamı Ahmet Tozan Hoca, Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş gibi isimleri sayabiliriz. Tabii bu isimleri sadece örnek vermek için zikrettik. Yoksa köyün geçmişi ile ilgili bir çok kişiyi dinlediğimizde bu sayının çok daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.

İlk defa 1989 yılı yazında hanım ve o zaman var olan iki çocuğumuzla Balıkesir’in bir kıyı kasabası olan Altınoluk’tan dönerken Gemlik’ten sahil tarafını takip edip Armutlu üzerinden Yalova’ya geçelim demiştik. Yol üzerinde Esenköy’e geldiğimizde o virajlı yollarda yorulmuştuk ve mola verelim istedik. Bu vesile ile Esenköy’ü de bir görmüş olalım diye düşündük. Büyük oğlum Ali 6 yaşlarındaydı, ikinci oğlumuz Mehmet de henüz 9 aylıktı. Kanarya camiinin arkasında Ahmet Tozan hocanın evini tavsiye ettiler. Ahmet hocayı bulduğumuzda kısa bir tanışma faslından sonra onun Kapalıçarşı’da Cevahir Bedesteni’ndeki mescidin imamı olduğunu öğrendik. Hoş bir tevafuk olmuştu. Hocamız da babamı, amcamları ve dayımı tanıyordu. Ben de lise yıllarımda Kapalıçarşı’ya babamın dükkanına uğradığım zamanlarda bazen o mescide giderdim. O gece Ahmet hocanın, penceresinden bakıldığında Cami’ nin üzerinden denizi gören evinde kaldık. Ertesi gün de biraz dolaşıp İstanbul’a dönmüştük. Ahmet hoca ile hukukumuz hâlâ devam eder. Her görüştüğümüzde babamları hayırla anarız

İkinci gelişimiz 1992 yılında olmuştu. O dönemler Kayınpederler de belli zamanlarda Esenköy’de kiralık yer tutuyorlardı. Onların da teşviği ile biz de bir yer kiralayalım diye düşündük ve köyün orta kısımlarında uzun süre varlığını muhafaza eden Kaya Market’in ikinci katını tuttuk. Burası merhum Ali Kaya’nın eviydi. Ali beyler o sıralar yeni evlenmişlerdi ve evleri de çok düzgündü. Tabii biz de biri on, diğeri beş, en ufağı da henüz üç aylık olmak üzere üç çocukla bu eve herhangi bir zarar vermeme korkusuyla birkaç gün adeta diken üzerinde tabir edilecek bir hassasiyetle orada ikamet ettik. Esenköy’e artık yavaş yavaş ısınıyorduk
1995 Yılında bir yaz boyunca hanımın hala kızı Nurdan hanım ve beyi Süleyman Zeki Bağlan’larla dönüşümlü olarak kullandığımız bir ev tuttuk. Merkezdeki Camii’nin hemen arkasındaki bu evde kaldığımız o yıl Kanarya cemaati ile sanırım en fazla hemhal olduğum yıl idi. Üç aylık yaz döneminin yarısını köyde geçirmiştik. O tarihlerle ilgili en ilginç hatıralarımız haberleşme sıkıntımızdı. Cep telefonları yeni çıkmıştı lakin Esenköy’de çalışmıyordu. İstanbul ile ya ankesörlü telefonlarla ya da bir komşu delaletiyle ilişki kurabiliyorduk. Yine o dönemde henüz deniz otobüsleri çalışmaya başlamamıştı. Arada bir Karaköy’den gelen bir vapur vardı. Ana vasıtamız kendi otomobillerimizdi. Çok sıkıştığımız birkaç sefer Yalova’ya araba vapuruyla geçip, Yalova’dan minibüse bindiğimi de hatırlarım.

Esenköy’e ilk gittiğimiz yıllarda köyün içinden geçen derenin denize döküldüğü yerin yanıbaşındaki İkizçınar Çay Bahçesi en çok devam ettiğimiz mekandı. Rahmetli bacanaklarım Abdulkadir ve Asım da aileleri ile birlikte Esenköy’de oldukları zaman onların içinde bulunduğu grup ile çoğu zaman birlikte oluyorduk.


Bacanağım Abdulkadir Kibar

Erol Dilaver, Cahit Başaran, Asım Özer

Fatih Böhürler, Orhan Gökşen, Tufan Mengi, Sefer Turan, Cahit Başaran aileleri ile birlikte İkizçınar çevresindeki geniş grubu oluşturmaktaydı. O çay bahçesini işleten Hüseyin ağabey herhalde köyde ilk tanıdıklarımız arasındaydı. Hanımlar genelde Kadınlar plajına gider bizler de ya kıyıda ya da Ağlayan kayalar diye tabir edilen yerde denize girerdik..

Vakit namazlarında genelde Köy Camii, maç yayını olduğu zamanlarda da köy içinde Can Can’ın kahvesi daha çok gittiğimiz mekanlardı.

İkizçınar grubunda bir dönemden sonra bir dalgıçlık rüzgarı da esmişti. Başta Rahmetli Asım, Tufan Mengi ve gençlerden Bilal Yenel bu akıma yoğun olarak katılmışlardı. İkizçınar çay bahçesinin sahiplerinden Hüseyin ağabeyin dalgıçlık merakı vardı. Çoğu zaman zıpkınıyla dalar ve çeşitli balıklar avlardı. O da bu dalgıçlık muhabbetinin müdavimlerindendi. Bu kadar muhabbetin içinde bulunmama rağmen ben yüzerken dibe dalıp kum çıkarma eylemi dışında bu elbiseyi giyip dalgıçlık yapmayı deneme işine hiç tevessül etmedim.

İsimlerini saydığım bu grubun bir bölümünün zaman içinde Esenköy le bağlantıları hafifledi bazılarının ise tamamen kesildi. Bacanaklarla beraber bizim aile, Cahit Başaran, bir dönem de Tufan Mengi köyün sakinleri arasına katıldılar. Diğerleri de muhtemelen başka bölgelere gitmeye başladılar ki daha sonraki dönemlerde onları köyde pek göremez olduk.

KANARYA CAMİİ CEMAATI

İlk defa hangi vesile ile gittiğimi tam olarak hatırlamasam da bir seferinde Kanarya Camii’nin altındaki sohbete iştirak ettim. Baktım ki İstanbul’dan direk veya dolaylı çok sayıda tanıdık isim özellikle Yatsı namazları sonrasında burada toplaşıyorlardı. Bir zaman sonra ben de buradaki sohbetlere iştirak etmeye başladım. O zaman öğrendim ki bu grup hafta sonlarında öğle namazı sonrasında ikramlı sohbet toplantıları da yapıyormuş. İkizçınar grubundan az sayıda arkadaş da bazen buraya katılıyorlardı.
Kanarya ekibinin başını genelde Marifet Yayınlarının sahibi Ziya Belviranlı ağabey çekerdi. O grubun ağası tabir edilen isim de Hüsnü Erdem ağabey idi. Hüsnü ağabey Erzurum Narmanlı eşrafından, İstanbul’da yayıncılık alanında Erdem Yayınları adlı yayınevinin sahibi Ebubekir Erdem’in ağabeyi idi. Ebubekir ağabeyin çocuklarıyla da yakın dostluğum bulunuyordu. Bu yüzden Hüsnü ağabey ile de çabuk ısınmıştık. Grupta icap eden konularda elini cebine daha fazla atan Hüsnü ağabey kış aylarında da bir veya iki sefer düzenlenen sabah namazı buluşmaları ve kahvaltıların sponsorluğunu üstlenerek bu ağalık ünvanını fazlasıyla hak etmekteydi. Kanarya Grubunun bir diğer ağır topu da grupta Şeyh olarak tavsif edilen Halil İbrahim  Perçinkaya idi. Bu isimler genelde yazın büyük bölümünde köyde bulunurlar, sohbetlerde ve organizasyonlarda önemli bir bağlantı rolü üstlenirlerdi.

Kanarya Camii’ni merkeze alan grubun içinde kimler vardı biraz bu isimler üzerinde durabiliriz.
Grubun renkli simalarının başında Sürur lakabıyla da meşhur olan Çalışma müfettişi Mehmet Ali Metinyurt gelmekteydi. Sürur ağabey ne zaman köye gelse onun bulunduğu gruplarda canlı sohbetler olurdu. Ben kendisini ilk olarak İz Yayıncılık çevresinde tanımıştım. Bir zamanlar merhum Ahmet Şişman ile matbaa ortaklığımız olmuştu. Matbaamız da İz yayıncılık ile aynı binada idi ve benim zamanımın bir bölümü de yayınevinde geçerdi. Sürur abi de buraya çok sık gelirdi. Bu çerçevede başlayan muhabbetimiz uzun yıllar farklı mecralarda ve yaz aylarında da Esenköy’de devam etmiştir.

Ahmet Şişman ağabeyin arkadaşlarından İsmail Bacacı ağabey de uzun dönem yazları Esenköy’ün ve Kanarya’nın müdavimlerinendi. O da sohbetlerin önemli katkı sağlayanları arasındaydı. Bir dönem Aziz Torun da yaz aylarında Esenköy’e gelenler arasında yer almaktaydı. Basın dünyasının usta kalemlerinden gazeteci yazar Ekrem Kızıltaş’ı da bu sohbet meclislerinde çok görürdük. Ziya ağabey özellikle hafta sonlarında kesafet gösteren sohbetleri günlük politik ve ekonomik mecralar etrafında şekillendirir ve mümkün olduğu kadar fazla kişiyi müktesebatına uygun olarak bu sohbetlerin içine katardı..

Haliç Kongre Merkezi’nin işletmecisi ve Haliç Ün. Mütevelli Heyet Başkanı Naci Topsakal ağabey de Müsiad yönetiminde başlayan hukukumuzu Esenköy’de devam ettirdiğimiz kişiler arasındaydı. Onun en büyük özelliği uzunca süren gece sohbetlerinden sonra evlere dağılmadan evvel bizleri Panorama dondurmacısına götürüp bu işin mütemmim cüzü dondurmalı sütlaç veya tavuk göğsüdür diyerek sohbeti noktalamasıydı

Dr. Necmettin Türinay üstadımız yazın belli bir döneminde Esenköy’e gelir ve onun gelişiyle sohbetlerde derinlik daha da artardı. Necmettin ağabey özellikle sosyal, siyasi ve edebi konular açıldığında sohbetin bir yerinden devreye girer, ağır ağır ve düzgün konuşmasıyla konuyu açar, mufassal bir izahtan sonra belli bir yere bağlardı. Tarihçi Veli Şirin’in katıldığı muhabbetlerde özellikle tarih ve eğitim açısından yeni yeni şeyler öğrenirdik. Tarih konusunda Süleyman Zeki Bağlan’ın da önemli katkılarını zikretmeden geçmek doğru olmaz. İlerleyen satırlarda Süleyman ağabeyin Esenköy’ün tarihine önemli katkı sağladığı bir çeşmenin şahidesi ile ilgili olaya da daha detaylı olarak yer verdik

Cahit Başaran Kanarya sohbetlerine özellikle ekonomi ve para piyasaları açısından önemli katkılar sağlardı. Bu alanlarda birikimi ve tecrübesi herkes tarafından bilinmesine rağmen Cahit bey kardeşimizin kendisine yönelik yoğun piyasa soruları karşısında şu cevabı bir hayli meşhurdur. ‘Arkadaşlar lütfen yapmayın. Bizim dünya ile bir ilişkimiz yoktur’
Sami Özey bir dönem düzenli olarak gazetelerde köşe yazısı yazıyordu. O dönemler Esenköy sohbetleri onun köşesinde sık sık mevzu olur ve Sami ağabey bu sohbetlerde yer alan kişileri yazılarında isim isim zikrederdi. Tabii bu yazıların yayınlandığı günlerde gazete tirajlarının Esenköy müdavimleri delaletiyle çokca arttığına şahit olurduk. Sami ağabey ve kardeşi Lami bey son yıllarda gittikçe geliştirdikleri ve önemli bir dayanışma grubu haline gelmeye başlayan Dostlar Divanı’nın bazı toplantılarını Esenköy’de yaparak beldenin geniş kitlelerce  tanınmasında önemli katkılar sağlamaktadır.
Hasan Elik hocamız Esenköy’de bulunduğu dönemlerde İslami konular derinliğine işlenirdi.
Yenel ailesinden Ali ağabey, Osman ağabey, Ali Erdem, Fatih Balipaşa’dan da komşumuz olan Abbas Tuğlu ağabey, Mehmet Arslan, Cemal Balcı, Bekir Karahan, Necati Muharremoğlu, Necdet Berber, Mehmet Akpınar, Mehmet Duman, Ayhan Gül, Sabri Dereli, Saim Bahadır, Milli boksörlerimizden Selami Karakelle , Bekir Öztürk, Dr. Mustafa Şener, Zekeriya Alioğlu, Yahya ve İshak Öncü kardeşler, Çorapçı Hasan ağabey, Murat Erkoyuncu, her daim mütebessim bir çehre ile gruba neşe getiren Servet ağabey Kanarya’nın önemli simaları arasındaydı. Köye geldiği zaman sohbetlerinden çok istifade edilen Ümit Şimşek ağabey ve renkli kişiliği ile Av. Şadi Çarsancaklı de bir dönem Esenköy’ün müdavimleri arasındaydılar.
Ömer Aydın Esenköy Kanarya ekibinin en istikrarlı simalarındandı. Ne zaman gitsem en çok gördüğüm kişiler arasında Ömer ağabey en başlarda gelirdi. Bir ara milletvekili aday adayı olması grupta dikkatle izlenmişti. Ömer ağabey bir süre bu konuya ciddi oranda asılmış fakat sonuç istediği gibi olmayınca hem o hem de bizler bir hayli üzülmüştük
Ömer ağabeyin amcası Ahmet Aydın da Esenköy’ün renkli bir simasıydı. Son dönemlerde nedense onu çok fazla göremez olduk
Yine Mehmet Aslan’ın  bacanağı tekstilci Mehmet Ali ağabey, Elektronik malzemeleri ticareti yapan Murat Özgener de grubun müdavimlerindendi
Merhum Bedrettin Atalar da Kanarya ekibinin bir diğer kanaat önderi idi. Bedrettin hocanın beni en çok şaşırtan yönü Müsiad ve İTO çevrelerinden tanıştığımız Abdullah Atalar’ın onun oğlu olduğunu çok geç öğrenmemdi.
Her yıl Ziya Belviranlı ağabey Kanarya ekibinin listesini telefonları ile birlikte günceller ve bizlere dağıtırdı. Bu listede yer alan bazı kişileri ben bu saydığım isimler kadar mekana devam edemediğimden göremediğim olurdu. Ziya ağabey bu alışkanlığını hala büyük bir ciddiyetle devam ettiriyor. Bu sebepten benim bu yazıda özelliklerinden kısaca  bahsettiğim bazı zatlar dışında daha pek çok kişi Kanarya’da cemaate gelmiş ve sohbet mekanında çay içip yarenlik etmişlerdir
Bu ekibin önemli bir bölümü güzel havalarda deniz banyolarını Ağlayan kayaların yanındaki mekanda yaparlardı. Genelde burada saat 15.00 civarı toplanılır ve gelenler yanlarında bazı nevaleler getirirler ve aralarda bunlar topluca yenirdi.

Ağlayan kayaların en dikkat çekici yönü denize giriş bölgesi ve suyun ilk kesimlerinin taşlık olmasıydı. Esasında bu giriş kısmı pek konforlu değildi ama nedense insanlar muhabbetin güzelliğinden sanki bu nakısayı pek de dert etmezlerdi. Bir de Esenköy’ün ikindi vakitlerinden sonra başlayan rüzgarı meşhurdu. Bu ekibin denize giriş saatleriyle birlikte kıyıya doğru yoğun bir rüzgar eser ve deniz dalgalanırdı. Bilhassa mevsim değişimlerinde bu esinti daha da yoğun olurdu.
Deniz kenarının en devamlı kişisi benim tespitlerime göre Paşasoy gömlekleri sahibi Mustafa Paşahan idi. Fakat ilgimizi çeken husus Paşasoy ağabeyin yatsı namazı sonrası sohbetlere pek katılmaması olmuştur. Tabii Esenköy bir sayfiye mekanı olduğundan ve herkesin aileleri de burada bulunduğundan kimse kimseye niye gelmiyorsun sorusunu pek sormamaktadır. İnsanların özel hayatlarına ciddi bir saygıyı gösteren bu halin ben Kanarya’nın dikkatlice uyulan ama yazılı olmayan güzel bir prensibi olduğunu düşünmüşümdür.

