İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ NE KADAR GEÇERLİ BİR BELGE?

 

İkinci Dünya Savaşı insanlık tarihinde şahit olunan en büyük toplu savaşların başlarında gelmektedir. İsmi üstünde “Dünya Savaşı”.

Bu Savaş sonrası dünyada yeni bir denge kurulmuş,neredeyse her konu üzerinde ayrı ayrı oluşumlar vücuda getirilmiştir.

İşte bugün bahsedeceğimiz İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de bu metinlerden birisidir. Aralık ayının 10’u itibariyle, 10 Aralık 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 76’ncı yıldönümündeyiz.

Bu bildirge; din, dil, ırk, cinsiyet, coğrafya ayrımı gözetmeden her insanın onur, hayat, özgürlük ve adalet hakkına sahip olduğunu ilan eden tarihî bir metindir.

İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımı sonrası insanlık, “bir daha asla” diyerek bu ortak ahlakî ve hukukîçerçeveyi dünya kamuoyunun önüne koymuştur.

Ancak bugün, 76 yıl sonra şu soruyu dürüstlükle sormak zorundayız:

Bu bildirge bugün gerçekten ne kadar hayata geçirilebiliyor?

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi evrensel değerleri savunur; fakat uygulamaya baktığımızda özellikle dünyanın güçlü devletleri için bu evrenselliğin çoğu zaman “seçmeli” olduğunu görüyoruz.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip beş daimi üyesi,

— ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa çoğu zaman insan haklarını değil kendi jeopolitik çıkarlarını öne almaktadırlar

Veto mekanizması ise ağır insan hakları ihlalleri karşısında dahi uluslararası sistemi kilitleyen bir yapıya dönüşmüştür.

Bu ülkelerin tarihlerinde toplulukları yok eden ne kadar büyük zalimliklerin olduğunu da burada hatırlamamız gerekiyor.

Bu noktada izninizle yakın geçmişte tanık olduğumuz uluslararası sistemden çarpıcı birkaç örnek vermek istiyorum

BAZI ÖRNEKLER

1/ Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Bosna Savaşı ve Srebrenitsa katliamıdır…

BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenitsa’da BM askerlerinin gözü önünde 8 binden fazla Müslüman Boşnak erkek ve çocuk katledildi.

Sonradan bu olay “Soykırım” olarak tanındı ama o gün, ne diplomatik irade ne de askeri kararlılık gösterildi.

Burada trajedi sadece yaşanan katliam değildir.

Trajedi şudur:

İnsan haklarını korumakla yükümlü sistemin, ihtiyaç duyulan anda işlemez hâle gelmesidir…

 

2/ Diğer örneğimiz maalesef iki yıldan fazladır sürekli gündemimizde yer alan GAZZE’dir

2023’ten bu yana Gazze’de yaşananlar da benzer bir sorgulamayı yeniden gündeme getiriyor.

On binlerce sivil yaşamını yitirdi. Hastaneler, okullar, yaşam alanları yok edildi. Milyonlarca insan yerinden edildi.

Peki dünya ne yaptı?

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ateşkes ve insanî yardım çağrılarını defalarca gündemine aldı ancak veto mekanizması nedeniyle etkili kararlar alınamadı.

Burada mesele yalnızca bir ülke ya da bir çatışma değildir.

Mesele şudur:

İnsan hakları, büyük güçlerin müttefikleri söz konusu olduğunda askıya mı alınmaktadır?

Son dönemlerde bir umut belirdi ve ateşkes ilan edildi. Fakat zalim İsrail, insan hak ve hukuku, anlaşma, ateşkes  gibi hiç bir kural ve kaideyi tanımıyor ve sözde güçlü ülkeler yine sessiz kalıyor

3/ Bir diğer ağır örnek ise Doğu Türkistan’dır.

BM raporları; kitlesel gözaltılar, zorla çalıştırma, dini ve kültürel baskılar gibi uygulamaların insanlığa karşı suçlar düzeyine ulaşmış olabileceğini ortaya koydu.

Ama dünya büyük ölçüde sessiz. Neden?

Çünkü ihlaller, küresel sistemde ekonomik ve siyasi gücü yüksek bir ülke tarafından yapılıyor.

BİR ÜMİT VAR MI?

Bu da bize şunu gösteriyor:

İnsan hakları evrensel bir ilke olmaktan ziyade, güç ilişkilerine bağlı bir söyleme dönüşme riskiyle karşı karşıya.

Peki çözüm ne? Burada karamsarlığa kapılmak kolay.

Ama kapılmamalıyız?

Ümit daima var olmalı…

Asıl sorumluluk tam da burada başlıyor.

Birkaç teklif öne sürelim;

Bu 5 ülkenin VETO hakkını tartışmaya açabilmeliyiz…

1. Veto mekanizması sınırlandırılmalıdır.

Soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda bu BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinin veto hakkı askıya alınabilmelidir.

2. Uluslararası ceza hukuku güçlendirilmelidir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi ve benzeri kurumların kararları, gerçekten herkes ve her ülke için bağlayıcı olmalıdır.

3. İnsan Haklarına riayet , ticaretin ve silah anlaşmalarının şartı olmalıdır.

Ağır ihlaller yapan rejimlerle yapılan ekonomik ve askeri iş birlikleri sorgulanmalıdır.

4. Sivil toplum ve belgeleme hayatî öneme sahip. Buna azami dikkat edilmelidir.

Hak ihlalleri belgelenmedikçe, görünür olmadıkça hesap sorulamıyor. Bu sebepten etkili ve ısrarlı bir belgelendirme çalışması yapılmalıdır

5. Evrensellik ilkesinden sapılmamalıdır.

İnsan hakları, “bizimkiler” ve “ötekiler” ayrımıyla savunulamaz. Bir Hak gasbı varsa bu samimiyetle gündeme getirilebilmelidir

Aksi hâlde bu hak değil propaganda olur.

Sonuç olarak; İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bir metinden ibaret değildir. Öyle kalmamalıdır. İşletilmeldir……

O, insanlığın kendi vicdanına yazdığı bir nottur.

Bugün bu metnin eksik uygulanmasını konuşabiliyorsak bu hâlâ elimizde bir ölçü ve itiraz zemini olduğu içindir.

Sorun bildirgede değil sorun gücün, hukukun önüne geçirilmesindedir.

Bir daha altını çizelim;

Hak ve hukuk özellikle insanın konu olduğu hak konusu daima üstün olmalı, güç onun önüne geçmemelidir.

Ama bu mümkün olabiliyor mu? İşte asıl sorun da bu.

Görebildiğimiz kadar hakiki görevimizi şöyle formüle edebiliriz

İnsan haklarını sadece hatırlandıkları günlerde değil, güç ilişkilerinin zorladığı anlarda savunabilmeliyiz

HOBBES MU HAKLI, KANT MI HAKLI?

Uluslararası ilişkileri incelerken kabaca iki ana yaklaşımdan bahsediler

Birisi İngiliz fikir adamı Thomas Hobbes’un güce dayalı yaklaşımı. O der ki ülkeler hep gücün hakim olduğu bir tavır içinde olurlar. Bu işin realitesi budur.

Diğeri de Alman düşünürün Kant’ın yaklaşımı. Uluslararası sistemi hukuk kuralları üzerine oturtalım ki huzur ve sükun daim olsun.

Bu gün var olan maalesef Hobbes’un yaklaşımı.

Ama olması gerek isen Kantın yaklaşımıdır. Bunu öne çıkarmaya gayret edilmelidir ki barış kalıcı olabilsin…

Satırlarıma, herşeye rağmen barış ve huzurun hâkim olduğu, haksızlıkların ve sömürünün değil adaletin öne çıktığı bir dünya hayalimizi muhafaza etmenin  önemli olduğunu vurgulayarak son vermek istiyorum

Bir Güvercin Hikayesinin Düşündürdükleri

Bu hafta okuduğum bir yazıda bir güvercin hikayesine rastladım ve o hikaye bende bazı çağrışımlar uyanmasına yol açtı

Bu yazıda onları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hikaye şöyle…

Bir güvercin, yuvasındaki kokudan rahatsız olurmuş.

“Bu yuvada huzur yok,” diyerek sürekli yeni yuvalara göç edermiş.

Her defasında umutla yerleşir, fakat kısa süre sonra yine aynı kokudan şikâyet edip başka diyarlara uçarmış.

Bir gün yaşlı ve hikmet sahibi bir güvercine dert yanmış:

“Nereye gitsem aynı koku var. Sorun yuvalarda olmalı. Siz ne dersiniz?”

Yaşlı güvercin tebessüm etmiş: 

“Evlat…Yuvalar değişiyor ama koku hep seninle geliyorsa,

Sorun yuvada değil; sendedir.

Yuvayı düzeltmek isteyen, önce kendisini arındırmalıdır.”

Ve şöyle eklemiş:

“Unutma; bir ülke de yuvaların toplamıdır.

Her kuş kendi payını temizlemeden gökyüzü güzel kokmaz.”

Bu hikayeyi günümüze uyarlarsak…

Bu hikâyeyi bugüne ve kendimize uyarlarsak şu  tarz bir yorumlama yapabiliriz?

Bugün ülkemizin ekonomik gidişatında daralma, gelir ve fırsat eşitsizliği, toplumsal kırılganlık ve güven eksikliği başta olmak üzere birçok sıkıntıdan şikayet ediyoruz;

Peki bunların düzelmesi için yalnızca devreye sokulan çeşitli politikalar ve planlar yeterli oluyor mu?

Görüyoruz ve bizatihi yaşıyoruz ki maalesef yetmiyor

Peki lazım olan ne?

İnsanların ve onların bazı temel özelliklerinin  iyileşmesi gerekiyor.

Çünkü ekonomi sadece para değil, bir zihniyet ve kültür düzenidir:

• Güven kültürü

• Ahlak ve liyakat kültürü

• Emeğe değer verme kültürü

• Ortak iyilik ve verimlilik kültürü

• Kurumsal şeffaflık ve kapasite kültürü

Bu alanlarda bozulma olursa, finansal göstergeler de beraberinde bozulur gider.

Hikâyeyi ülkemize uyarlarsak:

“Her değişimde sorunlarımız istediğimiz oranda düzelmiyorsa yani güvercinin yuvası misali koku aynı kalıyorsa, o zaman demek ki sorun değiştirilen unsurlarda değil, zihniyetlerdedir.”

• Zihniyet düzelmeden kurumlar düzelmez

• Liyakat olmadan ekonomi de sosyal hayat da verimli işlemez

• Adalet ve güven olmadan yatırım gelmez

• Şeffaflık olmadan refah sürdürülemez

• Toplumsal ahlak güçlenmeden gelir adaleti sağlanamaz

Demek ki kurtuluşumuz;

Zihniyet dönüşümü + Yapısal reform + Kültürel yenilenme birlikteliğindedir.

Bu hikâye bize şunu fısıldar:

“Gerçek değişim, önce bireyin zihninde başlar; toplumun ve kurumların aynasında tamamlanır.”

Hem vatandaş hem de politika yapıcılar için ihtiyaç açıktır:

• Adil paylaşım

• Kurumsal şeffaflık

• Emeğe hürmet

• Ahlaka dayalı ekonomi

• Üretim odaklı gelişme

• İsrafın sona ermesi

• Güvenin yeniden inşası

Bizim kadim kültürümüzden gelen yerleşik bir düşünce vardır

“Nefsini ıslah etmeyen, başkasını düzeltemez. İnsanlar düzelmezse ülke de salaha kavuşamaz…,

Aynı zamanda:

Yanlışlıklara müdahele etmeyen o yanlışlıkların da bir şekilde sorumlusudur

Yani içsel arınma ile toplumsal sorumluluk yan yana olmalıdır.

Ne yapmalıyız?

Ülkemiz büyük ve güçlüdür

Şükür ki, yeterli kaynakları, kabiliyeti, gençliği ve enerjisi  mevcuttur

Daha iyi şartlara sahip olabilmek için her işimizde Şeffaf olmamız, üretim kültürümüzün, emek ahlakımızın ve adalet anlayışımızın düzgün olması gerekmektedir.

Esas meselemiz hikayedeki gibi sorunlardan kaçmak için  yuvayı değiştirmek değil, yuvanın ruhunu temizlemektir.

Gerçek değişim; ancak, sadece yöneticilerin değil, zihniyetlerin değişmesiyle gelir.

* Bu yazı 13 Kasım 2025’de İTO Meclis toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş şeklidir

TÜRKİYE EKONOMİK VE SOSYAL HAYATINDAN 3 DİKKAT ÇEKİCİ TESBİT

  • Türkiye’de ekonomik ve sosyal meseleler gündeme geldiği zaman çok çeşitli kalemler altında bu konuya yaklaşmak mümkündür.

Bu yazıda sizlerle bahsettiğim çerçevede 3  konu üzerinde fikirlerimi paylaşmak istiyorum

1/ İlk olarak İTO’nun araştırma kuruluşu İTOSAM’ın son çıkardığı kitaptan ve oradaki bir makalede altı çizilen bir husus ile başlamak istiyorum.

İTOSAM’ın bu vesile ile yaptığı araştırmaların ve raporlarının çok değerli olduğunu da ifade etmek isterim. Emeği geçen arkadaşlarımızı kutluyorum.

Kitabın adı; Cumhuriyet’in 100. Yılında Türkiye Ekonomisi ve İstanbul.

Kitabın editörlüğünün Doç. Dr. Avni Önder Hanedar yapmış

Değerli hocalarımız Erdal Bilgiç, İhsan Seddar Kaynar, Ergül Ballı, İsmail Altay, Tunç İnce, Mustafa Çalışkan ve Sercan Karadoğan da makaleleri ile katkı sağlamış.

Bu kitapta 1923’ten 2023’e uzanan asırlık serüvende İstanbul’un ekonomik evrimi mercek altına alınmış.

Sanayileşmeden ticarete, mekânsal dönüşümden hizmet sektöründeki değişimlere kadar. Gerçekten zengin bir veri havuzu sunuyor.

Her dönem, dünya ve Türkiye konjonktürü karşılaştırmalı şekilde ele alınmış.

Kitapta biraz evvel bahsettiğim Dr. Sercan Karadoğan’ın “21. Yüzyılda Büyük Dönüşümler- Yeni Yüzyıla Girerken Ekonomi” başlıklı makalesinde son 25 yılda yaşadığımız sürece ve sorunlara dair önemli ipuçları ile tespitler var.

