TARİHTE TEMMUZ AYI OLAYLARINI DEĞERLENDİRİRKEN

11 TEMMUZ 1995, SREBRENİTSA KATLİAMI

Temmuz ayı içinde çok sayıda zikredilmesi gereken tarihi olay bulunmaktadır.

Bu yazımızda birkaç tanesini ele alarak günümüzle ilgili boyutlarıyla beraber bazı noktalara temas edeceğiz.

Öncelikle yirmibeş yıl önce yaşanmış ve acısı ilk günkü gibi  canlı duran  bir olayın yıldönümü ile başlamak istiyoruz.

1991 ile 1995 yılları arasında tüm şiddetiyle süren Bosna Savaşı’nın en karanlık günlerinin başında gelen 11 Temmuz 1995 Srebrenitsa Katliamından söz ediyoruz.

Bu tarihte Sırplar tarafından Birleşmiş Milletler koruması altındaki “güvenli bölge” ilan edilmiş Srebrenitsa’da, yaklaşık 8.400 Müslüman Boşnak — erkek, kadın, çocuk — katledilmişti.

Birleşmiş Milletler adına bölgede görev yapan Hollandalı askerler, ne yazık ki bu katliamı engelleyemediler veya engellemediler, diye de ifade edebiliriz. Diğer batılı ülkeler de bu olaya maalesef sadece seyirci kaldılar. O bölgedeki Müslümanların silahları toplandı, Sırpların adeta önü açıldı ve bu insanlık dışı kıyım göz göre göre yaşandı.

Bu soykırım, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan en büyük insanlık suçu olarak tarihe geçmiştir. Ne yazık ki Srebrenitsa’da yaşanan soykırım Bosna Savaşındaki tek vahşet değildi.

Örneğin, 1993 yılında Ahmići kasabasında 116 kişi bir camiye doldurulup yakılmıştı. Binlerce Boşnak Müslüman kardeşimiz keskin nişancıların ateşleriyle vurulmuştu. Onların izlerini hala Saraybosna sokaklarında görebilmek mümkün…. Bu savaş sırasında Saraybosna, tam 44 ay işgal altında kaldı.

Bosna Savaşı’nın hatırlattığı acılar, insanın içine adeta bir hançer gibi saplanıyor. Ama ne yazık ki bu olay zulümler zincirinin son halkası olmadı.

Zalimlik, her çağda, farklı kılıklar ve isimler altında kendini göstermeye devam ediyor.

ZULMÜN GÜNÜMÜZDEKİ UZANTISI GAZZE KUŞATMASI

Bugün de benzer bir tablo, ne yazık ki Gazze’de yaşanıyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana 2,5 milyon insanın yaşadığı Gazze’de, siyonist güçler sivilleri hedef alıyor. Evleri, iş yerlerini, hastaneleri, okulları yani aklınıza ne gelirse ayırt etmeden ateş altında tutuyorlar.  Bu nasıl bir zulüm! İnsan olanın havsalasının alamayacağı bir olay. Abluka sürüyor, yardımlar engelleniyor, bir insanlık trajedisi gözlerimizin önünde yaşanıyor.

Yazıklar olsun ki zalimler değişiyor ama zulümün biçimi değişmiyor.

KERBELA VAK’ASI

Geçtiğimiz günlerde yıldönümünü hüzünle andığımız bir başka acı olay da Kerbela faciasıdır

Bu yıl Hicri takvimde 10 Muharrem günü, miladi 5 Haziran’a denk geldi.

Bu tarih, Peygamber Efendimizin (as) çok sevdiği torunlarından biri olan Hz. Hüseyin’in, o dönemin halifesi Yezid’in ordusu tarafından Kerbela’da şehit edilişinin yıldönümüdür.

Susuz bırakılan, kuşatma altına alınıp katledilen Hz.Hüseyin’in başı kesilmiş ve saraya götürülerek teşhir edilmiştir.

Bu hazin olay, İslâm tarihinde siyasi ayrışmaların nelere mal olabileceğinin çarpıcı ve çok hüzünlü bir örneğidir.