Kanarya ekibinin bir dönem kış aylarında her ayın son Perşembe gecesi devam eden fakat benim pek katılma imkanı bulamadığım aylık akşam sohbetleri de vardı. Yaz aylarında Kanarya’nın bahçesinde gece gündüz devam eden sohbet ve muhabbet ortamı kış aylarında da sürüyor ve bu muhabbet halkası yepyeni dostluklara yol açıyordu.

Yazın Esenköy’de bulunan bu ekip,  bazı günler Şenköy, Kocadere, Teşvikiye, Armutlu ve sair çevre bölgelere çeşitli vesilelerle de geziler düzenlemekteydi. Bu anlatımda geçmiş zaman kullanmakla beraber bu hal belli oranlarda halen de devam etmektedir. Fakat tabii ki yılların geçmesi ile vefatlar, mekan değiştirenler, yaş haddinden eski performansı gösteremeyenler bulunmakta bununla birlikte gruba yeni isimler de katılmaktadır

ESENKÖY’ÜN YAZLIKÇI DİYE TARİF EDEBİLECEĞİMİZ DİĞER SAKİNLERİ

Bizler 1999 depremine kadar Esenköy’e hep kiralık yer tutup gittik. O yıl Rahmetli kayınpederin ön ayak olmasıyla aile içi bir organizasyonla ortaklaşa bir kat satın aldık. Mustafa Selvi’nin kıyıda inşa ettiği eve temelden girilmiş ve Marmara Depreminin olduğu sene ev tamamlanmıştı.

Kayınpederim Cevat Saraç

Kayınpeder ve 4 bacanak olarak aldığımız evde Rahmetli kayınpeder ve kayınvalide yaz boyunca ikamet ediyorlardı. 4 Bacanak ve hanımları olan 4 kız kardeş kura ile belirlenen bir sıraya göre üçer haftalık periyotlarla yaz dönemini planlıyorlardı. Önce iki sonra bir hafta olarak hepimiz yazı değerlendiriyorduk. O günden bu yana bu sistem Elhamdülillah hiç problemsiz işledi. Arada vefatlarımız oldu. Önce büyükler sonra da iki bacanak vefat etti. Tabii yıllar içinde ikinci nesil evlendi ve onların da aileleri oldu. Bu sefer bu üçer haftalık sürelerin içine çocuklar da dahil oldu.

KANARYA’NIN TAM ANLAMIYLA MÜDAVİMİ OLMASA DA ESENKÖY’ÜN BİLEBİLDİĞİMİZ DİĞER SAKİNLERİ

Kanarya’nın dışında Esenköy’ün başka müdavimlerini de zikretmek önemli, çünkü bunlar da köydeki hayata önemli ölçüde renk katan unsurlar

Esenköy’ün karayolu ile girişinde köyü en tepeden gören mahalde zaman içinde sağlı sollu sıra evler oluşmaya başladı. Sağ bölgede Akasya evleri ve onların arasında Dar’ül Eytam Vakfı tarafından yaptırılan Akasya Rahmet Camii hemen göze çarpıyor.

Akasya Rahmet Camii

Camiye varmadan sağ tarafa çıkan bir yokuştan gidildiğine arka tarafta bahçeli evler yer alıyor. O bölgede yayıncı Mümin Çevik ağabeyin de inşaatı süren bir site projesi bulunuyor. Henüz bu inşaatlar bitip taşınmalar başlamadı. Bahsettiğim Caminin arka tarafında ise bahçeli evler yer alıyor. Burada da benim çok yakinen tanışmadığım bazı arkadaş grupları bulunuyor.
Bu yoldan Esenköy’e doğru inerken sert bir virajın köşesindeki çeşmenin yanından itibaren uzanan bahçeli evlerde de yazın yoğun bir nüfus barınıyor. Papaz tepesi diye anılan bu bölgede birçok tanıdığımız yer almakta.

Celaleddin Gökçek, saatçi Ergün ailesinden bir grup, bir dönem Sürur ağabey, Prof. Dr. Ali Rıza Abay, ve diğerleri burada otururlardı. Devamında Boğaziçi çevresinden Nurettin Uç, Ülker’ in emektar müdürlerinden Rahmetli Osman Kartal ve Rıza Tozlu’nun yokuştan içeri doğu uzanan bölgede evleri bulunmaktaydı
Köyün sahil yolunun başlangıcından önce sağ cenahta yüksekçe alanda Ahmet Mercan son on sene içinde güzel bir ev aldı. Pandemi döneminde neredeyse tüm zamanlarını burada geçirmişti. Şimdilerde de sanırım yoğun bir şekilde kullanıyorlar. Ahmet Mercan’ın Kanarya çevresinde pek görüldüğü söylenemez. O dostları ve ailesiyle daha çok köy içi veya yuvarlak çay bahçesini kullanıyor. Biz de köyde rastlaştığımız zamanlarda kendisiyle buralarda görüşüyoruz.

Bir dönem Ahmet Davudoğlu’nun kayınpederlerinin de köyün girişinden hemen önce sağ taraftaki tepelik bölgede bir katları vardı. Seyrek de olsa bazen gelirlerdi. Bizlerin de orada bulunduğu bir dönemde kendilerini bu evde ailece ziyaret ettiğimiz hatırlarım. Sonraları geldiler mi bilemiyorum.

Müsiad ve İTO çevrelerinden eski hukukumuz olan İbrahim Ceylan ağabey de, yoğun hayır hasenat işlerinden fırsat bulduğu zamanlarda Yenimahalle’nin ilerisinde aile çevresiyle ikamet ettiği mekanlarına gelen değerli dostlarımızdan birisidir. Pek fazla Kanarya muhitine uğramasa da Esenköy’deki dostlarıyla muhabbetini her daim canlı tutmaktadır.

İsmail Tunçbilek, köyün damadı da olan Şehremini çevresinden Şevket Hüner, aile dostumuz Osman Özpala ağabey, Bayrampaşa’lı Orhan Atik, köye yaz boyunca çok az bir süre gelen Prof. Dr. Mustafa Kaçalin gibi isimler de Esenköy nüfusuna katkı sağlayan isimler olarak sayılabilir. Kaçalin ailesi ile hanımlarımız ve kızlarımız yıllar öncesinden beri iyi arkadaş olduğundan onlar daha sık irtibat kuruyorlar. Biz de birbirimizi dolaylı takip ederken bir akşam ki hatta o yıl dünürümüz Prof. Dr. Süleyman Mollaibrahimoğlu da ailesi ile kısa süreliğine yer tutmuştu, üçümüz beraberce yuvarlak çay bahçesinde hoş bir sohbet etmiştik.

Bu kısa bilgi bile Esenköy’ün yaz aylarında ne tür çapraz muhabbet ortamlarına vesile olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

İstanbul’dan iyi bir hukukumuz olan ve covit-19 salgın döneminde vefat eden Grafiker Mustafa Özer Köse ağabey de daha çok 2000’li yıllardan sonra Esenköy’e gelenler arasındaydı. Mustafa ağabey’in hanım tarafından akrabaları Kemal Görenoğlu beylerin Esenköy’de evleri olduğunu işitmiştik. Ayrıca Abbas Tuğlu ağabeylerle de dünür olmuşlardı. Mustafa Ağabey de muhtemelen bu vasıtalarla köy ile bağlantı kurmuş ve müdavimlerden olmuştu. Fakat onun Kanarya performansı zayıftı. Vefatından önceki senelerde Mustafa Özer ağabey ile ne zaman köye gitsek tevafuk eseri bir yerlerde buluşur ve kıyıda yürüyerek sohbet ederdik. Rahmetli Mustafa ağabey yakın dostumuz Dr. Mehmet Köse’nin ağabeyidir. Gençlik dönemlerimizden itibaren kardeşinin arkadaşı olduğumuzdan bize de ağabeylik ederdi. İlk iş yerimizi kurarken Cağaloğlu’ndan bize yaptığı katkıları hiçbir zaman unutmamız mümkün değildir. Nur içinde yatsın.


Mustafa Özer Köse

İstanbul’dan yakın dostumuz Erol Dilaver ve üniversiteden ağabeyimiz Salih Uyan’ın köyde evleri bulunuyor ve onlar da yazın belli sürelerde Esenköy’e geliyorlar. ( Bazen de karşılaşıyoruz)

Erol Dilaver, İbrahim Ethem Gören

Boğaziçi yıllarından dostumuz Celaleddin Gökçek’in de Esenköy ile bizlerden de eski dönemlerden beri gelen bir ilişkisi mevcut. Şu an çok gelmeseler bile köyün girişindeki çeşmenin yakınlarında bir evleri vardı. .Celaleddin, Yenimahalle civarında var olan bir diğer katını da belli bir dönem Boğaziçi Yöneticiler Vakfına misafirhane olarak tahsis etmişti. O dönemde vakıf müdürümüz olan İbrahim Ethem Gören bey de bu imkanı güzel bir şekilde organize etmiş ve uzunca bir süre  üniversite çevresinden arkadaşlar yaz boyunca köyde belli bir süre geçirebilmişlerdi. Celaleddin, Panorama dondurmalarının sahibi Hadi beyle lise yıllarına dayanan bir dostluğu olduğundan bahsederdi. Hatta bana bu yeri Hadi bey aldırdı derdi.

KISA BİR AİLE ARASI VEREBİLİRİZ

Bizim evin civarında bir dönem canlı bir aile ve İstanbul’dan gelen tanıdık çevremiz vardı. Öncelikle bizim hanımın hala oğlu Rahmetli Ahmet ve Süleyman Bayo ağabeylerden bahsedebiliriz. Ahmet ağabey uzun süre kiralık evler kanalıyla köye gelirken bizim evin inşaatı sırasında o da bir daire almış, hanımı ve çocuklarıyla yazı Esenköy’de geçiriyordu. Bir ara muhasebe bürosunu da buraya taşımış ve köyden müşteriler de edinmişti. Köyü çok severdi. Ahmet ağabey neşeli ve muhabbetli bir kişiydi. Güzel gitar çalardı. Gençliğinde iyi bir basketbolcu imiş. Fatih’te de karşı sokağımızda otururdu. İri cüsseli olduğundan bizim muhitte ve arkadaşları arasında lakabı Vapur Ahmet idi. Bazen kıyıda aile efradını toplar, hem çalar, hem söyler, hem de eski sporculuk günleri ile alakalı çok renkli hikayeler anlatırdı. Fakat daha sonraları kendi özel sebeplerinden dolayı köye gelemez oldu. Ağabeyi Süleyman Bayo köyün bir zamanlar neredeyse tek pansiyon-otel karışımı yeri olan Menşuroğlu’nda yer tutardı. O da daha sonraları köye çok az gelmeye başlamıştı. Her ikisi de Rahmet-i Rahmana kavuştular.
Bizim hanımın bir diğer hala kızı Merhum Özden Özkişi ablamız, kızı Zeynep ve ailesi ile uzunca süre beraberce yazlarını burada bizim evin hemen yakınındaki dairelerinde geçirmişlerdi. Zeynep hanım bizim aile çevresinin sanırım köy halkı ile en fazla ilişkisi olanıdır. Hala senenin önemli bir kesimini Esenköy’de geçirir. Özden abla yetmişli yıllarda vefat eden edebiyatçı Bahaeddin Özkişi’nin hanımıydı. Ben aileye damat olmadan evvel vefat eden Bahattin  beyin daha sonraları iki romanını okumuştum ki çok etkilenmiştim. Sokakta ve Köse Kadı. Çok değerli bir insanmış, Allah Rahmet eylesin. Kardeşleri Nurdan Bayo ve beyi Süleyman Zeki Bağlan’ın da köyde bir dönem sahip oldukları bir evleri vardı. Sonra yerlerini sattılar fakat yine de arada bir köye kalmaya geliyorlar

Büyük bacanağımızın kızı Şule, Rahmetli Ramazan Apaydın ağabeyin yeğeni Erhan Apaydın ile evlendi. Onun babası Emin Apaydın matbaa piyasasının duayen elektrikçi ustalarından birisi. Onların da Ergenekon’un yakınlarında daireleri var ve Esenköy’ün müdavimlerinden. Fakat Emin ağabey,  ağabeyi merhum Ramazan Apaydın gibi Kanarya ekibine pek katılmıyordu. Dolayısıyla Ziya ağabeyin telefon rehberinde ismini görmek mümkün değil.

Anlatırken fark ettim ki bizim yakın aile ve İstanbul’daki arkadaş çevremizden de köyde bayağı insan bulunmakta. Tabii bu oran bir zamanlar çok daha fazla idi, şimdi bir hayli azaldı. Mesela Rahmetli babam da bizim geldiğimiz sürelerde annemle Esenköy’e gelir ve bizimle kalırlardı. Bazen de Rahmetli kız kardeşimle birlikte kiralık yer tutarlar ve uzunca süre köyde zaman geçirirlerdi. Rahmetli babacığım ve kardeşim burayı bayağı severdi. Geriye bakınca görüyorum ki hepsi bir dönemmiş,

İDO-TURYOL

Esenköy’e ilk gidişlerimizle kullandığımız güzergah genelde araba ile ya körfezi dolaşarak ya da Eskihisar’dan araba vapuru ile Yalova üzerinden olmaktaydı. Bu hattın en dezavantajlı tarafı saati ayarlayamadığınız zamanlarda Eskihisar veya Yalova tarafında oluşan uzun otomobil ve kamyon kuyruklarında bekleme riskiydi. Fakat körfezi dolaşma yerine çoğu kere bu kuyrukları tercih ediyorduk
1990’lı yılların ortalarında Esenköy’e deniz otobüsleri seferleri başladı. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a Belediye Başkanı olunca bu köye seferler düzenleme konusunun gündeme geldiğini duymuştuk. Bu konunun alt yapısını da 80’li yılların sonlarında o zaman Rahmetli Adnan Kahveci’nin insiyatifiyle buraya liman yapılmasının olduğunu da zikretmekte fayda var. Rahmetli Adnan Kahvecinin bu gayretlerinin neticesi olacak ki sahil yoluna onun adı verilmiş.

Esenköy’e deniz yoluyla direk ulaşımın bir ihtiyaç olduğunu Esenköy beldesinin yetkilileri de fark edip talepte bulunmuşlar. O dönemde İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı İstanbul Deniz Otobüsleri Şirketi’nin başında Binali Yıldırım bey Genel Müdür olarak bulunmakta ve İstanbul  Büyükşehir Belediyesinde Müdür olan Halil İbrahim Perçinkaya da o şirketin yönetim kurulunda yer almakta. Dostumuz Perçinkaya’nın beyanıyla, bir gün Binali Yıldırım bey ile birlikte Deniz Otobüsleri Şirketi’nin teknik ekibinin de içinde yer aldığı bir heyetle Esenköy’ e gelmişler. Burada etüd çalışmaları yapılmış ve sonra başkanlık makamınca da uygun mütalaa edilerek  Esenköy’e İDO seferleri başlamıştır.