Öncelikle, 1999 yılındaki Marmara depremi ardından yaşanan 2001 Bankacılık Krizi sonrasında Kemal Derviş yönetiminde uygulanmaya başlanan IMF istikrar programları ve 2002-2013 yılları arasında AK Parti hükûmetlerinin sağladığı istikrarlı yapı altında Türkiye ekonomisinin önemli bir ivme kazandığı vurgulanmış.

Bu reform sürecinde kişi başına Milli Gelir’in 3000 dolarlardan 10 bin doların üzerine yükseldiğini görüyoruz. Enflasyon ise 2005’te %7, 2010’da ise %6’ lara kadar gerilemişti.

Bu dönemde bir yandan yüksek enflasyon ve bütçe açığı gibi kronik sorunların çözümünde başarı elde edilirken diğer yandan yatırımlar, ihracat ve verimlilik artışları ile güçlü bir büyüme performansı yakalandığını rakamlardan anlıyoruz.

Ancak makalede, 2013 sonrasında ekonomik sorunların giderek daha fazla görünür olmaya başladığı belirtilmiş.

Özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı olayları ve 15 Temmuz darbe girişiminin ekonomiye yansımalarının büyük sıkıntı oluşturduğu görülüyor. Tabii Covid 19 salgınının getirdiği ciddi yükleri de hesaba katmak gerekiyor.

İlaveten dünyada yaşanan ekonomik sıkıntıların da etkisinin olduğu ilave edilmiş.

Bu noktada önemli bir tespit yapılmış ki benim özellikle altını çizmeye çalışacağım nokta burası:

2000’li yıllarda yaşanan siyasi gelişmelerle birlikte ekonomiye genel hatlarıyla bakıldığında, Türkiye’nin de dünya genelinde etkisini hissettiren sanayisizleşme olgusuna paralel bir süreç içine girdiği vurgulanmış.

Sanayisizleşme, gelişmiş ekonomilerde sanayi sektörünün makul bir büyüklüğe ulaştıktan sonra hizmet sektörünün baskın hale gelmesi anlamına gelir. Bu tabii ki gelişmiş ülkelerde doğal bir kalkınma süreci olarak kabul edilebilir ama Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde sanayileşme süreci henüz belli bir seviyeye gelmeden bir erken sanayisizleşme pozisyonuna girilmesi, çok tercih edilecek bir gelişme değildir.

Mesela Türkiye’de 1998 yılında imalat sanayinin Milli Gelir içindeki payı %22 iken bu oranın 2010 yılına gelindiğinde  %15 seviyelerine gerilediğinden bahsediliyor.

Bu dönemde hizmet-ticaret ve inşaat sektörlerinin toplam katma değer içindeki payı ise %55’ten %63’e yükselmiş.

Son yıllarda da bu rakamların %65’lerin üzerinde olduğu hesaplanmaktadır.

Burada sorulması gereken soru şudur; henüz gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelerde sanayileşme makul bir seviyeye erişmeden erken sanayisizleşme sürecine doğru yönelmek ne kadar isabetli olmuştur? İşte bu hususun derinlikli bir şekilde analiz edilmesi gerekiyor.

Çünkü bizim üretimimiz ve ihracatımızı artırmamız lazım. Kalkınma hızınızı sürekli belirli bir seviyenin üzerinde tutmamız lazım ki sağlıklı ve dengeli bir büyümeyi gerçekleştirebilelim.

Burada memnuniyet verici bir gelişmeden de bahsedebiliriz: O da daha sonraki yıllarda sanayinin Milli Gelir içindeki payının biraz daha toparlanmasıdır.

TÜİK verilerine göre Sanayinin Milli Gelirin içindeki payı 2023 yılında tekrar 1998 seviyelerine çıkmış ve  % 22 ‘ye varmış. Sonraki yıllarda bu oran biraz daha artış göstermiş.

Ancak başka bir handikap ise kapasite kullanım oranlarındaki düşüklük bu anlamda dikkat çekici bir noktaya gelmiş. Mesela temmuz ayında imalat sanayindeki kapasite kullanım oranı, yüzde 74,1 ile son beş yılın en düşük düzeyine inmiş durumda.

Bu 2020 yılının ağustos ayındaki yüzde 73’ten sonraki en düşük orandır

Özetle ifade etmek gerekirse Sanayi ve Hizmet sektörleri ile ilgili analizlere özellikle dikkat edilmeli, sanayiciye ve üreten kesimlere de özellikle destek olunmalıdır.

Bu arada bir rakam daha verelim; İSO Türkiye İmalat PMI oranlarına bakıldığında Temmuz 2025 de bu oranın PMI 46.7’ye indiği görülüyor. Satın Alma Yöneticileri indeksi denen bu indeksin 50’nin altına inişi ekonomik hayatta zayıflık göstergesi olarak yorumlanmaktadır.

2025 yılı Temmuz ayında mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi ve hizmet sektöründe SAMEKS Bileşik Endeksi de, bir önceki aya göre 0,3 puan azalarak 45,9 seviyesinde gerçekleşmiştir. Bunun da minimum 50 olması beklenmektedir.

SON YILLARDAKİ ENFLASYONU VE FAİZLERİ İNDİRMEYE YÖNELİK PROGRAM

Bu arada son yıllarda bozulan enflasyon ve faiz dengelerinin düzeltilmesi için ülke olarak ciddi bir programın içine girmiş bulunmaktayız.

Biz elbette ki son dönemlerde ısrarla izlenen bu dezenflasyon sürecini destekliyoruz.

Fakat burada dikkati çekmek istediğimiz husus, bu süreçte alınan tedbirlerin neticesi olarak maalesef Türkiye’nin üretim gücünün ve sanayi yapısının derin yaralar almasıdır.

Bu açıdan son dönemlerde kalkınma hızımızdaki yavaşlama da özellikle dikkate değer bir gelişmedir.

Geçenlerde TİM Başkanı Mustafa Gültepe’nin bir TV programındaki çağrıları da bu hususu teyit eder mahiyette önemli seslenişlerdir.

İhracatçılarımızın başkanı olan Gültepe dostumuz; ihracattaki artışlar iyi ama bunun çok büyük bir kısmı savunma sanayiinden, bir bölümü de otomotivden geliyor, diye dikkat çekiyor.

100 firma varsa bunun 20’sinde işler fena değil ama 80’i ciddi oranda eksi yazıyor, diyor.

Sanayi alanında maalesef çarklar iyi dönmüyor, diye önemli bir uyarıda bulunuyor.

Ve Temmuz ayında 350’nin üzerinde firmanın konkordataya gittiği bilgisini veriyor. Haziranda bu sayı 280 imiş.

“Elbette GSMH içinde üretimin payının düşmesi, ülkemiz için iyi bir şey değil. Biz üretim gücümüzü korumaya çalışmalıyız. Enflasyona karşı mali tedbirler dışında üretimi arttırmaya çalışarak kontrol altına almaya daha fazla önem vermeliyiz.” diyor.

Ben de hayatımın bugüne kadarki döneminde üretimin önemine inanmış biri olarak bu çığlığı çok önemsiyorum.

Enflasyon ve faiz sarmalından ülkeyi çıkarmaya çalışan ve bu konuda hakikaten gayret sarfeden sorumlu mevkilerdeki yöneticilerimize işin bu yönüne de özellikle kulak kabartmaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Aman ekonomimizi 2000’li yıllardaki gibi sanayisizleşme trendi içine düşecek gelişmelerden korumaya çalışalım diyerek bu konuyu kapatmak istiyorum.

2/ Dikkat çekmek istediğim ikinci husus Türkiye’deki Gelir Dağılımı ile ilgili:

Türkiye İstatistik Kurumu-TÜİK’in hazırladığı, 2024 yılının son günlerinde açıklanan “Gelir Dağılımı İstatistikleri, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması”nda bazı  tesbitler özellikle dikkatimi çekmişti.

Buna göre ülke nüfusu içinde en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 48,1.

Ülke nüfusu içinde en yüksek ikinci yüzde 20’lik gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 20,7

( Bu 2 kesimin toplamı yaklaşık 35 milyonluk bir nüfusa tekabül ediyor ve toplamda Milli gelirin %70’e yakınını alıyorlar)

En düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun payı ise yüzde 6,3 gibi çok düşük bir oran.

Yani yaklaşık 1 trilyon 350 milyar dolarlık GSMH’dan en yüksek oranda istifade eden 17-18 milyonluk tabaka neredeyse bunun yarısını alıyor. İkinci % 20’lik dilimle birlikte bu oran % 70’e çıkıyor.

Bu ne kadar adaletli bir dağılım onun üzerinde ciddi ciddi düşünmek gerek..

İlave olarak:

TÜİK’in Hane Halkı Bütçe Anketi uygulayarak elde ettiği 2024 yılı sonuçlarına göre Türkiye genelinde hane halkının yaptığı tüketim harcamalarına göre 2024 yılında hane halkının aylık ortalama tüketim harcaması 45.344 lira olmuş.

Özetle söylemek gerekirse: En yüksek gelir elde eden iki gruba (yaklaşık 35 milyon kişi) baktığımızda toplumun tamamının iyi bir yaşam sürdürdüğü, istediği şeyleri alabildiği, rahatça en iyi yerlerde tatile gidebildiği, mal mülk edinebildiği kanısına varıyoruz ve diyoruz ki “Alış veriş hız kesmiyor, marketler, kafeler, restoranlar, tatil yerleri dolu, özellikle tatil beldelerindeki arabalara bakıldığında eski model bir araç görmek neredeyse mümkün değil, demek ki durum iyi.”

Buna karşılık bu grubun dışındakilere (yaklaşık 50 milyon kişi) baktığımızda diyoruz ki “kriz var.”

Baktığınız yere göre değişmekle birlikte ikisi de doğru: Kimine göre sorun yok, kimine göre kriz var.

Bu durumda içinde bulunduğumuz ekonomik tabloda bir yanılsama yaşıyoruz. Onun için birçok ekonomik tahmin arzu edildiği oranda tutmuyor, analizler yerine oturmuyor.

Bizler ticaret aleminin içindeyiz ve yaşanan sıkıntıların da farkındayız.

Ve bizler büyük ölçüde eski tabirle orta direk diye vasıflandırılan kesimlerin temsilcileri olarak bunlara kulak vermeli, dertleri ile hem hal olmalıyız. Sorunlarımıza kalıcı çözümler üretmek mecburiyetindeyiz.

3/ Dikkat çekmek istediğimiz üçüncü husus da ülkemizde son dönemlerde ciddi şekilde gündemimize gelen nüfus artış oranımızda daha net ifadeyle doğurganlık oranımızdaki tehlikeli yavaşlama.

Türkiye, bir zamanlar genç nüfusa sahip ve bunu önemli bir zenginlik olarak gören bir ülkeydi.

Hatta bir dönem bazı kesimler nüfus artış oranımızın yavaşlatılması için ( burada daha çok nüfusumuzdaki doğurganlık hızının azalmasından bahsediyoruz) etkili tedbirler alınmasını savunmaktaydı. Galiba o kesimlerin çalışmaları semeresini gösterdi.

TÜİK VERİLERİNE GÖRE:

Türkiye’de nüfus artış hızı 1990 yılında % 2,17 iken bu oran 2000 yılında 1,93’e, 2021’de 1,27’ye, 2022’de ise 0,71’e düşmüş görünüyor.

DOĞURGANLIK ORANLARI

2001 Yılında ülkemizde bir yılda 1.323.341 çocuk doğarken, 2023’de bu sayı 958.408 çocuğa düşmüş

TÜİK’in projeksiyonuna göre böyle giderse 2050’lerden sonra Türkiye nüfusu azalma eğilimine girebilir. O sebepten özellikle genç nüfusumuzu hayata tutunmaya, evlenmeye, aile kurmaya, ailelerini devam ettirmeye ve çocuk konusuna bir yük gibi değil bir zenginlik olarak görmeye davet etmemiz gerekiyor.

2025 yılının “Aile Yılı” olması hasebiyle bu konuya daha fazla önem verilmesine özellikle dikkat etmeliyiz, diye düşünüyorum

Tabii bunun sağlanabilmesi için ekonomik ve sosyal şartların iyileştirilmesine, hayatın kolaylaştırılmasına, gençlerin iş ve meslek sahibi olmalarına özel ilgi gösterilmesi şart.

Bu arada İstanbul Ticaret Odası’nın bir araştırmasında elde ettiği  Türkiye’de 3 milyon, İstanbul’da 700 bin ev genci tespitini de bu çerçevede bir yere oturtmamız gerekiyor.

Özetle nüfus konusu, aile konusu ve gençlerimiz bizim gündemimizde çok ciddi bir yer alması icap ediyor…

Bu çerçevede özetle lazım gelen şudur,

Bireylerimizin yetkinliğini artırmak ve işletmelerimizin kurumsal kapasite ve performansını iyileştirmemiz gerekmektedir.

Ancak bu sayede sahip olduğumuz ulusal imkan ve kaynaklarımızın daha etkin, verimli ve alternatif maliyetlere uygun değerlendirilmesi sağlanabilecektir.

14 Ağustos 2025, İTO Meclis Toplantısı açılış konuşmasından…

iPhone’umdan gönderildi

TARİHTE TEMMUZ AYI OLAYLARINI DEĞERLENDİRİRKEN

11 TEMMUZ 1995, SREBRENİTSA KATLİAMI

Temmuz ayı içinde çok sayıda zikredilmesi gereken tarihi olay bulunmaktadır.

Bu yazımızda birkaç tanesini ele alarak günümüzle ilgili boyutlarıyla beraber bazı noktalara temas edeceğiz.

Öncelikle yirmibeş yıl önce yaşanmış ve acısı ilk günkü gibi  canlı duran  bir olayın yıldönümü ile başlamak istiyoruz.

1991 ile 1995 yılları arasında tüm şiddetiyle süren Bosna Savaşı’nın en karanlık günlerinin başında gelen 11 Temmuz 1995 Srebrenitsa Katliamından söz ediyoruz.

Bu tarihte Sırplar tarafından Birleşmiş Milletler koruması altındaki “güvenli bölge” ilan edilmiş Srebrenitsa’da, yaklaşık 8.400 Müslüman Boşnak — erkek, kadın, çocuk — katledilmişti.

Birleşmiş Milletler adına bölgede görev yapan Hollandalı askerler, ne yazık ki bu katliamı engelleyemediler veya engellemediler, diye de ifade edebiliriz. Diğer batılı ülkeler de bu olaya maalesef sadece seyirci kaldılar. O bölgedeki Müslümanların silahları toplandı, Sırpların adeta önü açıldı ve bu insanlık dışı kıyım göz göre göre yaşandı.