Tesiri yüzyıllar boyu devam eden ve edecek olan ibretli bir vakıa olarak tarihteki yerini almıştır.  

BOSNA HERSEK SEYAHATİMİZ VE AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

Bu iki trajik olaya birazdan yeniden döneceğiz.

Şimdi sizlere kısa süre önce ailece yaptığımız Bosna seyahatinin bir bölümünden  bahsetmek istiyorum.

Haziran ayının son haftasında birkaç günlüğüne Bosna-Hersek’e gittik.Orada bizi çok derinden etkileyen bir organizasyona katıldık: Ayvaz Dede Şenlikleri.

Ayvaz Dede, Osmanlı’nın Bosna’yı fethetmeden önce bu topraklara İslâm’ı anlatmak için gelmiş, Manisa Akhisarlı bir derviştir.

Rivayete göre kuraklık çeken Boşnaklarla birlikte yağmur duasına çıkar ve çevresindekilerin inanışına göre duası kabul olur: Çünkü anlatıldığına göre bir kaya yarılır ve içinden su fışkırır.

Bu hadise, Ayvaz Dede’yi halkın gönlünde çok özel bir yere taşır.

Bosna halkının İslâm ile müşerref olmasına etki eden en önemli figürlerden biri olmuştur Ayvaz Dede. Ve onun anısına 515 yıldır bu şenlikler düzenlenmektedir.

28 Haziran günü, Donja Vakuf adlı kasabada Bosna’nın çeşitli şehirlerinden ve bölgelerinden gelen binlerce insan, geleneksel kıyafetleriyle, mehter takımları ve izci grupları eşliğinde atlar üzerinde geçit töreni yaptılar.

Ertesi sabah, Prusaç kasabasından başlayan yaklaşık 8 km’lik yürüyüşle Ayvaz Dede’nin suyu bulduğu tepeye çıktılar.

Burada Dualar edildi, beraberce öğle namazı kılındı.

Bölgenin saygın din adamları, kanaat önderleri, sancaktarlar hep birlikte bu yürüyüşe katıldılar.

Biz de ailecek bu törenin ilk günlü kısmına iştirak ettik. Geçit resmi yapanların ve onları izleyenlerin coşkusu muhteşemdi. Çok etkilendik. Boşnak kardeşlerimiz bizlere büyük bir misafirperverlik gösterdiler.

Bu tören, manevi ve kültürel değerler etrafında şekillenen milli birliğin en güzel örneklerinden biriydi.

2001 yılında da bu yürüyüşün ikinci kısmına; Prusac’dan Ayvazoviça’ya yani tepeye giden 8 km’lik güzergaha katılmıştım.

Bu sene yeniden orada olmak, bende derin etkiler bıraktı. Zihnimde bazı şeyler daha berrak bir şekilde yerli yerine oturdu.

Bu şenlik, Boşnak halkının manevi bağlarla nasıl birbirine tutunduğunu ve bu bağların da onları nasıl ayakta tuttuğunu gösteriyor.

Onlarca katliama, savaşa ve yıkıma rağmen benliğini muhafaza etmiş ve dimdik durabilmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Burada dayandıkları temel; maneviyat, geleneksel değerler, imana dayalı bir bakış açısı…

MADDİ VATAN MANEVİ VATAN

Şimdi, bu noktada Osmanlı’nın son dönem sadrazamlarından Sait Halim Paşa’nın “Vatan” tanımına değinmek istiyorum.

Paşa, birbiriyle sıkı sıkıya bağlı olması gereken iki vatan tanımı yapıyor: Maddi Vatan ve Manevi Vatan.

Maddi vatan; ülkenin sınırları, askeri gücü, ekonomik durumu gibi somut unsurlardır.

Manevi vatan ise bir toplumu ayakta tutan, onu millet yapan değerlerdir; din, ahlâk, kültür ve gelenekler gibi…

Paşa der ki:

“Eğer manevi vatana sahip çıkmazsanız maddi vatan ne kadar güçlü olursa olsun sonunda mazallah yıkılabilir. Her ikisine de aynı oranda önem vermek gerekir.”