Bu durum köyün İstanbul ile olan bağlantısını daha da kolaylaştırdı. Bu sayede İstanbul’da işi olanlar çoğu kere sabah gidip akşam dönmekteydiler. Çünkü sabah Esenköy’den erken saatte kalkan deniz otobüsü saat 9.00 civarı Yenikapı’ya varıyor ve bu da insanların mesaiye yetişebilmelerine imkan veriyordu. Bu seferler sadece Esenköy’e yapılmıyor Çınarcık’tan itibaren birçok kıyı köyü ve en sonunda da Armutlu ilçeleri,  İDO’nun kapsama alanı içinde önemli işlev görüyordu. Tabii deniz otobüsleri, adalara, Marmara’nın öbür ucu Erdek, Mudanya gibi kıyı noktalara kadar seferler yapıyordu. Bütün bunlar Marmara’nın tüm noktalarının İstanbul ile bağlantısını canlı hale getiriyordu.

İDO’nun deniz otobüsleri uzunca bir süre adeta tek tabanca olarak hizmet verdi. Fakat 2000’li yılların ortalarında TURYOL kooperatifi Çınarcık ve Esenköy”e motor seferleri düzenlemeye başladı. Boğazda da hizmet veren vapurlardan biraz daha ufak ve basık olan TURYOL tekneleri deniz otobüslerinden daha yavaş yol alıyorlardı. Fakat onun da güzelliği kenarlarda ve arkada açık alanların bulunmasıydı. Özellikle çay ve sigara tiryakileri için biçilmiş kaftan statüsünde bir araçtı. Sefere konulduğu günden sonra ciddi bir teveccühe mazhar oldu. İlave olarak fiyatı da biraz daha ehvendi. Velhasıl 2000’li yılların ortalarından itibaren Esenköy İstanbul arasında iki deniz vasıtası sefer yapmaya başladı.

İDO’nun tek başına hizmet gördüğü dönemlerde bilet bulma işi hakikaten birçok kişi için sıkıntı oluşturmaktaydı. Aniden İstanbul’a gitmeniz gerekiyorsa veya gidiş geliş gününüzü tam ayarlayamadıysanız o anda bilet bulmak kolay olmuyordu. Bu devrelerde köyde İDO’nun bilet satış biriminde görev yapan Recep adlı arkadaşın hakikaten çok hayati bir rol oynadığını ayne’l yakin görmüştük. Recep ne yapıp ediyor kendisi ile iyi ilişkileri olan kişilere bir yerlerden bir bilet bulup onların işini görüyordu. Bu işte Recebin herhangi bir menfaat temin ettiğini hiç görmedik ve duymadık. Fakat kendisi iyi niyetli ve temiz bir kişi idi ve sevdiği kişilere bir şekilde bilet buluyordu. Başkalarını da mağdur etmiyordu.
Bu enteresan denklemi ben pek çözememişimdir ama benim de Recep ile muhabbetim iyi olduğundan onun çok kere iyiliğini görmüş ve biletsiz kalmamıştım. Bunun karşılığında da bizden sadece güler yüz ve teşekkür gördü. O da bize aynı şekilde muamele etmiştir. Şu an emeklilik sonrası yine köyde yaşayan Recep ile görüştüğümüzde o günleri muhabbetle anmaktayız

Deniz otobüsleri ve TURYOL geliş gidişleri köy için her daim bir heyecan kaynağı olmaktadır. Özellikle bu seferlerin ilk konulduğu zamanlarda bunu daha fazla hissederdik. Daha sonraları bu heyecan ya hafta sonlarında uzun süre uzakta kalınan aile fertlerinin gelişleri veya misafir karşılayanların hallerinde hissedilmektedir. O kavuşma anı her iki taraf için hoş duyguları kapsamakta ve bu duyguların yaşanmasına vesile olan vasıtayı yani deniz otobüsü ve TURYOL’u da kuşatmaktadır. Tabii bu belki de benim yoğunlukla yaşadığım bir halet-i ruhiye de olabilir. Ama birçok kişiden de bu tür geri dönüşler aldığım için bunu sanki genel bir durummuş gibi kaleme alıyorum.

Esenköy ve çevre köylerin sakinleri, yazın çok sıcak günlerinde ve kalabalığın yoğun olduğu dönemlerde bazı kaptanların sadece kadınlara yönelik şarkılı türkülü deniz gezilerine şahit olmuşlardır. Bir hayli gürültülü bir tarzda rıhtıma yanaşan bu tekneler bir miktar yolcuyu alıp onları ücreti mukabili gezdirmekteydiler.

KADINLAR PLAJI

Esenköy’ün dikkati çeken yerlerinden birisi de Kadınlar Plajıdır. Esenköy ile ilk tanıştığımız yıllarda Kadınlar Plajının yeri Ergenekon denen bölgeden biraz ilerde bir noktada idi. Gerek köydeki hanımlar ve gerekse de yazlıkçı olarak gelen hanımların tercih ettikleri bu yer yüksek duvarlarla çevrili olduğundan yol tarafından içerisi görünmeyen ve sadece hanımların girebildiği bir alandı. Sıcaklığın arttığı zamanlarda çok fazla kalabalık olduğu noktasında şikayetler olurdu.
Tesettüre riayet ederek denize girmek isteyen hanımlar köyün çevresindeki başka alanları da kullanmaktaydılar. Ama daha rahat bir şekilde deniz banyosu almak isteyenler için Kadınlar Plajı iyi bir alternatifti.
28 Şubat kararların ülkede birçok noktada sıkıntı yaşattığı dönemde köydeki Jandarma’nın bir dönem bu alanı kapatmayı düşündüğü bile söylenmişti. Tabii bunun söylentisi bile ciddi sıkıntı oluşturmuştu. Daha sonraki dönemlerde ülkenin şartlarının rahatlamasıyla birlikte Yenimahalle’nin bitim noktalarından başlamak üzere daha da ilerlere doğru devam eden sahilde başka Kadınlar Plajları da açıldı. Buraların şartlarının daha iyi olduğu kullananlar tarafından beyan edilmekteydi.

KÖYÜN MUTAASIP YAPISINDAN HERKES MEMNUN MUYDU?

İkibinli yılların başlarında köyün sakinleri arasında köyün genel yapısı ile ilgili bazı fikir ayrılıkları olduğu ortaya çıkmıştı. O da şuydu. Köyü tercih eden yazlıkçılar 80’li yılların başından itibaren buraya gelinmesini tavsiye eden bazı hocaların ve kanaat önderlerinin yönlendirmeleri ile daha çok mütedeyyin diye tarif edilebilecek bir kitleydi. Bu kitle köyün daha mutaassıp profilinden hoşnut olmakta, Kadınlar Plajının varlığı onları müsbet etkilemekte, köyde alkol tüketiminin görünür olmaması, gece hayatı için içkili, müzikli mekanların pek bulunmaması hatta Merkez Camiinin kenarından geçerken bile mayo ile dolaşılmamasının tavsiye edilmesi gibi etkenlerden müsbet manada etkilenmekte idiler. Bu tür eğilimi olan kişilerin de tabii ki yazlık olarak kiraya gelmek, yer satın almak veya kısa süreli tatillerinin geçirmek istedikleri yer olarak Esenköy’ü öne çıkarıyordu.

Esenköy’de köyün meydanında bir tane alkollü ve şarkıcıların çıktığı, gürültüsünün de pek fazla olduğu bir mekanı vardı. Yazlıkçılar ve köyün mutaassıp kesimi de buradan pek hoşlanmıyorlardı. Köydeki imar faaliyetlerinin yoğunlaşması ile birlikte bahsi geçen gazinonun bulunduğu yere büyükçe bir bina yapıldı.
Geçmiş dönemlerde köyde bazı kesimler  Esenköy’ün zamanla Çınarcık gibi bir şekle bürünmesinin, mutaassıp misafirler dışında daha rahat profilde kişilerin burayı tercih etmelerinin köy için ve tabii ki kendileri için de daha iyi olacağını düşünüyorlardı. Bu çerçevede bazı seneler köy meydanında yüksek sesli tartışmaların yaşandığını bile duyduğumuzu hatırlıyoruz. Tüm bunlara rağmen köyde Çınarcık modeline kayış çok belirgin olmadı. Fakat modernizmin ülkede yayılması oranında  gençlerin, tabii yazlıkçı olanların bir bölümünün çocuklarının da taleplerine uygun mekanların yayılmakta olduğunu az da olsa müşahede ettik ve maalesef etmekteyiz.

KİTABE

Bazı kaynaklarda Esenköy’ün Cumhuriyet öncesi tamamen Rum köyü olduğunun iddia edildiğine rastlanmaktadır.. Oysa Rahmetli Belediye Başkanı Adnan Kaptan zamanında bulunan bir mermer kitabe 1582 yılında köyde yapılmış olan Çavuşbaşı Çeşmesinin serencamını anlatan bir belge olarak bu iddianın tersini söylemektedir. ( Bölgede Rumlar ağırlıkta olsa da tarihin eski dönemlerinden beri Müslüman nüfusun bulunduğu ve kendi ihtiyaçları için çeşme yaptıklarını belgelemektedir. Nüfusun hangi oranda bulunduğu ise daha detaylı araştırmalara ihtiyaç duymaktadır) Yıllardır yaz aylarında buraya sayfiyeye gelen Dr. Süleyman Zeki Bağlan ağabeye, 2004 yılında bu kitabe gösterilmiş ve o da bunu okuyarak çevresini uyarmıştı. O uyarılara kulak veren o dönemin Belediye Başkanı Merhum Adnan Kaptan kitabenin temizlenip uygun bir yere yerleştirilmesi için arayışlara geçmişti. Bir mecliste konu açılınca Rahmetli Bacanağım Asım Özer, o dönemde bu tarz tezyinat işleri yaptığından, bahsedilen düzenlemeyi kendi işyerinde bila bedel gerçekleştireceğini ifade etmişti. Mermer kitabenin İstanbul’a götürülüp getirilme işini de ben üstlenmiştim. Belediye’den yazılı bir kağıt alıp kitabeyi İstanbul Alibeyköy’deki atölyeye götürdük. Orada zemine yeşil renk atılmış, yazılar da yaldızla ortaya çıkarılmıştı ve Kitabe tekrar Belediye’ye teslim edilmişti.
Daha sonra da yine hayırseverlerin desteği ile köyün meydanındaki çeşmenin başına yerleştirildi.

İlk defa 1582’de Çavuşbaşı Hızır Ağa’nın inşa ettirdiği Çavuşbaşı Çeşmesi ve kitabesi 2007 yılından buyana yeni hali ile Esenköy’ün adeta tapu senedi gibi köy meydanında gelen geçeni selamlıyor.
Resimde, kitabedeki yazının latin harfleri ile okunuşu ve ebced hesabı ile tarihi yer alıyor..
Bu hizmete emeği geçen başta Merhum Adnan Başkan’a, Merhum Asım Özer’e, Süleyman Zeki Bağlan’a ve tüm katkı sağlayanlara Esenköy muhibbanı olarak şükran borçluyuz. Vefat edenlere Allah’dan Rahmet, sağ olanlara sıhhat ve afiyet dileriz.

GIRGIR’LAR

Esenköy’ün ilginç dönemlerinden biri de Eylül ayının başlaması ile birlikte açılan balık avlama sezonunun rıhtımda oluşturduğu hareketliliktir. Büyük balıkçı tekneleri Esenköy limanını merkeze alarak buradan avlanmaya çıkıyorlar ve dönüşte de avladıkları balıkları kıyıda bekleyen özel kamyonlara yüklüyorlar.

Eylül’de balık avlama sezonunun başlaması ile birlikte o sıralarda Esenköy’de bulunan nüfus da bu balık bolluğundan yararlanmakta. Fakat genellikle Eylül ayının başlarında okullar açıldığından köyde önemli bir azalma meydana geliyor ve Eylül coşkusunun daha fazla bir kesim tarafından hissedilmesi imkanı bulunamıyor.

Rıhtımda balıkçıların geçtiğimiz yıla kadar işlerini takip ettikleri barakaları oluyordu. Yazın bu barakaların önlerinde balıkçı gruplarını çokça görürdük. Geçtiğimiz kış aylarındaki yoğun fırtına dolayısıyla bu barakalar yerle bir oldular. 2024 Eylülünde ne yaptılar takip etme imkanı bulamadım

Rahmetli kayınvalide bu büyük balıkçı teknelerinin gidiş gelişlerini çok sıkı takip eder ve bizleri gırgır diye isimlendirdiği bu deniz araçlarının ve personelinin bazı hikayelerini naklederdi. Onların akşam geç saatte denize açılışları sabah erkenden gelişleri ve avlanan balıkların dağıtımı. O süreçteki hareketlilik hakikaten seyredilmesi heyecanlı bir süreç oluyordu.

Kayınpeder 2001, kayınvalide 2008 yılında vefat ettiler. Bizim buraya daimi gelişimize vesile olan iki değerli büyüğümüz ahiret alemine göç ettiler. Burayı beraberce aldığımız Abdulkadir ve alış sürecinde çok fazla katkı sağlayan Asım da bizlere veda etti. Evler duruyor, insanlar gidiyor. Dünyanın en dehşet hali de bu. Allah (cc) hepsine Rahmet eylesin.

SAHİL YOLU-ÇAY BAHÇELERİ

Esenköy’de ilk defa bir geceliğine yer tuttuğumuz 1989 senesinden hatırımızda kalan önemli hatıra bugün Adnan Kahveci Caddesi diye anılan sahildeki yolun henüz yeni yapılıyor oluşuydu. Deniz kenarına büyük büyük kayalar getiriliyor ve onların üzerleri dolduruluyordu. O tarihe kadar trafik köyün içinden gidiş geliş şeklinde akıyordu. Sahil yolunun açılmasından sonra burasının kenarında inşaatlar başladı. Bugün bahsi geçen caddenin üzerinde eski halinden bu güne değişmeden duran sanırım bir kaç ev kaldı

İlk gittiğimiz yıllarda limandaki çay bahçeleri akşam saatlerinde çok geniş bir kitleyi misafir etmekteydi. Buralarda daha çok yazlıkçılar oturuyorlardı. Köyün yerlileri iç taraftaki kahvehanelere giderlerdi.


Tabii köyün yerli hanımlarının bu çay bahçeleri çok fazla tercih etmemeleri gayet normal çünkü evleri bu ihtiyacı karşılıyor. Ama yazlıkçı gelenler burada bulundukları süreyi genelde dışarıda geçirmeyi tercih ediyorlar. Yazlıkçılar içinde evleri deniz görenlerin de balkonları Esenköy’ün o güzel esintisinden istifade etme ve denizi seyredebilme imkanını sağlamakta.

İlk başlarda bahsettiğimiz İkizçınar çay bahçesi de geçmiş yıllarda her zaman dolu olurdu. Son senelerde o bahçenin yerine büyükçe bir apartman yapıldı.

Daha sonra Adnan Kahveci caddesinin ana yolla bağlandığı göbekte de bir çay bahçesi açıldı.  Yan tarafında çocuk parkı ve çevresine çeşitli tezgahların olduğu bu bölge zamanla genişledi ve bugün göbekteki bu alan yaz gecelerinin  tercih edilen bir mekanı oldu. Göbeğin yan tarafında kıyıda daha çok gençlerin devam ettiği biraz daha havalı bir yerin zaman içinde devreye girdiğine şahit olduk.

Kanarya Camii’ni geçtikten sonra henüz Yenimahalle fazla gelişmeden adeta sanki köyün merkezinin bitim noktaları gibi algılanabilecek Ergenekon çay bahçesi de eski dönemin önemli buluşma yerlerinden biri idi. Orada aynı zamanda köyün tek benzincisi bulunurdu. Abdullah Pekmez beyin sahibi olduğu benzinci daha sonra köyün giriş noktasına taşındı fakat bahçe devam ediyor. Bu arada Rahmetli bacanağım Abdulkadir Kibar ile Abdullah beyin iyi bir dostlukları bulunduğunu da ilave etmek isterim

Bu saydıklarım belki birkaçını ihmal etmiş olabilirim ama eski Esenköy’ün sosyalleşme alanları idi. Yeni Esenköy’ de ise saymaya kalksam sanırım bir hayli yeni mekanı zikretmek gerekebilir.
Fakat yeni dönemde en ilgimizi çeken mekan olarak köyün girişinden ayrılan yayla yolu üzerinde yapılan Seyir Tepesinden bahsedebiliriz. Burası güzel bir bahçe içinde harika manzaralı bir yer olarak bir hayli talep görüyor

Bir de yeni Esenköy artık Şelale tabir edilen bölgeye kadar genişleyen bir belde haline geldi.