Bu soykırım, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan en büyük insanlık suçu olarak tarihe geçmiştir. Ne yazık ki Srebrenitsa’da yaşanan soykırım Bosna Savaşındaki tek vahşet değildi.

Örneğin, 1993 yılında Ahmići kasabasında 116 kişi bir camiye doldurulup yakılmıştı. Binlerce Boşnak Müslüman kardeşimiz keskin nişancıların ateşleriyle vurulmuştu. Onların izlerini hala Saraybosna sokaklarında görebilmek mümkün…. Bu savaş sırasında Saraybosna, tam 44 ay işgal altında kaldı.

Bosna Savaşı’nın hatırlattığı acılar, insanın içine adeta bir hançer gibi saplanıyor. Ama ne yazık ki bu olay zulümler zincirinin son halkası olmadı.

Zalimlik, her çağda, farklı kılıklar ve isimler altında kendini göstermeye devam ediyor.

ZULMÜN GÜNÜMÜZDEKİ UZANTISI GAZZE KUŞATMASI

Bugün de benzer bir tablo, ne yazık ki Gazze’de yaşanıyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana 2,5 milyon insanın yaşadığı Gazze’de, siyonist güçler sivilleri hedef alıyor. Evleri, iş yerlerini, hastaneleri, okulları yani aklınıza ne gelirse ayırt etmeden ateş altında tutuyorlar.  Bu nasıl bir zulüm! İnsan olanın havsalasının alamayacağı bir olay. Abluka sürüyor, yardımlar engelleniyor, bir insanlık trajedisi gözlerimizin önünde yaşanıyor.

Yazıklar olsun ki zalimler değişiyor ama zulümün biçimi değişmiyor.

KERBELA VAK’ASI

Geçtiğimiz günlerde yıldönümünü hüzünle andığımız bir başka acı olay da Kerbela faciasıdır

Bu yıl Hicri takvimde 10 Muharrem günü, miladi 5 Haziran’a denk geldi.

Bu tarih, Peygamber Efendimizin (as) çok sevdiği torunlarından biri olan Hz. Hüseyin’in, o dönemin halifesi Yezid’in ordusu tarafından Kerbela’da şehit edilişinin yıldönümüdür.

Susuz bırakılan, kuşatma altına alınıp katledilen Hz.Hüseyin’in başı kesilmiş ve saraya götürülerek teşhir edilmiştir.

Bu hazin olay, İslâm tarihinde siyasi ayrışmaların nelere mal olabileceğinin çarpıcı ve çok hüzünlü bir örneğidir.

Tesiri yüzyıllar boyu devam eden ve edecek olan ibretli bir vakıa olarak tarihteki yerini almıştır.  

BOSNA HERSEK SEYAHATİMİZ VE AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

Bu iki trajik olaya birazdan yeniden döneceğiz.

Şimdi sizlere kısa süre önce ailece yaptığımız Bosna seyahatinin bir bölümünden  bahsetmek istiyorum.

Haziran ayının son haftasında birkaç günlüğüne Bosna-Hersek’e gittik.Orada bizi çok derinden etkileyen bir organizasyona katıldık: Ayvaz Dede Şenlikleri.

Ayvaz Dede, Osmanlı’nın Bosna’yı fethetmeden önce bu topraklara İslâm’ı anlatmak için gelmiş, Manisa Akhisarlı bir derviştir.

Rivayete göre kuraklık çeken Boşnaklarla birlikte yağmur duasına çıkar ve çevresindekilerin inanışına göre duası kabul olur: Çünkü anlatıldığına göre bir kaya yarılır ve içinden su fışkırır.

Bu hadise, Ayvaz Dede’yi halkın gönlünde çok özel bir yere taşır.

Bosna halkının İslâm ile müşerref olmasına etki eden en önemli figürlerden biri olmuştur Ayvaz Dede. Ve onun anısına 515 yıldır bu şenlikler düzenlenmektedir.

28 Haziran günü, Donja Vakuf adlı kasabada Bosna’nın çeşitli şehirlerinden ve bölgelerinden gelen binlerce insan, geleneksel kıyafetleriyle, mehter takımları ve izci grupları eşliğinde atlar üzerinde geçit töreni yaptılar.

Ertesi sabah, Prusaç kasabasından başlayan yaklaşık 8 km’lik yürüyüşle Ayvaz Dede’nin suyu bulduğu tepeye çıktılar.

Burada Dualar edildi, beraberce öğle namazı kılındı.

Bölgenin saygın din adamları, kanaat önderleri, sancaktarlar hep birlikte bu yürüyüşe katıldılar.

Biz de ailecek bu törenin ilk günlü kısmına iştirak ettik. Geçit resmi yapanların ve onları izleyenlerin coşkusu muhteşemdi. Çok etkilendik. Boşnak kardeşlerimiz bizlere büyük bir misafirperverlik gösterdiler.

Bu tören, manevi ve kültürel değerler etrafında şekillenen milli birliğin en güzel örneklerinden biriydi.

2001 yılında da bu yürüyüşün ikinci kısmına; Prusac’dan Ayvazoviça’ya yani tepeye giden 8 km’lik güzergaha katılmıştım.

Bu sene yeniden orada olmak, bende derin etkiler bıraktı. Zihnimde bazı şeyler daha berrak bir şekilde yerli yerine oturdu.

Bu şenlik, Boşnak halkının manevi bağlarla nasıl birbirine tutunduğunu ve bu bağların da onları nasıl ayakta tuttuğunu gösteriyor.

Onlarca katliama, savaşa ve yıkıma rağmen benliğini muhafaza etmiş ve dimdik durabilmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Burada dayandıkları temel; maneviyat, geleneksel değerler, imana dayalı bir bakış açısı…

MADDİ VATAN MANEVİ VATAN

Şimdi, bu noktada Osmanlı’nın son dönem sadrazamlarından Sait Halim Paşa’nın “Vatan” tanımına değinmek istiyorum.

Paşa, birbiriyle sıkı sıkıya bağlı olması gereken iki vatan tanımı yapıyor: Maddi Vatan ve Manevi Vatan.

Maddi vatan; ülkenin sınırları, askeri gücü, ekonomik durumu gibi somut unsurlardır.

Manevi vatan ise bir toplumu ayakta tutan, onu millet yapan değerlerdir; din, ahlâk, kültür ve gelenekler gibi…

Paşa der ki:

“Eğer manevi vatana sahip çıkmazsanız maddi vatan ne kadar güçlü olursa olsun sonunda mazallah yıkılabilir. Her ikisine de aynı oranda önem vermek gerekir.”

Bosna’daki Ayvaz Dede şenliklerinde gördük ki manevi vatan orada hâlâ çok güçlü.

Belki de bu yüzden onca acıya rağmen hâlâ ayaktalar.

İTO TUSAŞ TEDARİKÇİ ORGANİZASYONU

Geçtiğimiz hafta İstanbul Ticaret Odamızda bu düşünceleri başka bir zeminde yeniden hatırlatacak mahiyette bir organizasyona iştirak ettik..

Burada TUSAŞ ( Türkiye Uzay Sanayii AŞ) Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Cihad Vardan ve ekibiyle bir araya geldik.

Bizlere, Türkiye’nin havacılık ve savunma sanayisinde geldiği noktayı anlattılar.

Kendi uçağını, kendi helikopterini, kendi mühimmatını üreten bir Türkiye’nin somut işaretlerini görmek bizleri gururlandırdı.

Bu organizasyonla İTO olarak bu alanda çalışan üyelerimizin TUSAŞ ile verimli bir iş birliği kurmaları için zemin oluşturmaya çalışıyoruz.

Yerli ve millî üretimin artması, savunma sanayimizin güçlenmesi hepimizin ortak hedefi.

Ben de hoş geldiniz, konuşmamda şunları ifade ettim: Biz, başka ülkelere saldırmak için değil kendi vatanımızı ve huzurumuzu korumak için güçlü olmalıyız. Çünkü asıl olan kendi ülkemizde huzur ve güven içinde yaşamaktır. Başka ülkelerin topraklarına göz koymamaktır. Lakin güçlü olup düşmalara caydırıcı etki etmek de çok önemlidir.

Bu bağlamda hekim ve şair Abdülhak Molla’nın şu beytini sizlere hatırlatmak istiyorum:

“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh,

Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salâh.”

Yani:

“Bütün devletler şu ibretlik söze uyarak zafer ve selâmete ererler.

Eğer barış ve huzur istiyorsan daima savaşa hazır olmalısın.”

Eğer maddi gücümüz ve savunma ekipmanlarımız yeterli değilse Bosna’da olduğu gibi, Gazze’de olduğu gibi, Kerbela’da olduğu gibi birgün özgürlüğümüz tehlikeye girebilir.

Topraklarımız elimizden alınabilir, çocuklarımız yetim kalabilir.

SONUÇ OLARAK SÖZLERİMİ ŞÖYLE TOPARLAYABİLİRİM

Bosna seyahatimiz, manevi değerlerin bir toplumu nasıl ayakta tuttuğunu bize bir kez daha gösterdi.

Srebrenitsa katliamını hatırlarken , zalimlerin kötülük yolunda nasıl organize olabileceğini ve acıma duygularının nasıl körelebildiğini açık seçik müşahade ettik

Kerbela faciası, zalimliğin ne denli ileri boyutlara varabildiğini göstermesi açısında ibret verici bir olay.

TUSAŞ ile yapılan toplantı da ülke olarak Elhamdülillah kendi savunma araçlarımızı üretebilme konusunda ümitvar olmamız gereğini bize bir defa daha  hissettirdi

Unutmayalım,

Ekonomik ve askeri güç, manevi değerlerle birleşirse ancak o zaman güçlü bir millet olabiliriz.

Sait Halim Paşa’nın tarif ettiği gibi:

Maddi ve Manevi Vatan birlikte yaşarsa millet yaşar, devlet yaşar..

Son olarak şu dua ve dileklerle sözlerimi tamamlamak istiyorum:

İnşallah zalimlerden olmayız, inşallah zulme direnenlerden oluruz. Zulüm görenlere yardım edenlerden oluruz..

Yezid’in sarayında şehit ağabeyi Hasan için hakkı savunan Hz. Zeynep annemize,

Bosnalılara, Gazzelilere, tüm şehit ve gazilere selam olsun…

Ülkemiz için katma değer üreten işlerde hep birlikte yer almayı ve yöneticilerimizin bu birlik ve beraberliğe katkı sunacak kararlar almasını temenni ediyoruz.

Son olarak birkaç gün sonra 15 Temmuz kalkışmasının dokuzuncu yıldönümünde bu meş’um olayı hatırlayacağız. Bu noktada duamız odur ki bu ülkenin kötülüğüne çalışanların Allah (cc) iki yakalarını bir araya getirmesin. Amin

İNSANIN BİR MESLEK SAHİBİ OLMASININ ÖNEMİ KONUSUNDA BAZI DÜŞÜNCELER

 

İnsanoğlu hayat sürerken belli kimliklere sahip oluyor. Bunların bazıları kendi iradesi ile gerçekleşmiyor. Mesela erkek veya kadın olması, herhangi bir yerde doğması, ailesi, ülkesi gibi hususiyetler bunlar arasında sayılabilir.

Başka kimlikler ve özellikler ise insanoğlunun tercihleri ve gayretleri ile ortaya çıkan hususiyetler. Mesela insanların meslekleri de bu cümleden sayılabilir. Belli bir mesleğe sahip olmak için muhakkak birçok emek harcanıyor. Okullara devam ediliyor, stajlar yapılıyor veya o mesleğin ustalarının yanında belli bir dönem geçirmek gerekiyor. Sonuçta bu meslek ile ilgili bilgi, beceri ve yetkinlikler elde ediliyor.

Bu ayki İTO Meclis toplantısında insanoğlunun sahip olduğu meslek ile ilgili ne tür bir ilişki kurması gerekir noktasında bazı hususları dile getirmeye çalıştım.

Aşağıdaki metin, bu konuşmanın yazı haline gelmiş şeklidir


Geçenlerde arabanın yağ değişimi için bir benzinciye gittim. Orada bir usta yanıma geldi ve işlemi yapmaya başladı. Adam çalışırken tavırları ilgimi çekti ve dikkatle izlemeye başladım..

İşini gayet ciddiyetle yapan bir arkadaştı. Yağı dikkatle boşaltması, hava ve yağ filtrelerini değiştirmesi, bu işleri yaparken gerekli alet ve edevatı dikkatle ve yerli yerinde  kullanması hepsi gayet ustacaydı. Ayrıca işini keyifle de yapıyordu..

Yağ ile ilgili işlemi bitirdikten sonra hala lift üzerinde durmakta olan benim arabanın altındaki kalın lastikten yapılmış muhafazadaki bazı yerlerinden ayrılan parçalara baktığımı gördü. Onları da sağlamlaştıralım dedi. Yine büyük bir ciddiyetle onları da yaptı.

Genelde insanların işlerini; ciddiyetle, meslekî gerekliliklere ve iş ahlâkına uygun yapışları beni çok etkiler. İnsan hangi işi yapıyorsa yapsın o işin ve o kimliğin özelliklerine, gerekliliklerine ve ahlâkına vakıf olmalıdır, diye düşünürüm.

Malumunuz olduğu üzere bizler de İTO olarak meslek liseleri ile ilgileniyoruz. O okullarda hamilik yapıyoruz. Oralardan kendi mesleklerinde nitelikli gençler yetişmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Senelerdir bu konuda arkadaşlarımız çok ciddi gayretler de gösteriyorlar. Fakat bu noktada öğrencilerin mesleklerine sahip çıkmaları, meslek ahlâkının yaygınlaştırılması, insanların yaptıkları meslekler ne ise onunla mutlu olabilmeleri ve onun gerekliliklerini yerine getirmeleri konusunda sanki bir şeyler eksikmiş gibi geliyor bana

İlave olarak toplumun büyük çoğunluğunda gençlerin illa da yüksek okul mezunu olmalarının gerektiği gibi, ancak üniversite mezuniyeti sonrası insanların hayata atılmaya ve bir mesleği icra etmeye hakları olacakmış gibi yanlış bir algının ağırlıkta olduğunu hissediyorum.

Bu yanlış algı da üniversite bitirmeyen bir gencin sanki bir şeyleri eksikmiş gibi bir muameleye tabi olmasına yol açıyor. Veya illa bazı moda mesleklerin tercih edilmesi gerektiği ifade ediliyor. Bu da elinde başka yetkinlikler olanların da sırf bu moda işlere yönelmedikleri için bir yanlarının eksik gibi düşünüleceği yaklaşımını beraberinde getiriyor.

Şimdi şu can alıcı soruyu sorma zamanı geldi;

Bu doğru bir algı mı?  İsabetli bir yönlendirme mi?