Bosna’daki Ayvaz Dede şenliklerinde gördük ki manevi vatan orada hâlâ çok güçlü.

Belki de bu yüzden onca acıya rağmen hâlâ ayaktalar.

İTO TUSAŞ TEDARİKÇİ ORGANİZASYONU

Geçtiğimiz hafta İstanbul Ticaret Odamızda bu düşünceleri başka bir zeminde yeniden hatırlatacak mahiyette bir organizasyona iştirak ettik..

Burada TUSAŞ ( Türkiye Uzay Sanayii AŞ) Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Cihad Vardan ve ekibiyle bir araya geldik.

Bizlere, Türkiye’nin havacılık ve savunma sanayisinde geldiği noktayı anlattılar.

Kendi uçağını, kendi helikopterini, kendi mühimmatını üreten bir Türkiye’nin somut işaretlerini görmek bizleri gururlandırdı.

Bu organizasyonla İTO olarak bu alanda çalışan üyelerimizin TUSAŞ ile verimli bir iş birliği kurmaları için zemin oluşturmaya çalışıyoruz.

Yerli ve millî üretimin artması, savunma sanayimizin güçlenmesi hepimizin ortak hedefi.

Ben de hoş geldiniz, konuşmamda şunları ifade ettim: Biz, başka ülkelere saldırmak için değil kendi vatanımızı ve huzurumuzu korumak için güçlü olmalıyız. Çünkü asıl olan kendi ülkemizde huzur ve güven içinde yaşamaktır. Başka ülkelerin topraklarına göz koymamaktır. Lakin güçlü olup düşmalara caydırıcı etki etmek de çok önemlidir.

Bu bağlamda hekim ve şair Abdülhak Molla’nın şu beytini sizlere hatırlatmak istiyorum:

“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh,

Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salâh.”

Yani:

“Bütün devletler şu ibretlik söze uyarak zafer ve selâmete ererler.

Eğer barış ve huzur istiyorsan daima savaşa hazır olmalısın.”

Eğer maddi gücümüz ve savunma ekipmanlarımız yeterli değilse Bosna’da olduğu gibi, Gazze’de olduğu gibi, Kerbela’da olduğu gibi birgün özgürlüğümüz tehlikeye girebilir.

Topraklarımız elimizden alınabilir, çocuklarımız yetim kalabilir.

SONUÇ OLARAK SÖZLERİMİ ŞÖYLE TOPARLAYABİLİRİM

Bosna seyahatimiz, manevi değerlerin bir toplumu nasıl ayakta tuttuğunu bize bir kez daha gösterdi.

Srebrenitsa katliamını hatırlarken , zalimlerin kötülük yolunda nasıl organize olabileceğini ve acıma duygularının nasıl körelebildiğini açık seçik müşahade ettik

Kerbela faciası, zalimliğin ne denli ileri boyutlara varabildiğini göstermesi açısında ibret verici bir olay.

TUSAŞ ile yapılan toplantı da ülke olarak Elhamdülillah kendi savunma araçlarımızı üretebilme konusunda ümitvar olmamız gereğini bize bir defa daha  hissettirdi

Unutmayalım,

Ekonomik ve askeri güç, manevi değerlerle birleşirse ancak o zaman güçlü bir millet olabiliriz.

Sait Halim Paşa’nın tarif ettiği gibi:

Maddi ve Manevi Vatan birlikte yaşarsa millet yaşar, devlet yaşar..

Son olarak şu dua ve dileklerle sözlerimi tamamlamak istiyorum:

İnşallah zalimlerden olmayız, inşallah zulme direnenlerden oluruz. Zulüm görenlere yardım edenlerden oluruz..

Yezid’in sarayında şehit ağabeyi Hasan için hakkı savunan Hz. Zeynep annemize,

Bosnalılara, Gazzelilere, tüm şehit ve gazilere selam olsun…

Ülkemiz için katma değer üreten işlerde hep birlikte yer almayı ve yöneticilerimizin bu birlik ve beraberliğe katkı sunacak kararlar almasını temenni ediyoruz.