MERKEZ CAMİİ VE KANARYA CAMİİ

Esenköy Merkez Camii’nin 1960’lı yıllarda yapıldığı ifade edilmekte. Son yıllarda bu Camiinin yenilenmesi gündeme gelmişti ve 2023 yılı sonlarında eski cami yıkılarak yerine yenisi inşa edilmeye başlandı.


Kanarya Camii olarak zikrettiğimiz Caminin yapım tarihi 1986. Bu Caminin yapılmasında İstanbul Fatih’te ikamet eden, yazları da Esenköy’e gelen tekstilci Hasan Karasoy amcamızın maddi yükü üstlendiği bilinmektedir. Caminin arsası Balcılar tarafından verilmiş inşaatı da Ahmet Karadenizli yapmış. Hasan amcamız şu an İstanbul’da bakıcı nezaretinde yatağa bağlı yaşamakta ve bu yazıyı okuyanlardan dua beklemektedir. Allah bu ibadet mekanlarının yapımı ve onarımında emeği geçen tüm hayırseverlerden Razı olsun.

Bu arada Köyün Camilerinden bahsederken uzun yıllar Merkez Cami’nin İmamlığını yapan Rüstem Hocamızı ve Kanarya Camii’nin imamlığını yapan Ramazan hocamızı hayırla yadetmemiz gerekiyor.

ÇUF ÇUF

2000’li yıllarda köyün iç ulaşımında enteresan bir araç peydah olmuştu. Halkın ÇUF ÇUF adını taktığı bu vasıta önde traktörden bozma bir çekici arkada da ona bağlı bir kabinden müteşekkildi. Çuf çuf genelde köyün içinden başlayarak son durak olarak Şelale bölgesine kadar gider gelirdi. Müşterileri de izlediğimiz kadarıyla daha çok kadınlar plajlarına giden hanımlar olurdu. Daha sonra bu ilginç araç bir anda ortadan kayboldu

ESENKÖY’DE İLANLAR

Esenköy ile ilgili bir yazıda bu ilanların ne yeri var diye belki soranlarınız olacaktır. Fakat bu husus özellikle dijitalleşmenin çok arttığı, insanların birbirleriyle yoğun sosyal medya, WhatsApp, twitter, instagram vesair kanallarla çok hızlıca haberleştiği bir zamanda ısrarla devam eden bir uygulama. Esenköy’de Belediye’den merkezi hopörlörle yapılan ilanlar hala bütün hızıyla devam ediyor. Her sene başında acaba bu yıl artık bu mecraya son verilecek mi diye beklerken 2024 yılında da yoğun ilanlara muhatap olduk. Herhangi bir evlilik töreni, kına, nişan veya sünnet bu yolla köye duyurulmakta. Yine vefatlarda da bu yol kullanılmakta. Belediye önemli gördüğü mesajları buradan halka duyurmakta. Gerçi bu mesaj trafiği çok dinamik ve sahici bir şey. Bir yönüyle nostaljik bir tarafı da var. Diğer yönüyle o sırada bu sesi duyan birisinin mesaja dikkat kesilmemesi mümkün değil. Önce bir iki ding dong sesi, sonrasında sert bir ilan lafzı ve arkadan ilanın metni. Sonunda gayet ciddi bir şekilde ilanen duyurulur diye çok resmi bir son söz.

Dijitalleşme furyasının bütün hızıyla sürdüğü, İstanbul’a birkaç saat uzaklıktaki bir beldede böyle bir haberleşme yolunun devam etmesi bana yine de çok ilginç geliyor.

Belediyenin hopörlörlerinden birisi muhtemelen bizim evin çok yakınında asılı ki biz bu sesleri çok yakından duyuyoruz ve hadise ile adeta iç içeyiz.. Ve bu olaya dijitalleşmeye tek başına da olsa kafa tutan bir hamle olarak değerlendiriyoruz. Bakalım ne zamana kadar devam edecek?

ESENKÖY KANARYA GRUBUNDAN TESBİT EDEBİLDİKLERİMİZ İÇİNDE ŞU ANA KADAR VEFAT ETMİŞ OLANLAR

Malum olduğu üzere Esenköy’e bir şekilde gelip az veya çok bu köyün havasını solumuş, suyunu içmiş, Kanarya’da bir bardak da olsa çay içimlik bulunmuş, Ağlayan kayalarda veya Kadınlar plajında bir sefer de olsa deniz banyosu yapmış çok sayıda insan var. Biz burada köyün yerli ailelerinden değil de köye sonradan sayfiye mahiyetinde gelip belki bu vesile ile yerleşmiş olanlardan bahsettiğimiz için konuyu onlarla sınırlı tutmaya gayret ediyoruz. İşte bu geniş parantez içinde bugüne kadar isimlerini bildiğimiz büyüklerimizden ahirete göç edenleri de kısaca anmak istiyoruz. Bazı isimler yazının başka bölümlerinde de geçmiş olabilir. Burada tekraren zikrettiklerimiz de olacaktır.

Rahmetle andıklarımızı şöyle sıralayabiliriz:  Prof. Dr Osman Öztürk, Nuri Yılmazgil, Bedrettin Atalar, Sabri Özey,  İsmet Tavukçu, Ahmet Yurtkuran, Feyzullah Değerli, Ali Acar, Avukat Sermet Hobikoğlu, Ali Buzul, Ali Oğuz,  Erol Özkan, Ercüment Özkan, Abbas Tuğlu, Mustafa Özer Köse, Recep Ertemel, Fethullah Ayaz, Mehmet Öznaneci, Ertuğrul İncircioğlu, Rahmi Baytekin, Enver Baytan,  Ramazan Apaydın, Hasan Başpehlivan, Süleyman Köse….

Bu isimleri yazarken içlerinde benim daha az tanıdıklarım olduğu gibi kendileriyle çok fazla hatıramın bulunduğu kişiler de yer alıyor. Yazının hacmini çok daha arttırmamak için bu hatıralara pek giremedim. Burada ismi geçen veya geçmeyen tüm ölmüşlerimize Rahmet diliyoruz.

ESENKÖY İLE BİR ŞEKİLDE TEMAS ETMİŞ HOCA EFENDİLER, AKADEMİSYENLER

Bu başlık da içinde yazacağımız zatlar itibariyle sanırım bir hayli eksiği barındıracak bir bölüm olacaktır. Fakat bir başlangıç olması hasebiyle hataları ve eksikleri ile birlikte böyle bir bölüm açmanın yararlı olacağını düşünmekteyim. Çünkü bu yazı vesilesi ile bir başlangıç ortaya çıkacak inşallah ilerleyen dönemlerde tekrar bu tip bir çalışma yapacak kişiler çıkarsa onlar mevcut bölümün üstüne daha kolay ilaveler yapabileceklerdir.

Bu bölüme başlarken öncelikle bir isimden bahsetmek önemli olacaktır. O da  Merhum Ahmet Muhtar Büyükçınar hocadır. Buranın tanınması konusunda en fazla gayret göstermiş olan kişi olan ve Arap Hoca lakabıyla anılan hocamıza Allah gani gani rahmet eylesin. Büyükçınar hocamız çok öğrenci yetiştirmiş, hocaların hocası, bir alim ve kanaat önderi idi. Eski devirlerde pek fazla bilinmeyen bu beldede, değerli hocamız  öğrencileriyle kamplar düzenlemiş, onlara Arapça, Fıkıh, Hadis ve benzeri ilimler öğretmişti. Bu faaliyetler için öğrencilerine çeşitli imkanlar temin etmeye çalışıyordu. Esenköy mekanını hem hayırlı hizmetlerde değerlendirmiş hem de çok sayıda kişinin buraları tanımasına vesile olmuştu Esenköy Kanarya camiasında Şeyh olarak meşhur olan Halil İbrahim Perçinkaya Rahmetli Büyükçınar hocayı şöyle anlatır:  ‘Büyükçınar hoca ( namı diğer Arap Hoca) çok güzel yemek  yapardı. Yemeklerinden en meşhuru da “Buhara Pilavı”ydı. Sağlığında bizler de nasiplendik “Buhara Pilavı”ndan… O zamanlar, gençlere hem ilim öğretiyor hem de sosyal ve sportif (yüzme vb.) faaliyetlerle onları ödüllendiriyormuş.

Arap Hoca, kendisi de çok iyi yüzer, açıldıkça açılır ve denizde çok kalırdı. Ben şahit oldum.  Çok sağlam hafız olduğu bilinen Arap Hoca ile ilgili rivayet şudur ki; yüzerken ya Kur’an okur ya da tespih çekermiş. Hocamız çok yönlü bir alimdi. Evinde ziyaretçisi hiç eksik olmazdı, gelenler de hiç ikramsız dönmezdi. Hayatı bir filme konu olacak şekilde enteresan olaylarla dolu ve çilelidir. “Hayatım İbret Aynası” adlı hatıratını da ilk olarak dostumuz Ömer Ziya Belviranlı’nın sahibi olduğu Marifet Yayınevi basmıştır. Vefatından önce Necmettin Türinay Ağabey ile hasta yatağında ziyarete gittiğimizde son anlarıydı. Dudakları bir şeyler söylüyordu fakat duyulmuyordu. Yaklaştık, dikkatlice dinledik ve O, “Ve men nuammirhu nunekkishu fîl halk”, “Kime uzun ömür verirsek onun yaratılışını tersine çeviririz (gücünü azaltırız) ” ayetini fısıldıyordu. Ve 93 yaşında vefat etti. Çok sevdiği Esenköy’de yetiştirdiği hocalar tarafından layıki veçhile defnedildi. Allah rahmet eylesin.’

Esenköy’e ilk gelen ve çevresini teşvik edenlerden biri de daha önce de bahsetmiş olduğumuz Mahmut Bayram Hoca’dır. O da bu beldenin tanınmasına vesile olan bir diğer şahsiyet idi. İmam Hatiplerde Müdürlük yapan Halil Ziya Efendi adlı bir hocamızdan da bahsedilir ki ben oğlu Necip Fazıl beyle tanışmıştım. Onların evleri de Merkez Camii’nin yanı başında bahçe içinde bir evdi. Daha sonra o ev de yenilenenler arasına katıldı.

Merhum Prof. Dr. Emin Işık hocamız da Esenköy’de bulunmuş hem ilim ehli hem de gönül ehli bir diğer hocamızdı.

Manisa Celal Bayar Üniversitesi kurucu Rektörü Prof. Dr. Ümit  Arınç, bir dönem Yalova Üniversitesi Rektörlüğü yapan Prof. Dr. Niyazi Eruslu, daha evvel de kısmen ismi geçen Prof. Dr. Hasan Elik, Mushafları İnceleme Kurulu Başkanı Dr. Osman Şahin, Tefsir ve Hadis uzmanı Ahmet Tekin hocamız ( bu yazıyı yazıldığı süreçte hocamızın vefat haberini aldık. O da göçenler kervanına katıldı. Allah Rahmet eylesin), Dr. Necmeddin Türinay, hem yayıncı hem de akademisyen yönü olan Dr. Mümin Çevik, Prof. Dr. Ahmet Gül, Doç. Dr. Fatih Çollak, yıllarca Tarih hocalığı yapmış son dönemlerde doktorasını tamamlayan Dr. Süleyman Zeki Bağlan,  emekli İmam Hatip, vaiz ve din görevlisi hocalarımız Ömer Biçer,  Mustafa Akgül, Fikret Çiçek, İbrahim Çalış, Mevlüt Demirbağ’ı bu listede saymamız mümkün. İlahiyatçı yazar İrfan Küçükköy, İlahiyatçı Mucip Küçükoğlu, emekli müezzinlerimiz Şahset Polat, Bilal Aydın, Zekeriya Yıldız ve Ahmet Aktaş da yine Esenköy’ümüzün bu alanda hizmet etmiş şahsiyetleri olarak Kanarya Camiamızda saygın bir yer edinmişlerdir.

Tabii yıllar geçtikçe genç nesilden de birçok doktor, doçent ve hatta profesör kardeşimiz de bu kervana katıldılar. Kısa veya uzun dönemli Esenköy’e gelip burada bulundular ve bulunmaya devam ediyorlar.

İsimleri yazmaya başlayınca bunun başını ve sonunu tam manasıyla toparlamak mümkün olamıyor. Bu çerçevede isimlerini burada zikredemediğim nice önemli ilim adamımız ve hocamızdan da bu eksiklikten dolayı özür diliyorum.

ESENKÖY’ÜN YERLİLERİ

Esenköy ile ilgili kaleme aldığımız bu yazıda genel olarak köye önceleri sayfiye niyetiyle gelip daha sonra burayı severek buradan yer alan, köyü adeta ikinci adres olarak gören hatta bazen de daha ileri giderek artık köye yerleşen kişileri ele aldık. Fakat yazının bu kadarla kalması biraz haksızlık olacaktı. Çünkü dışardan gelenler köydeki hayatlarını köyün yerli halkı ile beraber yaşıyorlar ve zaman içinde onlar da köyü bir anlamda yurt edinmiş durumdaydılar. O zaman aynı yerde hayatı paylaştığımız bu dostlarımıza yazı içinde belli bir ölçüde yer vermek gerekiyordu. Fakat köyün iç yapısının detaylarına tam manasıyla vakıf olma imkanı bulamadığımızdan dolayı bu bölümü genişçe ele almak pek mümkün olamayacaktı.

Bu sebepten Esenköy’ün yerlileri ile alakalı yazlıkçıların onlarla temas edebildikleri ölçüde ve biraz da dışardan bazı bilgileri paylaşmaya çalışacağız

ESENKÖY’DEKİ BELLİ BAŞLI AİLELER

Öncelikle köydeki nüfus içinde tesbit edebildiğimiz kadarı ile yoğunluklu olarak şu aileler yer almakta:
Kayalar, Balcılar, Küçükler, Pekmezler, Tümerler, Selviler, Özçamlar, Tafralılar, Akınlar, Beşlerler, Canlar, Gülerler, Yavuzerler ve Yılmazerler.. Bu aileler Gürcü menşeli olarak biliniyor. İlave olarak daha çok Trabzon menşeli laz aileler olarak bilinen Uçarlar, Cengizler, Özmenler ve Bayırdırlar bulunmakta
Bu ailelerin çoğu zaman içinde birbirleriyle kız alıp verme yoluyla akraba olmuşlar. Bu gün için ikinci ve üçüncü nesillerde artık sadece ilk menşeleri ile anılma imkanı tam manasıyla mümkün değil.

Çeşitli mecburiyetler dolayısıyla ilk topraklarından kopup buralara kadar gelen, Esenköy ve çevresi gibi tabii güzellikleri ve iklimi ile öne çıkan bir bölgeyi yurt edinen bu insanlar,  zamanla gelişen yakın akraba bağlılıkları ile birlikte kardeşçe yaşadıkları bir belde oluşturmuşlar

Bu ailelerle olan ilişkilerin bir kısmına biraz daha yakından bakmaya çalışırsak; Yazının başlarında kısaca bahsettiğimiz gibi bizler 1993’de sayfiye olarak gelip kısa bir süre Kayalar ailesine mensup Bakkal Ali Kaya’nın evinde kalmıştık. O zaman yeni evlenmişlerdi. Ali bey güler yüzlü bir arkadaştı. Genç yaşta vefat ettiğini duyunca çok üzülmüştüm.
Onun dükkanının hafif karşı çaprazında yıllarca bakkallık yapan Metin Kaya da aynı ailedendi. Şu an her iki bakkal dükkanı da yok. O aileden hem benim hem de muhtemelen diğer büyük çoğunluk yazlıkçının iyi tanıdığı isim Kemal Kaya’dır. ( Kemal ağabey) Kimin bir derdi, bir soracağı olsa Kemal ağabey ona kucak açar, destek olur. Tabii bana hep oldu da oradan biliyorum. Fakat kime sorduysam da Kemal ağabey ile ilgili benzer cevap almışımdır.