Bence değil!

İnsanlar illa üniversiteye gitmeden gerek örgün eğitim gerekse de usta çırak yolu ile bir mesleği gereği gibi öğrenebilmeli ve bu mesleği, usulüne ve kurallarına uygun olarak yaparak hayatlarını sürdürebilmelidirler. Bu süreç de toplumda teşvik edilen bir yol olabilmelidir.

Mesela son örnekte olduğu gibi benim yağ değiştirirken izlediğim arkadaş gibi işini büyük bir maharetle yaparak hayatını devam ettirebilmelidir. Bu işi yaparken de bizim örnekte olduğu gibi kendisi ile barışık olmalı ve yaptığı işin hakikaten önemli ve kutsal olduğuna inanmalıdır. Tabii bu sadece mesleği yapan değil çevresi için de gerekli bir hususiyettir.

Mesleklere Bakışımızı Yeni Baştan Değerlendirmeliyiz

Burada mesleklere bakışımızı yeni baştan ele almakta yarar var, diye düşünüyorum. Ben yaklaşık 6-7 yıldır “Etkili Yaşam Becerileri” adlı bir ders veriyorum. Bu ders bana Nihat Bey’den intikal etti. Nihat Bey, İTO’ya Genel Sekreter olmadan evvel  Medipol Üniversitesi’nde bu dersi veriyordu. Sonra sağ olsun bana devretti ve ben de büyük bir keyifle devam ediyorum.

Bu dersi farklı fakültelerden öğrencilere seçmeli olarak veriyorum. Onları bir tür hayata hazırlamaya çalışıyorum. Dersin içinde insanın kimliği, kişiliği, hayat karşı duruşu, insanın sahip olması gereken hedefleri ve değerleri neler olmalı, meslek ahlâkının önemi gibi hususları konuşuyoruz.

Benim derste üzerinde durduğum en önemli nokta şu: İnsan oğlu hayatta üç önemli soruyu kendisine sürekli sormalıdır, diyorum. Birinci soru; ben nereden geliyorum. Bu hayatı bana bahşeden güç benim neden bugün, bu şekilde, burada dünyaya gelmemi istedi ve sağladı?  İkinci soru ise ben elbet bir gün öleceğim. Peki ölünce nereye gideceğim. Toprak mı olacağım yoksa başka bir âlem var mı, bu işin bir hesabı kitabı olacak mı?

Bu iki önemli soruya bağlı olarak da üçüncü ve önemli bir diğer soru ise ben yaşadığım sürede bu hayatı nasıl anlamlı hale getirmeliyim? Yani bu yaşadığım hayatın bir anlamı olmalı ki yaptıklarım bir değer ifade etmeli. Yoksa insan bu hayatta tabir-i cazi ise ot gibi yaşar ve dünyada hiçbir iz bırakmadan çekip gider.

İşte din, insana bu noktada anlamlı cevaplar verir ve ona dayalı olarak tüm bu sorulara tatminkar cevaplar üretebilir ve kendinize anlamlı bir yol çizebilirsiniz. Bakın, diyorum; ben kendi açımdan bu sorulara şu açıdan şöyle şöyle cevap veriyorum ve bu benim hayatımı anlamlı hale getiriyor. Siz benim gibi yapabilirsiniz, ben bundan memnun olurum.

Fakat hayatı algılayışınıza bağlı olarak başka cevaplarınız da olabilir ki ben ona karışmam ve size bu noktada bir şey demek hakkına da sahip değilim. Ama benim önemli gördüğüm husus bu soruları kendinize muhakkak sormalısınız ve alacağınız cevaplara göre de hayatınıza yön vermelisiniz. Kafanıza, gönlünüze hangi meslek uyuyorsa onu yapın ama bu yapacağınız işin bir felsefesi olmalı, yapacağınız iş bir şeylere yaramalı. Mesela öğrencilerimin içinde seçtikleri bölüm olarak ebe olacaklar var, hemşireler var, eczacılar var, mühendisler var, doktorlar var. Diyorum ki her birinizin mesleği, aynı kutsallıkta ve önemdedir. Hiçbirinin diğerine mutlak bir üstünlüğü yoktur. Ama sizler mesleğinizle barışık olmalısınız ve onu bu bahsettiğim sorulara vereceğiniz cevaplarla anlamlı hale getirmelisiniz. Sınavda da her yıl bir kere bu soruyu soruyorum ve kompozisyon tarzında yazın, diyorum.

Burada benim kanaatime göre toplum olarak her bir mesleğin kendine göre bir önemi olduğunu ve hepsinin bu dünyada anlamlı bir iz bırakabilmek için yeterli bir vasıta olabileceğini vurgulamalıyız, diye düşünüyorum.

Kendi Mesleklerimizin Felsefelerini oluşturmalıyız

İTO olarak diğer mesleki teşekkülleri olarak da bunları yapmalıyız. 81 Komitenin temsilcisi olarak bizler kendi mesleklerimizin liderleriyiz. En başta bizler mesleklerimizin anlamlı bir felsefesini, ne işe yaradığını; hayata, insana, evrene, tarihe vs ne tür katkı sağlaması gerektiği üzerinde ciddi ciddi kafa yormalıyız ve çalışmalıyız. Bunu iyi bir şekilde yapabilirsek belki bizim meslek liselerindeki, halk eğitimlerdeki, üniversitelerdeki çocuklara da önemli katkılarımız olabilir. Onların okullarına alacağımız araç gereçler, okullarının kapı pencere tamirleri, vereceğimiz burslar kadar hatta onlardan da değerli olacaktır bu tür katkılar, diye inanıyorum

Bir de bu meslek erbabının daha alt gruptakilerinin geçinebilmeleri için devlet seviyesinde tedbirler alınması yönünde de gayret sarf etmeliyiz ki bu meslekler yaşayabilsin. Gelir seviyesi düşük kesimlerin barınma, sağlık, eğitim ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını daha düşük giderlerle sağlayabilmeleri için devletin bu alanlara özel katkı sağlamasının gerekli olduğunu da düşünmekteyim. Bu belki biraz iddialı bir görüş. Tahakkuk ettirilmesi çok kolay değil. Ama üzerinde düşünülmesinin önemli olduğu aşikar bir nokta.

Tabii biraz evvel bahsettiğim insanın bu hayatta yaşama gayesi üzerinde de derinlikli bir şekilde sorular sorulması fikrini de yaygınlaştırmak önemli.

Mesleklerin gayesi; insanların ihtiyaçlarını gidermek olmalı, insanlar kendi emekleri ile hayatlarını kazanabilmeli, gelir adaletine özel ehemmiyet verilmeli, özellikle toplumun ön kesiminde olanlar yaşayışlarına daha fazla dikkat sarf etmelidirler. Ancak bu şekilde kendilerinden sonra geleceklere örnek olabilirler…

Yüzbinlerce Ev Gencimiz Birer Meslek sahibi olmalı

Bu noktada İTO’nun son dönemlerde yaptırdığı ve Şekib Avdagiç Bey’in de birçok yerde paylaştığı dehşetli iki rakam var biliyorsunuz; İstanbul’da yaklaşık 700 bin Türkiye’de de yaklaşık 3 milyon ev genci varmış. Bunların hiçbir mesleği yok, işi yok, meşgalesi yok. Bu felaket bir durum. Bu çocuklar bizim çocuklarımız, bizim gençlerimiz. İşte bunlar için biz birçok mesleği cazip hale getirebiliriz. Odalar, borsalar, devlet ve millet el birliği ile bazı projelere kalkışmak gerekiyor.

Bir başka husus daha var ki ülkemizde nüfusun artış hızı çok düşmeye başladı. Gençler evlenmekten ve evlendikten sonra da çocuk sahibi olmaktan kaçıyor. Tabii bunun çok çeşitli sebepleri de var ki bunların üzerinde de ehemmiyetle durulmalıdır. Ama burada önemli sebeplerden birisi gençlerimizin hayatı algılamadaki eksiklikleri. O bahsettiğim üç sorunun sorulması ve onlara cevap bulunması noktasında ciddi eksiklikler mevcut, diye düşünmekteyim. İlave olarak evlenen gençlerin yaklaşık %20 si ilk birkaç sene içinde ayrılmaya başladı. Bunlar hiç iyi şeyler değil.

Bu çocuklara büyükleri iyi örnek olamıyor demek ki? Yaşayışlarıyla, oluşturdukları hava ile, toplum düzeni ile, dünyayı imar etmeye değil onu sadece sömürmeye bakmaları ile kötü örnek oluyorlar. Büyükler demek ki nerden geliyoruz, nereye gidiyoruz ve bu hayatı nasıl anlamlı hale getirebiliriz, orada nasıl iyi bir iz bırakabiliriz amacıyla anlamlı bir duruş gösteremiyorlar, diye düşünüyorum.

Bu Sorunları Bizler Mesele Haline Getirmeliyiz

Tüm bu soruları kendimize mesele etmek zorundayız. Enflasyon kadar, ekonomik büyüme kadar, faiz oranları kadar, döviz fiyatları kadar, şu ana kadar önem verdiğimiz ne kadar maddi değerler varsa en az onlar kadar hatta daha da fazla ilgi göstermeliyiz.

Bunu başkalarından bekleme lüksümüz yok maalesef. Devlet de biziz, millet de biziz. İTO’nun üyeleri olan  800 bin kişi bizi seçti ve buralara yolladı. Biz 6 ayda bir İstanbul’daki tüm odaların yönetim kurulları ile ortak bir zeminde toplanıyoruz. Yılda bir TOBB’da tüm Türkiye’deki oda ve borsaların delegeleri  ile toplanıyoruz. Müthiş bir netwörkümüz var. Hepsini böyle önemli bir gündem etrafında harekete geçirebilmeliyiz.

Bu konu, yufka gibi açıldıkça açılabilir. Ben bu kadarla iktifa etmek istiyorum. Bir yağ değiştiren arkadaştan başladık nerelere kadar geldik. Hatta çok daha ilerlere de gidebiliriz ama bu yazıyı okuyanların arif insanlar olduklarına inanarak bu konuya burada son vermek istiyorum.

Son cümle olarak omuzlarımızdaki yükün her saniye farkında olmak zorundayız.

TÜRKİYE VE DÜNYADA SON GÜNLERDEKİ GELİŞMELERE KISA BİR BAKIŞ

 

Mart Ayında yapılan İTO Meclis toplantımızın ardından geçen bir aylık sürede,  öncelikle seçimlere daha 3 sene varken nereden çıktığı anlaşılamayan bir Cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışması gündeme geldi. Daha sonra savcılık tarafından yürütülen soruşturma neticesinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve beraberinde bazı kişiler tutuklandılar. Bu hadisenin ve sonrasında gelişen olayların Türkiye’nin dikkatlerini birdenbire çok farklı yönlere doğru taşıdığına hep birlikte şahit olduk

Bu konudaki gelişmelerin hukuki boyutları ile ilgili herhangi yorumda bulunmak yakışık almaz  lakin sonrasında gündeme gelen boykot çağrıları Türkiye’nin en büyük odasının bir sorumlusu olarak bizleri ziyadesiyle üzmüştür. Bu çağrıları ve bu çağrıların zamanla sokak eylemlerine ve farklı protesto şekillerine dönüşmesini de esefle karşıladığımızı ifade etmek istiyorum.

Hepimizin dikkatle izlediği gibi burada boykota konu olan firmalar yerli ve milli firmalarımızdır ve boykot konusu da esasında iç politik tartışmalar ile ilgili bir meseledir. Boykot listeleri ilan edilirken bazen spontane gelişen bir tarzda mevzu ile en ufak alakası olmayan bazı firmaların bile olayların içine dahil edilmesi, gelişmelerin provokasyona ne kadar açık olabileceğini göstermesi bakımından ilginçtir. Bu konuda adeta kendi kendimize çelme takar bir hale geldiğimizi üzülerek müşahede ediyoruz.

Bu tür teşebbüsler ülke insanını birleştirmek yerine bölebilecek, aramızda olabilecek fikir ayrılıklarını keskinleştirebilecek davranışlardır. Bunlardan şiddetle kaçınılması gerekir.

Son günlerdeki boykot çağrılarını yapan kesimleri ve bu işleri köpürtmeye çalışanları sağduyuya davet ediyoruz. Bu tür davranışlar yarın maazallah karşı dalgaları da harekete geçirebilir ve gelişmeler istenmeyen noktalara varabilir. Allah muhafaza eylesin

Bu tür dalgalanmalar maalesef ülke ekonomisini de olumsuz etkilemekte ve bu etkiler genel olarak hepimize tesir etmektedir. Ülkenin dış ekonomik ilişkileri yara almakta, geçen yılın ortalarından itibaren büyük gayretlerle ve fedakarlıklarla ekonomik dengelerde sağlanan iyileşmelere de direk veya dolaylı bir şekilde sekte vurmaktadır.

Yerli ve millî markalarımız bu ülkenin değerleridir. Bunlara zarar gelmesi hepimizi olumsuz etkiler.

Güçlü ve büyüyen bir ekonomi olmak istiyorsak, bu ülkenin refahını hedefliyorsak üretimimize, iç ve dış ticari dengelerimize ve markalarımıza sahip çıkmamız gerekmektedir. Hep berber bu hususlara özel bir dikkat göstermeliyiz..

TRUMP’IN SON BEYANATLARI VE ÜLKEMİZİN ÇEVRESİNDEKİ GELİŞMELER

Şu an bizim odaklanmamız gereken çok daha önemli gelişmelerin olduğunu esasında hepimiz biliyoruz.

ABD Başkanı Trump’ın başlattığı ticaret savaşları, dünya ekonomisinde nasıl bir etki meydana getirecek; bu önemli bir soru işareti önümüzde duruyor.

Hemen herkesin dikkatle takip ettiği üzere ABD Başkanı Trump, 3 Nisan’da ABD’ye giren tüm mallara yönelik kapsamlı yeni ithalat vergileri getirme planlarını açıklamıştı.

Buna göre tüm ülkelere en az yüzde 10’luk asgari gümrük vergisi geliyor. Ancak Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Çin ile Vietnam gibi ülkelere çok daha yüksek vergi tarifeleri uygulanacak.

Yüzde 10’luk vergi 5 Nisan’da uygulanmaya başladı. Daha yüksek vergiler ise 9 Nisan’da yürürlüğe girecekti.

Çin de bunun üzerine yaptığı açıklamada, 10 Nisan’dan itibaren ABD’den ithal edilen mallara yüzde 34 ek gümrük vergisi uygulayacağını duyurmuştu. ABD de buna karşı yeni bir misilleme yapıp vergi rakamını olağanüstü bir seviyeye yükseltti..