Son olarak birkaç gün sonra 15 Temmuz kalkışmasının dokuzuncu yıldönümünde bu meş’um olayı hatırlayacağız. Bu noktada duamız odur ki bu ülkenin kötülüğüne çalışanların Allah (cc) iki yakalarını bir araya getirmesin. Amin

TEMMUZ VE MUHARREM AYLARINDA HATIRLAMAMIZ GEREKENLER

 

Tarihte vuku bulmuş hadiselere, olmuş bitmiş hatıralar diye bakmak yerine onların bugüne tesirleri ve tarihi süreç içinde ne tür önemli etkiler meydana getirdikleri tarzında bakmanın yararlı olduğuna inanmaktayız. Bu sebepten bugün vuku bulan olayları daima geçmişten günümüze gelen bir seyir içinde anlamlı bir yere oturtabilmeye çalışmak bizlere daha geniş bir anlayış kazandıracaktır.

Bu genel çerçeve içinde Muharrem ve Temmuz aylarında cereyan etmiş hadiselerden bir bölümünü ele almaya çalıştık.

MUHARREM AYI VE HİCRET

Malumunuz olduğu üzere içinde bulunduğumuz ay HİCRİ takvime göre Muharrem ayıdır. Ayın hareketlerine göre düzenlenen ve diğer adı da KAMERİ ay olan bu takvim, adından da anlaşıldığı üzere Hz Peygamber’in (as) Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç olarak ele almış bir zaman ölçme türüdür. Bilindiği gibi iki takvim arasında bir yıl içinde yaklaşık 10 gün fark bulunmakta ve 33 yılda bir bu fark bir seneye çıkmektadır. Hicri takvimin ayları bu sürede mevsimler arasında dolaşmaktadır.

Bu takvimin özelliği İslam Dini’nde ibadetlerin bir bölümünğn hep takvim içinde yer alan aylara göre düzenlenmiş olmasıdır. Oruç tuttuğumuz Ramazan ayı, Hacc mevsimini ve Kurban Bayramını belirleyen Zilhicce ayı bunlardan bir bölümüdür. İşte Hicri yılın ilk ayı da Muharrem’dir.

Muharrem ayında en başta Hicretin gerçekleşmiş olduğunu zikretmiştim. Her kültür dairesi için önem verilen hassas noktalar olduğu gerçeğinden hareketle mesela Hristiyan Kültüründe Hz İsa’nın doğumu çok önemli olduğundan onun doğumu Miladi takvimin başı kabul edilmiştir. Bizde de Hicret çok önemli neticeler doğurduğundan o hadise Hz Ömer tarafından takvim başı olarak tesbit edilmiştir.

HZ HÜSEYİN VE ARKADAŞLARININ ŞEHADETİ

Yine bu ayda İslam tarihinin en hazin olaylarından biri olan Hz Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesi hadisesi vuku bulmuştur. Bu çok üzücü olay İslam toplulukları arasında maalesef birçok ayrışmaya vesile olmuştur.

Peygamber Efendimizin (as) çok sevdiği iki torunu Hz Hasan ve Hz Hüseyin’i bizler de çok severiz. Onlardan birinin şehid edilmesi hadisesinden derin bir üzüntü duyarız.

İşte Muharrem ayının onuncu günü vuku bulduğu ifade edilen bu günde de başta Hz Hüseyin olmak üzere tüm şehid olanları Rahmetle anar ve bir daha bu tür siyasi ayrışmaların ve acıklı olayların meydana gelmemesi için uyanık olmamız gerektiğini hatırlarız ve birbirimize de hatırlatırız.

Bu vesile ile başta Hz. Hüseyin efendimiz olmak üzere tüm Kerbela Şehitlerine Rahmet diliyoruz.

 10 MUHARREM AŞURE

Tabii bu arada tarihte vuku bulduğuna inandığımız Nuh tufanından sonra da AŞURE yemeğinin yapıldığı ve bu geleneğin işte bu olaya dayandığı ifade edilir.