Kaya ailesinden bir diğer önemli isim de 1994-2004 arası Belediye Başkanlığı yapan Kadir Kaya. Esenköy’e önemli hizmetler yapan Kadir başkana da sıhhat ve afiyet temenni ediyoruz.
Balcılardan Cemal ağabey Sümerbank ve daha sonra Milli Saraylardan emekli, İstanbul ile yoğun münasebeti olan bir ağabey. Cemal abi son olarak Yıldız Porselen’de Müdürlük yapıyordu. Tabii önemli özelliği de Kanarya ekibinin müdavimlerinden olması. ( Bu yazının hazırlanması sırasında sağ olsun bana çok yardımcı oldu. Müteşekkirim) Amcası Osman Balcı köyün belde olmadan evvelki muhtarlarından.

Osman Balcı’dan sonra muhtarlık yapan Zeki Küçük de belde olmadan önce köye hizmet etmiş büyüklerimizden biri.

Önemli bir ayrıntı da şu ki, Kanarya Camiinin arazisini de Balcı ailesi vermiş. Allah onlardan Razı olsun
Bizim ikamet ettiğimiz ev Selvi Apartmanı. Bu inşaatı yapan Mustafa Selvi, eksik olmasın, eskiden beri bizlerle sıcak ilişkisini sürdüren bir arkadaşımız. . Son dönemde yoğun siyasi çalışmalar içerisinde yer aldı.. Selvi ailesi köyün yerlilerinden. Zeki Selvi de yine yazlıkçılar tarafından çok bilinen bir isimdir. Çünkü özellikle yazlıkçılar içinde jaluzi  ve panjur konusunda çok kişi onunla temas kurmuştur
Kaptan ailesi de köyün temel ailelerinden ve yazlıkçılarla yoğun temasları olmuş ve olmaya devam eden bir aile. Merhum Adnan Kaptan Belediye Başkanı iken bir trafik kazasında vefat etmişti. Köyün çeşmesindeki tarihi taşın onarılması sırasında kendisi ile yaptığımız ortak çalışmayı evvelki satırlarda nakletmiştim.  ( Allah Rahmet eylesin) Yerine kardeşi Özer Kaptan geçti. Özer beyin amcası Nurettin Kaptan bizim Kanarya ekibi tarafından çok muhabbetle anılan bir kişi. Benim çok fazla özel hatıram olmasa da kendisi Kanarya Ekibine çok mükrim davranmış, onlara toplantı mekanları tahsis etmiş, tam olarak ev sahipliği yapmış. Hasılı eskilerden kiminle konuştuysam ondan hayırla ve şükranla bahsediyorlar ki bu da altı çizilecek bir nokta.

Esenköy Belediyesinde 2004 yılından itibaren önce Rahmetli Adnan Kaptan daha sonra da kardeşi Özer Kaptan olmak üzere yaklaşık 15 yıl Kaptanlar ailesinin yönetimi sürmüştü.       (arada kısa bir Ayhan Küçük yönetimi dışında) 2019 Belediye seçimlerinden sonra uzunca bir süre devam eden Kaptanlar ailesinin yerine Mehmet Temel bey Belediye Başkanı oldu. O da kendinden evvelki başkanlar gibi hem yerli halk hem de yazlıkçılar için daha güzel bir Esenköy ortaya çıkarma gayretiyle çalışmalarını sürdürüyor.

Tümerler ailesi dediğimizde ilk olarak Esenköy’ün en meşhur dondurma ve sütlü tatlıların satıldığı mekan olan Panorama dondurmacısı ve Hadi bey akla gelir. Ne zaman gitsek hatırımız sorulur, muhabbetli davranılır. Kendinizi evinizde hissedersiniz. Biz Hadi bey ile ilk defa ortak dostumuz Celaleddin Gökçek vasıtasıyla tanışmıştık. O dönemde henüz kendi yerimiz yoktu ve kiralık mekan arıyorduk. Fakat o sene Hadi beyin yerini tutmak kısmet olmadı. Sonrasında da sadece dondurma ve tatlı müşterisi olduk. Biz daha sonra onların zeytinyağı imalatı yönünü de keşfettik. Hatta şimdi başka alanlarda da ( kahvaltılık ürünler) misafirlere güzel ürünler sunuyorlar. Hadi beyin çocukları da babalarının izinden gidiyor ve bizlerle gayet hoş bir münasebeti devam ettiriyorlar
Özçamlar da bizim bina komşumuz. Her daim selam ve hatır sorma olarak güzel ilişkilerimiz mevcut. Tabii bizim dışımızda sayfiyeye gelen çevre, başta Şaban Özçam olmak üzere kendileriyle sağlıklı bir münasebet içindeler
Bizim evin hemen yanı başında bir ara bakkal, daha sonra balıkçı, şimdi de zeytin ve zeytinyağı satışları yapan Süleyman ağabey de bizim aile açısından köydeki en eski dostlarımız arasındadır.
Komşumuz bakkal İbrahim bey ( Karahan Market) ve annesi Saadet hanım da köydeki eski dostlarımızdan. Bizim ailenin birçok ferdi ev alınmadan evvel onların evlerinde kiracı olarak kalmışlardı ve her daim memnun ayrılmıştık.
Yine sözünü etmeden geçemeyeceğimiz bir Gülsüm teyzemiz vardı ki yıllarca Rahmetli kayınvalide ondan gelen sütlerle nefis sütlaçlar ve bilumum tatlılar yapardı. Esenköy’ün yenilenme furyasında şimdi Gülsüm teyzenin de bulunduğu yer büyük bir apartman oldu

Esenköy’ün en leziz tatlarından Cumhur usta da bizlere kokoreci sevdiren onun dışında da dükkanına gittiğimizde gönül rahatlığı ile yemek yediğimiz bir mekan. Bu sene kokoreç tezgahını açmaması bizler için ( ve sanırım herkes için) büyük bir eksiklik olarak hissedildi.

Cumhur’un biraz ilerisindeki Seçkin Lokantası da yazlıkçıların güvenle tercih ettikleri, Ramazanlarda oruç açtıkları mekanlardan biri olarak öne çıkıyor.

Bu bölümü şöyle bir genel cümle ile kapatmak uygun olacak. Bir yazıda veya sohbette konu isimleri zikretmeye geldiğinde ne kadar gayret ederseniz edin muhakkak birileri unutulabilir veya konu içinde hak ettiğinden daha az yer bulabilir. Burada da eminim ki bu tarz eksiklikler olmuştur. Esenköy’de bir şekilde temas kurduğumuz tüm yerli ailelere ve kişilere bizlere gösterdikleri yakınlık için teşekkür ediyorum. Şayet ismini zikretmeyi unuttuklarım varsa ( ki olmuştur) onların da bizi bağışlamalarını istirham ediyorum. Önemli husus şu; Bu köye sayfiyeye gelenler olarak umumi olarak köydekilerden memnunuz. Zaten memnun olmasaydık bu kadar yıldır buralara gelip gitmezdik.

SON SÖZLER OLARAK

Esasında Esenköy adı ile başladığımız bir yazıda son söz olarak diye bir bölüm koymak ne derece doğru bilemiyorum. Çünkü yazacak o kadar çok konu çıkıyor ki bunu son söz ile sınırlamaya çalışmak belki de konuya haksızlık olabilir.

Fakat her şeyin bir nihayeti olacağı gibi kısa bir yakın tarih ve hatıralar yazısı olarak başladığımız bu yazının da bir yerde şimdilik sona ermesi gerekiyor. Ama bu yazı Esenköy ile ilgili bir zaman kesiti olarak literatürde yer alacak ve inşallah umuyor ve diliyorum ki, bu yazıda eksik kalan yerler zaman içinde başkaları tarafından tamamlanacaktır.

Bu yazımızda, İstanbul’un birkaç saat yakınında, havası gayet hoş, yeşil ve mavinin birbiriyle uyum içinde bir arada bulunduğu, özellikle sıcak yaz günleri esen rüzgarının insana ciddi bir ferahlık verdiği bu beldeden bir dönemin olayları, insanları ve hatıralarıyla bir kesit sunmaya çalıştık.

Yazıda zikredilen insan profili tabiidir ki biraz ileri yaşlardaki insanların ağırlıkta olduğu bir grubu ele alıyor. Çünkü yazıyı yazan belli bir yaş kesitinde olduğu için daha çok kendi bilgilerimizi ve gözlemlerimizi buraya yansıtabiliyoruz. Esenköy’de bizlerden genç kuşaklarda da çok sayıda insan, hatıra ve olay var ve biz bunları maalesef buraya yeterli oranda ilave edemedik.

Bir de bizim yaş devresinin o eski dönemlerdeki canlılığını bugün maalesef görebilmek mümkün değil. Yıllar insanların performanslarını etkiliyor. Geçmiş dönemlerde yaşadığımız deniz banyoları, geziler, katılımı gayet güzel olan o toplantılar, müzakereler maalesef artık bizim çevrelerde eskisi gibi yaşanmıyor.( veya daha az yaşanıyor)  İnsanların yaşları ilerledi, bir bölümü Rahmet-i Rahman’a kavuştu bir diğer bölümü aktif faaliyetlerin dışına doğru çıkmaya başladı.

Fakat yine de hatıraların, yaşanmışlıkların bir tecrübi değeri olduğunu düşündüğümüzden onların nakledebildiğimiz kadarına burada yer verdik. O dönemlerden ağızımızda kalan bir tad olduğundan o tadı okuyanlarla beraber bir daha hissedebilmek ve hissettirebilmek için böyle bir çalışmaya tevessül ettik.

Bu yazıda çok fazla kişi ismi zikretmemize rağmen muhtemelen birçok kişiyi de ihmal etmiş olabiliriz. İhmal ettiklerimizden bizleri af etmelerini istirham ediyoruz.

Bu yazının hazırlanması sırasında Esenköy’ün Kanarya çevresinde Şeyh veya Müdür lakaplarıyla anılan Halil İbrahim Perçinkaya ağabeyimizin büyük desteğini gördüm. Sağ olsun yazıyı birkaç defa okudu, düzeltmeler yaptı, hatta bir gün bizim mekana geldi ve yazı üzerinde beraberce çalıştık. Kendisine hem şahsım hem de Esenköy’ümüz adına teşekkür ediyorum. İlave olarak Cemal Balcı ağabey de yazıya ciddi katkılarda bulundu. Ona da şükranlarımı sunuyorum. Yazıda bir hata gözünüze çarparsa, bunun sorumluluğu tabiidir ki bana aittir.

Bu yazıyı gayret edip okuyacak kişilerden buldukları eksiklikleri bizlerle paylaşmasını özellikle istirham ediyorum.

Esenköy ailesinden vefat edenlere Allah’tan Rahmet sağ olanlara da afiyet temenni ediyorum

 

 

 

 

 

Not: Yazı içerisinde bazı teknik bilgiler için Esenköy Belediyesi web sitesinden yararlanılmıştır.

GAZZE KATLİAMI BİR YILINI DOLDURURKEN

 

Malum olduğu üzere bugünlerin en yoğun gündemi, İsrail’in Gazze’de uygulamış olduğu soykırımın artık bir ateşin yayılması gibi, bütün Orta Doğu bölgesini sarma tehlikesine odaklanmış durumda.

7 Ekim 2023 tarihindeki olaylarıyla başlayan 1 yıllık süreçte önümüzde çok ağır bir bilanço duruyor.
Bir zamanlar yaklaşık 2.3 milyon kişiye ev sahipliği  yapan Gazze’de 41 bin kişi vatanları için şehid olmuş durumda. Ve bunların 17 binden fazlası çocuk.
Dünya Sağlık Örgütü 10 binden fazla insanın cesetlerinin hâlâ enkazların altında olduğunu tahmin ediyor.
İsrail saldırılarının altında maalesef artık harabeye dönmüş bir Gazze var.
BM raporlarında 42 milyon tonluk enkazın 15 yıl kadar bir sürede temizlenebileceği öngörülüyor.
Yüzde 65’i yıkılan Gazze Şeridi’nin enerji tesisleri, kanalizasyon hatları, su arıtma tesisleri, hastaneleri, kamu binaları gibi kritik altyapısı yerle bir olmuş durumda.
611 cami, 3 kilise, 201 kamu dairesi, 36 spor tesisi ve 150 binden fazla konut tamamen yıkıldı.
Gazze’de savaş bitse bile yeniden inşa sürecinin 80 yıl kadar sürebileceği ve on milyarlarca dolara mal olacağı hesaplanıyor.
Şu an İsrail bombardımanı nedeniyle yerlerinden edilen yaklaşık 1.9 milyon insanın büyük çoğunluğu, barakalarda ve çadırlarda temel yaşam malzemelerinden yoksun bir şekilde aç ve susuz yaşamaya gayret ediyor.

İnsanlığın gözü önünde cereyan eden vahşetin ve soykırımın bir yıl geçmesine rağmen durdurulamamasının sonuçlarını bütün dünyanın acı bir şekilde yaşaması ihtimali de ciddi olarak gündemde.
Hitler ve Mussolini gibi zalimlerin sebep olduğu II. Dünya Savaşı örneği acı bir tarihi gerçek olarak önümüzde duruyor.
Maalesef, bugünün İsrail’i, Nazi Almanya’sının Yahudi vatandaşlarına karşı işlediği suçların daha vahşisini işliyor.
Ve Netenyahu ve suç ortakları bunu bütün dünyanın gözünün içine baka baka yapıyorlar.
Tüm kalbimizle inanıyoruz ki bu İsrail terör devleti gün gelecek döktüğü kanın ve göz yaşının içinde boğulacak.
Ancak burada çok önemli bir hususun altını çizmek zorundayız. Uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak ve muhafaza etmek  amacıyla kurulmuş BM vazifesini yapmıyor.
Güvenlik Konseyi’ndeki meşhur 5’liler bu sonucun en büyük müsebbibi
Kayıtsız ve şartsız İsrail’e destek verenler bu soykırıma artık ortak olmuşlardır.
Ve bunu tarih affetmeyecektir.
Biraz evvel de işaret ettiğimiz gibi geldiğimiz noktada Gazze’deki ateş maalesef başka alanlara da yayılma ihtimaline sahip gibi görünüyor.
Suriye, İran ve Lübnan saldırıları ve çatışmaları arzu etmesek de bunun ilk işaretleri olarak değerlendirilebilir
Bu konuda akl-ı selîm, hakk ve adalet sahibi toplumların ve onların liderlerinin bir an önce barış ve huzur için harekete geçmelerine ihtiyaç var.
Yoksa bu kıvılcımların bir dünya savaşı başlatması an meselesi.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NASIL BİR ORGANİZASYON?
Geldiğimiz bu noktada bugün Uluslararası Sistemin büyük ölçüde üzerine oturduğu Birleşmiş Milletler yapısından biraz bahsetmek yararlı olacak:
Bilindiği üzere 40 ila 60 milyon insanın yok olduğu II. Dünya Savaşı sonrasında, 1945 yılında, 51 ülke tarafından evrensel üyelik prensibiyle Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur.
BM’i daha iyi anlamak için onun en önemli kurumlarına kısaca göz atmak gerekir
1/ Genel Kurul: Tüm üye ülkeler bu kurulda yer alıyorlar. BM’de üye ülke sayısı 193. Normal şartlar altında Eylül ve Aralık aylarında toplanan bu kurul güncelden küresele,  sorunlarla ilgili müzakereler yapıyor. Barış ve güvenlik, yeni üye kabulü, BM bütçesi veya barış faaliyetlerine ilişkin bütçeler için genel kuruldaki karar nisabı 2/3 . Diğer konularda salt çoğunluk yeterli oluyor. BM Genel Kurulu’nun kararlar tavsiye mahiyetinde. Herhangi bir ülkeyi kararı kabule zorlamak mümkün değil
Devlet statüsü koşulunu tam sağlayamayan bazı siyasal birimler BM’ye daimi gözlemci heyet göndermekteler. Bunlar Vatikan ve Filistin’dir
Genel Kurul ile bağlantılı olarak çalışan 3 önemli kuruluş daha bulunuyor:
Bu kuruluşlar:  Dünya Bankası, İMF ve DTÖ (WTO). Bunlara üç kız kardeş de denmektedir (Heywood, 2013)
2/ Güvenlik konseyi: Uluslararası barış ve güvenliği korumada asıl sorumlu organ BM Güvenlik Konseyi’dir. Bu kurul gerektiğinde herhangi bir zamanda toplanabilir. Daimi üyeleri: Çin, Fransa, Rusya Federasyonu, ABD ve İngiltere’dir
Diğer 10 üye BM Genel kurulu tarafından 2 yıllık dönemde seçilmektedir.. Konsey kararlarında 9 oy gereklidir.
Anlaşmazlıklarda önce arabuluculuk yolu denenmekte., çatışma durumlarında ise ateşkes sağlanmaya çalışılmaktadır.