10 Nisan günü ise Trump bu vergilerin uygulamasının belli bir süre ertelendiğini duyurdu. İzleyebildiğimiz veya tün dikkatlerimize rağmen izlemekte zorlandığımız üzere kararlar süratle değişebiliyor. Her gün veya her saat yeni bir sürprizle karşılaşmak mümkün

Bu hamlelerin ne tür etkiler ortaya çıkaracağını dikkatle takip etmek gerektiği çok açık.

Ülke olarak ABD’nin en az gümrük vergisi dilimi olan yüzde 10’luk orandaki ülkeler arasında yer alsak da, etrafımızdaki bu gelişmeler ve oluşmakta olan anaforun dolaylı yoldan bizleri de ciddi oranda etkileyebileceğini ön görmek durumundayız. İş dünyası olarak tüm bu değişimler karşısında alternatif planlar yapmak, stratejiler geliştirmek ve bunları gerek karar vericilerle gerekse de üyelerimizle paylaşmak göreviyle karşı karşıyayız.

Bununla birlikte Türkiye olarak, sadece ticarî gelişmeler açısından değil bölgesel ve uluslararası ilişkiler açısından da ciddi sıkıntılar yaşanması muhtemel bir zaman dilimine girmekteyiz.

Suriye’de olumlu gelişmeler görsek de, İsrail’in Şam’a kadar sarkan saldırı çemberi gittikçe yayılıyor. Artık sınırlarımızda hissettiğimiz bu tehlikeyi her açıdan bertaraf edebilecek tedbirler üzerinde odaklanmak kaçınılmaz bir mecburiyet olarak görünüyor.

Gazze hattında maalesef ateşkes artık yürürlükten kalkmış durumda. İsrail’in vahşeti sürmeye devam ediyor. Bir kere daha buradan tüm dünyayı bu vahşete artık bir dur demeye çağırıyor ve zalimleri huzurunuzda bir kere daha tel’in ediyorum

Bunlara ilaveten, ABD ve İsrail’in İran ile ilişkileri, Orta Doğu ülkelerinin İsrail’in vahşeti karşısında belli bir noktadan sonra daha fazla devreye girmeye yönelik eğilimler içine girmesi, Türkiye’nin zaten başından beri bu vahşete karşı tüm dünyayı ayağa kaldırmaya çalışan siyaseti, bölgemizde çok farklı patlamalara sebebiyet verecek bir manzara arz ediyor.

Bunlar sadece tek bir ülkenin üstesinden gelebileceği yükler olmaktan çıktı. İnşallah zaman içinde uluslararası siyasette sağ duyu hakim olur. Politikalara tesir edebilecek güçteki ülkeler ve Uluslararası kurumlar inşallah daha insani çözümler noktasında harekete geçerler ve şu insanlık için utanç verici durum biraz daha iyi bir noktaya gelir.  Tüm bu cümleleri bir iyi niyet ve dua cümleleri olarak sarf etmek istiyorum.

TÜM BU TEHLİKELİ GÜNDEMLERE RAĞMEN HAYAT DEVAM EDİYOR

Tüm bu sıcak gelişmelerin ötesinde hayatın farklı yanları ve farklı renkleri de var. Hayat başka bir taraftan da akmaya devam ediyor.

Türkiye’miz, potansiyelini göz önüne getirdiğimizde çağını aşmayı hedefleyen bir ülke. Tarihten gelen iddialarımız var, yaşadığımız zamanın bize getirdiği sorumluluklar var.

Bunları gerçekleştirebilmemiz için yalnızca ekonomik ve siyasal gelişmişlik yetmez.

Aynı zamanda kültürel olarak da gelişmiş bir ülke olmak durumundayız..

Bil­gi top­lu­mu ol­ma­nın yo­lu da kül­türel gelişmişliği daha da artırmaktan  geçmektedir.

Tarih boyunca insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri bilgiyi üretmek, muhafaza etmek ve aktarmak olmuştur.

Kütüphaneler işte bu bilgilerin muhafaza edildiği ve paylaşıldığı mekanların başında gelmektedir. Bu açıdan kütüphaneler çok önemlidir…

MART SONU VE NİSANIN İLK GÜNLERİ KÜTÜPHANELER HAFTASI

Türkiye’de her yıl Mart ayının son haftası ile Nisan ayının ilk başları Kütüphaneler Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu yıl da bu hafta 26 Mart 6 Nisan arasında çeşitli etkinliklerle kutlandı

Kütüphanelerin en kıymetli misafirleri bildiğiniz üzere kitaplardır.

Kitap, yalnızca bilgi taşıyan bir nesne değil, aynı zamanda düşünsel gelişimin, kültürel birikimin ve toplumsal ilerlemenin de taşıyıcısıdır.

Kitap sayesinde bilgi edinilir, zihin yapılandırılır, düşünce gelişir ve ifade becerisi artar.

Bu yönüyle kitap, bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirmesine olduğu kadar, toplumların kültürel ve entelektüel seviyelerinin yükselmesine de katkı sunar

(Rami Kütüphanesi)

Kütüphaneler Kitapların sistemli bir şekilde erişime sunulduğu, bilginin korunarak gelecek nesillere aktarıldığı kurumlar olarak, yalnızca birer arşiv değil; aynı zamanda bilgiye dayalı bir kamusal alan, kültürün yeniden üretildiği bir merkez ve demokratikleşmenin de önemli araçlarındandır.

Kütüphanelerin tarihi sürecine kısaca bakarsak,  İlk kütüphane örnekleri tesbitlere göre, milattan önce Mezopotamya’da kil tablet arşivleri olarak ortaya çıkmış, zamanla Antik Mısır’daki papirüs koleksiyonlarına, İskenderiye Kütüphanesi gibi entelektüel merkezlere ve Orta Çağ’da ise manastırlarda ve medreselerde kurulan kütüphanelere doğru evrilmiştir. Daha sonra  Matbaanın icadıyla birlikte kitap üretimi hız kazanmış, insanların kitaplarla münasebetleri artmıştır.

19 ve 20. yüzyıllarda da halk kütüphanelerinin yaygınlaşmasıyla, bilgiye erişim bir ayrıcalık olmaktan çıkarak kamusal bir hak haline gelmiştir. Böylece kütüphaneler, eğitimde fırsat eşitliğini destekleyen, toplumsal dönüşüme katkı sunan kurumlar olarak öne çıkmıştır

Çağımızda ise dijitalleşmenin gelişmesi ile birlikte kütüphanelerin yapısında da önemli değişmeler ortaya çıkmaktadır.

Kütüphaneler bu dijital çağda sadece bilgiye erişim noktası olmaktan öte; aynı zamanda bireylerin dijital becerilerini geliştiren, teknolojiyi doğru kullanmayı öğreten ve dijital eşitsizlikleri azaltmayı hedefleyen sosyal öğrenme merkezlerine dönüşmektedir.

ULUSLARARASI KÜTÜPHANE VE TEKNOLOJİ FESTİVALİ ÖNEMLİ BİR ORGANİZASYON

Nisan ayının ilk haftasında Rami Kütüphanesinde Kütüphaneler Haftası dolayısıyla çok önemli bir etkinliğe katıldık. 2. Uluslararası Kütüphane ve Teknoloji Festivali adıyla gerçekleşen bu etkinlik bu anlamda son derece değerli bir çalışmaydı ve bizleri ziyadesiyle ümitvar etti. Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü bu etkinliğin düzenleyicisiydi.  Sayın Valimiz de bu açılışa huzurlarıyla güç verdiler. Bu anlamlı faaliyeti organize eden ve gerçekleştiren Değerli Kültür ve Turizm Bakanımız Mehmet Nuri Aksoy’u çalışkan ve ufku açık bir bürokratımız olan Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Taner Beyoğlu ve emeği geçen bakanlık personelini kutlamak istiyorum.

Bu çalışma bir taraftan kütüphane ve teknoloji dünyasını bir araya getirirken diğer taraftan da bilgi ekosisteminin geleceğine ışık tutacak etkinliklere sahne oldu.

Ancak en önemli boyutlarından birisi de kütüphanelerin dijital dönüşümdeki rolünün tartışılması idi.

En son teknolojik yenilikler ve yenilikçi hizmet modelleri gündeme alındı.

Sektöre yön veren yenilikçi yaklaşımları ise girişimciler ortaya koydu. AR-GE, inovasyon ve kuluçka merkezleri de festivalde yer aldı.

Fuar alanında kodlama, dijital hikâye anlatıcılığı, akıllı kitap, robotik, animasyon, yapay zekâ, algoritma gibi konularında çalışan 40’tan fazla teknoloji firmasının yer alması ülkemiz açısından son derece değerliydi.

Tarihsel süreçte kütüphaneler, bir medeniyetin bilgiyle kurduğu ilişkinin aynası niteliğinde olmuştur. Hangi toplumun nasıl bir kütüphane yapısı geliştirdiği, o toplumun bilgiye, öğrenmeye ve kültüre verdiği değeri de ortaya koymaktadır.

Bu nedenle kütüphaneler, yalnızca fiziksel yapılar değil, aynı zamanda bir zihniyetin ve toplumsal vizyonun da göstergesidir.

Dolayısıyla Kütüphanecilik açısından ortaya konan bu çalışmayı ve kütüphaneciliğin dijital gelişmelerle harmanlanmasını çok önemli bulmaktayız.

İŞ DÜNYASI OKUYOR ETKİNLİĞİNİN BU YIL İKİNCİSİ GERÇEKLEŞİYOR

Kitaba ve kütüphaneye verdiğimiz değeri sözle ifade etmenin yanında bu konuda bazı adımlar atmanın önemli olduğuna inanmaktayız.

Bu çerçevede geçen yıl birincisini gerçekleştirdiğimiz İŞ DÜNYASI OKUYOR adlı organizasyonun bu yıl ikincisini yapmayı planladık. Meslek komitemiz olarak düşündüğümüz bu çalışmaya sağ olsunlar yönetim kurulumuz ve Başkanımız da büyük destek sağlıyor.

15 Nisan Salı Günü saat 10.00’da İstanbul Ticaret Üniversitemizde buluşarak, okulumuzun o güzel kütüphanesinde, kamu yöneticilerimiz, İTO’nun Yönetimi, Meclis Üyeleri, iş dünyamızın çeşitli kesimleri, hocalarımız, kitap dostları ve öğrencilerimizle birlikte bir miktar kitap okuyacağız. Bu çalışma, bir nebze de olsa,  kitap okuma eyleminin önemine insanımızın dikkatine çekebilme gayesi taşımaktadır.

Geçen yıl Rahmetli Yahya Kemal üstadımızın “Aziz İstanbul” kitabını okumuştuk.

Bu yıl benim Galatasaray Lisesinden okuldaşım hem de kadim bir dostum olan Rahmetli Ahmet Haluk Dursun hocamızın artık Türk klasikleri içine girmiş olan “İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabını okuyacağız.

Bu kitap İstanbul’da yaşamanın lezzetini bize hatırlatan çok güzel bir eserdir. Umarım bu kitabı okurken İstanbul’u bambaşka yönleriyle yeniden keşfetmiş olacağız

SON OLARAK NİSAN AYININ İKİ ÖNEMLİ OLAYINI DA YENİDEN HATIRLAYALIM

Nisan ayı içinde inşallah iki önemli olayın yıl dönümünü yaşıyoruz. 17 Nisan 1993’de Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmişti. Bu üzücü hadisenin üzerinden tam 32 sene geçti. Merhum Özal Türkiye tarihinde önemli dönüşümlere imza atmış bir kişi idi. Ekonomimizin dışa açılmasında ve serbestleşmesinde büyük katkıları olmuştu. Yine onun döneminde İstanbul’un merkezden çevreye doğru taşınmasında çok büyük bir hareket başlamış ve İstanbul’un Merkezi İş Alanları dediğimiz bölgesinin boşaltılması ve yer değiştirmesi ANAP Dönemi Belediye Başkanı Bedrettin Dalan zamanında başlamıştı. Hatasıyla sevabıyla Özal’ın tarihimizde çok önemli bir yeri olmuştur. Allah Rahmet eylesin

Diğer olay da 23 Nisan 1920’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisinin Ankara’da ilk olarak toplanması vuku bulmuştu. Bu olay sonrası Kurtuluş Savaşımız başlamış ve memleketimiz düşman işgalinden kurtulmuştu. Tüm şehitlerimiz ve gazilerimize de Allah’tan Rahmet diliyoruz.

Bu ülke için her şeylerini ortaya koyan şanlı ecdadımıza çok şey borçluyuz borçluyuz.

RAMAZAN AYI, İSTİKLAL MARŞI VE TERÖRSÜZ BİR TÜRKİYE ARAYIŞI

 

13 Mart Tarihinde İTO Olağan Meclis Toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş halidir

Ramazan-Şerif  Ayının Manevi iklimi İçindeyiz

Müslüman âleminin hasretle beklediği “On bir ayın sultanı” Ramazan-ı şerif ayına kavuşmanın sevincini yaşıyoruz.

Muhakkak Ramazan’ı iyilik etme, sevap kazanma, günahlardan kurtulma sevinci ve şevki ile karşıladık.

Bu ayda genelde yardımlaşma ruhumuz daha bir canlanıyor

Yetimlerin, öksüzlerin, fakir fukaranın gönüllerini hoş etmek, onların hayır duasını almak hepimiz için çok değerli.

İlave olarak da bizlere sürekli tavsiye edildiği üzere kendi fiillerimizle ilgili tefekkür etmek , yanlışlarımızı yeniden gözden geçirip bir tür onlardan arınma iklimi hakim oluyor.

Ramazanın ulvi havası ruhlarımızı inceltiyor âdeta.

Oruçla birlikte sadece yeme içmeyi kesmek değil adeta tüm azalarımızla oruç tutabilmeyi denemeye çalışmak gerek.

Elimiz, dilimiz, gözümüz, irademiz yani tüm benliğimizle oruç tutmayı becerebilirsek sanırım Ramazan-ı şerifin bizlere sağlayacağı fayda gerçek olur…

Malumunuz olduğu üzere Selatin Camilerde eskiden çokça mahya asılırdı. Oradaki bir söz çok ilgimi çekerdi. “ Ey Oruç Tut Bizi”

Bu sözde anlatıldığı Ramazan ayında tutacağımız oruçlar da  bizleri adeta tutmalı, sarıp sarmalamalı ve adeta tüm azalarımızla bu ibadeti yapabimeliyiz ki hakiki anlamını idrak edebilelim.