Bu olayın tarihi olarak 10 Muharrem’de, İslam dünyasının geniş bir bölgesinde halk arasında ve özellikle de tasavvufi gruplarda aşure pişirilip dağıtılır. Bu hadise özellikle İstanbul sosyal kültüründe de çok önemli bir yer edinmiştir.

( Eski İstanbul geleneğinde ilk aşure Sümbülefendi tekkesinde yapılır, Son aşure de Karagümrük Cerrahi Dergahından kaynatılırmış)

 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

Hepimizin üzüntüyle hatırlayacağı üzere 15 Temmuz 2016 tarihinde çok can sıkıcı bir kalkışma hadisesi yaşamıştık. Allah’a şükür ki devlet ve millet el ele verilerek bu hadise bertaraf edildi. Fakat maalesef 250 civarında vatan evladımız şehid oldu, 1000’in üzerinde insanımız yaralandı. Bu kalkışmayı tetikleyenler ülkemize ve insanımıza büyük zarar verdiler. Binlerce insanın telef olmasına sebep oldular. Bunların yatacak yeri yok maalesef.

Fakat bu hadise bir yönüyle de milleti birbirine daha fazla kenetledi. Kötü ve sapık fikirlere karşı teyakkuz kabiliyetimizi arttırdı. Eskiler bazı şer hayır getirir derler ya, bu kötü olayın da inşallah bu tür faydaları olmuştur diye düşünmekteyiz.

NURETTİN TOPÇU’NUN VEFATI

Temmuz ayında tarihte neler olmuş diye hatırlamaya çalışırken, 49 sene önce ( 10 Temmuz 1975) Hakkın Rahmetine kavuşan Nurettin Topçu’yu da zikretmek istiyorum. Topçu Türk düşünce hayatı içinde gerek fikirleri gerek duruşu gerekse de yetiştirdiği öğrencileri itibariyle çok ciddi katkıları olan bir değerimizdi. Ülkemizin gelişimi için Anadoluyu merkeze alan bir kültürün oluşmasını önemserdi. Onun için Mektep ve Muallim çok önemli iki kavramdı.

Bakınız Merhum Topçu Mektep ile ilgili özetle şöyle der: Millet bünyesinde inkılaplar, mektepte başlar ve her milletin kendine özel olan mektebi vardır. Milli mektep, zihniyet ve örfler ile, metodları ve müfredatı ile, terbiye prensipleri ve psikolojik temeller ile, hatta binasının yapı tarzıyla kendini başka milletlerinkinden ayırır.

Muallim yani öğretmeni ise şöyle tarif eder: Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar ve bize sunar; biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhunuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır.

Topçu, Fransa’da Sorbonne’da “İsyan Ahlakı” anlamına gelen “Confirmisme et Revolte” isimli doktora çalışmasından dolayı üniversiteden bir altın saat, Amerika’nın çeşitli bölgelerine  seyahat gibi ödüller almaya hak kazandı. Ancak bu ödüllerin hiçbirini kabul etmeyen Topçu, üniversitenin giriş ve çıkış kulelerinde 24 saat ay yıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istedi. Topçu’nun bu isteği üniversite yönetimi tarafından yerine getirildi.

Onun hayatını daha detaylı öğrenmek isteyenler TDV İslam ansklopedisinde onunla ilgili maddeye bakabilirler, kitaplarına baş vurabilirler…Allah Rahmet eylesin

KIBRIS BARIŞ HAREKATI

Temmuz ayında hatırlamamız gereken önemli bir diğer olay da 20 Temmuz 1974 tarihinde Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a yönelik Barış Harekatı düzenlemesidir. Kıbrıs’ta 1960 yılında kurulan ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantör olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti dengeli bir yönetim sağlayamıyordu. Adadaki Türklerin hakları korunamaz olmuştu. Tüm bunlara ilave olarak Yunan cuntasının desteğini arkasına alan EOKA lideri Nikos Sampson, 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla başlatılan Enosis hareketinin önderlerinden Makarios’a karşı darbe yapıp iktidarı ele geçirmişti.