Mütareke olur düşmanlık sona ererse konsey tarafları ayrı tutmak için Barış gücü gönderebilir. Konsey ekonomik yaptırımlar, silah ambargosu gibi önlemler almak için karar alıp uygulamaya girişebilmektedir.

3/ Uluslararası Adalet Divanı.(ICJ) Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Cemiyet-i Akvam bünyesindeki Dünya Mahkemesinin halefi olarak İkinci Dünya savaşı sonrası Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan yargı organıdır.
Devletler arasındaki hukuki anlaşmazlıkları karara bağlayan bir mahkemedir. Divanın duruşmalarına katılım isteğe bağlıdır. Bir devlet katılmaya karar verirse kararlara da uymak zorundadır. (Goldstein, 2015)
En büyük dezavantajı mahkemenin yargı yetkisi veya kararlarına uyma konusunun devletler tarafından kapsamlı bir biçimde kabulü hakkında uzlaşı olmamasıdır.
Temel kullanım alanı dostane ilişkilere sahip ülkeler arasında ikincil önemdeki sorunlara hakemlik etmesidir.
Burada görüldüğü üzere BM çok kapsamlı bir örgüt. Fakat tüm bu geniş yelpazeye rağmen hayati karar organı Güvenlik Konseyidir. Buradaki 5 daimi üyeden herhangi biri veto ederse o karar uygulanamamaktadır.
Söz buraya gelmişken bugüne kadar BM genel kurulunda en fazla dikkat çeken  konuşmaları ve bazı kararları hatırlamak yaralı olacaktır.
Genel kurul üye ülkelerin adeta fikirlerini tüm dünyaya duyurdukları bir serbest kürsü mahiyetindedir. Burada BM tarihi içinde BM sistemine de muhalif tarzda çok sayıda konuşma ve müzakere yapılmıştır. Bazen de kararlar alınmıştır.

BM GÜVENLİK KONSEYİNDE TARİHİ SÜREÇTE ÇOK ÖNEMLİ KONUŞMALAR YAPILMIŞTIR

1957 Hindistanlı diplomat Menon . Menon, BM tarihini en uzun konuşmasını yapmış ve bu konuşma 8 saat sürmüştür.
1960 Küba lideri Fidel Castro: Castor, en uzun konuşmayı yapan lider ünvanını almıştır. Konuşması 4,5 saat sürmüştür.
1964 Che Guevera : Guantanamo Üssü’nün kapatılmasını ve Küba’ya iade edilmesini istemişti. Che Guevara, Genel Kurul’da büyük bir dikkatle dinlenen konuşmasını “Ya özgür vatan, ya ölüm” sözleriyle sonlandırmıştı.
1974 Filistin Lideri Yaser Arafat : Yaser Arafat belinde tabancasıyla yaptığı konuşmada sözlerini “Size yalvarıyorum, elimdeki zeytin dalının düşmesine izin vermeyin” diyerek tamamlamıştır.
2006 Venezuela Lideri Hugo Chavez :  Venezuela Lideri Hugo Chavez, Amerikan Başkanı Bush’u şeytana benzeterek, konuşmasını “Şeytan dün buraya gelerek sanki dünyanın sahibiymiş gibi konuştu. Burası halen barut kokuyor” diyerek bitirmişti.
2006 Sudan devlet Başkanı Ömer el Beşir: Beşir yardım kuruluşlarını eleştirmiş,  Siyonizme ve İsrail devletine yüklenmişti
2008 İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat: Siyonist sermayenin ABD ve Avrupa’daki siyaset merkezlerini kontrol ettiğini ifade ederek onları suçlamıştı
2009 Libya Lideri Muammer Kaddafi: Kaddafi, konuşması sırasında Birleşmiş Milletler’in kuruluş sözleşmesini içeren kitapçığı elinde sallayarak, veto hakkının ve daimi üyelerin varlığının sözleşmenin felsefesine uymadığını savunmuştu. Kaddafi, Güvenlik Konseyi’nin savaşları önlemek konusunda da başarısız olduğunu sözlerine eklemişti.
19 Eylül 2017 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Birleşmiş Milletlerin (BM) değişen şartlara ayak uydurmak için reforme edilmesi şarttır” dedi.
“Biz güvenlik konseyinin tamamı aynı hak ve yetkilere sahip 20 ülkeden oluşan bir yapıya sahip olmasını öneriyoruz. İkinci dünya savaşı sonrası bir dünya yok. Tüm dünya ülkelerinin görev aldığı bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin insanlığın vicdanı olacağını umuyoruz.”
Tüm bu gelişmeler ve yaşanan insani trajediler, Türkiye olarak ‘Dünya 5’ten büyüktür.’ diyerek sembolleştirdiğimiz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yeniden yapılandırılması çağrımızın haklılığını teyit ediyor. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin reforme edilmesinde ne kadar geç kaldığımızın da bu ifadesidir.
Sayın Erdoğan  BM Genel Kurulunun son toplantısında da  bu minvalde bir konuşma yaptı.

Fakat farkında oöunacağı üzere uzun etkili ve sansasyonel konuşmaları yapanlar genelde Güvenlik Konseyinde etkin olan ülkeler değil. Bu konuşmalar bir kamuoyu oluşturuyor fakat maalesef etkili karara yol açamıyor

Bir de Uygulanamayan bazı Güvenlik Konseyi kararlarına bakalım : Filistin ile ilgili alınan 1967 savaşı sonrasındaki 242 ve 1973 Savaşı sonrasındaki 338 nolu kararlarda İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi istenmiştir.. Fakat bu kararlar da uygulanamamıştır
Lakin bu Camp David müzakerelerinde ve daha sonraki yıllarda çokça atıf yapılan kararlar olarak kayda geçmiştir.
görüldüğü üzere Genel kurul, Güvenlik konseyinde yaptırım gücü olmayan üye devletlerin bir tür tatmin olmalarını sağlayan bir işlev görüyor ve sıkıntıların patlama yapmadan bir tür hafifletilmesi işlevini de görüyor.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ALANINDA FİKİR DÜZEYİNDE ÖNEMLİ AKIMLAR VE SÜREÇLERE TESİRLERİ

Şimdi bu noktada kısaca uluslararası ilişkilerde iki ana akımdan bahsetmek istiyoruz; Literatürde yer alan başka birkaç tane daha akım bulunmakta  ama mevzuyu dağıtmamak için sadece bu 2 önemli akımı konu edineceğiz.
BUNLARDAN BİRİ REALİST AKIM
DİĞERİ İDEALİST VEYA LİBERAL AKIM
Realistlerde en önemli isim İngiliz Thomas Hobbes’dur. Thucydides, Sun Tzu, Machiavelli de bu çerçevede diğer önemli isimlerdir

Realistler, görüşlerini genel olarak  uluslararası kurumlar büyük oranda etkisiz olmaya mahkumdurlar diye özetlemektedirler
Dünya siyasetini çıkarların uyumundan çok, güç müdahalesi şekillendiriyorsa uluslar arası örgütlerin anlamlı ve önemli yapılar haline gelmesi çok zordur.
“Realist bakış” genel anlamıyla kötümserdir.
Realist görüşün varsayımlarını şöylece özetleyebiliriz.
– İnsan doğası, bencillik ve açgözlülükle tanımlanır
– Siyaset, insan faaliyetlerinin güç ve zorlama tarafından şekillendirilmiş bir alanıdır
– Devletler, temel küresel aktörlerdir
– Devletler, güvenliği bütün konulardan daha öncelikli hale getiren bencil çıkar ve hayatta kalma konularına öncelik verir
– Devletler anarşi ortamında hareket ettikleri için kendi başlarının çaresine bakmak zorundadır
– Küresel düzen, devletler arasındaki güç, yetenek dağılımı tarafından şekillendirilmiştir.

Bir de İdealistler ve Liberaller vardır ki burada en öne çıkan şahıs Alman Kant’dır . Bunlar uluslararası örgütlerin en önde gelen savunucuları arasındadırlar. BM gibi kurulların temeli buralara dayanır
Devlet çıkarları her zaman uyumlu olmasa da devletler arasındaki işbirliği rasyonel ve mantıklıdır ve sayıları gittikçe artan karşılıklı çıkar alanları vardır.
Saf liberal görüşün ilk teorisyenlerinden Kant der ki: Bağımsız bireyler veya devletler kendi karşılıklı faydaları için işbirliği yapmaları doğaldır der.
( Heywood, 2013) Kant’ın evrensel ve ebedi barışın mümkün olduğu düşüncesi uluslararası bakış açısının temelidir. Bu görüşün temel varsayımları:
– İnsanlar rasyonel ve ahlaki yaratıklardır
– Tarih, uluslararası işbirliği ve barış olasılığının artışıyla tanımlanan ilerlemeci bir süreçtir
– Ticaret ve ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılık savaş olasılığını azaltır
– Uluslararası hukuk, devletler arasındaki düzeni destekler ve davranışların kurallar tarafından yönlendirilmesini teşvik eder
Ona göre “Demokrasi” doğası gereği ve özellikle demokratik devletler arasındaki savaş olasılığını azalttığı için barışçıdır.
Ve buradan “Demokratik Barış tezi”ne ulaşılır.
“Otokratik ve otoriter” devletler öz olarak militarist ve saldırgan olarak görülürken demokratik devletler özellikle diğer demokratik devletlerle ilişkilerinde doğal olarak barışçı görünürler. Tabii bu görüşün de çok tartışılır yönleri ve örnekleri mevcuttur.

ULUSLARASI İLİŞKİLERDE NORMLAR

Bir de Uluslararası ilişkilerde bazı NORMLARDAN bahsedilir
Normlar: İnsan haklarına saygı gibi, devletlerin veya insanların ciddiye aldığı ve davranışları etkileyen değerler. Bu konuda birçok NORM VAR. Fakat ben burada dikkatinizi çekmek istediğim birkaç tanesini zikredeceğim
Uluslararası ilişkilerde savaş hali olacaksa bile bunun Adil Savaş ilkelerine uygun olması gerekir: Ortaçağdan 20. YY’a kadar buna riayet edilmeye çalışılmış
Adil Savaş. Hem güç kullanma hakkını ( jus ad bellum) hem de savaş sırasında doğru davranışı (jus in bello) belirlemek için belirli koşulların yerine getirildiği savaş
Çok Yanlılık: Uluslar arası konularda tek taraflı olarak veya sadece bir ülke tarafından değil, birlikte çalışılması. Genelde amaç karşılıklı kazanımlardır.
Jus ad bellum: Savaşma hakkını belirleyen ahlaki kriterler olmalı. Bir savaş açılacaksa bu belli ahlaki kriterlere dayanabilmelidir
Jus in bello: Savaş sırasında doğru şekilde davranışlarda bulunulmaldır
Cenevre Konvansiyonları: Muharip olan ve olmayanların doğru davranışlarını ve savaş suçlarını, barış aleyhine suçları ve ilgili suçları belirtir. Cenevre Konvansiyonları. 1949’da Savaş hukuku üzerine gündeme gelen Cenevre Konvansiyonları 1899 ve 1907’deki Lahey Konvansiyonları geleneğinin üzerine oturmaktadır. Bu konvansiyonların üzerine anlaşma yoluyla yükümlülük ve sınırlamalar yeniden formüle edilmiştir.

NİÇİN BU ANALİZLERİ YAPIYORUZ?
Şimdiye buraya kadar bu kadar lafı teorik meseleden neden bahsetti biraz da onun açıklamasını yapmaya çalışalım.. Bu uluslararası  ilişkiler alanında teorik olarak en fazla sözü söyleyenler, yazanlar, kitaplar hazırlayanlar, bunları koca koca üniversitelerde devasa kürsülerde inceleyen Batılılar konu reel alana gelince maalesef tam tersi bir noktaya savruluyorlar.
Adil Savaş Kuramı Uluslararası literatürde yüzyıllar boyu baş tacı edilmişken ki ben bunun hala önemli olduğunu düşünüyorum ve inanıyorum ama reel hayatta bunu ne kadar uyguladılar onu da göremediğimizi üzülerek müşahede etmekteyiz
ABD İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın iki şehrine atom bombası atıp yüzbinlerce sivili katletti.
Son bir yıldır İsrail, çoluk, çocuk, kadın, hasta demeden binlerce kişiyi acımasızca bombaladı, öldürdü, yaraladı adeta soykırım uyguladı.. Hadi İsrail bunu yaptı diyelim. Ya bu koca koca ülkeler Jus ad bellum: Savaşma hakkını belirleyen ahlaki kriterler ve Jus in bello:Savaş sırasında doğru şekilde davranışlarda bulunma konusunda ne yaptılar. Hiçbir şey..İsrail’e neredeyse toz kondurmadılar.
Şimdi İsrail yavaş yavaş pergeldeki diğer ayağı daha geniş bir alana yaymaya başladı. İşte realistlerin tezleri maalesef buralarda tam olarak devreye giriyor
Konuşmaya geldiğinde genelde en çok tutulan ve savunulan teorik yaklaşım Kant’ın idealist fikirleri olmasına rağmen iş davranış noktasına gelince tercih edilen görüş ve tavır Hobbes’un öne çıkardığı tavır oluyor. Hobbes ne diyordu: insan insanın kurdurur. Devletler de buradan hareketle önce kendi çıkarını düşünür
Doğal olan maalesef bu. Onun için bu uluslararası sistemler filan her zaman hayal edildiği gibi bir netice sağlayamıyor.

PEKİYİ BİZ NE YAPMALIYIZ? NASIL DAVRANMALIYIZ?