Bu mübarek günler hürmetine Rabb’imizden niyazımız şudur ki; bizleri öfke, kin, haset, nefret, zulüm gibi nice küçük ve büyük günahlardan muhafaza eylesin.

İnşallah bu aydan en iyi şekilde istifade ederiz ve öylece bayramı hak ederiz.

En büyük temennimiz bayramı, bayram sevinci ile yaşamak.

Özellikle başta Gazze’de olmak üzere savaş ve zulümlerin devam ettiği coğrafyalarda da bayram sevinci ve ikliminin hâkim olmasını diliyoruz.

Hayırların fethine şerlerin def’ine vesile olsun niyazıyla herkesin Bayramını Şimdiden kutluyoruz

Terörden Arınmış Bir Türkiye’ye Doğru

Bu Ramazan ayına aslında 27 Şubat günü terör örgütüne yapılan “silah bırakın, örgütü feshedin”çağrısıyla girdik.

41 yıldır Türkiye’ye büyük açılar yaşatan terör belasının son bulması için yeniden bir girişim başlamış oldu.

1 Mart’ta terör örgütünün bu çağrıya uyacağını açıklaması da ümitlerimizi arttırdı.

Takvim ve yol haritası henüz net değilse de ateşkes ilan edilmiş olması kaydadeğer bir gelişme.

Türkiye Büyük Millet Meclisindeki DEM Partili vekillerde ve bölgedeki kanaat önderlerinde de benzer bir ümidi ve gayreti görmek hakikaten ümit verici.

“Terörsüz Türkiye” diyerek girmiş olduğumuz bu süreçte inşallah artık bu karanlık ve üzücü dönem sona erer. Dostluk ve kardeşlik hâkim olur.

Fakat bu zor bir dönemeç ve muhtemelen çok dikkatli olunması gereken bir süreci yaşayacağız.

Daha önce de bu tür gelişmeler yaşanmıştı. Ancak sonu getirilememişti.

Şimdi yine güzel bir ümit oluştu. İş dünyası olarak hepimiz böylesi bir sakinliğin, barışın ve kardeşliğin yanındayız. İnşallah kalıcı olur…

Yarım asra yaklaşan bu ağır insanî ve ekonomik maliyeti olan sorunun çözülmesi için her türlü imkânın değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Millî birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirecek bu süreçin millî bir duruş içinde hayırla neticelenmesi hepimizin ortak duası.

Ülkemizin etrafında önemli bir ateş çemberi var ve buna binaen günümüzde içerdeki bütünlüğümüzü sağlam tutmanın önemli olduğuna tüm kalbimizle inanıyoruz.

Özellikle Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izliyoruz. Arada bazı sıkıntılar meydana gelse de bütüne bakıldığında gelişmeler iyi görünüyor.

İsrail’in bölgedeki işgalci eylemlerinin son bulmasını ümit ediyoruz.

Trump sonrası İsrail yönetiminin ABD’den aldığı desteğin bölgedeki dengeleri bozucu nitelikte bir mahiyet arz ettiğini görmekteyiz ve bu halin biran evvel son bulmasını diliyoruz.

Suriye’nin huzura kavuşmasını, ülkemizdeki sığınmacıların olabildiğince hızlı bir süreçte evlerine dönebilmelerini istiyoruz.

İsrail’in yaktığı ateşin bizlere de sıçramadan sona ermesini arzu ediyoruz.

İş dünyası olarak da kardeş ülkelerimizle canlı ekonomik ve sosyal ilişkilerimizin yeniden normal seyrine dönmesi en büyük beklentilerimizin başında geliyor

“Barış ve huzur” hepimizin en kıymetli hazinesi.

12 Mart Tarihi Kutlu Bir Olayın Yıldönümüydü

Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğunun son 10 yılı önemli savaşlarla geçti.

Balkan Savaşlarının ardından 1.Dünya Savaşı büyük bir felaketti bizim için.

18 Mart Çanakkale Zaferimiz kısa süreli bir mutluluk rüzgarı estirdiyse de bu hazin sonu engelleyemedi.

Bağdat, Hicaz, Gazze ve Kudüs’ün ardından Şam’ın kaybıyla beraber Mîsâk- Millî sınırlarımıza kadar geri çekildik.

Dünya Savaşı sonrası müttefiklerimizle birlikte maalesef mağlup olduk, vatanımız parçalandı, işgale uğradık.

Çok şükür aziz milletimizin büyük bir özveriyle giriştiği Kurtuluş Savaşıyla birlikte yeniden bir diriliş dönemi başladı.

Topyekün silkindik. Türk’üyle Kürd’üyle Arabı’yla Laz’ıyla bir ve beraber olup verdiğimiz İstiklâl mücadelesiyle Elhamdülillah düze çıkmayı başardık.

İşte bu sürecte aziz milletimize metni ve ruhuyla büyük bir güç veren İstiklâl marşımız da ortaya çıktı.

Bu adeta manifesto tarzındaki metin Merhum Mehmet Akif Ersoy’un kaleme aldığı ve 12 Mart 1921 de Büyük Millet Meclisimizde kabul edilen İstiklal Marşımızdı.

Mehmet Akif’in kaleminden çıkan bu sözler, insanımızın duygularına tam anlamıyla tercüman oluyor ki 104 yıldır can-ı gönülden okuyor ve söylüyoruz.

Aziz hatırası önünde rahmet ve hürmetle eğildiğimiz Mehmet Akif’in dediği gibi “Allah bu millete bir daha İstiklâl marşı yazdırmasın.” *

Bu son barış çağrılarını İstiklal Marşımızın bize verdiği güçle beraber değerlendirmemiz gerekiyor, diye düşünmekteyiz.

Yüce Türk Milletinin istiklalini kazanması ve muhafaza etmesi için canları uğruna mücadele veren tüm şehitlerimizin aziz hatıralarını rahmet ve hürmetle yâd ediyoruz. Ruhları şâd olsun.

 

*İSTİKLAL MARŞI

Mehmet Akif Ersoy

                Kahraman Ordumuza

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
 “Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecdile bin secde eder, varsa taşım,
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.                     

 

 

KUT KAVRAMI VE YUSUF HAS HACİP’İN KUTADGU BİLİG’İ

 


Günlük hayatımızda bir çok kere birbirimizin iyi günlerini, başarılarını “KUT”larız. Bu vesile ile iyi dileklerde bulunuruz.

Mesela bu akşam Berat Gecesi. Yine bu “kut”lamalardan birisini daha yapacağız. Peki nedir bu “KUT”? Ne anlama gelmektedir?

Burada kullandığımız “KUT” lafzının kelime manası mutluluk, saadet, devlet, ikbal ve sürekli esenlik diye izah ediliyor.

KUT kelimesinin anlamının peşine düştüğümde karşımıza tarihimizde ciddi önemi olan bir kitap çıkıyor.

Bu yazımızda sizlere bu kitaptan kısaca bahsetmek istiyorum.
Kitabın adı KUTADGU BİLİG.

Kitabı kaleme alan büyük Türk bilgini ve devlet adamı Yusuf Has Hacip. Devir,  İslâmiyeti ilk kabul eden Türk Devleti, Karahanlılar devri.

Yusuf Uluğ, kitabı kaleme alan kişinin hakiki adıdır. Yazıp hükümdara sunduğu yıllar muhtemelen 1060 civarı.

İsmine ilave edilen “Hacip” ise onun görevi. O dönemde kitabını beğenen Karahanlı hükümdarı Tavgaç Kara Buğra Han onu “Has Hacip” yani bir tür başdanışman olarak vazifelendirmiş.

Haciplik görevi, Kendisi ile görüşme yapmaya gelenlere yardımcı olan, mihmandarlık eden, özelkalem müdürlüğü türü bir görevmiş

Mesnevi tarzında yazılmış olan bu kitapta 6645 tane beyit bulunuyor.

Bazı kaynaklarda sonradan ilave edilen beyitlerden de bahsedilerek bu sayı 6722 beyite kadar çıkıyor.

Eserin dili Uygur Türkçesidir. Günümüz Türkçesine; “Mutluluk Veren Bilgi” diye tercüme edilen bu ismi bazı uzmanlar “kut” sözcüğünün iktidar ve egemenlik anlamına geldiğini de belirterek “Devlet Yönetme Bilgisi” olarak da çevirmişlerdir.

Bu açıdan bakıldığında Kutadgu Bilig sadece edebî bir eser değil aynı zamanda “Siyasetname” tarzında yazılmış bir eserdir.

Yani Kutadgu Bilig’te mutluluk ve devlet yönetimi arasında önemli bir bağlantı kuruluyor.

Yusuf Has Hacip bu eserinde Türklere ve insanlığa yol gösteriyor ve iyi bir yönetimin formülünü veriyor.

Bu formülü bazı uzmanlar özetle “Anlayış ve Bilgi” olarak ifade etmiştir.

Yani dünyayı elde tutmak için insanın anlayışlı olması gerekir ve halkı itaat altına almak için de yöneticilerin bilgili olması gerekir.

Yusuf Has Hacip’in bu eserinde genelde “Kamil İnsan” kavramı ve tanımı yanında bir çok erdemler de ele alınıyor.

Kutadgu Bilig, biraz evvel belirttiğim gibi devrin hükümdarına hitaben yazıldığından bu yönü ile yöneticiye, hükümdara ölüm karşısında aciz olduğunu hatırlatırken çok çeşitli öğütlerde de bulunuyor.

Eserinin bir yerinde kitabın kahramanlarından biri olan vezir Aydoğdu’ya şöyle söyleterek hükümdara ölümü hatırlatıyor;

Ömrümü gaflet içinde geçirdim gençliğimi boş yere harcadım,

Aç gözlülükle topladığım dünya malı artık beni terk ediyor.

Yokluk içinde gidiyorum.

Başkalarını çok defa elimle ve dilimle incittim.

İşte ölüm geldi yakama yapıştı nefesimi kesiyor.”

Bu sözler insanoğlunun; dünyadaki macerasına yüklediği mananın ne kadar boş olduğunu, yaptığı yanlışlarla bunu nasıl büyük bir felakete sürüklediğini bir iç muhasebe olarak önümüze koyuyor.

Kutadgu Bilig, 11. yüzyılda yazılmasına rağmen bugün 21. yüzyılda bizleri de kuşatacak şekildegörüşler ifade ediyor.

Eserde yemek yeme adabından başlayarak çocuk eğitimine, her türlü bilginin edinilmesinden okumaya yazmaya,  alfabeleri ve dilleri öğrenmeye, şiir yazmaya, edebiyata, matematiğe kadar dönemin bütün bilgi dalları hakkında görüşler vardır.

Avcılık, kuşculuk ve daha bir çok beceriler kitapta yer alıyor.

UNESCO, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i kaleme alışının 950. yıl dönümü sebebiyle 2019 yılını anma yılı ilan etmişti.

İstanbul Ticaret Odası da buradan ilham alarak elimizdeki bu kitabı yayınlamıştı.

KUTADGU BİLİG’DEN BAZI SEÇMELER

Eserde yazar 4 şahsiyeti ve onların özelliklerinin konuşturarak  görüşlerini paylaşmış: Bunlar

1 / Hükümdar Gündoğdu, ADALETİ temsil ediyor”

2 / Vezir Aydoğdu MUTLULUK VE İKBALİ temsil ediyor

3 / Vezirin oğlu Ögdülmüş, ANLAYIŞI temsil ediyor

4 / Vezirin kardeşi Odgurmuş AKİBET’i temsil ediyor

 Kitabın odak noktası “Adalettir”. Ona göre Adalete istinat eden kanun  bu göğün direğidir; kanun bozulursa gök yerinde duramaz.”

Hükümdara bunun için şöyle tavsiye ediyor: “Eğer devamlı ve ebedî beylik istiyorsan adaletten ayrılma ve halk üzerinden zulmü kaldır. Kötü teâmülkurma, iyi kanun koy; ömrün iyi geçer ve saâdetsana yâr olur.

Devletin varlığının ve devamının, sağlıklı işleyen bir ekonomik sistem ve kudretli bir orduya dayandığını vurgular Yusuf Has Hâcib.

Dolayısla İslâm siyaset görüşünün en önemli ögelerinden biri olan “Adalet Çemberi”ni şu şekilde formüle eder:

Memleket tutmak için, çok asker ve ordu lâzımdır; askerî beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir; halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse, dördü de kalır; dördü birden ihmal edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar.”

Bu noktada ben sizlere kitaptan ilgimi çeken başka bir bölümü nakletmek istiyorum.  Diyor ki Yusuf Has Hacip;

Halkın, bey üzerinde verilmesi ve korunması gereken başlıca üç hakkı vardır;

1/ Gümüş, temiz kalsın onun ayarını koru.”

Yani burada bugün için de çok önemli olan paranın değerinin korunması ve enflasyon ile hayat pahalılığı gibi konularda önemli bir öğüt var farkındaysanız.

2/ Halkı adil kanunlarla idare et, birinin diğerine tahakküme kalkışmasını meydan verme, onları koru.

Bu cümleyle de insanların birbirlerine kul ve köle olmamalarını, kanunlarla korunmaları gerektiğini ve bunun bey tarafından yani yönetim tarafından sağlanması gerektiği ifade ediliyor.

3/ Bütün yolları emin tut, yol kesen haydutlar ve diğer insanların huzurunu bozan kişilere karşı da halkı koru.  

Yani burada devletin en önemli işlevlerinden biri olan “Güvenlik” konusunu da özellikle vurguluyor ve buna bey’in veya  idarenin dikkatini çekiyor.

Kutadgu Bilig’te dikkati çeken esasında çok fazla nokta var bunların hepsini nakletmemiz mümkün değil elbette.

Yine kitaptan alıntılara devam ediyoruz.

Yusuf Has Hacip kitapta dönemin bey’ine hitaben memleketin ahalisinin üç türden oluştuğunu söylüyor.

1/ Bunlardan birisi âlimlerdir. Âlimlere çok önem ver, bunlar insanı ve devleti saadete kavuştururlar. Onlara izzet ve ikramda bulun, hükümlerine itiraz etme ve onlara hürmet et.

2/ İkinci kısımdakiler muhtesiplerdir. Muhtesipler,toplumda “emri bir maruf nehy-i ani’l-münker” (yani iyiliği emredip kötülükten men etmek) prensibi uyarınca genel ahlakı ve kamu düzenini koruma faaliyetinden sorumludurlar. Bunun için ihtisap kurumu vardır. Bu işleri yapanlara da “muhtesip”denir. Muhtesipler yani bir nevi bugünkü belediyelerile bizim türdeki odalar ve teşkilatlar için diyor ki bunlara da dikkat et! Bunlar kuvvetli olmalı. Fasıklar, serseriler, başıboş dolaşanlar ancak muhtesiplertarafından zapt ü rapt altına alınır, kontrol altına alınabilir. Bu sınıfa çok dikkat et, diyor.