15 Temmuz 1974’de yaşanan iç darbe sonrası, Türkiye süreci yakından izlemeye başlamıştı. Dozu gittikçe artan insanlık dışı katliamlar karşısında askeri harekâta karar verildi. Bu konuda İngiltere ile ortak hareket edilme yolları araştırıldı. Bunda muvaffak olunamayınca tek çare olarak 20 Temmuz 1974’de askeri harekata başlandı.

Bu harekat sonrası adadaki Türkler ayrı bir varlık olarak kendi devletlerini kurdular. Türkiye garantörlük hakkını kullanarak sürece müdahale etmişti. O günden bu yana Türkiye adaki gelişmeleri yakinen takip etmekte ve Kıbrıslı Türklere ciddi oranda destek sağlamaktadır.

11 TEMMUZ 1995 SIRPLARIN SREBRENİTSA KATLİAMI

Yugoslavya’nın dağılmasından sonra patlak veren Bosna Savaşı sırasında 1992-95 yılları arasında Bosna’nın doğu tarafı sistematik olarak yürütülen büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz kalmıştır. Burada tüm dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri Boşnaklara karşı maalesef her türlü savaş suçunu işlemişler dünya da bunu seyretmiştir.

Srebrenitsa Katliamı

Sırp saldırılarından kaçan binlerce Boşnak, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen ve 400 Hollandalı barış gücü askeri tarafından korunan Srebrenitsa’ya sığınmışlardı. Sığınmacılardan yaklaşık 25.000’i, barış gücü askerlerince Srebrenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki Potaçari’de bulunan bir fabrikaya yerleştirilmişlerdi.

Fabrikadaki savunmasız binlerce Boşnak, Hollandalı askerlerce 11 Temmuz 1995’te Sırp Kasabı adıyla maruf Ratko Miladiç komutasındaki Sırp askerlerine teslim edildiler. Askerler 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları da diğer yana ayırdılar. Kadınlara tecavüz edildi, erkekler ise kamyon ve otobüslere doldurularak ölüme götürüldü.

 

Srebrenitsa’daki kıyımdan Tuzla’ya kaçmaya çalışan 12.000’i aşkın Boşnak, Müslüman, dağlık yol üzerinde pusu kuran keskin nişancı Sırp askerleri tarafından âdeta tek tek avlandılar.

Dağlardaki bu zorlu kaçış yolundan yaklaşık 3.000 kişi sağ olarak Tuzla’ya ulaşabildi. Srebrenitsa’dan Tuzla’ya uzanan yolda 10 gün içerisinde 10.000’den fazla kişi katledildi.

Srebrenitsa’da yaşanan bu katliam Avrupa’da hukuksal olarak belgelenen ilk soykırım olarak tarihe geçti. Bu soykırımı Avrupalı güçlerin silahsız Müslümanları Sırplara göz göre katlettirdikleri utanç verici bir hadise olarak tarihte yerini almıştır.

Tarihi süreçte vuku bulan bu olay maalesef sadece tarihte kalmamış kötü bir örneği de 2023 yılı Ekim ayından bugüne kadar Gazze’de Siyonist güçlerin silahsız halka yönelik saldırılarıyla adeta tekrar yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Yine dünyanın büyük güçleri bu olaya etkili bir şekilde müdahale etmemektedirler.

Sonuç olarak, Temmuz ve Muharrem ayları içinde geçmiş dönemlerde meydana gelen bir kaç hadisede de görüldüğü üzere bugün olduğu gibi de dün de zalimler fırsat buldukları zaman zulüm ve adaletsizliklerini tatbik etmektedirler. Hakkın ve adaletin yanında olanların vazifesi de zulme ve zalimlere karşı ellerinden geldiği ölçüde karşı koymaları, engellemeye çalışmaları ve mazlumun yanında yer almalarıdır. Tarih bu ve buna benzer çok sayıda örneklerle doludur.

Merhum Nurettin Topçu’nun verdiği ders ise nitelikli insanların daima iz bırakmaları ve bırakılan izlerin de yıllar geçse de müsbet tesirlerini devam ettiriyor olmasıdır.

Allah (cc) merhum Nurettin Topçu gibi güzel örneklerin sayılarını arttırsın.