Bizler esasında olayı incelerken insanlık özelliğinin bünyesinde barındıran herkesin kabul ettiği hukuka, ahlaki değerlere ve normlara bağlı bir uluslararası sisteme önem vermeliyiz… Ama unutmamalıyız ki bu işin en hayati noktası GÜÇTÜR. Öyle kurumların cazibesine kapılıp gitmek maalesef dünyada adil ve insanca bir sistemin oluşmasına yetmiyor..
Türkiye olarak, biz muhakkak güçlü olmalıyız. Her alanda güçlü olmalıyız. Burada Askeri, ekonomik ve sosyal güçten bahsediyorum. Ülke olarak Gelirin giderimizden fazla olmalı. İnsanımız eğitilmiş olmalı. Toprağımızı iyi ve verimli bir şekilde işleyebilmeliyiz. Dostumuzu düşmanımız iyi analiz edebilmeliyiz, Sanayimizi daha da  geliştirmeye çalışmalıyız. Ülke olarak tasarruf edip yatırım yapabilmeli ve özellikle de katma değerli alanlara yatırım yapabilmeliyiz. Savunma sanayimiz  güçlü olmalı. Başkalarına zarar vermek için değil ama ülkemizi ve mazlum halkları koruyacak bir seviyeye gelebilmeli, düşman olanları caydırıcı bir hale ulaşabilmeliyiz. Enerji alanında  ne yapıp edip başkasına muhtaç olmayacak bir noktaya ulaşabilmeliyiz vs vs.
Bunları yapamazsak sadece eleştiriririz, sokaklarda yürürüz, konuşuruz, bağırıp çağırırırız, sosyal medyada paylaşımlar yaparız, en uç nokta olarak belki BM Genel Kurulunda adaletsizliklere karşı diğer ülkeleri örgütleyip bazı muhalif kararları aldırmaya muvaffak olabiliriz. Bunlar çok mu değersizdir. Elbette hayır. Hiç yoktan bir kıymet ifade eder ama zulmü kökünden engelleyemez, mazlumu koruyamaz, nihai sonuç alamaz. Güçlü olursan yeni oluşacak bir Dünya sisteminde ana karar vericiler arasında yer alabilirsin. Olması gereken de budur.
Eskilerin güzel bir sözü vardır o bunu çok iyi anlatır.
“Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salâh”
Barışı isteyenlerin ancak caydırıcı güce sahip oldukları takdirde bunu gerçekleştirebileceklerini unutmamaları gerekiyor.
Bizler de bu ateş çemberinde yaşayanlar olarak her alanda güçlü olmayı becerdiğimiz takdirde barış ve huzur içinde yaşayabileceğimizin farkında olmalıyız.
ancak bu şekilde dünyada hak ve adaleti savunabiliriz, mazlumları koruyabiliriz;

 
Osmanlı Devleti, tarih boyunca hem doğudan hem de batıdan ülkelerini terk edip kendisine sığınan binlerce mülteciye hatta krallara bile kucak açmıştır.
Mesela 1492’de dünyanın her tarafında büyük bir tiksinti ile bakılan Endülüs Yahudilerine Osmanlı sahip çıkmıştır.
1492’de Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasıyla İspanya’da zulme uğrayan Müslüman ve Yahûdiler, Osmanlı Devleti’nden yardım istemişlerdir.
Osmanlı da Kemal Reis kumandasında bir filo gönderip zulme uğrayan Müslüman ve Yahûdilerin bir bölümünün Osmanlı ülkesine gelmelerini sağlamıştır.
İspanya’dan gelen bu insanların İstanbul, Selânik ve İzmir başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nin farklı vilayetlerine yerleştirildiği tarihi kaynaklarda yer almaktadır.
Yine düşmanlarının pençesine düşen İsveç Kralı XII. Demirbaş Şarl’ı kucaklayan Osmanlı Devleti olmuştur.
Türk-İsveç dostluğunun simgesi hâline gelen İsveç Kralı XII. Şarl, 1709’da Ruslara mağlup olduktan sonra sadece iki haftalığına geldiğini söyleyerek Osmanlı topraklarına sığınmış fakat misâfirliği tam beş yıl üç ay sürmüştür.
Tarih laboratuvarına baktığımızda birçok Avrupa ülkesinin kendi dindaşları olan mültecîleri kabul etmekte çekimser davrandıkları dönemlerde bile Osmanlı Devleti mültecîleri kabul ederek pek çok çağa kendi hoşgörü damgasını vurmuştur.
Bütün bu tarihi olaylar aynı zamanda Türkiye’nin durması gereken yeri göstermesi açısından da ibretliktir.

SONUÇ OLARAK
Yazımıza son verirken dünya üzerindeki tüm zalimleri ve onların işbirlikçilerini tekraren kınıyoruz
Zulme uğrayan, topraklarını, ailesini, işini, aşını, canını kaybeden, tüm mazlum milletlerin de tez zamanda bu kayıplarını telafi etmelerinin temenni ediyoruz.

Şehitlere ve gazilere Allah’tan Rahmet diliyoruz

 

Not: Bu yazı 10 Ekim 2024 tarihinde İTO Olağan Meclis toplantısında yapılan açılış konuşmasının yazı haline getirilmiş şeklidir. Katkılarından dolayı Erhan Çardaklı’ya teşekkür ederim

AHİLİK ANLAYIŞIYLA GÜNÜMÜZE BAKIŞ

Girişimcilik  bizim geleneğimizde  teşvik edilmiş ve övülmüştür.  Hadis-i şeriflerde de zikredildiği üzere bizler Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğuna inanırız.

Büyüklerimiz daima  en önemli sermaye olarak ‘dürüst olmayı’ öğütlemişlerdir

Söze sadık kalmak, ahde vefa göstermek, alış verişi düzgün yapmak temel düsturlarımızdır.

Bu önemli hususlar medeniyetimizde sadece kültürel bir özellik olarak kalmamış aynı zamanda da kurumsallaşmıştır

Loncalar ve Ahilik teşkilatı, geçmişte iş ahlakımızın esaslarını tayin eden ve yaşatan kurumlar oldular. Bu miras, son derece eşsiz bir hazinedir.

Ahilik, Anadolu’da XIII. yüzyılın başından itibaren yaşanmaya başlayan süreç Selçukludan itibaren Osmanlı ekonomisinin en önemli ve anlamlı parçası olmuştur. İnsanı, toplumu ve devleti şekillendirmiştir.

Ahîler’in öncüsü olan Fütüvvet İLE İLGİLİ YAZILAN METİNLER VE KURULMUŞ OLAN FÜTÜVVET TEŞKİLATI 9. yüzyılda İslam dünyasında ortaya çıkan ve sonraki yüzyıllarda Akdeniz ve çevresine yayılan meslekleri ve sanatları yaşatan çok kapsamlı bir FİKİR HAVUZUDUR VE ÖRGÜTLENME BİÇİMİDİR

ANADOLU’DA AHİ EVRAN İLE BAŞLAYAN VE FÜTÜVVET GELENEĞİ ÜZERİNE BİNA EDİLMİŞ AHİ TEŞKİLATI 13. yüzyıldan itibaren etkisini hissettirmiştir

Bu dönemde malum ANADOLU ÇOK KARIŞIKTI. FAKAT BUNA RAĞMEN BU KARIŞIKLIKLAR İÇİNDE ETKİSİ YÜZYILLAR SÜREN FİKİR AKIMLARI VE AHİLİK TARZI BİR TEŞKİLAT KURULDU VE YAYILDI

BİR YANDA MEVLANA, HACI BEKTAŞ-I VELİ, MUHYİDDİN –İ ARABİ

DİĞER YANDAN AHİ EVRAN, ERTUĞRUL GAZİ VE AHİYAN-I RUM EKİBİ

TÜM BU ZATLAR sayesinde Anadolu’daki insanlara dostluk ve kardeşlik mesajları ulaştırılmıştır.

ONLARA HEM MADDİ HEM DE MANEVİ ANLAMDA önderlik edip geleceğe umutla bakmalarını sağlamışlardır.

Dönemin kanaat önderleri olarak halkı belli noktada uzlaştırmak, dayanışmasını sağlayacak örgütlenme modeli kurma anlamında önemli bir işlevi olmuştur.

Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesine katkı sağlayan BU İSİMLER Türk beyliklerinin toplumsal düzeni kontrol etmesine yardım etti.

AHİLİK TEŞKİLATI BİLİNDİĞİ ÜZERE Osmanlı devletinin şehir hayatından güç alarak yayılmasına katkı sağladı. Ahîlik teşkilatı sayesinde Anadolu ve Rumeli’nin demografik yapısı da Türkler lehine dönüştü.

Türklerin tarihsel hâkimiyetinde bu kuruluşun çok önemli rolü olmuştur.

Evsizi misafir etmişler, zanaatçıyı işyeri sahibi yapmışlardır.

Kurdukları tekke ve zaviyeler yerleşim yerlerinin ilk temeli olmuştur.

Evler, mahalleler kurmuşlar. Çarşılar ve şehirlerin temel direği olmuşlardır.

XIX. yüzyıla dek Anadolu’da Balkanlarda ve Türkistan’da yaşamış olan Türklerin sanat ve meslek alanlarında yetişmelerini, ahlaki yönden gelişmelerini sağlamıştır.

Ama aynı zamanda devletin bir nevi güvenlik teşkilatı olarak görülmüşler aynı zamanda maddi ve manevi desteği olarak yaşamasını sağlamışlardır.

Ahiyan-ı rum, abdalan-ı rum, bacıyan-ı rum, gaziyan-ı rum birbirini tamamlayan bir sistemdir

Biz de Müsiad da Emir, Alim, Tacir ve Ehl-i tasavvuf diye bir denklemden bahsediyorduk

AHİLİK KURUMUNU İNCELEDİĞİMİZDE ONDAN BİR ÇOK DERSLER ÇIKARMAK MÜMKÜNDÜR.

BU ÇERÇEVEDE BUGÜN 3 BAŞLIKTAN BAHSETMEK İSTİYORUM

1/ BİRİNCİSİ EĞİTİM ALANI VE ROL MODEL KAVRAMI

Eğitim sektöründe yıllarca çeşitli çalışmaların içinde bulunduk.

Özellikle çocukların ve gençlerin eğitimiyle uğraştık. Tecrübelerimiz onu gösterdi ki burada müfredat oluşturmak ciddi bir meseledir.

Fütüvvet geleneği içinde eğitim ile ilgili çok değerli uygulamalar, bilgiler, tavsiyeler var. Özellikle ROL MODEL ANLAYIŞI BİZİM ÇOK ÖRNEK ALDIĞIMIZ BİR HUSUS OLDU

Hz. Peygamber’in (sav) kılıcını Hz. Ali’ye hediye etmesi genellikle Ahilik ve Fütüvvet teşkilatının kuruluş günü kabul edilir.

Ahîler’de ahlakî değerlere bağlılık, meslek disiplinine gönülden uymak ve üyeler arasındaki özel kardeşlik bağına riayet etmek çok önemlidir.

“Ali’den başka fetâ, zülfikardan başka kılıç yoktur anlayışını rehber edinerek Hz. Ali’yi Pîr ve Baş Fetâ/Baş Ahî olarak tanımaları sûfiliğin de ötesinde bir hüviyet kazanmalarını sağlamıştır. Bunun için meslekler daima pîrleri ile birlikte anılır.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde bir esnaflar geçidi vardır. Bu uzun bölümde okuyucuya bunalrı aktarmaktadır Orada bütün esnafların pîrlerinden bahseder;

Hz. Muhammed (as) tüccarların ve bütün esnafın,

Hz. Adem çiftçilerin ve aşçıların,

Hz. Nuh marangoz ve dülgerlerin,

Hz. İdris terzilerin, hattatların,yazıcıların

Hz. Şit hallaçların,

Hz. İbrahim sütçülerin,

Hz. Musa Çobanların,

Hz. Salih devecilerin ve kervancıların,

Hz. Yunus balıkçıların,

Hz. Davud demircilerin,

Said b. Ebî Vakkas Okçuların,

Ahmed b. Abdullah sabuncuların,

Muhammed b.Abdullah şerbetçilerin,

Selman-ı Küfî sakaların,

Ebul Kasım Mübarek iğnecilerin

Ebu Süleyman b. Kasım nalbantların

Hüsam b. Abdullah Attârların.

O bölümü merak edenler, İstanbul Ticaret Odamızın Evliya Çelebi Seyahatname’si İstanbul”kitabından okuyabilirler.

Yayına https://www.ito.org.tr/tr/yayinlar adresinden ulaşılabiliyor.

Orada esnaflar geçerken kendilerini de tanıtmaktadırlar;

Esnaflar;

Her sabah besmele ile açılır dükkanımız

Ahi Evran Velidir pirimiz üstadımız

Dükkan kapısı Hak kapısı Hakkına yalvar

Çeşmim gibidir çeşmeler akmasa da damlar

Şekerci ve Helvacılar;

Her seherde besmeleyle açılır dükkanımız

İbn-i Mesud’dur pirimiz üstadımız.

Berberler;  

Her sabah besmele ile açılır dükkanımız

Hazreti Selman-ı Pak’tır pirimiz üstadımız

Lâfla dükkân açılmaz,boş yere etme telâş

Selmân-ı Pâk de gelse parasız olmaz tıraş”

Muhallebiciler/ Kahvehaneler;

“Her seherde Besmele’yle açılır dükkânımız

Hazret-i Şeyh Şazilî’dir Pîrimiz Üstâdımız”

 

2/ BURADAN İKİNCİ NOKTAYA GEÇERSEK

MÜSİAD’ta ve İTO’da yöneticilik yaptığımız yıllar içerisinde çeşitli sektörlerle iç içe olduk. Meslek erbabı kişilerle hasbihal ettik. Bunların mesleki örf ve ananelerini, eleman yetiştirme usullerini hem bir uzman hem de bir yönetici olarak takip ettik.

Geleneksel usta çırak yapısından meslek liseleri ve yüksekokullarına geçiş süreçlerini izledik.

Gördük ki bu yapıların kökleri loncalara, Ahi birliklerine, fütüvvet teşkilatına dayanıyor.

Ahilerin kurdukları teşkilat bir bakıma bugünkü Esnaf Odaları, İşveren Sendikaları, Ticaret Odaları, Sanayi Odaları, İşçi Sendikaları, Eğitim Kuruluşları, Türk Standartları Enstitüsü ve Belediye gibi kurum ve kuruluşların temeli olarak görülmelidir.

DERSAADET TİCARET ODASI 1882 ‘DE FRANSIZ ETKİLİ BİR ODA OLARAK KURULMASINA RAĞMEN ONUN ARKA PLANINDA AHİLİĞİN VE FÜTÜVVETNAMELERİN İZİNİ SÜREBİLMEK MÜMKÜNDÜR.

HATTA BU ÇİZGİNİN Hz Peygamber ( as) döneminde oluşmaya başlayan Hisbe teşkilatına kadar dayandığını DA GÖREBİLİRİZ

Ben bu noktayı çok önemsiyor bilemiyorum belki de abartıyorum ama yaptığımız işin evvela Sevgili Peygamberimize ulaşıyor olması bizleri ziyâdesiyle mutmain kılıyor.

Aynı zamanda yaptığımız işe de ayrı bir anlam ve değer katmasını da önemli buluyorum.

Çünkü BİZİM DÜŞÜNCEMİZE GÖRE meslek ilkeleri ile ahlakî ve dinî ilkeler arasında çatışma değil uyum OLMASI GEREKİR

Kaliteli üretim, standartlara uygun üretim, doğru bilgilere dayalı pazarlama, adil fiyat, emek hakkı, ürün değeri, müşteri memnuniyeti gibi temel alış-veriş kavramları sadece teorik düzeyde öğretilmemiş, fiilen de uygulanmıştır.

Tabii tarihî süreçlerde birçok kırılma yaşanmış ama acaba biz bu kırılmaları tamir edebilir miyiz?

Buralardaki değerleri özünü bozmadan zamanın ruhuna uygun hale getirebilir miyiz? diye de düşünmemiz gerekiyor.

Osmanlı ülkesindeki bütün Türk esnaf sanatkâr ve meslek sahipleri Ahi babalarından veya onların yetki verdiği kişilerden aldıkları yeterlilik ve izin belgeleriyle iş görür duruma gelmişlerdir.

İTO olarak meslekî eğitime “memleket meselesi” olarak bakıyoruz.

Aynı zamanda bu, ülkemizin çok önemli sorunlarına işaret eden bir mesele bu.

İş dünyası olarak yıllardan beri vurguladığımız, dile getirdiğimiz bir talep var; Üniversite-Sanayii işbirliği. VEYA DAHA GENİŞ ANLAMI İLE ÜNİVERSİTE REEL SEKTÖR İŞ BİRLİĞİ

Bu saç ayağını sağlıklı bir şekilde kurmadığımız takdirde iş dünyasının talep ettiği nitelikli elemanı bulmamız mümkün değil.

Meslek liseleri ile meslek yüksekokullarının kapasitelerinin gözden geçirilmesi ve yeni teknolojilere uygun elemanlar yetiştirilmesi önemli.

Piyasa beklentileri ile eğitim sisteminin mezunlarını eşleştirecek bir yapıyı hızlı ve etkin bir şekilde hayata geçirmemiz gerekiyor.

İstanbul Ticaret Odası olarak Meslekî Eğitimde Hamilik projesini sürdürüyoruz.