3/ Üçüncü kısımdakiler senin hizmetinde bulunan memurlar ve vazifelilerdir.  Bunlar gerektiği zaman sana karşı da çıkabilirler,  çok yük altına girmezler.  Sen bunlara karşı da çok dikkatli davranmalısın

4/ Dördüncü kısım da diyor Avamdır yani halktır.

Yusuf Has Hacip halkı da kendi içinde üç zümreye ayırıyor;

Birincisi zenginler, ikincisi orta halliler,  üçüncüsü de fakirler.

Şuna dikkat etmelisin ki zenginlerin yükü ortahallilere yüklenmemeli yoksa orta halliler bozulur ve sarsılır.

Yine dikkat etmelisin ki orta halli kimselerin yükleri fakirlere yüklenmemeli yoksa fakir açlıktan kırılır ve mahvolur.

Sen bunu tersinden davran yâni  fakiri koru, onu geliştir ki o orta halli olsun.  

Orta halliyi de destekle ki o da zengin olsun. Ancak bu şekilde halkı huzura ve mutluluğa kavuşturursun.

KUTADGU BİLİG’İN ASIRLARI AŞAN ETKİSİ

Burada söylenen sözlerin 11. yüzyılda Karahanlılar döneminde Ortaasya’da söylendiğini gözden uzak tutmamalıyız.

O dönemin şartları içerisinde söylense de şu hususu beyan edelim ki bizim kültürümüzde Türk milletinin İslâm’la tanıştıktan sonra edindiği çeşitli tecrübeler ve fikrî derinlik Kutadgu Bilig’te vardır ama maalesef hakkıyla değerlendirilmemiş bir kitap, olduğuna inanıyorum.

Bugün uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi derslerinde mesela biz Platon’un DEVLET’ini Makyevel’in “PRENS’ini, Fransız Jean Jacques Rousseau’nun SOSYAL KONTRAT’ını çok fazla inceleriz ve değerlendiririz. Ama Yusuf Has Hacip’in eseri maalesef bizler tarafından bile yeterli ölçüde dikkate alınmamıştır.

İnşallah KUTAGDU BİLİG gibi asırlar öncesinden hem günümüze hem de muhtemelen yarınlara hitap edebilen kitapları ve içerisinde yer alan değerli görüşleri yeterli ölçüde gündemimize alıp değerlendiririz.

Bu yazı İTO’nun 13 Şubat 2025 Olağan Meclis toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline dökülmüş halidir

YÜZYILIN İSTANBUL’U

 İstanbul, dünyanın en kadim şehirlerinden bir tanesidir. Tarih boyunca daima dikkatleri üzerine çekmiş bir yerleşim yeridir.

Marmaray kazıları sırasında Yenikapı’da çıkan kalıntılara göre İstanbul’un tarihinin 8500 yıl evveline kadar uzandığı iddia edilmektedir

MS 330 yılında imparator Birinci Konstantin İstanbul’un önemini farkına vararak onu yeniden imar etmiş ve Yeni Roma adıyla Bizans’ın başşehri yapmıştır.
Bu biraz da Katolikliğin merkezi olan Roma’ya karşı Yeni bir Roma kurma isteği olarak da değerlendirilmiştir..

İstanbul 1204 yılında bir Latin işgaline ( HAÇLI İŞGALİ) uğramış ve bu işgal sırasında şehir adeta yakılıp yıkılmıştır.
Bizanslı papazların şu sözü ilginçtir: İstanbul sokaklarında kardinal serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.

Öncesinde maruz kaldığı birçok kuşatmayı atlatan İstanbul 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet  tarafından fethedilmiştir ki bu çağ atlatmayı gerektirecek önemli bir hadise olarak tarihte yer almıştır
İstanbul’un fethedildiği sırada şehrin nüfusunun 50000 kişi civarında olduğu tahmin edilmektedir.. Fatih’in hükümdarlığı döneminde şehrin nüfusunun 100000 civarına yükseldiği çeşitli kaynaklarda belirtilmekte.

Şehrin imarı ile ilgili FATİH’İN VAKFİYESİNDEKİ SÖZÜ çok önemlidir

Hüner bir şehri bünyad etmektir, 

Reaya Kalbin abad etmektir

Yani bugünün anlatımıyla Esas maharet bir şehri onarırken veya yeniden inşa ederken aynı zamanda burada yaşayan insanların kalplerini de kazanmak ve onları mutlu etmektir

Fatih ile birlikte İstanbul kurgulanırken ( genelde Osmanlı şehirlerinde hep bu noktaya dikkat edilmiştir) şehir, Merkezde Cami olmak üzere inşa edilen Külliye ve onun çevresindeki yapılar olarak kurgulanmıştır. Bu Külliye yapıları da genelde hep VAKIF olmuştur.

Vakıf bilindiği gibi Allah için vakfedilen mekanlardır

Külliye dediğimiz manzume Cami, Sıbyan Mektebi, Hamam, İmaret ( AŞEVİ) Tabhane, Medrese, vs den müteşekkil oluyordu

Külliyelerde Çarşı, Hamam ve Kervansaray  gelir getirmek için düşünülüyor ve buradan gelen gelirler Külliyelerin masrafları için vakfediliyordu

Bu külliyelerin etrafında mahalle örgütlenmesi tarzında yerleşim oluyordu. İstanbul’da  MAHALLE denen birim aileden sonra gelen en önemli yapı idi.

Genelde büyük külliyelerin çevresinde hep ÇARŞILAR kurulmuştu

Ayasofya’ya gelir getirmesi için Fatih Sultan Mehmet tarafından Kapalıçarşı’nın temeli olan Cevahir Bedesteni kurulmuştu. Sonra da Sandal Bedesteni inşa edilmişti. Kapalıçarşı bu iki bedestenin çevrelerindeki dükkanlardan meydana gelmişti

Fatih’in vezirlerinin yaptıkları Külliyeler

Sultan Fatih İstanbul’un imarı için özellikle etrafındaki paşalarını da seferber etmişti:

Mesela Sadrazam MAHMUT PAŞA ( kendisine Veli Paşa da denilmekteydi) bu açıdan önemli bir örnekti

Bugünün Mahmut Paşa semti oradaki külliye ve çevresindeki 260 küsür dükkandan müteşekkildi

MURAT PAŞA; Aksaray’da Vatan ve Millet caddelerinin kavşağındaki külliye, Fâtih Sultan Mehmed’in vezirlerinden Has Murad Paşa tarafından 876 (1471-72) yılında yaptırılmıştır. Vatan caddesi açılırken birçok bölüm maalesef yıktırılmıştı

Fatih zamanındaki diğer külliyelerden bazılarını zikretmek gerekirse;

FATİH CAMİİ önemli bir külliye idi ve Fatih Sultan Mehmed’in adını taşımaktaydı. Bu külliyenin hemen yanıbaşında Saraçlar Çarşısı kurulmuştu. Saraçhane semtinin adı da buradan gelmektedir.

(Fatih Camii ve Külliyesi)

ŞEYH VEFA KÜLLİYESİ

İstanbul’un bir semtine adını vermiş olan Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnülvefâ’ya (ö. 896/1491) ait külliye cami/tevhidhâne, medrese, hankah, çifte hamam, imaret, tabhâne, kütüphane, çeşme ve türbeden meydana gelmiştir.

EYÜP SULTAN KÜLLİYESİ ( Hz.Peygamber’in (as) yakın arkadaşı Eyyüb-ül Ebsari’nin kavri burada bulununca o bölgeye bir kğlliye yapılmıştı)

Uzun bir dönem bu külliye sistemi yürürlükte olmuştur ve genelde hep benzer bir form içinde bu yapılar inşa edilmiştir.

Fatihten sonraki padişahlar döneminde de bu trend devam etmiş ta ki Batılılaşma dönemi ve tanzimat devrine kadar bu tarzda çok eser verilmiştir. İstanbul’da kurulan semtlerin büyük bölümü böyle oluşmuştur. Bayezid, Cerrahpaşa, Haseki vs

Batılılaşma Dönemi ve Barok Mimari

Batılaşma dalgası ile birlikte özellikle ikinci Mahmut’tan sonra Ermeni Balyan ailesinin uyguladıkları Barok sitili ile yeni bşr kurgu ve mimari yaklaşım ortaya çıkmıştır. Dolmabahçe Sarayı, Ortaköy Camii, Aksaray Valide Sultan Camii, Nusretiye Camii, Feriye sarayları, Ortaköy cami vs. Bir dönem İstanbul’a bu tür eserler damga vurmuştu

Bu akım da aşağı yukarı 1900’lerin başlarına kadar devam etmiş.. Ondan sonra 1909-1930 arası Ulusal Mimari akımı diye bir akım var. Burada mimaride daha öze dönüş tarzında bir yaklaşım görülmektedir. O dönemde batılılaşmaya karşı milli bir damar da yükselmiş ve bu şehrin yapısına da tesir etmişti. Mesela İTO’nun onardığı ve hizmete sürdüğü Liman han, o üslubun önemli bir örneğidir. Dördüncü Vakıf Han, Büyük Postane, Haliç Kongre Merkezi de bu akım içinde gösterilecek önemli örneklerdir


Şimdi bunlar hep üslup örnekleri zikrettiğimiz eserler

Sonrasında Cumhuriyet döneminde üslup konusunda bir kere eskiden vaz geçiliyor fakat yerine çok tutarlı yeni bir üslup maalesef hala oturtulamıyor. Son yıllarda eski eserlerimizin onarımı tarzında bir politika izleniyor ki en azından tarihi kurtarmak adına önemli bir çalışma diye düşünüyorum.

Ben ceddimizin İstanbul’u yeniden oluştururken kendi zihniyetlerinin de tesiriyle anlamlı bir kurgu ortaya çıkardıklarını görüyorum. Fakat bugün bu şehirde yaşayanların yani topyekün bizlerin maalesef bu bakış açısına çok da sahip olamadığımızı ve bunu şehre uygulayamayamadığımızı düşünüyorum. Bence İstanbul’a ah şöyle güzel böyle güzel diye bakmaktan öte biz yaşarken bu şehri belli bir üslup içinde nasıl daha iyi hale getirebiliriz? Bizden sonrakilere nasıl daha iyi bir şehir bırakabiliriz diye derin derin düşünmek lazım diye inanmaktayım.

Son cümle olarak beni en çok rahatsız eden son yüzyılda toplum olarak kafamızın karışık olmasının tesiriyle şehrin kurgulanmasında doyurucu bir yerleşim ve mimari üslubu oturtamamamış olmamızdır

İstanbul Ticaret Odası’nın İstanbul için yaptığı yayıncılık katkıları ve son eseri :

İstanbul Ticaret Odası olarak biz de kendi çapımızda hep İstanbul’a bir şekilde hizmet etmeye çalışan bir kurumuz. Bir çok faaliyetimizin yanında araştırmalar ve yayınlarla da bu hizmetimizi sürdürmeye çalışıyoruz.

Mesela “Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi”nin ilk sayısını 5 Ocak 1884’te yayınlamaya başlamışız.

Ve bugün o gazeteyi “İstanbul Ticaret” adıyla haftalık olarak yayınlamaya devam ediyoruz.

Odamızın kurulduğu 14 Ocak 1882’den bugüne kadar yayınlanmış 3 binden fazla çalışması bulunuyor.  

Standart yayınlarımız içinde Türkiye ekonomisi, İstanbul’a yönelik ekonomik ve sosyal araştırmalar, sektörel araştırmalar, AB araştırmaları, KOBİ araştırmaları, vb. yayınlar var.

Prestij kitaplarımız da ise İstanbul ağırlıklı olmak üzere Türkiye’nin kültürel, tarihsel zenginliğini ortaya çıkaran eserlerimiz var.

Son çıkan yayınlarımızdan bir tanesi de “Yüzyılınİstanbul’u” kitabı.

Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili editörlüğünde hazırlanan eserle İstanbul’un geçirdiği son asır farklı boyutlarıyla anlatılıyor.

Âdeta asırlık bir İstanbul okumasının yapıldığı bu kitapta siyaset, ticaret ve ekonomi, sağlık, arkeoloji ve müze, sahaf, sanayi, spor, turizm, asırlık markalar, belediye ve şehircilik, radyo-televizyon ve sinema, gelenekli sanatlar ve İstanbul mutfağı gibi pekçok alanda yaşanan süreç ve değişim aktörleriyle birlikte derinlemesine bir analizle ele alınıyor.

Kitapta benim dikkatimi çeken birkaç hususu sizinle paylaşmak istiyorum.

“Yüzyılın İstanbul’u” eserinin birinci bölümünü teşkil eden “Tarihî İstanbul ve Arkeoloji”başlığının altında son derece önemli bilgiler var.  

Örneğin, İstanbul Arkeoloji Müzesinin yönetici kadrosunun kaleme aldığı İstanbul’da yapılan arkeolojik kazılar bölümü bir kitap encamında değerli bilgilere sahip.

Kısa süre önce İl Kültür Müdürlüğü’nden Yazma Eserler Müdürlüğüne atanan Dr. Çoşkun Yılmaz’ın yazdığı  “Ayasofya’nın Son Yüzyılı” makalesinde Ayasofya Camii’nin 1934 yılında nasıl müzeye dönüştürülme kararının alındığı kahramanlarının dilinden anlatılıyor.

Yine Çoşkun Hoca’nın Ayasofya’nın nasıl aslına rücü ettiğine dair birincil tanıklığı ise son derece değerli.Benim yakın arkadaşım olan ve 2019’da bir kazada hayatını kaybeden Ahmet Haluk Dursun’un Ayasofya’nın Başkanı olduğu dönemde yaptıklarının bir bölümüne yakinen şahitlik etmiş biri olarak Çoşkun beyin buradaki yazısını şahsen ilgi ile okudum. Keza Ahmet Emre Bilgili de o dönemlere bizzat tanıklık etmişti ki onun da katkıları çok önemli

Kitabın ikinci bölümünde yer alan “Ekonomik ve Siyasî Hayat”a dair konular ise İstanbul’un nasıl finanstan sanayiye, ticaretten sağlığa, belediyecilikten spora Türkiye’nin lokomotifi olduğunu gözler önüne seriyor. Burada içimizden yetişmiş ve bakan yardımcısı olmuş Hasan Büyükdede ağabeyimizin sanayi ile ilgili yazısı Dr. Akansel Çetinkaya’nın İTO ile Ticaretin Yüzyılı yazıları da ciddi bir emek mahsülü

Benim de Prof. Dr. Berat Özipek ile birlikte kaleme aldığımız “İstanbul’da İş Dünyası Üzerinden Yüzyılın Kısa Hikâyesi”nde dedelerimin, babamın ve benim yaşamış olduğum İstanbul’daki ticaret hayatını ve yaşanan kentsel dönüşümü ana hatlarıyla anlatma fırsatı bulduk.

Özellikle H. Prost ve İtalyan L. Piccinato’un planlamalarının şehre neler katıp neler kaybettirdikleri üzerinde de kısaca durmaya çalıştık

Kapalıçarşı ve Mahmutpaşa günlerimi anlatırken ise buradaki birçok arkadaşımın şahit olduğu enterasan olayların bize öğrettiği derslere işaret ettik.

Kitabın “Şehir ve Sosyal Hayat” bölümü ise yaşanan sosyal değişimi mimarî, eğitim, sağlık, dini hayat ve mutfaktan bakarak anlattığından son derece değerli.

O bölümde kendi hayatımızdan birçok sahneyeçağrışım yapabiliriz.

Bu alanda Dr. Sinan Genim ve Dr. Necdet Subaşı, sözleri ve fikirleri ciddiye alınması gereken şahsiyetler

Bu bölümde özellikle bu memleketin ilim hayatında çok önemli rol oynamış İmam Hatip Liselerinin açılmasını sağlayan Celalettin Ökten’in mahdumu Prof. Dr. Saadettin Ökten hocanın röportajını okumanızı hassaten tavsiye ediyorum.

O röportaja Saadettin Hoca’nın eşi Prof. Dr. Meriç Ökten Hanımefendi de katılmış. Maalesef Meriç Hanımefendiyi dün dar-ı bekaya yolcu ettik.

Cenab-ı Hakk Rahmet eylesin, makamı cennet olsun inşallah.

O söyleşi de İstanbul’un mana derinliklerine Nurettin Topçu, Mahir İz, Celal Hoca ve Ali Fuat Başgil gibi aktörleriyle birlikte yolculuk yapılırken günümüz mimari anlayışına dair yaptığı tespitleri hepimizinbüyük bir dikkatle not almamız gerektiğine inanıyorum.

Yüzyılın İstanbul’unun son bölümü ise “Kültürün Başkenti” ismini taşıyor. Gelenekli sanatlardan sahaflara, kültür-sanat endüstrisinden edebiyata, televizyondan sinema tarihine kadar çok önemli değerlendirme yazıları var. Prof. Dr. Önder Küçükerman’ın yazmış olduğu “Ehl-i Hireften Alamet-i Fârikaya Tasarım” yazısı ise iş dünyamızın hala eksikliğini tamamlayamadığı marka ve tasarım konusunda tarihsel bir projektör tutuyor.

Bu bölümde Mütevelli Heyet Başkanımız İsrafil Kuralay beyin Sanat endüstrileri ile ilgili bir çalışması var

Evet kitap kültürel bir hafıza olarak önemli olsa da Cumhuriyet’in II. asrına yönelik teklifleri açısından da son derece değerli.

Tamamını okuma şansımız olmasa bile dikkatimizi çeken birkaç makaleyi okuduğumuzda çok önemli hususları gözden geçirme fırsatı bulacağımıza inanıyorum.

Burada bazı makaleleri öne çıkararak adını zikredemediğim değerli üstadlara haksızlık yapmış olmaktan çok çekiniyorum. Belki şöyle bitireyim. Kitapta hepsi birbirinden güzel 37 yazı var, Havanız hangisine uygun ise, hangisinden başlamak isterseniz ziyan etmezsiniz. Ama yavaş yavaş ve sindire sindire okunabilecek bu güzel çalışmayı bence önemseyelim ve okumaya çalışalım diye düşünüyorum

Kitabın vücuda gelmesinde katkı sağlayan tüm dostlarımıza, büyüklerimize ve kardeşlerimize can-ı gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Ama esas bu eserin fikir babası olan İTO Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Şekib Avdagiç’e, bu projeyi hayata geçiren yayın kuruluna ve editör Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili beye hassaten teşekkür ediyoruz.

Bu yazıyı nihayete erdirirken vefat yıldönümü dolayısıyla bir şairimizi kısaca anmak istiyorum

İstanbul Çatalcalı bir şair ve düşünce adamı olan, 05 Ocak 1975’te vefat eden Bayrak Şairi Arif Nihat Asya’ya Allah (cc)’dan Rahmet diliyoruz

Merhum Arif Nihat Asya

“Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…. 

Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın! diyerek Fetih Marşı’nda gençlerimize seslenmişti

Bayrak Şiirinde ise her mısrası ile okurken tüylerimiz diken diken oluyordu.


Yazımızı Bayrak şiirini okuyarak bitirebiliriz.

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,   Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum,  senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun       Yuvasını bozacağım.

 Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder.. Gölgende bana da, bana da yer ver. 

Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar: Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

 Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün Gölgene sığındık.

 Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.

 Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim: Yeryüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!

*Bu yazı 9 Ocak tarihinde İTO Meclisinin açklışında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş halidir

 

TRUMP SONRASI ABD TÜRKİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE

”14 Temmuz 2024 tarihinde İTO Meclisinde yaptığım konuşmanın bir bölümünde Trump sonrası Türkiye ABD ilişkileri nasıl olabilir üzerine kısa bir analiz yapmıştım. Aşağıda bu analiz yer almaktadır”

ABD’de Trump’ın seçimleri kazanması ile birlikte dünya yeni bir döneme hazırlanıyor. Gerçi ABD gibi büyük ülkelerde liderlerin değişimi ile ülke politikalarında çok ani ve hızlı değişimlerin de beraberinde geleceği her zaman görülebilecek bir durum değildir. Ama yine de Trump’ın güçlü bir şekilde yeniden iktidar oluşu muhakkak ki bazı şeylerin değişmesine yol açabilecektir.

Bilindiği üzere Donald Trump, Biden öncesi 2017-2021 arası iktidarda bulunmuştu. Bu süreçte ABD-Türkiye ilişkilerinde karmaşık bir süreç yaşanmıştı. İki ülke arasındaki ilişkiler, özellikle Trump’ın kişisel diplomasi tarzı ve ABD-Türkiye ilişkilerini doğrudan etkileyen konular nedeniyle oldukça inişli çıkışlıydı. Bu dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler, bazı alanlarda ciddi gerilimlere sahne olurken diğer alanlarda stratejik iş birliği devam etmişti

BİR KAÇ ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

S-400 Krizi:  Türkiye’ye verilmiş olan taahhütlerin gecikmesi ve sürüncemede bırakılması üzerine Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir gerilime neden olmuştu. Sonuç olarak Türkiye F-35 programından çıkarılmış ve bize bazı yaptırımlar uygulanmıştı.

YPG/PKK Sorunu: Bilindiği üzere ABD’nin Suriye’de PKK’nın kardeş gücü YPG ve bunun farklı uzantıları ile iş birliği, Türkiye tarafından büyük bir tehdit olarak algılanmakta ve biz ABD’den bu bölücü ve düşman kuvvetlere desteğini durdurmasını talep etmekteydik. Halen de ediyoruz. Trump yönetimi, Türkiye’nin Suriye sınırına yönelik güvenlik endişelerine bir ölçüde destek vermişti  fakat buna rağmen ABD’nin YPG’ye desteği sürmeye devam etmişti.

Ekonomik ve ticarî alanda Türkiye ile ABD arasında ticaret hacminin artırılması hedeflense de bazı ekonomik yaptırımlar ve ek vergiler, iki ülke arasındaki ilişkileri zorlamıştı. Özellikle Türkiye’nin ABD’ye yönelik çelik ihracatına uygulanan ek vergiler, ekonomik ilişkileri olumsuz etkilemişti.

Rahip Brunson Krizi: Rahip Andrew Brunson’ın Türkiye’de tutuklanması ve ardından ABD’nin yaptırım tehditleri, iki ülke arasında büyük bir diplomatik krize neden olmuştu. Trump, Brunson’ın serbest bırakılmasını açıkça talep etmiş ve bu durum Türkiye’nin ekonomisine menfi bir tarzda etki eden döviz dalgalanmalarına yol açmıştı. Brunson’ın serbest bırakılmasıyla bu kriz nispeten çözülmüştü.

Trump yeni yaptığı bir konuşmada da bu konuya atıf yapmış ve problemi canlı tuttuğunu göstemişti.

Trump’ın iktidarda olduğu dönemde Cumhurbaşkanımız ve Trump arasında kişisel dostluk mesajları ön plana çıkmıştı. Tabii bu arada ABD başkanının kendi mizacının da etkisiyle bazen maksadını çok aşan beyanlarına da şahit olduk. Trump’ın diplomatik meselelerde doğrudan Erdoğan’la iletişime geçmesi, iki ülke arasındaki bazı krizlerin hafifletilmesine katkı sağlamıştı. Ancak bu kişisel ilişki her iki ülke için stratejik sorunları çözmekte yeterli olmamıştı.

Yine aynı dönemde Trump, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerine yönelik zaman zaman eleştirilerde bulunsa da Türkiye’ye karşı çok fazla katı bir tutum izlememişti.

Trump’ın yeni döneminde geçmişteki yaklaşımları da referans alarak muhtemel ilişkiler nasıl olabilir üzerinde bazı tahminler yapmak istersek şunları söyleyebiliriz:

Trump’ın yeni bir döneminde ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrinin, Trump’ın kişisel diplomasi tarzı, ekonomik iş birliği vaatleri ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarına yönelik yaklaşımıyla şekillenmesi beklenebilir.

Geçen döneme göre bazı sorunlar hala devam ediyor. S 400 meselesi , PKK/YPG ve uzantıları ile ilişikler yine sorunlu alanlar.

Trump’ın ilk dönemi ile bugün arasında uluslararası ilişkilerde yeni meseleler ortaya çıktı. Çin faktörü  ve ABD Çin rekabeti daha da ciddi bir hale gelmeye başladı.

Rusya Ukranya savaşı sonrası Avrupa’daki müttefik ülkeler ciddi sorunlarla karşılaştılar. ABD’nin üzerindeki yükler arttı.

Geçen döneme ilave olarak yeni dönemde İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle Gazze’de ölçüsüz bir güç kullanarak adeta bir soykırıma başlaması gündeme yeni giren bir madde olarak ortaya çıktı. İsrail’in bu saldırlarını şiddetle kınadığımı da bu vesile ile beyan etmek isterim.

İsrail’in bu şiddet gösterisine karşı başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin önleme yönünde bir aksiyon göstermemeleri, Türkiye ABD ilişkilerini bekleyen önemli bir sorun olarak ortadadır. Trump’ın bu hususta farklı bir tavır göstermesi beklenmemekle birlikte gerek ülkesinde gerekse de dünyanın çok farklı yönlerinde ölçüsüz saldırılara karşı bir reaksiyonun gelişmesi pragmatik bir politikacı olan Trump’ın davranışlarını acaba etkileyebilir mi diye düşünmekteyim.

İnşallah böyle bir gelişme ortaya çıkar. Bazen bu çerçevede bazı ümitlerin ortaya çıktığını gözlemlemekteyiz.

İsrail’in  bir yıldır sürekli arttırdığı bu ateşi tüm OrtaDoğu’ya sıçratma tehlikesi var. İran ile ciddi bir savaş tehlikesi gündemedeki yerini koruyor maalesef.

Türkiye nerede durmalı?

Bu dengeler içinde Türkiye’nin de Orta Doğu’da daha güçlü olması gerekiyor. Özellikle Güneydoğu’da sınırların hem bizim tarafta hem de sınır ötesinde her daim dikkatli olunması lazım.
İran ile İsrail’in muhtemel bir çatışmaya girmesini engellemeye yönelik ciddi gayrete ihtiyaç var.

Suriye ve Mısır ile bozulan ilişkilerin de düzeltilmesi için diplomasi çalışıyor.  

Türkiye, NATO ve AB ile ilişkilerini sıcak tutarken BRICS ülkelerini de ilgi alanında bulundurmaya çalışıyor ki uluslararası alanda alternatiflerini artırabilsin.

Türkiye yakın dönemde sürdürdüğü gibi Rusya ile işbirliğini de belli bir düzeyde tutması  gerekiyor ki denge sağlanabilsin.

Trump daha önceki iktidarında olduğu gibi ABD’yi içine kapanan bir tercihe sürüklerse Türkiye ve gelişmekte olan ülkeler bu noktada finansal olarak etkilenebilir.

Suriye’den asker çekme niyetini yine ortaya koyarsa Türkiye bu politika ile Orta Doğu’da belki daha da rahatlayabilir. Tabii Trump’ı saran derin ABD merkezleri, ona bu imkanı verir mi? Onu ilerleyen zamanlarda hep beraber göreceğiz
Tüm bu kısa uluslararası ilişkiler turunda gördüğümüz üzere bu anlamda dünyanın 4 yıllık yeni bir döneme hazırlandığını gözlemliyoruz. Ve bu süreçte en sıcak noktalarda bulunduğumuzu vurgulamamız gerekiyor.

Bu bahsi kapatmadan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı paylaşımda “Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan başkanlık seçimini büyük bir mücadelenin ardından kazanarak yeniden ABD Başkanı seçilen dostum Donald Trump’ı tebrik ediyorum.” ifadesini kullanması üzerinde de aklıma gelen bir hikayeyi sizlere aktarmak istiyorum

Biliyorsunuz kültürümüzde çok önemli ibret öykülerinin yer aldığı kitaplar vardır. Bunlardan birisi de Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sidir.

Çeşitli öyküler üzerinden insanlığa ibretlik halleri gösterir.

Bunlardan birisinde Kelile, Dimne’ye stratejik bir öğüt verir;  

“Akıllı ve mert insanlarla birlikte ol, onlara yaklaş ve onlardan ayrılma. Bir kimse akıllı ve mert ise onunla dost ol. Çünkü akıllı ve mert kişi, olgun kişidir. Akıllı olup mert olmayan kişiyle kötü huylu olsa bile dostluk kur. Kötü huyundan uzak durarak onun aklından yararlanabilirsin.

Akılsız olup mert olan insanla da dost ol; aklını beğenmesen de onunla ilişkini kesme, onun mertliğinden yararlan ve ona akıl ver. Ama hem aptal hem de kötü olandan ise kendini koru.”

Sayın Cumhurbaşkanımızın Trump’a yönelik bu demecini Kelile ve Dimne’deki hikaye ışığında sanırım bir daha değerlendirmemiz gerekiyor.