Bunun için mesleki eğitim konusunda sonuç odaklı adımlar atmaya devam ediyoruz.

Şu an şehrimizde bulunan 286 meslek lisesinin 54 tanesinde İTO hamileri bulunuyor.

Bu okullarda öğrenim gören öğrencilerimizin her türlü ihtiyaçlarıyla ilgileniyorlar. Ayrıca öğretmenlere güncel teknolojilere ilişkin eğitimler veriliyor.

Okullara makine, ekipman desteği sağlanıyor. AYRICA BİR TÜR MENTÖRLÜK YANİ KOÇLUK DA YAPILIYOR

3/ BİRAZ EVVEL BAHSETTİĞİM HUSUSLA BAĞLANTILI BİR DİĞER NOKTA VAR Kİ BU DA AHİLİK YAPISI İLE GÜNÜMÜZ ARASINDA KURULABİLECEK DİĞER BİR KÖPRÜDÜR

Mesleki eğitimde Avrupaya uyum kapsamında bizde de uygulamaya çalışılan sekizli sistem malumunuzdur

Bu sekizli sistem içinde her kademe için yapılan tarifler var. MESLEK STANDARTLARI VAR

Meslekî Yeterlilik Kurumu bu seviyelere göre standartları hazırlıyor. Ancak bunları gönüllü organize yapılara hazırlatıyor ve onaylıyorlar. Sonra bunlar için test merkezleri oluşturup sertifika veriyorlar.

Buradaki yapı ile Ahilikteki yamak, çırak, kalfa ve usta yapısı birbirine çok benzemektedir.

HER SEVİYE YAKLAŞIK 1001 GÜN YANİ 3 YIL SÜRMEKTEDİR.  BU DA TOPLAM 12 SENEYİ BULMAKTADIR. YANİ İLK VE ORTA ÖĞRETİM DÖNEMİ GİBİ

İlk dört seviye lise eğitimin bitimine kadar . Sonra iki yıl üniversite, bir yıl yüksek lisans, bir yıl doktora. SANKİ BU SEKİZLİ SİSTEM İLE ESKİ YAPI ARASINDA BÖYLE BİR BENZERLİK VAR GİBİ

İstanbul Ticaret Odasında aktif görevde olduğum senelerde meslekî eğitim ile ilgili çalışmaların içinde yer aldık.

MYK’da bu standartların içine aynı ahilikte ve fütüvvet geleneğinde yer alan değerleri de koymalıyız diye önermiştik

Burada farkındalığı arttırmanın önemli olduğu aşikar. . Orada mesleki eğitimde insanların  Bilgi, Beceri ve Yetkinliklerinin arttırılması maddesinin içine her meslek grubunda gerekli olan ahlaki özelliklerin de ilave edilmesinin gerekli olduğunu düşünmekteyiz.

Avrupa’da uygulanan bu sekiz seviyeli sistem esasında bizim de geçmişimizde yoğun olarak uygulanan sisteme çok benziyor. Biz esasında eskiden uyguladığımız ve sonrasında bıraktığımız bir sistemi adeta yeniden bulduk Kaybettiği şeyi bulan insanların sevindiği gibi bir halet-i ruhiyeyi yaşadık

Tabii bir ileri nokta da Meslekî standartların oluşması sonrası gençlerin mesleki eğitiminde bu standartlara ulaşabilmeleri için müfredatlarda hangi düzenlemeler yapmamız gerekiyor, diye de çalışmamız gerekiyor.

BURADA DA HEPİMİZE ÖNEMLİ BİR ÖDEV DÜŞMEKTEDİR DİYE İNANMAKTAYIM

…..

ÖZETLE ifade etmek gerekirse, Ahîler UZUNCA BİR DÖNEM gerek meslek gerekse toplumsal yaşamda örnek insan oldular. Erdemli insan ve erdemli toplumun önemini ortaya koydular. Her Ahî onuruna leke getirmemek yanında sanatında zirveye ulaşmayı ahlakî bir görev kabul etti.

Bizim şiarlarımız da inşallah bunlar olacaktır.

Bu yazı İstanbul Ticaret Üniversitesinde  24 Eylül 2023’de Ahilik haftası dolayısıyla yapılan AHİLİK ANLAYIŞIYLA GÜNÜMÜZE BAKIŞ başlıklı panelin başlangıcında tarafımızdan yapılan konuşmanın metin haline getirilmiş şeklidir.

 

 

TEMMUZ VE MUHARREM AYLARINDA HATIRLAMAMIZ GEREKENLER

 

Tarihte vuku bulmuş hadiselere, olmuş bitmiş hatıralar diye bakmak yerine onların bugüne tesirleri ve tarihi süreç içinde ne tür önemli etkiler meydana getirdikleri tarzında bakmanın yararlı olduğuna inanmaktayız. Bu sebepten bugün vuku bulan olayları daima geçmişten günümüze gelen bir seyir içinde anlamlı bir yere oturtabilmeye çalışmak bizlere daha geniş bir anlayış kazandıracaktır.

Bu genel çerçeve içinde Muharrem ve Temmuz aylarında cereyan etmiş hadiselerden bir bölümünü ele almaya çalıştık.

MUHARREM AYI VE HİCRET

Malumunuz olduğu üzere içinde bulunduğumuz ay HİCRİ takvime göre Muharrem ayıdır. Ayın hareketlerine göre düzenlenen ve diğer adı da KAMERİ ay olan bu takvim, adından da anlaşıldığı üzere Hz Peygamber’in (as) Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç olarak ele almış bir zaman ölçme türüdür. Bilindiği gibi iki takvim arasında bir yıl içinde yaklaşık 10 gün fark bulunmakta ve 33 yılda bir bu fark bir seneye çıkmektadır. Hicri takvimin ayları bu sürede mevsimler arasında dolaşmaktadır.

Bu takvimin özelliği İslam Dini’nde ibadetlerin bir bölümünğn hep takvim içinde yer alan aylara göre düzenlenmiş olmasıdır. Oruç tuttuğumuz Ramazan ayı, Hacc mevsimini ve Kurban Bayramını belirleyen Zilhicce ayı bunlardan bir bölümüdür. İşte Hicri yılın ilk ayı da Muharrem’dir.

Muharrem ayında en başta Hicretin gerçekleşmiş olduğunu zikretmiştim. Her kültür dairesi için önem verilen hassas noktalar olduğu gerçeğinden hareketle mesela Hristiyan Kültüründe Hz İsa’nın doğumu çok önemli olduğundan onun doğumu Miladi takvimin başı kabul edilmiştir. Bizde de Hicret çok önemli neticeler doğurduğundan o hadise Hz Ömer tarafından takvim başı olarak tesbit edilmiştir.

HZ HÜSEYİN VE ARKADAŞLARININ ŞEHADETİ

Yine bu ayda İslam tarihinin en hazin olaylarından biri olan Hz Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesi hadisesi vuku bulmuştur. Bu çok üzücü olay İslam toplulukları arasında maalesef birçok ayrışmaya vesile olmuştur.

Peygamber Efendimizin (as) çok sevdiği iki torunu Hz Hasan ve Hz Hüseyin’i bizler de çok severiz. Onlardan birinin şehid edilmesi hadisesinden derin bir üzüntü duyarız.

İşte Muharrem ayının onuncu günü vuku bulduğu ifade edilen bu günde de başta Hz Hüseyin olmak üzere tüm şehid olanları Rahmetle anar ve bir daha bu tür siyasi ayrışmaların ve acıklı olayların meydana gelmemesi için uyanık olmamız gerektiğini hatırlarız ve birbirimize de hatırlatırız.

Bu vesile ile başta Hz. Hüseyin efendimiz olmak üzere tüm Kerbela Şehitlerine Rahmet diliyoruz.

 10 MUHARREM AŞURE

Tabii bu arada tarihte vuku bulduğuna inandığımız Nuh tufanından sonra da AŞURE yemeğinin yapıldığı ve bu geleneğin işte bu olaya dayandığı ifade edilir.

Bu olayın tarihi olarak 10 Muharrem’de, İslam dünyasının geniş bir bölgesinde halk arasında ve özellikle de tasavvufi gruplarda aşure pişirilip dağıtılır. Bu hadise özellikle İstanbul sosyal kültüründe de çok önemli bir yer edinmiştir.

( Eski İstanbul geleneğinde ilk aşure Sümbülefendi tekkesinde yapılır, Son aşure de Karagümrük Cerrahi Dergahından kaynatılırmış)

 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

Hepimizin üzüntüyle hatırlayacağı üzere 15 Temmuz 2016 tarihinde çok can sıkıcı bir kalkışma hadisesi yaşamıştık. Allah’a şükür ki devlet ve millet el ele verilerek bu hadise bertaraf edildi. Fakat maalesef 250 civarında vatan evladımız şehid oldu, 1000’in üzerinde insanımız yaralandı. Bu kalkışmayı tetikleyenler ülkemize ve insanımıza büyük zarar verdiler. Binlerce insanın telef olmasına sebep oldular. Bunların yatacak yeri yok maalesef.

Fakat bu hadise bir yönüyle de milleti birbirine daha fazla kenetledi. Kötü ve sapık fikirlere karşı teyakkuz kabiliyetimizi arttırdı. Eskiler bazı şer hayır getirir derler ya, bu kötü olayın da inşallah bu tür faydaları olmuştur diye düşünmekteyiz.

NURETTİN TOPÇU’NUN VEFATI

Temmuz ayında tarihte neler olmuş diye hatırlamaya çalışırken, 49 sene önce ( 10 Temmuz 1975) Hakkın Rahmetine kavuşan Nurettin Topçu’yu da zikretmek istiyorum. Topçu Türk düşünce hayatı içinde gerek fikirleri gerek duruşu gerekse de yetiştirdiği öğrencileri itibariyle çok ciddi katkıları olan bir değerimizdi. Ülkemizin gelişimi için Anadoluyu merkeze alan bir kültürün oluşmasını önemserdi. Onun için Mektep ve Muallim çok önemli iki kavramdı.

Bakınız Merhum Topçu Mektep ile ilgili özetle şöyle der: Millet bünyesinde inkılaplar, mektepte başlar ve her milletin kendine özel olan mektebi vardır. Milli mektep, zihniyet ve örfler ile, metodları ve müfredatı ile, terbiye prensipleri ve psikolojik temeller ile, hatta binasının yapı tarzıyla kendini başka milletlerinkinden ayırır.

Muallim yani öğretmeni ise şöyle tarif eder: Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar ve bize sunar; biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhunuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır.

Topçu, Fransa’da Sorbonne’da “İsyan Ahlakı” anlamına gelen “Confirmisme et Revolte” isimli doktora çalışmasından dolayı üniversiteden bir altın saat, Amerika’nın çeşitli bölgelerine  seyahat gibi ödüller almaya hak kazandı. Ancak bu ödüllerin hiçbirini kabul etmeyen Topçu, üniversitenin giriş ve çıkış kulelerinde 24 saat ay yıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istedi. Topçu’nun bu isteği üniversite yönetimi tarafından yerine getirildi.

Onun hayatını daha detaylı öğrenmek isteyenler TDV İslam ansklopedisinde onunla ilgili maddeye bakabilirler, kitaplarına baş vurabilirler…Allah Rahmet eylesin

KIBRIS BARIŞ HAREKATI

Temmuz ayında hatırlamamız gereken önemli bir diğer olay da 20 Temmuz 1974 tarihinde Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a yönelik Barış Harekatı düzenlemesidir. Kıbrıs’ta 1960 yılında kurulan ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantör olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti dengeli bir yönetim sağlayamıyordu. Adadaki Türklerin hakları korunamaz olmuştu. Tüm bunlara ilave olarak Yunan cuntasının desteğini arkasına alan EOKA lideri Nikos Sampson, 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla başlatılan Enosis hareketinin önderlerinden Makarios’a karşı darbe yapıp iktidarı ele geçirmişti.

15 Temmuz 1974’de yaşanan iç darbe sonrası, Türkiye süreci yakından izlemeye başlamıştı. Dozu gittikçe artan insanlık dışı katliamlar karşısında askeri harekâta karar verildi. Bu konuda İngiltere ile ortak hareket edilme yolları araştırıldı. Bunda muvaffak olunamayınca tek çare olarak 20 Temmuz 1974’de askeri harekata başlandı.

Bu harekat sonrası adadaki Türkler ayrı bir varlık olarak kendi devletlerini kurdular. Türkiye garantörlük hakkını kullanarak sürece müdahale etmişti. O günden bu yana Türkiye adaki gelişmeleri yakinen takip etmekte ve Kıbrıslı Türklere ciddi oranda destek sağlamaktadır.

11 TEMMUZ 1995 SIRPLARIN SREBRENİTSA KATLİAMI

Yugoslavya’nın dağılmasından sonra patlak veren Bosna Savaşı sırasında 1992-95 yılları arasında Bosna’nın doğu tarafı sistematik olarak yürütülen büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz kalmıştır. Burada tüm dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri Boşnaklara karşı maalesef her türlü savaş suçunu işlemişler dünya da bunu seyretmiştir.

Srebrenitsa Katliamı

Sırp saldırılarından kaçan binlerce Boşnak, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen ve 400 Hollandalı barış gücü askeri tarafından korunan Srebrenitsa’ya sığınmışlardı. Sığınmacılardan yaklaşık 25.000’i, barış gücü askerlerince Srebrenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki Potaçari’de bulunan bir fabrikaya yerleştirilmişlerdi.

Fabrikadaki savunmasız binlerce Boşnak, Hollandalı askerlerce 11 Temmuz 1995’te Sırp Kasabı adıyla maruf Ratko Miladiç komutasındaki Sırp askerlerine teslim edildiler. Askerler 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları da diğer yana ayırdılar. Kadınlara tecavüz edildi, erkekler ise kamyon ve otobüslere doldurularak ölüme götürüldü.

 

Srebrenitsa’daki kıyımdan Tuzla’ya kaçmaya çalışan 12.000’i aşkın Boşnak, Müslüman, dağlık yol üzerinde pusu kuran keskin nişancı Sırp askerleri tarafından âdeta tek tek avlandılar.

Dağlardaki bu zorlu kaçış yolundan yaklaşık 3.000 kişi sağ olarak Tuzla’ya ulaşabildi. Srebrenitsa’dan Tuzla’ya uzanan yolda 10 gün içerisinde 10.000’den fazla kişi katledildi.

Srebrenitsa’da yaşanan bu katliam Avrupa’da hukuksal olarak belgelenen ilk soykırım olarak tarihe geçti. Bu soykırımı Avrupalı güçlerin silahsız Müslümanları Sırplara göz göre katlettirdikleri utanç verici bir hadise olarak tarihte yerini almıştır.

Tarihi süreçte vuku bulan bu olay maalesef sadece tarihte kalmamış kötü bir örneği de 2023 yılı Ekim ayından bugüne kadar Gazze’de Siyonist güçlerin silahsız halka yönelik saldırılarıyla adeta tekrar yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Yine dünyanın büyük güçleri bu olaya etkili bir şekilde müdahale etmemektedirler.

Sonuç olarak, Temmuz ve Muharrem ayları içinde geçmiş dönemlerde meydana gelen bir kaç hadisede de görüldüğü üzere bugün olduğu gibi de dün de zalimler fırsat buldukları zaman zulüm ve adaletsizliklerini tatbik etmektedirler. Hakkın ve adaletin yanında olanların vazifesi de zulme ve zalimlere karşı ellerinden geldiği ölçüde karşı koymaları, engellemeye çalışmaları ve mazlumun yanında yer almalarıdır. Tarih bu ve buna benzer çok sayıda örneklerle doludur.

Merhum Nurettin Topçu’nun verdiği ders ise nitelikli insanların daima iz bırakmaları ve bırakılan izlerin de yıllar geçse de müsbet tesirlerini devam ettiriyor olmasıdır.

Allah (cc) merhum Nurettin Topçu gibi güzel örneklerin sayılarını arttırsın.